28 Ağustos 2021 Cumartesi

Afganistan havalimanı: Bu neyin takıntısı? - ERK ACARER / BİRGÜN

 

“Artık bütün yetkili organlar ve kurumlar 

olarak, gerçeği kabul etmeli ve söylemeliyiz. 

Çok vahim bir durum var ortada… Açıkça 

anlaşılmıştır ki, ciddi bir şekilde rahatsızdır ve 

görevini yapamayacak durumdadır…” 

Bu sözlerin sahibi AKP’li Cumhurbaşkanı 

Recep Tayyip Erdoğan’dı.Mayıs 2002’de, AKP 

Genel Başkanı olarak yaptığı grup 

toplantısında, bu ifadeleri dönemin Başbakanı 

Bülent Ecevit için kullanmıştı. 

Tarih bir kez daha, ‘üstelik ironik şekilde’ Erdoğan üzerinden tekerrür mü ediyor?

ERDOĞAN’IN SAĞLIK DURUMU

Genel sağlık durumu konusunda ileri sürülenler ve konuşmasına, oturuşuna, yürüyüşüne yansıyanlar mümkün olduğunu gösteriyor. Yandaş basında da korku temeli üzerinden mırıldanmalar var. ‘Erdoğan sonrası Türkiye’ Ankara kulislerinin de en çok konuştuğu konuları arasında.

ONSUZ PARTİ OLMAZ!

Erdoğan’dan azade siyaset, AKP’yi de tarihe gömecektir. Partide bir tutkal olan Erdoğan’ın siyaset sahnesinden olası çekilişi, ortada AKP diye bir siyasi yapı bırakmaz. Zaten parti içindeki klikler, çataklar ve sızan bilgiler yekpare bir çöküşün göstergesi.

“EN ÇOK BİLGİ AKP’DEN SIZIYOR”

Sedat Peker cephesinden aktarılanlar, emniyet ya da yargı bir yana kendisine, en çok AKP içinden bilgi geldiği yönünde. AKP’deki klikler ve çataklar bir yana, ‘Peker’in video çekmeye başladığı tarihten itibaren’, partili önemli oyuncuların etkisi de kalmadı.

HEPSİ SİTESİ MEVTA

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun ne bürokraside ne siyasette ne de halk tabanında karşılığı var. Deyim yerindeyse politik bir mevta! Berat Albayrak ile ilgili, ‘kendi siyasi kariyerini bile idamede zorlanan Erdoğan’ın’ kafasında bazı tasarruf ya da tasavvurlar olsa bile artık esamesi okunmayacak bir isim de o!

BİNALİ YILDIRIM EVDEN ÇIKMIYOR

Kendisini fesheden dünyanın ilk Başbakanı Binali Yıldırım gibi sözde ılımlı, eski akiller ise siyaset sahnesinden tamamen çekilmiş durumda. Oğlu Erkam Yıldırım’ın, Venezuella’ya ‘pazar filesi ile’ Covid-19 kiti taşıma macerası hüsranla sonuçlanmıştı. Edindiğimiz bilgilere göre Binali Yıldırım bunalımda, evden dışarı adım atmıyor. Erkam Yıldırım’ın yeni arayışlarına da zinhar izin vermiyor. Baba-oğul çay demliyorlar.

SİYASET DE EKONOMİ DE BİTTİ!

Erdoğan ya da bağlı çevresi ekonomik sıkışıklığı sadece günübirlik adımlar ile aşmayı umuyor. Hala ısrar edilse de nefret siyaseti ile işler gitmiyor. Gerçek manada para bitti, gemi batıyor! Müflis esnaf gibi tehlike dolu, kısa vadeli planlar yapılıyor.

BOŞ KASA VE AFGANİSTAN TAKINTISI

‘Gidiş-geliş rotası’ Afganistan’da kaynak arama fikri Türkiye’nin başına yeni belalar açacak gibi. Afgan sığınmacılar Avrupa Birliği ülkelerine karşı yeni koz ve para kapısı olarak düşünüldü. Öte yandan, Kabil Hamit Karzavi Havalimanı konusundaki ısrar bitmedi. Soru açık: Bunun nedeni ’sıcak ama el yakan para’ arayışı mı?

Afganistan’da yıllarca savaş muhabirliği yapan gazeteci Coşkun Aral, Taliban’ı anlatırken, Kabil Havalimanı’nın en önemli özelliğine de şu ifadelerle dikkat çekiyor: “Kabil Havaalanı, daime esas olarak uyuşturucu kaçakçılığı için kullanıldı.”

‘AKP ve Saray’ın içindeki sıkışıklık’ ve ‘daha önceki pratikleri’ göz önüne alındığında, ‘bu takıntı ve uyuşturucu bağı’ komplo teorisi olmaktan öteye gidiyor. Rezza Zarrap, 2016’da, Miami’de banka dolandırıcılığı ve kara para aklamanın yanı sıra ABD’nin İran’a yönelik ambargosunu delmek suçlamaları ile tutuklanmıştı.

ZARRAP VE SBK

İran parası ve İran altını, Halkbank, Sabiha Gökçen üçgeninde geçen konu hâlâ hassas.

Zarrap’a, Sezgin Baran Korkmaz (SBK) eklendi. Kingston kardeşler, enerji şirketleri ile Amerikan devletini dolandırdılar. Ortakları yine enerji işi yapan ABD’li bir Ermeni Levon Termendzhyan’dı. (Lev Arslan) Birlikte ne yaptılar ya da ne yapmadılar?

Kısaca ABD’den 511 milyon dolar teşvik aldılar ama iş yapmadılar! Kara parayı aklamak için tezgâh aranırken Termenmdzhyan, SBK ile tanıştı. ABD’deki ortaklar Türkiye’ye gidip gelmeye, yatırımlar yapmaya başladılar. ABD’de ifşa olan dolandırıcılar tutuklandılar.

Kara paranın, Türkiye’ye Halkbank ve Ziraat Bankası aracılığı ile geldiği ileri sürülüyordu. Avusturya’daki tutukluluk süresi 22 Eylül’e uzatılan SBK’nin bağları devletin en tepe noktası ve bürokrasi çarklarına uzandı. Ama onu da ekarte edip haksız şekilde edindiği serveti ele geçirdiler. Özet şuydu: ABD’ye çökenlerin, kara paralarını aklayana çökülmüştü!

Bu skandalların Türkiye’yi, AKP ve Saray rejimi aracılığı ile pazarlığa, riske, tavize açık bir hale getirdiği biliniyor. Havalimanı takıntısı, ‘Saray, daralan çemberini, günübirlik usulsüz politikalar ile bir kez daha kırma çabasında mı?’ sorusunu akla getiriyor. Ekonomik çıkış noktası böyle mi aranıyor?

Elbette Afganistan konusunda olası karanlık bir eğilimin, ABD savunma istihbaratı Defense Intelligence Agency (DIA) tarafından fark edilmemesi, kodlanıp dosyalanmaması mümkün değil.

NARKO-DEVLET LEKESİ

Erdoğan ne diyordu: “Artık açıkça anlaşılmıştır ki, ciddi bir şekilde rahatsızdır ve görevini yapamayacak durumdadır…” Haklıydı. Türkiye sürdürülebilir olmayan bir yolda. Keşke bu sıkıcı yolculuğun, bir sonraki kuşaklara devredecek başka şaibeler, narko-devlet lekesi ve ülkeyi pazarlıklara açık hale sokan yeni riskler ortaya çıkmadan bitmesi mümkün olsa.

Erk Acarer / BİRGÜN

Afganistan’da IŞİD niye saldırdı? - Erhan Nalçacı / SOL

 ABD yönlendirdiği IŞİD ile bensiz bir istikrar olmaz diyor. Arkasının geleceğini ilan ettikleri terör saldırıları ile kendi siyasi ağırlığını ve payını dayatıyor.

