11 Temmuz 2021 Pazar

Çevre ve Şehircilik Bakanı: Uzungöl'e 1000 araç kapasiteli otopark yapılacak / SOL

 (I) Çevre ve Şehircilik Bakanı: Uzungöl'e 1000 araç kapasiteli otopark yapılacak.

(II) AKP'nin bir başka talan öyküsü: Uzungöl

(III) Uzungöl yeniden ihaleye çıkıyor: Yeni yapılaşmaların önü açılıyor

                                                                   ***

(I) Çevre ve Şehircilik Bakanı: Uzungöl'e 1000 araç kapasiteli otopark yapılacak.




Çevre ve Şehircilik Bakanı Kurum, 'TOKİ eliyle ziyaretçilerin araçlarını park edebilecekleri 1000 araç kapasiteli yaklaşık 100 milyon lira yatırım değeri olan bir projeyi başlatıyoruz' dedi.

Trabzon'a gelen Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Ortahisar ilçesinde 'Çömlekçi Kentsel Dönüşüm Projesi'nin temel atma törenine katıldı.

Burada konuşan Kurum, Uzungöl Turizm Merkezi'nde iki etap halinde çalışma yürüttüklerini belirtti. Uzungöl’de yapılaşmayla ilgili Bakan Kurum, şunları söyledi:

"Geçen yıl geldiğimizde burada hazine mülkiyeti üzerinde bulunan yapıların kaldırılacağını ifade etmiştik ve hemen bu bölgede çalışmamızı büyükşehir belediyemize verdiğimiz 5 milyon lira kaynakla gerçekleştirmiş olduk. Burada derme çatma yapıların kaldırılması ve gerek çevre düzenlemesiyle gerek insanlarımızın buraya geldiğinde rahat huzurlu bir şekilde vakit geçirebilecek bir projeyi gerçekleştirdik.

Hemen arkasından bölgemizde doğal koruma alanında özel çevre koruma bölgesi ilan ettiğimiz Uzungöl sınırları içerisinde imar planı içerisindeki imar planı çalışmalarını ve imara aykırı yapıların tespitlerini yaptık ve bu çerçevede 130 yapı tespit ederek 68’inin de yıkımını valiliğimizle birlikte gerçekleştirmiş olduk. Yapmış olduğumuz imar planı çerçevesinde buradaki doğal yapıya zarar vermeyecek şekilde de gerek fazla çıkılan katların gerek yapılara eklenen eklentilerin tıraşlanma sürecini başlattık. Bu binaların yıkım sürecini de tamamlamış olduk.

Yerin altında 100 milyonluk otopark

Uzungöl’ümüzde de belediyemiz mülkiyetindeki bir alanı bakanlığımızla trampasını yapıyor ve TOKİ eliyle ziyaretçilerin araçlarını park edebilecekleri 1000 araç kapasiteli yaklaşık 100 milyon lira yatırım değeri olan bir projeyi başlatıyoruz. Bu projemiz tamamen yerin altında, doğal yapıya uygun, doğal yapıya hiçbir şekilde zarar vermeyecek. Turistlerimizin, vatandaşlarımızın araçlarını oraya bırakacakları ve şehrin içindeki bu araç kirliliğini ortadan kaldıracak bir proje olacaktır.

Bu da projemizin bir etabı olarak gerek buradaki çevre düzenlemesi ve buradaki yapıların kaldırılarak burayı aslına uygun hale getirme işi, gerekse otopark işiyle birlikte bu yılsonu itibarıyla 150 milyon lirayı bulan bir yatırımı gerçekleştiriyor olacağız."

                                                                        ***

(II) AKP'nin bir başka talan öyküsü: Uzungöl (16/06/2020)

Trabzon'un Çaykara İlçesinde bulunan Uzungöl, Haziran ayında ihaleye çıkıyor. Trabzon Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan açıklamada, proje kapsamında 2 bin metre uzunluğunda ahşap korkuluk, kaldırım, bazalt bordür ve rulo çimin yapılacağı belirtildi. Yıllardır talan edilen gölün yapılaşmaya açılması AKP'nin ilk yıllarına kadar uzanıyor.


AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın "Ayder'e benzer dönüşümü yapmalıyız. Buralar çekim alanları" dediği Trabzon'un Çaykara İlçesi'nde bulunan Uzungöl'ün imar projesi için imar takvimi belirlendi. Pandemi sürerken hiç vakit kaybetmeden başlanan ve iki etaptan oluşacak 'Rehabilitasyon ve İyileştirme Projesi'nin 1.etabı için yapılacak ihalenin, 30 Haziran'da yapılacağı Trabzon Büyükşehir Belediyesi tarafından açıklandı. 

Yapılan açıklamada, ''Proje kapsamında görsel estetiğe sahip, doğal, çevreye uyumlu, dayanıklı malzemeler kullanılarak, Uzungöl ve çevresindeki günübirlik rekreatif faaliyetlerin düzenleneceği ortamın sürdürülebilir bir şekilde yeniden oluşturulması amaçlanmaktadır'' denilirken, doğal mirasın korunacağı da iddia edildi.

12 milyonluk çevre düzenlemesi

Trabzon Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan açıklamada, proje kapsamında 2 bin metre uzunluğunda ahşap korkuluk, kaldırım, bazalt bordür ve rulo çimin yapılacağı söylenirken açıklamanın devamında Trabzon Büyükşehir Belediye Başkanı Murat Zorluoğlu şöyle konuştu: 

''Uzungöl, şehrimiz ve bölgemiz için çok önemli bir turizm destinasyonu. Yerli ve yabancı turistlerimizin gözdesi olan Uzungöl’ün hem çevre düzenlemesinin iyileştirilmesi hem de tanıtımı için yoğun çalışma yürütüyoruz. Bölgede kullanımdan dolayı eskiyen tüm alanları güzel bir görünüme kavuşturmak için 30 Haziran’da Uzungöl Rehabilitasyon ve İyileştirme Projesi’nin ihalesini gerçekleştireceğiz. Çevre ve Şehircilik Bakanlığımızın desteğiyle sonbaharda yapımına başlayacağımız toplam 12 milyon liralık çevre düzenlemesi çalışmasını kısa süre içerisinde tamamlamayı hedefliyoruz. Uzungöl ile ilgili çalışmalarımızda bize her zaman destek olan Sayın Çevre ve Şehircilik Bakanımıza teşekkürlerimi sunuyorum” ifadelerini kullandı.

Etrafına duvar örülerek başlanan bölgenin talana açılması süreci AKP'nin yeni iktidar olduğu döneme kadar uzanıyor. 

Talanın hikayesi

2003 yılında "Özel Çevre Koruma Bölgesi" ilan edilen Uzungöl’de toprak kayması ile biriken sazlık alanların temizlenmesine başlandı. Göl 2004 yılında da şantiyeye çevrildi. Gölün sembolü olma özelliğini kazanan yeşilbaş ördekler başta olmak üzere pek çok kuş ve balık türü, gölün "temizlenme" çalışmalarından zarar gördü.

Dönemin Uzungöl Belediye Başkanı AKP'li Nuri Alibeyoğlu “Uzungöl temizlendi, evet talimatla oldu, evet denge bozulmuştur ama sivrisinek aleyhinde” diye konuşmuştu. Ardından Belediye'nin de çabalarıyla göl kenarı, günübirlik dinlenme mekanı olmaktan çıkarıldı. Belediye Başkanı Alibeyoğlu Uzungöl için “azığını yanında getiren turist geliyor, para bırakan, kaliteli turist gelmiyor” demişti. Gölün kıyı kenarını gösteren haritalar değiştirilerek yapılaşmaya uygun olmayan alanlara imar izni verildi.

Önce parsellerin küçük ve kamuya ait arazilerin sınırlı olması nedeniyle "kaliteli turist" için Belediye'nin aracı olduğu farklı uygulamaları gündeme getirildi. Köylülere köy ve mezra alanlarını toplu halde satmaları bile önerildi. Buna göre eski evlerin restore edilmesi ile düşük nüfuslu köy evleri toplu halde firmalara kiralanabilecekti. 

