10 Haziran 2020 Çarşamba

AKM mi? Kültür AVM mi? (1)- MELİS GÖNENÇ / SOL

Siyasal iktidar, AKM’yi çok işlevli kullanma amacını giderek daha belirgin hale getiriyor.


Neo-AKM Saray için 6 parmağında 6 marifet olan 6 parmaklı bir eldir. O şekilde düşünülmüş, tasarlanmıştır.

Ama önce çok kısaca eski AKM:

II. Dünya Savaşı sonrasından günümüze, tüm siyasal gelişmelerden pay alan AKM’nin, temelinin atıldığı 1946 ile açıldığı 1969 arası dönemini, ilginç siyasal öyküsüne rağmen atlayalım. 1969’da ilk siyasal tartışma: İsim. İSTANBUL KÜLTÜR SARAYI adına, Muhsin Ertuğrul, “Saray” sözcüğünün Osmanlıyı çağrıştırdığını söyleyerek itiraz ediyor. Kültür Bakanı Talat Halman da katılınca, adının ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ olarak değiştirilmesine karar veriliyor. Bu sırada bina yanmış. (1970) Opera-Bale ile Tiyatro’nun salon kullanımı konusundaki gerginliği ve gerekli teknik önlemlerin alınmamış olması nedeniyle yanan bina, çok kısa sürede ikinci kez siyasal bir konunun nesnesi haline geliyor: 12 Mart 1971’de başlayan askeri baskı dönemi, yangını, ezmeyi hedeflediği solun üzerine yıkmaya çalışıyor. Dava açılıyor. “Sabotaj Davası” adıyla anılacak mizansen, 12 Mart’ın ağır işkencelerine sahne oluyor.

AKM yeniden açılacağı 1978’den kapatılacağı 2008’e kadar irili ufaklı birçok siyasal olayın öznesi ya da nesnesi olmuştur.

İslamcı iktidar ile her şey değişiyor (2002). Laik cumhuriyete düşmanlıkları, uluslararası neo-liberal dalgaların desteğiyle 1923 Türkiye’sinin kültürel simgelerine de yöneliyor. AKM bunların başında gelenlerden. Osmanlı’nın redd-i mirası üzerine oturan cumhuriyet kültürü, İstanbul’da AKM cüssesiyle, opera-bale, senfoni ve tiyatroyu adeta kutsuyor. Üstelik mimarisi de “sovyetik”. İslamcıların gizli ajandasında binanın mutlaka yıkılacağı yazılı.

Önce arkadaki otopark alanını almaya çalışıyorlar (2003). AKM müdürlüğü direnç gösteriyor. Ardından, yıkıp otel yapma önerisi gündeme geliyor (2005). İlerici kamuoyu hareketleniyor. Saldırı püskürtülüyor. Binanın onarıma gereksinimi var; fırsat bilip, bu kez “restorasyon” önerisiyle ortaya çıkıyorlar. AKM kapatılıyor (2008). Başta Mimarlar Odası, İDOB, DT, İDSO, AKM Müdürlüğü, Kültür Sanat-Sen canhıraş mücadele ediyorlar: Restorasyon adı altında yapılmak istenen değişiklikler cumhuriyetin ruh ve kültürüne aykırı bulunuyor. Konu mahkemelik; dava kazanılıyor (2009). İslamcılar yine fırsatçı; binada yapılması gerekli onarımı savsaklıyorlar. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti toplantıları, kurullar, komiteler, dağıtılan paralar, paralar… Onarım ha başladı, ha başlayacak oyalamaları. İslamcılar top çeviriyorlar. Siyasal güç dengeleri ne yıkmaya izin veriyor, ne de zorunlu onarıma. Ergenekon süreciyle güç kazanmak için zamana ihtiyaçları var. O zamanı kullanacaklar. Çoksesli müzik dünyasının işbirlikçileri yıkılmasından yana, “çok daha güzeli yapılacak” diyorlar. Binanın kurtarılması umudu giderek azalıyor. Gezi, AKM’nin son büyük çığlığı. İslamcıların yıkım öfkesini daha da pekiştiriyor.

Bu arada, islamcı kadro kendi içinde iktidar ve rant kavgasına düşüp, gırtlak gırtlağa geliyor. Dünyada ise, neo-liberal dalga yükselişini tamamlamış, islamcılık gerilemeye başlamıştır.

İşte tam bu sırada AKM kartı yeniden piyasaya sürülüyor. Yine güçlü siyasal simge işleviyle.

6 parmağın 6 marifeti mi demiştik?

1. parmak: Seçim yatırımı

AKM’yi laik cumhuriyetin simgesi olarak algılayıp, yıkmak amacıyla olmadık zorlama ve yöntemlere başvuran islamcı iktidar, 31 Mart 2019 yerel seçimleri öncesinde durumunu sallantıda görünce, laik cumhuriyetçi kesime yaptığı açılımlara AKM’yi hızla yeniden yapmak vaadini eklemek zorunda kalmıştır. Nitekim 10 Şubat 2019’da temel atma töreni yapılmış, on yıldır beklemekten usanıp, “aman bir an önce yapılsın da, nasıl olursa olsun!” yorgunluğu içindeki geniş kitle hazırlanmakta olan tuzağa yeterli dikkati gösterememiş, ama seçim tuzağına da düşmemiştir.

İslamcı iktidar ise, seçimlerde ciddi kilo kaybına uğrayınca, bu binanın ve temsil ettiği kültürün uğursuzluğuna bir kez daha iman edecektir.

                                            Gezi: Eski AKM’nin son çığlığı

Aradan geçen 15 aylık süre, Saray için hiç de hayırlı olmamış, ülkenin yönetilemezliği artmış, ekonomik krizin üzerine bir de virüs krizi eklenince, çember iyice daralmıştır. Her geçen gün aleyhtedir ve erken ya da baskın bir seçimden başka çıkar yol görünmemektedir. Ancak, ona da çok ciddi mühimmat eksiği ile girme riski vardır. İşte, bu mühimmat sandıklarından birinin üzerinde AKM yazıyor. Yeni seçim, yeni AKM.

Gel gör ki, yeni haliyle bile AKM islamcıların kabusu olmaya devam ediyor: 29 Ekim 2020’de hizmete gireceği söylenen yapı, yıl sonuna, “inşallah bir aksilik çıkmazsa”, zar zor yetişecek.

Üstelik yılsonuna yetişse bile, binanın kendi yetişecek, hizmete açılması 2021 içinde olacak, en iyi senaryo, “küçük salon açılır, diğerleri kademeli olarak devreye alınır” şeklinde. Yani, opera beklemeye devam edecek. Bunlar en yetkili ağızdan, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’dan. ( Hafta Sonu, CNN Türk, 10 Mayıs 2020)

Neyse, biber dolması için önce biber gerek, içi sonra da doldurulsa olur, değil mi ya?! Yine de dikkat etmeliler, AKM’nin sağı solu belli olmaz; ne de olsa laik cumhuriyetin ruhu; nişanı bunlara, nikahı muhalefete yaptırma olasılığı pek düşük olmayabilir.

Kısacası, şu ana kadar, AKM’nin “seçim yatırımı” marifetinden umduklarını bulabilmiş değiller.

Her şeye rağmen, erken seçim beklentisine koşut olarak, yandaş medyada Saray’ın kültür politikası ve unsurlarını cilalayan haber ve programların arttığı dikkatlerden kaçmıyor. AKM haberleri de bunlar arasında. En son, AKM kaba inşaatının yüzde 95’inin bittiği haberi, ayrıntılı salon bilgileri eşliğinde yandaş medyaya servis edildi. (AA,23 Mayıs 2020)

2. parmak: Turistik AKM

Bakan Ersoy’un sözü edilen programdaki açıklamalarını dinleyince, kafamız iyice karışıyor. Oysa yalnızca son 15 dakikası kültüre ayrılmış -kalanı turizm sektörü- 58 dakikalık programdaki çanak sorulara verilen yanıtlar, Bakan’ın yaklaşım tarzını gayet anlaşılır ve açık kılacak nitelikte.

