24 Ağustos 2021 Salı

Halk, din adamı, siyasetçi - Özdemir İnce / CUMHURİYET

Karikatüre iyi bakın lütfen: Dinin ortaya çıkıp kurumsallaşmasından bu yana var olan bir toplumsal ve siyasal olguyu yansıtmakta. Ama siz siyasetçinin yanına soylu ya da yüksek burjuva sınıfının temsilcisini de oturtun. Dikkat! Bu “siyasetçi” özel bir siyasetçidir: Otokrasi ve teokrasiden yana, demokrasi ve halk düşmanı, sağcı bir yaratık…


1789 yılında Fransa Büyük İhtilali’nden önce ülkede üç sınıf vardı: Soylular, Ruhban ve Halk (Üçüncü Sınıf “Tiers-Etat”). İhtilali, soylu ve ruhban sınıflarına karşı üçüncü sınıf, yani bütün ulus yaptı. Demokrasinin yolunu sadece Fransa’da değil, bütün dünyada üçüncü sınıf (bütün ulus) açtı. Eli kırbaçlı rahip (din adamı) sınıfına ve arabada yan gelip yatan soylu sınıfa (siyasetçiye) haddini bildirdi. Veee, Hıristiyan dünyasında Akıl Çağı, Aydınlanma Dönemi böyle başladı. Başladı ama Akıl ve Aydınlanma çağına giremeyen (özellikle Müslüman) ülkelerde karikatürdeki düzen devam etmektedir.

***

Bir varlığın, bir maymun türünün insana dönüşmesi trajik bir olaydır bu varlık için: Çünkü yaşanan doğa korkusundan çok daha büyük bir korku olan “zihinsel korku” dehşeti vardır. İçinde bulunduğu ekoloji; gece-gündüz, soğuk-sıcak, yağmur, rüzgâr, ay ve güneş, mevsimler, yaşlanma, doğum - ölüm ve en korkuncu rüyalar. Bir başka dünya, ruhlar dünyası. Rüya bugün de bir ciddi olgudur. Bu nedenle rüya yorumculuğu bir meslek olmuş Hz.Yusuf gibi bir de rüya yorumcusu peygamber var…

Tanrı da dinler de insan icadıdır. Doğa ve olaylarının yarattığı korkuya karşı bir tür savunma yorganıdır, dahası mucize yaratması beklenen afyondur.

İnsan ve toplumu, böyle bir yaşamsal gereksinim duysun da “işbölümü”nde Tanrılar (sonra da Allah) ve din işleriyle özellikle ilgilenecek bir meslek icat olmasın olur mu? Böyle bir meslek icat olsun da kutsallaşıp çok özel ve ruhani bir otorite ve iktidara sahip olmasın olur mu? Kuşkusuz oldu, hemi de göksel (Tanrısal ve dinsel) ve uhrevi gücün temsilcileri… Bize de olguları tanımlamak kaldı.

***

Vahiy ve Nüzûl’e (nazil olma; kutsal kitapların Tanrı tarafından indirilmesi) inananlara saygı duymakla birlikte Tanrı ve din olgusuna kuşkusuz evrim açısından rasyonalist ve pozitivist akılla bakıyorum. Bu benim özgürlüğüm, kimse kusura bakmasın!

Nikola Tesla gardaş bakın ne demiş: “Kiliseye paratoner takıldığında din ve bilim tartışması sona ermiştir.” Yıldırıma karşı “Tanrı’nın evi”ni bilim ve teknolojinin koruması ne anlama gelir! Camileri de paratoner korur.

***

Şimdi geldik zurnanın zırt dediği yere: Siyasal iktidar da din iktidarı da yumurtadan çıkmadı: Toplumsal işbölümünden çıktı.

Devlet dünyevi (yeryüzü) iktidarı temsil eder, din ise semavi (göksel) iktidarı. Bu iki iktidar arasında Hıristiyanlıkta büyük çatışmalar olmuş; Vatikan’daki papalık krallara taç giydirme hakkını, tacı kendi eliyle başına koyan Napolyon Bonapart’a kadar elinde tutmuştur. Ama daha önce, şimdi adını hatırlamadığım bir kral, kendini bağışlatmak için Vatikan’a (Roma’ya) Avrupa’nın göbeğinden, dizleri üzerinde yürümek zorunda kalmıştır. Kısacası, bütün dinlerin din adamları devletin ve soylu sınıf ile burjuvazinin iktidarları için hizmetkâr olmuşlar ve halkı birlikte ezmişlerdir. Bunların dışında, sadece, Güney Amerika’da “Kurtuluş Teolojisi” (Théologie de la liberation) hareketine mensup Katolik Kilisesi papazları yoksul halkı korumuş ve şiddete maruz kalmışlardır.

***

İslama gelince, İslamda ilk komün hareketi olan Karmati hareketi ile zenci kölelerin isyanı olan “Zenc Ayaklanması” devlet tarafından ezilmiştir. Osmanlı’da başta Şeyh Bedreddin hareketi olmak üzere halktan yana bütün dini isyanlar da devlet tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Padişahlar istedikleri fetvayı şeyhülislamdan kolayca almışlardır.

Günümüzde de Diyanet İşleri Başkanlığı açlık, sefalet, işsizlik, doğal afetler konusunda halktan yana ağzını açmamış, halkı kadere boyun eğmeye davet etmiştir! Diyanet İşleri Başkanlığı, tarikatlar ve cami, sağcı iktidarların emrinde halkın ezilmesine katkıda bulunmuşlardır.

Özdemir İnce / CUMHURİYET




Rodrik: 28 Şubat ayrı, dava ayrı - Barış Pehlivan / CUMHURİYET

 Dünyanın en bilinen ekonomi profesörlerinden biriydi...

Eşiyle birlikte bir koca kumpası çökertmek için elini taşın altına koyandı...

Binlerce kilometre uzakta, Türkiye’ye adalet gelsin diye mücadele verendi.

Tanıyorsunuz, adı Dani Rodrik. Türkiye’de geniş çevrenin “Çetin Doğan’ın damadı” diye de tanımladığı, Harvard Üniversitesi öğretim üyelerinden.

Rodrik, eşi Pınar Doğan ile Balyoz davasındaki örgütlü sahteciliği ortaya çıkaranlardandı. Yıllar sonra, “meğer haklıymış” denilenlerdendi.

Gelin görün ki... Kumpas dönemi bitti derken kayınpederi Çetin Doğan yine hapse girdi. Bugünkü davayı kurgulayan da aynı örgüt, yani Fethullahçılardı.

Peki, şimdi ne düşünüyordu?

Dani Rodrik’e sordum. Şu yanıtı aldım:

“28 Şubat dönemi ile ‘28 Şubat davası’ arasında ayrım yapmak lazım. 28 Şubat dönemi, mağduriyetlerin yaşandığı sorunlu bir dönem. Bu dönemin faturası, hukuk kurallarının hiç edildiği bir dava ile birkaç kişiye çıkarıldı. Balyoz-Ergenekon gibi kurgu davalarda gördüğümüz benzer yöntem ve dijital delillerle bir kez daha insanlar mahkûm edildi. Kanımca böyle bir sürecin, adalete hizmet etmesi ya da yaşanmış mağduriyetleri gidermesi mümkün değil.”