Ardından lüks konutların yapımı için TOKİ devreye girdi. Göl manzaralı yerleri tercih eden TOKi'ye Çaykara yolunun Uzungöl’e yakın bölümünde 6'şar daireli 15 bloktan oluşan bir konut projesi sunuldu. Proje için 2008 yılı sonunda fiyat analizleri başladı 2009 başında ön talep toplama gerçekleştirildi. AKP'nin bu girişimi Belde'de tartışma yarattı. Bir diğer AKP icraatı ise dere kenarına duvarların inşa edilmesi oldu. Tepki çekilmemesi için duvarlarının önüne ağaçlar dikildi. Göl yollarla çevirilerek kenarlarına yüksek duvarlar örülüp havuza dönüştürüldü.

                                 Uzungöl etrafına önce duvar örülmeye başlandı.

Belediye Başkanı değişti, yağma devam etti

2009 yerel seçimlerinde AKP kaybetmesiyle Belediye Başkanı olan Saadet Partili Abdullah Aygün de aracıyla günübirlik olarak Uzungöl’e gelen yurttaşlardan “ayak bastı” parası talep etti. Gerekçe olarak Belediye'nin gelirlerinin düşük olmasını gösteren Belediye Başkanı Abdullah Aygün, "Sadece çöpün toplanması dünyanın parası. Bu bütçeyle altından kalkamayacağım için böyle bir yönteme başvurdum" diyerek kendini savundu. Aygün, kentin girişine otomatik kapı yapmayı düşündüğünü de açıklamıştı.

"Belediye'ye gelir kaynağı olması" için kış aylarında donan gölün kimyasal maddelerle paten pistine dönüştürülmesi ve kiralanması bile düşünülmüştü. Hatta eski Belediye Başkanı Alibeyoğlu bir televizyon kanalında “Gölü kiralarsak Belediye'yi kurtarırız ama tercih etmiyoruz” demişti.

Devlet elektrik, su bağladı ardından ceza kesti

2016 yılında ise bin 500 kişinin yaşadığı Uzungöl’de 862 kişi hakkında “İmar Kanunu’na muhalefet” suçundan 2 ile 5 yıl arasında hapis istemiyle dava açıldı. Davalar sürerken Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın şikâyeti üzerine aynı kişilere bu kez “Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na muhalefet” suçundan 1 yıldan 2 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. Bu kişilere 1,5 yılla 4 yıl arasında hapis cezaları verildi. 150’yi aşkın kişinin cezası kesinleşti. Bazılarınınki para cezasına çevrilirken, bazılarınınki de ertelendi. Kimi yurttaşlar hapse girdi. 

Aynı dönem açıklama yapan Uzungöl Turizmciler Derneği Başkanı Zeki Soylu, yaşanan durumla ilgili, “Bu işletmelerin sahiplerinin neredeyse tamamı bu yörenin insanı. Yıllardır burada imar uygulaması yapılmadı. Hal böyle olunca insanlar arazilerinin üzerine ev ve işyeri yaptılar. Devlet de bunların elektriğini, suyunu bağladı. Şimdi bir taraftan ceza veriyor, bir taraftan da ‘Yıkın’ diyor. Ceza almayan insan yok” diye konuşmuştu.

Çaykara Belediye Başkanı Hanefi Tok, "2009 öncesinden de kaçak yapılaşma vardı. Onlar için de cezai uygulamalar yapıldı. Ancak özellikle bu tarihten sonra Arap turizminin hızla büyümesi, Arapların çok fazla talepte bulunması sonucu burada yaşayan insanların evlerini aparta, pansiyona çevirmeye başlaması, işyeri yapması hızla arttı. Uzungöl’ün belde olduğu dönemde Belediye Başkanı'nın kaçak yapılara göz yumması, ruhsat vermesi buradaki sorunu büyüttü. Yasalar neyi gerektiriyorsa o uygulanıyor. Bizim burada belediye olarak da yapabileceğimiz bir şey yok. Bundan sonra yapılaşmalar kanunların izin verdiği çerçevede devam edecek" demişti.

2014 yılında hazırlanan ve bazı yurttaşların itirazları nedeniyle yargıya taşınan "Koruma Amaçlı İmar Planı" da Samsun Bölge İstinaf Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Böylelikle "kentsel dönüşüm" yağmasının yeniden planlanmasının da önü tekrar açılmış oldu.

                   Sol tarafta Uzungöl'ün ilk hali, sağ tarafta ise yapılaşma sonrası hali yer alıyor

                                                                      ***

(III) Uzungöl yeniden ihaleye çıkıyor: Yeni yapılaşmaların önü açılıyor.(15/06/2020)

Trabzon'un Çaykara İlçesi'nde bulunan Uzungöl, ihaleye çıkıyor. Doğal güzelliği ile bilinen Uzungöl, Trabzon Büyükşehir Belediyesi tarafından açıklanan 'Rehabilitasyon ve İyileştirme Projesi' ihalesi ile daha fazla yapılaşma ile karşı karşıya kalacak.

Trabzon'un Çaykara İlçesi'nde bulunan Uzungöl'ün imar projesi için imar takvimi belirlendi. 

İki etaptan oluşacak 'Rehabilitasyon ve İyileştirme Projesi'nin 1.etabı için yapılacak ihalenin, 30 Haziran'da yapılacağı Trabzon Büyükşehir Belediyesi tarafından açıklandı. 

Yapılan açıklamada, ''Proje kapsamında görsel estetiğe sahip, doğal, çevreye uyumlu, dayanıklı malzemeler kullanılarak, Uzungöl ve çevresindeki günübirlik rekreaktif faaliyetlerin düzenleneceği ortamın sürdürülebilir bir şekilde yeniden oluşturulması amaçlanmaktadır'' denilirken, doğal mirasın korunacağı da iddia edildi.

Ahşap korkuluk, kaldırım...

Trabzon Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan açıklamada, proje kapsamında  2 bin metre uzunluğunda ahşap korkuluk, kaldırım, bazalt bordür ve rulo çimin yapılacağı ifade edildi.

12 milyon liralık çevre düzenlemesi

Açıklamanın devamında Trabzon Büyükşehir Belediye Başkanı Murat Zorluoğlu'nun sözlerine yer verilen açıklamada, ''Uzungöl, şehrimiz ve bölgemiz için çok önemli bir turizm destinasyonu. Yerli ve yabancı turistlerimizin gözdesi olan Uzungöl’ün hem çevre düzenlemesinin iyileştirilmesi hem de tanıtımı için yoğun çalışma yürütüyoruz. Bölgede kullanımdan dolayı eskiyen tüm alanları güzel bir görünüme kavuşturmak için 30 Haziran’da Uzungöl Rehabilitasyon ve İyileştirme Projesi’nin ihalesini gerçekleştireceğiz. Çevre ve Şehircilik Bakanlığımızın desteğiyle sonbaharda yapımına başlayacağımız toplam 12 milyon liralık çevre düzenlemesi çalışmasını kısa süre içerisinde tamamlamayı hedefliyoruz. Uzungöl ile ilgili çalışmalarımızda bize her zaman destek olan Sayın Çevre ve Şehircilik Bakanımıza teşekkürlerimi sunuyorum” ifadelerini kullandı.

Uzungöl, geçtiğimiz dönemde kaçak ve 'izinli' yapılaşmalar ile bozulan doğal yapısı ile çokça gündeme gelmişti.

SOL



Final günü: Futbol gerçek sahibine ne zaman dönecek? - İSMAİL SARP AYKURT / SOL

  Modern futbolun kökleri salt bir coğrafyaya indirgenemez, çünkü futbolun özü işçi sınıfının ta kendisidir.


Aslında milli takımlar düzeyinde organize edilen ilk turnuva Avrupa Şampiyonası değildi. 

Bu akşam final oynayacak olan ve 1966 Dünya Kupası zaferinden beri uluslararası bir kupaya ulaşmanın hayalini kuran İngilizler, 1800’lü yılların sonlarında “British Home Championship” organizasyonu yapmışlardı. Yanlarına Britanyalı komşuları İskoçya, Galler ve İrlanda’yı da alarak...

1920’li yıllarda ise Avrupa kıtasında organizasyon olmadığını söyleyemezdik. Bölgesel kalan turnuvalar, topyekün bir şampiyonadan öncelikliydi. Bunlardan birisi olan “Orta Avrupa Kupası” ise dönemin İtalya, Macaristan, Avusturya ve Çekoslovakya gibi seçkin takımlarını bir araya getiriyordu.

Fikir ise 1927 yılında Avusturya futbol takımını zirveye kadar çekip “Das Wunderteam” efsanesini yaratan Hugo Meisl’e aitti.