Bakan, AKM’nin, Galataport projesinin son durağı olduğunu söylüyor. Meğerse “Galataport’un yaratacağı cazibe merkezini Taksim AKM’ye taşıyacak bir kültür yolu projesi” düşünülmüş ve buna da “Beyoğlu Kültür Yolu Projesi” adı verilmiş. Galata Kulesi’nden başlayıp, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi, Narmanlı Han, Emek Sineması, Atlas Sineması ve Pasajı’ndan geçerek AKM’de sonlanacak bir kültür yolu.

İyi de, AKM opera-bale, klasik konser, tiyatro alanı değil mi? Bunun Galataport’a gelecek “Cross Tour” operatörleri ve yolcularıyla ne ilgisi var? Bir kruvaziyer ile İstanbul’a gelecek turist AKM’de opera ya da tiyatro mu izleyecek? Bizim gibi fanilerin idrakini aşan bir bağlantı mutlaka olmalı, zira bakanımıza “Cross Tour” operatörleri demişler ki, “İstanbul is a destination, Galataport is another destination.” Bakan bunu televizyonda İngilizce söylüyor. Tabii, adamcağızın turizm şirketleri, otelleri var, uluslararası turizm dili konuşuyor, çok doğal. Yani, bu Galataport, İstanbul’dan neredeyse daha önemli, çok özel bir yermiş.

Galataport o denli cazibe merkezi olacak ki, buraya gelen yabancı ve yerli (?) turistler, önce Galata Kulesi’ne çıkacaklar, oradan Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde tiyatro ya da film izleyip, Narmanlı Han’ın AVM’ye dönüşmüş binasından alışveriş yapıp, bir diğer AVM içinde bulunan Emek Sineması’na uğradıktan sonra Atlas Pasajı’ndaki sinema müzesini gezecekler. Eğer tesadüfen bir gala ya da film festivali varsa, (bundan sonra İstanbul’daki tüm film gala ve festivalleri burada yapılacakmış) kırmızı halıdan yürüyerek ona katılıp, ardından da AKM’de opera izlemek suretiyle kültür yolculuklarını tamamlayacaklar.

Bakanın bu fantezisinin turizm sektörü açısından ne kadar gerçekçi olduğu bilinmez ama kültür dünyası açısından -hani bildiğimiz o orta sınıfın opera, bale, tiyatro, konser izleyicisi nezdinde- en hafif sıfat ile “tuhaf” olduğu kesindir.

Ancak, islamcıların parayı saklandığı delikte çok kısa sürede tespit edebilme yetenekleri ile “kamu hizmeti” kavramına uzaklıkları dikkate alındığında, bu işte bir keramet olduğu da düşünülmeli. At binenin, kılıç kuşananın!

Zaten, Bakan’ın ifadesi aynen şöyle:

Ben şanslı bir bakanım. Sayın Cumhurbaşkanımız beni atadığı ilk gün kültür konusunda çok uzun ve ciddi bir konuşma yaptı, bütün bu hedeflerimi de verdi; tamamlamam gereken projeleri… Sağolsun, her zaman da destek oluyorlar. Hem finansal açıdan bakanlığımızın ihtiyaçlarını karşılıyorlar; hem maddi, hem manevi olarak destek oluyorlar.”

Açık olan mı?

Saray, AKM’yi laik cumhuriyet kültürünün İstanbul’daki ana merkezi olarak değil de, Galataport projesinin bol AVM’li kültür güzergahının bir unsuru olarak değerlendiriyor. Bunun ciddi sonuçları olabilir.

3. parmak: Kültür AVM

İslamcı kadro fıtratı gereği liberal olduğu için AKM’yi bir “kamu hizmeti kurumu” değil, “ticari bir işletme” olarak görmektedir. AKM’nin Galataport ile ilişkilendirilme nedeni budur.

Bu yaklaşımın fiziki, yönetsel ve kültürel sonuçları vardır. İlk ikisine kısaca değinelim:

AKM’nin fiziki yapısı öncelikle salon sayısı, bunların kapasiteleri ve kullanımları ile ilgilidir.

Yola çıkılırken 5 salon yapılacağı bilgisi verilmişti:

2500 kişilik büyük salon, 800 kişilik tiyatro salonu, 1000 kişilik konferans salonu, 285 kişilik sinema salonu ve 250 kişilik oda tiyatrosu salonu. (Hürriyet, 28 Ağustos 2019, Sabah, 13 Aralık 2019)

Gelinen noktada ise, üç salonun inşaat kervanında kaybolduğu, geriye yalnızca 2 salon kaldığı belli olmuş durumda:

2040 kişilik opera salonu ve 805 kişilik tiyatro salonu. (AA, 23 Mayıs 2020)

Kalanı mı? “Sanat galerileri, sergi salonları, millet kıraathaneleri.” (AA)

2500 kişilik opera salonu, daha ilk günden İstanbul Operası başta olmak üzere, opera çevrelerinde temkinli bir yaklaşımla karşılanmıştı. Bu kadar büyük bir salonun olası akustik ve görüş sorunlarının yanı sıra, ortalama 8 temsil üzerinden düşünüldüğünde opera yapıtlarında doluluk oranının umulanın altında kalabileceği ifade edilmişti. Koltuk sayısının daha makul bir düzeye çekilmiş olması olumludur. Gerçi bu kararın ne ölçüde Opera’nın uyarıları, ne ölçüde maliyet ya da, kalan alanın “işletme” hesaplarıyla ilişkili olduğu belli değilse de, Opera için sevinilecek bir karardır.

Öte yandan, 5 salondan 2 salona inişin getirdiği fiziki daralma, salonların kullanımı konusunu da sürekli bir gerginlik ve yönetim sorunu yapmaya aday görünüyor. AKM Müdürlüğü’nde uzun yıllar görev yapmış deneyimli isimler, en az 3 salon olması gerektiğini, birinin Opera-Bale’ye, diğerinin Tiyatro’ya, üçüncüsünün ise, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne bağlı orkestra ve korolara (İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası, Devlet Klasik Türk Müziği Korosu vb.) tahsis edilmesi zorunluluğunu dile getirmektedirler. Nitekim salon tartışmalarının şimdiden başladığı gelen bilgiler arasında.

Tiyatro salonunun senfoni ve koro ile paylaşılması durumunda, tiyatro dekorlarının her defasında sökülüp, sonra yeniden kurulmak zorunda kalacağı, İDSO’nun opera salonunu paylaşma isteği, Opera’nın salonun kendisine ait olduğu vurgusu… Ufukta yönetim sıkıntıları görülüyor.

İyi de, o kadar para, o kadar fiziki olanak varken neden salon tensikatına gidildi?

Bunun yanıtı, islamcıların yüksek sanatlara bakışı ve “işletme”cilik anlayışında yatmaktadır.

Liberal işletme

İşin ikinci ayağında yönetsel boyut var. AKM bir müdürlük eliyle yönetiliyordu. Yeniden açıldığında aynı çerçeve içinde mi kalınacak, yoksa daha liberal modellere mi yönelinecek? Örneğin, yönetimin özel sektöre devredilmesi düşünülüyor mu?

Liberal yönetim anlayışının ilk sonucu, AKM’nin bir tür “Kültür AVM”olarak işletilmesi olacaktır. Doğrusu, fiziki veriler ve yaklaşım tarzı bu yönde görünüyor. Sahne sayıları azaltılmış, yerlerine “galeri” ve “salon”lar konmuştur. Her iki mekan tanımı da oldukça muğlaktır. Buralarda gelir amaçlı butik fuarlar, kokteyller, sanat dışı kullanıma da yönelik çeşitli etkinlikler, kısa ya da uzun sözleşmelere dayalı kiralama edimleri söz konusu olabilecektir. Ayrıca, “millet kıraathaneleri” müjdesi de verilmiştir. Bildiğiniz cafe’nin “yerli-milli” adı olan bu kıraathanelere restoran(lar) da eklendiğinde ortaya gerçekten bir AVM profili çıkmaktadır. Dahası var: Bakan, AKM’nin organik uzantısı olarak, Atatürk Kütüphanesi’ne uzanan yolu da “Kültür Sokağı”na dönüştürmek istediklerini söylüyor. Galataport konsepti içinde düşünüldüğünde her şey oldukça tutarlı görünüyor.