Deneyimle öğrendi bunları söyleyen. Hegel’in şu sözüyle bitireyim:

“Deneyim ve tarihin bize öğrettiği bir şey varsa, o da halklar ve hükümetlerin tarihten hiçbir şey öğrenmediğidir.” 

                                                                     ***

ÇUBUK BAŞSAVCISI’NIN DOSYASI AÇILMADAN RAFA KALKTI 

İYİ Parti İstanbul İl Başkanı Buğra Kavuncu’ya Halk TV çıkışında yumrukla saldıran Sinan Oral tutuklandı.

Ve yine Çubuk anımsandı. Nasıl hatırlanmasın! 2019’da CHP lideri Kılıçdaroğlu’na yapılan linç girişimi yeni bir dönemin başlangıcıydı.

Kılıçdaroğlu için  “yakın!”  diyenler, onu öldürme çağrısı yapanlar, yumruk atanlar bir gün dahi cezaevini görmemişti.

CHP’nin avukatlarından Celal Çelik’i aradım. Saldırıya dair davayı sordum.

Azmettiricilerinin sorgulanmadığını, örgütlü suç olmasına rağmen ağır ceza yerine asliye mahkemesinde yargılama yapıldığını ve halen kayıp faillerin olduğunu hatırlattı.

Bir de...

Osman Sarıgün’dü Kılıçdaroğlu’na yumruk atan. Çubuk Cumhuriyet Başsavcısı Mesut Güler“tutuklama sebepleri bulunsa bile” demiş, ancak “sağlık durumunu” dikkate alarak o saldırganı serbest bıraktırmıştı. 

Meğer CHP de bunun üzerine Hâkimler ve Savcılar Kurulu’na (HSK) başvurmuş. Parti, başsavcının siyasi yaklaşım sergilediğini ve görevini kötüye kullandığını madde madde belirtmiş. Hakkında disiplin ve ceza soruşturması başlatılmasını talep etmiş. 

Duydum ki sonuç şu: 

Önce, Kılıçdaroğlu’na yumruk atanı özgürlüğüne kavuşturan başsavcıya ödül verildi. Yargıtay Savcılığı’na atandı. Sonra, bu karara imza atan HSK, ödül verdiği başsavcı hakkındaki şikâyet dosyasını daha açmadan rafa kaldırdı. İşleme bile koymadı. 

Unutmayalım: Gün gün artan bu saldırılar ve cezasızlık, Türkiye’de bir şeylerin örülmeye başlandığının en büyük işareti.  

                                                                        ***

DİYANET CEPHESİ GEMİLERİ YAKTI 

Işıkçılar cemaatinin yayın organı Türkiye gazetesinin Diyanet ile bir savaşa girdiğini daha önce bu köşede okudunuz. Yaşananların, kurumun hazırladığı raporlarda Işıkçıları hedef almasıyla ilişkisini sorgulamıştım. 

Gördüm ki işte o savaşta kılıçlar daha sert bir şekilde çarpışmaya devam ediyor. 

Zira... 

Türkiye yazarı Ahmet Şimşirgil, bir süre önce yine Diyanet’i hedef aldı ve şöyle dedi: 

“2005’te Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın organizatörlüğünde Ali Bardakoğlu  ve Mehmet Görmez’in Diyanet’e yerleştirdiği ekip, yıkım faaliyetini tam gaz devam ettiriyor.” 

Bu yazıya en sert yanıt Mil-Diyanet Sen’den geldi. Diyanet sendikasının başkanı Celaleddin Gül şunları dedi: 

“TGRT ve Türkiye gazetesinin tetikçisi Ahmet Şimşirgil, haddini aşarak Diyanet için ‘rehberleri oryantalistler’ ifadesini kullanarak Diyanet’i, Din İşleri Yüksek Kurulu’nu tahkir ve tezyif etmiştir. Fitne ve fesatlıkta haddini aşmıştır. 

Yazdığı tüm yazılarda ve çıktığı TV programlarında özellikle Diyanet düşmanlığını körükleyen, Diyanet içinde fitne çıkarmak için çaba gösteren TGRT’nin tetikçisi sayın Şimşirgil; kendisi tarihçi olduğu halde tefsir, fıkıh vb. cahili olduğu tüm konularda ahkâm keserek Diyanet’e saldırmaktadır. Bu adam kime hizmet etmektedir?” 

Okuduğunuz gibi, çok ağır bir yanıttı bu. 

Türkiye yazarı Şimşirgil ise kendisinin FETÖ’cü olmakla suçlandığını iddia edip şunları yazdı: 

“Bu nasıl bir Diyanet sendikası başkanıdır, diyerek dehşete düştüm. FETÖ ile fikren en büyük mücadeleyi verenleri FETÖ’cülükle suçlamak ya FETÖ’yü hiç tanımamak veya zımnen FETÖ’nün değirmenine tankerlerle su taşımaktır. Diyanet İşleri eski başkanının nasıl gittiğini bilmemektir. Diyanet’te bir dönem FETÖ yuvalanmasını görmemektir. Dinlerarası Diyalog masasından haberdar olmamaktır. Eyvah ki ne eyvah! Diyanet’i bunlar koruyacaksa yandık!” 

O değil de, aklıma geldi:  

Türkiye gazetesinin sahibi Mücahid Ören’in ABD’ye bağlılık ve sadakat göstereceğine dair vatandaşlık yemini etmesinin videosu da bir gün çıkar mı ortaya? 

Barış Pehlivan / CUMHURİYET

23 Ağustos 2021 Pazartesi

Adalet Bakanlığının Boğaziçi tutuklamalarına İslami gerekçeler sunmasına tepki + Adalet Bakanlığı, Boğaziçi öğrencilerinin tutuklanmasına dair "hukuka uygun" dedi/EVRENSEL

 1) Adalet Bakanlığının Boğaziçi tutuklamalarına İslami gerekçeler sunmasına tepki.

Adalet Bakanlığının Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin tutuklanmasına dair AYM'ye verdiği yanıtta İslami referanslar kullanmasına 13 kuruluştan tepki geldi: Vahim ve tehlikeli…

Adalet Bakanlığının Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin tutuklanmasına dair Anayasa Mahkemesine (AYM) sunduğu cevap yazısında İslami referanslar sunması, 13 kuruluş tarafından tepkiyle karşılandı.

Adalet Bakanlığı, Boğaziçi Üniversitesi'nde Kabe görseli'nin sergilenmesi sonrası başlatılan soruşturma kapsamında Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine yönelik yapılan tutuklamalara ilişkin Anayasa Mahkemesi'ne verdiği cevapta, eşcinselliğin İslam'a göre haram olduğunu belirterek tutuklamaların kanuna uygun olduğunu savunmuştu.

3H Hareketi Derneği, Ankara 78’liler Meclisi, Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi, Boğaziçili Müdahil Mezunlar, Çağdaş Hukukçular Derneği Ankara Şubesi, Demokrasi İçin Birlik (DİB), Diyalog Grubu, Diyarbakır Barosu Kadın Hakları Merkezi, Doğu-Güneydoğu Dernekleri (DGD) Platformu, Düşünce Suçuna Karşı Girişim, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği, Yurttaş Girişimi ve Yurttaşlık Derneği'nin ortak yaptığı açıklamada, Bakanlığın bu yanıtına tepki gösterildi ve "Anayasa’da güvence altına alınan laik hukuk devleti ilkesine açıkça meydan okuyan dini gerekçelere başvurulduğu" belirtildi.