Ortada hala bir Avrupa Kupası fikri olsa da kendisi yoktu. Bu fikir ise dönemin Fransa Futbol Federasyonu genel sekreteri ve FIFA delegesi olan Henri Delaunay tarafından zikredilecekti. Ancak bu öneri uzun müddet bekledi, bekletildi ve Avrupa Şampiyonası fikri diğer kıtalardan çok sonra somutluk kazandı.

İlerleyen zamanlar ve turnuvanın doğuşu

1950’li yılların ortalarındayız.

1954 yılında UEFA kurulmuştu, futbolun tahakküm ve tasallut aygıtı göreve başlıyordu. Avrupa futbolunda lokal kalan önerileri aşmak adına denenen ilk hamleler ise  karşılık bulmayacaktı. 

UEFA’nın o dönemki 33 üyesinden turnuva için red cevabı verenler olsa da sonrasında 17 takım “Avrupa Uluslar Kupası”na katılmaya karar verdi. Turnuva çift maçlı eliminasyon sistemine göre, deplasmanlı bir şekilde oynanacaktı ve yarı final müsabakaları ise Fransız Henri Delaunay referansıyla Fransa’da yapılacaktı.

Avrupa Uluslar Kupası adı verilen turnuvanın ilk organizasyonu bu koşullarda başlıyordu. Ancak turnuva az kalsın, beklenen ilgiyi görememesi nedeniyle,  başka bir zamana havale edilecekti. Çünkü turnuvaya eleme turları dâhil olmak üzere minimum 16 takımın katılması öngörülmüştü. 

Daha önce bahsi geçen ve katılıma direnen ülkelerden Britanya ülkeleri ile İtalya, İsveç ve Federal Almanya turnuva dışında kalsa da kısa zaman içerisinde katılımcı ülkeler arasındaki eşleşmeler belirlendi. 

Kura çekimi, o sıralarda 1958 Dünya Kupası oynanırken yapıldığından pek rağbet görmedi. Ancak Avrupa futbolunun en büyük turnuvası artık olgunlaşma yoluna girmişti.

1960, şampiyonanın başlangıç yılı olacaktı.

Gerçek evin öyküsü: Sovyetler Birliği

O dönemlerde savaşın yaralarını henüz tam olarak sarmış sayılmasa da geçen 15 yıllık periyotta sürekli ileriye doğru yol alan Sovyetler Birliği, Soğuk Savaş döneminin de keskin bir biçimde hissedildiği bir konjonktürde katılacaktı turnuvaya. 

Gerçi 1956’daki başarılı deneyim yol gösterici olmuştu. Sovyet futbol takımı, Melbourne Olimpiyatları’nda Yaşin, Ivanov, Streltsov, Simonyan, Ilyin ve Netto gibi bir çok üst düzey futbolcuya sahip kadrosuyla finalde Yugoslavya’yı geçecek ve futbol dünyasına bir mesaj verecekti.

1960’lara ilerleyen süreçte dönemin siyasi atmosferi de oldukça sert ve gerilimliydi. Komünizm karşıtı cephe, Sovyet sosyalizmine karşı bir izolasyon kampanyası da başlatmıştı ve pek tabii futbol da bundan nasibini alıyordu. İlginç bir şekilde, Batı Almanya, İngiltere ve İtalya gibi başroldeki piyasacı ülkeler birer birer turnuvadan çekilmişler, kendilerince bir ‘yalnızlaştırma’ politikası kurgulamışlardı.

Ancak 1960 Avrupa Şampiyonası elemeleri artık başlıyordu. Sovyetler Birliği bu şartlarda katıldığı turnuvada, eleme turlarında karşılaştığı rakibi Macaristan’ı geçmeyi başardı. İlk maç, 28 Eylül 1958’de oynandı. Moskova Lenin Stadyumu’nda 100 bin kişinin izlediği maç şampiyona tarihinin ilk karşılaşması olarak tarihe geçti.

Sovyetler Birliği maça hızlı başladı ve Ilyin’in attığı golle öne geçti. 20. dakikada Slava Metreveli ve 32. dakikada ise bu kez Ivanov’un attığı goller ile ilk yarı Sovyetler Birliği lehine sona eriyordu. İkinci yarıda Macarların Göröcs ile bulduğu gol, umutları ikinci maça taşıma adına önem kazanmıştı.

İkinci maç ise şaşırtıcı şekilde tam 1 sene sonra oynanacaktı. Ancak güçlü Sovyet takımı, Macaristan’a pek bir fırsat tanımadı ve ikinci maçta, Macaristan’daki 78 bin seyirci önündeki maç Sovyetler lehine 1-0 sona erdi. 

Golü atan Yuri Voynov’du. Sovyetler Birliği ilk Avrupa Kupası’nda son sekize kalmayı başarıyordu.

Anti-sovyetizm egzersizi: Franco İspanyası


O dönemlerde faşist uygulamalar ile karşı karşıya kalan İspanya, turnuvaya katılan ülkelerden bir tanesiydi. Ülkeyi baskıcı bir diktatörlük ile idare eden Franco, çekilen kurada SSCB ile eşleşilmesi sonrasında “erken final” olarak addedilen maçın oynanmasına karşı bir pozisyona yerleşti.

“Erken final”, hiç oynanmadı. Futbol federasyonları karşılıklı olarak Sovyetler Birliği ve İspanya’da oynanacak maçları bir takvim içerisine yerleştirse de durum değişmedi. 

Faşist Franco, kronik Sovyetler Birliği ve sosyalizm alerjisi yüzünden İspanyol takımının işçi sınıfının ülkesine konuk olmasına engel çıkarttı ve turnuvaya faşizmin karanlık gölgesi düşmüş oldu. 

Bu durum Sovyetler Birliği’ni hükmen yarı finalist yapacaktı. 1960 Futbol Şampiyonası’nın en yakıcı olaylarından biri de kuşkusuz buydu. Yarı finallere doğrudan çıkan Sovyet takımının rakibi ise Çekoslovakya oldu. Artık yarı final ve final karşılaşmaları önceden planlandığı gibi Fransa’ya nakil olmuştu. 

Marsilya’nın ünlü Velodrome Stadı’ndaki maç, Çekoslovakların yoğun baskısı ile başlasa da bu baskıyı kıran, tüm zamanların en iyi kalecisi olduğu kuşku götürmez olan Lev Yaşin oldu ve ataklar, gollük şutlar  Yaşin’in eldivenlerinde eriyip, kayboldu.

Özellikle dakikalar 34’ü gösterdiğinde Çekoslovaklar için sirenler çalmaya başladı. Sovyetler, geliştirdikleri sürpriz ataklarla goller buldular. Valentin Ivanov’un önce 34’te, sonra ise 56’da Çekoslovakların direncini kıran golleri ve sonrasında Ponedelnik’in ayağından gelen gol, Sovyet futbol takımının artık finalde olduğunu ilan ediyordu!

1960 finalinin adı: Sovyetler Birliği-Yugoslavya


Final için adresin adı Paris, finalın adı ise Sovyetler Birliği-Yugoslavya idi. 1956’daki olimpiyatlardan sonra bir kez daha buluşmuştu bu iki ülke...

Gavril Kaçalin yönetimindeki Sovyet takımında önemli isimler vardı. Lev Yaşin, Givi Çoheli, Anatoli Maslenkin, Yury Voinov, Anatoli Krutikov, Igor Netto, Slava Metreveli, Valentin Bubukin, Mihail Meshi, Valentin Ivanov ve Viktor Ponedelnik gibi isimlerle güçlü bir kadroya sahipti Sovyet takımı.

Yugoslavya da dönemin en istikrarlı kadrolardan birine sahipti. Tirnaniç, Nikoliç ve Lovriç gibi bir teknik ekibe de sahiptiler. Maç, 10 Temmuz 1960 günü tam 17 bin 966 kişinin önünde ve İngiliz hakem Arthur Ellis’in düdük çalması ile başladı.

O dönemdeki tribünler koltuklu değildi ve bu nedenle, stadyumların kapasiteleri de öyle azımsanacak bir noktada sayılamazdı.

Ancak finalin bu kadar düşük seyirci ile oynanması akla başka şeyleri getirmiyor değildi. Bu sayı, bir sonraki Avrupa Şampiyonası’nın finalindeki toplam düşünüldüğünde gerçekten az sayılmalıydı.

4 yıl sonraki 1964 finali, yani Faşist İspanya ile Sovyetler Birliği arasındaki final 79 bin 115 önünde oynanacaktı çünkü...

