11 Ocak 2023 Çarşamba

Latin Amerika'da esen sol rüzgâr ne anlatıyor? (1) - Yazı dizisi / Hazırlayan: İbrahim VARLI-BİRGÜN

 

                                                                                                                                   Fotoğraflar: AA

Dünyanın geri kalanının aksine rüzgârın soldan estiği Latin Amerika’da başka türlü bir hikâye yazılıyor. Ya da daha temkinli yaklaşmak gerekirse yazılmaya çalışılıyor. Zengin kuzey yarım kürede ABD ve Avrupa ile Asya’da aşırı sağ ve yeni-faşizmler yükselirken Latin Amerika’da peş peşe solcu liderler iktidara geliyor. Son yıllarda Bolivya, Meksika, Arjantin, Peru, Honduras, Şili, Kolombiya, Brezilya sola dümen kırdı. Geleneksel kaleler Küba ve Venezuela ile Nikaragua’yı da ekleyince Güney/Orta Amerika genelinde sol-sosyal demokrat yönetimler tarafından yönetilen nüfusun sayısı yarım milyarı bulmuş oluyor.

***

Ancak “İkinci bir pembe-kızıl dalga”nın yaşandığı kıtada solcu-halkçı liderler, ABD destekli sağ muhalefetin karşı saldırıları nedeniyle sancılı bir süreçten geçiyor. Sağın provokasyonları, müdahale ve kalkışmaları eksik olmuyor. Sağ oligarşik güçler, bu süreci kesintiye uğratmak için her yola başvuruyorlar. Brezilya’da, Peru’da, Şili’de ve daha pek çok ülkede “sol liderler” yerli sermaye, uluslararası finans kapital ve ABD ittifakının karşı hamleleri ile cebelleşiyor.

Bir ay içinde önce Peru’da solcu lider Petro Castillo’ya karşı darbe gerçekleştirildi, ardından da Brezilya’da Lula da Silva’ya karşı benzer bir kalkışmaya girişildi. 2019’da da Bolivya’da Evo Morales benzer şekilde iktidardan uzaklaştırılmıştı. Kolombiya ve Şili’deki solcu liderler de benzer bir tehlike ile karşı karşıya.

***

Peki, neden? Güney Amerika’da neler oluyor?

Bu yazı dizisinde Latin Amerika’da yaşananlara detaylı bir göz atılacak. Brezilya ve Peru’daki örneklerden yola çıkarak Güney Amerika’da neler olduğuna bakılacak. Solun toplumsal dinamiklerine, ikinci pembe-kızıl dalganın, birinci pembe-kızıl dalgadan farkına, geniş cephe hattıyla iktidara gelen Lula, Pedro, Boric gibi liderlerin sermaye çevreleriyle uzlaşma eğilimine bakılacak.

Aynı zamanda Latin Amerika deneyiminin otoriter sağ yönetimlerinin tahakkümü altında bunalan Türkiye gibi ülkelerdeki sol muhalefete öğrettikleri ele alınacak.

***

LATİN OLİGARŞİSİ VE PEMBE-KIZIL DALGALAR
Prof. Dr. Korkut BORATAV

Birinci sol/pembe dalga Şili’de Pinochet dönemi ile başlayan ve 20’nci yüzyılın son yirmi yılına 

damgasını vuran sermaye tahakkümüne, yani neoliberalizme tepkilerden kaynaklandı. 

Uluslararası konjonktürden yararlandı. İkinci Pembe Dalga, Latin Amerika’yı yirmi yıl önce 

etkileyen “sol fırtına” ile karşılaştırılırsa ılımlı ve uzlaşmacıdır.

Latin Amerika’da “ikinci bir pembe dalga” esiyor. ABD, Avrupa ve Asya’da yeni-

faşizmler yerleşirken Latin Amerika’da neden rüzgâr soldan esiyor? Latin Amerika’daki 

ikinci pembe-kızıl dalganın, birinci pembe-kızıl dalgadan farkı nedir? 2000-2010’lara 

kadar olan dalga neyi başardı, neyi eksik yaptı?

Birinci sol/pembe dalga, Latin Amerika’da Şili’de Pinochet dönemi ile başlayan ve 20’nci yüzyılın son yirmi yılına damgasını vuran sermaye tahakkümüne, yani neoliberalizme tepkilerden kaynaklandı.

Askerî faşizmler tarafından oluşturulan, yerleştirilen neoliberal model bu coğrafyayı adeta bir “laboratuvar” gibi kullandı. Şili’de emeklilik ve sağlık sistemlerinin “piyasalaştırılması”, Batı Avrupa’da 1980 sonrasındaki bazı uygulamalara da örnek oldu. Arjantin’de askerî rejimin sermaye hareketlerine getirdiği serbestleşme, aynı yılların Kıta Avrupası’ndan daha ilerideydi.

Sonuç, ağır dış borç krizleri ve toplumsal bunalımlar oldu. Uluslararası iktisat çevreleri 1980 sonrasını Latin Amerika’nın kayıp on yılı olarak adlandırdı. Halk sınıflarının tepkileri gerilla hareketlerini tetikledi. Venezuela’da Hugo Chavez, neoliberalizme karşı halk muhalefetinin temsilî demokrasi ile iktidara taşınabileceğini gösteren örneklerin başında gelir.

Bu tespitler, Latin Amerika ve Karayibler coğrafyasının önce sömürgecilik, sonra emperyalizmle çatışma tarihinin uzantısıdır. Haiti halkının Fransız sömürgeciliğine son vermesini, ABD emperyalizmi ile bitmez-tükenmez hesaplaşmaları izledi. Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabı bu konunun bir klasiğidir. 20’nci yüzyılın ortalarında Guatemela Başkanı Arbenz, United Fruit Company ile mücadelesi sonunda bir CIA darbesi ile iktidardan uzaklaştırıldı; ama birkaç yıl sonra Küba’da Castro’nun iktidarı önlenemedi.

Birinci pembe dalga, uluslararası ham madde fiyatlarının yükseldiği bir konjonktürden yararlandı. Latin Amerika’da ABD’nin denetiminden bağımsız dayanışma ve işbirliği örgütlenmeleri önem kazandı. Chavez rejimi, Venezuela petrolünü Küba’ya ve diğer bölge ülkelerine indirimli fiyatlarla sattı.

Ulusal politikalarda ise pembenin açık ve (kızıla yaklaşan) koyu tonları farklılaştı. Bir uçta Hristiyan-Demokrat ve Sosyalist Parti’nin dönüşümlü iktidarını uygulayan ılımlı Şili, diğer uçta Küba’ya siyasal rejim açısından yaklaşan Venezuela ve Nikaragua… Neoliberal makro-ekonomik politikaları izleyen; ama bölüşüme dönük yapısal uyum reçetelerini reddeden Brezilya, Bolivya örnekleri bu uçların arasında yer aldı. Hepsinde sınıflar-arası hiyerarşi emekçi ve koyu tenli halk katmanları lehine anlamlı boyutlarda değişti. Bir de dış borçların önemli bölümlerini tek yönlü yapılandırarak hafifleten: neoliberal makro-ekonomik reçeteleri de reddeden Arjantin örneği.

Küba’yı saymazsak bu örneklerin hiçbirinde üretim ilişkilerinde devrimci dönüşümler, kapsamlı kamulaştırmalar, köklü toprak reformları gerçekleştirilmedi. Venezuela, Brezilya ve Bolivya’da iktidara gelen sol parti programları sosyalizmi hedeflemektedir; ama kapitalist şirketler varlıklarını sürdürdü. Büyük medya sermayenin denetiminde kaldı; sol iktidarları yıpratan katkıları oldu.

Kapitalizm ile barışık uygulamalar, CIA destekli darbe girişimlerine son vermedi. Sol iktidarlar ABD emperyalizmi, uluslararası finans kapital ve ulusal sermaye çevrelerinin kolektif saldırılarıyla da cebelleşti. 2002’de Chavez’e karşı darbe girişimi ilk örnektir. 2009’da Honduras’ta, on yıl sonra Bolivya’da askerî darbeler; 2012-2015 arasında Paraguay, Ekvador, Brezilya’da sivil darbeler; Arjantin’de finansal kriz ortamındaki seçim, sol iktidarlara son verdi. Bu ara-dönem Latin Amerika sermayesinin neo-faşist, sağcı iktidarları yeğlediği; neo-liberal programlara dönüşün yaygınlaştığı yıllar oldu.

Ne var ki, “karşı devrimci” diyebileceğimiz bu gerici dalga, aynı “ikinci pembe dalga”nın başlamasına da katkı yaptı. Latin Amerika’yı neoliberalizmin yaygınlaştığı diğer “Güney” coğrafyasından (örneğin Türkiye’den) ayıran temel bir fark, halk sınıflarının örgütlenme düzey ve niteliğinin neoliberalizme dönüş yıllarında da korunabilmiş olmasında aranabilir. Öte yandan neo-liberalizme dönüş, ABD’nin, finans kapitalin ve oligarşik egemen sınıfların beklentilerini de gerçekleştiremedi.

“İkinci Pembe Dalga” dan bazı örneklere göz atalım. Arjantin’de Macri, cömert bir IMF programına rağmen, hatta büyük ölçüde bu program yüzünden ekonomiyi ağır bir borç krizine sürükledi. Bir sonra ki seçimi Sol Peronist aday kazandı.

Bolivya’da 2019’daki klasik darbe, kan dökmesine rağmen halk örgütlenmesini dağıtamadı; seçimleri erteleyemedi. Morales’in sosyalist partisi (MAS) iki yıl içinde iktidara döndü. Sivil darbenin iktidara getirdiği faşist Bolsonaro, Brezilya’yı korona salgınından en ağır kayıp veren, ülkelerden birine dönüştürdü. Neoliberal programı, ırkçı-faşist örgütlenmeler ile birleştirmeye çalıştı; tutturamadı. İktidarı solcu Lula’ya devretmesi liberal çevrelerce, hatta Biden yönetimince bile olumlu karşılandı.

İlk pembe dalganın dışında ve kenarında kalan iki ülkede (Kolombiya ve Şili’de), neoliberalizmin ağır mirasına korona salgını eklenince yaygın halk kalkışmaları patlak verdi. Sol siyaset örgütlü, ama parçalanmıştı. Geniş halk cepheleri oluşturarak başkanlık seçimlerini kazanabildiler.

Ancak, ikinci Pembe Dalga, Latin Amerika’yı yirmi yıl önce etkileyen “sol firtına” ile karşılaştırılırsa ılımlı ve uzlaşmacıdır. Kıta, yeni bir durgunluk dönemine girmiş; sol rejimler arasında ekonomik dayanışmanın nesnel tabanı zayıflamıştır. ABD’nin olası yaptırımları sosyalist programlardan uzak durmayı telkin etmektedir. İki örnek vereyim. Kolombiya başkanlık seçimini kazanan Gustavo Petro kampanya sırasında “başkan seçilirsem kamulaştırma yapmayacağım” taahhüdü içeren bir noter belgesini imzalamış; basınla paylaşmıştır. Brezilya’da ise Lula, başkan yardımcılığına liberal Geraldo Alckmin’i aldı. Bu siyasetçi 2006’daki başkanlık seçiminde Lula’ya karşı yarışmış ve kaybetmişti.