"HALKI KİN VE DÜŞMANLIĞA TAHRİK…"

13 kuruluşun yayımladığı ortak metinde şu ifadelere yer verildi:

"Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrencilerin açtığı resim sergisi nedeniyle iki öğrenci tutuklanmış, ardından halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçlamasıyla haklarında dava açılmıştı. Tutuklanan iki öğrenci, tutuklanmalarının kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını ihlal ettiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştur.

Adalet Bakanlığı, geçtiğimiz hafta bu konuyla ilgili olarak Anayasa Mahkemesi’ne gönderdiği cevap yazısında tutuklamaların hukuka ve anayasaya uygun olduğunu belirtirken, Anayasa’da güvence altına alınan laik hukuk devleti ilkesine açıkça meydan okuyan dini gerekçelere başvurmuştur.

Bakanlık yazısında, 'İslam dini literatüründe eşcinselliğin ve benzeri cinsel yönelimlere dair imgelerin yasak ve haram olduğu' belirtilerek bu nedenle tutuklamanın hukuksal / olgusal temelleri bulunduğu ileri sürülmektedir. Adalet Bakanlığı’nın ‘İslam dini literatürüne’ gönderme yaparak cinsel yönelimleri farklı kişileri hedef göstermesi ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik’ niteliğinde olup ‘açık ve yakın tehlike’ oluşturmaktadır.

"HUKUKİ TEMEL DÜZENİ DİN KURALLARINA DAYANDIRILAMAZ"

Devlet kurumları her türlü eylem ve işlemlerinde Anayasa’ya ve laik hukuk kurallarına uygun davranmak zorundadır. Laik bir hukuk devletinde, devletin siyasi ve hukuki temel düzeninin kısmen de olsa din kurallarına dayandırılamayacağı açık ve kesin bir ilkedir. Bu ilke Anayasa’nın 24. maddesinde açık ve net olarak yazılmıştır. Anayasa hükümleri herkesi bağlayan temel hukuk kurallarıdır.

Adalet Bakanlığı’nın cevap yazısında, dince haram ve yasak olduğunu iddia ettiği bir konuyu, ceza kanunundaki 'halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme suçu' kapsamına katma çabası kabul edilemez. Bu durum, meşruiyetini anayasadan alan bir devlet kurumunun anayasanın emrettiği, hukuk düzeninin din kurallarına dayandırılamayacağı ilkesini çiğnemesi, görmezden gelmesi anlamına gelmektedir. Laik temelli hukuk anlayışı ve devlet düzeni toplumun bütün kesimleri bakımından hayati önemde bir güvencedir.

Adalet Bakanlığı'nın cevabi yazısını bu nedenle ülkemiz hukuk sistemine temelden karşı, vahim ve tehlikeli görüyor, reddediyoruz. (Evrensel-23 Ağustos 2021)

                                                               ***

2) Adalet Bakanlığı, Boğaziçi öğrencilerinin tutuklanmasına dair "hukuka uygun" dedi.


Adalet Bakanlığı, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine yönelik yapılan tutuklamalara ilişkin AYM'ye verdiği cevapta tutuklamaların kanuna uygun olduğunu savundu
.

Adalet Bakanlığı, Boğaziçi Üniversitesi'nde Kabe görseli'nin sergilenmesi sonrası başlatılan soruşturma kapsamında Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine yönelik yapılan tutuklamalara ilişkin Anayasa Mahkemesi'ne verdiği cevapta, eşcinselliğin İslam'a göre haram olduğunu belirterek tutuklamaların kanuna uygun olduğunu savundu.

DW Türkçe'den Burcu Karakaş'ın haberinde, Adalet Bakanlığı'nın Boğaziçi Üniversitesi'ndeki sergide Kabe görselinin yere serildiği gerekçesiyle başlatılan soruşturma kapsamında yapılan tutuklamalarla ilgili olarak Anayasa Mahkemesi'ne (AYM) verdiği cevaba yer verildi. Bakanlığın cevabında eşcinselliğin İslam dinine göre "haram" kabul edildiği belirtilerek tutuklama kararının hukuka uygun olduğu savunuldu.

Melih Bulu'nun Boğaziçi Üniversitesi'ne atanmasının ardından ülke genelinde başlayan protestolar sırasında Boğaziçi Üniversitesi kampüsünde açılan bir sergide Kabe fotoğrafı üzerine Şahmeran tasviri ve LGBTİ+ bayrağı bulunan görselin yere serildiği iddiasıyla soruşturma başlatıldı. Soruşturma kapsamında üniversite öğrencileri Doğu Demirtaş ve Selahattin Can Uğuzeş tutuklandı. Hazırlanan iddianamede, "suça konu eylemin kin ve nefrete tahrik amacını desteklediği, soyut bir saygısızlığın ötesinde bir halk kesimine karşı düşmanca tavırlar gösterilmesini sağlamaya elverişli olduğu" ve "kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıktığı" ifade edildi. İddianamede, 2'si tutuklu 7 öğrenci hakkında "halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme" üç yıla kadar hapis cezası istendi.

BAKANLIK "ADLİ KONTROL YETERSİZ KALIRDI" DEDİ

30 Ocak'ta tutuklanan İTÜ Mimarlık Fakültesi öğrencisi Uğuzeş, 17 Mart'ta tahliye edildi. Üniversite öğrencisi Uğuzeş, Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılan sergide Kabe resmini içeren görselin yere serilmiş olması nedeniyle tutuklandığını ancak afişin asılmasına veya yere serilmesine katkıda bulunmadığını, sadece sergi esnasında orada bulunduğunu belirterek, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiği gerekçesiyle avukatları Levent Pişkin ve Deniz Yıldız aracılığıyla AYM'ye bireysel başvuruda bulundu.

Bakanlıktan beklenen cevap, Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Dairesi Başkanı Dr. Hacı Ali Açıkgül tarafından kaleme alındı. Bakanlık, yargılanan öğrencinin "halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama" suçunu işlediğine dair kuvvetli suç şüphesinin varlığı nedeniyle tutuklandığını, dolayısıyla tutuklama tedbirinin kanuni dayanağı bulunduğunu savundu. Cevapta, "Söz konusu resmin ve yazının kamu düzeni açısından ne şekilde somut bir tehlikeye sebebiyet verdiği soruşturma belgelerinde açıkça ortaya konulduğu müşahede edilmektedir. Başvurucunun tutuklanmasına ilişkin kararın başkalarının haklarının korunması ve kamu düzeninin korunması yönünde meşru amaçlar taşıdığı değerlendirilmektedir" denildi.