Franco da faşizmi de bu kez tribünde olacaktı.

1960 finali özellikle Yugoslavlar için iyi başlamıştı. 43. dakikada Yugoslavya’nın golü Milan Galiç ile geldi ve ilk yarı da Yugoslavya lehine sona erdi. Ancak ikinci yarı SSCB adına Slava Metreveli’nin ayağından bir golle başlayınca durumlar değişti.

‘Tuna ekolünün’, yani oyunun ayağa ve sık, kısa paslarla oynandığı bu kolektif sistemin her atağı adeta ve her defasında duvara toslamaya başladı. Bu sinir bozucu olmaya başlayan durumun nedenini ise çoğumuz biliyordu:

Ne olacak, kalede Lev Yaşin vardı! 

Lev Yaşin işçi sınıfının zarafetidir

Ne de olsa Yaşin, “Kara Örümcek” lakaplı bir emekçi ve henüz 12 yaşında İkinci Dünya Savaşı’nda cephe gerisinde mücadele etmiş koca yürekli ve bir o kadar çocuksu bir devdi. Sonrası, 18’inde keşfedilen yetenekleri ve 1960’da kendisine takdim edilen Lenin Nişanı’na kadar gidecekti.

O, kalecilik anlayışını topyekün değiştiren bir mucitti de aynı zamanda. Avrupa’da yılın sporcusu seçilen tek kaleciydi.

Futbolundan keyif almayı bilirdi ve hatta onun için, kendi ifadesiyle, Yuri Gagarin’i uzayda görmenin hazzını geçebilecek tek şey, belki iyi bir penaltı kurtarmak olabilirdi...

Yaşin’in kalede büyümesiyle 90 dakika beraberlikle bitti. Hakemin düdüğü maçın ilk 30 dakikalık uzatma bölümünün geldiğini müjdeliyordu. 

Maçtaki Sovyet basıncı gittikçe arttı ve sonunda 113. dakikada sol kanatta topla buluşan Meshi, Aralık 2020’de hayatını kaybeden, Rostov-na-Donu doğumlu ve Torpedo/Rostselmaş’ta yetişen Sovyet futbolcu Viktor Vladimiroviç Ponedelnik’i gördü.

Golü koklayan Ponedelnik, Sovyetler Birliği’ni Avrupa Şampiyonu yapıyor, Yugoslavlar üzerinde baskı kurmaya çalışan ve sayısız komplo teorisi ve dedikodu üreten Fransız lobisinin sesi kısılıyordu Paris’te, futbol mabedleri Parc De Princes’te…

Sovyetler Birliği ise ilk Avrupa Şampiyonası’nın kazananı oluyor ve kupayı işçi sınıfının evine götürüyordu.

Futbol 'evine' nasıl dönecek?

Bugün, 2021’de, 2020’nin şampiyonunu ararken, 1960’ları hatırlamanın ve hayal etmenin sınırları var. 

Ama artık sınırları ihlal etmenin, hayalleri gerçeğe dönüştürmenin zamanı gerçekten geldi.

Turnuvanın başından beri “futbol evine dönmeli” diyen İngilizler heyecanlılar.

Biz de heyecanımızı yitirmedik ancak bir farkımız var.

Alf Barnett’in sözü ile “futbol işçi sınıfının balesi” ise şayet, futbol kendi evine, onu yaratan ellere ve ilk kez icra eden ayaklara, sahibine, köklerine, işçi sınıfına dönmeli ve yeniden üretilmelidir.

Doğru soru, cevap ve  çıkış yolu burada, şifre ise ilk şampiyondadır.

Evet, futbol artık ait olduğu sınıfa, gerçek evine dönmek mecburiyetindedir.

İSMAİL SARP AYKURT / SOL


10 Temmuz 2021 Cumartesi

Sorarlar bir gün sorarlar - Miyase İlknur / CUMHURİYET

 

Ne zaman bir zulme, bir haksızlığa, hukuksuzluğa, hukuka uygun olsa bile vicdansızlığa tanıklık etsek sadece benim mi dilime dolanır, 

“Sabahın bir sahibi var/ 

Sorarlar bir gün sorarlar” türküsü?

Sözü ve müziği Ruhi Su ustamıza ait bu türküyü sol yumruğumuz havada söylediğimiz 70’lerden bu yana kaç on yıl geçti. Zulüm, haksızlık, hırsızlık, arsızlık hız kesmek bir yana kartopu gibi büyüdü ve çığ olup tepemize düştü. 

O halde türkü söylemeye devam...

Seçim meydanlarında hep “Hesap soracağız” denilerek oy istendi bizden. Ama hesap sorulduğunu görmedik. Bu kez durum farklı. Zira bu kez de hesap sorulmazsa hesap sormayanlardan hesap sorulur.

Soracak ne çok hesap birikti. 

Cumhurbaşkanımızın saraylarına bir yenisi daha eklendi. Özal, Okluk Koyu’na mütevazı bir konut kondurduğunda ayağa kalkmıştık. Okluk Koyu’nda kesilen ağaçların hesabını sormuştuk. En azından yazı çiziyle... Yerine yapılan toplam sekiz bloku, sahilde bungalovları, özel kum taşınarak yapılan plajı ile 96 dönüm arazi üzerindeki sarayı geçen hafta görünce, Özal’a doğrusu ayıp etmişiz. Hem de çok büyük ayıp. Ama biz de tevazu içinde yaşayan ve hizmet gören eski cumhurbaşkanlarına alışmıştık da ondan. 

Yazlık konut denince aklıma geliverdi. Geçenlerde bizim gazetenin arşivinde bir şey ararken gözüme takılmıştı. Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanlığı yıllarında yazlık konut olarak kullandığı Florya’daki konutu bakıma alınmıştı. Kendisine bu süre içinde Hıdiv Kasrı alternatif olarak önerilmişti. Orada da mini bir tadilat gerekiyordu. Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan ile birlikte Hıdiv Kasrı’nı gezen Korutürk, kabaca bir hesap yapar. Personeli, tadilatı derken masrafın epey tutacağını düşünerek “Yok” der, “burası masraflı olur. Ben Kalender Orduevi’ni kullanayım iyisi mi?..”

Nereden nereye değil mi?

Gün ola harman ola...

Bunun hesabını sorarlar bir gün sorarlar...

***

İçişleri Bakanı gazetemize 1 milyon liralık tazminat davası açmış. Niye, hakkındaki iddiaları haberleştirmişiz. Dava açacağınıza çıkıp iddialarla ilgili açıklama yapın. Kuzeniniz Mehmet Soylu’nun Raşit Dinç’le ortaklığı var mı? Var. Sağlık Bakanlığı ihalelerini armut gibi toplamışlar mı, toplamışlar. Türk Işını ile Covid-19’u tedavi ediyoruz diye alayı vala ile hastanelerde insanlarımızı kobay olarak kullandılar mı, kullandılar. Üfürükten varis ilacını bütün hastanelere kakaladılar mı, kakaladılar. 

Dahası var. Raşit Dinç, kuzen Soylu’yu şirketinin hissedarı yapınca ona lüksün lüksü oto aldı mı? Raşit Dinç’in inşaat mühendisi eşi Gülşen Ekingen Dinç İçişleri Bakanlığı’nda müdür yapıldı mı?

Becerikli Raşit Dinç’e çakarlı araç ve koruma tahsis edildi mi? Kayınbiraderi önce Batman Devlet Hastanesi’nde başhekim yardımcısı sonra da Nallıhan Devlet Hastanesi’ne başhekim yapıldı mı?

Bu Raşit Dinç de yaman adam doğrusu. Sadece bakanlıkları kafaya almakla kalmamış, devletin ajansını, İHA’yı da ayarlamış. Cumhuriyet Bayramı mesajından Kurban Bayramı mesajına, 30 Ağustos’tan 14 Mart Tıp Bayramı mesajlarına kadar Anadolu Ajansı hem de öyle birkaç satır değil, mesajın tümünü haberleştirip abonelerine geçmiş. Hükümete yakın gazeteler de bunları kullanmış. Bu mesajları görünce Sağlık Federasyonu Başkanı’nın protokoldeki yerini merak ediyor insan. Ama yok. Futbol Federasyonu Başkanı’nın mesajları bile haber olmazken Raşit Beyzademizin her mesajında haber değeri görülmüş. 