AKM, yüksek kültürü “kamu hizmeti” olarak belirlemiş olan laik cumhuriyetin ortaya çıkardığı en gelişkin yapıydı. O nedenle de, bu kültüre ait etkinliklerin bilet bedelleri son derece makuldü. Bu durumun doğal uzantısı olarak, AKM mimarisinde  “tüketim” alan ve unsurları çok sınırlı tutulmuştu. Yani, içlerinde geniş, konforlu konser ve tiyatro salonları bulunan günümüz AVM’lerinin tam tersi.

Yüksek kültür ve kamu hizmeti ilişkisinin liberal değerler lehine bozulmasının sonuçlarından, orta ve uzun vadede “işletme”ciler hariç herkesin zarar göreceği bilinmelidir. En başta da yüksek sanatların.

4. parmak: Seçkincilik karşıtlığı

AKM’nin temel atma töreninde, hazırlanan platforma ne Opera-Bale, ne Tiyatro ne de Senfoni’den temsilciler davet edildi. Onların yerine, Sibel Can, Orhan Gencebay ve Yavuz Bingöl çıkarıldılar. İDOB, İDSO ve DT’nin evi olacağı düşünülen mekandan söz ediyoruz.

İslamcı zihniyetin, laik cumhuriyetin tanımladığı yüksek sanat kavramını kökten reddettiği biliniyor. Bunu kuramsallaştırdılar da: Halka yukardan bakan, batıcı, seçkinci sanat. Yerine, halkın bağrından çıkmış ve onun ruhuna dokunan popüler sanat. Yani? Yukarıda adı geçen üç ismin temsil ettiği şey. Opera, bale, senfoni gayri meşru çocuklardır. O nedenle, salon sayısı da iki ile sınırlandırılmıştır.


Yeni AKM: İkisi de aynı sahnede. Neden olmasın ki?

AKM bu anlayışın mekanı yapılacaktır. Opera ile aynı sahneyi paylaşacak olan Sibel Can&Co. İlk başta ilanı yapılan 2500 kişilik salonun da anlamı buydu. Kimse için opera öncelikli değildi. Neo-liberal dönemin yığma estetik anlayışı, “bütün müzikler eşit ve geçişkendir” görgüsüzlüğü, bizim islamcıların Osmanlı Saray müziğini rehabilite etme anlayışıyla kolayca örtüştü. Ne kadar popüler figür varsa,  İDOB ve İDSO ile aynı sahneyi paylaşacak. Bir adım sonra da ortak prodüksiyonlar falan.

AKM’nin bu marifeti islamcılar açısından en kolay elde edilebilecek olanı. Seyirci garantisi, reklam, kazanç… Hele ki, bu işe pek yatkın operacıların varlığı düşünüldüğünde.

5. parmak: Çoksesli müziğe atılan kanca

Saray’a kalsa, AKM Gencebay konseriyle, olmadı, senfonik Zeki Müren tarzı bir şeylerle açılacak. Ancak, gücü epey azalmış islamcı kadro aldığı ağır seçim yenilgisinden sonra bunu göze alabilecek durumda değil. Laik cumhuriyetçi kesim ile sürtüşme zamanı hiç değil. Buldukları çözüm oldukça yalın: Çoksesli müzik dünyasından birine “yerli-milli” referans çerçevesinde, dini hassasiyet ve kodları baskın bir beste sipariş etmek. Osmanlı tarihinin en yetenekli cami mimarı -Mimar Sinan- konulu bir opera. Sahnenin Süleymaniye, Selimiye ağırlıklı olacağını düşünmek için kahin olmaya gerek yok. Müziğin makamsal ve tınısal yelpazesini de.

Nitekim, son iki yıldır Saray ile yakın ilişkiler içinde olan Hasan Uçarsu da, beste siparişini alır almaz kapağı Süleymaniye’ye atmış. (Sabah, 10 Kasım 2019)

AKM’nin 1969 yılında açılışı Çeşmebaşı ve Aida ile yapılmıştı. Yandıktan sonra, 1978’deki açılışı Yunus Emre Oratoryosu ile oldu. Şimdi ise, Mimar Sinan. Girişte gül suyu, çıkışta zemzem suyu ikramlı.

Çoksesli müzik dünyasına verilen mesaj gayet açık: Bu salonlarda varlık gösterip, para kazanmak istiyorsanız, format şekildeki gibidir.

Bakalım, İstanbul’un çoksesli müzik dünyasına yerleştirilen Truva Atı Uçarsu umdukları kadar eleman getirebilecek mi?

Peki, bunlar iktidarı kaybettiklerinde Hasan Uçarsu ne mi yapacak? Durumu kurtarabilmek için, büyük olasılıkla, DENİZ (GEZMİŞ) OPERASI. Şöyle bol anti-emperyalist resitatifli falan. Eh, anca temizler. Çok da zorlanmaz ha; Homeros’tan Mehmet Akif Ersoy’a, Mehmet Akif Ersoy’dan Uğur Mumcu’ya geçiş kapılarını ışık hızıyla bulabilen bir yetenek için, Mimar Sinan’dan Deniz’e geçmek nedir ki?!

MELİS GÖNENÇ / SOL

Yarın 2. Bölüm: İDOB yeniden yapılandırılıyor

9 Haziran 2020 Salı

Ankara’dan AST gelmiş… - Sevin Okyay / BİRGÜN


Pazar günü devrimci tiyatronun iki yaratıcısını andık. Yani, eminim ananlar olmuştur. Biri Yücel Erten’e göre “Yeryüzüne tiyatro yapmak için gelenlerden”... “Tiyatro soludu, tiyatro yaşadı. Uluslararası alanda Türk tiyatrosunun yüz akı oldu.” Işıl Kasapoğlu ise, “En büyüğümüzü kaybettik,” diyor. “Anlatacağı o kadar çok şey vardı ki... Öğreneceğim o kadar çok şey vardı ki...” Mehmet Ulusoy’u sevgiyle anıyoruz.

Diğeri ise, kendine mahsus Ankara tiyatrosunun içinde daha da kendine mahsus bir tiyatro yaratmış olan Asaf Çiyiltepe. Evet, aynı günde farklı yıllarda ölmüşler. Ulusoy, 2005’te. Çiyiltepe ise 1967’de bir trafik kazasında, henüz 33 yaşındayken. Ölümünün 53’üncü yılında ona da sevgilerimizi yolluyoruz. Aslında ben sahnede kendini ve yönettiği oyunlara izleme açısından Çiyiltepe’ye daha yakınım.

1934 doğumlu tiyatrocu, orta öğrenimini Galatasaray Lisesi’nde tamamladı. İstanbul Tıp Fakültesi’ne girdi ama bitirmeden, yirmi yaşındayken Haldun Dormen’in Cep Tiyatrosu’nda çalışmaya başladı. Sonra da bir Fransa Dışişleri Bakanlığı bursuyla gittiği Fransa’da saygın tiyatrolarda yönetmenlik ve oyunculuk yaptı. 1960’ta Türkiye’ye döndü. Bir süre Muhsin Ertuğrul’la Şehir Tiyatroları’nda çalıştı. Sonra ayrıldı ve arkadaşlarıyla Arena Tiyatrosu’nu kurdu.

Bir tiyatro seyircisi olarak benim hayatıma girişi de ondan sonradır. Küçük Sahne ve Genar’dan sonra beni daha da heyecanlandıran tiyatrodur Arena. Özellikle Aslan Asker Şvayk, Godot’yu Beklerken, koskocaman ve müthiş yetenekli, “Boooook!” diye bağırıp duran Übü Baba’sı Ergun Köknar’la “Übü”yü unutamam hiç.