Bu gözlemler, Latin Amerika’da ikinci Pembe Dalga’nın peşinen iflas ettiği anlamına gelmemeli. Kısa vadede reformist, demokratik, “pembe” iktidarların alternatifi ağırdır: Faşizm, halk sınıflarını ideolojik olarak da teslim alacak; bu sayede sermayenin ve emperyalizmin tahakkümü ağırlaşacak, kök salacaktır. Kökten, devrimci dönüşümlerin Latin Amerika’da tekrar gündeme gelmesi için, galiba, bu türden bir ara-aşama gerekmektedir. Bu tartışmalı konuyu bir Türkiye benzetmesi yaparak noktalayalım: Bugünlerde Altılı Masa’nın Türkiye için tasarladığı gelecek, bana kalırsa, İkinci Pembe Dalga’nın örneğin Brezilya’da gerçekleştireceği “ara aşama”nın bir hayli gerisindedir.

YENİ SOL DALGANIN BENZERLİKLERİ

Otoriter tahakkümünün bunalttığı Türkiye gibi ülkelere, Latin Amerika örneği neyi hatırlatıyor?

Bugün Latin Amerika’da yükselen yeni sol dalga ile Türkiye arasındaki benzerlik, olsa olsa 1970’li yılların ikinci yarısı için geçerlidir. O tarihlerde Türkiye’de adı konmamış, fiilen gerçekleşen bir sol ittifak yükselmektedir. Türkiye solunu parlamenter siyasette temsil eden, iki kere iktidara gelen Ecevit CHP’sidir. Sendikalarda, üretici birliklerinde, okullarda, halk mahallelerindeki günlük mücadelelerde ise Sol, farklı sosyalist örgütler tarafından temsil edilmektedir. Sermaye bloku, sınıf egemenliğinin son bulacağı endişesiyle 12 Eylül Darbesi’ni örgütledi; Türkiye’ye neoliberalizmi getirdi; Sol tasfiye edildi.

Bu aşama, şaşırtıcı boyutlarda, Latin Amerika’nın büyük bölümüne de neoliberalizmin askerî darbelerle getirilmesine paraleldir; eş-zamanlıdır. Önemli bir fark, Türkiye’de askerî darbenin getirdiği şokun, Türkiye solunu çökertici etkisinin daha kalıcı olmasıdır. Askerî rejimler Latin Amerika’da daha uzun süreli oldu; buna rağmen “normale dönüş” sonrasında sol siyaset hızla iktidara aday olabilecek güce erişti.

Bugünkü Türkiye, bu yüzden 21’nci yüzyılda Latin Amerika’yı kucaklayan “pembe dalga”dan dahi yoksundur. Yukarıda değindim; tekrar edeyim: Türkiye’nin yakın geleceği, AKP/MHP ve Altılı Masa ittifakları; yani sermaye blokunun faşist ve liberal kanatları tarafından belirlenecektir. Latin Amerika’nın aksine, Türkiye solu yakın gelecekte iktidar ortaklığına dahi aday değildir. Bizim açımızdan büyük bir kayıptır. Sosyalist parti ve hareketler için benzer bir fırsat, 2007-2013’te Gezi kalkışması ile zirveye ulaşan, sola dönük Cumhuriyetçi muhalefet dalgası döneminde doğacak; ne yazık ki kullanılmayacaktır. Maliyeti ağır oldu; telafisi zaman alacaktır.

SERMAYE İLE UZLAŞMA BİR TAKTİK Mİ?

Siz de sıklıkla bahsediyorsunuz; Latin Amerika’da sınıf ve ırk ayrımları iç içe. Latin 

Amerika solu hem uluslararası finans kapitale, emperyalizme, hem ırkçılığın sindiği 

“beyaz yakalı muhalefete” karşı mücadele veriyor. Yerleşik sınıf hiyerarşisini aşındıran 

bölüşüm politikaları, beyaz yakalı emekçileri ve “orta sınıfları” tedirgin edebiliyor. Yeni 

ikinci sol dalga liderlerinin – örneğin Lula gibi- sermaye çevreleriyle uzlaşma eğilimi de 

tartışılıyor. Burjuvazinin “demokratik” kanatlarını da kapsayan bir geniş cephe 

seçeneği yönelmiş görünüyor. Bu sorunlar sadece kıtaya değil, yeni döneme özgü bir 

durum mu? “Zeitgeist” bunu mu gerektiriyor?

Bu sorular, Latin Amerika’dan hareket ederek belki de tüm dünyada sosyalist ve “sol” siyasetin iktidara dönük stratejik, taktik sorunlarına açılıyor.

Kırk yıllık neoliberal dönemin etkilerini içeren kapitalizmin bugünkü sınıfsal yapısı, geçmişte sosyalizmi gündeme getirmiş olan ortamdan farklılıklar da içeriyor. Rusya dahil, Avrupa işçi sınıflarının, ekonomik ve siyasal tek bir çatı, yani Enternasyonal altında birleştiği; “şube” (yani ülke örgütleri) liderlerinin bir araya gelerek sosyalizme dönük devrim programları oluşturdukları ortamı hatırlayın.

Bu devrimci mirası devralan bugünün sosyalist hareketler, sınıfsal haritalarda ve yapılarda niteliksel değişimlerle de karşı karşıyadır. Batı’ya bakarsak, geleneksel sanayi kolları Güney coğrafyasına aktarılmaktadır. ABD ve Batı Avrupa’nın işçi sınıflarında da siyasete de yansıyan üçlü bir bölünme oluşuyor: Nitelikli beyaz yakalı (beyaz tenli), geleneksel (küçülen) sektörlerin mavi yakalı ve niteliksiz (koyu tenli) göçmen emekçiler. Latin Amerika’ya odaklanırsak, emekçi sınıfların bir bölümü (öncellikle ABD’ye dönük) göçmen kafilelerine katılıyor. Ulusal düzlemlerde köylülüğü de kapsayan kol emekçileri ile nitelikli işgücü ikilemine, ırk (Avrupalı, Afrika-kökenli, “yerli”) ayrışması, karşıtlıkları da eklenmiştir. Beyaz tenli, beyaz yakalı ücretlileri de içeren bir “orta sınıflar bloku”, ırkçılığın yaygınlaştığı, sol akımlara şiddetle muhalif bir toplumsal güç oluşturmuştur.

Egemen sınıflar, kır ve kent emekçileri arasındaki kültür farklarını, sınıf ittifakını parçalamak için kullanacak beceriye sahiptir. “Kültür savaşları” ikilemlerinde bu karşıtlıklar hem Batı’da, hem de Latin Amerika’da yaşanıyor; AKP Türkiyesi’nde de bunları ideolojik gerilimler içinde yaşıyoruz.

Örneğin Brezilya’da 2015 sonrasındaki iki sivil darbe ve faşist Bolsonaro’nun iktidarı da, beyaz yakalı “orta sınıflar”ın kitle desteğiyle başarılı oldu, Lula, bu neo-faşist bloku, Orta-Sağ siyasetten başkan yardımcılığına taşıdığı Geraldo Alckmin’in temsil ettiği “liberal burjuvazi” ittifakı ile (ancak küçük bir farkla) yenilgiye uğrattı. Seçimlere sert bir sınıf mücadelesi platformu ile gitseydi sonucu (özellikle “hariçten”) kestiremiyoruz.

İktidarı devralmasının arifesinde de Lula, benzer bir ikilemle karşı karşıyadır: Başkanlığının ilk iki döneminde (2005-2013’te) başarıyla uyguladığı merkezî bütçe kaynaklarından beslenen cömert sosyal yardım, eğitim, sağlık programlarına dönebilecek midir? “Piyasalar” buna karşıdır; peşinen malî disiplin talep ediyor; borsa endeksi çalkalanıyor. Seçmenlerinin ezici çoğunluğunu oluşturan halk sınıfları ise yaşam düzeylerini sıçratan, koyu tenli varoş çocuklarına “orta sınıf kapıları” açan önceki Lula döneminin özlemi içindedir. Lula ve yardımcısı Alckmin, parlamentodaki liberal siyasetçileri, halkın özlemlerini de en azından kısmen karşılayacak bir uzlaşmaya ikna edebilecek mi? Yoksa başkanlığı, finansal bir kriz tehdidi ile mi başlayacak?

Şili ve Kolombiya’da başkanlığı kazanan iki solcu aday (Bolic ve Petro) da ikinci turlarda faşist eğilimli adaylarla başa baş yarıştılar. Parlamentolardaki liberallerle işbirliği arayışları içindedir. Neo-faşizmin emekçi ve orta sınıf katmanlarındaki kitle tabanı, parlamentolara da taşınmıştır; küçümsenemez. Sol’un ana akımları Brezilya, Şili ve Kolombiya’da, Lula, Bolic ve Petro’nun başkan adaylığını destekledi; son iki ülkede seçime “geniş cephe” oluşturarak girdi. İttifakların bilançosu her ülkede çıkarılacak, ileriye dönük strateji ve taktikler de tartışılacaktır.

“Hariçten gazel okuma” eğilimine kapılmak kolaydır; ama alçak gönüllü olmalıyız. 19 ve 20’nci yüzyılın büyük bir bölümünde sosyalizmi yükselten, başarıya taşıyan koşullar bugünlerde fazlasıyla farklılaşmıştır.

Neoliberalizm, dünya çapında emekçileri sarsmakta, dağıtmakta; sermaye, sınıfsal tepkileri kültür savaşlarına yönlendirebilmektedir. Sadece Latin Amerika’ya özgü olmayan bu patolojik durumun analizi; devrimci ilkeleri koruyarak bu çelişkileri çözme yöntemlerinin belirlenmesi Türkiye dahil tüm coğrafyaların bugünkü sosyalistlerine düşüyor.

***

LULA BÖLÜNMÜŞ BREZİLYA’DA KRİZ İLE KARŞI KARŞIYA
Marksist akademisyen, Vijay PRASHAD​

Lula, ekonomik, siyasi ve sosyal çizgilerle bölünmüş bir toplum olan Brezilya’da ciddi 

krizlerle karşı karşıya. Bu bölünmüşlük, telafisi zaman alacak bir miras bırakan 

Bolsonaro tarafından derinleştirilmişti.