Adalet Bakanlığına göre Uğuzeş'in "suç işlediğinden şüphelenilmesi için inandırıcı nedenlerin ve kuvvetli suç şüphesinin bulunmadığı halde tutuklandığı" iddiası temelsiz. İsnat edilen suç göz önüne alındığında uygulanan tutuklama tedbirlerinin ölçülü olduğunun belirtildiği Bakanlık yazısında, "Adli kontrol uygulamasının yetersiz kalacağı sonucuna varılmasının, keyfî ve temelsiz olduğu söylenemez" ifadelerine yer verildi.

Bakanlığın verdiği cevapta, iddianameden "kopyala-yapıştır" yapıldığı ve birebir aynı ifadeler kullanıldığı görüldü. Eşcinselliğin İslam dini literatüründe "yasak" ve "haram" kabul edildiğinin belirtildiği cevapta, "İslam'ın tek yaratıcı olan Allah inancı ve tevhid inancına aykırı olan 'Şahmeran' figürünün yine İslam'ın ve Müslümanların yeryüzündeki en kutsal mekan olarak kabul ettiği Kabe'nin tasvir edildiği bir resim üzerine yapıştırılması suretiyle oluşturulması ve sergilenmesi değerlendirildiğinde, gayri muayyen kişilere yönelik alenen yapılan soruşturmaya konu eylemlerin LGBT olarak anılan bir sosyal kesim ve Türk toplumunun büyük çoğunluğunu oluşturan Müslüman vatandaşlar açısından halkın sosyal sınıf bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa tahrik edici nitelikte olduğu iddianamede de olgusal temelleriyle birlikte ortaya konulmuştur" denildi.

Adalet Bakanlığı, soruşturmaya konu görselin "bir halk kesimine karşı düşmanca tavırlar gösterilmesini sağlamaya veya bu tür tavırları pekiştirmeye objektif olarak elverişli olduğu ve halkın bir kesimini yoğun bir biçimde kin ve nefrete tahrik ettiğini" de savundu. (Evrensel-18/08/2021)



Talibanseviciliği - Selçuk Candansayar / BİRGÜN

 

Perinçek’in talibanseviciliği kimsenin gülmediği bir “komik performans” oldu. Bu haliyle de “korkunç” olanı perdeleme işlevi görmeye başladı. Afganistan’da olanı “NATO-ABD”nin yenilgisi olarak alkışlayanlar, çok ve “çeşitli”! Yenilgiden kendi “meşrebince” bir mutluluk çıkarma peşine düşmüş, kimi utangaç kimi dolaysızca alkışlıyor Taliban’ı.


Örneğin, Gazete Duvar’da Ümit Kıvanç. Talibanın neden korkutucu olduğunu derinlikli bir “psikolocik analize” tabi tutuyor. Meğer Taliban “vahşeti”, “medeni kimselerin” yapıp ettiklerine bir tepki olarak ortaya çıkıyormuş! 20 yıl boyunca işgalci NATO’nun (batının) göz yumduğu işkenceciler Afganistan halkına öyle zulmetmiş, öyle dehşet estirmişler ki diye yaza yaza bitiremiyor. Medeni dedikleriniz asıl vahşi olanlar demeye getiriyor. Bugünün zalimi geçmişin mağduru ya, ondan!

Bütün bir Kürt hareketini sadece 12 Eylül Darbesinin Diyarbakır cezaevi işkencelerine karşı tepki olarak görmeye ne kadar benziyor değil mi? Zaten AKP de Kemalist elitlerin zulmüne tepkiydi! Hatırlayın, 2010 referandumuna yetmezcisinden az bilecisine kadar, evet diye koştururken de aynı şeyi söylüyorlardı.

FANONCULUĞUN TALİBAN VERSİYONU

Ama esas Fanon var. Sömürülenin, kimliğini sömürene uyguladığı şiddetle inşa ederek özgürleşmesi meselesi. Fanon, sömürgecilere ve işgalcilere yönelik ulusal kurtuluş savaşlarında şiddetin, ezenlerde dehşet duygusu uyandırdığını, ezilenlerin kendilerine güven kazanmalarını sağladığını söyler(di). Ezilenin ezene uyguladığı şiddet, ezilenin bağımsızlıkçı politik kimlik kazanmasının aracı olarak görülür(dü). Zalimler için yaşasın cehennem teranesinin Taliban versiyonu.

Neden, Fanon’un düşüncesine dili geçmiş zaman kipi eklemeliyiz?

Önce şu şiddete maruz kalan büyüdüğünde zalim olur psikolojik önermesine bakalım. Araştırmalar bu önermenin genellenemeyeceğini göstermesine karşın, niye hâlâ “inanılıyor?” Şiddeti kaçınılmaz, döngüsel bir olgu, bir tür kader, insanın değişmez özelliği olarak meşrulaştırıyor olabilir mi? Şiddet şiddeti doğuruyorsa, bugünün zalimi geçmişin “kurbanıysa”, öyle ise kimse suçlu olarak görülemez herhalde. Dövmeseler dövmeyecektim, tacize uğramasaydım taciz etmeyecektim, sürer gider böyle. Ama esas olarak şiddeti araçsal olmaktan çıkarıp amaç haline getirir. Şiddet için şiddet uygula, sen de işe yaramıştı ve başka türlü sonuç almak da mümkün değil, demeye getirir.

İkincileyin, 1980’lere kadar sömürenin silahlı gücüne (asker polis ve lider, devlet görevlisi) yönelik şiddet eylemleriyle yürütülen bağımsızlık savaşlarının, son kırk yıldır sivillere yönelmesi ve asimetrik kaybın tersine dönmesi üzerine düşünmeyelim mi? Seksenlere kadar “bir gerilla” ya karşı 10-20 asker kaybı olurken, şimdi bir askere karşı onlarca “gerilla” ve yüzlerce sivil kayıp olmasını tartışmayalım mı? Daha 1972 de Mahir Çayan, Kızıldere’ de “erleri geri çekin, rütbelileri gönderin” diye neden seslenmişti!

KAVRAM BOZMADA BENZERLİKLER ÜZERİNE

Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. Antikapitalist, anti-emperyalist olmakla Aydınlanma karşıtı olmayı bir ve aynı şey sanmaya. Kapitalizmin suçunun bedelini Aydınlanma, insan hakları, eşitlik, özgürlük, laiklik ilkelerine yüklemeye.

Sanki Taliban’ı da emperyalizm üretmemiş, besleyip büyütmemiş gibi, ABD işbirlikçisi Afgan hükümeti, ordu ve polisinin zulmünün bir tepki olarak Taliban’ı doğurduğunu iddia etmek! Siyasal İslamcılarla liberallerin sosyalizmi istismar etmelerindeki, sosyalist mücadele ve kavramları alıp, eğip büküp kendi amaçlarına bozmalarındaki benzerlik üzerine de düşünmeliyiz.

Liberal için dünya vahşidir ve güçlü olan sağ kalır, siyasal İslamcı için dünya kafirdir ve cihatla, şeriatla Allah’ın düzeni gelir. 

Benziyor değil mi?

Selçuk Candansayar / BİRGÜN

ABD'nin Afganistan Kararı, YENİLGİ Mİ, YENİ BİR STRATEJİ Mİ? - Hazırlayan İbrahim Varlı / BİRGÜN

 ABD'nin Afganistan kararı: Yenilgi mi yeni bir strateji mi? - İbrahim Varlı / BİRGÜN


Başlarken...