Ne yazık ki kısa bir mutlulukmuş. Gene de o dönemin İstanbullu tiyatro severleri olarak medyun-u şükranız. Asaf Çiyiltepe sonra da bütün biyografilerinin ilk maddesi olan işi yaptı: Arena’nın devamı diyebileceğimiz AST’ı kurdu. Yani o gün bugün gözbebeğimiz olan Ankara Sanat Tiyatrosu’nu. Arena’daki oyunlardan Godot’yu Beklerken, Ölü Canlar, Arturo-Ui'nin Önlenebilir Yükşelişi ve Sultan Gelin’in burada da sahneye koydu. Orhan Kemal’in 72. Koğuş’unu ise öldüğü yıl, 1967’de sahneledi. Oyun, Sanatsevenler Derneği'nce yılın en iyi oyunu seçildi. Çiyiltepe 1967 En İyi Yönetmen Ödülü'ne değer bulundu.

Ancak oyunun üç sezon boyunca sahnelenerek 140 bin civarındaki seyirciyle buluştuğunu göremeden hayata veda etti. Çiyiltepe, kendisinden sonra AST’ın başına geçen Güner Sümer’in yazdığı Bozuk Düzen, ayrıca Gizli Ordu ve Ölü Canlar gibi oyunlarda aktör olarak da yer almıştı. AST’ın yükünü yaklaşık kırk yıl omuzlarında taşıyan Rutkay Aziz’e de bir selam!

Daha çok tiyatro çalışmalarıyla tanındı ama şairdir de. 1957'de Yunus Nadi Ödüllerinde En İyi Şiir ödülünü aldı. Şair olarak adı İkinci Yeni ile birlikte anılır. Sanatçı şiirlerini Yenilik ve Mavi dergilerinde (1953-57) yayımladı. Uzak adlı bir dosyada topladıysa da basılmadı:

“….Tarlabaşından denize yolladığım uğultu

Şarkı gibi ses gibi değil

İlk defa seni kattım gidilene dönülene

İlk defa sana ermek var

İlk defa seni anmak var

(Tarlabaşında Bir Ben Varım Bir Senin Yokluğun)

Şairliğin ailede evveliyatı da var. İkinci Yeni şairi, Tanzimat döneminin büyük şairlerinden Ziya Paşa’nın torunu. Babası ise Albay Reşat Çiğiltepe. Albay Çiğiltepe, 27 Ağustos 1922’de Çiğiltepe’yi yarım saatte ele geçirmek için Başkomutan Gazi Mustafa Kemal'e söz vermiş, başaramayınca da bir not bırakarak intihar etmişti. Mustafa Kemal soyadı kanunu çıkınca ona Afyonkarahisar’ın güneybatısındaki tepenin adını verdi. Hangi aşamada Çiyiltepe’ye dönüştüğü bilinmiyor.

Bizim için ise, Ankaralı misafirlerin en makbul olanlarındandı, o ve AST. Adları hep birlikte anılsın!

Sevin Okyay / BİRGÜN

Türkiye'yi Kurtlar Vadisi kurtarmıştı, ABD'yi Netflix kurtarabilir mi? - Çağdaş Gökbel /SOL

George Floyd’un ölümü tüm insanlığa nefessiz kaldığını bir kez daha hatırlattı. Nefes alabilmek için ayağa kalkmalıydık ve Amerikan halkı ayağa kalktı. Şimdi, Netflix’in iletişim cambazları pusuya yattı ve rol alacakları anın gelmesini bekliyorlar.


4 Temmuz 2003’te Irak’ın Süleymaniye kentinde ABD askerlerinin gerçekleştirdiği operasyon sonrasında Türk özel kuvvetlerine bağlı birlikler başlarına çuval geçirilerek gözaltına alınmıştı. Tüm bu yaşananların içeriğine derinlemesine girmeyeceğim. Bir ulusun haysiyetine ve şerefine geçirilen çuval hâlâ olduğu yerde durmaktadır. Bunun temel sebebi AKP iktidarının bu olaya verdiği tepkide yatmaktadır. Çuval hadisesi sonrası yaşanan mütekabiliyet krizi ve AKP iktidarına karşı yükselen iç muhalefet dalgası dindirilmeliydi.1 Bu amaçla ‘Yerli Rambo’ Polat Alemdar (Necati Şaşmaz), göreve çağrıldı.

Amerika’nın Vietnam yenilgisini filmlerle başarıya dönüştürdüğünü dikkate alırsak, bu göreve çağırmanın hafife alınacak bir yanının olduğunu söylemek zor. ABD askerlerine haddini bildiren Polat Alemdar, tüm toplumun uygun bir biçimde rahatlamasını sağladı. Halkla ilişkiler biliminde bunun adına ‘Algı Yönetimi’ deniyor. Halkla ilişkilerin uygulama alanlarından sadece birisidir algı yönetimi. Bu şekilde yazıldığında algı yönetiminin hafif ve sıradan bir olgu olduğu hissi okurda uyanabilir. Oysa ABD tarafından geliştirilmiş bir saldırı yöntemidir. “Algı yönetimi, Amerikan ordusu tarafından ortaya çıkarılan bir tanımdır. Algı yönetimini Amerika savunma departmanı aşağıdaki gibi tanımlamıştır:

“İstihbarat sistemlerinin ve liderlerin resmi tahminleri, dış ilişkileri ve resmi eylemlerini etkilemenin yanında, toplumların duygularını, motivasyonlarını etkilemek amacıyla yapılan yayınlar ya da seçilen bilgileri, göstergeleri inkâr etme eylemidir* Türkiye toplumunun duyguları ve motivasyonu ‘Kurtlar Vadisi Irak’ filmi tarafından manipüle edilmiş ve aldatılmıştır. İktidar, üzerindeki ağır sorumluluğun yükünü tek bir film sayesinde atabilmiştir. Peki, gerçekten kitle iletişim araçlarının ve üstyapı olarak nitelendirilen organizasyonun etkisi böylesine güçlü mü? Bu sorunun cevabı evet ya da hayır gibi keskin ifadelerle verilemez.

İletişim bilimlerinin gerçek bir bilim olarak ortaya çıktığı ve sosyoloji disiplinin ayrı bir kolu olarak ilerlediği 20. yüzyıldaki gelişmeler gösterdi ki iletişim sistemlerindeki teknik ilerlemeler, gündelik hayatımızı ve davranış biçimlerimizi tahmin edilenin ötesinde etkiledi ve değiştirdi. Gelinen noktada artık bu araçların etkili mi ya da etkisiz mi olduğu tartışmaları saçma ve anlamsızdır. Yalnız bu noktada dikkat edilmesi gereken şey ise bu araçların etkisinin yine iletişim bilimciler tarafından fazla abartılmaması gerektiğidir. Kapitalist sistem bir bütündür ve altyapı ile üstyapı arasındaki ilişki eşit bir biçimde analiz edilmelidir. Bu ağırlık merkezlerinin bir tarafına daha fazla önem vermek, bilimsel açıdan araştırmacıyı zor duruma sokabilir. 

Kültür endüstrisinin üretim bandından çıkarak bizlere ulaşan tüm kültür ürünlerinin politik ve ideolojik amaçlarının olduğu ‘Netflix’in neredeyse tüm ürünlerinde açık bir biçimde görülmektedir. Sermaye düzeni, tüm bu kültürel üretime ciddi paralar harcamaktadır. Ne için? Kapitalist üretim ilişkilerinin her gün yeniden inşa edilmesi için. Bu dizi ve filmler çeşitli ideolojik mesajları insanlara ulaştırmakta etkin birer araçtırlar. Tam bu noktada şunu eklemek isterim ki Netflix’in ürünlerini muhafazakâr ve ulusalcı terminolojiden asla ele alıp değerlendirmiyorum. Yani Netfilix’in eşcinselliği propaganda ettiği ve topluma bunu dayattığına ilişkin ‘zırvalar’ bu meseleyi doğru bir biçimde ele alabilmemizi engellemektedir. Bu tür doğrudan komploya dayanan içi boş yaklaşımlar, yine Netflix ve onun türevi olan kültür üreticilerinin işine yaramaktadır. Konunun özüne dönecek olursak kültür endüstrisi, burjuvazinin doğal düzen olarak kabul ettiği mesajları izleyicilere aktarır. İletişim bilimcinin bu noktada esas işi, kitlelere zerk edilmeye çalışılan bu dili ya da kodları (decode) deşifre etmektir (Keat ve Urry, 2016).

