2 Temmuz 2023 Pazar

SİVAS KATLİAMI (DOSYA)

 


Sivas Katliamı'nda yaşamını yitirenler, Madımak Oteli önünde anıldı (BİRGÜN)


Sivas Katliamı'nın 30. yıl dönümünde Sivas’ta; Madımak Oteli’nin bulunduğu yere kadar “Şeriata karşı laiklik, zulme karşı adalet" sloganı ile yürüyüş yapıldı. Madımak Oteli’nin bulunduğu Bilim ve Kültür Merkezi önüne karanfiller bırakıldı, katledilenler anıldı.


Madımak Katliamı'nın 30. yılında katliamda hayatını kaybedenler anıldı. Sivas’ta Madımak Oteli’nin bulunduğu bölgeye kadar “Şeriata karşı laiklik, zulme karşı adalet" sloganı ile yapılan yürüyüşün ardından Madımak Oteli’nin bulunduğu Bilim ve Kültür Merkezi önüne karanfiller bırakıldı, katledilenler anıldı. 
Oğlu Murat Gündüz’ü katliamda kaybeden Mehmet Gündüz, “Biz buradan ölünceye kadar gitmeyeceğiz. Madımak, Utanç Müzesi olana kadar mücadelemiz devam edecek. Birlik, beraber olmak zorundayız. Her geçen gün karanlığa gidiyoruz. Bu karanlık bizi yutacak. Birlik beraberlik olmazsak bu bizi yutar” dedi.
Sivas’ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Sivas Şubesi önünden başlayan yürüyüş Madımak Oteli’nin bulunduğu Bilim ve Kültür Merkezi’ne kadar “Şeriata karşı laiklik, zulme karşı adalet" sloganıyla devam etti. Yürüyüş boyunca “Sivas’ı unutma, unutturma” sloganları atıldı, üzerinde “Yolumuz uludur, ışığımız sönmez; sonsuzluğa yürüyen Pir Sultanlar ölmez” ifadelerinin yazılı olduğu dev pankart ile birlikte katledilen aydınların fotoğrafları taşındı.

Madımak Oteli’nin bulunduğu Sivas İl Özel İdaresi’ne ait Bilim ve Kültür Merkezi önüne kırmızı karanfiller bırakıldı, katledilenler anıldı. Hayatını kaybedenler için bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu.

Katledilen aileler adına, Oğlu Murat Gündüz’ü katliamda kaybeden Mehmet Gündüz burada bir konuşma yaptı. Mehmet Gündüz, şunları söyledi: “Dostlar… Cefakâr yoldaşlarım…  1993’te; bütün gençler ve demokrat insanlar, Pir Sultan yoldaşları buraya semah dönmeye gelmişlerdi. 30 yıldır bu acıyı bize yaşatanlar kahrolsun. Biz buradan, ölünceye kadar gitmeyeceğiz. Madımak, ‘Utanç Müzesi’ olana kadar mücadelemiz devam edecek. Hep beraberce bu mücadeleyi vermek zorundayız. Birlik, beraber olmak zorundayız. Örgütlenmek zorundayız, arkadaşlar. Her geçen gün karanlığa gidiyoruz. Bu karanlık bizi yutacak. Birlik, beraberlik olmazsak bu bizi yutar, arkadaşlar.”

                                                                       /././

Hesaplaşmanın koşulu tarikatların dağıtılmasıdır (soL-Özel)

Türkiye Komünist Partisi Merkez Komite Üyesi Savaş Sarı, Sivas katliamının hesabının sorulmasının bugünkü tarikat düzeninin sona erdirilmesiyle mümkün olacağını söyledi.


 Türkiye Komünist Partisi Merkez Komite Üyesi Savaş Sarı, Sivas katliamının 30’uncu yılında soL’a yaptığı değerlendirmede Sivas katliamının hesabının sorulmasının bugünkü tarikat düzeninin sona erdirilmesiyle mümkün olacağını söyledi. 

Türkiye’de uzun süredir karanlığın hüküm sürdüğüne dikkat çeken Savaş Sarı, Kırk yılı aşan bir dönem sözünü ettiğimiz. Emekçi halkın örgütlülüğünün dağıtıldığı, yurttaşların hak saydığı her şeyin ellerinden tek tek alındığı, ülkenin ileri değerlerinin ve aydınlık insanlarının yok edilmeye çalışıldığı bir dönemden söz ediyoruz. 2 Temmuz 1993 bu dönemin en sarsıcı ve yıkıcı tarihlerinden biriydi dedi. 

Katliamda düzen siyasetçilerinin tamamının rolüne işaret eden Sarı şu ifadeleri kullandı: Sivas’ta yitirdiğimiz insanlarımız, yobaz bir güruh tarafından sergilenen karanlık gösteri, bu gösteriyi olumlamaktan hatta desteklemekten çekinmeyen Türkiye sağı ve hükümetin büyük ortağı DYP, bunlar yaşanırken üç maymunu oynayan hükümetin küçük ortağı SHP (yani bugünkü CHP).  Sivas katliamında, fail, azmettiriciler ve suça ortak olanlar ayan beyan ortadaydı. Türkiye’de düzen 2 Temmuz günü Sivas’ta tüm unsurları ile halka ve aydınlığa kastetti. Patronların ve uluslararası sermayenin bitmek bilmeyen ihtiyaçlarına yanıt vermenin koşulu Türkiye’de karanlığın hüküm sürmesiydi. Türkiye laik bir ülke olmaktan çıkarılmalı, halkın sahip olduğu aydınlanmacı direnç kötürümleştirilmeliydi.

Halkın sahip olduğu aydınlanmacı direncin kırılmasının koşulunun din istismarının meşrulaştırılması, tarikat örgütlenmelerinin siyasette ve toplumsal yaşamda söz sahibi olmalarıyla sağlanabileceğinin düşünüldüğünü ve katliamın da bu yönde halka karşı bir meydan okuma olduğunu hatırlatan Sarı, Aradan geçen 30 yılda Sivas’ta yaşanan katliamın sonuçlarını hayatımızın her anında görüyoruz. AKP’nin iktidara gelişi ve 20 senelik iktidarında yaptıkları ortada. Yağmanın, sömürünün sınır tanımaz hale geldiği bir Türkiye var karşımızda. Cumhuriyetin kazanımlarının, laikliğin fiilen yok edildiği bir Türkiye. Bugün Sivas katliamı ile hesaplaşmak için öncelikle laik, aydınlık Türkiye’yi kurmak zorundayız. Yobazlarla hesaplaşabilmenin koşulu, onların yuvalandığı tarikatların dağıtılmasından geçiyor. Devlet kurumlarını aralarında pay etmiş, holdingleşmiş, siyasette partiler kurup partiler dağıtan bir güç haline gelen tarikatlar derhal dağıtılmalı dedi.  

Dinin siyasete alet edilmesine izin verilmemesi ve bunun ancak ciddi bir mücadele ile mümkün olabileceğinin altını çizen Sarı, Her ne gerekçe ile olursa olsun, din istismarcılığına izin verilmemeli. Asla atlamayalım ki Türkiye’de onca zenginliği elinde tutanlarla, dini istismar edenlerin çıkarları ortak. Sivas’ı tam da bu bu suç ortaklığının sonucunda gerçekleşmiş bir katliam olduğu için hiç unutmamalı ve bu suçun ortağı olan yobazlardan, para babalarından ve düzen siyasetinin savunucularından hesap sormalıyız ifadelerini kullandı.

                                                                    /././

Şairlerini katleden bir halk iflah olur mu? (Özkan Öztaş-soL/Özel)

Sağcıların ve sağ iktidarların bir yandan aydınları ve şairleri katletmesini diğer yandan da bu şairlerin şiirlerine sığınmasını Gazeteci-Yazar Orhan Gökdemir'e sorduk.

Sivas katliamının ikonik fotoğraflarından birisidir, şairler merdiven başında otururlar yaşanacak katliamın öncesinde. Merdiven başında üç şairin yüzünde biraz kaygı biraz öfke ama bir yandan da telaşsız beklerler yaşanacakları. 

Fena Çocuklar Zamanı kitabında Gazeteci Yazar Orhan Gökdemir airinin katili olan bir halk nasıl affedilebilir?" diye soruyor. Bir yandan da akıllara hem şairlerini katleden sağ siyaset hem de sağcı liderlerin miting kürsülerinde okudukları solcu şairlerin şiirleri geliyor. Çelişki midir yoksa sağ siyasetin tutarlı işlerinde midir sorusuna ise Cemil Meriç'ten ödünç aldığı cümleyle cevap veriyor Gökdemir, "Sağ, yakın tarihin 'günahkâr tekesi'dir; bir tür mezar taşıdır, cehalettir"

Sağcıların bir yandan şairleri katletmesi öte yandan şiirlerini miting kürsülerinden okumasına ne diyorsunuz?

Sabahattin Ali, büyük olasılık işkence edilerek, öldürüldü. Edebiyatımızın ve tabii şiirimizin doruğuydu öldürüldüğünde. Tartışmasız şiirimizin en büyüğü Nazım Hikmet öldürülmekten beter edildi, ömrü hapislerde geçti. Enver Gökçe İstanbul Sirkeci'deki Sansaryan Han’da konuşlanmış “Siyasi Şube”deki tabutluklarda iki yıl süresince çok ağır işkence gördü. Keza Ahmet Arif de aynı işkencehanede sorguya çekildi. Hasan Hüseyin, sırf şiir yazdı diye, öğretmenlikten atıldı, tutuklandı, hüküm giydi. Gürün ve Sivas'ta arzuhalcilik, tabela ve portre ressamlığı, inşaat işçiliği yaparak geçinmeye çalıştı. 2 Temmuz bu zulmün doruğudur. İki önemli şairimiz Behçet Aysan ve Metin Altıok da o gün gerici-sağcı bir güruh tarafından yakılanlar arasındaydı.

Sadece şiir yazdıkları için değil sanırım. Esas gerekçe nedir burada?

Bu zulmü, bu vahşeti şairlerimizin siyasi tutumlarından, yoksul halkın ve işçi sınıfından yanında saf tutmalarından ayrı ele alamayız. Şairlerimizin tamamı bu noktada net tutum almıştır. Çoğu solcudur, komünisttir. Hepsi kesinlikle cumhuriyetçidir. Bu tutumlarını şiirlerine yansıtmaktan da geri durmamışlardır haliyle. Zulmün esası budur. Devlet, ki bizim bildiğimiz hep bir sağcı sığınağıdır, şairleri sevmez o yüzden. Sevdikleri Necip Fazıl gibi sümüklü devlet yancılarıdır. Sağ, devletin kucağında olduğu için onların şair-yazar dedikleri de devletin kucağına oturmak için çabalayan tiplerden oluşmuştur.

Cemil Meriç’ten ödünç alarak söyleyeyim, sağ, yakın tarihin “günahkâr tekesi”dir; bir tür mezar taşıdır, cehalettir, faşizmdir. Haliyle sağda şiir ve edebiyatın yeşermesi zordur. Sorduğun sorunun cevaplarından biri bu yokluktan doğan komplekstir. Düşünün, Kurtuluş Savaşının en güzel şiirleri Nazım Hikmet imzalıdır. Türkçenin doruklarında hep solcu şairler dolaşır ki bir kısmı Kürt’tür üstelik. Haliyle okumak zorunda kalırlar, önce öldürür, yakar, işkence eder, hapse atar sonra okurlar. Öldüremezlerse Necip Fazıl’la eşitlemeye kalkarlar ki öldürmekten beterdir.

Sağ siyasetin şaire düşman tavrı bu düzenin bir geleneğidir diyebilir miyiz?

Öldüremediği şairi okumak da sağcı bir tutumdur sonuçta. Bir solcunun Necip Fazıl okuduğunu göremezsiniz. Niye okusun? Yaşamı tutarsız olanın aklı da tutarsızdır. Balzac’ı falan örnek gösterip, “canım sağcılar da iyi edebiyatçı olabilir” falan demek bönlüktür. Balzac’ın yüceliği Büyük Fransız Devrimi’nin halesinde yazmasından-yaşamasındandır. Bizdeki sağcı “yazarlar” ise sadece Nakşibendi-Nurcu ışığında iş görür.

Sivas’ta yananların arasında şairler olması rastlantı değildir haliyle. Sadece şiire değil şairlerine de kin beslerler, nefret büyütürler. Bu sağcılığın alamet-i farikasıdır. Sağcılık devlette güçlü olduğu için şair zaiyatımız da yüksektir. Bunları benim “Fena Çocuklar Zamanı”nda “Şairinin katili olan bir halka ağıt” başlığı altında ifade etmeye çalışmıştım. Şöyle başlıyordu o bölüm: “Haziran Temmuz’a dönerken başladı yangın. Çıldırmış bir şehir toplandı ve ateşi körükledi, ‘ülkesine yangın’ bir şairi yeniden yakmak için. Yandı Temmuz’da, tutuştu dizeleri. O şair, alev almış başıyla karanlıkta bir meşale şimdi. Ve tutuşan ülkesi, bin yıllık yangın yeri.