Luiz Inácio Lula da Silva (bilinen adıyla Lula), 1 Ocak 2023'te göreve başlamasının ardından, Brezilya'daki resmi başkanlık ofisi olan Palácio do Planalto'ya adımını atarak mesaiye başladı. Lula'nın yemin töreninden birkaç gün önce eski başkan Jair Bolsonaro ailesiyle birlikte ticari bir uçağa binerek Miami'ye (ABD) gitmek üzere Brezilya'dan ayrıldı. Bolsonaro'nun ne zaman döneceği şu anda belli değil, ancak cezai soruşturmadan korktuğu için uzak kalacağı kesin. Bolsonaro, COVID salgınını kötü yönetmesinin yanı sıra zenginleri zenginleştiren ve yoksullar arasında açlığı arttıran politikalarıyla Brezilya'yı paramparça bir hale getirdi. Lula şimdi bu enkazla karşı karşıya ve hükümetin temel toplumsal sorunları ele alacağı yeni politikaları bekleyen milyonlarca Brezilyalıyı kurtarmak için acil gündem oluşturuyor.

Lula'nın görevdeki üçüncü dönemi için beklentilerin çok yüksek olması beklenmemeli. Lula, sağ kanadın pençesindeki bir Temsilciler Meclisi ve Senato ile karşı karşıya. Bu yeni bir olgu değil, ancak parlamentoda işleri yürüten fırsatçı blok olan centrão (merkez) şimdi Bolsonaro'nun hareketinin aşırı sağcı üyeleriyle birlikte çalışmak zorunda. Muhtemelen ABD'de kalacak liderinden mahrum olacak Bolsonarista hareketinin Brezilya'nın geleceği hakkında bir diyalog başlatmak gibi bir arzusu yok. Yalan haberler, para ve din üzerinden boğucu bir tavırla şekillenen sert bir tutumları var (Yazı elimize ulaştıktan sonra Bolsonaro taraftarları Kongre, yüksek Mahkeme ve Başkanlık Sarayı’nı basarak darbeye kalkıştı).

***

Lula'nın başkan yardımcısı Geraldo Alckmin, açlığı sona erdirmeye yönelik yeni politikalar da dahil (Lula'nın önceki başkanlığının Fome Zero ya da Sıfır Açlık politikası ile önemli bir başarısı olmuştu) Lula'nın gerekli gündemini meclisten geçirmek açısından zor bir yasama organı ile çalışmak zorunda kalacak.

Pandeminin en yoğun zamanlarında yapılan endişe verici bir araştırma, Brezilya'nın 213,6 milyon vatandaşının yarısının yiyecek yeterli gıda bulmakta zorlandığını gösterdi. Bu soruna verilecek cevabın bir parçası da Brezilya'da uzun zamandır gecikmiş olan tarım reformu yasa tasarısının kabul edilmesi olacaktır. Siyasete atılmadan önce tarım sektöründe kariyer yapmış olan Carlos Fávaro'yu Lula'nın göreve getirmesi ilginç olmakla birlikte, tarım reformu sorununun bu yönetim için temel olup olmayacağı konusunda kararsızlığa işaret ediyor.

***

Lula, açlığın Brezilya toplumundaki sınıf, cinsiyet ve ırk temelli pek çok çatlağı ortaya çıkardığı anlayışıyla bu temel sorununu ele alacaktır. Lula, açlık salgınının sadece gelir yetersizliğiyle ilgili olmadığını, bilakis açlığın eski eşitsizlikleri, Afrika kökenli insanlara ve yerli topluluklara kötü muameleleri yeniden ortaya çıkardığını açıkça belirtmiştir. Lula'nın karizmatik Sônia Guajajara tarafından yönetilecek yeni bir Yerli Halklar Bakanlığı kurmasının ve suikaste kurban giden siyasetçi Marielle Franco'nun kız kardeşi Anielle Franco'yu Irksal Eşitlik Bakanı olarak getirmesinin nedeni budur. Marína Silva'yı Çevre Bakanı ve şarkıcı Margareth Menezes'i Kültür Bakanı yapan Lula, Bolsonaro'nun savunduğu türden bir toplumsal zehirlenmeye, yani hükümetini besleyen ırkçılık ve cinsiyetçiliğe izin vermeyeceğini ve - insanlar arasında ve insanlarla doğa arasında - eşitliğin toplumsal temelinin zarar görmesine izin vermeyeceğini açıkça ortaya koydu. Sadece bu güçlü kadınların atanması bile Brezilya için yeni bir yol gösteriyor.

***

Brezilya içindeki manevra alanı sınırlı olan Lula, bu nedenle bölgede ve dünyada kendini gösterme vaadinde bulundu. Dışişleri Bakanı Mauro Vieira, Lula'nın yakın bir sırdaşı ve müttefiki olan Dilma Rousseff'in başkanlığı sırasında iki yıl boyunca aynı görevi yürütmüş deneyimli bir diplomat. Vieira, Lula'nın eski Dışişleri Bakanı ve danışmanı Celso Amorim'e yakın bir isim. Ekim ayındaki seçimlerin ilk turundan birkaç gün önce Lula bir etkinlikte yaptığı konuşmada dünya sahnesinde geçirdiği günleri yad etti. İran'a karşı tansiyonun düşürülmesinde oynadığı rolden bahsederken Ukrayna'da da böyle bir rol oynayacağını ima ettiği şüphe götürmez. Lula yakında hem Pekin'e hem de Washington'a giderek bu iki büyük ülke arasındaki gerilimi azaltmaya çalışacak. Lula'nın Maliye Bakanı Fernando Haddad'ı seçmesi önemli çünkü Haddad, Brezilya'nın Güney Amerika entegrasyonu politikasına öncülük etmesi gerektiğini ve Brezilya'nın bu entegrasyonu destekleyecek kıta çapında yeni bir dijital para birimi (sur) yaratma olasılığını açıkça ortaya koydu.

***

Küresel Güney'deki büyük ülkelerin, örneğin Ukrayna savaşında ABD'nin tutumunu taklit etmek isteyerek kendilerini göstermeye başladıkları açık. Ancak Küresel Güney'den bu yeni havayı küresel tartışmaya sokabilecek güvenilir bir lider çıkmadı. Lula muhtemelen tam da bu lider olacak.

Lula, ekonomik, siyasi ve sosyal çizgilerle bölünmüş bir toplum olan Brezilya'da ciddi krizlerle karşı karşıya. Bu bölünmüşlük, telafisi zaman alacak bir miras bırakan Bolsonaro tarafından derinleştirilmişti. Bu siyasi ve toplumsal manzara karşısında Lula'nın ajandasını aceleye getirmesini beklemek çok gerçekçi olmaz.

***

Lula ve liderlerden ortak bildiri: Vandalizme geçit yok

Brezilya’da Devlet Başkanı Lula da Silva, Senato Geçici Başkanı Veneziano Vital do Rego, Temsilciler Başkanı Arturo Lira ve Federal Yüksek Mahkeme (STF) Başkanı Rosa Weber, Jair Bolsonaro yanlılarının darbe kalkışmasını kınadı. Yayımlanan ortak bildiride Ulusal Kongre, Devlet Başkanlığı ve Yüksek Mahkeme’ye yapılan baskınlar bir terör eylemi olarak nitelendirildi. "Demokrasiyi Savunmak" isimli ortak bildiride şu ifadelere yer verildi: "Brasilia’da vuku bulan terör, vandalizm, suç ve darbe eylemlerini reddediyoruz. Kurumsal önlemlerin alınması için birleşiyoruz. Ülkenin normalliğe ve saygıya ihtiyacı var. Toplumu, vatanımızda barış ve demokrasiyi savunmak için sükuneti korumaya çağırıyoruz." Öte yandan Lula, baskını kınayan 27 eyalet valisiyle bir araya geldi.

1500 kişi gözaltında: Darbeciler cezalandırılsın

Brezilya’da Ulusal Kongre, Devlet Başkanlığı Sarayı ve Federal Yüksek Mahkeme'yi basan aşırı sağcı eski Başkan Bolsonaro yanlısı yaklaşık 1500 kişi gözaltına alındı. Lula yanlıları ise Rio de Janeiro ve Sao Paulo kentlerinde düzenlenen gösterilerde gözaltına alınan Bolsonaro yanlılarının affedilmemesi ve cezalandırılmasını istedi. Adalet Bakanı Flavio Dino "Tanrıya şükür ülke büyük hızla mutlak kurumsal normalleşmeye doğru ilerliyor. En önemli şey, silahlı kuvvetlerin demokratik otoriteye sadık kalmasıdır ve bu anımsamamız gereken bir şeydir. Genel olarak en kötüsünün geride kaldığını artık siyasi ve ceza davalarını bekleyeceğimizi söyleyebilirim"dedi.

Bolsonaro, ABD’de hastaneye kaldırıldı

Seçim sonuçlarını tanımayan ve Lula'nın görevi devralmasından iki gün önce ABD'ye giden eski Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro karın ağrısı şikayetiyle Florida eyaletindeki Advent Health Celebration Hastanesi'ne kaldırıldı. Bolsonaro'nun eşi Michelle Bolsonaro Istagram hesabından yaptığı paylaşımda, eşinin 2018'de seçim kampanyası sırasında bıçaklı saldırıdaki yarasından kaynaklı bir sorun nedeniyle hastaneye başvurduklarını söyledi. Bolsonaro, 6 Eylül 2018'de Juiz de Fora kentindeki seçim kampanyası sırasında bıçaklı saldırıya uğramıştı.

Güney Afrikalı işçilerden Lula’ya destek: İlkel sağcı faşistler her yerde yenilmelidir

Afrika'nın en büyük metal sendikalarından Güney Afrika Ulusal Metal İşçileri Sendikası (NUMSA), Lula'ya destek mesajı yayımladı. Mesajda şunlara yer verildi: “NUMSA, Başkan Lula'yı bir darbeyle devirmeye çalışan Bolsonaro destekçilerinin korkakça eylemlerini en güçlü şekilde kınıyor. Bolsonaro destekçileri seçimleri kaybettiğini hâlâ kabul edemiyor. Bolsonaro ve korkak faşist çetesinin bu tür umutsuz taktiklere başvurmasına şaşırmadık. NUMSA, tüm ilerici sol oluşumları Lula'yı savunmaya çağırıyor çünkü Lula'nın önderliğindeki Brezilya başarılı olursa, bu hepimiz için bir zaferdir. Lula'nın dönüşü, birleşik bir işçi sınıfının kendi çıkarları ve çıkarları için devrimci bir gündem oluşturarak çoğunluğun hayatını değiştirebileceğinin kanıtıdır. Gerici ilkel sağcı faşistler sadece Brezilya'da değil, tüm dünyada yenilmelidir.”

Rio de Janerio, Sao Paulo ve Porto Allegre başta olmak üzere pek çok kentte İşçi Partili Devlet Başkanı Lula’ya destek gösterileri yapıldı. Aşırı sağcı kalkışmaya karşı meydanlara çıkan Brezilyalılar faşizme geçit vermeyeceklerini söyledi. Destek eylemleri devam edecek.

***

Güney Amerika’nın en büyük ve en kalabalık ülkesi Brezilya, kıtanın %47,7’sini kaplıyor. Dünyanın en büyük sekizinci ekonomisi olan Brezilya küresel bir güç olma yolunda ilerliyor.