Kapitalist sistem kendi iç çelişkileriyle, türlü rezilliklerini her gün bir biçimde deşifre ediyor olsa da iletişim bilimlerinin, kültür endüstrisi ürünlerini daha fazla deşifre edip incelemesine her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. 

George Floyd’un ölümü tüm insanlığa nefessiz kaldığını bir kez daha hatırlattı. Nefes alabilmek için ayağa kalkmalıydık ve Amerikan halkı ayağa kalktı. Sistem tüm yaldızlı kitle iletişim araçlarına ve algı yönetimi taktiklerine rağmen bir kez daha sallandı. Şimdi, Netflix’in iletişim cambazları pusuya yattı ve rol alacakları anın gelmesini bekliyorlar. Tüm bu gürültülü yangının ardından yeni ‘Jokerler’ öne sürülebilir. Toplumlar artık bunun çarpık ve zorlama bir rüya olduğunun farkında gibiler. Frankfurt Okulu düşünürlerinin pasif izleyicilerinin yerini camları kıran, haklarını isteyen ve omuzlarında giyotin taşıyan insanlar alıyor. Kitle iletişim araçlarının etkisi toplumsal gerçekliğin karşısında göreceli ve yanıltıcıdır. Evsizlik, yoksulluk ve ırklar arası adaletsizlik öyle bir boyuta ulaşır ki Netflix’in hazırlayacağı diziler bu gerçekliğin üzerini örtemez olur. Bu gerçeklerin örtülememesi sistemin ideolojik ve iletişimsel üstünlüğü kaybettiği anlamına gelmez. Tüm bu dev kültür endüstrisinin yarattığı iletişim diline karşı alternatif bir dil oluşturmak zorundayız. Bunun Türkiye’deki en çarpıcı örneği BSM (Bağımsız Sinema Merkezi)’dir. Sınıfsal mücadelenin en önemli ayağı bu dili yoğun bir biçimde inşa etmektir.

Yazıyı önemli bir uyarı ve uzun bir alıntıyla bitirmek istiyorum. Kitle iletişim araçlarının rolünü yorumlarken bazı insanlar bu araçların işlevlerini yanlış yorumluyorlar. Özellikle eğlendirme ve bilgi verme (enformasyon) işlevini. Kültür endüstrisinin bu araçlardan yayılan ürünlerinin artık bilgi taşımadığı ve sadece eğlendirdiği doğru bir yaklaşım değil. Örneğin: Pablo Escobar’ın hayatının konu edildiği ‘Narcos’ dizisi, kendi perspektifinden çok önemli ve ciddi bilgileri izleyicilere aktarır. Bu bilgilerin yalan, çarpıtılmış ya da eksik bilgiler olması ayrı bir tartışma konusudur. Tüm bu dizi ve filmler izleyiciyi sadece eğlendirmek amacıyla çekilmez. Öyle olsaydı düzenin değiştirilemezliği, tarihin yeniden yazımı ve çıkarcı bencil bireycilik miti izleyicilere aktarılamazdı. Bu mesajların aktarılması için yeni bilgilerin inşa edilmesi kaçınılmazdır. Öyleyse kitle iletişim araçlarının bizlere buz gibi bilgi aktarımında bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Burjuvazinin sınıf pozisyonu, burjuvazinin kapitalizm-sonrası (post-kapitalist) bir toplum olasılığını analiz etmesini engeller. Tarih, kapitalist üretim sistemi ile son buluyormuş gibi, görülür; kapitalist ekonominin yasaları doğal ve ebediymiş gibi alınır. İkincisi, sınıf çatışmasının ve genel olarak kapitalizmin çelişik karakterinin önemini en aza indirmelidir; özellikle, çatışma ve gerilimler giderek artan ölçüde önem kazandığı zaman. Eğer burjuvazi kapitalizmin çelişik karakterini ve bu çelişkinin çözüm araçlarını anlamış olsaydı, bu durumda bunun sistemin kendisinin ortadan kaldırılması dışında başka bir yolla başarılamayacağını da görmesi gerekirdi. Üçüncüsü: kapitalistler zorunlu olarak toplumu kendi girişimleri açısından görürler ve bu nedenle kendi bireysel etkinliklerinin sosyal uzantılarından da habersizdirler. Tarihin ya büyük kahramanlar tarafından yapıldığına, ki kapitalist de kendi işini yönetmektedir, ya da doğal ve ebedi yasalara göre işlediğine, ki kendi işletmeleri bu yasalara göre çalışmaktadır, inanma eğilimindedirler.” (Keat ve Urry, 2016:288-289).2

Çağdaş Gökbel / SOL

Yeni Ergenekon mu, Erdoğan sonrası için miras kavgası mı? AKP'nin bir davaya ihtiyacı var! - Volkan Algan / SOL

Son gazeteci tutuklamalarına bakarak süreci "yeni Ergenekon" olarak yorumlayanlar var. Ancak yaşananlar daha çok Erdoğan sonrası için miras mücadelesine benziyor.

Odatv Ankara Haber Müdür Müyesser Yıldız ve TELE1’in Ankara Temsilcisi İsmail Dükel dün sabah erken saatlerde gözaltına alındı. Gözaltı nedenini Yıldız’ın avukatı bile henüz öğrenememişken Sabah Gazetesi Özel İstihbarat Müdürü Abdurrahman Şimşek gözaltı nedenini “askeri casusluk” olarak açıkladı.

‘Yazmadığı haber için gözaltı’

A Haber kanalına konuk olan Şimşek Yıldız’ın gözaltına alınmasıyla ilgili şu bilgileri verdi:

“Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın altı aylık bir çalışmasıydı. Altı aylık teknik takip sonucu Müyesser Yıldız’ın, Odatv’nin Ankara Haber Müdürü’nün askeri casusluk kapsamında değerlendirilen 29 ayrı suç niteliği taşıyan telefon görüşmesi teknik takibi takılıyor. Öncesinde Müyesser Yıldız’ın İstanbul’da çok önemli bir subayla gizlice görüşmelerinin olduğu, buluşmalarının olduğu ve bu buluşmalarda Libya’ya İHA ve SİHA’ların önceden konuşlanması, Türk askerinin İdlib’teki hareket planlarını önceden bilgi alıp bunları gazetecilik saikiyle mi yoksa askeri casusluk saikiyle mi yaptı, diye araştırma yapılırken Müyesser Yıldız’ın bu aldığı istihbaratların hiçbirisini Odatv’deki köşesinde yazmadığı ortaya çıktı. Bir gazeteci haber kaynağıyla görüşüyor, bu bilgileri alıyor ama köşesinde yazmayınca Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı bunun bir askeri casusluk suçu kapsamında değerlendirip gözaltı kararı veriyor. Müyesser Yıldız’la birlikte TELE1’in Ankara Temsilcisi İsmail Dükel ve İstanbul’da E.B. isimli çok önemli bir subay gözaltına alındı. Bu subay da sabaha karşı evinden gözaltına alındı Ankara’ya doğru götürülmekte. Önümüzdeki günlerde daha ayrıntılı bilgiler derlenecek. Ama 29 tane ayrı Türkiye’nin savaş planlarını önceden casusluk maksadıyla edinip, yabancı gizli servislere servis edildiği yönünde bir bilgi var.”