Afganistan, ABD’nin küresel stratejisinde nerede duruyor?

ABD emperyalizmi ‘terör operasyonları’nın üssü olmakla suçladığı Taliban rejimine ‘bedel ödetme’ bahanesiyle girdiği Afganistan’dan 20 yıl sonra ülkenin anahtarını bu köktendinci örgüte teslim ederek çekildi.

11 Eylül 2001’deki İkiz Kule saldırılarının ardından dönemin başkanı George W. Bush tarafından başlatılan “Kalıcı Özgürlük Operasyonu” sonlandırılırken geride korkunç bir insanlık trajedisinin yanında büyük belirsizlik ve soru işaretleri kaldı.

ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinin arka planında ne var? Joe Biden yönetiminin, ABD işbirlikçisi Kabil yönetimine haber dahi vermeden alelacele çekilmesiyle ilgili farklı yorumlar söz konusu. Bu çekilmeyi Amerikan emperyalizminin mutlak bir yenilgisi olarak görenler olduğu kadar Afganistan hamlesinin yeni bir stratejinin parçası olduğunu dillendirenler de var.

► Afganistan, ABD’nin küresel stratejisinde nereye oturuyor?

► Çin ve Rusya ile giriştiği küresel hegemonya mücadelesinde ABD’nin Afganistan kararı yeni bir jeopolitik kırılmanın işareti mi?

► Bu çekilme Kuzey Afrika’dan Ortadoğu ve Avrasya’ya uzanan hatta bütünlüklü bir stratejinin parçası mı, yoksa ‘tekil’ bir karar mı?

► Irak, Suriye, Filistin İran, Libya ve Yemen kararlarıyla birlikte ele alındığında ortaya çıkan büyük tabloda Afganistan nasıl okunmalı?

► Bu denklemde siyasal İslamcı AKP’ye biçilen roller, ülkeyi bekleyen tehlikeler neler?

Bu yazı dizisinde yukarıdaki soruların yanıtı aranacak.

• Doç. Dr. Yonca Özdemir,

• Prof. Dr. İlhan Uzgel,

• Doç. Dr. Ceren Ergenç,

• Doç. Dr. Yunus Emre,

• Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu,

• Prof. Dr. Kemal Bozay,

• Dr. Gülriz Şen,

• Doç. Dr. Behlül Özkan,

• Doç. Dr. Hakan Güneş  yazılarıyla yaşananlara ışık tutmaya çalışacak.

                                                              ***

ABD’nin yenilgisi ve küresel dengeler (1) - Hayri Kozanoğlu - Birgün

ABD Afganistan’a, daha doğrusu Avrasya ve Ortadoğu’ya yönelik stratejisinin değişmesi sonucunda bu ülkeyi terk etti. ABD’nin yeni Ortadoğu ve Batı Asya stratejisi, bölgede az sayıda muharebe gücü bulundurmak, vekil devletlerle egemenliğini düşük maliyetle sürdürme hesabına dayanıyor.



Doğrudur, Taliban 20 yıl aradan sonra Afganistan’da tekrar iktidarı ele geçirmek anlamında büyük bir zafer kazandı. Ama bu başarı asla askeri bir mücadelenin sonunda gelmedi. Çünkü ABD Afganistan’a, daha doğrusu Avrasya ve Ortadoğu’ya yönelik stratejisinin değişmesi sonucu ülkeyi terk etti. Zaten 2020 Şubat’ında, daha Trump döneminde Doha’da Taliban ile imzalanan “barış” anlaşmasıyla işin rengi belli olmuştu. Dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, bizzat Taliban’ın bugünkü siyasi lideri Molla Abdülgani Baradar ile masada el sıkışmıştı.

CARTER DOKTRİNİ'NİN SONU

ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi bir anlamda 1980’den beri geçerli olan Carter Doktrini’nin geride kalmasını da simgeliyor. 1980’de ABD Başkanı Jimmy Carter, gerektiğinde Amerikan çıkarlarını korumak için Basra Körfezi’nde askeri güç kullanmaktan çekinmeyeceklerini ilan etmişti. O günlerde ABD’nin petrol ithalatının yüzde 30’u bölgeden yapılıyordu. 2001’de ABD Afganistan’ı işgal ettiğinde bu oran hemen hemen değişmemişti. Ancak bugün, özellikle kaya petrolü üretiminin artması sonucu, Körfez ülkelerinden gerçekleşen petrol ithalatı yüzde 13’e gerilemiş durumda.

Bilindiği gibi Taliban, 1979 Sovyet işgali sonrası ABD eliyle kurdurulan Mücahitler örgütünden türemiş bir yapı. Bir bakıma Amerika’nın kendi eseri… 1996-2001 arasındaki Taliban iktidarına, ABD işgali 11 Eylül saldırısını düzenleyen El Kaide’nin bölgede konuşlanmasını gerekçe göstererek son verdi. Böylelikle Washington, sınırlı ekonomik güce sahip, denize çıkışı bulunmayan ama Avrasya bölgesine egemen, dolayısıyla jeopolitik önemi yüksek bir coğrafyayı ele geçirmiş olacaktı.

Bugün ise Obama döneminde başlatılan Çin’i çevrelemeyi merkez alan bir politika geçerli. 2021’in Mart ayında açıklanan ulusal güvenlik stratejisi dokümanında Rusya ve Çin’e karşı “büyük bir güç mücadelesi” içerisinde bulunulduğu açıkça ilan edildi. Böylelikle Çin “stratejik ortaktan”, “stratejik rakip” statüsüne geçirilmiş oldu.

ABD’NİN AFGANİSTAN FİYASKOSUNUN NEDENLERİ

Taliban’ın göreceli başarısı örgüt yapısını korumasından, elinin altında inançlı 70 bin kişilik bir orduyu hazır tutmasından kaynaklanıyor. 2001 işgalinden bu yana Amerika’nın kurumsal yapıları yerleştirememesi, ekonomik faaliyetleri geliştirememesi, sosyal programları yaygınlaştıramaması da, Afgan halkının kalbini kazanamamasının objektif nedenleri. Aksine, işgal sonrası yaygın baskı ve işkenceler hâlâ belleklerden silinmiş değil. Göstermelik seçimlerle iktidara gelen yöneticilerin yolsuzluklara batması, Amerikan işbirlikçisi sınırlı bir çevre dışına refahın yayılmaması da Taliban’a karşı, başta Şii Hazaralar gelmek üzere, etnik ve mezhepsel tepkilerin dışında ciddi bir direniş gelişmesini engelledi. Zalim Özbek General Raşit Dostum gibi saraylarda yaşayan derebeyleri de Amerikancı yönetime tepkileri yükseltti.

20 yıllık sürede ABD 2 bin 500 askerini yitirdi, 1 trilyon dolar harcama yaptı. Ölenler tüm savaşlarda olduğu gibi yoksul halkın çocuklarıydı. Amerikan halkı zaten yeni işgaller, ceset torbalarında memlekete dönen gençler istemiyor. Yalnız 1 trilyon dolar rakamı üzerinde de iyi düşünmek gerekiyor. Evet, söz konusu para Amerikan vergi mükellefinin cebinden, savunma bütçesinden çıkmış olabilir. Ancak bu, Afgan halkının refahına; eğitim, sağlık, konut ihtiyacına harcandığı anlamına gelmiyor. Büyük ölçüde silah şirketlerine ve ihaleleri aralarında paylaşan özel sektör müteahhitlerine saçılan bir para var ortada. Aynı Irak işgalindeki gibi…

AFGAN HALKINI NELER BEKLİYOR?