Dizeleri kundaklamak kolay, oysa kundakçılara inat insan kalmak zor. Söyle; şairinin katili olan bir halk nasıl affedilebilir? Anlat; şairsiz bir ülkede kim söndürebilir ansızın patlak veren ahir zaman yangınını?

Oysa bilmiyor cahil; bir şair tutuşursa bir ülke yanar. Yaşamak şairlerin görevidir yangın yerinde. Ve tutuşan şair, kundakçısının da sevgilisidir.”

                                                                    /././

'Yakılan ve boğulan aydınlarımıza boyun borcumuzdur bu mücadele' (soL-Özel)

Gazeteci Barış Pehlivan, Sivas Katliamı’nın 30. yıldönümünde değerlendirmelerde bulundu.

Katliamın 30. yıldönümünde laiklik mücadelesinde güncel görevlerin olduğuna işaret eden Pehlivan, 'Yakılan ve boğulan aydınlarımıza boyun borcumuzdur bu mücadele' dedi.

Pehlivan şöyle konuştu:

"Türkiye’de biz bugün gericileşmede yarışanları görüyorsak, karanlığın hüküm sürmesini tartışıyorsak, her alanda çoraklaşmayı hissediyorsak, bunun en büyük fitillerinden biridir Sivas Katliamı. 

O ateş bugün halen omzumuzda yanıyor. Bize düşen, hafızamızı korumak, düşümüzdeki geleceği örgütlemek ve inadına su olabilmektir bu topraklara… 

Tüm bunları yaparken de sarılmamız gereken bir koca ağaç var: Laiklik. 

O ağaca sadece baltalarla saldıranlara değil, korumak yerine onun gölgesinden bile utananlara karşı da mücadele vermeliyiz. Keza, daha birkaç hafta önceki seçim sonuçları da bunu bize emrediyor. 

Unutmayalım ki, yakılan ve boğulan aydınlarımıza boyun borcumuzdur bu mücadele."

                                                                   /././

Zaman aşımı ve adalet arayışı ikileminde 30. yılında Sivas (Özkan Öztaş-soL/Özel)

Bugün Sivas katliamının 30. yıl dönümü. Yaşananları ve gelecekteki süreci Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Cuma Erçe soL için yorumladı.


Bugün Sivas Madımak Oteli'nde Türkiye'nin aydınlarının ve sanatçılarının katledilmesinin 30. yıl dönümü. 1990'lı yılların başında ülkedeki aydın katliamlarının ve toplumun dinci gerici örgütlerin eline teslim edilmesi sürecinin bazı kritik uğrakları olmuştu. Bunlardan belki en önemli ve en büyük dönemeci 2 Temmuz 1993 yılıydı. Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında Sivas'ta bulunan yazarlar, sanatçılar ve aydınlar her yıl tekrarlanan etkinlikler kapsamında yine Sivas'ta buluşmuş, imza günleri ve söyleşiler düzenlemiş, sergiler açmış ve konserler tertip edin halk buluşmaları gerçekleştirmişti. 

Ancak ülkenin aydınlığına tahammül edemeyip memleketteki aydınlık birikimi tasfiye etmek isteyen Türkiye sermayesi, aydınları katlederek geleceğe şekil vermeyi kararlaştırmıştı. Katliamın 30. yılını Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri Genel Başkanı Cuma Erçe ile soL okurları için konuştuk 

"Sivas'ın ışığını söndürmeyeceğiz"

Bir süredir Alevi kurumları ve dernekler 30. yılı vurgusuyla çeşitli etkinlikler gerçekleştiriyor. Bu sene katliamın 30. yılında neler yapılacak? 

Bir süredir Pir Sultan Abdal Kültür Derneği olarak bu yaşanan olaya ve otuzuncu yıl dönümüne dikkat çekmeye ve duyarlılık oluşturmaya çalışıyoruz. Alevi kurumları ve diğer yöre dernekleri, bütün demokratik kitle örgütleri bir araya gelerek çeşitli etkinlikler düzenliyoruz. Tüm bunları yaparak aynı zamanda Türkiye devletine bir mesaj vermek istiyoruz.

Adalet sağlanana kadar vazgeçmeyeceğiz"

"Adalet sağlanana kadar biz vazgeçmeyeceğiz. Otuzuncu yılında da Sivas'ta olacağız. Bu belki yıllarca sürecek. Madımak Oteli utanç müzesi oluncaya kadar, gerçek anlamda adalet sağlanıncaya kadar, gerçek anlamda bu ülkede laik-demokratik cumhuriyet oluşuncaya kadar mücadelemiz sürecek" demek bir için bir araya geliyoruz ve gelmeye de devam edeceğiz. 

2 Temmuz'da da binlerce canımızla Sivas'ta olacağız. Hep kaybettiğimiz katledilen canlarımızı anacağız, hem de taleplerimizi yineleyeceğiz hem de geleceğe dair ışık tutacağız. Sivas'ın ışığını söndürmeyeceğiz. 

'30 yıl değil 300 yıl da geçse bu dava devam edecek'

Sivas katliamı davasında zaman aşımına uğrama ihtimali söz konusu. Önümüzdeki duruşmada böyle bir sonucun çıkması süreci nasıl etkiler?

Evet, bu yılın bir başka özelliği de sürmekte olan bir dava var ve bu dava 14 Eylül tarihinde görülecek. Ve çok büyük bir ihtimalle zaman aşımı kararı verecekler. Daha önceki zaman aşımı örneğinde mevcut Cumhurbaşkanı dönemin Başbakanıydı. 'Halkımıza hayırlı uğurlu olsun' demişti. Şimdi yeni bir zaman aşımı kararıyla karşı karşıyayız. Ama biz söylüyoruz bu mahkemelerin vereceği karar bizim açımızdan çok da önemli değil. İnsanlığa karşı işlenmiş bir suçta zaman aşımı olmaz. Biz insanlığa karşı işlenmiş bu suçta sonuna kadar mücadele edeceğiz. Sonuçta bu dava halkın vicdanında yargılanmaya devam edecek. 

"30 yıl öncesine göre ülke daha da  geriye gitti"

30 yıl öncesiyle bugünü mukayese ettiğinizde neler söylem

"Gittikçe Türkiye tipi şeriata giden bir yol var"

Evet esasında bu ülkede laiklik belki hiç bir zaman kurumsal manada tesis edilmedi ama ancak 30 yıl öncesine göre daha geri bir durumda olduğumuzu da söylemek zorundayım. Tek adam rejiminin önün açan bir süreç yaşandı. Gittikçe Türkiye tipi şeriata giden bir yol var. Daha otokratik bir yönetim şekli oluştu. Bu açıdan bakıldığında çok daha geri durumda olduğumuzu söyleyebilirim.

Ankara Çubuk'ta yaşanan saldırı ya da Erzurum mitingi, Sivas'ın her an tekrar edilebileceğini gösteriyor"

Kılıçdaroğlu'nun Ankara Çubuk'ta yaşadığı saldırıda, bir eve sıkıştırıldığında "Yakın yakın" sloganlarını tekrar duyduğumuzda, aslında bizim Sivas'ı her an her dakika yeniden yaşama ihtimalimizi gösteriyor. Bu açıdan bakıldığında yine muhalefetin Erzurum mitinginde de yapılan saldırıda biz yine Sivas'ı her an yeniden yaşayabileceğimizi hissettik. Bu açıdan bakıldığında Sivas'tan sonra onlarca defa katliama uğradığımız gerçeğini göz önünde bulundurursak aslında 30 yıl öncesine kıyasla adaletin sağlanamadığını ve ülkenin daha iyi bir sürece gitmediğini görmüş anlamış oluruz. 

Bugün 30 yıl öncesine kıyasla ne değişti diye düşününce demokrasiden zerre bir şeyin kalmamış olmasıdır değişen. Evet bir şeyler değişti ama eğitim ve toplumsal hayatın dinselleştirilmesiyle oldu diyebiliriz. Ancak bunlar bizi karamsarlığa düşürmüyor. Düşürmeyecek. Ülkemizin daha aydınlık günlere kavuşması için de elimizden geleni yapacağız.
                                                            /././ 

Bugünün taşları o gün döşendi(I) - Hazırlayan: Yol Politika Kolektifi / BİRGÜN

Madımak Katliamı’nın üzerinden 30 yıl geçti. Siyasal İslamcı rejimin önünü açan olaylardan biri olan katliamın bugün nereye oturduğuna dair bir dosya hazırladık. Bugün dosyada 2 Temmuz’da Sivas’ta yaşananlar ve devletin Madımak Katliamı’na nasıl göz yumduğu var.


2 TEMMUZ’DAN BUGÜNE: SİYASAL İSLAM’IN İKTİDAR YOLU - (1)

2 TEMMUZ’DA NE YAŞANDI?

Sivas’ta 2 Temmuz 1993’te Madımak Oteli’nde aralarında yazar ve aydınların da bulunduğu 33 kişi ile 2 otel çalışanının yaşamını yitirdiği katliamın üzerinden 30 yıl geçti. Katliamın üzerinden yıllara rağmen failler ceza almadı. Dava zaman aşımına uğradı. Arandığı iddia edilen failler yaşamını yitirince nerede olduğu öğrenildi. Sivas Katliamı gerici çevrelerin bir ayaklanma girişimi olarak tarihe geçti. O tarihten sonra Refah Partisi’nin ‘yükselişi’ başladı. AKP iktidarına giden yollar döşendi. Bugün devlete tam anlamıyla hâkim olan siyasal İslamcı rejime doğru ilk ayak sesi 30 yıl önce Sivas’ta duyuldu.

Sivas’ta her yıl düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında kente gelen aydın, yazar ve sanatçılarla üç gün sürecek bir organizasyon düzenlendi. Şehre konuklarının geleceğinin öğrenilmesinin ardından ise Aziz Nesin üzerinden bir propaganda örgütlendi. Şehre imam hatip, Kuran kursu öğrencileri taşınmış, hicret koşusu adı altında muhafazakâr gruplar belediyenin sağladığı okul ve misafirhanelerde konaklanmıştı.

AYETLE PROVOKASYON

Yaşanan provokasyon kendiliğinden değil, örgütlü şekilde gerçekleşmiş; önce Bizim Sivas gazetesinde basılan “Müslüman Halkımıza” ardından da şehirde dağıtılan “Halkımıza Çağrı” başlıklı bildirilerle katliam örgütlenmişti. Bildiride şu ifadeler yer almıştı:

“Müslüman halkın yaşadığı bu ülkede, İslam için binlerce şehit verilmiş bu topraklarda, bir kesim tarafından, ‘basın özgürlüğü, düşünce hürriyeti’ adı altında, Müslümanların kutsal değerlerine sözlü veya yazılı olarak kimse saldıramaz.

Biz Müslümanlar, canımız pahasına da olsa, bu değerlerimizi korumakta kararlıyız. Müslüman halkımızdan bu konularda duyarlı olup, İslam’ın değer yargılarını alaya alanlara izin vermemelerini, ne pahasına olursa olsun bunu engellemeyi dini bir görev olarak bilmelerini, bu alçaklar karşısında susulduğunda, yarın mahşerde Allah’a nasıl hesap vereceğimizi düşünmelerini istiyoruz. ‘Müminlerin, Peygamberi kendi nefislerinden çok sevmeyi gerekir. O’nun eşleri, onların anneleridir...’ (Ahzâb Suresi, Ayet: 6) …”


“KAHROLSUN LAİKLİK”

Olaylar, sempozyumlara konuk olarak çağrılan yazar ve sanatçıların kaldığı Madımak Otel önünde cereyan etti.

1 Temmuz günü Şenlik açılışında konuşma yapan Aziz Nesin, Aydınlık’ta basılacak olan Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri çevirisi sebebiyle hedef haline getirilmişti. Aziz Nesin, katliamdan sonra yaptığı bir konuşmada; bu çeviriyi basan Aydınlık gazetesi ve Doğu Perinçek’in kendisine sormadan ismini kullandığını söyleyerek suçlamıştı.

Aziz Nesin’in şenlik öncesi bir konuşmada sarf ettiği sözler de yerel basında çokça gündeme getirilerek katliama dayanak oluşturuldu.

Bunun yanında etkinliğin genişlemesi ve kent merkezine taşınmasında pay sahibi olan Sivas Valisi Ahmet Karabilgin de şehirde Atatürkçü olması sebebiyle uzun zamandır İslamcı gruplar tarafından hedef gösteriliyordu.

