17 Mayıs 2022 Salı

Bir gelecek tasarımı olarak: 'Muhafazakâr Sanat' - HALUK IŞIK / SOL

 

Bu çabanın bir adı ve kerterizi olmalıydı. Bulundu: “Muhafazakâr Sanat”.

Sanat cenahının hatırı sayılır kesiminde, dikkat çekici bir yanılgı var. Bu yanılgı yalnızca sanatta değil, hayatın her alanında bir alışkanlığa dönüşüyor, sapmalara neden oluyor. Bilmeden karşı çıkmak, okumadan fikir üretmek, gündelik ve çabuk sönen tepkilerle yetinmek, en önemlisi varoluş erozyonuna uğramak, bu durumun tipik göstergeleridir. Söze birkaç anımsatmayla başlayalım.

Düzenin öteden beri sanatı ve emekçisini ötekileştiren, düşmanlaştıran, şeytanileştiren bir tavrı olduğu bilinir. Bu nedenle, yüzünü insana, hayata ve yeryüzüne çevirmiş, hele ki kalıcılığa ulaşmış her ürün ve emekçisi, sanatsal niteliklerini tartışmak bir yana, unutulmamayı ve saygı gösterilmeyi hak eden bir mücadelenin simgesi ve öznesidir. Düne, bugüne ve yarınlara bakarken, bu tavrı yitirmemek gerekmektedir.

Kimi zaman sanat emekçisinin unuttuğu ama düzen ile yürütücülerinin asla unutmadığı gerçek şudur: her sanatsal ürün, aynı zamanda sisteme ve onun dayatmaya, biçimlemeye, normal ve makul olarak kabul ettirmeye çalıştığı her şeye karşı, “kendince” bir itiraz içerir. İnsanın düzenle, hayatla, olup bitenle tanışmasına-yüzleşmesine yol açar. Bu tanışıklık, soru sorma ve yanıt arama sürecinin tetiklenmesine, nihayet kendisi ile dünya arasında oranlamalar yapmasına kapı açar. 
Düzeni savunup yanında yer aldığını iddia edenler bile, şöyle ya da böyle, bir süre sonra bu gerçeğin parçası olurlar. İçlerinden haddini bilmeyenlerin, ölçüyü kaçırıp çıtayı aşanların, birden bire nasıl dışlanıp çöpe atıldığı sayısız örnekte görülmektedir. 

Özetle düzen, hayattan aldığını estetik ve düşünsel bir süzgeçten geçirip tekrar hayata armağan eden, itirazıyla anlam ve önem kazanan sanattan nefret etmekte, onun “olup biteni irdeleyip sorgulama, müdahale etme hak ve sorumluluğunu” yok etmeye çalışmakta, her alanı olduğu gibi sanatı da “kendine benzetmek” istemektedir.

Bu çabanın hâlihazırdaki durumuna dair son kanıt, Erdoğan’ın kültür ve sanat alanına dair “başarısızlık” itirafıdır. Bu itiraf, geçiştirilemeyecek kadar önemlidir. Her fırsatta kitle ruhunu okşamak ve kul-ümmet tutkalını pekiştirmek adına, “şiirlerden” ve “özlü sözlerden” alıntılarla çıtayı yükseltmek isterken; kendisini doğuran ve besleyen düzen tarafından “bir şiir nedeniyle” hizaya çekilmenin düş kırıklığını-yol kazasını yaşayan, ama fırsata ve mağduriyet malzemesine dönüştürüp, sonuna dek kullanmayı başaran bir özneden söz ediyoruz.

Erdoğan’ın itirafında, yalnızca “kültür ve sanat” alanını değil, topyekûn bir hayatı ve ülkeyi kendilerince ve öngördükleri sürede biçimleyememenin çaresizliği kadar kararlılığı da gizlidir. Bunu unutmak, sanatı da, hayatı da, muhatabını da doğru okuyamamanın sonucu ve avuntusudur. Bunlara dair algı-yorum-eylem kekemeliği, yanılgıyı daha da pekiştirmektedir. Sanatsal açıdan estetik-düşünsel bir karşı duruşla değil, sanatı da kapsayan topyekûn bir geri dönüş dayatmasıyla muhatap olunduğu unutulmamalıdır.

Gün geçmiyor ki oyunlara salon verilmediğine, konser verecek sanatçının bir kırpık bıyık-şaşı göz tarafından istenmediğine, “makbul-menfur” ayrımı yapılarak ekran-sahne yasağının işletildiğine, etek boyundan tayta, şarkı sözünden senaryo içeriğine hedef tahtasına oturtulduğuna dair bir haber işitilmesin ya da okunmasın. Böylesi olayları, hayatın genelinden ayrıştırıp, yalnızca ilkelliğe, cehalete ve sanat-sanat emekçisi düşmanlığına indirgemek, içinde doğrular da barındıran büyük bir yanılgıdır. Bir başka deyişle, salon verselerdi, o şarkıcıyı sahneye çıkartsalardı, etek boyu göz ardı edilseydi, ürün yasaklanmasaydı vb., düzen ve temsilcileri sanat düşmanı değil de, sanat yanlısı mı olacaktı? Yanılgıyı ortadan kaldırmanın ilk adımı, olup biteni ”doğru okuma” ile atılabilir.

Bu sorgulamaya, devlet yardımı alabildiği için günü ve gemisini kurtardığını sananlardan başlayabiliriz. Daha dün esip gürlerken, yandaş kanal dizisinde rol aldığı için arazi olan, dizi bittiğinde iki beyanat-yüz seksen harflik twitter efelenmesiyle “ben buradayım” dediğini sananlara uzatabiliriz. Kendi sosyetesinde sen-ben-bizim oğlan sızlanmalarını “muhalifliğin yeter ve makul koşulu” olarak görenleri de bu listeye ekleyebiliriz. Yeri geldikçe hepsine uğrar, kulaklarını çınlatırız. Konudan ayrılmayalım.

AKP kültür ve sanat alanında da, vites yükseltme koşullarını tümüyle bağışlayan bir mirasın ürünüdür. Bu süreci uzun uzun anlatacak değiliz. Üstüne yazılmış onlarca sayfa okunmayı beklemektedir. Belleğin üstündeki tozları üflemeyi başarmanın da, “Ne ara bu duruma geldik?” şaşkalozluğunu aşmanın da başka yolu yoktur.

Her ideoloji, entelektüel bir yapılanmanın, kurumsallaşmanın, insan kaynağının ve hepsinin hayattaki karşılığının peşindedir. AKP de değişik yöntem ve uygulamalarla bunu başarmaya çalışmaktadır. Hadiseyi yalnızca şeytanlaştırdığını yok etmek olarak değerlendirmek, haklılık payı olsa da, eksik kalacaktır. Bu eksikliği tamamlayacak olan, “yerine ne koymak istiyor?” sorusuna verilecek yanıttır.

Uzun süre kendi mahfillerinde ve yayın organlarında bir mevzi oluşturmaya, bilgi-belge üretmeye çalışan ideoloji, Anayasa’dan okul kitaplarına uzanan “tadilat” çalışmalarının ve kamuyu paralize etmeyi hedefleyen toplum mühendisliğinin katkısıyla, alenileşme yolunda hızla ilerlemiştir. 61 Anayasasının görece özgürlük kapılarını birer birer kapatırken, gericiliğe kapı üstüne kapı açan 12 Mart’tan 12 Eylül’e uzanan bu süreç, ekonomik obeziteden erişim olanak ve koşul bolluğuna, bu cenahın elini rahatlatmış, eylem alanını genişletme adına cesaretlendirmiştir. 