Sorarlar bir gün sorarlar...

**

SBK davasını ele alalım. Bu tosuncuğun yaptıkları iki haftaya kadar manşetlerde, televizyondaki tartışma programlarında başlıca gündem maddesiydi. Peker’in bombalamaları sürerken gündemden düştü gibi. Hayır düşürmemeliyiz.

Önceki gün SBK davasının sanıklarından Alptekin Yılmaz, verdiği ifadesinde Beylerbeyi’ndeki yalının alınış öyküsünü anlatırken, “Beylerbeyi’nde Ayhan Göletli’ye ait bir yalı vardı. Ayhan’ın bankalara ve şahsi borçları olduğundan dolayı bu bankalara ve alacaklı olan kişilere kurduğumuz Setup şirketi tarafından ödendi, kalan miktar da kendisine banka yoluyla ödendi. Ben Setup’a ait yalıyı ön alım hakkımı kullanarak 13 milyon 339 bin liraya satın aldım. Bu bedeli Jacop’a banka yoluyla gönderdim” dedi. 

Hadi ya! Gerçekten mi?

Ayhan Göletli denen kadın 85 yaşında, geçim sıkıntısı çektiği için yalısını kiraya verip kendisi de müştemilatta yaşayan zavallı bir kadın. Ne iş yapıyor da bankalara ve şahıslara borcu olacak?

Behey vicdansızlar! Ayhan Göletli’nin yeğeni kadını kandırarak kendi şirketi için bankalardan kredi çekerken yalısını ipotek göstermiş. Kredilerini ödeyemeyen yeğen, bankalar tarafından sıkıştırılıyor. Siz de bankalardan sıkıntılı kredileri satın alıyorsunuz. Burayı da öyle aldınız ve 85 yaşında kadını sokağa atarak 13.5 milyonluk borçlarını ödeyip yalıya kondunuz. Kadın, evsiz barksız sürünerek öldü. Bu yalıyı ihale ile 13.5 milyon liraya değil, dolara ihaleye çıkarsanız kapılar kırılır, kuyruk oluşur.

Sorarlar bir gün sorarlar...

Miyase İlknur / CUMHURİYET


Taliban’ın Moskova ve Tahran’a taahhütleri - Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

 

Planlama şöyleydi:

1) Türkiye, 24 Nisan’da Afgan hükümet güçleri ile Taliban görüşmesine “İstanbul Konferansı” ile ev sahipliği yapacaktı. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Afgan liderlere 7 Mart 2021 günü yazdığı mektupta, Türkiye’ye bu konuyu teklif edeceklerini belirtmişti.

2) Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, 1 Haziran’da, NATO Savunma Bakanları toplantısında Afganistan görevi için teklifte bulunacaktı. 

3) 14 Haziran’daki NATO zirvesinde Erdoğan ve Biden konuyu görüşüp genel bir mutabakata varacaktı. 

MASADA S-400 MÜ VAR?

Taliban reddettiği için İstanbul Konferansı olmadı ama Hulusi Akar’ın teklifi ve Erdoğan-Biden zirvesinde “genel mutabakat” sağlandı. 

Genel mutabakatı, iki gün süren Türkiye ve ABD askeri heyetler görüşmesiyle, yine iki gün peş peşe yapılan Türk ve Amerikan savunma bakanları telefon görüşmeleri izledi. Yapılan açıklamalardan, ilerleme sağlandığını ancak henüz kesin anlaşmaya varılamadığını anlıyoruz. Demek ki bu görevin risklerini ve siyaseten yanlışlığını anlatabilmek için hâlâ zamanımız var. 

Erdoğan ve Biden’ın ilan ettiği “genel mutabakatın” hâlâ neden “kesin anlaşmaya” dönüştürülemediğiyle ilgili ise önemli bir iddia var. Zeynep Gürcanlı’nın belirttiğine göre masada S-400 konusu var: “Türkiye’nin Kâbil Havaalanı’nın güvenliğini üstlenmesi karşılığında, Washington’dan ‘S-400 sessizliği’ istenmiş. Ankara’nın tüm ısrarlarına rağmen Washington yönetimi, S-400 konusunu Afganistan pazarlığına dahil etmekten yana değil” (Dünya, 3.7.2021).

TALİBAN’IN RUSYA VE İRAN DİPLOMASİSİ

Taliban, İstanbul’a gelmedi ama Tahran’a ve Moskova’ya gitti. Ankara bu mesajı, Taliban sözcüsünün 11 Haziran’da yaptığı “Türkiye de ABD’yle çekilmeli” açıklamasıyla birlikte okumalı!

Açık ki Taliban, Afgan güçleriyle bir masaya oturmayı ve anlaşmayı, Batı kampının istediği yerde ve zamanda değil, komşularıyla müzakere içinde ve geri çekilme sırasında Afgan topraklarında belli bir güç kazanma durumuyla paralel yapmak istiyordu.

Nitekim Taliban, İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’in girişimiyle Tahran’da Afganistan hükümet temsilcileri ile müzakere masasına oturdu. Üstelik müzakereler altı maddelik bir ortak bildiriyle sonuçlandı: İki taraf da sorunun savaşla çözülmeyeceğinde birleşti ve anlaşmak üzere daha fazla istişarede uzlaştı (Yakın Doğu Haber, 8.7.2021).

Bu süreçte bir diğer Taliban heyeti de Moskova’da görüşmeler yaptı. Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın o temaslarla ilgili yaptığı yazılı açıklamaya göre Taliban heyeti; 1) Orta Asya ülkelerinin sınırlarını ihlal etmemeyi, 2) Afganistan’daki yabancı diplomatik misyon temsilciliklerin güvenliğini garanti etmeyi taahhüt etti, 3) Müzakere yoluyla sürdürülebilir barışın sağlanmasına hazır olduğunu teyit etti, 4) IŞİD ile mücadele etme ve uyuşturucu üretimini ortadan kaldırma konusunda kararlı olduğunu vurguladı (Sputnik, 8.7.2021).

AFGANİSTAN GÖREVİ TÜRK-AMERİKAN SORUNLARINI ÇÖZMEYECEK

Taliban’ın Moskova ve Tahran temaslarından ortaya çıkan üç sonuç var: 

1) Taliban, Afgan güçleriyle anlaşmaya ve hatta ilk etapta ortak yönetime açık. 

2) Taliban, sorunu komşularının rızasıyla çözmekten yana.

3) Taliban, 1996-2001 döneminden, en azından diplomasi alanında bazı dersler çıkarmış görünüyor.

Hal böyleyken, yani Türkiye’nin Astana Platformu ortakları Rusya ve İran, Taliban’la görüşür ve onunla sorunu çözme sürecine girerken, Türkiye’nin NATO adına Afganistan’da görev üstlenmek istemesi çok sorunlu bir hamledir. Üstelik Taliban açık bir şekilde Türkiye’nin bu görevine karşı çıkarken. 

Türkiye, ABD ve NATO adına değil, ancak Rusya ve İran’la hareket ederek ve askeri seçeneğin dışındaki alanlar üzerinden Afganistan’a yardım edebilir.

Erdoğan’ın kendi iç politika ihtiyaçları nedeniyle ABD ve Batı desteği almak adına Afganistan’da görev üstlenmesi, Türkiye’nin hem ABD’yle olan asıl sorunlarının çözümünü sağlamayacaktır hem de Rusya ve İran’la (hatta Çin’le) ilişkilerine olumsuz yansıyacaktır.

Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

Hozatlı Ahmet Dede’yi uğurladık - Miyase İlknur / Cumhuriyet

 

Anadolu'nun Kayıp Şarkıları albümünde 'Eşrefoğlu' parçasını seslendiren Hozatlı Ahmet Yurt Dede yaşamını yitirdi.

Sazı ve sesi çok etkileyiciydi. Dinleyen büyülenirdi. Yeğeni Hasan Saltık’ın çıkardığı “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları” albümünde “Eşrefoğlu” deyişini öyle bir söyledi ki marş haline geldi. Pek çok sanatçı albümüne okudu. Ama başka pek çok deyişini de Sabahat Akkiraz, Selda, Musa Eroğlu ve Kardeş Türküler seslendirdi. Bu dünyadan bir Hozatlı Ahmet Dede geçti.