Ne yazık ki modernite, yurttaşlık bilinci, hoşgörü kültürü, sosyal hukuk devleti ilkeleri etrafında bir ulus inşa edemeyen Afganistan, yine geri feodal bir kültüre dayanan, İslami öğretiye göre ülke yönetme iddiası taşıyan Taliban’ın ellerinde. Özellikle kadınlar ve çocuklar için korkarız ki bir kez daha cehennem günleri başlıyor.

Taliban şimdilik, ABD ile yaptığı uzlaşma çerçevesinde ve dünyadan tecrit edilmeme kaygısıyla ılımlı mesajlar veriyor. Ancak o gevşek yapıda, çok sayıda farklı gruptan oluşan bir örgütlenmeye sahip olduğu için, tabanda disiplini sağlaması, yereldeki zulüm ve şiddet vakalarını engellemesi zor görünüyor.
Tam Siyasal İslam’ın yıldızının söndüğü bir dönemdeki bu diriliş, tüm dünyadaki cihatçılar için bir ilham ve moral kaynağı olmaya aday. ABD’yle vardığı anlaşma çerçevesinde farklı İslami terör örgütlerinin ülkede konuşlanmasını, eğitim ve hazırlık için Afganistan’ı üs seçmelerini nasıl engelleyeceğini zaman gösterecek. El Kaide ile geçmişten gelen yakın ilişkilerini; iki örgüt arasındaki geçişliliği, karşılıklı evlilikleri, ekonomik bağları bilenler için, Taliban’ın ABD’ye söz verdiği üzere araya nasıl mesafe koyacağı da bugünden kestirilemiyor.

Taliban sonunda kamu yönetimi deneyimi ve birikimi bulunmayan, eğitim düzeyi son derece düşük kadrolardan oluşan bir yapı. ABD’nin 20 yıl boyunca yetiştirdiği işbirlikçilerini de beraberinde götürmesi, kaçınılmaz biçimde büyük bir yönetim boşluğu ortaya çıkacağını düşündürüyor. Afganistan kişi başına gelirin 500 dolar civarında seyrettiği, ekonomisi sebze ve meyve üretimi, madencilik yanında uyuşturucu ticaretine bağlı son derece yoksul bir ülke. Taliban sınırları kontrol ettiği için ticaretten vergi topluyor, eroin üretimini elinde tutuyor, bu sayede örgütün finansmanını sağlıyordu. Şimdi yönetim sorumluluğunu üstlenince; kamu çalışanlarının maaşlarını ödemek, temel hizmetleri sürdürmek, ekonominin çarklarını işletmek gibi yükler altına girecek. Ülkenin döviz rezervlerinin tüketilmiş olması, iddialara göre kasalardaki son dolarların da Cumhurbaşkanı Eşref Gani’nin taraftarlarınca talan edilmesi, IMF’nin ülkelere sağladığı rezerv kolaylığından Afganistan’ı mahrum etmesi gibi nedenler de Taliban’ı ekonomik açıdan zor günler beklediğinin göstergeleri.

ABD’NİN BÜYÜK İTİBAR KAYBI

Taliban’ın aslında askeri bir zafer kazanmadığını söylemek, ABD’nin ciddi bir itibar kaybına uğramadığı anlamını taşımıyor. 

Öncelikle, Taliban’ın öngörülenden hızlı ilerleyişi yüzünden silahlı kuvvetlerin düzenli bir çekilme gerçekleştiremediği; çok sayıda silahı, askeri araç ve gereci bile alamadan apar topar kaçtığı ortada. 

Kabil havalimanındaki keşmekeş, çaresiz insanların son bir umutla uçaklara binme gayreti tüm dünya kamuoyunun gözleri önünde gerçekleşti. 

Bu olaylar zinciri Joe Biden’a, Beyaz Saray’a yerleştikten sonraki en büyük prestij kaybını yaşattı.

Trump döneminde alınan Afganistan’dan çekilme kararını uygulamak Biden yönetimine kalmış da olsa, çiçeği burnunda başkan için bu hamle ideolojik ve politik anlamda da büyük bir darbe niteliği taşıyor. Çünkü Biden ABD’nin yıpranan hegemonyasını tekrar inşa etmek, liberal enternasyonalizm çerçevesinde kapitalist küreselleşmeyi canlandırmak iddiası taşıyordu. NATO, BM, DTÖ, DSÖ gibi kurumsal yapılar ABD liderliğinde güçlendirilecek; insan hakları, demokrasi, özgürlükler, serbest piyasa değerleri etrafında aktif bir dış politika izlenecekti. Hâlbuki şimdi Afganistan’da bu iddialardan vazgeçiliyor, başta kadınlar Afgan halkı söz konusu değerlerden nasibini almamış Taliban’ın insafına terk ediliyordu.

Aslında Afganistan’da Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 36 ülkeden güç konuşlanmıştı. Operasyondan NATO yetkilileri dâhil, “müttefik” ülkelerin dahi haberdar edilmediği yapılan açıklamalardan anlaşılıyor. Kritik bir eşikte, böyle bir acemilik ve beceriksizlik sergileyen bir gücün, askeri ve ekonomik kurumsal yapıları nasıl ayağa kaldıracağı, dünya liderliği iddialarını hangi icraatlarla inandırıcı kılacağı şüphe uyandırıyor.

BIDEN'IN YENİ ORTADOĞU PLANI

ABD’nin yeni Ortadoğu ve Batı Asya stratejisi; bölgede olabildiğince az sayıda muharebe gücü bulundurmak, kurmay fonksiyonlarla ve vekil devletlerle egemenliğini düşük maliyetle sürdürmek hesabına dayanıyor. Bu çerçevede gerici, monarşik rejimlere sahip Suudi Arabistan, BAE, Kuveyt, Katar, Bahreyn gibi Körfez İşbirliği Ülkeleri`nin kilit rol oynaması planlanıyor. Sözü edilen ülkelerin iç işlerine karışılmayacak, demokratik bir rejime sahip olmamaları görmezden gelinecek, ancak aşırı davranışlardan uzak durmaları beklenecek. İsrail ile iyi ilişkiler kurmak, birbirleriyle çekişmeleri en aza indirmek, İdlip gibi kilit yerler hariç cihatçı örgütlerden desteklerini çekmek gibi bir işleyiş öngörülüyor.

Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn’in İsrail’e yaklaşması; Katar ile BAE ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin yumuşaması; Tayyip Erdoğan’ın Mısır’da Sisi, BAE’de Zayed ile gerginliklere son vermesi, Doğu Akdeniz politikasında geri adım atması, Libya’da yine ABD’nin dümen suyuna girmesi Biden’ın bölge planlarının büyük ölçüde işlediğinin belirtileri sayılabilirdi. Şimdi Afganistan fiyaskosu ile ABD’nin bölgedeki otoritesinin sarsılıp sarsılmadığını da zaman gösterecek.