Avukatının ulaşamadığı bilgilere iktidarın yakınındaki bir gazetecinin kolayca ulaşabilmesi, bir gazetecinin ‘yazmadığı haber’ nedeniyle gözaltına alınması gibi hemen göze çarpan tuhaflıklar artık kimseyi şaşırtmıyor. Herkes meselesinin “siyasi anlamına” odaklanmış durumda. Üstüne Odatv’den Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın da geçtiğimiz aylarda hapse atıldığı hatırlandığında bu odaklanma çok normal görünüyor.

Soylu ile atışma

Yıldız'ın avukatı Erhan Tokatlı ise, Yeniçağ'a açıklamalarda bulundu. Tokatlı, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun bir süre önce Twitter'da Müyesser Yıldız'a yönelik ifadeleri nedeniyle suç duyurusunda bulunduklarını ve 1 liralık tazminat davası açtıklarını belirterek, "yapılan gözaltılar bunun karşılığı olabilir diye düşünüyorum" şeklinde konuştu:

“Bence tesadüf değil, atılan suç askeri casusluk, siyasal casusluk. O dosya kimindir onu da bilmiyorum. Muhtemelen birilerine yamamaya çalışıyorlar. Bir avukat arkadaşım şunu söyledi, son bir kaç haftadır medyada Müyesser hanımla ilgili FETÖ’cülerin ciddi bir sıkıntısı var. Ergenekon Soykırım Kurulu fişlemecisi gibi bir takım iddialar ortaya atmışlar. Bizim eskiden beri gördüğümüz bir FETÖ kumpası gibi duruyor. Ya sayın Bakan bir alınganlık gösterdi onun talimatıyla bu iş yapılıyor veya bir FETÖ kumpası ile karşı karşıyayız.Şu an dahi gözaltının faaliyetinin lüzumsuz ve haksız olduğu kanaatindeyiz. Kaçan bir insan değil herkesin gözünün önünde olan bir insan. Gözaltına dahi gerek yok. Daha ifadeyi vermedik. 2019’daki soruşturma ne ile ilgili, soruşturma kapsamında kaç kişi vardır, içeriği nedir emin olun bilmiyorum. Barışların dosyasıyla yamamaya çalıştılar mı diye baktım ama bildiğim kadarıyla o dosya 2020 dosyası. Bu 2019 olduğuna göre ondan önceki farklı bir dosyayla birleştirme gayreti içerisindeler.”

Yıldız 19 Mayıs tarihli yazısına "Cumhurbaşkanı Erdoğan’a soruyorum: Can güvenliğimden sorumlu kişi beni hedef gösterirse can güvenliğim için nereye başvuracağım” diye sormuştu. Çünkü Soylu Yıldız’ı hedef gösterip şöyle yazmıştı:

“Çemçe grubunun itlafına bir PKK bir sen üzülmüşsün. Kahramanlarımız bugün o bölgeye yeni sızmayı 10 metrede çatışma ile teröristleri yok ederek engelledi... Benim üzüntüm PKK seviciliğin değil, devlet gömleği giymiş pespayelerle iş tutmandır.”

Yıldız da Soylu’ya verdiği yanıtta şu ifadeleri kullanmıştı:

Soylu'yu ispata davet ediyorum. Nasılsa tüm sosyal medya hesaplarımız takipleri altında; “PKK seviciliğime” dair tek bir kelime bulsun ve hakkımda suç duyurusunda bulunsun!.. Soylu'ya hakaret ve iftiradan dava açacağımı belirttikten sonra Erdoğan başta olmak üzere tüm siyasilere, ayrıca hakim ve savcılara şunu sormak istiyorum: “Beni doğrudan hedef gösteren, can güvenliğimden sorumlu olan kişi ise can güvenliğimin sağlanması için hangi merciye başvuracağım?”

Soylu'yu “üzen” meseleye, yani işin aslına gelelim.“Benim üzüntüm PKK seviciliğin değil, devlet gömleği giymiş pespayelerle iş tutmandır” demiş ya; demek ki, dert benim o paylaşımım değil, başka bir şey!.. “Devlet gömleği”nden kastı, güvenlik görevlilerimiz ise kimlerle “iş tuttuğumu” belirteyim. Eşim, Emniyet Müdürü idi. Emekli oldu.

Askerlerden ise sadece Ergenekon, Balyoz, İzmir Casusluk gibi kumpas davalarda yargılananları tanıyorum. Süreç bittikten sonra da çoğuyla irtibatım kalmadı. Velev ki, görüşüyorum. Bu Soylu'yu ne ilgilendirir, niye rahatsız eder?”

Hulusi Akar ile de davalık

Müyesser Yıldız’ın 15 Temmuz Darbe girişimi sürecinin öncesini, sonrasını, hukuki boyutunu en yakından takip eden gazetecilerden biri olduğu biliniyor. Yıldız bu konudaki haberleriyle herkesin birbirlerinin suçlarını bildiği, herkesin birbirinin ardından iş çevirdiği ama yine de üç maymunu oynamayı seçip kader birliğinde karar kıldığı iktidar bloğunun bileşenlerini rahatsız ediyordu. MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve dönemin Genelkurmay Başkanı ve günümüzde Savunma Bakanlığı koltuğunda oturan Hulusi Akar’ın darbe sürecindeki pozisyonlarını sorgulayan haberlerinin iktidar içinde huzursuzluk yarattığı biliniyor.

Yıldız sadece soylu ile değil, Akar ile de davalık durumdaydı. Hulusi Akar, Yıldız aleyhinde iftira suçlamasıyla dava açmıştı. Çünkü Yıldız “Abdullah” kod adlı gizli tanığın -ki Cemaat aleyhine açılan bir çok dava bu tanığın ifadelerine dayanıyordu- ifadesinde Hulusi Akar’ın “kripto cemaatçi” olduğunu söylediğini haberleştirmişti. Davanın ilk celsesinde savunma yapan Yıldız şu ifadeleri kullanmıştı:

“Davaya konu olay, Abdullah kod adlı gizli tanığın ifadesini haberleştirmemdir. Müşteki Hulusi Akar kendi aleyhine beyanda bulunan gizli tanık hakkında şikayetçi olmak yerine, bu beyanı haberleştiren benden şikayetçi oluyor. Daha ilginci, bu kişi o dönem kendi emrinde olan bir subay. Onun 'FETÖ'cü olduğunu öne sürüyor, ama hiçbir işlem yapmıyor. Ancak aylar sonra Ağustos'ta emekliye sevk ediliyor. Bildiğim kadarıyla da halen Abdullah hakkında bir dava açılmış değil. Ben kimseye iftirada bulunmadım. Ortada bir iftira söz konusu ise bunun muhatabı Abdullah'tır. Müşteki, tabir-i caizse eşeği dövemeyip, semeri dövmeye çalışmaktadır.”

Yeni Ergenekon mu?

Müyesser Yıldız ve İsmail Dükel’in gözaltına alınmasını, Barışların ve Murat Ağırel’in tutuklanmasıyla birlikte yorumlayan çok sayıda kişi, hepsi gazeteci olan bu isimlerin siyasi aidiyetlerine bakarak “Yeni Ergenekon mu geliyor?” yorumunu yaptı. Ancak bu doğru bir yorum gibi görünmüyor.

Neden mi?

Ergenekon davasında temsil olunan davalar dönemi karşıdevrim sürecinin tepe noktasıydı. Bir ABD projesinin AKP-Cemaat ortaklığıyla yürütüldüğü süreç olarak tarihteki yerini aldı. Cumhuriyetçilik düşmanlığıyla moral bulan, ABD taşeronu “Yeni Osmanlıcı” bir ideolojik çerçeveye yerleştirilen devleti ele geçirme projesinin en kritik halkası bu davalar süreciydi. O nedenle şimdiki, daha çok kayıkçı kavgasına benzeyen süreci, bu tür bir “yeni versiyon” olarak sunmak yaşananlara fazla anlam yüklemek demektir.