ABD’nin ve NATO’nun yarattığı toplumsal felaket Kabil Havaalanında cisimleşti. Taliban yönetimi 31 Ağustos’u tahliyeler için son tarih olarak ilan etmişti, sonra havaalanı Taliban’a devredilecekti.

Öncesinde Biden IŞİD’in havaalanına saldırabileceğini duyurdu, hemen sonra intihar saldırısı gerçekleşti. IŞİD tarafından üstlenilen saldırıda 13’ü ABD askeri olmak üzere çoğu tahliye için havaalanı etrafına yığılan Afgan halkından 170 kişi yaşamını yitirdi.

Bu olayı anlamlandırmak çok kolay değil. Üç başlıkta kodları çözmeyi deneyelim.

Birincisi, IŞİD’in ABD’nin kökünü kazımak için mücadele ettiği cihatçı bir terör örgütü olmadığı, aksine uzun süredir ABD tarafından yönlendirildiği ve kullanıldığı çok iyi belgelendi.

Irak işgali sonrası Irak direnişinin bir parçasıyken 2008-2009 yıllarında bir cehennemi andıran ABD ve İngiltere yönetimindeki hapishanelerde itirafçı ve işbirlikçi haline gelen örgüt üyelerinin daha sonra örgüt hiyerarşisi içine yerleştirilerek yönlendirmenin yapıldığına ilişkin kanıtlar bulunuyor. ABD ise zaman zaman askeri müdahalelerle temizlik yaparak hiyerarşiyi daha pürüzsüz hale getiriyor.

Ayrıca Suudi Arabistan ve Katar gibi ABD müttefiklerinin mali desteğinin ABD tarafından sessizce yakından izlendiği de biliniyor. 

Böylece IŞİD Ortadoğu’dan Afrika’ya korkunç ve kör terör eylemleri ile bazen ABD’nin askeri varlığını ve işgallerini meşrulaştıran bazen rakipleri için istikrarsızlık yaratan bir rol oynuyor.

Son birkaç yıldır İranlı ve Rus yetkililer yana yakıla IŞİD militanlarının ABD tarafından Afganistan’a taşındığını duyurmaya çalıştılar. Ayrıca kimliği belirsiz helikopterlerin –ki Afganistan hava sahasında ABD’den izinsiz kimse uçamıyordu- IŞİD’e yardım taşıdığı da bildirildi.

IŞİD Afganistan’da yeterince dindar olmadığı için (!) Taliban’ı beğenmedi ve çatışmalara girdi. Ancak anlaşılan bir cephe savaşından çok giderek artan sıklıkta çoluk çocuk demeden giriştiği bombalı eylemleri tercih etti.

Olayı anlamak için açmamız gereken ikinci kod, ABD sermayesinin kendi askerleri ve halkını feda ettiği durumlar. ABD’nin alçaklıklar ve kalleşlikler tarihinde bu fedalar ABD’nin yapacağı operasyonları meşru ve daha inandırıcı kılmak için kullanılıyor. 1898’de İspanya sömürgelerine iştahı artan ABD Havana açıklarında kendi savaş gemisini bombalayıp İspanya’nın üzerine atmış, yüzlerce ABD denizcisi bu saldırıda yaşamını yitirmişti.

11 Eylül 2001 İkiz Kulelere saldırının ise ne kadar müphem olduğu biliniyor. Doğrudan ABD tarafından yönlendirilmenin dışında en azından saldırıya ABD’nin engel olmadığı düşünülüyor. İlginç olan çok yeni Taliban’ın da bu olayın Bin Ladin’in üzerine yıkıldığını ve bu saldırının Afganistan’dan yönetildiğine ilişkin hiçbir kanıt olmadığını söylemesi oldu.

ABD havaalanı saldırısı sonrası ölen askerleri için yas ilan etti ve olayın peşini bırakmayacaklarını ilan etti. Muhtemelen bunu belli başlı köşe taşlarını tutmak için bahane olarak kullanacaklar.

Üçüncüsü ise istikrar kodu.

Bütün devletler Afganistan’da istikrar istiyorlar. Hemen hepsi Taliban ile görüştü veya görüşme kuyruğundalar. Kimse Taliban gericiliğinin neye mal olacağı veya nasıl bir rejim kurulacağı ile esastan ilgilenmiyor. Ama istikrar istiyorlar.

Örneğin Merkel, “Taliban ile görüşmeliyiz, 20 yıllık Afganistan’daki kazanımlarımızı korumalıyız” diyerek istikrara bir açıklık getirdi.

“İstikrarlı” bir Afganistan’da öncelikle eroin ticaretinin ne olacağını normal diplomatik koşullarda görüşmek istiyorlar. Dünyanın en kârlı işlerinden olan eroin üretimi ve ticaretinin kontrol altında ve şirketlerin, devletlerin komisyonlarının pay edilmesi müzakere edilebilir olmalı.

İkincisi, bütün şirketlerin ağzının sulandığı ama işgal ve savaş nedeniyle şimdiye kadar kimsenin kazanç sağlayamadığı Afganistan yeraltı zenginlikleri meselesi var. Ne ararsanız bu dağlık ülkede bolca bulunuyor. Doğal gaz ve petrol var, bakır var, demir var, uranyum var, birçok değerli nadir element burada. Ayrıca Afganistan Lityumun Suudi Arabistan’ı olarak tanımlanıyor.

Lityum meselesini daha önce ele almıştık, bir şirketin maden yatağını kontrol edip kâr elde etmesi değil mesele. Elektrikli otomobil üretiminin öne çıkması ile lityum dünyanın en stratejik madenlerinden biri haline geldi.

Birçok uluslararası tekelin yanı sıra özellikle Çinli şirketler madenleri işletmek için anlaşmalar yapmışlar, ama güvenlik nedeniyle hemen hiç yol alınmamış. Şimdi “istikrar” olursa yol alınacağı düşünülüyor.

Örneğin, birkaç ay önce Taliban’ın en düzey yöneticileri Çin’de ağırlandılar. Madenlerin işletilmesi de müzakere edildi.

Fotoğraf: Taliban'ın Abdulgani Birader başkanlığında en üst düzey siyasi heyeti geçen aylarda Çin Dışişleri Bakanı Vang Yi tarafından kabul edilmişti.











Bütün kodları açtığımıza göre artık IŞİD saldırısını çözebiliriz.

ABD yönlendirdiği IŞİD ile bensiz bir istikrar olmaz diyor. Arkasının geleceğini ilan ettikleri terör saldırıları ile kendi siyasi ağırlığını ve payını dayatıyor.

Onca bilgiye ve deneyime rağmen insan dünyanın bu kadar kirli ve kötü olduğuna inanamıyor.

Bu pisliğe karşı örgütlenmekten başka çare var mı?

Erhan Nalçacı / SOL


27 Ağustos 2021 Cuma

Türkiye’de fabrika kuran Xiaomi’nin ilk işi sendikalaşan işçileri atmak oldu - Deniz TEZEL / EVRENSEL

 


İstanbul'da kurdukları fabrikada üretime başlayan Xiaomi ve Salcomp'ta ağır çalışma koşullarına karşı sendikalaşmak isteyen işçiler bir bir işten atılıyor.

Çin sermayeli Xiaomi ve iş ortağı Salcomp’un İstanbul Avcılar’da kurduğu fabrikasında ilk günden beri baskı ve sorunlar bitmedi. Talepleri için Türk-İş’e bağlı Türk Metal Sendikasına üye olan işçiler ise işten atıldı.

Açılışında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Sanayi Bakanı Mustafa Varank’ın yıllık 5 milyon adet akıllı telefon üretim kapasitesi ve 2 bin işçiye istihdam ‘müjdesi’ verdiği fabrikada şu anda yaklaşık 800 işçi çalışıyor. İşçi sirkülasyonunun sürdüğü fabrikada sürekli olarak işçi çıkışı ve alımı yapılıyor. Büyük umutlarla işbaşı yapan işçiler çözülmeyen sorunlar karşısında işten çıkmayı tercih ediyor ve yeni iş arayışına başlıyor. Sorunlarını çözmek için yan yana gelen işçiler ise çözümü sendikalı olmakta görüyor.