2 Temmuz günü Sivas kent merkezindeki camilerde cuma namazı sonrası örgütlenen kalabalık, önce şenlik anısına dikilen Ozan Anıtı’nı yıkıp yerde sürükledikten sonra “Şeytan Aziz”, “Kahrolsun Laiklik”, “Müslüman Türkiye” sloganlarıyla konukların kaldığı Madımak Oteli’ne geldi. Otelde o sırada yazar Behçet Aysan, Şair Metin Altıok, Aziz Nesin, Uğur Kaynar gibi konukların yanı sıra onlarla tanışmaya gelen Pir Sultan Abdal derneği gönüllüleri de bulunuyordu. Linç için organize edilen kalabalık dışarıdan gelenlerle birlikte kısa süre içerisinde binleri buldu. Saatlerce otelin önünde şeriat ve ölüm sloganları atan kalabalığı dağıtmak için hiçbir müdahalede bulunulmazken, saatler sonra Refah Partililerin önderliğinde otel çevresindeki araçların ters çevirilip yakılmasıyla yangın başladı. Otelde mahsur kalan 2’si otel görevlisi 35 yurttaş, yanarak veya duman zehirlenmesi sebebiyle yaşamını yitirdi. İtfaiye sayesinde kurtulan Aziz Nesin, dönemin RP’li Belediye Meclis Üyesi Cafer Erçakmak tarafından itfaiye merdiveninden aşağı atılmaya çalışıldı.

EMNİYET, BELEDİYE, JANDARMA İŞ BİRLİĞİ

Katliamın tanıkları, valilik ve emniyetin bilinçli olarak müdahale etmediğini vurgularken, o günün tanıklarından gazeteci Cüneyt Özdemir; katliamı gerçekleştiren güruha müdahale için yollanan askerlerin de yangın öncesinde çektirildiğini açıkladı.

Gün içerisinde otelde mahsur kalanlar, çeşitli şekillerde hükümet ve devlet görevlileriyle iletişime geçti. Aziz Nesin, Erdal İnönü’yü arayarak yardım istedi, İnönü; “Hiç merak etmeyin, gereken önlemleri aldık” cevabını verdi. Dönemin başbakan yardımcısı İnönü, olaylardan sonra ise “Ne yapayım, yetkim yoktu” diyerek kamuoyundaki tepkilere yanıt verecekti.

Dönemin Pir Sultan Abdal Derneği Başkanı Murtaza Demir, katliam öncesinde, aydınların ortak imzasıyla yazdığı bir bildiriyi otelden çıkarak valiliğe iletti. Vali, emniyet müdürü, il jandarma komutanı ve tugay komutanı ile konuşan Demir, mektubu iletip durumu aktarmasına rağmen kalabalığın dağıtılmasına ya da otelin boşaltılmasına yönelik hiçbir öneri yapılmadığını dile getirecekti. Demir’in geçtiğimiz yıl Diken’e verdiği söyleşi, katliama devletin nasıl tepki verdiğini açıkça ortaya koyuyor:

“Çevredeki esnaf, bu işe tepki gösterenler, dışarıdan gelen Kuran kursu, imam hatip lisesi öğrencileri de katılıyor. Belediyenin çeşitli birimleri bunun için seferber oluyor. Büyük Birlik Partisi (BBP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) militanları seferber ediliyor. Sayıları 5-6 bine kadar çıkıyor. Kültür merkezi önünde attıkları sloganları atıyorlardı. Büyük kentlerde gördüğümüz polis ve jandarma yoktu. Gayet sevimli, gayet toleranslı. ‘Yapmayın, etmeyin’ diyen vardır kuşkusuz ama copunu çıkaran, gaz sıkan, havaya ateş açan, zor kullanan bir kolluk kuvveti yoktu.”

Aziz Nesin, yaşanan katliamda devletin açıkça müdahale etmemeyi seçtiğini; olaydan günler sonra şu şekilde belirtti: “İyi-kötü, yanlış yapıyor-doğru yapıyor ama devlet var. Elbette bunu önleyecekler. Bu kadar ödün verilemez, diye düşünüyordum. Yanılmışım."

Dönemin valisi Ahmet Karabilgin’in tanıklığı da o gün askerin etkisizliğini, Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun da müdahaleye karşı tavrını ortaya koyuyor:

“Orgeneral Doğan Güreş telefonda 'Orada 6 bin mevcudum var, hepsi emrinde' dedi... Güreş Paşa'ya, 'Paşam bunları bana söylemeyin. Yanımda Tugay Komutanı var. Telefonu ona vereyim. Ona söyleyin, talimatınızı ona verin' dedim. Tugay Komutanı telefonu aldı, 'Baş üstüne komutanım' dedi ve gitti. Ancak beklenen askeri kuvvet bir türlü gelmedi. Emniyet Müdürü itfaiyeye 'Tazyikli su sıktırıp dağıtalım' dedi. Ancak Belediye Başkanı, 'Su sıkıldığı zaman halk birbirini ezer' gibi olumsuz tavır aldı. Bir süre sonra itfaiyeyi Hükümet Konağı'nın önüne getirebildik, ama ileriye adım atamadı.”

Temel Karamollaoğlu’nun yaşanan katliamdaki sorumluluğunun yanında, Sivas’taki Refah Partililer de provokasyonun örgütleyicileri arasındaydı.

RP’li Belediye Meclis üyesi Cafer Erçakmak; otel önünde toplanan kitleye önderlik ederek, otelin yakılmasını salık verenler arasındaydı. Erçakmak, olaydan sonra firar etmiş, yıllar önce ise Sivas’ta öldüğü öne sürülmüştü.

Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun itfaiyenin geç gönderilmesindeki suçunun yanı sıra, şenlikten günler önce ‘Hicret Koşusu’ adı altında düzenlenen organizasyonla çevre illerden çok fazla ‘sporcuyu’ okullara, yurtlara yerleştiren Belediyenin, provokasyona zemin hazırladığı da çokça iddia edildi.

Katliamdan bir hafta sonra Cumhuriyet gazetesinde “İrticanın Eğitim Kampları” manşetiyle, İslamcı grupların özel kamplarda ideolojik eğitim verildiğini ortaya çıkaran bir haber yapıldı. Kamplar, yaşanan saldırıyla bağlantılandırıldı.


BÖLÜM 2

SOL YENİDEN

Tüm baskılara ve devlet içerisinde yaratılan dönüşüme rağmen, darbe koşullarının zayıflamasıyla birlikte, toplumsal muhalefet farklı biçimlerde yeniden yükselişe geçmişti. 1985 sonrası yeniden yükselen üniversite gençlik eylemleri, 1989 yılı  Bahar eylemlilikleri, SHP’nin yerel seçim başarısı ile birlikte, darbe sonrası solun yeniden kitleselleşmesini ve sınıfla birleşebilme imkanını ortaya çıkardı. Nitekim ANAP’ın Bahar eylemliliklerine yol açan toplu iş sözleşmesi krizinde takındığı sendika düşmanı tavır, oylarının tepetaklak olmasının yegane sebeplerindendi. SHP bu çelişkinin ve sol muhalefetin yeniden yükselişinin seçimlerdeki yansıması olarak ortaya çıksa da bu birikime düzen içi çerçevede bile sahip çıkamadı ve 90’lı yılların ortalarını bile göremedi.

BAHAR EYLEMLERİ

1989 Bahar eylemlilikleri, 12 Eylül Darbesi’yle tahkim edilen liberalizasyon sürecinin getirdiği ağır yoksullaşma ve sömürü koşullarına karşı işçi sınıfının gasp edilen haklarını yeniden kazanma mücadelesiydi. 600 bin kamu işçisi, toplu sözleşme krizinde ANAP iktidarının yüzde 40’lık zammına razı olmayarak; kimisi kitlesel kimisi küçük çaplı farklı eylem biçimleriyle direnişe geçmiş, 1989 Mart ayında başlayıp, yer yer genel grevlere dönüşerek yaza kadar süren eylemliliklerin sonunda hükümetin bileği bükülmüş, süreç ortalama yüzde 140 oranında bir zamla bitmişti. Kazanım, rakamların ötesinde; askeri darbeyle ancak tahkim edilebilmiş emek karşıtı bir düzende açılan gedikti. Nitekim 1989’da başlayan eylemlilik süreci 1990’ların başlarında da sürecekti. Sonrasında KESK’in kurulmasıyla neticelenecek olan kamu emekçilerinin mücadelesi, 90’ların ilk yarısında toplumsal muhalefetin sınıf mücadelesi içerisindeki yükselişinin en önemli odaklarından biri olacaktı.

SOLA ÇEKİLEN TOPLUMSAL SINIR

80’lerin ikinci yarısında yeniden demokratikleşmeden bahsedilirken, SSCB’nin tehdit olmaktan çıkmasıyla batıda Gladyo tasfiye edilirken, 90’lı yılların sonuna geldiğimizde artık bu on yıl Susurluk, 28 Şubat ve Kürt illerinde yoğunlaştırılmış savaş koşulları ile anılıyordu. Bu aksi yönelişin temel sebebini, 90’ların hemen öncesinde üniversite ve fabrikalarda yeniden yeşeren solda aramak gerekir. Egemen sınıflar açısından ‘demokratikleşme’ ancak solun ve sınıf hareketinin tamamen pasifize edilebildiği koşullarda mümkün olabilirdi. Ancak 1980’lerin ikinci yarısından itibaren hızla işçi-öğrenciler arasında yükselen, ANAP’ı deviren, neoliberalizm sürecini yeniden duraklatan bir sol yükseliş, ‘sivilleşme’ sürecini on yıllığına rafa kaldırdı.

Solun 12 Eylül öncesi durumuna gelme ihtimaline karşı kontrgerillanın yeniden devreye sokulması yalnızca bir bastırma değil, aynı zamanda bastırılamadığı yerde sola sınır çekme ve emekçi halkla ilişkisini kısıtlayacak bir siyasi atmosfer yaratma projesine dönüştü. Dolayısıyla 90’larda birbirinden bağımsız görünen farklı fenomenlerin (Radikal islamcılık, PKK gerekçelendirilerek geliştirilen resmi-gayri resmi baskı araçları) temelde solun yeniden yükselişini hem bastırmak hem de onu bugüne kadar sürecek sınırlı bir alana hapsetme planının parçası olarak görmek gerekiyor. 2 Temmuz ve yine 90’ların başlarında gerçekleşen aydın cinayetleri (Çetin Emeç, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Musa Anter…) toplumu gericilik-laiklik gerilimi üzerinden bölerken, yoksul halk kesimlerinin siyasallaşabilmesi için siyasal islamı tek seçenek haline getirerek, yukarıdan aşağı inşa edilen bu kültürel kutuplaşmanın aşılmasının da önüne geçiyordu. Yasaklar ve baskılar atmosferinde darbenin yaralarını sarmakta olan sol muhalefetin halkla bütünleşerek toplumsallaşabilmesinin önü, siyasal islamcı siyasete ön açılarak tıkanıyor, sol ise islamcılık-laiklik ikiliği üzerinden yarılmış toplumda, siyasal islamın etki alanının dışında kalan ve dönemin etnik gerilim atmosferi sebebiyle farklı bölünmeler yaşayan toplumsal kesimlere sıkıştırılıyordu.

Bu sıkışma yalnızca solun toplumsallaşabilmesinin önünde bir baraj haline gelmekle kalmıyor, siyasal İslam eliyle işçi sınııfının ağır sömürü koşulları altında giderek daha fazla güvencesiz ve yoksul bırakılabilmesinin de toplumsal meşruiyetini üretiyordu. 90’lı yılların sonuna gelindiğinde, bu bastırma ve sınırlama süreci başarılı olmuş, ancak işin derin devlet kısmında artık kendi kuyruğunu ısıran kontrolsüz bir devlet-derin devlet ağı yaratmıştı. Erbakancılığa dair batının ve sermaye kesimlerinin endişelerine göre ılımlılaştırılmış bir siyasal islam partisi olan AKP, hem 90’lı yıllarda kurgulanan bu siyasal-toplumsal projenin yürütücüsü olarak hem de devletin derin ve yüzeydeki deri değiştirme sürecinin yürütücüsü olarak ortaya çıktı.

DÖRT BİR TARAFTA ANMA

Katliamda hayatını kaybedenler başta Sivas olmak üzere bugün birçok kentte anılacak. Sivas Demokrasi Güçleri “Madımak Oteli Katliamı” anmasına katılım çağrısı yaptı. Açıklamaya KESK Sivas Şubeler Platformu, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Sivas Şubesi, Halkevleri Sivas Şubesi, CHP Emep ve Sol Parti katıldı. Açıklamayı CHP İl Başkanı Yardımcısı Mehmet Boran okudu. Boran, “Yıllardan beri bu türlü acıların bir daha yaşanmaması için; özgürlüklerin ve laikliğin olduğu bir ülke yaratma mücadelesini sürdürüyoruz” dedi. Makina Mühendisleri Odası’ndan yapılan açıklamada “Gerici güruhların Sivas’ta Madımak Otelinde diri diri yaktığı toplumcu, demokrat yazar ve ozanlarımızı sevgiyle, saygıyla anıyoruz. Onları unutmadık, unutturmayacağız” denildi. PEN Türkiye’den yapılan açıklamada ise “Yitirdiğimiz yakın arkadaşlarımızla beraber 35 canı saygıyla, özlemle anıyor, Madımak suçlularının affedilmesini affetmiyoruz!” ifadeleri kullanıldı.