Saltık ailesinin üzerinde kara bulutlar dolaşıyor bu ara. Hani Âşık Emrah’ın “Felek çakmağını üstüme çaktı” nefesindeki gibi Azrail de çakmağını Saltık ailesinin üstüne çakmış, aranıyor. Önce geçen ay Hasan Saltık’ı aniden yitirdik. Onun kırkı çıkmadan Hozatlı Ahmet Dede’nin eşi Fethiye Ana’yı şimdi de Hasan Kalan’ın amcası Hozatlı Ahmet Dede olarak anılan Ahmet Yurt’u. Ailenin bir kolu Yurt soyadını, diğer kolu Saltık soyadını almış. O nedenle Hasan Saltık’la soyadları farklı olsa da aynı ailedenler.

                                Sabahat Akkiraz, Ahmet Dede ve Hasan Saltık

Ahmet Dede, şeker hastalığı nedeniyle uzun bir süredir sağlık sorunlarıyla cebelleşiyordu. 1934 doğumluydu ama belleği ve bedeni sağlıklıydı. Hozat’a her yolum düştüğünde önce ailemin bir kolunun yaşadığı Bargini köyüne ardından da Hızan Dağı’nın eteğinde yaşayan Hozatlı Ahmet Dede’ye uğrardım. Son gittiğimde kızı, “Şeker, babamın belleğini zayıflattı. O nedenle seni tanımazsa üzülme” demişti. İçeri girip elini öptüğümde “Kızım ben seni iyi tanıyorum ama bu kör olası hastalık beynimi harap etti. Sen kimdin hele bir hatırlat bana” deyince dedemin ismini söyleyince benim ismimi de kendisi hatırlayıp söyleyiverdi. Tığ gibi tanıdığım Ahmet Dede hayli kilolanmıştı. Oysa evine giderken kendisini eskisi gibi göreceğimi düşünerek onun sazını ve nefeslerini dinlemeyi umuyordum.

Neyse ki Hozat’ta evinde bir gece sabahın ilk ışıklarına kadar süren muhabbeti ve çalıp söylemesini Hasan Akkiraz, Tunceli merkezde Huzur Restoran’ın terasında Mazgirtli Hüseyin Doğan Dede’nin de bulunduğu muhabbetimizi de sevgili meslektaşımız Ferit Demir kayda almıştı. 

Ahmet Yurt Dede, arşivimize çok değerli eserler kazandırdı. Yörenin pek çok deyişi, önce Almanya göçü sonra da terörle mücadele adı altında köylerin boşaltılmasıyla yurdunu terk eden dedelerle birlikte yitip gitmişti. Bu kuşağın belki de son temsilcisi Ahmet Yurt Dede sayesinde önemli bir kısmı kayda geçti. 

Onu geniş kitlelerin tanıması önce Musa Eroğlu’nun “Hasretin Beni Yakıyor” ile “Ela gözlü nazlı pirim” adlı deyişleri okuması ile oldu.  Aynı deyişi Selda da seslendirdi. Sonraki yıllarda Sabahat Akkiraz da ondan “Fatma Ana’nın saç bağı”, “İçi Kâfir dışı Müslüman Çoktur” ve “Döktüğüm Kanlı Gözyaşım” deyişlerini seslendirdi. Radyo repertuvarında da bulunan ve çocukluğumuzdan beri bildiğimiz “Eşrefoğlu Al Heberi” deyişi Hasan Saltık’ın çıkardığı “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları” albümünde yer aldı. Bu eseri okumayan kalmadı.

Ahmet Yurt Dede’nin çok etkili bir sesi vardı. Bir o kadar da gür. Hozat’ta o okuduğunda neredeyse Pertek’ten duyulurdu. Sazı da kendine özgüydü ve çok etkileyiciydi. 

HAKEMLİĞİ KÖTÜYDÜ

Hozatlı Ahmet Dede’nin sesi, sazı, deyişleri ve erkan yürütmesi ne denli iyiyse hakemliği bir o kadar kötüydü. Bir Tunceli gezimizde Dede’yi de alıp Munzur gözelerine gitmiştik. Bir arkadaşımla Munzur Suyu’na ayaklarımızı sokup “Kim çok kalır” yarışına girmiştik. Kaybeden bir oğlak ziyafeti çekecekti. Dede’den hakem olmasını istedik. Ahmet Dede, “Kızım Miyase beni böyle kumar gibi işlere alet etme” dediyse de ikna ettik. Arkadaşımla paçaları sıvayıp suya girdik. Arkadaşım hile yaptı ve “Ben kazandım” dedi. Ahmet Dede de “Evet o kazandı” deyince “Aşk olsun dede ya, bal gibi hile yaptı. Yakışıyor mu sana? Bir de baba dede dostum olacaksın” diye çıkıştım. Eliyle yanına çağırdı. Kulağıma eğilip, “Bence de sen kazandın. Ama o mihman. Misafirden oğlak alınır mı?” diye bir diskur çekti. Sonunda oğlak ziyafetini Ahmet Dede’nin yeğeni Veli Saltık çekti de tartışma bitti.

Uğurlar olsun Ahmet Dede, seni tanımak, muhabbetlerinden nasiplenmek büyük bir onurdu.

Miyase İlknur / Cumhuriyet



CHP’yi tartışmak - Aydemir Güler / SOL

CHP kurucusu olduğu Cumhuriyet’ten kopma sürecine çok önceleri de girmişti; kesinkes tamamlamaksa Kılıçdaroğlu’na düştü. Selefiyle arasında süreklilik vardır.  

Zülfü Livaneli’nin Deniz Baykal’ı topa tutması ilginç oldu, doğrusu. Partisinin, Baykal’dan son bir kez milletvekilliğini esirgemeyecek kadar vefalı davranması Türkiye’nin düzen siyaseti için sürprizdi. Bir tür arınma çağrısı yapmanın Livaneli’ye kalması ise daha küçük bir sürpriz değildir! Ama bunun bir açıklaması olmalıdır ve Yalçın Küçük’ün Livaneli için cambaz ve tüccar sıfatlarını uygun gördüğü akılda tutulmalıdır.

Kılıçdaroğlu’nun, Peker dizisiyle bağlantılı hikâyelere rağmen Baykal’a vefadan geri basmaması siyasi bir olgudur elbette. Demek ki, ölçüp biçip konunun CHP’yi bir noktadan sonra fazla etkilemeyeceğine kanaat getirmişler.

Gerçekten yeni ne diyor ki, Livaneli? Belden aşağı bilgileri çöpe bırakırsak, Baykal liderliğinin AKP diktatörlüğüne giden yolu bile isteye ve hatta tutkuyla açtığını! Bu bilgi yeni midir? Anekdotların gerçeği yansıtıp yansıtmadığı tartışılmıyor, inandırıcı bulmayan da pek çıkmıyor. Olay “zamanı mıydı şimdi”de düğümleniyor. Demek ki mutabıkız; kimse verilen bilgileri yeni saymıyor. 

Baykal zamanında yasaklı Erdoğan’a demokrasi adına mı koltuk çıkmıştı? Yoksa Kemal Beyin CHP’de yarattığı iddia edilen değişimin ilk işaretleri miydi o jest? Biliyorsunuz, CHP’nin yasakçı, kapalı, arkaik, dindarlara uzak olduğu söylenen imajını değiştirmek, bugün tamamlanmışa benzeyen bir misyon… Nagehan Alçı, değiştirilen şeye “Vatikan yapısı” diyor ve değişimi alkışlıyor. Şu videoyu izlemenizi öneririm: https://www.youtube.com/watch?v=kqUQn2igu6A  Birkaç ay önce piyasaya sürülmüştür ve yeni CHP’yi öve öve bitirememektedir. 

Yukarıda vefa dedim, ama konumuz sürekliliktir. CHP kurucusu olduğu Cumhuriyet’ten kopma sürecine çok önceleri de girmişti; kesinkes tamamlamaksa Kılıçdaroğlu’na düştü. Selefiyle arasında süreklilik vardır. 

Abarttığımı düşünenler veya bana katılmayanlar, örneğin 1919 veya 1923’te doğru olanın 21. yüzyılda öyle kalmak zorunda olmadığını söyleyebilirler. Geçmişi sahiplenmek olduğu gibi korumak, demir atmak mıdır, diye sorabilirler de… 

Konumuz bu olmadığı için haklı olmayacaklardır. Sorun geçmişte yapılanların bugün hiç değişmeksizin tekrarlanıp tekrarlanamayacağı değildir ki. Böyle bir sahiplenme, her zaman her yerde tarih dışı ve saçma olurdu. Elbette tarihsel bir adıma sahip çıkmak ve bugün onun mirasçısı olarak konumlanmak bire bir aynısına sadakatle olmaz. Bu olsa olsa dinsel düşünce ve kurumlarda karşımıza çıkıyor. Hoş, bizim Diyanet bile şu kriz zamanında borçluları kurban kesmekten alıkoyan eski talimatı revize edip kredi kartına cevaz vermiş bulunuyor. Tabii kart ödemesinin zamanında yapılmaması faiz yüzünden günah olacak; aman dikkat.