Salcomp yönetiminin aldığı teşviklerle yetinmediğini, işçileri asgari ücret karşılığında uzun süreler çalıştırmaya devam ettiğini söyleyen işçiler, “Yönetim içeride tespit ettiği sendikal faaliyet yürüten işçileri performans düşüklüğü, emre itaatsizlik gibi gerekçelerle tek tek işten çıkarıyor” dedi.

"ÇALIŞMAK EN BÜYÜK İBADETTİR"

Salcomp fabrikasında çalışan bir işçi işe girdiği günden bu yana sorunların devam ettiğini söyleyerek, “Zorunlu mesai baskısı var. 2 kez gelmediğimizde tutanak tutulacağı ve işten çıkarılacağımız söyleniyor. Ücretlerimizde de düzensizlikler oluyor. Fazla mesai ücretlerini yaklaşık 5 aydır alamayan arkadaşlarımız var” diye konuştu. Fabrika yöneticilerinin kendilerine yönelik davranışlarını anlatan işçi, “Çok kaba ve sert tavırları var, çoğu arkadaşımız bu durumdan rahatsız oluyor. Bir şey söyleyeceği zaman işçiyi yakasından tutup çektikleri bile oluyor” dedi. İlk başlarda cuma namazına gitmek isteyenlerin engellendiğini söyleyen işçi, “Bize ‘Çalışmak en büyük ibadettir’ diyorlardı. Bunun için izin vermiyorlardı ya bankaya gideceğimizi söyleyip ya da başka bir iş için olduğunu söyleyip izin alabiliyorduk” ifadelerini kullandı.

15 KİŞİ ATILDI

Tepki gösterdiklerinde, sorunların çözülmesi için yöneticilere talepte bulunduklarında sürekli olarak ‘Yeni kurulan firmalarda böyle sıkıntılar olur’ denilerek geçiştirildiklerini söyleyen işçiler çözümü ise birleşmek ve sendikalaşmakta görüyor. Sendikalaşma konusunda da engeller yaşadıklarını söyleyen işçiler, “İçeride sendikayı hiç bilmeyen işçiler var ama sendikalaşma talebi giderek daha duyulur hale geliyor. Takım liderleri sendika karşıtı propaganda yapmaya başladı. Yönetim sendikalaşmanın önünü kesmek için sendikal faaliyet yürüten işçileri işten çıkarmaya başladı işçiler işten atmalara da tepki gösteriyor. Sendikalı olmak anayasal hakkımız buna rağmen sendikalaştığımız için işten çıkarıyorlar. Tabii böyle bir çıkarma sebebi olmadığı için de başka gerekçeler uyduruyorlar. Bir de işten çıkarılan arkadaşlarımıza gösterilen tutum da bizi rahatsız ediyor, gurumuzu kırıyor, sanki bir kabahat işlemiş gibi 2 güvenlik koluna giriyor kapıdan dışarı öyle çıkarılıyor. İçerideki diğer arkadaşlara gözdağı vermek için bunu yapıyorlar” diye konuştu.

Şu ana kadar sendika üyesi olduğu için 15’e yakın işçinin işten çıkarıldığını söyleyen işçiler, “Biz yılmayacağız, pes etmeyeceğiz hem içeride yan yana gelmeye örgütlenmeye hem de işten çıkarılan arkadaşlarımızın hakkını aramaya devam edeceğiz. Buradan çıkıp başka yere girmek de çözüm değil bizim çalıştığımız fabrikada koşullarımızı düzeltmemiz gerekir. Bunun içinde birlik olmalı ve mücadelemizi sürdürmeliyiz” dedi.

                                                                    ***

Xiaomi'ye iş kapısı dedik kölelik çıktı / Salcomp'tan bir işçi-EVRENSEL

Salcomp'tan bir işçi yazdı: Xiaomi işletmesi Türkiye’de üretim yapacağını açıklayınca hepimiz sevindik. Bugün görüyoruz ki kuralsızlık, sadece üretim merkezli, düzensiz çalışma sistemi devam ediyor.

Xiaomi işletmesi Türkiye’de üretim yapacağını açıklayınca hepimiz sevindik. Çünkü hem kurumsal bir firma hem de herkes için yeni bir iş imkanı doğdu. 2 bin kişinin istihdam edileceği duyurulan bu fabrikaya binlerce başvuru oldu. Şubat ayında kurulan fabrikada şu anda 800 kadar işçi çalışıyor.

Pandemi döneminde, işsizliğin rekor seviyelere geldiği dönemde Xiaomi şirketinin açtığı Salcomp fabrikasında çalışmak büyük bir fırsat gibi geldi hepimize. Şimdi ise herkes bu işyerinden kaçmaya yer arıyor, neden mi? Salgının pik yaptığı dönemde geceli gündüzlü çalışmaya devam ettik, yüzlerce çalışan kovid oldu, daha ilk aydan maaşlarımız eksik yattı. Nisan ayında maaşlar tekrar eksik yatınca montaj hattı üretimi durdurdu. Çinli yetkililer fabrikaya gelip sözler verdiler ve üretim tekrar başladı. Sözlerin birçoğu tutulmadı, 8 saat çalışma dediler, 11 saat bile çalıştık. Zorunlu mesailer sürdü gitti. Her fırsatta işçiden almaya çalıştılar. Üretim müdürü canı istediğinde çay molasını kaldırdı, kimi zaman çay saatinde çay bile vermediler. Mesela 15 dakikalık çay molasına gitmek için fabrikanın bir ucundan bir ucuna geçip x-ray cihazında sıra bekleyip iş kıyafetlerini çıkarmamız gerekiyor. Mola saatlerinde dinlenme alanımız hâlâ yok, bahçede kaldırıma, ağaç diplerine, merdivenlere oturuyoruz. 1 ay boyunca yemekhane olmadığı için konteynerde yemek yedik. Servis problemleri hiç bitmedi. Fabrika açılalı 6 ay olmasına rağmen hâlâ servis sorunu yaşayan arkadaşlarımız var. Tüm bunların yanında her ay fazla mesailerimiz yattı mı yatmadı mı kaygısı yaşıyoruz. İnsan kaynakları bordro istediğimiz zaman bizleri tersliyor. Kafalarına göre sayım var deyip bir gün iki gün üretimi durdurup bizi telafi çalışmasına zorunlu bırakıyorlar. Fazla mesailerimiz de telafi çalışmaları ile hiç oluyor.

ÇARESİZ MİYİZ?

Fabrikada çalışma şartları böyle olunca da çalışanların bir kısmı yeni iş arayışlarına girdi, işini bulan çıktı gitti. Yeni gittiği işyerinde 8 saat çalışmayı, 1 saat yemek molasını bir lüks olarak gördü.

Kalanlar da koşulların değişeceği, ücretlerin iyileşeceği umudu ile kaldı. Ama bugün görüyoruz ki kuralsızlık, sadece üretim merkezli, düzensiz çalışma sistemi devam ediyor. Bir değişim olacaksa bunu biz çalışan işçiler yapacağız. Hatırlayalım Ramazan Bayramı öncesi iş bıraktığımızda 150 liralık market çeki verdiler. Fabrika önünde atılan işçiler eylem yapacak haberi ile servisler içeri alındı, üretim müdürü iş çıkışı çikolata dağıttı. Ne zaman birlikte hareket etmemizden korktular, hepimizin ağzına bir parmak bal çalıp avutmaya çalıştılar. Neden, çünkü işçilerin birlik olmasından korkuyorlar.