Dünya görüşünün donmuşluğu, ideolojinin entelektüel açılımlara kapalılığı, ürün ve sunum açısından deneyim, uygulama ve hele ki yaratıcılık fukaralığı, elbette salt düzenin sunduğu olanaklarla, kendi insan kaynaklarıyla ve parasal güçle aşılamazdı. Çözümü de zaman içinde öğrendiler. Geçmişten öğrendiklerini güne uyarlayarak, hızla ilerlediler. Aymaz deposundan devşirme, dönek tarlasından hasat toplama yöntemiyle, vitrini parlak, dili kıvrak, toplumda karşılığı gevrek tiplerle ekranlarını, gazetelerini doldurdular. İşin en acısı, ambalajları “düşünce ve ifade özgürlüğü”ydü. Bu tipler, yanlarında yer aldıklarının “hangi düşünce, nasıl özgürlük” peşinde olduğunu ya süzemeyecek kadar saftorik ya da bilinçli kurşun askerdiler. “Aynı dili konuşmanız, aynı şeylerden söz ettiğiniz anlamına gelmez” uyarılarımızı işitemeyecek haldeydiler. Oysa ve örneğin Erdoğan, hakkını verelim ki, demokrasi, insan hakları, özgürlük kavramlarını hangi meram, taktik ve hedef doğrultusunda söylediğini hiçbir zaman gizlememişti. “Kandırıldık” sızlanmalarının bu nedenle hiçbir değeri olamaz.
Yöntem bulunmuştu, uygulamaya geçilebilirdi.

Bunun ilk adımı, daha sonra kanlı bıçaklı hale gelecekleri ama o günlerde beraber yürüdükleri fraksiyonların kanallarındaki “Meksika Sınırı” türünden programlardan, günümüz TRT 2 oturumlarına, işin entelektüel boyutunun imaline girişilmesiydi. “Vitrin süsleri” sayesinde, aralarına serpiştirdikleri kendi tiplerinin görünür, dinlenir ve kanıksanır olmasını sağladılar. Bugün meram ve söylemleri, kültür sanat ayaklarında lafazanlıktan çıkmış, doğrudan ideoloji pazarlamasına-dayatmasına evrilmiştir. Propaganda makinası dizilerden kamu spotlarına, reklam metinlerinden her alandaki söylem ve eylemlere, kıyasıya çalışmaktadır.

Bu çabanın bir adı ve kerterizi olmalıydı. Bulundu: “Muhafazakâr Sanat”.

Yuvarlak, kestirmeci ve kime karşı ne söylediğini bilmeyenlere benzemek istemiyorsak, “muhafazakâr sanat”tan meramın ne olduğunu bilmek gerekmektedir. Kendi entelektüel alt yapısını oluşturmak, özneleri aracılığıyla sanat politikasını tanıtmak ve örneklendirmek isteyen bu dünya görüşünü bilmeden söylenecek her söz, hayatın her alanında olduğu ve görüldüğü gibi, sanat için de havada kalacak, alternatif oluşturamayacak ve karşılık bulamayacaktır. Sözü bu kadar uzatmamızın nedeni, olana bitene gösterilen ve gösterilmesi gereken duruşun, ne yapmak istediklerini bilmekle anlam kazanacağına dikkat çekmektir. “Muhafazakâr Sanat” derken ne demek istiyorlar?

Bu sürecin ürünlerinden ve ait olduğu cenahın bu bağlamdaki sözcülerinden biri olan İskender Pala’nın, T24’de yazdığı “Muhafazakâr Sanat Manifestosu”nu okumanızı öneririm. Kaynağa kolaylıkla ulaşabilirsiniz.(https://t24.com.tr/haber/iskender-paladan-muhafazakar-sanat-protestosu,201406)

Pala manifestosunda, tıpkı hayatın öteki alanlarındaki özneler gibi, ideolojisine genel geçerlik sağlamak ve kabul alanları açmak için, “din” olgusunu ve referanslarını, “milli maddi ve manevi değerler” genellemesine sığınarak anlatmaya çabalamaktadır. Mustafa İsen’den yaptığı alıntı ise manifestonun asıl meramını özetlemektedir: “Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanat normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz.” Pala bu girişten sonra, çoğu hayli yinelenmiş savlarla, batılı anlamda sanata alternatif bir yaklaşımın peşine düşmektedir. Genel olarak, ”geçmişiyle bağları travmatik biçimde koparılmış” bir toplumun “kendi kimliğinden kaynaklanıp bağrında görülen” bir sanat anlayışına kavuşması gerektiğini savunmaktadır. Aslında “batı” derken, Osmanlı İmparatorluğunun çökmesinden sonraki süreci, yönelişleri ve ortaya koyduklarını hedef tahtasına oturtmaktadır. Ancak bunu yaparken, örneğin “saray-halk” arasındaki uçurumlara ve yine örneğin halkın binlerce yıllık birikimleriyle oluşturduğu kültürel-sanatsal birikimlere yolunu düşürmemektedir. Bu durum, o cenahın tipik göstergelerinden ve taktiklerinden biridir. Önümüzdeki yazılarda ayrıntılarına gireceğiz.

Pala “din eksenli bir sanat değildir ama dini duyarlıkları mutlaka dikkate alır” tümcesiyle baklayı ağzından çıkardıktan sonra, muhafazakâr sanatın görevlerini sıralamaya başlamaktadır. Sanatı toplumun birikimlerini batıdan önce değerlendirmekle, devleti sponsorlukla, sanatçıyı dengeli bir “madde-mana medeniyeti” için çalışmakla görevlendirir. Genellemelerle özetlemeye çalıştığımız manifestonun tamamının okunması, kültür ve sanata biçilmeye çalışan iklimin algılanması yanında, hayatın her alanında yapılmak istenenleri görmek ve “ne yapmalı?” sorusuna yanıt arayıp bulmak adına da çok yararlı olacaktır.

Her manifesto, hayatı ve coğrafyayı kapsayan bir “niyet” beyanıdır. Muhafazakâr Sanat Manifestosunu, salt bir alana –kültür ve sanata- dair duruş olarak değerlendirmek, bu nedenle olası değildir. “Nasıl bir sanat?” derken, aslında “nasıl bir toplum” istendiğinin ve beklendiğinin ipuçları kolaylıkla görülmektedir. Bu durum esasında her manifesto için geçerlidir ve öyle olmak zorundadır. Sözün burasında, “Ben sanatımı yaparım, ideoloji, siyaset, politika beni ilgilendirmez” diye oyalananların ve oyalatanların kulaklarını da çınlatmak gerekmektedir. 

Pala’nın  manifestosu, muğlak, soyut gibi algılanan bir duruşu, sanat özelinde net biçimde ifşa etmektedir. Özellikle slogan ve sızlanmalarla yetinip, zerre kadar bilgisi olmadan muhalefet yaptığını sananlar için, son derece yararlıdır. İşlevinin hakkını vermekle, içeriğine itiraz etmek arasında kuşkusuz uçurumlar vardır. “Muhafazakâr Sanat” anlayışı ve manifestosu, sığındığı ve savunduğu “değerler”, içerik ve meram, toplum ya da halk okuması bakımından, bir ülkeye biçilmeye çalışılan geleceğin de özetidir. 

Alev Alatlı’nın ekrandaki “İhmal Edilebilir Nasihatler”inden, saraydaki “Son İftar Yemeği” tablosuna uzanan geniş yelpaze içinde, yaratılmaya ve dayatılmaya çalışılan kültürel ve sanatsal iklimden, pragmatizmi, demagojiyi ve eline geçirdiği gücü sonuna dek kullanan bir “gelecek tasarımı”ndan söz ediyoruz. 