BÖLGE ÜLKELERİNİN AFGANİSTAN'A BAKIŞI

ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi bölgenin stratejik öneme sahip ülkelerinde “ihtiyatlı” bir memnuniyet yaratmış görünüyor. Rusya; ülkelerine yönelik şeriatçı tehditten ürken Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan’ın kendi yörüngesine girmesini beklerken, Çeçen ve Dağıstanlı İslamcıların yeni bir saldırı üssü elde etmesi ihtimalinden tedirgin. Çin aynı şekilde bir yandan ABD’yle komşu olmaktan kurtulduğuna sevinirken, bir yandan Uygurlu cihatçıların cesaret bulması kaygısını taşıyor. İlişkide bulunduğu ülkenin rejiminin niteliğine aldırmaksızın Afganistan’ı altyapı projelerinde ve bölgesel ticarette bir geçiş yolu yapmanın hesaplarını yapıyor. İran artık ensesinde ABD’nin nefesini hissetmediğine sevinirken, nüfusun 9’unu oluşturan Şii Hazaralar’a yönelik ayrımcılıktan endişeleniyor. Pakistan, hasmı Hindistan ile iyi ilişkileri bulunan Afgan yönetiminin devrilmesinin keyfini yaşarken, kendi topraklarında İslami terörün canlanmasının korkusunu hissediyor.

AKP REJİMİ VE AFGANİSTAN

AKP rejimi ise, Afganistan’da yaşananlardan hoşnut görünüyor. Öncelikle siyasal İslamın başarıları gerçekten de Erdoğan’ın “Taliban’la önemli bir inanç farkımız yok” sözlerine yansıdığı gibi onları sevindiriyor. Taliban sözcüsü bizimkilerin ihale alma iştahlarını sezmiş olacak ki, “Sağlık, eğitim, ekonomi, inşaat ve enerji alanında ve bakir yeraltı zenginliklerinin işlenmesi konusunda Türkiye ile işbirliği yapmak istiyoruz” diye ağızlarına bir parmak bal çalmayı ihmal etmiyor. Türkiye, her zamanki gibi sınıra dayanacak mülteciler üzerinden AB’ye karşı yeni bir kaldıraca kavuşmayı, belki yeni fonlara konmayı umuyor. ABD ile ilişkilerinde ise Afganistan sayesinde yeni bir köprü açmanın, bu sayede Halkbank, S-400 gibi pürüzleri savuşturmanın hayalini kuruyor.

SOSYALİSTLERİN TUTUMU NE OLMALI?

Türkiye’de kentli orta sınıflar, Afganistan konusunda yine bir çifte standart örneği sergiliyor. Bir yandan Afgan kadınların haline belki de içtenlikle üzülürlerken öte yandan aynı ülkeden gelen sığınmacılara en fazla tepkiyi göstermekten kaçınmıyorlar. Biz solculara, sosyalistlere düşen başlıca sorumluluk ise öncelikle böyle gerici bir rejimin meşruiyet kazanmaması için aktif bir teşhir çabasından vazgeçmemek. Ayrıca bu baskıcı şeriat yönetiminden kaçan mültecilerin ülkemizde insanca karşılanması için gayret göstermek.

Afganistan gerçeği bir kez daha bizlere gerici bir baskı rejimi ile emperyalizm arasında bir tercih yapılamayacağını gösteriyor. Solcular ve sosyalistler, şeriatçılarla da, emperyalistlerle de asla uzlaşmaz. Ancak tarih onların birbirleriyle pekâlâ uzlaştıklarına, anlaştıklarına, ilericilere karşı birleştiklerine tanıktır. Afganistan’da 1979 Sovyet işgali sonrası yaşanan süreç buna en canlı örnektir.
(Hayri Kozanoğlu-Birgün)


Faşizme göçmek - Engin Solakoğlu / SOL

 Göçmen karşıtlığı üzerinden siyaset yapmak her adımda sizi insanlıktan uzaklaştıran bir “Amok” koşusudur. Varacağınız yerde bulacağınız şey “namus” filan değil, barbarlığın ve faşizmin kör karanlığı.

Göçmek bir eylem. Hepimizin ilk aklına gelen anlamı bir sebeple kalkıp başka bir yere gitmek. Kendi isteğinizle veya zorunlu kaldığınız için. Hayvanlar da göçüyor, insanlar da. Ortada artık eli yüzü düzgün bir TDK kalmadı ama bildiğim kadarıyla bir de çökmek anlamı var. Mecazi olarak ölmek ve şu sıra pek çoğumuzun yaşadığı gibi parasız kalmak anlamına da geliyor.

Göçmek eyleminden göçer, göçmen gibi sözcükler türetilmiş. Kabaca göçü bir yaşam biçimi olarak benimseyene göçer, böyle bir tercihi olmasa da göçenlere ise göçmen diyoruz.

Göç ve göçmenlik salt bölgesel veya ulusal ölçekte anlaşılması mümkün olmayan küresel bir mesele. Bu bağlamda, Erhan Nalçacı’nın sorunun bugünün dünyasında geldiği noktayı son derece isabetli ve somut verilerle açıklayan yazısını okumanızı öneririm.

Türkiye son on yıldır yoğun bir şekilde ve deyim yerindeyse “kıra döke” tartışıyor göçü. Çevremde gözlediğim, çeşitli mecralarda izlediğim kadarıyla göç ve göçmeni bir sorun kaynağı olarak kabul edenler çoğunlukta. Üstelik bu salt Türkiye’ye özgü bir yaklaşım değil. Her ne hikmetse çok “medeni” saydığımız ülkelerde de ciddi bir tartışma konusu artık göçmenler.

Dışişleri Bakanlığından emekli olmadan önceki son dış görevim T.C. Brüksel Büyükelçiliği’ndeydi. Belçika yabancısı olduğum bir ülke değildi. 2001-2005 yılları arasında bu kez Türkiye’nin AB nezdindeki Daimi Temsilciliği’nde de görev yapmış ve dört yıl ailemle birlikte Brüksel’de yaşamıştım. Görevim gereği Belçika siyasetini yakından izledim.


Belçika’nın başkenti Brüksel gerçek anlamda bir göçmen kentidir.  Herhangi bir saate metroya bindiğinizde veya merkezi yerdeki bir kafeye oturduğunuzda etrafınızda en az yedi sekiz dil duyar, her “renk” ve şekilden insan görürsünüz. Brüksel aynı zamanda AB’nin ve NATO’nun da merkezi konumunda olduğu için göçmen dediğinizde ilk akla gelenlerin çok ötesinde ve geniş bir halklar yelpazesini kapsayan yabancı nüfus barındırır.

Gelişkin bir ekonomisi var Belçika’nın. Zenginliğinin birincil kaynağı acımasızca sömürdüğü Kongo değil. Büyük Britanya’nın marifetiyle Fransa, Hollanda ve Almanya’nın arasına kondurulan Belçika daha Afrika’ya ayak basmadan  Sanayi Devrimi’nde İngiltere’yi izleyen ikinci ülke. Zenginliği yaratan kömür madenleri ve hızla büyüyen demir-çelik endüstrisinde çoluk çocuk dur durak bilmeden çalıştırılan, alabildiğine  sömürülen Belçika proletaryası.