Birlik olursak kazanamayacağımız hak yok, biz daha güçlüyüz maaşlarımızı onlar verse de. Biz üretmezsek onlar kazanamaz. Bant başına geçip kendileri mi telefon üretecekler? Bizi işsizlikle mi korkutacaklar? Asgari ücret her yerde aynı arkadaşlar, bizim kaybedecek bir şeyimiz yok ama kazanacak çok şeyimiz var. Bizim gibi birçok metal fabrikasında sendika var, işçiler yeni işbaşı yaptıklarında asgari ücretin en az 500 lira üzerinde ücretle işe başlıyor. İkramiyeleri, yakacak yardımları, çocuk parası, eğitim destekleri alıyorlar, fabrikalarında kreşler var. Bizde niye olmasın? Salcomp’un bunu verecek gücü yok mu? Var elbette. Günde binlerce telefon üretiyoruz, en ucuz telefon 2 bin lira ama en basiti, onu almaya dahi gücümüz yetmiyor. Bu yüzden insanca yaşayacak bir ücreti ve çalışma koşullarını sağlatabiliriz.

ÇÖZÜM İŞTEN AYRILMAK DEĞİL, BİRLİK OLMAK

Hak verilmez alınır sözü işte tam burada devreye giriyor. Hiçbir patron işçisine böyle bir çalışma ortamı vermek istemez. Kârlarından zarar etmek istemezler. Onlar istiyor ki köle gibi, karın tokluğuna çalışalım, gel dediklerinde gelelim git dediklerinde gidelim. Buna dur demek için önce birliğimizi kurmalıyız. Kendi bölümlerimizde komitelerimizi kurmalı, temsilcilerimizi seçmeli, ortak talepler etrafında birleşmeliyiz. Bir fabrikada işçilerinde sözü olacaksa bunun da yasal olarak tek dayanağı sendikadır. Toplu sözleşme ile ücretlerimizi, sosyal haklarımızı çalışma zamanlarımızı belirleyebilir, en önemlisi iş güvencemizi kazanabiliriz. Patronun iki dudağı arasında olan işten atılma kaygımıza son verebilir, geleceğe güvenle bakabiliriz. Sendikalar işçilerin birliğinin ete kemiğe bürünmüş halidir, hiçbir sendika gelip bizi kurtarmayacak bunu bilmeliyiz. Biz fabrikada birlik olmadığımız sürece sendikaların yapacağı bir şey yoktur. Yüzlerce Salcomp işçisi e-devlet üstünden üyeliklere başladı. Salcomp fabrikasının işçilerin sendikalaşma sürecine müdahale etmemesini istiyoruz. Bugüne kadar onlarca işçiyi sendikalaştıkları için işten çıkardınız, buna artık bir son verin. Sendika anayasal hakkımızdır.

Sendikalaşma sürecinde işçilerin söz hakkının olduğu, kapalı kapılar ardında pazarlıkların yapılmadığı, temsilcilerin bizlerin içinden, işçiler tarafından seçileceği demokratik, şeffaf bir sendikal anlayışı tartışmalı ve bunun için mücadele etmeliyiz. Bunun için nasıl bir sendika tartışmasını daha derinden yürütmeliyiz.

Bizi ek ücret adı altında verilen parayla susturup, bu tür şeylerle bölmek isteyen işverenin oyununa gelmeyelim. Bugün verdiklerini yarın alacaklardır. Daha iyi bir ücret ve işçilerinin de sözünün dinlendiği bir çalışma ortamı için birleşelim.

EVRENSEL



Lombroso’lu fantezi - Mesut Odman / SOL

Sokakta yürürken ya da televizyon ekranında, şurda burda gördüğüm insanlar arasında asıl 'kriminal tip' denebilecek suratlarla karşılaşıyorum. 'İşte' diyorum, 'bu bir ihale soyguncusu olabilir'... 

İyice tanıyıp anlamadığın birinden, onun yazıp çizdiklerinden yapıp ettiklerinden söz etmek kolay değil. Sadece zor olmakla kalsa iyi; riskli de üstelik. İşin özünü kaçırmak var, yanlış noktalara odaklanmak var, hatta sözü edilen kişiye murat etmediklerini söylettirmek var…

Ama bu yanılgılardan bazılarına ya da tümüne düşsek bile, ister dostça ister hasımca olsun düzeltenler çıkar elbet. Ayrıca, asıl amaç bu İtalyanı övmek, eleştirmek, tanıtmak falan değil, sadece ona bazı göndermelerde bulunarak birtakım değinmelere yer vermek olduğuna göre, fazlaca kaygılanmaya gerek yok.

İtalyanın adı Cesare Lombroso; 1835-1909 yılları arasında yaşamış. Kendisine ün kazandıran asıl işinden önce çeşitli konulara merak sarmış, birçok dil öğrenmiş, dilbilim eğitimi görmüş, ardından az önce kendisine ün kazandıran dediğim tıp mesleğine sardırmış. Sahada çalışmış, o arada askeri doktorluk yapmış. Üniversitelerde uzun süre görev almış, psikiyatri profesörü olmuş, aynı alanda akademik yöneticilik üstlenmiş. Dilimizde suçbilimi sözcüğü ile karşılanabilecek kriminolojinin kurucularından sayılıyor.

Tamam da, şimdi, durup dururken, nereden çıktı bu Lombroso?

Aslında, kendi açımdan, pek de öyle “durup dururken” sayılmaz. Bir ara, epey eski yıllarda, bu İtalyanın az çok herkesin ilgisini çekebilecek öğretilerinden etkilenmiş bir arkadaşım vardı. Mesleğine çok uzak da olsa, takmış bir kez, ne denebilir!


Biraz da onun kışkırtmasıyla, günlük hayatımızda doğrudan ya da dolaylı olarak karşılaştığımız tipleri sınıflandırırdık; “kriminal tip”e uygun ya da değil diye. Buradaki kriminal tip terimini suç işlemeye eğilimli tip olarak açıklamak çok yanlış olmaz. Bunları yaparken de, ulaşabildiğimiz kadarıyla, Lombroso’nun söylediklerinden yararlanırdık. 

Neydi? İnsanların kafa yapılarına ve yüz çizgilerine bakılarak onların suça, üstelik hangi suçlara eğilimli olduklarını kestirmek mümkün olabilirdi. Böyle deniyordu. Kuşkusuz bundan ibaret değildi, daha doğrusu, bu kadarı bir sonuçtu. Bu kadarına bakılarak o İtalyanın faşistliğine, kafatasçılığına falan hükmedilmemeli. Bunu yapanlar olmamış mı, olmuş. Ama, yanlış hatırlamıyorsam 1930’lu yıllarda, Sovyetler Birliği’ndeki bilim çevrelerinde onun düşüncelerinin ciddiye alınarak incelendiği de biliniyor. Bilinen, kabul edilen bir başka nokta ise şu: Onun öğretileri zamanında ağır eleştirilerle ve reddedişlerle karşılanmış olsa da, cezaevlerindeki insanların koşullarının iyileştirilmesi yönünde etkili olmuş. Neden denilirse, öğretileri bunun çok ötesine gitmekle birlikte, suçluluğun insanın evriminde bir tür geriye dönüş olduğunu ve büyük ölçüde kalıtımsal etkenlerle bağlantılı olarak açıklanabileceğini ileri sürmüş; aldığı eleştirlerden etkilenerek son yıllarında bu açıklanabilirliği yüzde 40 oranına kadar düşürmüş. Onun Darwin’in öğretilerinden etkilendiği de aşağı yukarı genel kabul gören iddialar arasında.

Lombroso Avrupa’nın değişik yerlerindeki cezaevlerinde 25 bin kişi ile ilgili araştırmalar yapmış. Onların özellikle yüzlerine ilişkin çeşitli ölçümlere başvurmuş, sonunda belli suçları işleyenlerde ortaklık gösteren özellikleri saptamış. Hayatta iken incelediği kafataslarının, o arada ölümünden sonra kendi başının da içinde bulunduğu bir müze kurmuş. Kriminal Antropoloji Müzesi adındaki bu kurum hâlâ Torino kentinde ziyaretçilere açık. 