                                                             /././

Sivas Katliamı'nın üzerinden 30 yıl geçti: Neler oldu, kim ne dedi, katilleri kimler savundu? (soL-Arşiv)

Ülkenin en kanlı ve karanlık sayfalarından biri bundan 30 yıl önce Sivas'ta açılmıştı.

Bugün 2 Temmuz. Bundan tam 30 yıl önce şeriat isteyen gericilerin vahşice saldırısının sonucunda 33 aydın ve 2 otel görevlisi katledildi.

O gün katillerini koruyanlar, katliamı seyredenler aradan geçen 30 yıl sonunda bakanlık, milletvekilliği ve bürokratlık yaptı.

Şimdilerde o günde parmağı olanların bir bölümü iktidarın ''karşısında'' olduğu savunulan muhalefet saflarında yer alıyor.

O gün neler oldu?

1 - 4 Temmuz 1993’te, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin çağrısıyla Pir Sultan Abdal etkinliklerinin dördüncüsü düzenlenecekti. Birçok aydın ve sanatçının katılacağı etkinlikler öncesi gericiler Sivas’a yığınak yapmış, etkinliğin katılımcılarından olan Aziz Nesin’i hedef alan bildiriler dağıtmıştı.

Devletin açıkça seyrettiği katliam çağrıları 2 Temmuz’da cuma namazı çıkışında büyük bir saldırıya dönüştü.

Kent merkezindeki Pir Sultan Abdal ve Atatürk heykellerini parçalayan güruh, “şeriat isteriz” diyerek etkinliklerin yapıldığı salonlara saldırdı.

Neredeyse hiçbir güvenlik önleminin alınmadığı olaylarda ilk saldırılar katılımcılar tarafından püskürtüldü. Seyreden gözler gerici güruhun kalabalıklaşmasını bekledi.

Sayıları her geçen dakika artan gericiler, Madımak Oteli’nin önüne geldi. Devlet burada da yurttaşların katledilmesini, otelin yakılmasını bekledi.

Saatler süren saldırının sonunda 33 aydın ve 2 otel görevlisi hayatını kaybetmişti.

Kaybettiklerimiz...

Behçet Sefa AYSAN, Yeşim ÖZKAN, Nurcan ŞAHİN, Muhibe AKARSU, Muhlis AKARSU, Murat GÜNDÜZ, Handan METİN, Ahmet ÖZYURT, Huriye ÖZKAN, İnci TÜRK, Özlem ŞAHİN, Yasemin SİVRİ, Asuman SİVRİ, Uğur KAYNAR, Sehergül ATEŞ, Gülender AKÇA, Gülsün KARABABA, Mehmet ATAY, Hasret GÜLTEKİN, Serkan DOĞAN, Muammer ÇİÇEK, Belkıs ÇAKIR, Asaf KOÇAK, Edibe SULARİ, Menekşe KAYA, Koray KAYA, Serpil ÇANİK, Erdal AYRANCI, Asım BEZİRCİ, Sait METİN, Carina Cuanna THUIJS, Nesimi ÇİMEN, Metin ALTIOK, Kenan YILMAZ, Ahmet ÖZTÜRK...

Devlet görevlileri neler söyledi?

Katliamın ardından olaya seyirci kalan devlet yetkilileri, yakılan aydınları, katledilen yurttaşları hedef alacaktı. 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: “Halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyiniz”
Başbakan Tansu Çiller: “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir”
İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu: “Aziz Nesin’in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir”

Katilleri evlendirip ehliyet verdiler...

Sivas Katliamı’nda yer alan gerici güruhun büyük bir çoğunluğuna tek bir dava bile açılmadı. 

Katliamın kilit isimleri yıllarca yakalan(a)madı. Bir türlü yakalanamadığı söylenen katillerin askere gittiği, evlendiği ve ehliyet aldığı ortaya çıktı.

Bu isimlerin başında gelen Cafer Erçakmak’ın 27 Temmuz 1999’da Sivas Altınyayla Belediyesi’nde evlendiği, 22 Mayıs 1997’de askere gittiği, çocuğunu nüfusa kaydettirdiği, Emniyet’e başvurarak ehliyet bile aldığı anlaşıldı.

Zamanaşımı ve 'hayırlı olsun'!

Katillerin mahkemedeki savunmasını üstlenen AKP'liler, 13 Mart 2012 tarihinde katliamın zamanaşımından düşürülmesine de imzasını atacaktı.

Meclis'e gelen zamanaşımı kararını engelleyen düzenleme AKP’li vekillerin oylarıyla reddedildi.

Zamanaşımı kararının alındığı 13 Mart’taki duruşmada kararı protesto eden halkın üzerine gaz bombalarıyla saldırıldı.

O gün Başbakanlık koltuğunda oturan Erdoğan, karara ilişkin "Hayırlı olsun!" diyecekti.

Katilleri savunan AKP'li avukatlar

Sivas’ta aydınları yakanları savunan avukatlardan bazıları:

  • Av. Hayati Yazıcı - AKP Genel Başkan Yardımcısı, Eski Bakan 
  • Av. Bülent Tüfenkçi - AKP MKYK Üyesi, Malatya Milletvekili, Eski Bakan, Adalet Komisyonu Üyesi
  • Av. Faruk Gökkuş - İBB AKP Grup Sözcüsü
  • Av. Celal Mümtaz Akıncı -  AKP oylarıyla Anayasa Mahkemesi üyesi, DEVA Partisi üyesi
  • Av. Burhanettin Çoban - AKP’li Afyonkarahisar İl Genel Meclisi Başkanı
  • Av. Haydar Kemal Kurt - Eski AKP Isparta Milletvekili
  • Av. Zeyid Aslan - Eski AKP Tokat Milletvekili, Erdoğan’ın eski avukatı
  • Av. Hüsnü Tuna - Eski AKP Konya Milletvekili
  • Av. Faik Işık - Erdoğan’ın eski avukatı
  • Av. İbrahim Hakkı Aşkar - Eski AKP Afyon Milletvekili
  • Av. M. Ali Bulut - Eski AKP Maraş Milletvekili
  • Av. Halil Ürün - RP kayıp trilyon davası sanığı, Eski AKP Afyon Milletvekili
  • Av. Mevlüt Uysal - Eski AKP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
  • Av. Nevzat Er - Eski AKP Eminönü Belediye Başkanı
  • Av. Suat Altınsoy - AKP Konya İl Başkanı Yardımcısı
  • Av. Tayfun Karali - Eski İBB Zabıta Daire Başkanı, Darülaceze Müdürü, İSTON Yönetim Kurulu Başkanı
  • Av. Ferruh Aslan - Eski İBB Basın Yayın Müdürü
  • Av. İbrahim Kök - AKP Elazığ Milletvekili Aday Adayı
  • Av. Ali Aşlık - Eski AKP İzmir milletvekili
  • Av. Bedrettin İskender - AKP Ümraniye Belediye Başkan adayı
  • Av. Ekrem Bedir - Eski Sakarya AKP Hendek Belediye Meclis Üyesi
  • Av. Hasan Hüseyin Pulan - Eski AKP İstanbul İl Disiplin Kurulu üyesi
  • Av. Hurşit Bıyık - Eski AKP Trabzon İl Başkan Yardımcısı
  • Av. Reşat Yazak - Eski Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Üyesi

Firari katillerin yargılandığı davaya zamanaşımı ayarı

Bugüne kadar "insanlık suçu" kabul edilmemesinden dolayı, yargılaması ve aranması devam eden isimlerle ilgili zamanaşımı riski sürüyor.

Mahkeme, eylemi "insanlığa karşı suç" kabul etmezse, firari üç sanık hakkında devam eden yargılamada bugün 30 yıllık zamanaşımı süresi dolduğu için zamanaşımına girecek.

Zamanaşımının ve insanlığa karşı suç talebinin karara bağlanacağı duruşma 14 Eylül'de yapılacak.

                                                                     /././

Ankara'da halk Madımak için yürüdü (soL)

Madımak Katliamı'nın 30. yılında anma için Dikmen Caddesi'nde buluşan Ankaralılar 2 Temmuz Anıt Parkı'na yürüdü.(01/07/2023)

Bugün Ankara'da aralarında Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSKAD) Ankara Şubesi ve Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) de olduğu birçok dernek ve siyasi partinin çağrısıyla Madımak'ta katledilenler için bir anma düzenlendi.

"Susma, Haykır: Şeriata Karşı Laiklik, Zulme Karşı Adalet" başlığıyla yapılan çağrıyla Dikmen Caddesi'nde buluşan Ankaralılar 2 Temmuz Anıt Parkı'na yürüdü. "Şeriata, faşizme, karanlığa geçit yok!", "Sivas'ta yakanlar AKP'yi kuranlar!", "Sivas'ın ışığı sönmeyecek!" sloganlarıyla gerçekleşen yürüyüşün ardından anma programı için 2 Temmuz Anıt Parkı'n buluşuldu. Anma programında birçok sanatçı ve PSAKD Ankara Şube Semah Topluluğu yer aldı.

                                                                   /././

Sivas Katliamı'nın 30. yılında Madımak Oteli önüne çağrı: 'Hesap sormalıyız' (soL)

Sivas Katliamı'nın yıldönümünde Madımak Oteli önüne çağıran Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, 'Ne olursa olsun 2 Temmuz’da Sivas’ta olmalıyız, hesap sormalıyız' dedi.(21/06/2023)

2 Temmuz 1993’te gericilerin Madımak Oteli'ni ateşe vererek düzenlediği katliamın üzerinden 30 yıl geçti.

33 aydının öldürüldüğü saldırının yıl dönümüne günler kalan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) yöneticileri tarafından Ankara’da basın toplantısı yapıldı. Toplantıya katliamda yaşamını yitirenlerin ailelerinin yanı sıra çok sayıda siyasi parti ve dernekten temsilciler katıldı.

PSAKD Genel Sekreteri İsmail Ateş, 2 Temmuz günü büyük bir kitle ile Madımak Oteli önünde olunacağının altını çizdi. Ateş, “Ne olursa olsun 2 Temmuz’da Sivas’ta olmalıyız” diyerek şu açıklamayı yaptı:

“Ne yazık ki bu davada istediklerimizi elde edemedik. 600 avukatla yola çıktık ancak şu an çok az kişi kaldık. Büyük ihtimalle 14 Eylül’de dava sonlanacak. Bunun için herkesi duruşma günü Ankara Adliyesi’ne bekliyoruz.

'Zaman aşımı olamaz!'

Katliamın üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen, katliamın hesabı verilmemiş, arkasındaki gerçek sorumlular açığa çıkarılmamış, adalet yerini bulmamıştır. Katillerin çoğu affedilmiş, yurt dışına çıkarılmış, normal yaşamlarına devam etmiştir. Tutuklu olanlar serbest bırakılmıştır. 30 yıllık hukuk mücadelesinde adeta aileler, Alevi örgütleri ve vicdanlar yargılanmıştır. Herkes bilmelidir ki, Sivas Madımak Katliamı insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. İnsanlığa karşı işlenen suçlarda zaman aşımı olamaz!

'Eğitimi imamlara teslim ediyorlar'

Siyasal İslam referansı ile ülkeyi yönetmek isteyenler, laikliğe savaş açıyor, tüm müfredatı dincileştiriyor, okullara imamlar göndererek tüm okulları imam hatip liselerine çeviriyor. ÇEDES projesi adı altında eğitimi tarikatlara, çocuklarımızı imamlara teslim ediyor. Yüksek sesle bir kez daha haykırıyoruz. İmamların yeri camilerdir, okulları öğretmenlerimize bırakın!
Aleviliği baskı altında tutmak, asimile etmek adına ziyaret adı altında, dergahlarımıza, inanç merkezlerimize gelen Cumhurbaşkanının kutsal sembollerimizi duvarlardan indirtmesi, adeta bize parmak sallamaktır. 

'Hesabını soracağız'

Biz Aleviler, kimsenin inancından, kimliğinden, dilinden, kültüründen, cinsiyetinden dolayı ötekileştirilmediği, horlanmadığı, öldürülmediği, herkesin barış içinde bir arada kardeşçe yaşadığı, hakça bölüşümün esas alındığı, savaşların ve sömürünün son bulduğu kısacası inancımızda Rıza Şehri olarak tarif edilen bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyoruz. Bu dünyayı bütün ötekiler ile birlikte inşa edeceğiz. Madımak Katliamı’nı ve insanlığa karşı işlenmiş tüm suçları unutmayacağız, unutturmayacağız, hesabını soracağız.''