Hazırlayan: İbrahim VARLI-BİRGÜN

250 milyon euroluk örtbasın fotoğrafları - Timur Soykan / BİRGÜN

 


İstinye Park’taki silahlı çatışmanın arkasında Sedat Peker’in ifşa ettiği Ahmet Nazari’nin uluslararası dolandırıcılık şebekesinin olduğu iddia ediliyor. Nazari’nin adı soruşturmada gizlendi mi? 250 milyon avro vurgun yapan şebeke nasıl karanlıkta kaldı? BirGün, Lübnanlı Bilal Shahrour ile Ahmet Nazari’nin dolandırıcılık üssünde çekilmiş fotoğraflarına ulaştı.

                                         Ahmet Nazari şirkette kutlama yaparken. (Fotoğraflar: BirGün)

Sedat Peker’in ifşalarından sonra Türkiye’de mafyanın devletleştiğini gözler önüne seren çok olay yaşandı. Şirketlere çökmeler, dev uyuşturucu sevkiyatları, silah kaçakçılıkları, garip firarlar, Saray’a uzanan rüşvet ağları, kara para otelleri ve cinayetler…

Kafkas mafyasının üyeleri, Sırp uyuşturucu baronu Türkiye’de öldürüldü. Türkiye’nin dünya mafyasının üssüne dönüştüğünü peşi sıra alışveriş merkezlerinde çıkan silahlı çatışmalar da gözler önüne seriyordu.

11 Eylül 2022 günü Sarıyer’deki Vadi İstanbul Alışveriş Merkezi’ndeki bir kafede Gürcistan ve Azerbaycan uyruklu iki grup silahlarını çekti. Üçü Azerbaycanlı, biri İranlı, biri Türk 5 kişi vuruldu. İnsanlar çocuklarını alıp panik içinde kaçışıyordu. Halen paylaşamadıkları paranın kaynağını bilmiyoruz.

27 gün sonra lüks alışveriş merkezi İstinye Park’ta karanlık tipler tabancalarına davrandı. İstinye Park’ın bahçesindeki, magazin dünyasının uğrak yeri Masa Restaurant’ta silahlar ateşlendi. Bu kez İran uyruklu Alman vatandaşı ile olayla ilgisi olmayan Ukrayna vatandaşı vuruldu.

Aynı Vadi İstanbul çatışması gibi İstinye Park’taki çatışma da basit alacak verecek meselesi olarak yansıdı. Sonrasında haber bile olmadı.

Ama…

***

İddiaya göre; öyle basit bir olay değildi. Soruşturma genişletilmedi ve karanlıkta bırakıldı. Çünkü; o kurşunların arkasında Sedat Peker’in gündeme getirdiği çok büyük bir skandal ve devasa kara para vardı. Aslında olay, Sedat Peker’in ifşa ettiği uluslararası dolandırıcılık şebekesini yöneten İranlı Ahmet Nazari’ye ulaşıyordu.

Bu çatışma aydınlatılırsa sadece Sedat Peker’in anlattıkları doğrulanmazdı, Ahmet Nazari’nin kırmızı bültenle aranırken nasıl Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapıldığı ortaya çıkardı. Ona nasıl silah ruhsatı verildiği sorgulanırdı. Kimler tarafından korunduğu da gözler önüne serilirdi. Yüz milyonlarca avroluk vurgun açığa çıkardı.

En başından anlatalım:

Sedat Peker’in Birleşik Arap Emirlikleri’nde video çekmesinin ve tweet atmasının yasaklandığı günlerdi. Ama eski İçişleri Bakanı ve Susurluk Çetesi’ni kurup yönetmekten hükümlü Mehmet Ağar onu yalanlayınca Emre Olur’un Twitter hesabından çok önemli bir ifşaya başladı.

24 Haziran 2022 günü yaptığı paylaşımda Türkiye’de faaliyet gösteren İran asıllı Alman vatandaşı Ahmet Nazari’den bahsediyordu. Ahmet Nazari’nin tüm Avrupa’da aranan ve yılda 250 milyon dolarlık vurgun yapan uluslararası dolandırıcılık şebekesini yönettiğini anlattı. Mehmet Ağar’ın dünyada aranan bu suçluyu Türk vatandaşı yaptırdığını iddia etti. Ahmet Nazari’nin Türkiye Cumhuriyeti kimliğinin fotoğrafını paylaşan Sedat Peker, “Bindiği çakarlı arabayı da konuşacağız” yazdı. Bir gün sonra paylaşımlarında Ahmet Nazari’nin Eskişehir Valiliği’nden silah taşıma ruhsatı almasının sağlandığını ve bunun için hizmet edenlere 100 bin dolar dağıtıldığını öne sürdü.

Kısa bir inceleme Sedat Peker’in bu iddiaları ile örtüşen resmi kayıtları ortaya koymaya yetiyordu.

Ahmet Nazari, Şubat 2020’de T.C. vatandaşlığı almış ve şirket kayıtlarındaki isim değiştirilmişti. Ticari kayıtlarında Nisan 2022’de ise adresi Eskişehir olmuştu. Yani silah taşıma ruhsatını aldığı Eskişehir’e taşınmış görünüyordu.

***

Peki Ahmet Nazari’nin büyük dolandırıcılık sistemi nasıl işliyordu?

En basit şekilde şöyle anlatılabilir:

Ahmet Nazari ve şebekesi, Türkiye’de hiçbir üretimi olmayan şirketler kuruyordu. Ancak bu şirketleri, gösterişli internet sitelerinde üretim yapan, büyük yatırımlara sahip gösteriyorlardı. Ayrıca Almanya, İsviçre gibi ülkelerdeki batık şirketleri satın alıyor ve buraya on milyonlarca Euro yatırıyorlardı. Çeşitli medya mecralarında bu konuda büyük haberler yayınlattılar. Daha sonra bu şirketlerin halka arz edileceği bilgisini yaydılar. Türkiye’de üretime dayalı gösterilen şirketleri aslında sadece çağrı merkeziydi. Burada ana dil seviyesinde Almanca, İngilizce ve diğer dilleri bilen elemanları çalışıyordu. Avrupa ve Türkiye’deki yatırımcıların bilgilerini ele geçirmişlerdi. Bu kişileri arayarak mesela şöyle diyorlardı:

“Bu şirkete 30 milyon euro yatırım geldi ve halka arz edilecek. Şimdi hisselerini bir Euro’dan alırsanız kısa sürede büyük kazanç sağlayacaksınız.”

Resmi kayıtları inceleyenler gerçekten bu paranın şirkete yatırıldığını görüyordu. Parayı gönderen ile şirketin sahibi de kayıtlarda farklı görünüyordu. Oysa şirketler Ahmet Nazari’nin kontrolündeydi ve kendi parasını kısa süre sonra çekecekti. Para yatıranlar haber alamayıp şirket adreslerine gittiklerinde kapı duvardı.

Bu tuzağa Avrupa ve Türkiye’de binlerce kişi düşüyordu. Türkiye’de Sermaye Piyasası Kurulu gibi denetim mekanizmaları ise görmezden geliyordu. Avrupa’daki mağdurların başvurularıyla dolandırıcılık ağı deşifre olmuştu ve Avrupa’da büyük haberdi. Ancak Avrupa’daki arama kararlarına karşın Ahmet Nazari, Türkiye’de büyük servetiyle sefa sürüyordu. Son model araçlarını büyük bir garajda dizmişti. İstanbul’un en lüks rezidanslarından Acar Blu’da yaşıyordu ve sürekli lüks mekanlarda vakit geçiriyordu. Sosyal medya paylaşımlarında ise Ferrari otomobiline çakarlı bir araç yol açıyordu.

***

Bir suçlunun vatandaşlık almasını kimler sağladı? Sedat Peker’in ifşasına göre; Ahmet Nazari’yi koruyan ve taleplerini yerine getiren Mehmet Ağar ve AKP milletvekili oğlu Tolga Ağar’dı.

Sedat Peker’in iddiasına göre; ifşaları başlayınca Mehmet Ağar, Ahmet Nazari’yi Dubai’ye göndermişti.

Sedat Peker’e yakın kaynakların iddiasına göre; Ahmet Nazari, Dubai’deyken Sedat Peker’e yönelik bir suikastın finansörlüğüne girişmişti. Bu nedenle 3 ay önce Dubai güvenlik güçlerince yakalandı ve tutuklandı. Halen cezaevinde.

Artık İstinye Park’taki çatışmaya dönebiliriz. İddiaya göre; iki kişinin yaralandığı 8 Ekim 2022’deki çatışma Sedat Peker’in ifşalarından sonra Ahmet Nazari’nin dolandırıcılık operasyonunda çıkan paniğin bir sonucuydu. Ahmet Nazari’nin kâr ortaklarından Lübnanlı Bilall Shahrour ile İran asıllı Alman vatandaşı Rahmi Taher büyük dolandırıcılık organizasyonundaki parayı paylaşamıyordu. İstinye Park’taki Masa Restaurant’ta buluştular. Bilall’in yanında dolandırıcılık sisteminin kara para ayağını Kapalıçarşı’da yönettiği iddia edilen Tufan Yıldırım vardı. Rahmi Taher ise mekâna Almanya’nın en büyük suç örgütlerinden birinin lideri olduğu öne sürülen Lübnanlı Ahmet Sadoo ile gelmişti. İki tarafta tedirgindi. Bilall ve Tufan’ı korumak için Mahmut Bürtek ve Aşkın Yurtsever masayı görecekleri yere konumlandı. Bir süre sonra Almanya merkezli Angels isimli motosiklet çetesinin üyeleri restaurantın önüne park etti. Rahmi’nin yanına giderek omuzuna dokundular. Onlar da silahlıydı. Masada bir süre sonra tartışma çıktı ve Mahmut Bürtek silahını çekerek Rahmi Taher’i bacağından vurdu. Ayrıca olayla ilgisi olmayan mekandaki Ukrayna vatandaşına kurşun isabet etti. Rahmi Taher ardından kültablası ve şişelerle darp edildi.

                                                           Nazari ve Shahrour yan yana

Çatışmanın ardından Bilal Shahrour, Tufan Yıldırım ve Mahmut Bürtek gözaltına alındı ve tutuklandı.

Ancak şüpheliler büyük organizasyonlarının ortaya çıkmaması için ifadelerinde 25 bin dolarlık bir alacak verecek meselesi nedeniyle çatıştıklarını söyledi. Oysa bu olayın çok daha derin ve paranın çok çok büyük olduğunu anlamak için kısa bir araştırma yeterliydi. Bilal Shahrour, Ahmet Nazari’nin kâr ortağıydı. Aynı şirkette birlikte poz verdikleri çok sayıda fotoğraf vardı. Bu fotoğraflara BirGün ulaştı. Fotoğraflarda dolandırıcılık üssünde Bilal Shahrour ve Ahmet Nazari görünüyor. Hatta pasta keserek kutlamalar yapıyorlar.