Yaptığı deneysel araştırmalar arasında şu da bulunuyor, benim dikkatimi çekenlerden biridir: Onun “iyilik ve kötülük dünyasında uzman olmayan” biçiminde sınıflandırdığı genç kadınlara suçlu ve suçsuz insanlar gösterilmiş. Deneyi hazırlayanların deyişiyle “iyilik ve kötülük dünyasına ilişkin hiçbir bilgileri ve yaşantıları olmayan” bu genç kadınlar, suçsuz olanları, sadece yüz özelliklerine göre büyük ölçüde doğru olarak ayırt edebilmişler. Bu birçok uzmanı şaşkına çeviren bir sonuç olmuş.

                                                                               ***

Yukarıda sözünü ettiğim arkadaşla geçirdiğimiz eski günlere dönecek olursam, bir tür eğlenceli oyun gibiydi, birlikteyken karşılaştığımız insanlardan uygun düşenleri “işte, tam bir kriminal tip” diye sınıflandırırdık. Bunu yaparken üstad Cesare’yi mezarında döndürdüğümüz de çok olmuştur kuşkusuz.

En başta “fantezi” demiştik, düşünüyorum da, belirli tipleri yüzlerine bakmakla basbayağı doğruya yakın olarak ayrıştırabileceğimiz bir zamanda yaşıyoruz sanki. Bunu Lombroso’nun suçlu kategorisine girip girmedikleri açısından söylüyor değilim. Onun suçlu derken anlattığı hırsızlar, tecavüzcüler, katiller ve benzeri kategorilerdi asıl olarak. Şimdiyse, sokakta yürürken ya da televizyon ekranında, şurda burda gördüğüm insanlar arasında asıl “kriminal tip” denebilecek suratlarla karşılaşıyorum. “İşte” diyorum, “bu bir ihale soyguncusu olabilir”; ya da “Bu herif önüne gelene rüşvet dağıtmıyorsa başka kim dağıtabilir?” ya da “Şu hiddetten kasılıp kalmış yüz çizgileri ancak bir kırımın sonunda doyuma ulaşıp gevşeyebilir!” yahut “Her türlü taciz tecavüz bu surattan değilse hangisinden beklenebilir?”

Bunları yazarken birkaç yıl önceki bir yazım aklıma geliyor. Gülmekten, daha da ileri giderek, buna ilişkin bir kuram taslağından söz ediyor ve her gün karşılaştığımız gülen suratların nereden kaynaklandığı, ne anlam taşıyabileceği üzerinde duruyordum. Bir yerde şunu demişim:

Gülünç, hemen, olabildiğince kısa sürede düzeltilmeyi, iyileştirilmeyi bekleyen bireysel ya da ortaklaşa bir kusuru ortaya koyar, gösterir. Gülme ise bu düzeltme ya da iyileştirmenin tam da kendisidir bir bakıma. Başka bir anlatımla, gülme, insanlar ve olaylardaki özel bir dalgınlığı, atlamayı, gözden kaçırmayı öne çıkartan ve cezalandıran bir toplumsal jesttir. Dolayısıyla, düzeltilmesi, iyileştirilmesi gereken eksiklik ve yetersizliklere yol açanlar, onlarla ilgili birinci derece sorumluluk taşıyanlar açısından, ne başkalarının gülmesi kolay kolay hoşgörülebilir bir davranıştır, ne de bu tür insanların kendileri gülmeyi başarabilirler. Böyleleri, şu ya da bu nedenle, çoğu kez de ister istemez ve insancıl görünmek için gülmeye kalktıklarında, (…) hiç inandırıcı olmayan, tuhaf, zoraki gülüşler ortaya çıkar.”

Şu son cümlede dile getirilen tiplerden sayılabilecek ikisi, iki müttefik, biri çok daha iltimaslı olmak üzere, sık sık karşımıza çıkarılıyorlar. Güldüklerini pek az görmekle birlikte, her defasında “Bunlar hayatlarının her çağında, her anında hep böyle mi gülmüşlerdir acaba?” diye tuhaf bir meraka kapıldığımı itiraf etmek durumundayım.

                                                                        ***

Kırk beş yıl kadar önce yazdığım ve yazılışından epey sonra, 1995’te, Sessiz Yürüyüş adlı kitapta yayımlanmış bir şiirde, bu yüz çizgilerinde suç davranışının izlerini yakalama çabasını çağrıştırmakla birlikte, daha farklı bir bakış açısı vardı. İnsanların yüz yapısının ya da yüz çizgilerinin onların kişiliklerini, eğilimlerini, tercihlerini ele verdiği için, onlar tarafından gizlendiği, en azından, gizlenmeye çalışıldığı varsayımını barındırıyordu. O izlenimi yaratan bir kişiyle geçirilmiş uzun saatlerden sonra yazılmıştı. Çok kullanılan ve bana pek anlamlı görünmeyen deyişle “esin kaynağı” öyle bir insandı.

Şimdi baktığımda, çok da güzel sayılmaz ama idare eder, sözlerini aklıma getiriyor. Bu değerlendirme, galiba, üzerinde yeterince çalışılmamış olmasından kaynaklanıyor. Her şiir, her yazı, biraz daha genelleştirilebilir, her ürün için geçerlidir; bitti demeden önce kırk kez gözden geçirmekte yarar vardır.

Neyse, yine de, “Bir işgünü sonrası” başlığını taşıyan o şiirin büyük bir bölümünü aktaracağım. Umarım, bu köşeyi kimsenin umurunda olmayan kişisel ilgilerim için kullandığım düşünülmez. 

(…)
diyelim, otelinde iki çift lâf ettiğimiz 
şu sosyal ekonomi profesörü
bir parça büyükbabamı andırıyor ilk bakışta
gençlerle futboldan konuşuyor
çocuğumu özleyeceğimi anlatıyor bana
antep fıstığı ve mandalina ikram ediyor
yeni dilden hoşlanmadığına getiriyor sözü
kısacası, oturulur konuşulur bir adam sanki
hatta kimilerine sevimli bile gelebilir
ama tiksinti veriyor bana
ya kalk boğazına sarıl
     ya çek git buralardan, diyorum kendi kendime
en insani yanlarını satarak yaşamış çünkü
(…)
demek, yetmiyor öteki insanlara benzemek
ötekiler gibi yemek içmek
onlar gibi oturup kalkmak
hayatın en büyük seçmesini
hayatı kıranlardan yana yapmışsa adam
hiçbir insanca kılıf
örtemiyor yüzünün karanlığını

Mesut Odman / SOL

26 Ağustos 2021 Perşembe

Sedat Peker ve Mehmet Cengiz akraba çıktı - Barış Pehlivan / CUMHURİYET

 

Bir değil, iki değil, üç değil... 

Farklı farklı kaynaklardan hep aynı iddiayı duydum. 

Diyorlardı ki: “Mehmet Cengiz, hükümet ile Sedat Peker arasında arabulucu olarak görev yapıyor. Hatta ve hatta Cengiz, videoları sonrası Peker ile görüşmeye Birleşik Arap Emirlikleri’ne gitti!” 

Önce dikkate almadım ama birden fazla yerden kulağıma fısıldanınca “acaba” dedim. 

Bizzat iddianın muhataplarına ulaşmak istedim. Önce Cengiz Holding’in sahibi Mehmet Cengiz’e sordum: 

Videolarından dolayı sizin ya da görevlendirdiğiniz birinin hükümet adına Sedat Peker ile görüştüğü iddiası doğru mu?” 

Mehmet Cengiz’den şu yanıtı aldım: 

Sedat Peker ile uzun yıllardır herhangi bir görüşmem olmadığı gibi yayımladığı videolarla ilgili doğrudan ya da dolaylı bir irtibatım ve talebim de olmamıştır.