Her manifesto aynı zamanda var olanı yıkmak, değiştirmek, yerine başkasını öngörmek ve dayatmaktır. O zaman biz de “Muhafazakâr Sanat” aslında ne istiyor diye soralım, İsen’in “muhafazakâr kesimin demokrasi anlayışı” belirlemesini unutmayarak, gerisini önümüzdeki yazıya bırakalım. 

soL portal okurlarına, sabırları için teşekkür ederim. Çerçeve çizmek adına biraz uzun tutulmuştur. Ayda üç kez bu köşede buluşacağız. Sevgi ve saygıyla, merhaba!

HALUK IŞIK / SOL

KISA KISA GÜNDEM (17 MAYIS 2022)

 


1-Vatandaştan alıp zengine dağıtıyorlar(Erdoğan Süzer-SÖZCÜ)

Emeklinin bayram ikramiyesine ‘para yok’ diye zam yapılmadı, bankada parası olan bir avuç mevduat sahibine ise 16.3 milyar lira kur garantisi ödemesi yapıldı.
(https://www.sozcu.com.tr/2022/ekonomi/vatandastan-alip-zengine-dagitiyorlar-7138948)











2- Yayıncılık sektörüne ithalat darbesi(TAYLAN BÜYÜKŞAHİN-SÖZCÜ)

Hurda kağıt fiyatlarının düşmesi için ithalatın önü açılınca, zar zor ayakta durmaya çalışan yayınevleri ve gazeteler büyük darbe yedi.
(https://www.sozcu.com.tr/2022/ekonomi/yayincilik-sektorune-ithalat-darbesi-7138833)








3-Kılıçdaroğlu’ndan çok sert Atatürk Havalimanı tepkisi: ‘Bu işte bir damla mürekkebi olan herkes vatan hainidir’(SÖZCÜ)


CHP lideri Kılıçdaroğlu, pistinin bir bölümü sökülerek hastane yapılan kalanı da sökülmek istenen ve yerine Millet Bahçesi yapılacağı duyurulan Atatürk Havalimanı'ndaki çalışmalarla ilgili çok sert açıklamalar yaptı. Kılıçdaroğlu, "Bu işte bir damla mürekkebi olan herkes vatan hainidir. O makinelerin müteahhiti; sana ise özel ilgi göstereceğiz" dedi.
(https://www.sozcu.com.tr/2022/gundem/kilicdaroglundan-cok-sert-ataturk-havalimani-tepkisi-bu-iste-bir-damla-murekkebi-olan-herkes-vatan-hainidir-7138820)

4-Son seçim anketleri: AKP günden güne eriyor (SÖZCÜ)

Seçime az bir süre kala AKP'yi üzen bir anket daha yayımlandı. ORC Araştırma'nın 15 aylık derlediği verilere göre AKP'nin oyları günden güne eriyor. İşte partilerin güncel oy oranları...(https://www.sozcu.com.tr/2022/gundem/secim-anketleri-akp-gunden-gune-eriyor-7138470)

5-Biraya 12, rakıya 100 lira zam yolda(SOL)

ÜFE'deki artış nedeniyle Temmuz ayında biraya 12, şaraba 23 ve rakı gibi yüksek alkollü içkilere 100 liraya kadar zam gelebilir.

Her 6 ayda bir yapılan otomatik vergi zamları nedeniyle Temmuz ayında biraya 12, şaraba 23 ve rakı gibi yüksek alkollü içkilere 100 liraya kadar zam gelebilir. 4760 sayılı Özel Tüketim Vergisi Kanununun 12. maddesinin 3. fıkrası uyarınca, Kanuna ekli (III) sayılı listedeki mallar için (alkollü içkiler ve sigara, tütün vs) uygulanan maktu ve asgari maktu vergi tutarları, ocak ve temmuz aylarında Türkiye İstatistik Kurumu tarafından ilan edilen üretici fiyat endeksinde son altı ayda meydana gelen değişim oranında, bu değişimin ilanı gününden geçerli olmak üzere yeniden belirlenmiş sayılıyor. Habertürk'ten Rahim Ak'ın haberine göre eğer Cumhurbaşkanı ertelemezse yasa gereği temmuzda alkol ve sigaraya 6 aylık ÜFE oranında zam gelecek. Bu yıl 4 aylık ÜFE yüzde 39'u geçti. Aynı hızla giderse 6 aylık ÜFE yüzde 60'ı aşacak. Böylece alkollü içkilerin vergisi aynı oranda artacak. Ancak tabii ki bu fiyata olduğu gibi yüzde 60 olarak yansımayacak. (Biraya 12, şaraba 23 lira zam gelebilir)ÖTV yüzde 60 artınca bira fiyatı en az 12, şarap fiyatı 23 lira yükselmiş olacak. Biranın ÖTV tutarı şu anda 3,52 lira. Temmuzda muhtemelen 5,63 lira olacak. Birada vergiyi hesaplamak için bu rakam alkol derecesi olan 5 ile çarpılıyor. Bu fiyata bir de KDV ekleniyor. Böylece toplamda 12 liralık bir artışa ulaşılıyor. Taze şarapta ise vergi 17.34 lira. Burada hesap direkt yansıtılıyor. Ancak şaraplar genellikle 70 cl'lik şişelerde satıldığı için fiyata yansıması 23 lira oluyor. Tabii 1 litrelik şaraplarda fiyat 33 liraya çıkıyor.(Yüksek alkollü içkide en az 96 lira artış) Yüksek alkollü içkilerde artış doğal olarak daha fazla oluyor. Yüksek alkollü içkilerde ÖTV şu anda 481,98 lira. Muhtemelen yüzde 60 artışla bu rakam 771,16 olacak. Bu durumda ÖTV ve artan ÖTV'nin KDV'si toplam 96 liralık bir vergi artışına neden olacak. Yani eğer üreticiler kendi zamlarını yapmazlarsa rakı, votka, viski ve cin gibi içkiler en az 96 lira zamlanabilir. Böylece 279 lira olan 70'lik rakı fiyatı 375, 310 lira olan votka fiyatı 406 ve 380 lira olan viski fiyatı ise 476 liraya ulaşacak. Muhtemelen bu fiyatların üstüne şirketler de enflasyon farkını ekleyecek ve yazılan bu rakamların daha üstü de görülecek.(Zam sonrası 279 liraya çıkan 70'lik rakının 194 lirası vergi) Vergi uzmanı Ozan Bingöl, rakıya gelen son zam sonrası dikkat çeken bir paylaşım yaptı. "Gelen son zam ile alkol oranı %45 olan bir 70’lik rakının; -Bayi kârı ve diğer giderler dahil ürün fiyatı: 84,63 TL" diyen Bingöl, "ÖTV 151,82 TL -KDV 42,55 TL -Toplam vergi 194,37 TL -Satış fiyatı 279 TL’dir" ifadesini kullandı.  Bingöl, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın aksi bir karar almaması durumunda Temmuz itibariyle bir de ÖTV artışı olacağını dile getirdi. Söz konusu ÖTV artışının rakı fiyatını 400 liraya yaklaştırabileceği belirtiliyor.

6- Resmi Gazete'de yayımlandı: Trafik sigortasına yüzde 25 zam!(Cumhuriyet)

Resmi Gazete'de yayımlanan yönetmeliğe göre 1 Haziran'dan itibaren trafik sigortası primleri mayıs ayına göre azami yüzde 25 artacak. 
Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortasında Tarife Uygulama Esasları Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik Resmi Gazete’de yayımlandı. (YÜZDE 25 ZAM) Buna göre 1 Haziran'dan itibaren trafik sigortası azami primleri, Mayıs ayı primlerine göre yüzde 25 artacak. Trafik sigortası priminde aracın yakıt cinsi ve emisyon değerine göre yüzde 10 olan indirim ve artırım yetkisi yüzde 20'ye çıktı. Ayrıca, trafik sigortası primi, hasar maliyetleri dikkate alınarak yüzde 50 oranında azaltılabilecek veya iki katına çıkarılabilecek.