Ülkenin refahı yükseldikçe Belçika işçi sınıfının madenlerdeki erken ölüm nöbetini zaman içinde İtalyan, İspanyol, Portekizli, Polonyalı ve en nihayetinde Faslı ve Türk emekçileri devralmış. Kongo başta olmak üzere Fransızca konuşulan bir çok Kuzey ve Batı Afrika ülkesinin emekçisi de zaman içinde Belçika kapitalizminin doymak bilmeyen ucuz emek ihtiyacını karşılamak üzere gelmişler. Bu yüzden de ülkenin Valon ve Flaman olarak adlandırılan yerli halkının yanında kelimenin tam anlamıyla yetmiş iki milletten adam yaşıyor Belçika’da.

Bu resme bakınca gerçek anlamda bir göçmen ülkesi görüyorsunuz ve üç-beş günlük bir gezi yapsanız Belçika’da göçmen karşıtlığının başat bir siyasi konu olacağına ihtimal vermeniz hiç kolay değil. Ama oluyor işte.

2015 yılının sonbaharında Belçika’daki görevime başladığımda Başbakan Charles Michel başkanlığında bir hükümet yaklaşık bir yıldır işbaşındaydı. Üç bölgeli Federal bir devlet olan Belçika’da iktidara gelmek zor zanaat. Koalisyon kurmanız şart. Michel Hükümeti de üçü Flaman kimlikli, biri ise Michel’in Fransızca konuşulan bölgelerde örgütlü ve merkez sağ eğilimli MR’si olan 4 partiden oluşuyordu. Bu hükümetin özelliği enikonu sağcı bir koalisyon olmasıydı. Gerçekten de Michel Hükümeti görevde bulunduğu dört yılda Sermayenin rüya kadrosu olarak çalıştı. Çalışanların haklarının budanması, Sermayeye vergi indirimi, artık aklınıza ne gelirse.

Michel Hükümeti o kadar “uyumlu” işliyordu ki, 2016 yılının Mart ayında yaşanan ülke tarihinin en kanlı terör saldırıları bile  koalisyonu bozmaya yetmedi. Gelin görün ki bu masal iklimi olağan genel seçimlere beş ay kala sona erdi ve 2018 yılının Aralık ayında hükümet düştü.

Görev süresi boyunca Belçika’nın ve dünyanın bütün sermayedarlarının haklı övgülerine mazhar olan bu sağcı ve emek düşmanı koalisyonun dağılma sebebi ise göç ve göçmenler konusuydu. Oysa 18 Mart 2016’da Türkiye ile AB arasında varılan Göç Mutabakatı sayesinde ülkeye -teknik ve soğuk terimle söyleyelim- “düzensiz göçmen” gelişleri yıllık bazda birkaç bine düşmüştü ve bunun artacağına dair bir işaret de yoktu.

Göç konusu bütün Avrupa’yı meşgul ettiği 2014-2016 döneminde  meselenin Belçika’ya yansıması özelikle Britanya’ya geçmek isteyen birkaç bin “düzensiz göçmen”in Brüksel’in parklarında geçici sürelerle gecelemesi koalisyonun büyük Flaman ortağı aşırı sağcı N-VA’yı rahatsız etti. N-VA mensubu İçişleri Bakanı bu parklara polis gönderip göçmenlere verilen yardım malzemelerini topladı, imha etti. N-VA’nın emrindeki federal polis  direnen gönüllü ve göçmenlere de tekme tokat girişti.  Koalisyonun sağcı diğer partileri “biz de göçmen istemiyoruz ama bu kadarı ayıp oluyor, çirkin görünüyor” kabilinden tepki gösterdiler.

Başbakan Michel tam bu ortamda BM tarafından Fas’ın Marakeş kentinde düzenlenen göç konulu toplantıya katılacağını ve imzacı ülkeler bakımından hiçbir bağlayıcılığı olmayan “BM Marakeş Paktı”na imza koyacağını açıklayınca N-VA koalisyondan çekildi. N-VA’nın bu kararının ardında o ana kadar hegemon parti konumunda olduğu Flaman bölgesinde kendisinin de sağında faşist ve göçmen karşıtı bir partinin güçlenmesi yatıyordu. Bu arada Michel Hükümeti yeni seçimlere kadar işbaşına kaldı ve göçmen sayısında bir patlama filan da yaşanmadı. Beş ay sonra yapılan seçimlerde ise N-VA’nın göçmen düşmanlığına dayanan bu manevrasının sonucu aşırı sağcı Vlaams Belang’ın ülkenin kuzeyinde ve federal düzeyde daha da güçlü hale gelmesi oldu.
 
Bunları anlatırken şunu eklemek de her ülkede olduğu gibi Belçika’da da  sayıları hiç de az olmayan güzel insanlara borcumdur: Sermayenin partileri üç bin göçmen üzerinden  bir sonraki seçimlerin hesabını yaparken özellikle Brüksel’deki Belçikalı emekçi aileleri o göçmenlere yardım eli uzatmak için örgütlendiler. Polisin yakıp yıktığı, el koyduğu her eşyanın yerine yenisini koydular. Hani şimdi bilmiş teyzeler-amcalar  “çok istiyorsanız evinize alın” diyorlar ya,  Michel Hükümeti’nin maaşlarına, emekli aylıklarına göz diktiği Belçika emekçileri Suriyeli, Afgan veya Somalili o göçmenleri gerçekten evlerinde konuk ettiler. Hiçbiri de uykusunda boğazlanmadı, soyulmadı. O emekçiler, insanlıklarını ve insanlığa umutlarımızı büyüttüler.

Şimdi “Türkiye ve dünya Afganistan’la yatıp kalkarken, sınırlarımızdan içeri binlerce göçmen içerideki milyonlara eklenirken bunları uzun uzun anlatmanın anlamı neydi?” diye soracak olanlar için masal gibi okuduğunuz bu öyküden çıkardığım bir-iki dersi özetleyeyim:

Elbette ülke sınırlarının güvenliğinin sağlanmasını, sokaklarda güven içinde yaşayabilmeyi  talep etmek hakkımızdır. Bunu yaparken sebep-sonuç ilişkisini kuramazsak, bugün yaşanan manzaranın failini doğru teşhis edemez, insanlık onurunu koruyacak bir düzen için örgütlenmez, önünde sonunda bizi de vuracak ayrımcılığa ve ırkçılığa alan açarsak bir gün biz de o şimdi aşağıladığımız göçmenler gibi denkleri sırtımıza vurur yollara düşeriz.

Bir son söz de düzen muhalefetine; Göç meselesi ülkenin başına gelmiş bu rejim görünümlü afetten kurtulmak için uygun bir araçmış gibi görünebilir. Ancak bu kafayla giderseniz kurtulmak istediğinizden daha da beter bir pisliğin içine düşebilirsiniz.

Göçmen karşıtlığı üzerinden siyaset yapmak her adımda sizi insanlıktan uzaklaştıran bir “Amok” koşusudur. Varacağınız yerde bulacağınız şey “namus” filan değil, barbarlığın ve faşizmin kör karanlığıdır.

Engin Solakoğlu / SOL