Özetle din kurumları bile aynısını tekrarlamıyorlar. Ama sahipleniyorlar! 

21. yüzyıl CHP’si ise 20. yüzyıl CHP’sinin şekillenmesine katkıda bulunduğu belli başlı bütün ilerlemeleri geriye sarıyor. Laiklik CHP’yi yanlış tanıtmaya neden olmuş. Dindarlara mesafe konmuş. Devletçilik derken piyasa düşmanı zannedilmiş… (Bağımsızlık konusunu zaten geçebiliriz, o sayfa en son geri dönüşsüz biçimde NATO’yla kapanmıştı. Ama hani 70’lerin haşhaş krizini, Kıbrıs müdahalesini, Ecevit’in Saddam’ı kollama gayretkeşliğini anti-emperyalizm örneği sayacak olan varsa, bunları başka zaman tartışalım.) Velhasıl “CHP - versiyon 2021” piyasanın dizginlenmesi, dinselleşmenin frenlenmesi ve bağımsızlığın bir erdem sayılmasına indirgeyebileceğimiz, bu kadarıyla bile son derece büyük değer taşıyan tarihsel ilerlemelerin, “yalnızca geçmişte bir ara doğru olabilecekleri” görüşüne geri çekilmiştir. Kılıçdaroğlu CHP’sine göre Cumhuriyet’in değer ve kazanımları miadını doldurmuştur. CHP’nin hâlâ eskisi gibi düşündüğü yolundaki bilgi, kanı, imaj tasfiye edilmelidir...

Buna olsa olsa “İkinci Cumhuriyet’in Halk Partisi” denebilir.

Baykal eski CHP’den yenisine geçişin lideriydi. Livaneli’nin anlatımı, Deniz Beyin Türkiye’nin neo-liberal dönüşümüne katılmanın ötesinde önderliğini üstlenmek için çok istekli davrandığına işaret etmektedir. Lakin kendisine o dönem uygun görülen eski yapıların kontrol memurluğu olmuştu. Bu görev kuşkusuz Erdoğan-Gül ekibinin üstlendiği misyona göre çok mütevazıydı, ama bir o kadar gerekliydi. Deniz Beyin pek mütevazı bir kişiliği olmadığı doğrudur ve bu türe literatürde kifayetsiz muhteris denir. Belki de bu aralar Kılıçdaroğlu, Baykal’ın boyunun yetmediği rafa görebilecek yere kadar yükseldi. 
Ya Zülfü Livaneli sürecin neresindeydi? 1970’lerin, 80’lerin devrim ve direniş şarkıcısı olarak değil, sonranın gazeteci-siyaset yorumcusu olarak baktığımızda, Yalçın Hoca’nın değerlendirmesini de akılda tutarak kendisini “liberal” diye tanımlarsak haksızlık mı etmiş oluruz? Livaneli, Kılıçdaroğlu CHP’sine yakışır. Ortaya attığı iddiaların politik özü, eğer Baykal’ın Erdoğan’la kader ortaklığı idiyse, Kılıçdaroğlu’nun tamamladığı dönüşüm bundan öte, bir bütün olarak CHP’nin sağcılaştırılmasıdır. 

Yeni CHP, AKP’nin dokunulmazlıkları kaldırma yani Meclis içindeki operasyonlarına destek vermekle, Yenikapı Mitinginde sıraya girmekle kendine düşeni yapmıştır. Livaneli başka bir yerde midir?

Belli ki, alan da memnun satan da. Nagehan Alçı dahil! Zülfü Livaneli’nin neden bu durumun tadını çıkartmadığını bilmiyoruz. Ama gelinen noktaya ne zaman nerede itiraz ettiğini hiç bilmiyoruz! 

Aydemir Güler / SOL



9 Temmuz 2021 Cuma

Uzayda karpuz çatlatmak / yerçekimsiz ortamda tombalak aşmak - Serdal Bahçe / SOL

 Yakında uzayda çatlatılan karpuzların satıldığını görürseniz şaşırmayın.

Layka Moskovalı bir sokak köpeğiydi. 

Sokakta bulunmuş ve Sovyet uzay programının en önemli adımlarından biri olan Sputnik II’nin tek ve en güzide mürettebatı olmasına karar verilmişti. 

Sputnik II’nin misyonu çok ama çok önemliydi. İnsanlık uzaya ilk canlıyı gönderecekti ve şans Moskovalı sahipsiz bir köpeğe, Layka’ya gülmüştü. 

Sputnik II, 3 Kasım 1957’de Baykonur fırlatma istasyonundan fırlatıldı. Sovyet Uzay Programı çok hızlı ilerliyordu. Yaklaşık bir ay önce, 1 Ekim 1957’de Sputnik I fırlatılmıştı ve alçak yörüngede dünya dışı ilk geziyi yapma şerefine nail olmuştu. 

Hruşov Sputnik II’nin Ekim Devrimi’nin 40. Yıldönümü’nde fırlatılmasını istedi ancak fırlatma 

3 Kasım’da gerçekleşti.  

Yolcusu Layka ile birlikte Sptunik II alçak yörüngede yaklaşık 2500 tur attı ve Nisan 1958’de atmosfere girdi. Layka ise resmi kayıtlara göre bir hafta hayatta kaldı. Ancak Sosyalizmin çözülüşü sonrası yapılan açıklamaya göre (ki Sovyet Sosyalizmini kötüleme amacı taşıyan resmi açıklamalardan biriydi işte) Layka’nın ölümü çok önce gerçekleşmişti. 

12 Nisan 1961’de ise Sovyet Uzay Programı’nın en önemli adımı geldi. Vostok I kapsülünün taşıdığı Yuri Alekseyeviç Gagarin uzaya çıkan ilk insan oldu ve insanlığın panteonundaki yerini aldı. Aslında bu büyük atılım Sovyet Sosyalizminin en parlak başarılarından biriydi. Sonrası geldi; Valentina Tereşkova Vostok VI ile uzaya ilk giden kadın oldu. Layka, Gagarin, Tereşkova ve diğerleri belki de yeni bir çağın habercisi oldular. Tüm bu başarıların ardında yaklaşık 40 yıllık bir çaba vardı. Sovyet Sosyalizmi insan merakının önündeki engelleri yıkmakta ve özgürleşen insan merakı herhangi bir çıkar veya kâr beklentisi olmadan insan anlağının sınırlarını “daha önce hiçbir insanın gidemediği yerler”in1 ötesine doğru genişletmekteydi. 

Bu uzun erimli bir çabanın ürünüydü. Yukarıda analtılan tüm tarihi adımların ardında geniş bir kadro ve kadronun en önünde ise Sergey Pavloviç Korolev vardı (ileride bir gün Portreler’de Korolev’i anlatacağım). Korolev ve parçası olduğu ekip 1920’lerin ortasından beri roketbilim ile uğraşan üretken bir kadro oluşturmuşlardı. Başlarda partinin desteği yok denecek kadar azdı, ancak bu ekip daha o vakitten Mars’a gitmenin hayallerini kurmaktaydı. Ekip 1933’de başarılı ilk sıvı yakıtlı roket denemesini gerçekleştirdi. Böylece Sovyet askeri bürokrasisinin dikkatini de çekmiş oldu. Kızılordu’nun liderlik kadrosu içinde bazıları geleceğin uzun menzilli füzelerde olduğunu sezmekteydi galiba. Böylece grubun bağımsızlığına son verildi ve devlet örgütünün tam desteğiyle bir roketbilim ve uzay araştırma kurumu kuruldu. Devletin tam desteğini alan ekip hızla ilerledi. Arada yol kazaları ve can sıkıcı aksamalar olsa da (örneğin Yezhov ve ekibinin 1938’de estirdikleri tasfiye fırtınasının kurbanlarından biri de daha sonra göreve dönecek olan Korolev idi) nihai hedefe doğru birikimli bir ilerleme sağlandı. Gagarin ve sonrası sanki daha büyük umutların yeşereceği bir ortam yarattı. 