7- Benzine zam: Litresi 22,82 lira oldu(BİRGÜN)


Dolar/TL kurunda yaşanan artışın ardından benzin fiyatlarına litre başına 1,70 TL zam geldi. LPG fiyatı da 40 kuruş arttı. Akaryakıt fiyatlarındaki zam dalgası devam ediyor. Bugün itibariyle benzinin litre fiyatına 1,7 lira zam yapıldı
. İstanbul'da zamla birlikte benzinin litre fiyatı 22,82 TL'ye çıktı. LGP de 40 kuruşluk zamla İstanbul'da 11,25 TL’ye, Ankara’da 11,47 TL’ye ve İzmir’de 11,19 TL’ye çıktı. Motorinin litre fiyatı 22,08 TL'de kaldı. Böylelikle son gelen zamla benzin fiyatları da motorin fiyatlarını geçmiş oldu.Petrol fiyatları 100 doların üzerindeki seyrini sürdürse de hafta başında Çin'den gelen zayıf ekonomik verilerin etkisiyle düşüş yaşamıştı. Brent petrol 111 dolara gerilerken, ABD ham petrolü de 109 dolardan işlem gördü.

8-Yeni yönetimde yeni yandaşlar(İsmail Arı-BİRGÜN)


Kızılay’ın yeni yönetim kurulu belli oldu. Yönetim kurulunda eski AKP Kadın Kolları Başkanı Özkoç, AKP’den belediye başkan aday adayı olan Tanık ve AKP’li Meclis Üyesi Keresteci gibi yine birçok yandaş isim yer aldı.
(https://www.birgun.net/haber/yeni-yonetimde-yeni-yandaslar-388107)

9- Ezgi Alya Yiğit'i yaşamdan koparan Osman Sarı serbest bırakıldı (BİRGÜN)

Antep'te ehliyetsiz sürücünün kullandığı otomobil, dershaneden çıktıktan sonra 'scoter'ları ile yol kenarında seyir halinde olan Ezgi ve Şimal'a çarptı. Kazada, 17 yaşındaki Ezgi hayatını kaybederken, 17 yaşındaki Şimal ise ağır yaralandı. Ölüme neden sürücü Osman Sarı ise serbest bırakıldı. Sarı'nın AKP’li Nizip Belediye Başkanı’nın yeğeni olduğu öğrenildi. (https://www.birgun.net/haber/ezgi-alya-yigit-i-yasamdan-koparan-osman-sari-serbest-birakildi-388072)

10- 'İstanbul bizi örnek alsın' demişti: Savcı Sayan’ın anlaştığı firma iflas etti (duvaR)

AK Partili Ağrı Belediye Başkanı Savcı Sayan’ın anlaştığı halk ekmek üreten özel işletme iflas ettiğini açıkladı. Firma 'belediyeden yeterli destek ve katkı alamadıklarını' açıkladı.
(https://www.gazeteduvar.com.tr/istanbul-bizi-ornek-alsin-demisti-savci-sayanin-anlastigi-firma-iflas-etti-haber-1564990)

















16 Mayıs 2022 Pazartesi

Yelken Kulübü’nde mafya fırtınası - Timur Soykan /BİRGÜN

 


İstanbul Yelken Kulübü’ndeki fırtınanın nedeni Alaattin Çakıcı’ymış. Çakıcı’ya kulüpte özel köşe verilmiş. Oğlu Ali Çakıcı kulübe üye olmak için başvurunca ‘çökme’ iddialarına ve yönetimin istifasına kadar giden olaylar yaşanmış.

Kadıköy’de Fenerbahçe Burnu’na geldiğinizde…

Birkaç adımla İstanbul’un koşuşturmacasından kopabilmenize şaşırırsınız.

Birden kendinizi huzurlu bir tatil yöresinde bulursunuz.

Bir yanda yemyeşil Fenerbahçe Parkı diğer yanda Kalamış Marina ve karşı yakada Ayasofya ile Topkapı Sarayı manzarası.

Fenerbahçe Burnu’ndan yelkenliler denize açılıyor. Burası; İstanbul Yelken Kulübü.

Hikâyesi güzeldir.

Atatürk, 17 Mayıs 1937’de buraya gelmiş ve gençlerin yelken sporu yapacağı bir kulüp kurulması talimatını vermiş. Ancak Atatürk’ün ölümü ve ardından 2. Dünya Savaşı nedeniyle planlar rafa kalkmış. 1936 Berlin Olimpiyatları’nda Türkiye’yi temsil eden ilk Türk olimpik yelkenciler Behzat Baydar, Şeref Birgen, Harun Ulman ile Burhan Kunt, 1952 yılında bu hayali gerçekleştirmiş ve İstanbul Yelken Kulübü’nü kurmuşlar.

Türkiye’nin yelken sporunda hedeflenen yere gelemediği malum. Ancak kamu yararına çalışan dernek statüsündeki İstanbul Yelken Kulübü sosyal tesisleriyle gözde bir mekana dönüştü. Marmara Denizi kıyısında iki lokantası, havuzu, geniş bahçesi, terası, iskelesiyle üyeler ve onların misafirlerini ağırlıyor. Düğün ve toplantı organizasyonları yapılıyor.

SESSİZ FIRTINA

İşte bu güzide mekanda, İstanbul Yelken Kulübü’nde aylarca fırtınalar koptu ama kimse konuşmadı.

Ama fırtınanın işaretleri vardı.

Turksail.com’da 21 Kasım 2021 günü yayınlanan haberde şöyle deniliyordu:

“Bir üyelik başvurusunun reddedilmesi üzerine İstanbul Yelken Kulübü’nde yaşanan gelişmelerin ardından 12 yönetim kurulu üyesi ekim ayının sonlarında istifa etmişti.”

Haberde üyelik başvurusu reddedilen kişinin kim olduğu yazılmamıştı. Peki, olay nasıl yönetim kurulunun istifasına kadar tırmanmıştı?

Haberin devamında yeni yönetim kurulunun seçileceği olağanüstü genel kurul toplantısında kürsüye çıkan ve İstanbul Yelken Kulübü’nün 10 yıldır başkanlığını yapan Ahmet Saruhan’ın şu sözleri yer alıyordu:

“En yakınlarımın ihanetine uğradım, sırtımdan hançerlendim. İhanetle gelenler ihanetle giderler.”

Seçimde tek aday kulübün genel sekreteri Ahmet Kara’ydı. Onun listesi 263 delegenin 226’sının oylarıyla seçildi.

Ancak 13 Şubat 2022’de yapılan olağan genel kurulda Ahmet Kara, sağlık sorunlarını gerekçe göstererek aday olmadı. Bu kez tek aday olan Yavuz Dinar başkan seçildi.

Gerçekten Ahmet Kara sağlık sorunları nedeniyle mi 2,5 ay içinde başkanlıktan vazgeçmişti?

Fırtınanın işaretleri bunlar… Şimdi Yelken Kulübü’ndeki herkesin bildiği sırrın peşinden gidelim.

ÇAKARLI KONVOYLA GELİYORDU

Sonbaharda, sakin ve huzurlu bir mekan olan İstanbul Yelken Kulübü’ne çakarlı araçların olduğu bir konvoy girdi. Makam aracından Alaattin Çakıcı indi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin çabalarıyla çıkan aftan sonra 16 Nisan 2020’de tahliye olmuştu. 1990’lardan beri Kalamış’a ilgisi biliniyordu, burada çeşitli mekanların gizli sahibi olduğu konuşulurdu. İstanbul Yelken Kulübü’ne girerken etrafını korumalar sarmıştı. Çakıcı buraya geldiğinde polis korumalarının da olduğu iddia ediliyor.