                                                               /././

Katledilen canlara gökyüzünde anıt (Öncü Durmuş/Birgün)

Katliamın 30. yıl dönümünde Madımak Katliamı Hafıza Merkezi Projesi hayata geçti. Proje Koordinatörü ve Web Kreatif Yönetmeni Eylem Şen, “Proje hâkikatlerin toplumsal hafızada yer edinmesi için başladı” dedi.


Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’nun Madımak Katliamı Hafıza Merkezi projesi hayata geçti.Dijital kütüphanesi 10 Haziran’da açılan projede oluşturulan kütüphanenin içerisinde kitaplar, makaleler, dergiler, dava dosyaları, raporlar, fotoğraflar, mektuplar, şiirler, videolar, biyografiler bulunuyor. Bunların yanında proje kapsamında sanal müze, belgesel, web belgesel, sözlü tarih görüşmeleri ve röportajlar da yer aldı.

Proje Koordinatörü ve Web Kreatif Yönetmeni Eylem Şen projeyi BirGün’e anlattı. İlk olarak projenin tamamının bitmediğini dile getiren Şen, Eylül ayında sanal müzeyi, kasım ayında belgeseli ve aralık ayında da web belgeselini bitirmeyi hedeflediklerini belirtti.

Sanal Müze’nin yönetmenliğini yapacak olan Şen, “33 Canın ailelerinin, dostlarının yardımı ile bulduğumuz eşyalarının 3D yapımı ile otelin içerisinde bulunan odaların 360 derece dönmesi ile hayata geçecek sanal bir proje olacak” dedi.

Öte yandan Belgeselin yönetmenliğini Ümit Kıvanç, WEB BELGESEL yönetmenliğini Yücel Tunca, Sözlü tarih görüşmeleri ve röportajları da Şükrü Aslan yapacak.

YÜZLEŞME ÇAĞRISI

Madımak Katliamı’nın ‘münferit’ bir olay olmadığını söyleyen Şen şu ifadeleri kullandı: “Madımak 90’ların faili meçhul, toplu öldürme suçlarının bir halkası olarak gerçekleşen, bu coğrafyada ezilenlere, ötekilere yönelik devlet suçlarından biridir. Madımak Katliamı Hafıza Merkezi de bu noktadan hareketle suçu işleyenler ve suçu yaratan siyasi iklimle hesaplaşmak için toplumsal bir hafıza yaratma amacı ile yola çıktı. Bu anlamıyla Madımak Katliamı Hafıza Merkezi, hakikatlerin toplumsal hafızada yer edinmesi, dünyaca tanınması ve gelecek kuşaklara aktarılması için kuruldu.”

SİS PERDESİ KALDIRILMALI

30 yıldır takınılan tavrın ise tam anlamıyla kayıtsızlık olduğunu kaydeden Şen, "Böylece toplumda Aleviler özelinde tüm ötekilere yönelik nefret suçunun zeminleri döşendi, şiddet meşrulaştı ve toplu öldürme toplum nazarında normalleştirildi. Alevilerin ‘Utanç Müzesi’ talebine rağmen Madımak Oteli ‘Bilim ve Kültür’ merkezi oldu. Neyin bilimi? Neyin kültürü? Madımak Katliamı’nın üzerindeki sis perdesi kaldırılmadığı, katliama dair hakikatler ortaya çıkarılıp toplumsal yüzleşme yaşanmadığı sürece de bu katliam demokratik bir toplumsallaşmanın önünde engel, tehdit ve açık bir yara olarak durmaya devam edecektir” diye konuştu. 

SUÇLULAR ORTAYA ÇIKMADI

Şen, Madımak katliamının bir pogrom olduğunu belirterek, “Madımak pogromunun tarihsel kökenleri, nefret söylemi, kitleyi manipüle eden ve uygulanan faşizm var. Bu sebeple yaşanan bu katliam bir devlet suçu olsa da sadece bunu belirtmek yetersiz kalacak. Saldırıda şeriatçılar, ülkücü işaretleri yapan faşistler, katliama zemin hazırlayan ve hedef gösteren basın, katliamda rol oynayan siyasetçiler var. Tüm bunlara rağmen ise asıl suçlular ortaya çıkarılmadı, öldürme eylemine katılan tüm suçlular tespit edilmedi, yakalananların hepsi hak ettikleri cezaları almadı” İfadelerini kullandı.

Öte yandan da tarihsel olarak bir inkârcılığın geliştiğini belirten Şen, “Dünya’nın pek çok yerinde yaşanan soykırımlara ve pogromlara dair inkârcılık, yasal olarak suç sayılır. Maalesef bizim ülkemizde ise böyle bir suçlama yok. İnkârcılık, katliamların unutulmasını oluşturan zeminlerdir. Bugün Madımak Pogromu sonrasında ses çıkarmayan, katliama katliam diyemeyen, devlet görevlilerinden, siyasetçilere, bütün bu kesimler inkârcılık ile topluma karşı büyük bir suç işliyorlar" dedi. 

(derleyen: mstfkrc)








Madran Dağı, rakı fabrikası ve zeytinler! - Özer Akdemir / Evrensel

 

                                                                                                           Fotoğraf: ÇİYAP 

Karaburun Yaylaköy’de, RES direklerinin altındaki zeytinlik arazide güneş enerji santrali (GES) yapılması ile ilgili süreç hızla ilerliyor. 2007 yılında köylülere zeytinlik yapmaları karşılığında 150 yıllığına kiralanan arazinin ortakları zamanla değişmiş. Yeni ortakların adları size de çok şaşırtıcı gelecek!..

Ne Karaburun’un 2019 yılında Cumhurbaşkanlığı kararı ile özel çevre koruma alanı (ÖÇKA) ilan edilmiş olması ne GES yapılmak istenen arazinin zeytinlik olması ne 15 yılı aşkın bir emekle bu arazide 30 bine yakın zeytin ağacının büyütülmesi ne de devletin zeytinliğe 2008 yılından bu yana verdiği organik tarım destekleri şirketi durduruyor. 

Karaburun’da 2005 yılından bu yana toplamda 87 RES türbini kuran Lodos Enerji geçtiğimiz yıl Karaburun RES Yardımcı Kaynak adı altında bir GES projesi gündeme getirdi. Bu proje kapsamında 7 adet GES alanında toplam 181 bin 818 adet panel kurmayı planlıyor. Mayıs ayında ‘ÇED olumlu’ kararı verilen projenin yeri ve proje alanında bulunan 30 bine yakın verimli zeytin ağacını önümüzdeki günlerde epeyce tartışacağız.

ORGANİK TARIM YAPILIYOR

Toplam 902 dönümü bulan parselin 473 dönümü Hazine tarafından 2007 yılında Yaylaköy’den 5 köylüye, her on senede bir yenilenmek ve zeytincilik yapmak şartı ile 150 yıllığına kiralandı. Bu tarihten itibaren yaklaşık 30 bin zeytin ağacı dikilen ve 2008 yılından bu yana organik tarım sertifikası ile devletten organik tarım desteği alan bu arazinin ortaklık yapısı bir süre sonra değişti. Arazinin ortaklarından Yaylaköy’lü Mustafa Şenbahar diğer 4 ortağından ikisinin Lodos Enerji’de bekçi olarak çalışmaya başladıktan sonra hisselerini şirkete sattıklarını söyledi. Diğer iki ortağın isimleri ise çok ilginç gelecek size!

                                             Fotoğraf: Mustafa Şenbahar'ın kişisel arşivi

ARAZİNİN YENİ ORTAKLARI İKİ ESKİ CHP MİLLETVEKİLİ

Adları son ana kadar sır gibi saklı kalan, benim de Milli Emlak Müdürlüğünün M. Şenbahar’a ve ortaklarına gönderdiği yazıyı incelerken öğrendiğim isimlerin ikisi de eski CHP milletvekili.

Bu isimlerden 24. dönem CHP Aydın milletvekilliğinin yanı sıra 1999-2011 yılları arasında Çine Belediye Başkanlığı yapan Osman Aydın ile ilgili onlarca haber yaptığımı anımsıyorum. Osman Aydın, Çine’nin dağlarında faaliyet gösteren maden işletmelerinin en büyüklerinden Kaltun’un sahibi. Özellikle Madran ve Gökbel Dağlarında büyük bir doğa kıyımına yol açan bu maden işletmeleri, yeterince önemsemedikleri işçi sağlığı-iş güvenliği önlemleri yüzünden onlarca, yüzlerce işçinin silikozis hastası olmasına ya da çeşitli biçimlerdeki iş cinayetleri ile ölmelerinin de sorumluları.

Sanırım 2004 yılındaki yerel seçimler sürecini izlemek için gittiğim Çine’de, birçok silikozis hastası işçi ve ailesi ile konuşmuş, onların dramına tanıklık etmiştim. Bu işçilerin hastalanmasından birinci derece sorumlu olan maden patronlarından birisi, Kaltun’un sahibi ve halihazırda Belediye Başkanı Osman Aydın da yeniden aday olmuştu. O seçim süreci ile ilgili gözlemlerimi yazdığım haberin başlığını da Aydın’ın bu adaylığı oldu; “Kim celladına oy verir ki?”. O seçimlerde, son yaşadığımız seçimlere benzer bir sonuçla, Çineliler Osman Aydın’ı ikinci kez belediye başkanı yapmışlardı. Bir dönem daha belediye başkanlığı yapan Aydın, haziran 2011 seçimlerinde de CHP’den milletvekili olarak TBMM’ye girdi!

MADRAN DAĞI’NA RES’LERİ DİKEN KİŞİ!

O. Aydın’la ilgili yaptığım haberlerden en ilginç olanlar arasında Mardan Dağı’na dikmek istediği RES türbinlerine karşı özellikle İbrahim Kavağı köylülerinin direnişiyle ilgiliydi. RES projesinin ilk sahibi olan Aydın sonrasında Kıroba adlı şirketin yüzde 75’ini Bank Asya yöneticilerinden Mustafa Cemaloğlu’na devretmişti. O. Aydın ortağı Cemaloğlu’nun Bank Asya’daki pozisyonunu ilerleyen günlerde yalanlasa da açık kaynaklarda, 29 Mart 2014 tarihinde yapılan 2013 yılı Genel Kurul toplantı tutanağında Cemaloğlu’nun adını “yazman” olarak görüyoruz. Meralarında, su kaynaklarının üzerinde RES direği istemeyen İbrahim Kavağı köylüler aylarca direnmişler, 2011 haziran ayında şirket sahipleri ve çalışanlarının jandarma koridorunda RES sahasına baskın yaparak girmek istemesi üzerine direnen köylülere jandarma müdahale etmiş, sonrasında birçok köylü yaralanmış ve gözaltına alınmıştı.

O. Aydın’ın adı Doğa Severler ve Koruma Derneğinin 21 Kasım 2011 tarihinde açılışının yapıldığı gün şoförü ve korumasının derneği basması ve dernekteki iki İbrahim Kavağı köylüsünü darbetmesi ile de gündeme gelmişti. Aralarında Aydın’ın şoförünün de bulunduğu 3 saldırgan bu saldırıdan ceza aldılar.

SUSAM, TEKEL’İ ALIP SATANLARDAN

Yaylaköy’deki zeytinliklerin diğer ortağı ise İzmir Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği başkanlığının yanı sıra 23. ve 24. dönem İzmir milletvekilliği de yapan Mehmet Ali Susam. Susam’ın adı en çok TEKEL’in özelleştirilmesi sürecinden aklımda kalmış. 2008 yılında, 17 rakı fabrikası 100 milyon dolarlık hazır stokları, 30 milyon dolar değerinde satışa hazır şişelenmiş- etiketlenmiş içki kolileri, kıdem tazminatı yükü sıfırlanmış işçileriyle birlikte sadece 292 milyon dolara “Limak-Özaltın-Çarmıklı-TÜTSAB” adlı dörtlü konsorsiyuma satılmıştı. TÜTSAB’ın kurucusu olan Susam, TEKEL’in satışından sonra CHP milletvekili seçildi. Bu konsorsiyum tarafından kurulan MEY AŞ, iki yıl sonra, Amerikan yatırım şirketi olan Texas Pasific firmasına yüzde 90 hissesi 810 milyon dolar bedelle satıldı. Dörtlü konsorsiyum TEKEL’in özelleştirilmesinden iki yıl içerisinde 518 milyon dolar kâr elde etti!

ZEYTİNLİKLERİ SAVUNACAKLAR MI?

İşte, Karaburun Yaylaköy’de 30 bin zeytini katlederek GES yapılması ile ilgili projede bu iki ismin geçmesi çok ilginç geliyor bana. Daha da ilginci ise geçmişte doğa katliamları, emek sömürüsü ve özelleştirme talanı gibi adlandırmalarla anılan haberlerimize konu olan bu iki isim bugün, anlaşıldığı kadarıyla adlarını gizli tutmaya gayret göstererek, GES şirketine karşı zeytinlerin yanında görünüyorlar. En azından şu an zeytinliği korumak için GES’e karşı dava açan kişiler arasındalar.