İşadamı Cengiz’in yanıtı böyleydi. Peki, ya Sedat Peker ne diyordu? 

Peker cephesi ise aynı soruma şöyle karşılık verdi: 

Mehmet Cengiz bu konuyla ilgili bizim yanımıza gelmedi. Bizden ricacı olmadı. Fakat ona yakın diğer akrabalarımız / arkadaşlarımız ‘Peker’in bu yaptıkları ülkeye zarar veriyor, n’olur durdursun’ diye ricada bulundular. Peker de onlara hakaret etti. Bu konuyu da Rizeliler, akrabalarımız ve bize yakın herkes bilir.” 

Evet... 

Bana gelen iddia ve iddianın taraflarının açıklamaları böyle. 

Pek bilinmeyen çarpıcı bir bilgiyle bu bölümü kapatayım. Öğrendim ki Sedat Peker ile Mehmet Cengiz meğer akrabaymış. 

Şöyle ki: Hem Peker hem de Cengiz, Rize’nin Kalkandere ilçesindeki Yamakoğlu sülalesindendi. İki isim de dede tarafından akrabaydı. Kanun çıkınca, bir aile Peker diğer aile ise Cengiz soyadını almıştı. 

Yakın tarihin önemli aktörlerine dair ilginç bir anekdot olarak not düşelim.                                                                                                   ***

MEZARDAN ÇIKARIP TUTUKLARLAR

FETÖ fikri iktidarda, diyoruz... 

O yaştaki generaller bu nedenle hapse atılır mı, diye soruyoruz... 

Sırf intikam uğruna içeride hayatlarını kaybedebilirler, kaygısı yaşıyoruz.

Haksız mıyız? 

Bakın... 

Fethullahçı savcı Mustafa Bilgili’nin yazdığı 28 Şubat iddianamesinin son sayfasında “dava açılmasına yer olmayan” isimler listesi var. Onlardan biri de Mehmet Haşimoğlu... 

Kimdi, hatırlar mısınız? Dahası, neden sanık listesinde değildi, biliyor musunuz? 

Haşimoğlu, topçu albaydı. FETÖ’nün TSK’deki yapılanmasına dair raporlar hazırlayan bir isimdi. İşte bunun maalesef bir bedeli vardı. 28 Şubat soruşturması kapsamında Nisan 2012’de tutuklandı. İçeri girdiğinde hiçbir rahatsızlığı yoktu. Ancak hapiste sağlığı bozuldu. Önce “safrakesesinde taş olduğu” gerekçesiyle GATA’da ameliyat edildi. Lakin, daha toparlanmadan yeniden hapse gönderildi. Haliyle, içeride yine rahatsızlandı ama bu kez dinleyen yoktu. Haftalarca acı çektirildi. 

Sonra mı? GATA’da yeniden ameliyat olurken doktor “yanlışlıkla” pankreasını deldi. 

O sırada görüştüğü eşi Makbule Haşimoğlu’na şöyle diyecekti: 

Bunlar beni buradan sağ çıkarmayacaklar, hakkını helal et!” 

Dediği oldu. Hastanede verdiği yaşam savaşına yenilmek üzereydi. 

Öleceğini anlayanlar ancak o zaman Haşimoğlu için tahliye kararı verdi. Ve işte o karardan üç gün sonra da 52 yaşında toprağa gömüldü. Geride eşi ve iki çocuğu kaldı. 

Demem o ki... Fethullahçı savcının “davaya gerek yok” diyerek geçiştirdiği Haşimoğlu bir 28 Şubat kumpası şehidiydi. 

Peki, ya bugün? 

Dokuz yıl önce sapasağlam cezaevine uğurladığı eşini birkaç ay içinde mezara koyan Makbule Haşimoğlu’nu aradım. Bugün hayati tehlikesi olan askerlerin aynı dava kapsamında hapse atılmasını nasıl karşıladığını sordum. 

Canı yanıyordu. Şunlar döküldü ağzından: 

Değerli komutanların hapse atılmasına çok üzüldüm. Öyle bir kinleri var ki ellerinden gelse, insanları mezardan çıkarıp tekrar tutuklarlar.

NE OLMUŞ SAHTEYSE! 

 Dilimizde tüy bitmesin, hep söyleyelim: 28 Şubat davasını kurgulayanlar Fethullahçı, ana deliller de sahte. 

Unutuluyor; Yargıtay sanıklar hakkındaki cezayı onarken çarpıcı bir uzun cümleye imza attı: 

Somut dava yönünden, soruşturma ve kovuşturma safahatında görev almış bir kısım şahısların özellikle dijital delillerle ilgili olarak tespit edilmişse sorumluluklarının gereğine tevessül edilmesi ne denli hukukun gereği ise bu durumun sanıkların sorumluluklarını perdelemesine izin vermemek de aynı gerekliliğin sonucudur.” 

Bu ne demek, farkındayız değil mi? 

Yargıtay demek istiyor ki:

Bu davada görev alan savcılar ve hâkimler terör örgütü üyesiymiş, kullandıkları delil de sahteymiş, lakin ne önemi var!” 

İnsan aktarırken utanıyor.                                                                           

                                                                       ***

SELVİ SANSÜRLENDİ Mİ?

Okumuşsunuzdur... Fatih Altaylı  Habertürk’teki köşesinde Hürriyet yazarı Abdulkadir Selvi’yi hedef aldı. 

Selvi’nin boyundan büyük bir yalakalık potansiyeline sahip olduğunu iddia etti. 

Peki, Altaylı’nın bu ağır yazısına Selvi yanıt verdi mi? 

Acaba Hürriyet’teki köşesi için yazdı da gazete basılmadan sansürlendi mi? 

Acaba sansürlendi de Selvi apar topar yeni bir yazı mı kaleme almak zorunda kaldı? 

Merak işte!

Barış Pehlivan / CUMHURİYET





25 Ağustos 2021 Çarşamba

NATO silahları Taliban’ın elinde: İslamcılar nasıl dünyanın en iyi silahlı terörist grubu olabildi? - EVRENSEL

 


İktidarın ele geçirilmesi neredeyse sorunsuz oluverince, Taliban, ağustos ayında sadece birkaç gün içinde ABD Ordusu ve müttefiklerinin devasa ölçekte silahını eline geçirdi. 

Jürgen GRASSLIN

Daha kötüsü olamazdı: Afganistan’da iktidarın ele geçirilmesiyle birlikte, Taliban’ın İslamcı terörist grubu, en modern NATO silahlarından oluşan devasa bir cephaneliğe sahip oldu. 

Artık bunları ülkede özellikle farklı düşünenleri ve farklı inançlara sahip olanları bastırmak ve kendi yönetimlerini güvence altına almak için kullanabilecekler.

NATO’nun bakış açısından, bu tamamen istenmeyen bedava ve sorunsuz silah anlaşmasının şimdikinden daha kolay olması imkansızdı. İktidarın ele geçirilmesi neredeyse sorunsuz oluverince, “Afganistan İslami Taliban Hareketi” veya kısaca Taliban, ağustos ayında sadece birkaç gün içinde ABD Ordusu ve müttefiklerinin devasa ölçekte silahını eline geçirdi. 

Bunlara büyük ve küçük silahlar, uçaklar ve tüfekler gibi, arazi tipi askeri araçlar ve büyük miktarlarda mühimmat dahildir. Afgan hükümet birlikleri çoğunlukla savaşmadan mevzilerinden çekildiğinden Taliban’ın şimdi tam anlamıyla yüksek teknolojili silahlardan oluşan, sapasağlam korkunç bir cephaneliği var. Bunu ABD Başkanı Joe Biden’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan açıkça itiraf etmek zorunda kaldı.