Alaattin Çakıcı, o dönem İstanbul Yelken Kulübü’nün Başkanı olan Ahmet Saruhan’ın oğlu Menderes Saruhan’ın misafiriydi. İkisi yakın arkadaştı. O günden sonra Çakıcı, kulübün müdavimine dönüştü. Ona özel bir loca ayrılmıştı ve sürekli buradaki masada vakit geçiriyordu.

Alaattin Çakıcı ve silahlı korumaları, kulüp üyelerini tedirgin etmişti.

ÜYELİK BAŞVURUSU REDDEDİLİNCE…

Üyelik başvurusu yapan ve ismi anılamayan kişi ise bu noktada ortaya çıkıyor:

Alaattin Çakıcı’nın oğlu Ali Çakıcı.

Ali Çakıcı’nın üyelik başvurusu İstanbul Yelken Kulübü’nün yönetim kurulunda gerilime neden oldu. Başkan Ahmet Saruhan ve oğlu Menderes SaruhanAli Çakıcı’nın üyelik başvurusunun kabul edilmesini istiyordu. Yönetim kurulunun diğer üyeleri ise karşı çıktı ve üyelik başvurusu reddedildi.

Kısa süre sonra bir yönetim kurulu üyesi trafik tartışması olarak görünen olayda darp edildi. Bu üye, kendisine saldıran kişilerin “Çok göze batıyorsun” diyerek tehdit ettiğini söyledi. Gözler Menderes Saruhan’a çevrilmişti. Menderes Saruhan, kesinlikle bu olayla ilgisi olmadığını, bir trafik kavgasının yönetimin değiştirilmesi için kullanıldığını savundu.

Ancak Alaattin Çakıcı’nın kulübe çökmek istediği konuşuluyordu. Yönetim kurulunun 3’ü kadın 12 üyesi istifa ederek kulübü olağanüstü genel kurula yani seçime götürdü.

Ahmet Saruhan bu olaylar nedeniyle olağanüstü genel kurulda yakınındaki isimleri ihanetle suçlamıştı. İddiaya göre; Alaattin Çakıcı da kulübe çökmek gibi bir amacının olmadığını, zaten burasının bir dernek olduğunu ifade ediyordu. Hatta “Çökecek olsam burayı ihaleye çıkartır, alırım” dediği öne sürülüyor.

BAŞKANI AYAĞINA ÇAĞIRDI

Gelelim yeni başkan Ahmet Kara’nın yönetimden çekilmesinin gizemine.

İddiaya göre; kulüpte kendisine ayrılan bölümde oturan Alaattin Çakıcı, başkan seçilen Ahmet Kara’yı ayağına çağırdı. “Benim buraya çökmek gibi bir amacım yok ama senin başkan olmana izin vermeyeceğim” dedi. Ahmet Kara bu tehdit nedeniyle Şubat 2022’deki olağan genel kurulda aday olmadı. Onun yerine Yavuz Dinar’ın seçilmesinde Alaattin Çakıcı’nın bir etkisi olmadığı ifade ediliyor. Zaten Yavuz Dinar 306 delegeden 301’inin oyunu almıştı.

Alaattin Çakıcı 2022 yılbaşından sonra Bodrum’a geri döndü. KKTC’ye de sık sık gitmeye başladı. İstanbul Yelken Kulübü’nde şimdilik rüzgârlar duruldu. Ali Çakıcı’nın üyelik talebinin reddedilmesine karşı yargı yoluna başvurduğu iddiası da var. İstanbul’un merkezi ve en değerli tesislerinden birinde yaşanan bu olay kadar aylarca bir sır olarak kalması dikkat çekici. Bu sır; Türkiye’nin içinde bulunduğu karanlığın yanı sıra korku iklimini de ortaya koyuyor.

İstanbul Yelken Kulübü’nün yanındaki Kalamış Yelken Kulübü de geçmişte iki kez mafya gruplarının hedefi olmuş, karanlık isimlerin yönetiminde çöküşe sürüklenmişti. Bugün eski günlerinden eser yok, bakımsız ve birkaç barakadan ibaret. Acaba İstanbul Yelken Kulübü’nün sonu da komşu kulüp gibi mi olacak?

Timur Soykan /BİRGÜN

Köşke komşu özel bakan konutları!-İsmail Arı / BİRGÜN

 


Bahçeli’nin önerisiyle yapılan ve ‘kışlık saray’ olarak nitelendirilen Ahlat Köşkü’nün yanına 9 tane de bakan konutu yapılacak. Sadece bu yıl 151 milyon TL harcanacak konutları Erdoğan’ın arkadaşı Gürsoy inşa edecek.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin önerisiyle Bitlis'in Ahlat ilçesine milyonlarca lira harcanarak yapılan ve 25 Ağustos 2020’de AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Bahçeli’nin açılışını yaptığı Ahlat Köşkü’ne ilişkin dikkatleri çeken yeni bir gelişme yaşandı.

Ahlat Köşkü'nü de inşa eden Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın arkadaşı Hasan Gürsoy’un sahibi olduğu Güryapı Taahhüt isimli inşaat şirketinin internet sitesinde, “Ahlat Konukevleri Projesi” adı altında bir projenin inşa edileceği duyuruldu. Cumhurbaşkanlığı’nın kullandığı Ahlat Köşkü’nün hemen yanına yapılacak Ahlat Konukevleri Projesi'nin 83 bin 499 metrekarelik bir alan üzerine inşa edileceği belirtildi.

DOKUZ BAKAN KONUTU

Ahlat Konukevleri Projesi kapsamında “9 adet bakan konutu, bir kafeterya binası, bir otopark, bir revir binası, iki güvenlik/düzen binasının” inşa edileceği açıklandı. 53 bin 375 metrekare kapalı alanın da yer alacağı belirtilen projeye ilişkin şu bilgilere de yer verildi:

“Ahlat Konukevleri, Ahlat Gençlik Külliyesi (Ahlat Köşkü) ile aynı parseli paylaşmaktadır. Projenin tasarım esası, dokuya ve birbirine uyumlu konutların inşa edilmesidir. Eğimli bir araziye oturan konutlar, Türk evi geleneği ile birbirinin ışığını ve manzarasını kesmeyecek düzende konumlandırılmıştır. Projenin can alıcı bölümlerinden olan konuk evi, yöresel tarihi dokuyu yansıtan Ahlat taşı ile kaplanmış olup, döneme ait motifleri içeren özel imalatları da bünyesinde barındırmaktadır.”

AYM'Yİ DİNLEMEDİLER

Öte yandan, Anayasa Mahkemesi, kıyı kanununun ihlal edildiği gerekçesiyle köşk projesine iptal kararı vermişti. Ancak bu karar köşkün yapımını durdurmamış ve Anayasa Mahkemesi’nin kararına rağmen inşa edilmişti. Ardından da AYM kararına kılıf uydurmak için köşkün Gençlik ve Spor Bakanlığı’na devredilerek Bitlis Ahlat Gençlik Külliyesi adı altında kullanılacağı açıklanmıştı. Ayrıca, Köşkün bulunduğu alanı gösteren uydu görüntülerinde, Van Gölü’nün kıyı bölgesine dolgu alanı ve yeni yollar yapıldığı görülüyor. Köşk’ün yapıldığı alanın ise daha önce tarım arazisi olarak kullanıldığı biliniyor.


Ahlat Köşkü’nü inşa eden ve Ahlat Konukevleri Projesi’ni de inşa edeceğini duyuran Gürsoy Taahhüt Şirketi Gürsoy Grup adlı bir holdinge bağlı. Bu holdingin sahibi ve yönetim kurulu başkanı ise AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın arkadaşı Hasan Gürsoy.