Doğa ve emek talanının doludizgin devam ettiği Madran Dağı, özelleştirme yağmasında paylaşılan TEKEL rakı fabrikaları ve GES için kesilmek istenen 30 bin zeytin ağacının kesişen öyküsü nasıl gelişecek hep birlikte izleyip göreceğiz…

Özer Akdemir / Evrensel


1 Temmuz 2023 Cumartesi

Nükleer silahlara yatırım 82 milyar doları geçti - EVRENSEL

 


Dünya genelinde nükleer silah yatırımları 4 yılda 10 milyar dolar arttı. Geçen yıl nükleer silahlara yapılan yatırımlar 82 milyar doları geçerken en çok harcama ise ABD tarafından yapıldı.

Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) 55’inci yılını doldururken, nükleer silahlar konusunda anlaşmazlıklar sürüyor. Bu alanda geçen yıl yapılan yatırımlar 82 milyar doları geçti. En çok harcama ise beklendiği üzere ABD tarafından yapıldı.

Nükleer Silahların Yasaklanması Takibi ve Uluslararası Nükleer Silahları Kaldırma Girişiminin (ICAN) hazırladığı raporlarda ise nükleer silaha sahip 9 ülkenin 2019 -2022 yıllarında nükleer silah geliştirme için yaptığı yatırımlar yayımlandı. Verilere göre, dünya genelinde nükleer silah yatırımları 4 yılda 10 milyar dolar attı. 2019’da 72.9 milyar dolar, 2020’de 72.6 milyar dolar, 2021’de 82.4 milyar dolar ve 2022’de ise 82.9 milyar doları buldu.

Nükleer silahlara en çok yatırım yapan ABD’yi sırasıyla Çin, Rusya, İngiltere, Fransa, Hindistan, İsrail, Pakistan ve Kuzey Kore (Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti) takip etti.

ABD, nükleer silahlara 2019’da 35.4 milyar dolar yatırım yaparken, 2020’de 37.4 milyar, 2021’de 44.2 milyar, 2022’de 43.7 milyar dolar harcadı. Çin’in harcamaları 2019’da 10.4 milyar dolar olurken, bu rakam 2020’de 10.1 milyar dolar, 2021 ve 2022’de 11.7 milyar dolara yükseldi. Rusya, bu silahlar için 2019’da 8.5 milyar dolar harcama yaparken, 2020’de 8 milyar, 2021’de 8.6 milyar, 2022’de 9.6 milyar dolar harcama yaptı. İngiltere’nin nükleer silahlar için 2019’da 8.9 milyar dolar, 2020’de 6.2 milyar, 2021 ve 2022’de 6.8 milyar dolar harcadığı görülüyor. İsrail ise nükleer silah geliştirme için 2019’da 1 milyar dolar, 2020’de 1.1 milyar, 2021 ve 2022’de 1.2 milyar dolar harcama yaptı.

(EVRENSEL)

Sosyalizmde yaşam nasıl olabilir? Turhal Şeker Fabrikası esintisi - Erhan Nalçacı / soL

 Genç Cumhuriyet’in Türkiye’ye eşit bir şekilde dağıttığı ve tarımla ilişkili bütünlüklü bir sanayileşme projesi olan Şeker Fabrikaları’na bakalım. 


Geçen hafta temel ilkelerimizden “bağımsızlık” kavramını ele almıştık. Bugün de 21. yüzyılda sosyalist yaşamın neye benzeyeceğine ilişkin bir egzersiz yapalım.

Sosyalizm bugün emekçi sınıfların, genel anlamda insanlığın yüz yüze olduğu derin sorunları aşmak için tasarlanmış biricik devrimci açılımdır. Bu nedenle sosyalizmde yaşama bakmadan önce kapitalist dünyada hangi sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu ele almamız gerekir. En azından bunların bazılarını test etmek için sıralayalım:

Nitelikli iş kaybı: Geçen yüzyıl sosyalist ülkelerin etkisi ve egemen sınıfların yüreğine işleyen devrim korkusu kapitalist ülkelerde dahi nitelikli iş yüzdesinin yükselmesine neden olmuştu. Nitelikli işten anladığımız eğitimini tamamlayıp işe giren bir kişinin yaşamı boyunca işini kaybetme korkusu olmaksızın, sosyal güvenceleri ve emeklilik hakkıyla birlikte çalışmasıdır.

Kamuya ait mülklerin yağmalanması nedeniyle bugün insanların çoğu nitelikli iş nedir unutmuş durumda. İşsiz kalarak, işe girmek için sertifika programlarına katılarak, geçici güvencesiz işlerde çalışarak, büyük bir gelecek kaygısıyla yaşıyorlar.

Anlamsızlık ve yabancılaşma: Nitelikli iş kaybı emeğin anlamsızlaşması ve emeğe yabancılaşma ile birlikte gidiyor, çalışmak bir zevk olmaktan çıkıyor, ekmek parası kazanmak için yapılan bir eyleme dönüşüyor. Yaratıcı emek ve insanın çalışma yaşamında geriye dönüp bıraktığı eserleri görmesi çoğu kez nafile bir beklenti haline geldi. 

İşsizlik: Niteliksiz işten daha beteri var, işsizlik. Dünyada gençlerin yarıya yakını işsizlikle boğuşuyor. Kapitalizmin yapısal krizi içinde otomatizasyon olanakları patronun kâr hırsı ile birleşince giderek artan bir işsizlik sorunu doğuruyor. 

Yalnızlık: Kapitalizmin yarattığı yalnızlığı bu köşede sıkça işledik son dönemde. Kapitalizm geleneksel ve soya dayanan sosyal ilişkileri hızla tahrip ediyor ve yerine yenisini koyamıyor. Emekçilerin örgütlülüğü üzerinde ise büyük bir dağıtıcı baskı oluşturuyor. Büyük kentlerde kaybolmuş emekçiler giderek daha yoğun bir yalnızlığa gömülüyorlar.

Parçalanmış aileler ve çocuk istismarı: Toplumun en küçük birimi olarak kabul edilen aile hem sürekli olarak parçalanma, çözülme eğiliminde, hem de çocukların güvenli bir şekilde örselenmeden yetişmeleri büyük bir tehdit altında. Bu çözülme eğilimi kadının eşitliği ve özgürlüğünü sağlamaktan ise uzak kalıyor.

Yaşlıların bakımı: Nitelikli işin seyrelmesi bir yandan insanların yaşamak için geç yaşlara kadar çalışmasına, diğer yandan emeklilik ise yaşlının emek süreçlerinin dışına düşmesine neden oluyor. Yine devletin sorumluluk almaması yaşlı bakımını büyüyen bir sorun haline getiriyor.

Tüketim toplumu ve eşitsizlik: Dünya kaynaklarının hızla tükenmesi ve iklim krizi “orta sınıflar” üzerinden yaratılan tüketime dayalı toplumun sonuna geldiğimizi gösteriyor. Diğer yandan geniş emekçi kitlelerin barınma, beslenme, ısınma sorunu bulunuyor. Toplumsal eşitliği kapitalist toplumda bir kesimin ulaştığı tüketim kalıpları üzerinden sağlamak imkânsız gözüküyor ve sosyalizmin bir tasarruf toplumu olması gerekiyor. Öte yandan bu tasarrufun eşit bir toplumda yaşam zenginliğini engellememesi gerekiyor.

Geçen hafta 21. yüzyıldaki sosyalizmin ulusal sınırları aşarak üretim birimlerini merkezi planlama doğrultusunda birleştireceğinden bahsetmiştik. Bu sefer planlama altındaki tek bir üretim biriminin içine girip yukarıda bahsettiğimiz sorunları aşıp aşamayacağımızı tartışalım.

Hayal gücü geleceği planlarken çok önemli olmakla birlikte gelecek tasarımımızın gerçek bir deneyime dayanması da gerekiyor. Bunun için bir köşe yazısı olmasaydı, geçen yüzyılın sosyalizm deneyimlerini tarardık. Ama şimdi uzağa gitmeyeceğiz, bütün eksikliklerine rağmen Türkiye’den örnekleri kullanacağız.

Kapitalizmde üretim birimi; diyelim ki bir fabrika, bir okul, bir maden vb. işliklerden oluşur. Emek gücünü patrona satmış olan işçilerin nerede oturduğu, nasıl yaşadığı, kendini nasıl geliştirdiği, çocuklarının nasıl okula gittiği, ne yiyip içtiği patronu kesinlikle ilgilendirmez. Bu başıboş sorumsuzluk bugünün plansız ve ucube kentini üretir.

Bu anlamda Sovyetler Birliği tarafından inşa edilen İskenderun Demir-Çelik Fabrikası ilk gördüğüm sosyalizmin izini taşıyan üretim birimiydi.  Koruluğun içinde büyük bir arazide fırınlar, dökümhaneler ve kendi limanı dışında çalışanlar için lojmanları, hastaneyi ve sosyal tesisleri içeriyordu. 80’li yıllarda burada çalışmak istiyorum diye kapısına dayandığımda bir ambulans tahsis edip her tarafı gezdirmişlerdi.

Türkiye’de hayal gücümüzü zenginleştirecek başka örnekler de yaşandı geçen yüzyıl içinde. Genç Cumhuriyet’in Türkiye’ye eşit bir şekilde dağıttığı ve tarımla ilişkili bütünlüklü bir sanayileşme projesi olan Şeker Fabrikaları’na bakalım. 

Şeker Fabrikaları’ndan yetişen tanıdıklarınız varsa güncel siyasetlerinden bağımsız olarak doğal olarak sosyalizme eğilimli olduğunu fark etmişsinizdir.

Çocukluğu Turhal Şeker Fabrikası’nda geçmiş Kenan İpek’in Ah Benim Şeker Fabrikalarım kitabı özelleştirmeler ve yağmalarla bugün parçalanmış geçmişe ışık tutuyor.

1934’te kurulan Turhal Şeker Fabrikası’nın insanların yaşamları üzerinde dramatik bir dönüştürücü etki yaptığı anlaşılıyor. Merkezinde üretim alanları, çevresinde ağaçların arasında lojmanlar, hastane, kreş, spor tesisleri, yüzme havuzu, yemekhane ve gazino yer almaktadır.

Bir işçi lojmana taşıdıktan sonra bir süre yatakta değil yerde yatar, musluktan akan suyla yıkanmaz hamama gider, bu kadar lüks nasıl parasız oluyor diye inanamaz.

Bu tatlı ama önemli veriler içeren kitaba bakabilirsiniz. Biz şimdi kapitalizmin yarattığı sorunlar bu şekilde çözülebilir mi diye kısaca tartışalım.

Sosyalizm bir anda üretim birimlerinden oluşan bir sosyalliğe evrilmez ama bunu hedefler.

Şeker Fabrikaları’na göre çok daha modern üretimin yapıldığı bir üretim biriminde çalışanların nitelikli işe kavuşacağı çok açık. Bu şekilde düzenlenen bir iş ortamı iş güvencesini ve sosyal hakların zengin bir yelpazesini sunacaktır. Bu kolektif üretim ekmek parasını kazanmanın ötesinde yaşama kattığı değerlerle anlam kazanacaktır. Planlı ekonominin işsizliğe izin vermeyeceğinden eminiz zaten.

Ya yalnızlık? Birlikte üreten, dinlenen, yaşayan bu insanlar toplum içinde kaybolmuş emekçilere benzeyebilirler mi? Ne sağlık, ne eğitim, ne spor yapma, ne kültürel gelişim açısından kayıptırlar. Böyle bir yapıda rekabete, bencilliğe yer olabilir mi?

23 Nisan’da mandolinleriyle Turhal Şeker Fabrikası çalışanlarının çocukları (Ah Benim Şeker Fabrikalarım’dan)

Böyle bir toplumda kadın cinayeti işlenebilir mi, eşinden ayrılan bir kadın sosyal destekten yoksun kalabilir mi, çocukları ilgisizliğe veya istismara uğrayabilir mi? Çocukların ve gençlerin gelişimi üretim biriminin ve toplumun tümünün sorumluluğu altında bulunur.

           Turhal Şeker Fabrikası’nın ilk yıllarında piknik yapan eşler(Ah Benim Şeker Fabrikalarım’dan)

Yaşamın bütün zenginliğine karşın tasarruflu bir toplum da bu şekilde yaratılabilir. Her hanenin bugün ihtiyaçlarını pazardan parası ölçüsünde küçük küçük ambalajlar halinde aldığını hatırlayım. Plastik torbalar ve kutular sadece bugünün şehirlerinde bir sokakta çöp dağları oluşturuyor. Yemekhaneler için bunlar toplumsal olarak büyük miktarlarda ve çok daha tasarruflu olarak sağlanabilir. 

Merkezi planlama açısından üretim biriminin yeteneğinden gereksinimine kadar ilkesi geçerli olur.

Yaşlıların durumu ise toplumsal iş bölümü ile ilgili büyük ölçüde, bunu dikey ve yatay işbölümünü tartıştığımız başka bir yazıda ele alırız. 