Medyada da olay şu şekilde duyuruldu: Alman Zeit Online “Kesinlikle, “bir sürü” ABD silahı “Taliban’ın eline geçti” derken ABD televizyon kanalı CNN, “Taliban yeni Amerikan cephaneliğini kutluyor” dedi. ABD’nin son 20 yılda Afgan ordusuna sağladığı savaş malzemelerinin listesi uzun. CNN, modern mayına dayanıklı araçları (MRAP’ler), Humvee tipi askeri arazi araçlarını, Black Hawk helikopterlerini, 20 Tucano savaş uçağını ve çok daha fazlasını dillendiriyor. 

Yalnızca 2013 ve 2016 yılları arasında ABD Ordusu, müttefik Afgan silahlı kuvvetlerine 80 binden fazla araç ve M16, M4 tüfekleri gibi 600 binden fazla hafif silah teslim etti. (CNN 08/21/2021) Ayrıca Wall Street Journal, şu anda Taliban’ın elinde olan M24 keskin nişancı tüfeklerinden bahsediyor. (Wall Street Journal 8/20/2021)

Silah uzmanları Karl-W. Koch, Andreas Müller ve Wolfgang Wettach, “Bağımsız Yeşil Sol” için yaptıkları bir analizde, Taliban’ın “en modern batı silahlarıyla donatılmış bir orduyu aniden ele geçirebileceğini” ve hâlâ Sovyet işgali döneminden eski silahlara sahip olduğunu listeliyor. Bunlar arasında “M1117 tipi 600’den fazla zırhlı personel taşıyıcı ve yaklaşık 8 bin 500 Humvee (askeri arazi araçları), MaxxPro tipi 150’den fazla korumalı yüksek teknolojili araç, 100 bin Afgan polisinin Toyota Hilux yükseltilmiş arazi aracı yer alıyor. Hilux ve Ford Ranger tipi, bin zırhlı personel taşıyıcı, Sovyet stoklarından tank ve zırhlı araçlar, MD 500 Defender tipi 68 hafif saldırı helikopteri, A-29 tipi 19 Brezilya kara saldırı uçağı ve 16 civarında efsanevi Blackhawk nakliye helikopteri, C-130 Hercules serisinden dört ağır nakliye uçağı, 100’den fazla Rus ve Sovyet nakliye uçağı, saldırı helikopterleri (Mi-17 ve Mi-24) ve ayrıca ScanEagle’ın çeşitli yüksek teknoloji örnekleri de dahil olmak üzere Afgan drone filosu var.

“2002’nin başından bugüne kadar Orta Asya ülkesine 418,8 milyon avroluk silah ihracatı onaylandığı için” bundan böyle Taliban Alman askeri teçhizatını da kullanabilir. Zeit-online, son ihracat izinlerinin 2021’de verildiğini bildirdi (22 Ağustos 2021’den itibaren).

Sonuçta NATO, 2001’deki terör saldırılarından sonra Afganistan’da Taliban’a karşı verilen “terörle mücadele savaşını” tamamen kaybetmekle kalmadı Taliban birkaç gün içinde dünyanın en donanımlı terörist birliği olma yolunda ilerledi ve bundan böyle askeri gücünü genişletip ülke içinde baskısını sertleştirebilir.

*Jürgen Grässlin, Alman Savaş Karşıtları DFGVK örgütü yöneticilerinden ve “Global Net-Stop The Arms Trade” hareketi kurucusu.
Çeviren: Semra Çelik

EVRENSEL

Kızılay’da ‘Huzur hakkı’ saltanatı - Başak Kaya / SÖZCÜ

 Kızılay Başkanı Kerem Kınık ve 6 Kızılay yöneticisine son 2 yılda “huzur hakkı” adı altında 2.5 milyon lira ödendiği ortaya çıktı.

Kızılay Başkanı Kerem Kınık ve 6 Kızılay yöneticisine son 2 yılda “huzur hakkı” adı altında 2.5 milyon lira ödendiği ortaya çıktı. CHP Ankara Milletvekili Tekin Bingöl, “huzur hakkı” belgelerini açıkladı. Kınık ve 6 yöneticinin her ay 9 şirketten “huzur hakkı” adıyla 3'er asgari ücret aldıklarına dikkat çeken Bingöl, “Geçen yıl bu şirketlerden 1 milyon 717 bin 662 TL, bu yılın ilk 6 ayında da 844 bin 633 TL huzur hakkı verildi” dedi. Kızılay'ın 9 şirketi olduğunu, şirketlerin yönetim kurulu üyelerinin her ay “huzur hakkı” aldıklarını belirten Bingöl, şunları söyledi:


HALKI YANILTIYORLAR

“Kızılay'dan ‘maaş almıyorum' diyerek halkı yanıltıyorlar. Ortada maaş yok ama şirketlerden ‘huzur hakkı' altında alınan milyonlar var. Kızılay bünyesinde 9 farklı şirket var. Bunların ilki 30 Kasım 2018'de 100 milyon TL sermaye ile kurulan Kızılay Yatırım Holding A.Ş. Bu şirket aynı zamanda diğer şirketleri şemsiyesi altında tutuyor. İkinci şirket Ocak 2019'da 50 milyon TL sermaye ile kurulan Kızılay İçecek. Ardından 2019'da sırasıyla 10 Mayıs'ta Kızılay Gayrimenkul ve Girişim Sermayesi Portföy Yönetim Şirketi, 16 Mayıs'ta Kızılay Sağlık A.Ş., 20 Haziran'da Kızılay Kültür ve Sanat Ticaret A.Ş., yine 20 Haziran'da Kızılay Çadır ve Tekstil A.Ş., 2 Ağustos'ta Kızılay Sistem Yapı A.Ş. ve 2020 4 Mart'ta Kızılay Bakım A.Ş., 3 Temmuz'da da Kızılay Lojistik A.Ş. kuruluyor. Ve kurulan bu şirketlere Kızılay'ın bütün mal varlıkları ile faaliyet alanlarına göre çadır fabrikaları, maden suyu fabrikaları, hastaneler ve 6 binin üzerinde gayrimenkul devredildi.”

Kerem Kınık, 9 şirketten 27 asgari ücret alıyor

Kızılay'ın yaptığı maaş açıklamasının gerçeği yansıtmadığını belirten Bingöl, süreci şöyle aktardı: “Bu şirketler kurulduktan sonra Ticaret Sicil Gazetesi'nde Genel Kurul İç Yönergesi yayınlanıyor. Hepsinde ‘yönetim kurulu üyelerinin ücretleri ile huzur hakkı, ikramiye ve prim gibi haklarının belirlenmesi' maddesi var. Böylece ‘huzur hakkı' adı altında milyonlarca lira aktarılıyor. Kızılay'dan maaş almadığını iddia eden Kerem Kınık 9 şirketten ayda 27 asgari ücretlik ‘huzur hakkı' alıyor. Millete IBAN gönderen ama milyonluk huzur haklarını ceplerine dolduran bu kişiler hukuk karşısında hesap verecek.”

Başak Kaya / SÖZCÜ


Vergideki gizli zammı Ozan Bingöl yakaladı - Yeniçağ

 

Bugün memur maaşlarına yapılacak zammın açıklamanın ardından, Vergi Uzmanı Ozan Bingöl, çalışanın maaşından alınan gizli vergi zammına dikkat çekti.

Bugün memur maaşlarına yapılacak zam oranlarının açıklanmasıyla, Vergi Uzmanı Ozan Bingöl, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımlarla çalışanların cebini etkileyecek önemli bir noktaya parmak bastı.

Odatv'nin aktardığına göre, Vergi Uzmanı Bingöl Twitter paylaşımlarında, vergi dilimleriyle gizli zamların uygulandığını belirterek, “Gelir vergisinin dilimleri her yıl yeniden değerleme oranı kadar artırılsa idi ilk dilim bugün 24.000₺ değil 59.977₺ olacaktı. Bu da bir zamdır ama #memurzammı değil memurun/çalışanın maaşından alınan gizli vergi zammıdır” ifadelerini kullandı.