Bizim ulaştığımız bu fotoğraf ve bilgileri polisin tespit etmemiş olması mümkün mü? İddiaya göre; emniyetin bu tespitlerine karşın soruşturma derinleştirilmedi.

İddiaya göre; Ahmet Nazari’yi koruyanlar devreye girdi ve iddianamede Ahmet Nazari’nin adı hiç geçmiyor. 3 sayfalık iddianamede sadece 25 bin dolarlık bir çatışma anlatılıyor. İddialar doğruysa ve olay devlet eliyle karanlıkta bırakıldıysa büyük bir skandal.

***

Dün bu olayın ikinci duruşması İstanbul 54. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Görkemli İstanbul Çağlayan Adliyesi’ndeki küçücük duruşma salonunda gizemli çatışma anlatılıyordu. Tutuklu 3 sanık, SEGBİS ile bağlanmıştı, duruşma salonundaki ekranda görünüyorlardı.

Kimse kara paradan bahsetmediği için hâkim de anlamakta zorlanıyordu. Rahmi Taher, Bilall ile ticaret ve borsa işi yaptıklarını söylüyordu. “Ticaretiniz ve alacağınızla ilgili hiç belge var mı?” diye sorulduğunda “Yok” diye yanıt verdi. Tamamen kayıt dışı ticaretti ve Türkiye bunun merkezine dönüşmüştü.

Bilall Shahrour ve Tufan Yıldırım’ın avukatları, mekana tahsilat için Rahmi Taher’in geldiğini ve onun saldırı düzenlemeyi planladığını iddia ettiler. Motosiklet çetesinin bunun için restauranta geldiğini savundular. İki taraf birbirini suçlarken ortak suçtan, devasa dolandırıcılık organizasyonundan hiç bahsetmediler. Kasten yaralama suçundan yargılanan sanıkların tutukluluğuna devam kararı verildi.

Belli ki polis ve yargı da bu işin peşinden gitmiyor. Bir mafya ve büyük dolandırıcılık organizasyonu karanlıkta kalıyor. Ama yayınladığımız fotoğraflar önemli bir bağlantıyı ortaya koyuyor.

Şimdi herkesin aklındaki ‘Sinan Ateş cinayeti karanlıkta bırakılacak mı?’ bu bilgiler ışığında bakmak gerekiyor. Çünkü bu iddialar doğruysa daha önce de defalarca gördüğümüz bir gerçek ile yüzleşiyoruz: Devlet içinde soruşturma ve davaları karanlıkta bırakan çeteler var.

Timur Soykan / BİRGÜN


Peker cenderesi büyüyor + İNSAN MERAK ETMİYOR DEĞİL...- Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 


Peker cenderesi büyüyor

“Bütün bilgi ve belgeleri kayıt altına aldım. İki farklı ülkeye gönderdim. Öldürülmem halinde, hayatıma kast edilmesi halinde bunları bütün Türkiye öğrenecek.”

Sedat Peker, İYİ Parti Genel Başkan Başdanışmanı Turhan Çömez’e dedi bunu. Seçim yaklaşırken beklenen “helalleşme videosuna” dair fikir veriyordu. Anlaşılan o ki, o video yakın gelecekte yayımlanmasa bile izlenmeye hazırdı.

Peker’in Birleşik Arap Emirlikleri’nde hem fiziki hem de dijital tecrit altında olduğunu biliyoruz. Benim bilmediğim ise bu cenderenin Türkiye ayağına dair olandı.

Zira...

Önce Peker’in başka hesaplardan dahi paylaşım yapması engellendi. Sonra en yakınındaki isimlerden Emre Olur Türkiye’ye getirilip tutuklandı. Sıra avukatına gelmişti.

Ersan Barkın’dan bahsediyorum...

Meğer avukat Barkın da “Sedat Peker Suç Örgütü” dosyasına dahil edilmek istenmiş.

Tam da Emre Olur tutuklandıktan bir gün sonra...

Yeni öğreniyorum ki Emniyet Genel Müdürlüğü, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na dört sayfalık bir suç duyurusunda bulundu. Emniyet, avukat Ersan Barkın’ın attığı altı tweet’ten dolayı yedi yıla kadar hapsedilmesini istedi.

Peki, neydi o tweetler?

Avukat Barkın müvekkili Peker ile yaptığı görüşmenin detaylarını aktarıyordu. Peker, gözaltına alınan Emre Olur hakkında çıkan ve kendisini de ilgilendiren iddialara yanıt veriyordu.

Emniyet işte bu açıklamada dört ayrı suç buldu:

- Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs

- Suçu ve suçluyu övme

- Örgüt içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte, örgüte bilerek ve isteyerek yardım etme

- Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti devletini, devletin kurum ve organlarını aşağılama...

Garip olan bir diğer nokta şu ki Emniyet kendisinin atmadığı tweet’lerden bile Ersan Barkın’ı sorumlu tutuyordu:

“Avukat Ersan Barkın’ın atmış olduğu tweet’lerin altında yapılan paylaşımlar incelendiğinde, örgüt lideri olmaktan hüküm giymiş Sedat Peker’i kahraman ilan etme seviyesine gelen paylaşımlar olduğu değerlendirildi.”

Nihayetinde...

Ersan Barkın bu suçlamalara karşı dokuz sayfalık savunma verdi. Savunması şu satırlarla bitiyordu:

“Mesleki faaliyeti bir yana bırakın, Türk milletini yüceltmeyi şiar etmiş bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak, hiçbir hal ve davranışımı ‘milleti aşağılama’ olarak değerlendirme haddine sahip kimse bulunmadığı için, atılı suçlamaya dair savunma yapmayı, kendime, eğitimimi, ödedikleri vergilerle yapılan devlet okullarında ücretsiz olarak almamı sağlayan yurttaşlara, aileme hakaret sayarım.”

Bilmeyenler olabilir: Ersan Barkın, suikast davasında da Necip Hablemitoğlu ailesinin avukatı. O yürek yakan dosyanın bugün gelişme göstermesinde de pay sahibi. Acaba onu kriminalleştirmeye çalışanların başka bir derdi daha olabilir mi?

                                                                /././ 

İNSAN MERAK ETMİYOR DEĞİL..

Ekrem İmamoğlu’nun siyasi yasaklı olması için Yargıtay’ın kararı kesinleştirmesi gerekiyor.  Acaba dosyaya bakacak Yargıtay 4. Ceza Dairesi’ndeki üyeler “onama” amaçlı değiştirilir mi? Tıpkı Soma katliamı davasında olduğu gibi... 

- AKP’nin kurucularından olan Cüneyd Zapsu bir süredir sosyal medyada oldukça aktif. Sponsorlu tweet’ler atıyor, YouTube videoları yayımlıyor... Sahi, Zapsu tam da seçime giderken neden kendisini hatırlatma ihtiyacı duydu? 

- FETÖ borsasının silahlı kanadından Serkan Kurtuluş ve Lider Camgöz ile Thodex’in kurucusu Faruk Fatih Özer’in Türkiye’ye iadelerine karar verildi. Bu isimler getirildiklerinde AKP’ye ve devlet içindeki kritik isimlere uzanan ilişkilerini anlatır mı?

Barış Pehlivan / Cumhuriyet


ABD ‘Rus etkisiyle mücadele’ adı altında Türkiye dahil 29 ülkeye 1 milyar dolardan fazla fon aktardı - KAYA EMRE UZMAY/SOL

 

2022’nin sona ermesiyle birlikte yayınlanan ABD Dışişleri Bakanlığı’na ait finans raporuna göre, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 29 ülkedeki kurumlara 1 milyar 21 milyon dolar fon yolladı.

ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan rapora göre, 2017'den bu yana “Rus Nüfuzuna Karşı Mücadele” adı altında, Transkafkasya, Orta Asya, Doğu Avrupa ve Balkanlar'daki ABD propaganda kanalları ile "ABD çıkarları ve milli güvenliğini korumak" için 1 milyar 21 milyon 251 bin dolardan fazla para harcandı.

Bakanlık tarafından açıklandığı kadarıyla, bu kapsamda Türkiye’deki ABD güdümlü kuruluşlara ve araçlara ayrılan fon yaklaşık 240 bin dolar oldu. Ancak söz konusu miktarın dışında “Bölgesel Programlar”a ayrılan para 94 milyon 204 bin dolara ulaşırken, Türkiye’deki kurum ve kuruluşlara bu paranın ne kadarı düştüğü bilgisi raporda yer almadı.

Söz konusu harcama ABD’nin diğer propaganda ve yabancı ülkelere dönük ideolojik müdahale için ayırdığı fonların tamamını oluşturmazken, sadece aracısız şekilde ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan söz konusu ülkelerde yapılan ödemelerden ibaret. Bu fonlar hem devlet hem de devlet dışı aktörlere gidiyor.

ABD'nin nüfuzunu artırma ödeneği: 4,9 milyar dolar!

ABD’nin ülkeleri etki alanına almak veya mevcut etkisini koruyabilmek için kullandığı politikalar 'Soğuk Savaş’tan bu yana büyük oranda gelişse de, ideolojik müdahale için yerel aktörleri kullanma biçimi değişmiş değil. Washington’un son dönem ideolojik operasyonlarında kullandığı NED gibi aracı gözüken projeler üzerinden yapılan müdahaleler daha popüler durumda olsa bile ABD’nin doğrudan bakanlıklar üzerinden ‘STK finansmanı’ adı altında yürüttüğü faaliyetler sonlanmış değil.

“Rus Nüfuzuna Karşı Mücadele Fonu”na (CRIF) dair bakanlık raporu, söz konusu para aktarımlarının “Amerika'nın Düşmanlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası” (CAATSA) çerçevesinde gerçekleştiğini belirtiyor. CAATSA’nın “hedefleri” kapsamında “Medya ve Sivil Toplumun inşası”, “siyasal eğitimin güçlendirilmesi” “Propaganda ve dezenformasyonla mücadele” gibi ideolojik müdahale kalemleri bulunurken, “Enerji güvenliği” ve “Siber Güvenlik” gibi tarafları da bulunuyor.

2017'den itibaren ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından doğrudan yurt dışına aktarılan CRIF dahil fonların tamamı ise 4,9 milyar dolar olarak bildiriliyor.

CRIF'in yaklaşık yarısını (740 milyon dolar) "Yabancı Askeri Finansman" oluşturuken, 25 milyon doları ise "Uluslararası Askeri Eğitim" kalemi adı altında harcanıyor. 440 milyon dolar, yani tüm fonun yaklaşık 3'te 1'i ise "Avrupa, Avrasya ve Orta Asya için Destek" adına ayrılırken kalan kısım ise kolluk kuvvetlerine dönük harcamaları içeriyor.

Hangi ülkeye ne kadar fon aktarıldı?

Bakanlık CRIF'in amacını, "Etkin bir şekilde yanıt verecek ekonomik kapasiteye sahip olmayan, Rusya Federasyonu'nun nüfuzuna ve saldırganlığına karşı savunmasız ülkelere destek" şeklinde nitelendiriliyor.