Herkese keyifli bir Bayram tatili ve sosyalizmli hayaller dileğiyle… 

Erhan Nalçacı / soL




30 Haziran 2023 Cuma

Cem Karaca’nın bizim olmayan hali: Özal, Demirel, Gülen, Bahçeli öven rock star... - Hakan Güngör / Evrensel

Tamirci Çırağı’nı, 1 Mayıs Marşı’nı söyleyen Cem Karaca’ya hâlâ hayranlık duyuyorum. Gülen’e methiyeler düzen, Kenan Evren’i haklı bulan, Özal’ı öve öve bitiremeyen Cem Karaca ise bizim değil…

Tarihe bakarken insanları kahramanlar ve hainler kategorisine sıkıştırmaya çalışmak gerçekliği bozmanın ta kendisi oluyor. Sadakat sadece gerçekliğe olmalı ki kategorilerimiz de bozulmasın; sağlıklı ve yerli yerinde kalsın. İşte ancak o zaman pür kahramanları görebiliyoruz; işte o zaman başkaca insanlar için romantik bir iyiler-kötüler ekseninden çıkıp bütünlüğü kavrayabiliyoruz.

Mubi’de gösterimde olan, Cem Kaya’nın yönettiği “Aşk, Mark ve Ölüm” belgeselindeki Cem Karaca bölümlerini izlerken ister istemez bunları düşündüm.

Cem Karaca’nın yurt dışı turnesindeyken Türkiye’de 200 yıl ceza aldığını öğrenmesi ve yıllarca yurt dışında kalışı, orada katıldığı programlar, verdiği konserler belgeselin etkileyici sahneleri arasında. Aslında tam da o dönem Cem Karaca’nın hayatının kırılma noktasıydı; giden Cem Karaca başka biriydi, oradan dönen Cem Karaca başka biri oldu.

1987 haziranının sonunda Türkiye’ye döndü.

“Bir başka Cem Karaca hikayesi” de burada başladı.

"ÖZAL ELİNİ DİZİME KOYDU" HEYECANI

Belgeselde Karaca’yla ilgili bölüm “Cem Karaca’nın dönüşü tartışma yarattı. Oportünizm ile suçlandı. Baskı altındaki birçok sanatçı sürgünde kaldı” notuyla bitiyordu.

Cem Karaca dönmek için Özal’la görüşmüştü. “Özal’ın elini öptüğü” söylendi. “Namerdim ki öpmedim” diyordu. “Oh be” şarkısında “Ben döneksem döndüm diye memleketime/ Döndüm baba, döndüm işte, oh be” dizelerine yer veriyordu. Ancak konu dönmek için Özal’la anlaşıp anlaşmamasından ibaret değildi. Cem Karaca ile sağ ilişkisinin giderek daha berrak bir hal almasıydı. Özal’ı da zaten hep “çok hararetli” şekilde andı.

Hürriyet’e verdiği bir söyleşide, “Turgut Bey’in muhteşem ‘magic touch’ını (sihirli dokunuş) unutamıyorum, yani dokunarak konuşması. Benimle konuşurken elini dizime koymuştu. Ben hayatımla ilk defa bir başbakanla konuşuyorum ve o başbakan elini benim dizime koyuyor” diyordu.

Katıldığı bir TV programında, “Çok ilginç yani, bana hiçbir başbakan dokunmamıştı” diyordu. “Bu çok mu önemli Cem Bey?” sorusuna, soruyu soran da Ahmet Hakan bu arada, “Ama daha evvel hiçbir başbakan dokunmadı” diye karşılık veriyordu.


KARACA’DAN KENAN EVREN’E: "SAYIN PAŞAM, KIRGIN DEĞİLİM"

9 Ocak 1995’te Hulki Cevizoğlu’na konuk olan Karaca, bu kez Süleyman Demirel ve Kenan Evren’i anıyordu.

Programdan bir yıl önce Demirel tarafından davet edilmişti ve görüşmüşlerdi. Ancak programın gerçekleştiği yıl, yılbaşı ve Cumhuriyet Bayramı’nda davet edilmemişti, konuyu dile getirişinden davet edilse tekrar gideceği sonucunu çıkarmak zor değil.

Devam ediyordu:

“Sayın Kenan Evren’le de karşılaştık. Yanına gittim, tokalaştık. ‘Sayın paşam’ dedim, ‘Ben size ne kırgınım ne dargınım ne küskünüm. Siz size göre doğru olanı yaptınız, ben bana göre doğru olanı yaptım.”

Kenan Evren bunun üzerine ona, “Evladım, çağırdık, gelmedin” demişti, o da “Paşam siz beni Hilton Oteli’ne çağırmadınız ki” diye karşılık vermişti. Cem Karaca’nın ifadesine göre sohbet gülüşmelerle sürmüştü.

Kendisinin sürgününe, arkadaşlarının hapis yatmasına, işkencelere ve idamlara neden olan kişiyle “muhabbeti” vardı artık.

KARACA’NIN "FETHULLAH SEVGİSİ"

Cem Karaca yurda döndükten sonra Fethullah Gülen’le de tanıştı.

1994 yılında Gülencilerin kurduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının açılış gecesine gitmişti. “Fethullah Bey’le tanıştık, elini sıktım” diyordu, “Gözlerimin içine bakarak konuşmasını dürüstlük, açıklık, bir ilkelilik belirtisi olarak algıladım” ifadelerini kullanıyordu.

O gün oradaki tanışma ile aralarında bir “dostluk” başladı.

Hürriyet’te yayımlanan 2004 tarihli “Teselli mektupları” başlıklı bir yazıda bu “dostluğa” dair ifadeler dikkat çekiciydi.

“Gülen ABD’ye gidince yüz yüze görüşmeler yerini telefon konuşmalarına ve mektuplaşmaya bırakır. Gülen, Karaca’ya ‘Sufizm’ adlı kitabını gönderir. Karaca da, ‘Sevgi ve içtenlik dolu mesajınızı aldım, bağrıma bastım, sağ olun, var olun. Bendeniz hasbelkader Robert Kolejli olduğum için Sufizm kitabınızı mutluluk ve yükselerek okuyacağım’ der.”

Yazıda Karaca’nın mektuplarından birinde “İstirhamın odur ki; siz, size çok ama çok iyi bakın. Zira size ihtiyacımız var. Hem bir ‘cem’ olarak, hem de Hakk’ta cem olmayı bilenler olarak” yazdığı belirtiliyordu.

Katıldığı bir başka programda Gülen övgülerinin dozunu artırmıştı:

“Yüce Allah’ın adını andığında ağlayan, peygamberin adını andığında ağlayan bir insan benim için olsa olsa insanı kamil olmak konusunda çok ama çok, hatta dehşetli diyebileceğim bir merhale katetmiş demektir. Bu yüzden kendisine saygım sevgim… Kim ne derse desin umurumda değil.”

"CEM KARACA GELİRSE AZİZ NESİN HORTLAR"

Cem Karaca bunlarla da yetinmedi.

2001 yılında Fethullah Gülen’in şiirlerinden oluşan bir albüm için Gülen şiiri okudu. O günlerde arkadaşı Yener Süsoy kendisiyle bir söyleşi yapıp, “Doğrusu, bunca yıllık yakın arkadaşım Cem’le şu ‘Hocaefendi’yi bir türlü yan yana koyamıyorum. Ya siz?” dedi, Karaca’nın yanıtı şu oldu:

“Fethullah Gülen’le laikliğin çeliştiği kanaatinde değilim, bu konuda onlardan en küçük bir olumsuz kelime duymadım. Fethullah Beyefendi’ye saygım var, çünkü insanlara düşünmeyi, sorgulamayı salık veriyor. Bazı kurumlar kendisine karşı çıksa da beş yüzü aşkın okul açmış. Ben oralarda okuyanlarla konuştuğumda karşımda hep pırıl pırıl zekalı, kesinlikle Kemalizm’e karşı olmayan çocuklar buldum. Şiirlerinin toplandığı CD’de bir şiirini okuyarak yer almaktan da kıvanç duyuyorum.”

Bir zamanların Marksist ismi Cem Karaca kendi geçmişini unutmuş gibiydi, ama onun geçmişi kendisinden başka herkes için unutulmazdı. Bir zamanlar onu dinleyenler için, onun şarkıları ve marşlarıyla mücadelesini sürdürmüşler için olup bitenler büyük hayal kırıklığı idi.

O günlerde Aziz Nesin’in 86. yaş günü nedeniyle yapılacak törende Cem Karaca’nın da sahneye çıkması bekleniyordu. Onun davet edilmesi tartışma başlatmıştı zaten, şiir konusu ile iş büyüdü. “Cem Karaca oraya geldiğinde Aziz Nesin hortlar” tepkileri nedeniyle Nesin Vakfı, Karaca’yı geceden ihraç etti.

GÜLEN: "CEM KARACA VE BARIŞ MANÇO OKULLARA SAHİP ÇIKMIŞTI"

Gülen-Karaca meselesiyle ilgili son haberlerden biri 2015 yılına aitti. Fethullah Gülen’in Cem Karaca ve Barış Manço için hatim okuyup dua ettiği yazılıp çizildi.

Rotahaber’den Eşref Aydoğmuş’a konuşan Erkam Tufan Aytav’ın sözlerini haberleştiren Odatv’den aktaralım:

“Hocaefendi’nin Cem Karaca ve Barış Manço için hatim okuduğunu söylemesi üzerine kamptaki misafirler şaşkınlıklarını gizleyemedi. Bunun üzerine Gülen: ‘Vefaya vefa gerekir, onlar zor dönemde okullara sahip çıkmışlardı’ dedi.”

KARACA’DAN BAHÇELİ’YE: "POLİTİK ÇİZGİNİZİ TASVİP VE TAKDİR EDİYORUM"

Cem Karaca sağcıları sevmeye devam ederken Devlet Bahçeli’yi de ihmal etmemişti.

2002’de kendisine şu mesajı iletti:

“İsminizle müsemma çizdiğiniz politik çizginiz, ülkesini seven her yurttaş gibi benim de takdir ve tasvip ettiğim bir tavırdır. Şayet kabul buyurursanız, size bir yurttaş olarak sevgi, saygı ve takdirlerimi arz etmek istiyorum.”

Bahçeli’nin bu mesaja karşılığı bir buket gül oldu.

BENİM CEM KARACA’M

Politik hattınız ve ürettiklerinizle bedel ödemek kuşkusuz can yakıcı. Ancak hem sözlerinizi hem tarihinizi hem eserlerinizi bir de üstüne sizinle birlikte düşünmüş, sizden feyzalmış, sizi bir yıldız haline getirmiş kitleyi reddetmek… Kendinizi reddetmek… Bu en acısı olsa gerek. Türkiye’de sosyalist hareket yükselirken buradan alınan güçle yaratılan kimliği, liberalizmin işgali aşikar olunca değiştirme çabasına girişmek; bugün bile yazarken insana hayal kırıklığı yaşatıyor.

Yazının başında “Sadakat sadece gerçekliğe olmalı” demiştim. Cem Karaca’ya nereden bakacağımız bizim için (En azından benim için) kolay bir sınav değil.

Cem Karaca’nın Türkiye’deki mücadelesini, şarkılarını, uğradığı baskıları “Tamirci Çırağı”nın şarkısı da tulumu da bizimdir!” başlıklı yazımda anlatmaya çalışmıştım. O yazıda anlattığım Cem Karaca benim için hâlâ çok kıymetli.

“Sınıfsal gerçekliği anlatmak istedim” diyerek yaptığı Tamirci Çırağı’nı dinlemeye devam edeceğiz kuşkusuz. Kendisi sonradan, “Bir realite var burada. Osmanlı’nın yaptığı doğru. Avşaroğlu’nun yaptığı yanlış”, “1 Mayıs Marşı nedeniyle değil bu şarkı nedeniyle yargılanmam gerekirdi” diyerek “Yüce dağdan aşan yollar bizimdir”, “Ferman padişahın dağlar bizimdir” dediği eseri reddetse de… Ben bu eseri ondan dinlemeye devam edeceğim. “1 Mayıs Marşı”nı da… “Yoksulluk Kader Olamaz”ı da… Söylemekten imtina eder hale geldiği “Parka”yı da…

Ben o Cem Karaca’ya hâlâ hayranlık duyuyorum.

Fakat diğer Cem Karaca’yla el sıkışmazdım.

Herhalde hayranlık duyduğum Cem Karaca da “sağdan say” misali bir zamanlar mücadele ettiği kim varsa onlara sevgiler sunan Cem Karaca’nın elini sıkmazdı.

Gülen’e methiyeler düzen, Kenan Evren’i haklı bulan, Özal’ı öve öve bitiremeyen Cem Karaca bizim değil çünkü…

 Hakan Güngör / Evrensel

MEB’de LGS’de ince dinci ayarlar: İmam hatipliye İspanyolca, Çince - Adnan Gümüş / EVRENSEL

 


Şeytan ayrıntıda mı gizlidir, nedir, nasıl bir şeydir, onu bilemiyorum, ancak dinciler dinciliklerini ayrıntılarda sürdürüyorlar.