“Zamdan daha önemli bir ayrıntıdır bu durum” diyen Ozan Bingöl, “Özellikle STK ve Sendikaların bu alanda kamuoyu oluşturmaları, halkı bilinçlendirmeleri şart. Unutmamak gerekir ki; vergi bilinci gelişmiş toplumlarda hak arama bilinci de gelişmiş olacaktır. Hukuki gelişmişlik ile de doğru orantılıdır” diye yazdı.

Bingöl, bu konuya ilişkin paylaştığı yazısında da “Gelir Vergisi Tarifesi Dilimi Yoluyla Gizli Vergi Artışı” tablosunu da paylaşarak rakamları aktardı:

Saklanan Sayıştay raporu - Murat Ağırel / Yeniçağ

 

Sayıştay'ın görevlerinin ne olduğunu herhalde anlatmama gerek yok.

Osmanlı'dan bu yana halkın vergilerinin doğru harcanıp harcanmadığını denetleyen en köklü devlet kurumlarımızdan bir tanesi…

Şayet bir kamu zararı var ise yargı sürecini başlatır ve tahsilini gerçekleştirir. Usulsüzlük, yolsuzlukları tespit eder ve yargı yoluna başvurur.

Ancak gelin görün ki diğer kurumlarımız gibi Sayıştay'da da bir yozlaşma söz konusu. Görevini tam olarak yerine getirmiyor ya da getiremiyor.

Bunu Sayıştay raporları kaynak alınarak kitap yazmış ve raporlar hakkında yüzlerce makale yazmış biri olarak özellikle söylüyorum.

Katıldığım birçok program ve panelde Sayıştay raportörlerinin hazırlamış olduğu raporların kamuoyu ile paylaşılmadığını dile getirmiş ve yine bu köşeden yazmıştım.

Bu söylediklerimin adeta doğruluğunu kanıtlayan bir gelişme yaşandı.

Anlatayım...

Sayıştay, 2017 yılında yapmış olduğu bir denetime ait bir rapor hazırlıyor ancak bunu ne TBMM'ye ne de kamuoyuna sunuyor. Raporda yer alan bilgiler ise adeta skandal.

Bu örtbas olayını ortaya çıkaran kişi ise CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz…

Yavuzyılmaz raporları baz alarak gizlenen veya açıklanmayan birçok bilgiyi de kamuoyu ile paylaşıyor ve TBMM'ye soru önergesi veriyor.

Son verdiği bilgi tüyler ürpertici olduğu kadar çok üzücü. Rapora ulaştım, inceledim.

Raporda yer alan bilgileri özetleyerek, madde madde aktarıyorum:

- Yapılan incelemelerde ithal ilaçların gümrükten giriş fiyatlarının takip edilmediği, depocu giriş fiyatının gümrükten giriş fiyatı olarak kabul edilmesine rağmen bu ilaçların gümrükten gerçek giriş fiyatlarının ne Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu (TİTCK) tarafından ne de Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından bilinmediği tespit edilmiş.

Haliyle 41 firmanın 2017 yılında ithal ettiği ilaçların gümrükten giriş fiyatları, var olan kayıtlarla karşılaştırılmış.

Görülmüş ki…

- Yapılan incelemede söz konusu ilaçların gümrükten giriş fiyatı ile izin verilen nihai satış fiyatları arasında yüzde 4530 (yazıyla dört bin beş yüz otuz) kâr bulunduğu tespit edilmiş.

- TİTCK tarafından gümrükten giriş fiyatı olarak kabul edilen fiyatlar (depocu giriş fiyatı) ile ilaçların gümrükten gerçek giriş fiyatları karşılaştırıldığında ise TİTCK'nın gümrükten giriş fiyatı olarak kabul ettiği fiyatlar ile ilaçların gerçek girişleri arasında yüzde 3747'yi (yazıyla üç bin yedi yüz kırk yedi) bulan farklar olduğu görülmüş.

İnanılır gibi değil.

Devam ediyor.

Sayıştay denetçisi 12 ilacı ithal eden firmaların izin verilen satış fiyatı ve bu ilaçların gümrükten giriş fiyatlarına ilişkin bir tablo yayımlamış.

Mesela tabloda verilen firmaların ithal edildiği firma ve ithal eden firmanın yüzde 90'ı aynı firma.

Takeda adlı bir firma 281 Kutu Nınlaro 2,3 Mg 3 kapsül adlı ilacı CLINIGEN adlı bir firmadan ithal ediyor. Gümrük Giriş fiyatı 468,56 TL, Türkiye satış fiyatı ise 21 bin 693 TL. aradaki fark yüzde 4530

Amgen adlı bir firma Blıncyto 38,5 McgLıyofılıze Toz İçeren 1 Flakon (10 ML) ilaç ithal ediyor. İlacın Gümrük giriş bedeli 160,68 TL. Türkiye satış fiyatı 6 bin 862 TL. Aradaki fark yüzde 4271

Abbvıe adlı firma VIEKIRAX 12,5/75/50 mg 56 Film Kaplı Tablet 12184 adet ithal ediliyor. Gümrük giriş fiyatı 2668,06 TL. Türkiye satış fiyatı 33 bin 996 TL.

Bitmedi.

Teva İlaç, Boractıb 3,5 Mg Iv/Sc Enjeksiyonluk Çözelti için Toz 1 Flakon adlı ilaçtan 10 bin 166 adet ithal etmiş. Gümrük giriş bedeli 53 TL. Türkiye Satış fiyatı 1369,48 TL.

Sandoz adlı firma Ebataxel 300 mg/50 Ml IvInfuzyon için Konsantre Çözelti içeren 1 Flakon adlı ilaçtan 11523 adet ithal etmiş. Gümrük giriş bedeli 73,33 TL. Türkiye satış fiyatı 700,14 TL

Korkunç rakamlar.

Bu ilaçların büyük çoğunluğu kanser tedavisinde kullanılan ilaçlar. Bu ilaçlar zaten pahalı. Kârlarındaki çok küçük bir farkın bile hastanelere ve SGK'ya çok büyük maliyetler getireceği raporda vurgulanmış.

Bakın bir ilacın izin verilen satış fiyatı 55,33 TL. Fiyat küçük gibi duruyor değil mi? Bu ilacın gümrük giriş fiyatı 2,37 TL. Kâr marjı yüzde 2235 ve tüketim miktarı 511 bin 162 kutu. 26 milyon TL fazla ödeme demek…

Resmen insan hayatını hiçe sayan, onur ve ahlakı ayaklar altına alan bir düzen.

Raporda altı çizilen durumlardan biri de söz konusu ilaçların gerçek bedelinin daha yüksek olduğu ancak KDV'den kaçınmak amacıyla firmaların gümrük beyanlarında bu bedelleri düşük gösterdiği yönünde.

Ancak bu kabul edilse bile ürünlerin gümrük vergisinden istisna olduğu, ithalatta sadece damga vergisi yüzde 8 KDV ödenerek bu ürünlerin ithal edildiği belirlenmiş.

59 firmanın 2017 ithalatı incelenmiş. Ancak gerekli kodlar Ticaret Bakanlığı'nın bilişim sisteminde yer almaması nedeniyle eşleştirme yapamamış bile…

İncelemeler sonucunda Sayıştay "yapısal sorunlara" işaret etmiş. Sağlık sisteminin çökme ihtimali uyarısını yapmış.

Akıl alır gibi değil.

İnsanlar bu ilaçlara ulaşamadıkları için ölüyorlar.

Devlet ise yıllardır bu kirli düzeni seyrediyor. Üstelik seyretmekle kalmayıp tespit raporu saklanıyor.

O paralarla nasıl huzurlu bir hayat sürebilirsiniz ki, anlamıyorum…

Murat Ağırel / Yeniçağ