CRIF tanım olarak diğer finansal operasyonlardan kendisini ayrı tutarken, kendisini USAID ve CAATSA’nın bütünleyicisi olarak sunuyor.

CRIF raporuna göre ülkelere göre aktarılan fonlar şöyle

  1. Moldova: 98.172.456 dolar
  2. Bölgesel Programlar: 94.204.853 dolar1
  3. Bosna-Hersek: 80.846.580 dolar
  4. Letonya: 73.278.170 dolar
  5. Kuzey Makedonya: 67.472.572 dolar
  6. Romanya: 66.146.297 dolar
  7. Litvanya: 64.109.742 dolar
  8. Kosova: 61.157.070 dolar
  9. Sırbistan: 55.567.000 dolar
  10. Karadağ: 50.021.746 dolar
  11. Estonya: 48.679.989 dolar
  12. Bulgaristan: 47.709.686 dolar
  13. Slovenya: 40.354.270 dolar
  14. Arnavutluk: 39.020.431 dolar
  15. Ermenistan: 30.464.000 dolar
  16. Macaristan: 17.697.850 dolar
  17. Gürcistan: 15.403.638 dolar
  18. Hırvatistan: 11.426.480 dolar
  19. Slovakya: 11.388.440 dolar
  20. Ukrayna: 10.800.000 dolar
  21. Çekya: 10.077.680 dolar
  22. Belarus: 8.370.000 dolar
  23. Özbekistan: 8.000.000 dolar
  24. Azerbaycan: 4.728.670 dolar
  25. Polonya: 2.554.890 dolar
  26. Kırgızistan: 2.000.000 dolar
  27. Yunanistan: 684.730 dolar
  28. Kazakistan: 600.000 dolar
  29. Türkiye: 239.090 dolar
  30. Malta: 75.000 dolar
  • Toplam 1.021.251.330 dolar (yaklaşık)

ABD'nin dönemsel ajandasına göre aktarılan fon değişiyor

CRIF kapsamında bu süreçte en yüksek miktar 98 milyon 172 bin dolar ile Moldova'ya gitti. Moldova 2020’de Rusya yanlısı İgor Dondon hükümetinin iktidardan düştüğü ve yerini Batı yanlısı Maia Sandu’ya bıraktığı bir seçim sürecine tanık olmuştu.

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın fonlarının aktığı ülkeler arasında Moldova’yı takip eden ülkeler ise yine ABD’nin nüfuzuna karşı muhalefetin yüksek olduğu ülkeler, ya da son dönemde stratejik anlamda değer kazanan sıcak bölgeler oldu.

Bu kapsamda özellikle son yıllarda ABD ve NATO tarafından olağanüstü militarizasyona maruz bırakılan eski Sovyet Cumhuriyeti Letonya’ya 73 milyon 278 bin dolar, NATO’ya ve AB'ye katılım tartışmalarının ülke halkının çoğunluğunun muhalefetiyle karşılaştığı Kuzey Makedonya’ya 67 milyon 472 bin dolar aktarıldı.

Son dönem etnik gerilimin arttığı ve ABD'nin özel ilgi gösterdiği Kosova ve Sırbistan’a ise sırasıyla 61 milyon ve 55,5 milyon dolar aktarıldı.

Raporda, “NATO ve AB üyesi ülkelerin yanı sıra Arnavutluk, Bosna-Hersek, Gürcistan, Kosova, Kuzey Makedonya, Moldova, Sırbistan ve Ukrayna da dahil olmak üzere bu kuruluşlara üye olmak isteyen ülkelere CRIF desteğinin sağlanmakta" olduğu belirtiliyor. Ancak CRIF hali hazırda tüm Doğu Avrupa ve Balkanlar’ın yanı sıra Rusya, Türkmenistan ve Tacikistan hariç tüm eski SSCB ülkelerini de kapsıyor.

CRIF'in hedefindeki ülkeler Kaynak: Information Report: Countering Russian Influence Fund, Office of Inspector General | U.S. Department of State


KAYA EMRE UZMAY/SOL

*1 'Bölgesel Programlar' adı altında yapılan ödemelerden hangi ülkenin ne kadar pay aldığı bilgisi raporda yer almıyor.


Ülkücüyle mafya etle tırnak gibidir, ayrılamaz: Mafyasız ülkücü olur mu? - Orhan Gökdemir / SOL

 


Devlet Bahçeli ülkücüler arası çatışmaya gönderme yaparak “ülkücüden mafya olmaz” dedi ama ülkücü hareketin tarihi tam tersini gösteriyor.

Ülkücülük, doğuşunda bir NATO konseptiydi. Kontrgerilla eğitimi alan ve "ülkenin komünizmin eline düşmesine" engel olmak için ülkenin üzerine salınan “27 Mayıs darbecisi” Alparslan Türkeş bu faaliyetini bir parti aracılığıyla taçlandırmak istiyordu. MHP böyle doğdu. MHP’nin gençlik örgütü ise “Ülkü Ocakları” adıyla ünlendi. Kendilerine “komando” diyorlardı, askeri eğitim alıyorlardı. Komünizme karşı savaşmaya hazırlanıyorlardı. Mücadele kızışınca MHP ve Ülkü Ocaklarının suçları da devlet tarafından görmezden gelinmeye başladı. Mafya işleri “Ülkücü Haraket”i finanse etmenin en kolay yoluydu.

Mafya ise, bizde, mahalle arası kabadayılığı olarak başladı, uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla büyüyüp serpildi. Sonra onların da yolu devletle kesişti. Mafya Ülkücülerle birlikte "Komünizmle mücadelede" kullanılacaktı. Mafya 12 Mart darbesinden bu yana yarı resmi bir organizasyondur. Ülkücü hareket de öyle. Ülkücü hareket 1970’lerdeki karanlık örgütlenme yapısı dolayısıyla, yeni mafya ilişkilerine rahatça insan malzemesi oldu. Silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, kumarhanecilik, çek-senet tahsili gibi işlerde ülkücü mafyalar palazlandı. Bu akrabalık aralarındaki sınırların da ortadan kalkmasına yol açmıştır. Mafya ülkücü oldu, ülkücüler mafyalaştı.

HA ABDULLAH ÇATLI HA ALAATTİN ÇAKICI

Bu organizasyonları devletle buluşturanlar Şükrü Balcı, Hiram Abas, Mehmet Ağar ve Mehmet Eymür gibi devlet görevlileriydi. Bunların her biri MİT’in ve Emniyet’in etkili şahsiyetleriydi. Bir yandan mafyanın iş ve ilişkilerinden yararlandılar, öbür yandan tıpkı İtalya’da olduğu gibi "Komünizm tehlikesine" karşı fiili bir güç odağı olarak cepheye sürdüler.

“Siyasi bilincin ekonomik gelişmenin önüne geçmesinden” endişelenen düzenin efendileri 12 Mart’ta arayıp mafyayı buldu, onlarla karanlık anlaşmalar yaptı. 12 Eylül’den sonra mafya artık boylu boyunca devletin içindeydi. 1. MİT Raporu, gerçekte devlet-mafya ilişkileri raporudur. Türkiye’de devletten ayrı veya bağımsız bir mafya yoktur, iddiası budur. Hepsi devletin himayesinde iş görür, ceplerinde devletin pasaportlarını taşır, devlet ihtiyaç duyduğunda koşmaları ondandır. “Ülkücü Mafya”, 1990’lı yıllarda Kürt kökenli mafya yerine, onlardan boşalan yerleri tutsunlar diye bu göreve devlet eliyle atanmışlardır. Abdullah Çatlı gibi "ülkücü kahramanlar" da esasında birer mafya babası kıvamındadır. Devlet için kurşun atarken, bavulunda uyuşturucu taşımaktadır. Yani Alaattin Çakıcı, Sedat Peker veya Kürşat Yılmaz da devletten ayrı varlıklar değildir.

ÜLKÜCÜ MAFYA İKTİDARIN HİMAYESİNDE

AKP’nin katkısı ise devletle mafyayı birbirinden ayıran yasallığı bütünüyle ortadan kaldırmış olmasıdır. Mafya, “devlet”in yeteriz kaldığı topraklarda, devletin yerine geçer, onun işini görür. Mafya paralel bir ekonomik düzendir. Hukukun yokluğunda devlet ile aralarında bir fark kalmaz, ayırmak imkansızlaşır. Yaşadığımız tam olarak budur.

Ünlü ülkücü mafya babalarını MHP marifetiyle cezaevlerinden çıkardılar. Cezaevinden çıkan ülkücü mafya teşekkür etmek için Devlet Bahçeli’nin makamına koştu, birlikte fotoğraf çektirdi, dokunulmazlık kazandı. Uyuşturucu ve kara para aklayıcıları, mafya eskileri, ne iş yaptığı belirsiz eski polis şefleri, suçla bağlantılı politikacılar hepsi birer “siyasal” kimliğe büründü. Mafya babası “ülkücü”, eski polis şefi “merkez sağcı”, kara paracı “muhafazakâr” … Denildiği gibi, devlet bir çeteye dönüşünce, çete de siyasallaştı.

Devlet Bahçeli ülkücüler arası çatışmaya gönderme yaparak “ülkücüden mafya olmaz” dedi ama ülkücü hareketin tarih tam tersini gösteriyor. İşte ünlü ülkücü mafya babaları:

“REİS” SEDAT PEKER

Gençliğinde kendisine “Reis” lakabı takılan Peker, “uyuşturucuyla mücadele eden baba” olarak tanındı. Ülkücü olduğunu saklamıyordu, reisliği de buna bir göndermeydi. Barmen Oğuz Atak cinayeti, çete olaylarına karışmak, tehditle tahsilat yapmak, zorla alıkoymak suçlarından aranıyordu. 1998'de Romanya’dan Türkiye’ye getirildi. Hapiste her türlü lükse ulaşması sağlandı, kaldığı 50 kişilik koğuşun tabanını halıfleksle kaplattı, duvarlarını boyattı, tuvaletleri kırılıp yaptırdı, yüz koyun kestirip tutuklu ve hükümlülere dağıttı. Tahliye edildikten sonra MHP’li olmadığını söyleyerek, siyasi görüşünün Pantürkist-Turanist olduğunu belirtti. Bozkurt işareti yapmaya devam etti. Bir ara AKP’ye yanaştı, muhalifleri tehdit etti, oluk oluk kan akacak dedi. Büyük ülkücü baba Alaattin Çakıcı ile arasında husumet vardı, Çakıcı salınınca yurtdışına kaçtı.