İHALE ZENGİNİ ARKADAŞ

Gürsoy Grup Çamlıca Cami projesini, Cumhurbaşkanlığı Huber Köşkü, Süleymaniye Camii, Galatasaray Üniversitesi, Arkeoloji Müzesi ve Topkapı Sarayı'nın restorasyon işlerini yapan şirket olarak biliniyor. Bilal Erdoğan'ın yöneticisi olduğu Okçular Vakfı tarafından kullanılan Okçular Tekkesi’nin restorasyonu da Gürsoy Grup tarafından yapıldı.

Erdoğan'ın arkadaşı Hasan Gürsoy'un şirketleri kamu kurumlarından son 10 yılda toplam 540 milyon 124 bin TL değerinde 72 ayrı ihale aldı. Hasan Gürsoy’a ait şirketin kamudan aldığı ihaleler ise şu şekilde:

Güryapı Restorasyon Şirketi kamudan 253 milyon 418 bin TL değerinde 16 ihale aldı.

• Güryapı Taahhüt Şirketi 245 milyon 102 bin TL değerinde 8 ihale aldı.

• Gürmak Demiryolu Bağlantı Elemanları Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi kamudan 38 milyon 604 bin TL değerinde 47 ihale aldı.

• Müessese İletişim Yayıncılık Anonim Şirketi 3 milyon TL değerinde bir ihale aldı.

koske-komsu-ozel-bakan-konutlari-1015916-1.


İsmail Arı / BİRGÜN

İmamoğlu'nun sökülen dişleri ve Erdoğan'ın dönen şansı - TURGAY DEVELİ / SOL

 Muhalif seçmen kitlesinde biriken 20 yıllık bıkkınlığın bu tür olaylarda sık sık yüzeye çıkarak sonunda iktidardan yeterince ayrışamayan muhalefeti eritmesi son derece mümkün görünüyor.


Her İstanbul Belediye Başkanı, ülkemizin bir sonraki potansiyel lideridir.

Ama İmamoğlu için bu fırsat, İBB'nin maddi imkanlarıyla sarıp sarmalanmış bir medya ordusu ile çıktığı Karadeniz seferinde yakalandığı fırtınada takası ağır hasar alınca, (şimdilik) heba olmuş görünüyor. Yaşananlara objektif olarak bakıldığında İmamoğlu ve ekibinin bu fırtınayla ilgili iki farklı noktayı gözden kaçırdığını düşünüyorum:

Birincisi, İmamoğlu'nun Karadeniz (Cumhurbaşkanlığı) yolculuğuna uluslararası ilişkileri tam örmeden ve bununla bağlantılı olarak CHP'de tartışmasız bir hükümranlık kurmadan çıktığı anlaşılıyor. Eğer tersi olsaydı, küçük denilebilecek bu fırtınada, ağır diyebileceğimiz bir hasar almasına izin verilmezdi. Bunun bir nedeni de 'mürettabatının' CHP'yi herhangi bir sağ parti sanmaları, 'yumruğun' hangi güçlerden geleceğini görüp bloke edecek kadar parti içi deneyimden yoksun olmaları olabilir. 

İmamoğlu ve ekibinin böyle tedbirsiz yakalanmalarının nedeni de önce Beylikdüzü'ne, sonra da İBB adaylığına parti içi mücadeleyle değil, taltif edilerek oturtulması olsa gerek. Genel merkezde Kılıçdaroğlu sonrasına kilitlenmiş ekiplerin verdiği parti içi mücadelenin sertlik derecesini hafife almış veya en hafif tabirle yanlış hesaplamış gibi görünüyor. İmamoğlu ve mürettabatı eğer hasar tespiti yapacaksa, başlangıç olarak, dişlerini sökenleri bulmalı. Bunun için önlerinde bulunmaz bir örnek de var; Muharrem İnce'nin deneyimleri...

İmamoğlu ve ekibinin gözden kaçırdıkları ve dolayısıyla ciddi manada hasar almalarına sebep olan ikinci nokta ise, verdikleri fotoğrafa gelen neredeyse histerik tepkiyi doğru yorumlayamamaları. 

20 yıl boyunca halk dışında her şeye hizmet eden, tek amacı koltuk elde etmek ve korumak olan, bu yolda da her şeyi yapmayı mübah gören, her açıklamasıyla insanların aklıyla alay etmekten çekinmeyen bir iktidara tanıklık eden kitleler için AKP iktidarının hayallerindeki sonu, kiminle iş tuttuğu ve kime çalıştığı belli olmayan, bu arada da kendilerini muntazaman aptal yerine koyan liderler döneminin de sonu demek. 

Nagehan Alçı gibi bir sembolün tetiklediği, İBB sözcüsünün milyonlarca insanın tepkisini 300-400 kişi diyerek geçiştiren AKP-vari açıklamasıyla alevlenen tartışma ise muhalefet seçmeninin 20 yıllık travmalarını gün yüzüne çıkardı. Verilen tepki, umut bağlanan bir figür olan İmamoğlu'nun klasik bir merkez siyasetçisi olduğunun, halkın temsilcisi olmadığının, dolayısıyla iktidar olsa dahi hayal edilen 'iktidar değişimini' getirmeyeceğinin idrakını yaşayan muhalefet seçmeninin derin hayal kırıklıklarından ibaretti.

Üstelik muhalefet seçmeninin yaşadığı bu tür idrak anları sadece İmamoğlu'nun sorunu da değil. Bütün öfkeyi tek bir kişiye yönelten ve o gidince de her şeyin düzeleceğini vaaz eden 6'lı masanın planları da bu bakımdan pamuk ipliğine bağlı.

Muhalefetin bir takım temel politikaları bakımından iktidardan hiçbir farkının olmaması, bazı icraatlarının ve ilişkilerinin de kaçınılmaz olarak iktidarla benzerlik göstermesine yol açacak, açıyor. (Örneğin Nagehan Alçı ve diğer gazeteciler meselesi, ya da sığınmacı konusu.) Muhalif seçmen kitlesinde biriken 20 yıllık bıkkınlığın ise geçtiğimiz hafta yaşadığımız gibi bu tür olaylarda sık sık yüzeye çıkarak sonunda iktidardan yeterince ayrışamayan muhalefeti (belki seçimi dahi kazanamadan) eritmesi son derece mümkün görünüyor.

Buna en açık örneği olarak sığınmacı konusunu gösterebiliriz. 

İşi elinden alınmış, çocuklarını parka götüremeyen, gündüz gözüyle bile sokakta güvende hissetmeyen insanlar, ki buna AKP seçmeni de dahil, taleplerinin karşılığını iktidardan bulamıyor. Bu mesele, Erdoğan tarafından hala ensar nutuklarıyla örtülmeye çalışılıyor ancak yiyen yutan pek kalmadı. İktidardan beklediğini bulamamaya alışık olan muhalefet seçmeni için yeni olan nokta ise, kendi partilerinin de isteklerine kulak tıkaması, üstelik muntazaman akıllarıyla alay eden açıklamalarla aptal yerine konulmaları. 

Foncu gazeteciler, sadakati farklı yerlere olan siyasetçiler, yabancı büyükelçilerle olan 'görüşmeler' artık muhalefet seçmeninde dahi komplo-vari konular olmaktan çıktı, kimin kiminle iş tuttuğu seçmen nezdinde apaçık görünür hale geldi.

İşte bu farkındalık, yoksulluk ve sömürü politikasında AKP ile aynı düzlemde bulunan ve milim farklılık göstermeyen 6'lı masa muhalefetinin oy pastasından kayda değer bir dilimin kopabileceğine işaret ediyor. Ümit Özdağ'ın artan popülaritesini de bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. 