Amerikan emperyalizminin bir “Uzay Yarışı” başlatması aslında Sovyet Sosyalizminin atılımları karşısında prestij kaybını gidermek amacına hizmet etmekteydi. Amerikan uzay programı Sovyetlerinki gibi öz merkezli bir birikimin değil, Nazi savaş makinesinin deneyim birikiminin ve silah araştırmalarının mirasının üstünde yükseldi. Malum Naziler yenilince, özellikle uzun menzilli V1 ve V2 füzelerinin yapımında çalışmış pek çok bilim insanı Amerikan emperyalizminin uzay ve nükleer araştırma programlarında görevlendirildiler. Wernher von Braun türünden yetkin bilim insanları Soğuk Savaş sırasında başlayan silahlanma yarışında ve uzay yarışı sırasında önemli işlevler üstlendiler. Amerikan emperyalizminin borazanı olan bazı tarihçiler aynı mirasatan Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist sistemin de çokça yararlandığını, ve hatta Sovyet nükleer ve uzay programlarının bu mirasın sömürülmesinin sonuçları olduğunu iddia etmektedirler. Oysa gerçek tam tersidir. 

Sovyet araştırma programlarına Alman katkısı pek azdır. Belirtildi, Sovyet uzay programı kökleri 1920’lere kadar giden zahmetli ve birikimli bir kolektif çabanın üründür. Almanların roket teknolojisinde gösterdikleri ilerlemenin elbetteki bazı katkıları olmuştur ancak Sovyet uzay araştırmalarının tarihini yazan tarafsız araştırmacılar Sovyetlerin programının, Amerikan uzay programının Nazi roket ve uzun menzilli füze araştırmalarının devamı olmasına tezat teşkil edecek kadar öz merkezli bir çabanın ürünü olduğunu tescil etmektedirler. Sosyalizmin özsel dinamikleriyle beslediği insani ve sosyal merak bahsi geçen atılımın altında yatan temel etmendir. 

Peki Amerikan emperyalizmi aslında öngörülebilir bir gelecek içinde kâr vaat etmeyen ve oldukça malkiyetli bu programa neden başlamıştır? 

Soru önemlidir. Tarihsel şahitlikler  bunun üç etmen ile açıklanabileceğini belirtmektedirler. Birincisi, yukarıda da vurgulandığı gibi, sosyalizmin prestijli adımlarını göğüsleme güdsüdür. 

İkincisi ise bir paranoyadan kaynaklanmaktadır. Amerikan emperyalizminin hem içerideki sol ilerici muhalefeti bastırmak hem de kapitalist müttefiklerini hizada ve sürünün içinde tutabilmek için Sovyet silahlı gücünü abarttığı ve Sovyetlerin askeri amaçlarıyla ilgili akıl dışı iddialar ürettiği bilinen gerçeklerdir. Sovyet uzay programını atmosferin ötesinde “Hür Dünya”nın üstüne çorap örmek isteyen şeytani güçlerin yeni bir planı gibi göstermek zor olmamıştır herhalde. Bu paranoya en yüksek noktasına İkinci Soğuk Savaş sırasında, Reagan dönemindeki sadece aptalları ikna etmeye yönelik “Yıldız Savaşları” saçmalığıyla ulaşmıştır. 

Üçüncüsü; yine de bu paranoya bile kapitalizmin dinmek bilmeyen kâr güdüsüne hizmet etmekten geri kalmamıştır. Uzay programları kapitalist bir toplum açısından maliyetleri çok yüksek olan ve oldukça yüksek düzeyde kamu fonunu tüketen programlardır. Amerikan emperyalizminin sürekli devlete çalışan azman şirketleri bu programı kamu fonlarını yağmalamak için bir fırsata dönüştürdüler. 

Ne yazık ki Amerikan emperyalizmi ile Sovyet sosyalizmi arasındaki uzay yarışı sağ bir bakış açısı olan “barış içinde birarada yaşama” tezini güçlendirdi. Ancak bunun ötesinde yine de olağanüstü bir gelişmeyi tetikledi. Örneğin 1970’lerde bu yarış başka bir gezegene ya da Ay’a seyahat etme amacının ötesine geçti ve derin uzayın gözlemlenmesi ve pek çok verinin toplanmasına yol açan bir uzay istasyonları inşası sürecine yol açtı. Böylece sadece kısa bir süre içinde Ay’a gidip gelme ya da kısa bir süre içinde atılan yörünge turlarının ötesinde, çok uzunca bir sürede uzayda kalıp, atmosferin bozucu etkilerinden kurtularak uzaydan gelen gözlemleri analiz etme ve astrofiziğin gelişimine büyük bir katkıda bulunma şansına ulaşıldı. 

Ancak tüm bu atılım Sovyet Sosyalizminin intiharıyla bitti. Amerikan emperyalizmi sosyalizmin siyasi baskısından kurtulunca kısa vadede kâr vaat etmeyen uzay araştırmalarını çöpe attı. Böylece insanın evrene, kozmosa yönelik ilgisini ve merakını besleyen atılımlar maliyetler yüzünden rafa kaldırıldılar. Sosyalizmin baskısından kurtulan kapitalizm insan aklını daha dar sınırlar içine çekmeye, merakını öldürmeye ve hatta aklını parçalamaya başladı. 

Kapitalizmin gölgesini satamayacağı ağacı keseceğine yönelik yargı oldukça haklı bir yargıdır. SSCB’nin çözülmesi kapitalist ülkelerde uzay araştırma programlarına ayrılan fonların kesilmesine ve bu programların önemli bir bölümünün rafa kaldırılmasına yol açtı. İnsanlık ileri doğru yolculuğunda bir kere daha kapitalizm tarafından frenlendi. 

Son yıllarda özel sektörün uzay seyahatlerine artan bir ilgisi var. Ancak bu ilgi herhangi bir insani ve bilimsel meraktan kaynaklanmıyor. Bu konuda atılan adımlar ve hayata geçirilen projeler kestikleri ağacın gölgesinin artık para edebileceğini anladıklarını göstermektedir. 

Ruslar Uluslararası Uzay İstasyonu’nu bir tür turistik mekana çevirdiler. Şirkete çevirdikleri uzay araştırma kurumu 1998’de ilk uzay biletini satan şirket oldu. 2001 yılında Amerikalı para babası Dennis Tito’yu ilk uzay turisti olarak istasyona yolladılar ve onu sekiz gün misafir ettiler. Rivayet doğru ise Tito bu seyahat için 20 milyon dolar ödedi. Sonra onu diğer yüzsüz zenginler takip ettiler. 

Şu anda dünyanın azman ve sömürgen zenginlerinin önemli bir bölümü uzaya gitme planları yapmaktalar. Sırf bu türden seyahatler için özel şirketler kuruldu, yenileri de kuruluyor. Milyonlarca dolara plütokratları uzaya götürüyorlar ve onlara yerçekimsiz ortamda tombalak2 aştırıyorlar. Sırada pek çok şirket ve oligark var. Örneğin yattığı yerden hisselerinin fiyatı arttığı için servetine servet katan Amazon’un sahibi Jeff Bezos kendi uzay seyahati şirketinin ilk uçuşuyla uzaya gidecek. Ancak yalnız gitmek pek maliyetli olacağından yanında birini daha götürecek. Gidecek kişi bilet için bir açık arttırmaya girerek kazanmak zorunda. Haberlere göre şu ana kadar verilmiş en yüksek fiyat 2,8 Milyon dolar. 

Bezos’u Ellon Musk ve diğer sonradan görme zenginler takip edecek. Kapitalizm uzaydan kâr etmenin yollarını bulmuş gibi görünüyor. Sadece yolcu da taşınmayacak herhalde. Geçenlerde bir haber gördüğümü hatırlıyorum; uzayda soğutulmuş bir şişe şampanya (galiba şampanyaydı) 12 bin dolara alıcı bulmuş. Yakında uzayda çatlatılan karpuzların satıldığını görürseniz şaşırmayın.

Serdal Bahçe / SOL  

  • 1.Uzay Yolu’nun (Star Trek) açılış tiradı. Bir gün yazacağım; Uzay Yolu harika bir kurguya sahiptir.
  • 2.Bizim oralarda takla atmanın karşılığı olarak “tombalak aşmak” fiili kullanılır.