ALAATTİN ÇAKICI

Gençlik yıllarında Şişli’de ülkücü gruplara dahil olan Çakıcı’nın suç dosyası bir İETT görevlisini bıçakla yaralamasıyla açıldı. Siyasi saiklerle 41 kişinin ölümüne sebep olduğu söyleniyor. Çek-senet işlerine girdi, haraç topladı, karısı Uğur Çakıcı’yı öldürttü. İddiaya göre MİT ile olan bağlantıları sayesinde 1987’deki ”Babalar Operasyonu”dan kurtulmayı başardı. Borsacı Adil Öngen’e, Pamukbank Genel Müdürü Burhan Karaçam’a, Emin Cankurtaran’a, Hıncal Uluç’a, Cavit Çağlar’a ve Engin Civan’a yönelik saldırıların azmettiricisi olarak suçlandı. 1992 yılında yurtdışına kaçtı. 1998′de Nice’de yakalandı, iade edildi. Devlet Bahçeli’nin istediğiyle salındı. Çıkar çıkmaz ilk işi Devlet Bahçeli’yi ziyaret etmek oldu.

KÜRŞAT YILMAZ

12 Eylül darbesi öncesinde MHP’nin yan kuruluşu Ülkücü Gençler Derneği’nde (ÜGD) yöneticiydi. Darbenin ardından MHP de yan kuruluşları ile birlikte kapatıldı. Boşta kalan ülkücülerin çoğunluğu başta çek-senet tahsilatı olmak üzere bir takım silahlı-külahlı kişisel işlere girişti ve kısa sürede büyük bir mafya organizasyonuna dönüştü. Kürşat Yılmaz da pratisyenliği ÜGD’de tamamlayan ve mafyaya terfi olan “ülkücü” mafya üyelerinden biri. O da Alaattin Çakıcı gibi çıkar çıkmaz soluğu Devlet Bahçeli’nin makamında aldı.

HADİ ÖZCAN

Mehmet Hadi Özcan da 1980’den önce Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmıştı. Sonra “Kocaeli Çetesi” lideri olarak ünlendi. Cürüm işlemek niyetiyle teşekkül oluşturma, adam yaralamak, cezaevinde talimatla suça azmettirmek, cezaevinde şahıslardan haraç toplama, çek-senet tahsilatı, adam kaçırma ve araba hırsızlığı Hadi Özcan’ın kabarık dosyasındaki suçlardan sadece birkaçıdır. Ergenekon davası sürecinde Alaattin Çakıcı’yla ters düştüğü iddia edildi. Kocaeli'de 3 kişinin öldürülmesi olayında parmağı olduğu iddiasıyla yargılanıyordu. 75 yıl hapis cezasına çarptırıldığını duyunca mahkeme başkanına hitaben, "Yapmayın pişman olursunuz, ben bu suçu işlemedim” dedi.

NİHAT AKGÜN

1987’de halı kaçakçılığı, arazi işgali ve adam yaralama suçlarıyla aranırken polis tarafından dağıtılan öğrenci yürüyüşünde, sivil polislerle birlikte öğrencileri dövüyordu. 1989 yılında zamanın Eminönü Belediye Başkanı Tahir Aktaş'ın yaptırdığı yıkım çalışmalarını araştıran gazeteci Aydın Özdalga'nın dövülmesi olayına adı karıştı. Akgün, İstanbul'da yapılan Türk Kurultayı'nda mafyayla ilişkili olduğu gerekçesiyle MHP yöneticileri tarafından salondan çıkarıldı. Ancak Akgün'ün katıldığı son Erciyes Zafer Kurultayı'nda Türkeş'in yanında olduğu biliniyor. Ölene kadar MHP himayesindeydi. Akgün Oteli'nin sahibi olan Akgün, 1999'da, yemek yerken açılan çapraz ateş sonucu öldürüldü.

AYVAZ KORKMAZ

O da ünlü bir mafya babası. Babalığını “vatansever militan güç”le, kara parayı birleştirebilmesine borçlu. Yani o da bir ülkücü mafya babası. 90’lı yılların ortalarında Pendik ve Sultanbeyli ilçelerinde arazi mafyası lideri olarak adını duyurdu. Uyuşturucu ve çek senet tahsilatına dayalı pek çok kanlı olayların faili olarak arandığı sırada, 1999'da, Ukrayna'nın başkenti Kiev’de yakalandı. Yargılanıp cezaevine konuldu. Uyuşturucu trafiğinde İspanya pazarını ele geçirmeye çalışan Hüseyin Baybaşin'in yurtiçindeki işlerini yürüten Kemal ve Cemal Sarıtaş'ın öldürülmesi olayına karıştı. Korkmaz, eski polis şefi Adil Serdar Saçan'a yönelik uzun menzilli silahla suikast planı yapmakla da gündeme gelmişti.

İNCİ BABA

Urfalı İnci Baba, ünlü simalarda fotoğraf çektirmekten hoşlanırdı. Süleyman Demirel, Yılmaz Güney, Yaşar Kemal, İbrahim Tatlıses ve Alparslan Türkeş gibi çok farklı simalarla yakınlık kurmuştu. Mehmet Ağar‘ın babasını da yakından tanırdı. Zülfü Ağar dönemin Adana Emniyet Müdürüydü. 12 Eylül’den sonra tutukluğu sırasında Alparslan Türkeş ile tanıştı. İlk karşılaştıklarında önünde diz çökmüş, “Başbuğum, aslana kimlik kartı sorulmaz. Size bu dünyada bu zulmü reva görenler, öbür dünyada hesap verecekler” diyerek moral vermişti. O günden sonra dostlukları devam etti.

Orhan Gökdemir / SOL

10 Ocak 2023 Salı

Twitter dosyaları-1+2- Ceyda Karan / BİRGÜN

 


Twitter dosyaları (1)

Bir ‘hackleme’ kurbanı olmadıysam eğer, Anglo-Amerikan müesses nizamını kızdırmış olmalıyım. Hangisinin doğru olduğunu bilmiyorum. Yaklaşık 35 yılı bulan meslek hayatımın sosyal medyaya denk gelen kısmında, 2009’dan bu yana hatası-sevabıyla oluşturduğum ve 400 bine yakın insanın izlediği 13 senelik @ceydak hesabım ‘elimden alındı’. 1 Ocak 2023 gecesi hesabım aniden ‘sıradışı aktivite’ yazısı çıktıktan sonra kilitlendi. Herhangi bir ihlalden bahsedilmiyor, hesap hacklenmiş görünmüyor, e-posta’da sorun yok. Dolayısıyla sahip olduğumu zannettiğim ‘fikri mülkiyetime’ erişememe gerekçesini bilmiyorum. Dev bir küresel şirkete itiraz e-postalarımın işe yarayıp yaramayacağını da...

Twitter, ABD’deki siyasi kapışma eşliğinde son üç-dört yıl içinde tartışmaların odağına oturdu. Bu süreçte giderek Batı’daki ‘liberal özgürlükçü’ anlatının yerini sansür ve karartmanın aldığını gördük. Pek çok insan, muhalif gazeteci ve analist o veya bu biçimde platformun dışına itildi. Bu sansür ve karartmayı ‘meşrulaştıracak’ anlatılar oluşturuldu. Şahsen hiç hazzetmediğim Donald Trump’ın yasaklanması sırasında ‘bir süper devletin başındakine bunu yapan, sıradan insanlara neler yapmaz’ diyerek doğru öngörmüşüm. Bu sansürcülüğe en büyük alkışı neoliberal distopyanın kendilerine ‘özgürlükçülük’ addeden gönüllü elemanları sundu.

Ne ki hiçbirimiz ‘masum’ değiliz. Küresel çapta insanları ‘serbestçe buluşturan kuşun’ sermaye ve çıkar ilişkilerini yeterince irdelemeden onun yarattığı zeminde hareket ediyoruz. Verileri depolayanları mutlak iktidar kılan bu iletişim devriminin ‘kullanışlı’ modundan çıkıp ideolojik boyutu üzerine fazla düşündüğümüz söylenemez. Bu koşullarda örneğin bir yönetim değişikliği, büyük bir heyecan yaratabiliyor. SpaceX ve Tesla’nın patronu Elon Musk’ın Twitter’ı satın alması örneğinde gördüğümüz gibi...

MUSK VE LİBERALLER

Güney Afrika kökenli eksantrik iş insanı Elon Musk 2022’de tartışmalı bir sürecin ardından Twitter’a sahip oldu. Doğrusu öncesinde ‘yüksek hassasiyetleri ile’ her tür eleştirel düşünceyi gömen liberaller platformu çekilmez kılmıştı. Yine de Musk’ın ‘küresel arenaya’ ilgisi bu gerekçenin ötesinde dikkat çekici. Musk geçmişte ABD siyasetinin Demokrat ve Cumhuriyetçi iki kanadına da bağış yapmış bir isim. Twitter’ı almasıyla liberallerin linçine uğradığından beri Cumhuriyetçi kanada yaklaştığı söylenebilir.

Bloomberg ve Washington Post’un yazarları örneğin Musk’ı ‘Twitter’ın hayati misyonu için yanlış kişi’ diye nitelemişti. Liberaller şimdi kendisini ‘tek adam’ olmakla itham ediyor. Michael Bloomberg ve Jeff Bezos’un sahipliği altında milyarder bir oligarkın medya kontrolünden yakınmaktaki ironiye dikkat çeken pek yok. Liberallerin grup halinde ‘tek adam’ zihniyetini aratmayan hareket tarzı olduğu da rahatça söylenebilir.

Neticede Musk, ABD ve AB’de düzen elitlerinin linçine uğradı. Bunları ‘sıradışı kişiliğiyle’ savuşturmaya çalışırken, epeyce taraftar topladı. Ve sonunda aralık başlarından bu yana bağımsız gazeteciler üzerinden kontrollü biçimde büyük kısmı iç yazışmalardan oluşan ‘Twitter Dosyaları’ yayınlıyor. Dosyalar platformun liberallerin yönetimindeki iç işleyişini sunuyor. Şu ana dek 12 dosya yayınlandı. İçerik Batı’nın muhalif medyasını takip edenler için şaşırtıcı değil. Ancak ABD devletinin sosyal medya kontrolü ve sansürüne dair yorumları doğrulamış oluyor.

Örneğin 2 Aralık’ta Matt Taibbi üzerinden yayınlanan dosyada Ekim 2020’de New York Post’un Hunter Biden’ın dizüstü bilgisayarının öyküsü yer aldı. Oğul Biden’ın ‘pornoculuğunun’ yahut Ukrayna’yı da içeren ‘kirli çamaşırlarının’ FBI müdahalesiyle nasıl manipülasyonla hasıraltı edildiği anlatılıyor. New York Post’ta karartılana kadar okuyabilmiştik. Dosyanın görünmez kılınma gerekçesi ‘Rus hackleme materyali’ olarak sunulmuştu.

8 Aralık’ta Bari Weiss üzerinden yayınlanan dosya ile ‘gizli kara listeleri’ öğrendik. Yine bildik. Yani algoritmalarla hesaplara ‘gölge yasaklama’ uygulaması. (Şu an topyekûn kilitlenmiş olan hesabımın son 1,5 yıldır 390 binde saymasında etkisi var mıdır, bilmiyorum. Pek çok takipçim paylaşımlarımın önlerine düşmediğini belirtiyordu.)