Sığınmacı meselesinde gözleri açılan vatandaşların sömürü ve yoksulluk karşısında dayanışmasını pekiştirme ihtimalini artıran başka can alıcı bir örnek de Almanya'dan geldi. Bilindiği gibi imzalanan geri kabul anlaşması kapsamında Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri, ihtiyaç duydukları işgücü için kalifiye/liyakat sahibi olan sığınmacıları karpuz gibi seçerek alıyor ve geri kalanları da Türkiye'de kalıyor. AB ülkeleri bir yandan Türkiye'deki vakıfları, 'gazeteci'leri ve siyasetçileri aracılığıyla sığınmacıların ülkelerine geri gönderilmemeleri için insan hakları vurgusu yaparak kamuoyu çalışması yaparken, kendi sınırlarından kaçak geçişleri önlemek için çok çeşitli teknolojiler geliştirdikleri ortaya çıktı. 

'Ele verir talkını kendi yutar salkımı' sözündeki gibi buna ilişkin görüntüler, sınırlarını sığınmacılardan nasıl koruduklarını anlatan bir başarı hikayesi olarak Alman yayın organı Deutsche Welle'de yayımlandı ancak habere Türkiye'den erişim kapatıldı. Sunulan görüntülerin ülkemizde fark edilmesi ise gecikmedi; Almanların, yaptıklarıyla övünmek için yayınladıkları görüntüleri Türkiye'de sansürlemeleri ise akla şecaat arz ederken sirtakin söyleyenleri getiriyor. 

Türkiye'de seçmenin, özellikle de muhalif seçmenin, tüm bu yaşananlara rağmen kendi taleplerine kulak tıkayanlara 'tıpış tıpış' oy vereceğini zanneden varsa büyük sürprizlere hazırlıklı olmalarını tavsiye ederim.

Ümit Özdağ ile Muharrem İnce'nin partilerinin sığınmacı politikasıyla, Ahmet Türk'ün Kürt politikası nedeniyle ortaklaştırdıkları seçmen tabanının homojenliğinde gedik açtığı 6'lı masa muhalefeti ise İmamoğlu gibi güçlü bir adayı dahi koruyamazken ortaya çıkan işaretler, Erdoğan, 20 yıllık tecrübesiyle hem içeride hem de dışarıda elini giderek güçlendirmeye başladığı yönünde.

Bunun ilk işareti olarak Rus-Ukrayna savaşındaki diplomasisi ile batıda popülaritesini arttırmasını bir tarafa koyalım. Bunun yanında Rusya ile kurduğu ilişkiyi kullanarak, en son Merkez Bankası yasasında yaptığı değişiklikle Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu döviz için Rus sermayesine güvenli kapı açtı. Bu adım, ekonomi üzerinde dolar baskısını azaltırken kendisinin de siyasi olarak nefeslenmesine imkan verebilir.

Erdoğan'ın şansının dönüyor olmasının ikinci işareti de, Rusya'ya karşı Finlandiya ve İsveç'i NATO'ya almak için, bunu veto etme şansı olan Erdoğan'a karşı doların ipini elinde bulunduranların sıkılı yumruklarını açmak zorunda kalacak olmaları. Bunu bilen Erdoğan, Yunanistan'ın NATO'ya dönüşüne onay veren 12 Eylül yöneticilerini hatırlatarak "Finlandiya ve İsveç için olumlu düşünmüyoruz." açıklamasıyla açılışı yaptı.

Erdoğan yılların verdiği tecrübe ile bu tehditleri diplomatik kanallarda eritip meseleyi çözüme taşırken en çok sıkıştırıldığı alandan, dövizin fiyatlandırılması üzerinden kurulan baskının hafifletilmesi talebinde ısrarlı olacağını varsayabiliriz.

Ama batılı başkentlerin endişeli olduğunu sanmıyorum, Erdoğan onlar gibi oynamayı öğrendi! Yani telaşa gerek yok, Erdoğan eser gürler, istediğini almaya çalışır, aldığını, kopardığını yeterli bulmasa da NATO'yu ve NATO'culuğu 6'lı masaya 'kaptırmaz'. 

Sonuç olarak gelinen noktada, 6'lı muhalefetin seçimlere dönük iki 'muhtemel' beklentisini revize etmesi gerekebilir. Bunlardan birincisi; Cami cemaatinde yetişmiş, ülkücü kökenli bir Karadenizli ve şimdiki AKP, İYİP, Saadet, Deva, Gelecek partililer ile duygudaşlık içindeki eski bir ANAP'lı olarak Erdoğan'a karşı her kesimin duygudaşlık kurabileceği ve ona karşı, seçimlerde ciddi bir aday olarak yarışma potansiyeli taşıyan İmamoğlu gibi bir fenomeni kaybettiler. Kaybettiler dememin sebebi, İmamoğlu'nun kendini yeniden üretebilecek zihni ve entelektüel kapasitesinin olup olmadığını bilemememden kaynaklanıyor. Mürettabatının tecrübesiz ve bu birikimden yoksun olduğu ise, takayı Karadeniz'in karanlık sularında batırmış olduklarından belli. Dolayısıyla, Erdoğan'ın karşısına aday olarak çıkma şansı dünden daha zayıf. Takasını onarıp yolculuğa devam edip edemeyeceğini göreceğiz.   

6'lı masa muhalefetinin revize etmesi gereken ikinci planı ise Erdoğan'ın, Biden'in ABD Başkanlık koltuğuna oturmasının ardından çıkışlarıyla görünür olan batı başkentlerinden dışlaması beklentisi. Böylelikle bunun doğal yansıması olarak da ekonominin içine düşeceği döviz ihtiyacının karşılanamayacağı ve sonuç olarak da daha da kötüleşecek ekonomik göstergelerin AKP'nin gidişine vesile olacağına dair senaryosu. Bu senaryo da (henüz) gerçekleşmediği gibi Erdoğan, özellikle dışarıdaki gelişmeler (savaş ve NATO'nun yayılma projesi) gibi kendisinin de hesaplamadığı fırsatlar nedeniyle gücünü arttırıyor.

Ama tüm bunların yanında asıl akılda tutulması gereken ise ülkemizde yaşanılan sorunların kaynağının kontrolsüz kapitalizm olduğu gerçeği. Ne Kürt sorunu, ne sığınmacı mevzusu, ne de bir başka bir gündem bundan ve birbirinden bağımsız değil. 

Dolayısıyla, sadece bir meseleye odaklanan, diğer her şeyi arka plana atan, sömürüyü ortadan kaldırmayı hedeflemeyen, bunu öncelik haline getirmeyen hiçbir anlayış aklınızı bulandırmasın.

TURGAY DEVELİ / SOL
 

Boyun eğmeyen bir karikatürist: Mim Uykusuz - OKAY TAŞLI / SOL

 


Mustafa Uykusuz; bugün eğilseydi kağıt üstüne kaleminden neleri akıtırdı. Yaşamın kötülüklerine boyun eğerek değil, onlara karşı çizerek direnirdi.

Mustafa Uykusuz, 1922 yılında Manisa ili Akhisar ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini doğduğu ilçede tamamladı. 1940’ta İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’ne girdi. Fakat bitirmeden okuldan ayrıldı ve askere gitti. Terhis olup sivil hayata döndüğünde, 1945 yılında tekrar Akademi’ye devam etti. Ancak bu kez Båb-ı Ali’de çizerlik işleri ağır basınca yine mezun olmadan okuldan ayrıldı. Çocukluk yıllarının geçtiği Akhisar’da, kağıt kalemi tanıdıktan sonra resim çizmeye büyük ilgi duyan Mustafa Uykusuz, daha sonra okuduğu çocuk dergilerinin etkisiyle karikatüre yöneldi. Amatör çizerlik döneminde ilk karikatürü, 1938 yılında Mehmet Faruk Gürtunca’nın İstanbul’da çıkarttığı “Çocuk Sesi’ dergisinde yayınlandı.