Ben ayrıntılardan, analitikten öte, bağıntılara bakmaya çalışıyorum, ayrıntıların yeri bağıntılarda anlaşılıyor.

LGS sonuçları ve yerleştirme kılavuzu açıklandı. Analiz için doğru düzgün il bilgisi bile verilmiyor ama ayrıntıda şeytanlıklar çok.

Önce biri doğru beş genel sorun ve talebi dile getirelim. Sonra azıcık açıklanan sonuçlar üzerinden azıcık yorum yapmaya çalışalım.

1-ÖSYM DE ÜLKE GENELİNDE AFETZEDE KONTENJANI İLAN ETMELİ

14 Nisan ve 12 Mayıs tarihli yazılarda afetzedelere ÜLKE GENELİNDE VE DÖRT YIL SÜREYLE kontenjan talebini ifade etmiştim.

MEB tarafından ortaöğretim yerleştirmelerinde afetzedeler için her 30 kontenjana 2 ek afetzede kontenjanı tanındı. Bu uygun bir uygulama oldu.

YÖK-ÖSYM ise hatalı veya eksik olarak sadece deprem yaşanan 11 ilde yüzde 25 ek kontenjan hakkı tanıdı. Doğru uygulama ülke geneli idi. Ek kontenjan olmasa bile en azından mevcut kontenjanların yüzde 20’sini afetzedeler için ayırmalıydı, hâlâ bunu ilan edebilir.

2- ÖNEMLİ BİR TALEP: YERLEŞTİRMELER YAZA KALMASIN

Yedi sekiz yıldır arada hatırlatıyorum. Şu sınav ve yerleştirme çilesi yaza sarkıtılmasın, aileler ve gençler yazını mutlu ve verimli geçirsin.

Her yaşta yaklaşık çağ nüfusu 1 milyon 250 bin civarında. LGS ve YGS toplam 2.5 milyon öğrenci yapar, bu 2.5 milyon da aile demektir. Yükseköğretimde başvuru sayısı çağ nüfusunun iki-üç katına çıkıyor. Toplamda 5 milyona yakın öğrenci/genç ve 5 milyon aile bütün seneyi ve dahası yaz aylarını sınav sonuçlarını ve yerleştirmeleri beklemekle ve takip etmekle geçiriyor. Bu durum hem mutsuzluk yaratıyor hem de daha kötüsü yazı verimli okuma veya deneyimler, hatta çalışma için planlayamama anlamına geliyor. Aileler ve gençler ne gönül rahatlığıyla kitabına gezisine odaklanabiliyor, ne doğru düzgün bir yaz planlaması yapabiliyor, ne de rahatlayıp dinlenebiliyor. Böylece koca yaz verimsizce heba ediliyor.

Bir kez daha çağrımdır. Ortaöğretim ve yükseköğretim de, okul öncesi ve ilkokul kayıtları da yaza sarkmasın. Şu süreç en geç mart-nisan gibi tamamlansın.

3- LGS’DE SOSYAL BİLGİLER NİYE YOK? SOSYAL BİLGİLER DİNE Mİ ENDEKSLENDİ?

MEB cephesinde olumlu bir düzelme yok.

Geçen yıl da yazmıştım.  Temel eğitim çocukların sosyalleşmesi ve temel beceriler için var. Ölçütü bu. Yüzme bilecek, birlikte oynayabilecek, birbirini tanıyacak, ortak küme çalışması yapabilecek. Hepsi insanlık ve yurttaşlık bilincinden geçiyor. İnsan olmaya toplum olmaya hazırlar temel eğitim. Yani ORTAOKUL en çok da SOSYAL BİLGİLERİN öğrenildiği, sosyal bilgi becerinin kazanıldığı aşamalardan biridir

Soru şu ki, o halde sınavda sosyal bilgiler niye yok?

Yoksa MEB hayatı dine mi endeksledi, din var sosyal bilgiler yok. MEB’in bu eksiği bir an önce düzeltmesi gerekiyor.

4- İSTANBUL ZORDA, KONTENJAN ORANLARINDA İLLER ARASINDA BÜYÜK ADALETSİZLİK

Bu yıl toplam 206 bin 222 kontenjan, buna ek olarak 13 bin 889 da afetzede kontenjanı ilan edilmiş bulunuyor.

Maalesef MEB, kontenjanları bile illere uygun bir oranda dağıtamıyor, iller arasında üç katı bulan kontenjan haksızlığı var. En dezavantajlı illerden ikisi de İstanbul ve İzmir.

Burada ölçü imam hatip veya meleki teknik kontenjanından daha çok fen, sosyal bilimler ve Anadolu liseleri kaontenjanlarıdır, yarış bunlar için.

Fen+sosyal bilimler+Anadolu lisesi toplam kontenjanı çağ nüfusunun Düzce’de yüzde 6.42, Gaziantep’te yüzde 7.02 ve İstanbul’da yüzde 7.24 iken bu oran Burdur’da yüzde 23.86’ya çıkıyor.

Toplam kontenjanlarda da büyük farklılaşma var. Şırnak’ta toplam çağ nüfusu için yüzde 11 kontenjan varken Ardahan’da bu oran yüzde 39’u geçiyor.

5- SINAV AYRINTILARINI GİZLEMEK FAYDASIZ, AKSİNE ANALİZ VE ÖNERİ İMKANINI AZALTIYOR

LGS sınavlarının sonuçları geçen hafta açıklandı. İş tercih sürecine geldi. Şeytanlık mıdır bilemedim ama işin ayrıntıları ortaya çıkmasın diye bakanlık artık pek ayrıntı vermiyor.

Sınavların kişi hakkı ihlali hariç, kişi adları hariç tüm bilgilerin paylaşılması gerekiyor ki doğru düzgün analiz yapılabilsin, hatalar görülebilsin, daha iyi çözüm önerileri geliştirilebilsin.

Kaldı ki bu verileri paylaşmamakla sadece işi yokuşa sürmüş oluyorlar, ayrıntıları arayanlar bir şekilde bunlara ulaşabiliyor, kestirebiliyor. Sonuçta sadece iş uzuyor, bu arada güvensizlik de tepe yapıyor, uzmanlarla çalışma imkanı da yok ediliyor.

KAYIP 216 BİN 450 ÖĞRENCİ SINAVA GİRMEDİ

2022 yılında 8. sınıftan mezun olan 1.236.308 öğrencinin 1.031.799’u merkezi sınava katılmıştı. Bu yıl henüz mezun sayısını bilmiyoruz ama başvuruda bulunan 1 milyon 246 bin 465 öğrencinin 1 milyon 30 bin 195'i sınava girmiş bulunuyor. Yani daha en başından 216 bin 450 öğrenci eğitimden umudunu kesmiş bulunuyor.

BAŞARISIZLIK ÇOCUKLARIN DEĞİL MEB’İN, BİZİM BAŞARISIZLIĞIMIZ

20 sorudan oluşan testlerden Türkçeden 9.99, fen bilgisinden 9.01 ve matematik alt testinden 5.95; soru sayısı 10 olan din kültürü ve ahlak bilgisinden 6.29, T.C. inkılap tarihi ve Atatürkçülükten 6.06 ve yabancı dilden 4.91 ortalama net doğru olduğu açıklandı. Bu sayılara göre okulların yarısından fazlası yarı başarıyı bile gösteremiyor. Soruların ortalama yarısı yanıtlandığına göre öğrencilerin tahmini yarısı ortalamanın altında kalmış, en az yüzde 20-30’u ise çok başarısız durumda demektir.

Bu başarısızlık elbette öğrencinin başarısızlığı değil, çünkü bu çocukların -herhangi bir çocuğun- başarısız kalması, o çocuğun suçu değil, bu çok açık. 6-13 yaş çocuklarına ne imkan verilirse, nasıl bir ortam sağlanırsa o bilgi becerileri edinecekler.

Demek ki başarısızlık MEB’in, Cumhurbaşkanlığının, belediyenin, okulun, ailenin başarısızlığı; çocukların payı bunda sonlarda yer alır.

Neden sadece okulların değil de aynı zamanda belediyenin de başarısızlığı? Çünkü şehirler de sokaklar da öğrenme ortamları olmalı, maalesef şehirlerimiz, sokaklarımız, odalarımız, sehpamız, duvarlarımız öğrenme ortamını ve bilgi beceriyi destekleyici değil.

İMAM HATİPLER VE İSTANBUL KARMA EĞİTİMDEN UZAKLAŞIYOR

Karma eğitim yapan imam hatip oranı yüzde 35’lere düşmüş bulunuyor.

Tüm okullar bazında genel olarak İstanbul karma eğitimden en fazla uzaklaşan illerden biri konumunda. Karma eğitim Bingöl’de yüzde 70’e, İstanbul’da yüzde 75’e gerilemiş bulunuyor.

İMAM HATİPLERDE İSPANYOLCA, İTALYANCA, RUSÇA, ÇİNCE, JAPONCA

İngilizce dışında Fransızca, Almanca, İspanyolca, İtalyanca, Rusça, Çince, Farsça, Arapça gibi farklı dillerden toplam 68 okuldan 31’i imam hatiplerden oluşuyor:

  • 32 Almanca programından 3’ü (2 kız, 1 erkek),
  • 18 Arapça programın tamamı (3ü karma, 5i kız, 10u erkek)
  • 2 Çince programın 1’i (erkek),
  • 3 Farsça programın tamamı (1’i karma, 2’si erkek),
  • 6 Fransızca programın 2’si (1’i karma, 1’i erkek),
  • 2 İspanyolca programın tamamı (1’i kız, 1’i erkek),
  • 1 İtalyanca, o da imam hatip (/kız),
  • 2 Rusça programın 1’i (karma).
  • Almanca: Ankara Yenimahalle Şehit Cengiz Polat Anadolu İmam Hatip Lisesi
  • İstanbul Beşiktaş Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi
  • İzmir Konak Şehit Ömer Halisdemir Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi
  • Farsça: Konya Karatay Hacıveyiszade Anadolu İmam Hatip Lisesi
  • İstanbul Zeytinburnu Zeytinburnu Merkezefendi Anadolu İmam Hatip Lisesi
  • Van İpekyolu Van Anadolu İmam Hatip Lisesi
  • Fransızca: İzmir Karabağlar İzmir Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi
  • İstanbul Bakırköy Anadolu İmam Hatip Lisesi
  • İspanyolca: İstanbul Kadıköy Anadolu İmam Hatip Lisesi
  • İstanbul Kadıköy Kadıköy Ahmet Sani Gezici Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi
  • İtalyanca: İzmir Karabağlar İzmir Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi
  • Japonca: İstanbul Üsküdar İstanbul Ticaret Odası Marmara Anadolu İmam Hatip Lisesi
  • Rusça: İstanbul Başakşehir M.Emin Saraç Anadolu İmam Hatip Lisesi

Diğer lise türlerinde dil çeşitlenmesi daha sınırlı iken imam hatiplerde farklı dillerde eğitim uzun erimli “misyonerlik” faaliyetlerine hazırlık amacıyla yapılıyor olabilir. Türkiye imam hatip ve imam ihraç edecek gibi bir hazırlık içinde bulunuyor, daha doğrusu din ve dini ideoloji taşıyıcılığı yapmayı hedefliyor.

MİT ve dış işlerinin de kültür istihbaratı yapacağı söyleniyordu, tüm bunlar birbirini tamamlıyor olsa gerek.

DOKUZ HAFIZLIK PROGRAMI

Hafızlık Projesi 1,  Hafızlık Projesi (Fen ve Sosyal Bilimler Programı) 6 ve Hafızlık Projesi (İlahiyat Odaklı Program) 2 olmak üzere 9 hafızlık programı da merkezi puan sistemi ile öğrenci kabul ediyor.

AZ VERİDEN KISSA

MEB ne kadar az veri açıklarsa açıklasın az verilerden bile daha pek çok şey gözüküyor. Kaldı ki başarısızlık ve ideolojik arayışlar bu az verilerle bile gizlenemiyor. MEB dincilik aşılamaya uğraşmanın dışında diğer okulları gözden çıkarmış bulunuyor, daha uygun bir yorumla tüm kademe ve okul türlerinde işi dinciliğe dökmüş bulunuyor. Tek derdini imam hatipler başarılı olsun oluşturuyor, bu çaba da kendi içinde çok akla mantığa bilime dayanmadığından ancak diğerlerini de bozmakla sınırlı kalıyor.

MEB’e çağrım tüm kademe ve okul türlerinde sanatı, felsefeyi başaramıyorlarsa bile en azından bilimsel eğitime dönülmesidir. Bu tutulan yolun sonu hüsran, ne MEB’e ne ülkeye ne de bir Müslümanın gelişimine faydası yok, insanlığa faydası yok.

Adnan Gümüş / EVRENSEL