20 Aralık’taki Twitter dosyasında ABD’nin propaganda operasyonlarının kasıtlı olarak korunduğu ‘beyaz liste’ çıktı. Ortadoğu’da CENTCOM’un yönettiği hesaplar Twitter’ın bizzat kendi şartlarını açıkça ihlal etmelerine rağmen korunmuşlar.

Dosyalar, Twitter’a başta FBI olmak üzere ABD devlet kurumlarının sızdığını, müesses nizamın ilk günden Trump’tan kurtulmayı hedeflediğini ve bunu yazanları yasakladığını, ‘Rusyagate’ başlıklı davanın aslında bir proje olduğunu ve ifade özgürlüğünü sansürlemenin inceliklerini sergiliyor.

Artık ‘Watergate’ üzerinden özgür ve eleştirel medya öykünmesinin tarih olduğunun kanıtı. Batı’nın tüm ana akım medyası ‘Twitter Dosyaları’yla pek az ilgilendi. Belki asıl anlamlı olan da bu.

MUSK NİYE BUNU YAPIYOR?

İnterneti ‘otoriter elitlerin kontrolünden kurtarmaya çalıştığı’ için mi? ‘Düşünce ve ifade özgürlüğünün savunucusu’ olduğu için mi?

Elon Musk’ın eylem ve söylemleri kısmen sansür karşıtı şeffaf bakış açısıyla hareket ettiğine işaret ediyor. Bunu yadsımak mümkün değil. Dolayısıyla düzen muhalefetinin kendisine sempatisi ve beklentisi artmış durumda. Ancak Musk’ın yükselişi, ilişkiler ağı ve Twitter’da eski liberal yönetimden devralarak sürdürdüğü uygulamalara dikkat çekerek daha eleştirel yaklaşanlar eksik değil. Musk nihayetinde ABD ulusal güvenlik devletinden milyarlarca dolar kazanan bir yüklenici. Asıl soru Musk’ın ideolojik anlatıyı kontrol biçimlerini ortaya serme hamlesine nasıl ve hangi amaçla izin verildiği... Yarınki devam yazısında en azından buna ışık tutacak eleştirel bakışları aktaracağım.

NOT: Twitter’da @ceydak hesabımın kilitlenmesi sonrasında açtığım YEDEK HESAPTAN beni ve dünya gözlemlerimi takip etmek isteyenler için yeni adres: @CeydakYedek

                                                                  /././

Twitter Dosyaları (2)

Dünkü yazıda aktardığım Elon Musk'ın 'Twitter Dosyaları', Batı'nın ana akımında fazla yer bulmadı. Küresel çapta ideolojik anlatıyı sarsacak işlere girmemelerini normal karşılamalı. Esasen, ABD hükümetinin Twitter'ı ve diğer sosyal medya platformlarını etkilediği tartışmaları yeni değil. Asıl mesele kavramsal çerçevedeki hızlı değişim ve bu değişimin üzerinden tartışıldığı kişilikler. Herkesi buluşturan 'küresel arena' Twitter bağlamında Elon Musk.

Liberal anlatının 'düşünce, ifade ve basın özgürlüğü' artık geniş bağlamda serbestlik değil, 'insanların hayrı için koruma' üzerinden sunuluyor. Örneğin ABD'de 'aşırı sağı engellemeye çalışan liberal sol', sansür ve karartmanın baş savunucusu. Buna karşı 'düşünce ve ifade özgürlüğünün' bayraktarı Elon Musk 'muhafazakar' cepheye konuluyor. Musk, liberalleri çileden çıkarıyor, onlardan sıtkısıyrılmışların (sağ ve soldan) gözünde 'yıldızlaşıyor'. İçinden çıkılması zor bu denklemin doğrudan ABD iç siyasetini etkileyen ayağı ile ABD devletinin küresel hegemonyası bağlamında dış ayağı var.

Musk'ın ABD iç siyasetinde iki partiye de bağışlarla (örneğin Obama) başladığı denge tercihinde ibresi Cumhuriyetçilere döndü. SpaceX ile ABD ulusal güvenlik devletinden milyarlar kazanan bir askeri yüklenici. Yine Tesla'sı 'yeşil gündeminin' göbeğinde. Girişimleriyle müesses nizamın parçası. Musk'ın Twitter'ından beklentileri olanlar liberal solun sansür ve yalanlarından bırakanlar. Peki beklentilerin sınırlarını ne belirliyor? Elon Musk olgusuna daha eleştirel yaklaşan iki yazıdan dikkat çekici unsurları aktaracağım.

İlki Bryce Greene'nin Fair.org'da 'Musk yönetiminde Twitter ABD propaganda ağlarını desteklemeye devam ediyor' başlıklı makale. Greene, Musk Twitterının paylaşımları ABD devletinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde manipüle etmeye devam ettiğini vurgularken, en başta 'devlete bağlı medya etiketlemesine' dikkat çekiyor.

Liberallerin Twitter'ı 2020'de, kullanıcıların karşılaştığı bilgiler için 'ek bağlam' diye tarif ettiği 'devlete bağlı hesaplar' uygulaması başlatmıştı. Twitter, bunu 'insanların bir medya hesabının bir devlet aktörüyle doğrudan veya dolaylı olarak ne zaman bağlantılı olduğunu bilme hakkına inanma' çerçevesine oturturken, bu etiketli hesaplar ve tweet'leri önermeyeceğini belirtmişti. Böylece Twitter'ın insanlığın hizmetinde uyruksuz bir şirket değil bir 'Amerikan şirketi' olduğu görüldü. ABD'nin hasmı devletlerin yayınları damgalandı. Bu iş Rusya, Çin veya İran'ın fonladığı medya ile sınırlı kalmadı. Çalışanların şahsi hesapları da paylarına düşeni aldı.

Musk'ın da uygulamayı sürdürdüğünü belirten Greene aynı koşullardaki ABD medya ve kurumlarına dair detaylı örnekler veriyor. ABD ordusu, FBI yahut CIA hesaplarının 'devlete bağlı' etiketleri yok, en fazla resmi olduklarını içeren 'gri tık' getirildi. ABD devleti ve kurumlarının fonladığı Radio Free Europe/Radio Liberty, Radio Free Asia, Office of Cuba Broadcasting ve Middle East Broadcasting Network'ün hiç etiketleri yok. Hatta ABD Küresel Medya Ajansı'nın (USAGM) 257 milyon dolarlık bütçesiyle en büyük operasyonu Amerika'nın Sesi (VoA), milyonlarca takipçili VoA Çin ve Farsça hesaplarında da 'devlete bağlı' etiketleri bulunmuyor. Sadece 'Dünyanın dört yanından haber ve bilgi kaynağınız' yazıyor.

Twitter'ın politikası, 'devlete bağlı medyayı', 'mali kaynakları, doğrudan veya dolaylı siyasi baskı ve/veya editoryal içerik üzerinde kontrolden' yola çıkarak tanımlarken, örneğin finansmanı Britanya Dışişleri'nden gelen BBC, yahut Kanada hükümetinin CBC'si etiketlenmiş değil. Kamu tarafından fonlanan bu kurumların 'devletten bağımsız oldukları' iddia ediliyor. Yine Katar'ın finanse ettiği El Cezare ve AJ+, İsrail Savunma Kuvvetleri de 'devlete bağlı' sayılmıyor.

Greene, ABD'ye hasım devletlerin medyalarının haber ve yorumlarına 'uyarı pencerelerinin' sürdüğünü belirtirken, platformun 'konular' başlığında Ukrayna çatışmasının Batı anlatısına hizmet ettiğini anımsatıyor. ABD fonlu haber odaları 'güvenilir kaynaklar' olarak sunuluyor. Örneğin bugünkü çatışmada 2014'de Kiev'deki darbeye destek vererek etkili olan NED ve fonladığı Ukrayna medyası. Kyiv Post'un yeniden yapılanması olan Kyiv Independent'ın yanı sıra CHESNO, ZN.UA, ZMiST ve Ukrayna Toronto tv, Vox Ukrayna da 'devlete ait' değil. Greene, ABD devleti fonluları 'bağımsız' sayarken, hasımlarını 'gayrı meşrulaştırma' ve 'şüpheli sayma' uygulamasını sürdürerek Twitter'ın propaganda savaşının aktif katılımcısı olduğunun altını çiziyor.

Musk Twitter'ı aldığındaki tartışmalarda bizzat Biden 'ticari girişimin ulusal güvenlik tehdidi incelemesi' gerektirebileceğini söylemişti. Sebebi Kırım'ın Rusya'ya ait olduğunun kabulünden hareketle diğer bölgeler için referandum önerisiyle kaşları kaldıran Musk'ın, Kiev'e 'bedava' Starlink hizmetine son vermekten söz etmesiydi. Diplomasi önerisi Ukrayna ölüm listesine girince söndü gitti. Washington Post'a göre Starlink çıkışı da Musk'ın 'cömertliğinden' çok ABD hükümetinin USAID aracılığıyla aktardığı paralarla alakalıydı.

Yine Greene Twitter'ın ulusal güvenlik yapılanmasıyla bağlarına atıf yapıyor. Ortadoğu ve Afrika'daki en üst düzey editoryal pozisyon Britanya ordusunun psikolojik savaş biriminden Gordon MacMillan'a ait. Twitter'ın içerik gizlenmesi kararlarını veren Stratejik Müdahale Ekibi'nin başında CIA ve FBI'da çalışmış Jeff Carlton var. Geçen yıl da Twitter saflarına pek çok eski FBI ajanı katılmış.

Greene, son bölümde Musk'ın SpaceX aracılığıyla ABD askeri sınai kompleksiyle ilişkisini detaylandırıyor, bunun 'Mars ve fütürizm, uzayın keşfi' anlatısı ile gölgelendiğini belirtiyor.

İkinci yazı Mintpress'te Alan MacLoad'ın 'Elon Musk hain yabancı değil, tam bir Pentagon yüklenicisi' başlıklı makalesi. Neonazi Azak taburuna Mariupol'de Starlink'le sunulan katkıları anlatan MacLoad, Musk'ın şirketinin savaş makinasında Lockheed Martin ve Boeing gibi bir yeri olduğuna işaret ediyor. 2019'da lityum zenginliğini yabancı şirket talanına açmak istemeyen Evo Morales'in devrilmesi sürecinde Musk'ın bir takipçisine "Kime istersek darbe yaparız! Aş bunları" yanıtını anımsatan MacLoad, Amerikan Enerji bakanlığı ve eyalet yönetimlerinden düşük faizli kamusal teşvikler alan Musk'ın 'başına buyruk' ve 'düzen karşıtlığı' üzerinden tartışılmasını eleştiriyor.

Twitter kapitalist distopyanın altın madeniyken, doğrusu Elon Musk'lı histeriler haddinden fazla yersiz.

Ceyda Karan / BİRGÜN