Profesyonel çizerliğe, 1945 yılında Akademi’deki ikinci öğrencilik döneminde başladı. İstanbul Ekspres Gazetesi, Sedat Simavi’nin ‘Karikatür’, Ramiz Ökçe’nin ‘Mizah’, A. Cemal Erksan’ın “Şaka’, Yusuf Ziya Ortaç’ın Akbaba’, Sabahattin Ali ve Aziz Nesin’in ‘Marko Paşa’, Refik Halit Karay’ın Aydede adlı mizah gazeteleri ve dergilerine karikatür çizdi.

Marko Paşa

İlk sayısı 25 Kasım 1946’da çıkan ‘Marko Paşa’ mizah gazetesinde yayınlanan karikatürleri ile adını duyurdu. “Marko Paşa’’, kısa zamanda satışı yüzbinlere yükselen ve sonuna kadar muhalif kalan, haftalık siyasi mizah gazetesidir. Çıktığı ilk günden itibaren önce Milli Şef İsmet İnönü’nün tek parti iktidarının ve daha sonraki yıllarda (çok partili döneme geçildiğinde) Demokrat Parti iktidarının bütün hışmını üstüne çeken ‘Marko Paşa”, sık sık kapatıldığı için hep değişik adlar altında yayınlandı. Sabahattin Ali’nin 1948’de Kırklareli’nde öldürülmesinden sonra, Marko Paşa’ kesintilere uğrayan yayınını, Mücap Ofluoğlu, Mim (Mustafa) Uykusuz,( Çizdiği karikatürlerinde kullandığı ‘Mim Uykusuz’ imzası) Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin’le sürdürdü. Önce Marko Paşa adıyla yayın hayatına başlayan siyasi mizah gazetesi, daha sonra, “Merhum Paşa”, “Malum Paşa’, ‘Yedi-Sekiz Hasan Paşa’, ‘Öküz Mehmet Paşa’, ‘Bizim Paşa’, Ali Baba’, ‘Medet’ gibi birbirinden çok farklı, fakat tümü ile ‘Marko Paşa’yı anımsatan isimler altında yayın hayatına devam etti. Hatta aynı yıllarda bazı görevliler tarafından aynı üslupta ‘Hür Marko Paşa’ ve (sahte) ‘Marko Paşa’ mizah gazeteleri bile çıkartıldı. 

Gutenberg Matbaası

İktidar partisi, Marko Paşa’nın yayın hayatına son vermesini sağlamak için polis zoru ile matbaaların bu mizah gazetesini basmasını ve dağıtımını engelledi. “Marko Paşa’cılar en sonunda ‘Gutenberg Matbaası’ adını verdikleri, bir teksir makinesiyle ‘Marko Paşa’nın 16. sayısını teksir ederek yayınlayabildiler. Polis seferber oldu “Gutenberg Matbaasının yerini arıyordu. Fakat uğraşları boşaydı. Matbaa ellerinin altındaydı. En sonunda sorguya çekmek zorunda kaldılar. 16. sayıda ‘Marko Paşa’ başlığı altına, gazetenin yayınlanma sıklığını belirtmek için ‘Muharrirleri nezaret altına alınmadığı ve hapse girmediği zamanlar çıkar’ ibaresi konuldu. Siyasi taşlama türü mizah yazıları ağırlıklı Marko Paşa  gazetesinde karikatüre çok az yer ayrıldı. 

KOMİKATÜRİST

Mustafa Uykusuz, 1949 yılında, 1946-1949 yılları arasında gazete ve dergilerde yayınlanan karikatürlerinden seçerek derlediği ‘Mim Uykusuz Karikatür Albümü No. 1’ adlı albümünü çıkarttı. Ancak, bu karikatür albümünün yayını, Mim Uykusuz’un başına büyük bir dert açtı. Çünkü albümündeki karikatürleriyle ‘Komünizm propagandası yaptığı suçlamasıyla tutuklanarak cezaevine gönderildi. Mim Uykusuz, bu olayı şöyle anlatıyor:

Dünyada binlerce, yurdumuzda da yüzlerce karikatürist adı geçer ama Türkiye’de hatta yeryüzünde bir tek “KOMÜKATÜRİST var; o da benim. Bir albüm çıkardıydım vaktiyle… Parasızlıklar ve heyecanlarla albüme koyduğum karikatürlerin hepsi daha önce çeşitli dergilerde basılmış, hiçbiri sorguya suale uğramamıştı. Ama bunlar albüm haline gelince, her ne hikmetse zamanın iktidarının ilgisini çekti. Bakanlar Kurulu zahmet edip benim için toplandı ve albümlerimin tümüne sahip çıktı. Yani toplatma kararı aldı. O zamanlar Tan Matbaası’nda çalışıyordum. Bir gün bizim bayii çıkageldi. Toplama zabıtlarını önüne serdi. İşte onların arasında buldum, beni sıradan karikatürist olmaktan çıkartan albüm toplama zaptını. Bunda şöyle yazmıştı, zaptı yazan görevli polis memuru ya da komiser: ‘Bakanlar Kurulu’nun filan tarih feşmekan numaralı kararıyla KOMÜKATÜRİZM propagandası yaptığı anlaşıldığından toplanmasına…” Mim Uykusuz’un albümü toplatılmakla kalmadı, kendisi de cezaevine gönderildi. Bu durum, Uykusuz’un karikatürleri nedeniyle cezaevinin yolunu tutuşunun ikincisiydi. Daha önce 1946 yılında yayınlanan bir karikatürü nedeniyle ‘Komünizm yanlısı karikatürcü’ damgası vurularak cezaevine atılmıştı.

Mustafa Uykusuz, karikatürcülüğünün ilk yıllarında “Komünist bir karikatürcü olarak damgalandığı için, basınımızda ismi sakıncalı bir çizer oldu. Bu nedenle karikatür ve çizgi romanlarını ‘T. Korkmaz’, ‘M. Çömez’ takma isimleri altında çizdi. Refik Halit KARAY’ın 1947 – 48 yılları arasında çıkarttığı Aydede mizah gazetesine ‘T. Korkmaz’ imzasıyla karikatürlere çizen Mim Uykusuz o günlerle ilgili anısı şöyle naklediyor.

(1946’da) Hapse girip çıktıktan sonra, bütün uzak yakın dostlarımı kaybettim. Çoğu beni uzaktan gördüklerinde, ya yol değiştiriyorlar, ya da hemen vitrinlere yönelip, kendilerini hiç ilgilendirmeyen ıvır zıvırı seyretmeye koyuluyorlardı. O günlerde Refik Halit KARAY (D. 1888 – Ö. 1965) Aydede mizah gazetesini yeniden çıkarmaya karar vermişti. Benden de karikatür istedi. Ama önemli bir şartı vardı. Kendisine has nezaket kuralları içinde onu da söyledi. Yani; takma bir isimle karikatür çizecektim. Gazete çıkmaya başladı (1947). Bir süre sonra Remzi Kitabevi’nde çalışmakta bulunduğum bir sırada, çeşitli gazetelere tercümeler yapan bir arkadaş girdi dükkâna; beni görünce; ‘Ey Uykusuz… Senin de pabuçların artık dama atıldı… Aydede gazetesinde ‘T. Korkmaz’ diye biri çıktı. Gördün mü, ne çiziyor hergele…’ dedi. İşte, O ‘hergele’ bendim…

Mustafa Uykusuz; bugün eğilseydi kağıt üstüne kaleminden neleri akıtırdı. Yaşamın kötülüklerine boyun eğerek değil, onlara karşı çizerek direnirdi.

OKAY TAŞLI / SOL