Şu an yaşananların daha çok bir “miras” kavgası olarak görmekte bir sakınca yok. Kimseye Erdoğan’ı tartışmak eskisi kadar anlamlı gelmiyor. Çünkü politik bir figür olmaktan çıkalı hayli oldu. Çoğu tartışmada Erdoğan'ın bir kenara bırakılıp etrafının konuşulmasının bir anlamı da bu. Erdoğan’a rengini veren iktidara tutunmak adına daha çok kiminle tepkimeye girdiği…

Şu an yaşananların daha çok Erdoğan sonrasında hem devlet hem sağ siyasette yer tutabilme kavgası olduğu anlaşılıyor. Süleyman Soylu, içinden geldiği siyaset geleneği ve son yıllardaki “popülaritesi” ile bu konuda iddia sahibi olduğunu gösteriyor. Yapılan anketler de benzer sonuçlara işaret ediyor. Aynı şekilde Hulusi Akar da kendi cephesinden bir “ağırlığa” sahip kabul ediliyor. Her iki ismin de geleneksel AKP’li olmayıp sonradan bu trene binmiş olması Erdoğan sonrası için bir avantaj gibi görünüyor. Yine her iki isim de “devlet” için de bir alan kapatma peşindeler. Yıldız gibi isimlerin suyu bulandırması, bunların geçmişini hatırlatması işlerine gelmiyor. İktidar cephesinde son yıllarda yaşanan bir çok “kavganın” (hem kendi içlerinde, hem dışa karşı) temelinde de herhangi bir ideolojik çerçeve aramak yerine bu türden bir köşe kapma, rant kapatma olduğunu bilmek gerekiyor.

Volkan Algan / SOL

8 Haziran 2020 Pazartesi

Finale doğru, bekçiler ve SİHA'lar - Osman Çutsay / SOL

Sonundan çok korkan bir ekibin, final önlemleri almaya başladığı çok açık. Özellikle George Floyd olayı ve uluslararası yansıması, Ankara'yı çok tedirgin etmiş olmalı. Renk vermek istemeseler de hallerinden okuyabiliyoruz. Renkleri attı.

Kimseyi kızdırmak için yazmıyoruz. Ama bazı yazdıklarımız çıkıyor işte. “AKP Rejimi” denilen karanlık kapitalist düzenin, bir tür “light” Hitler-Mussolini rejimi olduğunu yıllardır burada yazıyoruz. Tarihte hiçbir şey yinelenmez. Ama biz bazı benzerlikleri soyutlamalar halinde önerebiliriz. Eee..




Eee'si, bu rejim tarihsel öncüllerinin kaderini yaşayabilir. Tabii “light” bir formatta yaşayabilir. Sonuçta henüz toplama kampları kurulmuş değil. Ama yüksek yoğunluklu bir içsavaş patlak verirse, o kampların kurulmayacağının da garantisi yok. Savaşın şiddetini kimse kontrol edemez. Hele “akli melekelerini” tamamen yitirmiş bir dinci iktidar hiç kontrol edemez. 

Türkiye'de cumhuriyetten kalan ve biraz ilericilik kokan ne varsa kazınmış durumda. Bu, sadece faşizmin değil, ciddiye alınmış bir sosyalizmin de önünü açar. Kaldı ki, bir “halk kemalizmi” de yayılıyor. Bir tür özgün cumhuriyetçilik bu. Eski üniformalı soytarıların kemalizmine benzemiyor. Sol kürdizmin de bir arayış içinde olduğunu düşünebiliriz. Fakat dinci iktidar, 2002 sonundan bu yana bilimle ve mantıkla biraz ilintili her şeyi kamusal alandan kazımış, yerine dincilik-milliyetçilik sokuşturmuş bulunuyor. O zaman, finaldeki panik, tarihteki bazı faciaları yeniden doğurabilir. Ya da onları bile aratacak bir final yaşanabilir. Bilemiyoruz.

Şöyle söyleyelim: Eğer “tek adam rejimi” denilen, aslında sıradan bir kapitalizm olan bu düzen tarihsel örneklerden hareketle yerleşmeye çalışıyorsa, kendi içinden muhalifler de çıkaracaktır. Hitler rejiminde mesela bundan çok vardı. Biri de bu yaz 76'ıncı yılına girecek olan 20 Temmuz 1944 suikast girişimi, malum. 2020 yılında Ankara'nın muktedirleri, içlerinden çıkacak ılımlı Claus Schenk Graf von Stauffenberg reaksiyonlarıyla uykuya değil adeta kâbuslara yatıyorlar. İyi de, biz Davutoğlu'na, Babacan'a ne isim vereceğiz? Ne olacağını kimse bilmiyor.

Durdurulamayan ekonomik çöküşün yakın çevresindeki Stauffenberg sayısını artırdığını, bir “lider” ve çevresinin bilmediği düşünülebilir mi? Her otokratın böyle kâbusları olur.

Büyük ve kontrolsüz tepkilerin kendi yakın çevrelerinden çıkacağını onlar da biliyorlar. Öyle olmasa 80 bin caminin cemaatini milisleştirme hesapları yapılmazdı; diğer güvenlik birimlerindeki örgütlenmeler de öyle. Bunlara son dönemde bekçi kadroları ve bunların silahlandırılması tartışmaları eklenebilir. Neden?

Dışarıdan bir tepkiyi mi göğüslemek istiyor Ankara'nın İslamcıları? 

O, var. Ama daha önemlisi, bu yakın çevreyi maaşa bağlama ve silahlandırma işinin arkasında, AKP'nin içinden çıkacak muhaliflere gözdağı verme ve finaldeki büyük hesaplaşmada kendi “hainlerine” nasıl direnileceğinin mesajını verme psikolojisi de var. 

Dertleri, finale hazırlıksız girmemek

Galiba “dost ateşine” kurban gitmek istemiyorlar. Bunun için kendi çevrelerinde maaşa bağlanmış silahlı birlikler oluşturabilirler. Cami cemaatleri, misal, sivil görünümlü milislere gebe. Diğer üniformalı kurumlardan devşirilenler de bir düzen imajı yaratacak ve lider ekibi koruyacak. Suriye ve Libya'da savaşın dengesini Ankara lehine etkilediği Avrupa medyasına da haber ve analiz olarak düşen “silahlı İHA başarıları” bile bu korunma planları dahilinde düşünülebilir. SİHA'lar nedir ki başka?

Sonundan çok korkan bir ekibin, final önlemleri almaya başladığı çok açık. 

Özellikle George Floyd olayı ve uluslararası yansıması, Ankara'yı çok tedirgin etmiş olmalı. Renk vermek istemeseler de hallerinden okuyabiliyoruz. Renkleri attı.

Hep söyledik: Tarihte öyle şeyler olur ki, bazen bir gün içinde bir asırlık adımlar atıldığına tanık olursunuz, bazen de bir asır süren tek bir geceyi yaşarsınız.

Sonra hiç umulmadık bir kıvılcım, ertelenen finali sahneye alıverir.

Türkiye'de artık hiçbir şey, reçetelere ve tarihsel örneklere uyan bir resim vermeyecek. Tamam. Ama mesele bu değil. 

Mesele şu: Bu gelişmelere dışarısı, özellikle de Avrupa Almanyası nasıl bakacak? Efendisi olduğu AB'nin o darmadağın “demokrasi tapınağı”, Türkiye'de olan bitene nasıl müdahale edecek? Edebilecek mi? Yoksa Berlin kendi dertleriyle mi meşgul olacak? 

Viyana'ya bakarak Berlin için söyleyebiliriz: İslamcı Ankara, Berlin'in planlarında mutlaka törpülenmek üzere var. İktidardan indirilmesine karşı çıkmazlar. Ama Erdoğan sonrasında yine bir “AKP'siz AKP Türkiyesi” istedikleri de gün gibi ortada. Bundan 40 yıl önce 24 Ocak ve 12 Eylül'ü birlikte hazırladılar Türk-İslam zenginleriyle Avrupa'nın egemenleri. Erdoğan'a, izlediği istibdat rejimiyle sosyalizmi Türkiye'nin siyasal gündemine sokacağı için kızıyor olmalılar. 

Türkiye, 40 yıldır bir “kâbus” içinde. İnsanlarının bu kâbusa alıştırıldığı, hatta kâbusu olağan saydığı bir Türkiye'den söz ediyoruz. Ancak halkın içten içe bir muhalefeti de var. 1789'un, 1917'nin öngünlerindeyiz sanki. Anadolu topraklarının 1918-19'daki çaresizliğinde ya da. Bitmez tükenmez bu kâbusun sürmesi için çaba göstermek, siyasi iktidarın varlık nedeni. Milisler, ki 4 milyonun üzerindeki Arap mültecinin enerjisi de buna dahil edilmelidir, herhalde kâbusun sürmesi için oluşturuluyor.

Parlamento bunun için pratikte feshedilmiş durumda. Durmayacaklar. Duramazlar. Ama bir yerdeki parkta çevreci gençlerin çadırı kundaklanacak, Kuzey Afrikalı bir seyyar satıcı kendini yakacak, George Floyd öldürülecek... Sonra? Her şey mümkün. Tarih böyle bir sürpriz. 

Bizim söyleyeceğimiz şey ise şu: Türkiye bu kâbustan kurtulabilir ve sosyalist bir yeniden kuruluş yaşayabilir. O zaman, muhtemel bir korkunç finale, bu kapitalist barbarlığa ancak bir yeni, eşitlikçi, özgürlükçü toplumsal düzen kurgusuyla karşı çıkılabileceğini anlatmak ve bunu toplumun önüne bir tasarım olarak koymak, bizim varlık nedenimizdir. 

Türkiye'nin kendisini solcu sayan insanları ya sosyalizm perspektifiyle bir araya gelecek, aralarındaki farklara rağmen bu hedef için masaya oturacaklar ya da bu finalin zavallı kurbanları olarak hep birlikte tarihe gömülecekler. 

İslamcı Ankara bu “kurbanları” gömmek için sabırsızlanan zombilerle dolu. Demokrasi rüyasına yatanlara hatırlatmış olalım. 

Osman Çutsay /SOL

Dünya kaç kutuplu? - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Akla hemen ABD ve Çin geliyor. Ancak Covid-19 kriziyle birlikte bu sorunun cevabını değiştirebilecek yeni süreçler başlamış olabilir.

İki ‘kutup’tan iki ‘kutba’

Soğuk Savaş döneminde “iki kutup” vardı. SSCB yıkıldıktan sonra, 1990’lı yıllarda ABD, “tek kutuplu dünya” iddiasını ortaya attı. Halbuki, artık Batı Bloku da dağılıyor, Avrupa Birliği birlik sürecini ilerletiyor, Almanya ve Fransa gibi güçlerde, ABD’den bağımsız davranma eğilimi gelişiyordu. Rusya ve Çin, AB ile birlikte, ABD’nin “tek kutuplu dünya” dayatmasına karşı çıkıyordu.

Finansal kriz ve onu izleyen “uzun durgunluk” döneminde, ABD’de Trump’ın adeta “dostlarını yabancılaştıranrakiplerine sürekli siyasi kredi açan” istikrarsız politikalarının da katkısıyla, Çin’in yükselişi hızlandı, Rusya’nın yakın çevresinde inisiyatif alma eğilimi güçlendi. Artık sık sık “çok kutuplu” ya da “kutupsuz” dünya kavramını duyuyorduk.

O dönemde Çin, ekonomik, mali ve teknolojik (süper bilgisayarlar, uzay çalışmaları, yapay zekâ, Quantum haberleşme/şifreleme ve 5G gibi...) alanlarda, uluslararası ilişkilerde, özellikle Çin denizi çevresinde bir “süper güç” özellikleri sergilemeye başladı. Çin, gelişmekte olan ülkelere yönelik yardımlar ve kredilerle, yeni nüfuz alanları (piyasalar ve doğal kaynaklara ulaşma olanakları) elde ediyordu. “Tek Yol Tek Kuşak” projesi, arkasındaki devlet-kapitalizmi ve finans-kapital, Avrasya ana kıtasında, Mckinder’in deyimiyle jeopolitiğin en önemli coğrafyasında, Çin kapitalizminin gereksinimlerine uygun bir küreselleşme inşa ediyordu. Çin artık küresel çapta hegemonya adayı konumuna yükseliyor ve iki kutuplu bir dünya şekilleniyor; yeni bir “Soğuk Savaş”tan söz ediliyordu.

Covid-19 şoku

Petrol piyasasındaki fiyat savaşları, Covid-19 şoku, Rusya’nın etkisini geriletirken, ABD - Çin kutuplaşmasını sertleştirmeye başladı. ABD, virüs salgınının hızla küreselleşmesinden Çin’i sorumlu tutarken, Çin tıbbi yardım kampanyaları üzerinden gelişmekte olan ülkelerde ve kimi Avrupa Birliği ülkelerinde etkisini artırıyordu. Tam, “bu süreçsağ popülizmin etkileriyle birleşerek AB’yi yıkar ” sorusunu gündeme getirirken, AB içi hegemonya ilişkileri devreye girmeye başladı. “Almanya-Fransa ekseni”, Çin’in artmaya başlayan etkisinin, AB’nin varlık koşulu olan “merkez-çevre ilişkisini” zayıflatmasına izin veremezdi.

Mayısın son haftasında başlayan bir süreç içinde, Angela Merkel’in inisiyatifi ile Almanya-Fransa ekseni yaklaşık 2.4 trilyon dolarlık bir “koronavirüs sonrası toparlanma planı” açıkladı. Bu “toparlanma planı”, üye ülkelerin finansal kaynaklarını bir havuzda toplamayı, borçları bir merkezde ortaklaştırmayı, AB’nin ekonomileri zayıf (çevre) ülkelerini, yalnızca kredi vererek değil, hibe yoluyla güçlendirmeyi amaçlıyor. Bu plan, AB üyeleri tarafından, kimi değişikliklerle de olsa onaylanırsa, birliğin ekonomik ve siyasi yapısını güçlendiren tarihi bir adım olabilir.

Geçen hafta, Almanya’da, Merkel, 353 milyar Avro’luk acil yardım paketine, 850 milyar Avro’luk borç garantilerine ek olarak, 130 milyar Avro’luk bir vergi indirimi, tüketimi teşvik paketi açıkladı. Financial Times, “Berlin’in iyi tasarlanmış destekleme planı diğer üye ülkeleri de teşvik edecektir” diyordu. Paket esas olarak katma değer vergisinin azaltılmasını, yeni altyapı yatırımlarını ve her haneye, çocuk başına 300 Avro desteği gündeme getiriyor.

Toparlanma planı” başarılı olursa, hem Almanya’nın AB içindeki liderlik konumu daha da güçlenir, hem de AB’yi, çıkarları ABD’den ve Çin’den farklı bir ekonomiksiyasi merkez olarak “kutuplar dengesine” ekleyebilir.

AB ekonomisi, ABD ve Çin ekonomilerine eşit büyüklüktedir. Buna karşılık, AB’nin siyasi, askeri karar alma kapasiteleri, bu iki ülkeye kıyasla çok zayıftır. Ancak bu durumun, AB’nin ABD ve Çin arasına sıkışmasına yol açması gerekmez. Aksine bu durum, AB’ye, bir “uzaktan dengeleme”, gücünün çok üstünde etki yapma olanağı sunabilir. AB, bu iki kutup karşısında, her ikisiyle de ekonomik siyasi ilişkileri sürdürürken, kimi konularda birinin, kimi konularda da öbürünün yanında yer alarak sonucu belirleyen bir 3. kutup konumuna yerleşebilir. Covid-19 ile uluslararası alanda, çok karmaşık ve zor bir dönem başlamış olabilir.

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet