22 Eylül 2023 Cuma

Korkut Boratav: Ekonominin çökmesini değil, durgunlaşarak çürümesini yaşıyoruz - Gülümhan Gülten / duvaR

 

                             Prof. Dr. Korkut Boratav, Gülümhan Gülten’in sorularını yanıtladı.

Erdoğan’ın Haziran 2015’te kaybettiği seçimi kazanmasının siyasal yöntemi “şiddet”, ekonomik yöntemi de “büyüme” olmuştu. Şimşek, finans kapital ile Erdoğan’ın önceliklerini uzlaştırma çabasında.

Türkiye’nin efsanevi hocası, nam-ı diğer “Hocaların Hocası” Prof. Dr. Korkut Boratav’la mayıs seçimlerinin ardından ilk kez sohbet etme imkanı bulduk. Korkut Hoca bizi evinde, çalışma odasında ağırladı. Değindiğimiz hemen her konuda bir kaynak ve bir veri paylaştı. Burada hepsine yer verme imkanımız olmadı. Ama yaptığı değerlendirme ve analizler, özellikle son birkaç yılda çokça ağırlaşan toplumsal bunalımı anlamayı kolaylaştırdı. İçinden çıkılmaz olanı bizler için anlaşılır kılarken, neden sonuç ilişkilerini her zamanki gibi telaşsız, sakin ve yavaş yavaş tartıştı bizimle. Bir zamanlar benim de öğrencisi olduğum Boratav’dan, yıllar sonra bu kez çok kritik bir dersi daha dinlemiş olduk. Bizzat içinde yaşadığımız dönemde, Türkiye’nin bir durgunluk ve çürümeye sürüklenişinin dersi…

Konuştuğumuz konular can sıkıcı olsa da Hoca, her zamanki gibi güler yüzlü kibarlığı, aydınlık zihni ve ince esprileriyle sohbeti kolaylaştırdı. Zaman zaman hüzünlendi, bazen öfkelendi, eleştirdi. Ama çokça üzgündü.

Seçim öncesi ve sonrasında iktidarın uyguladığı ve enflasyonda çok hızlı bir artışa neden olan politika kararlarını değerlendiren Boratav, bu politikaların Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından 2015 seçim yenilgisinden sonra belirlendiğini ve asla bir seçim kaybetmemek için bedeli ne olursa olsun bu “büyüme” odaklı politikayı uygulamaya soktuğunu söylüyor. Bu konuda “Erdoğan’ın Haziran 2015’te kaybettiği seçimi kazanmanın siyasal yöntemi 'şiddet' olmuştu. Ekonomik yöntemi de 'büyüme' oldu” tespitini yaparken, ekonomideki bozulma ve yoksullaşmaya rağmen, iktidarın seçim kazanmasındaki nedenleri analiz ediyor. Ekonomide bir çöküşü değil ama durgunluk ve çürümeyi yaşadığımızı vurgulayan Boratav’ın, Orta Vadeli Program (OVP), TCMB’nin faiz kararı ve yeniden ekonominin başına getirilen Mehmet Şimşek’le ilgili tespit ve tahlillerinin oldukça çarpıcı bulunacağını tahmin ediyorum. Yakın geçmişe ve yakın geleceğe ilişkin değerlendirme ve öngörüleri ise epeyce tartışılacaktır.

Hocam seçimden sonra ilk kez konuşuyoruz. İlk sorum şu olsun, bu mayıs seçimlerinden sonra muhalif seçmen çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Dahası ölüm kalım seçimi denilen bir seçimin ardından sanki hiçbir şey olmamış gibi her şey eskiye döndü. Sizin seçimden önce bir yazınızı hatırlıyorum, iktidarın değişeceğine dair siz de bir kanaat belirtmiştiniz. Siz de hayal kırıklığı yaşadınız mı ya da umutsuzluk ya da öfke? Nasıl karşıladınız seçim sonucunu?

Açıkça söyleyeyim, Türkiye toplumunun Türkiye'nin sağlığı selameti ve özellikle Türkiye halklarının refahı ve gönenci için bu iktidarın son bulması gerektiğini düşündüğüm için ben de büyük hayal kırıklığına uğradım. Hemen şunu ekleyeyim, birçok meslektaşım “Kriz var ve Erdoğan iktidardan gidecek” öngörüsü içindeydi. Ben bu görüşü hep biraz rezerv karşıladım. Çünkü bir kere dar iktisat mantığıyla Türkiye seçim dönemine bir ekonomik kriz içinde girmedi. 

CUMHURBAŞKANI 'BÜYÜME' ÖNCELİĞİNİ 2015 SEÇİM YENİLGİSİNDE ALGILADI

Siz yaşanan ekonomik sorunların bütününü ekonomik kriz olarak adlandırmıyorsunuz. Bunu teknik tanımı nedeniyle mi tercih etmiyorsunuz?

Hayır, iki anlamda da yok. Teknik olarak 2 çeyrek dönem Milli Gelir gerilerse resesyon, yani daralma denir; kriz değil. Eğer bu gerileme daha uzun sürerse ekonomik kriz denir. Ekonomik krizin finansal boyutu da olabilir; dış borç krizi olabilir. Ama temel gösterge Milli Gelir hareketlerinde aranır. Diyelim daralma 12 aya çıktığı zaman genellikle ekonomik kriz denir. Bu anlamda Türkiye 2009’dan bu yana ekonomik bir kriz yaşamadı. Sonraki yıllarda Türkiye'nin büyüyen bir ekonomide emek karşıtı ağır bir bölüşüm şokundan geçtiğini gözlüyoruz. Bu durumu, bence toplumsal bunalım diye adlandırmak doğru olur. Cumhurbaşkanı, büyüme önceliğini Haziran 2015 seçim yenilgisi sonrasında algıladı. Ve o tarih aşağı yukarı neoliberal istikrar programından kopma tarihidir. 2015’te o zamanki Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’ya, “faizleri neden indirmiyorsun?” diye fırça attı. Erdem Başçı o tarihte Erdoğan’a uzun bir brifing verdi. Anlattı ki, enflasyonla mücadelede faizleri düşürmek sermaye çıkışına yol açar ve döviz yukarı çıkar. Türkiye'de enflasyonu belirleyen en temel etken de döviz kurudur. Bu tespiti yaptı. Bu tespit sermaye hareketlerine açık bir ekonomide tek etken değildir; ama esas olarak doğrudur. Yani döviz kurunun enflasyonu pompalayan etkisi ise kesinlikle başattır. 2017’den sonra Merkez Bankası’nın politika faizlerinde Erdoğan belirleyici oldu.  

ERDOĞAN’IN HAZİRAN 2015’TE KAYBETTİĞİ SEÇİMİ KAZANMASININ SİYASAL YÖNTEMİ 'ŞİDDET' OLMUŞTU. EKONOMİK YÖNTEMİ DE 'BÜYÜME' OLDU

Peki burada şu soru oluyor o zaman, hükümetin giriştiği bu kaotik politikalar bütünü bir hatayla mı, yoksa enflasyonun patlayacağını bile bile mi yapıldı? Neden?

Cumhurbaşkanı bu yönelişinin ekonomik amacını TÜSIAD'a çıkışırken söyledi. “Biz size düşük faizle kredi veriyoruz. Sizin tek göreviniz ucuz kredileri üretime, yatırıma, ihracata tahsis etmektir.” Erdoğan’ın kafasındaki ekonomik model, şirketlere pompalanan düşük faizli kredilerin büyümeyi, dolayısıyla istihdamı da sürüklemesidir. AKP’nin Haziran 2015’te kaybettiği seçimi Kasım’da kazanmanın siyasal yöntemi “şiddet” olmuştu. Ekonomik yöntemi de bu büyüme oldu. Erdoğan, iş çevrelerinin özellikle inşaat sektörünün nelere karşı duyarlı olduğunu biliyor. Devlet teşviklerine, düşük faizle bol teşvikli kredilere güveniyorlar.

Adı ekonomik kriz olmayabilir ama burada yaşanan bir buhran var. Yoksulluk, fakirlik, pahalılık, geçim sıkıntısı enflasyon… Halk bir kriz, buhran hissediyor. Bu ekonomik buhran neden seçim sonuçlarına yansımadı?

Şöyle düşün, büyüme devam ediyor. İstihdam, üretimin, büyümenin türevidir. İstihdamın oy getirecek bir unsur olduğunu biliyor. Ekonominin büyümesi neoliberal modelin izlendiği 2011-2015’te yüzde 4,1’e indi; Haziran’da AKP seçimi kaybetti. Neoliberal istikrar reçetelerini çiğnedi; 2016-2022’de ekonomi yüzde 4,3 büyüdü. Bir kere neoliberal modelden kaçarak büyümenin sürdürülebileceğini (yani neoliberal yobazlığın bir noktada yetersizliğini) de ortaya koydu Erdoğan. İkincisi bu sürecin bölüşüm sonuçları ile ilgili: Bankalar şirketlere düşük faizle kredi pompalıyor; büyümeyi sağlıyorlar. Fakat emek örgütsüz. Kaynak tahsisi ve bölüşüm tamamen bankaların ve şirketlerin denetiminde. Ortaya çıkan emek karşıtı ağır bölüşüm şokunu Saray fiilen hedefliyor. Ana muhalefet farkında değil.

GERÇEK MAĞDURLAR BEYAZ YAKALI EMEKÇİLER

Ama bu sorunun bölüşüm sonuçları en geniş olarak dar gelir grupları için yıkıcı oluyor ve iktidar sadece kendisi için bir risk olmasın diye bile bu olumsuz sonuçları telafi edecek bir şey yapmaya gerek duymadı. Neden?

Gerek görmüyor çünkü. Büyümenin, genişlemenin bölüşüm sonuçlarının algılanması, Saray’ın halk sınıfları üzerindeki ideolojik hegemonyasının derecesine bağlıdır. Seçim sonuçları bu etkeni yansıtıyor. Gözleyen, ilgilenenler için bölüşüm sonuçları ortadadır: 2016 ve 2022 arasında ilk 500 büyük şirketin kârlarının katma değerdeki payları 12,4 puan arttı. Net millî gelirde sermayenin payı 10,8 puan arttı. Her iki durumda da ücretlerin payındaki zıt yönlü kayıpların pahasına… Nasıl sağlandı? Örgütsüz bir iş gücü piyasasında emek rezervleri de var. Bu emek rezervleri milyonlarca göçmen tarafından da kuşatılmış. İş çevrelerinden, “göçmenler olmasa bizim sanayimiz çöker” açıklamalarını hatırlayın. Bölüşümü bozan ikinci konjonktürel ivme enflasyon… Şimdi bak, Batı’da enflasyon tartışmalarında “kârların sürüklediği enflasyon” olgusu vurgulanıyor. İster Ukrayna krizi sonrasında enerji, ham madde, temel girdi maliyetlerinde meydana gelen; ister enflasyona karşı yapılan asgari ücret artışları olsun her maliyet artışı, şirketler tarafından kârlardan fedakarlık bir yana, kâr marjlarını yükseltmekte de fırsat olarak kullanılıyor. Türkiye’de de bu doğrultuda tespitler var.   

Üretimle beraber istihdam artıyorsa, fiyatların anlık bölüşüm etkisi bir geçim sıkıntısı olarak algılanır. Günlük hayatın olağan halidir. Muhatabı belirsizdir. Enflasyon 2021’in sonundan itibaren hızlandı. Gerçek mağdurlar daha çok beyaz yakalı, enflasyona karşı güvence mekanizmaları genellikle geçmişte devlet tarafından da gözetilen, hızlanan enflasyona karşı çaresiz kalan büyük kentlerin beyaz yakalıları. Yani şöyle söyleyelim. Muhalif oyların dağılımına baktığımızda, bütün büyükşehirler, kıyı şeridi, genellikle işçi sınıfının nitelikli ve kalabalık katmanları. Siyasal özgürlüklere, hayat tarzlarına müdahalelere dönük duyarlılıkları yüksek. Konut, eğitim giderleri üzerindeki baskılar, bu katmanların yaşam düzeylerini doğrudan ve hızlı etkiliyor.

Ama burada şunu netleştirmemiz gerek, bu sorun beyaz yakalılar için bir sorun ama mavi yakalılar için sorun değil demiş olmayalım. Ya da öyle mi diyorsunuz?

Hayır, bu kadar ağır bir sorun değil.

BÜYÜK KENT YOKSULLARININ SAFLARINDA 'NİÇİN YOKSULSUNUZ?' SORUSU YANITSIZ KALIYOR

Neden çok yoksullar ama?

Hayır, bir kere AKP’nin sosyal devlet kurumlarının, düzenlemelerinin dışında yerleştirdiği yaygın bir sosyal yardım ağı var; telafi edici rolü önemli. Kurumsallaşmadığı için iktidar değişikliği ile bu destek öğesini kaybetme tehlikesi endişe yaratıyor.

Burada ikinci ve ideolojik bir etken de var. AKP'nin 20 yıllık hakimiyeti, özellikle sağa kayan ve Cumhuriyetçi söylemini kaybetmiş olan ana muhalefetin etki alanını iyice daralttı. Günümüz ortamıyla ilgili bir örnek vereyim. Necmi Erdoğan, Kayıp Halk başlıklı araştırmasını bu yakınlarda yayımladı. Kitap, bugünkü toplumsal bunalım ortamında yoksularla yapılan çok sayıda yüz yüze röportajı da değerlendiriyor. Ve ortaya çıkıyor ki büyük kent yoksullarının saflarında “niçin yoksulsunuz?” sorusu yanıtsız kalıyor. Zira, yetişkin hayatları boyunca bu soruyu sınıf karşıtlığı, sınıf mücadelesi perspektifi ile gündeme getiren akımlarla karşılaşmamışlar. Düzeni suçlamak bir yana, günlük hayatlarında ve çalışma koşullarında karşılaştıkları işverenleri, zenginleri veya hükümeti sorumlu görmelerine yol açacak sınıfsal refleks ve algılama melekesi dumura uğramış. Bu durumda örneğin Erdoğan’ın iç ve dış siyaset ve ekonomi söyleminde sürekli ortaya çıkan tutarsızlıkları sergilemek veya insan hakları ihlallerine dayalı muhalefet söylemleri tümüyle etkisiz kalıyor. 

İSLAMCI FAŞİZMİN DÜNYA GÖRÜŞÜNE TESLİM OLAN CHP YÖNETİMİ, KENDİ TABANINDA VE GEÇMİŞ BİRİKİMİNDE VAR OLANI LAİK DUYARLILIKLARI FELCE UĞRATTI

Bu, sosyalist partiler dışındaki tüm partilerin sağcı ya da sağa yaslanmış olduğunu mu gösteriyor?

Kritik dönemeçlerde dahi parlamenter muhalefetin duyarsızlığı hazindir. 2017 Referandumu bir rejim değiştirme operasyonunun kritik aşamasıydı. İktidarın ana hedefinin İslamcı bir rejim olduğu da ortadaydı. CHP’nin “muhafazakâr, İslâmî duyarlılığı yüksek çevrelerden oyları almalıyız” saplantısı yüzünden bu mesele anayasa oylamasında öne çıkmadı; sağ ve sol kanatları olan Cumhuriyetçi bir cephe altı yıl önce oluşturulabilirdi. Gündeme dahi gelmedi. Tuhaf bir durumdayız: Türkiye'de siyasal mücadelenin en acil sorunlarından laikliği korumak, niçin sadece ve sadece sosyalist partilerin öncülüğündedir?

İslamcı faşizmin dünya görüşüne teslim olan CHP yönetimi, kendi tabanında ve geçmiş birikiminde var olanı laik duyarlılıkları da felce uğrattı.

Şimdi bak, aslında Cumhuriyetçi duyarlılıklar, CHP’nin seçmen tabanından çok daha geniş kalabalıklarca sahiplenilmiştir. Gezi hareketinin kitlesi bu kalabalıklardan oluşuyordu. Hatta Mayıs’ta Erdoğan’a karşı oy kullanan 25 milyon da Gezi kitlesinin türevidir. Bu muhalefeti sandıklarda birleştiren temel etkenin, sola açık Cumhuriyet değerleri olduğunu düşünüyorum.

Muhalefet bu aydınlanmacı yaklaşımı terk etmemiş olsaydı, iktidarın devamı için oy veren o 27 milyon seçmene ulaşabilir miydi?

CHP yönetimi, temsili demokrasinin bir sonraki seçime odaklanan en “oportünist” biçimini benimsemiştir. Laik, Cumhuriyetçi duyarlılıkları yüksek, Alevi bir çekirdeği seçimlerde “CHP listelerine mahkum” görüyor; “karşı mahalleden de oy almam lazım iktidar olabilmem için”, diyor. Ama yüzde 25 çekirdeğini hiç aşamıyor. Çünkü gerçekte savunduğu, benimsediği bir dünya görüşü yok. Türkiye toplumunun birikimleri ile de bağlarını koparmış. 

1960 sonrasında Türkiye işçi sınıfı hareketi ve parlamenter muhalefetin dışına taşan sınıf mücadeleleri sosyalist ve devrimci akımlarla iç içe girmiştir. “İslâmî değerler”, 1960 sonrasında filizlenen sınıf mücadelelerini, militan sendikalaşmayı temsil eden DİSK’i, yüzbinlerce işçiyi Taksim’de toplayan 1 Mayısları, 12 Mart muhtırasını da tetikleyen 15-16 Haziran yürüyüşünü, yakın geçmişte Ankara’daki Tekel işçilerinin direnişini engelledi mi? Halk sınıflarının kültürel kimliğinin önemli bir öğesi olan Müslümanlık, onların, sola, sosyalizme açılmalarına, devrimci hareketlere katılmalarına engel olmamıştır. Zaten bu durum, Cumhuriyet devrimleri söz konusu olduğunda Türkiye toplumunun tümü için de geçerlidir.

FİNANS KAPİTALİN TALEPLERİNİN KARŞILANMASI GEREKİNCE ŞİMŞEK'İ ÇAĞIRMAK ZORUNDA KALDILAR

Seçim sonrası ekonominin başına Mehmet Şimşek getirildi, TCMB başkanı ve yönetimi değişti. Bunu nasıl görmek gerekir? Gerçekten Erdoğan'ın bütün o faiz ısrarına rağmen ekonomi yönetimi ortodoks politikalara mı dönüyor gerçekten yoksa bu sadece yerel seçime kadar bir yöntem mi olacak? Yerel seçimden sonra nasıl devam eder, nasıl görüyorsunuz? 

Şöyle düşünün, Mayıs 2023’te ekonomi tıkanmıştı. Saray iktidarının neoliberal istikrar ilkelerini çiğneyen politikaları iki alanda dengesizlik yaratıyor. Enflasyonu pompalıyor ve cari işlem açığını artırıyor. Şu anda bu türden kırılganlıklar içine sürüklenmiş ve olası dış borç krizlerine aday olan ülkelerden biri Türkiye. Yani bu açığı dış borçlarla sürdürmenin imkanı sınırlandı. Derecelendirme kuruluşlarından Türkiye’ye de bol miktarda uyarı geldi. Mayıs 2023 dönemecinde, dış borcun 206 milyar dolarının bir yıl içinde ödenmesi gerekiyor. Bir yıl içinde bu dış finansman gereksinimine 50 milyar doları aşması beklenen cari işlem açığını da ekleyin. Bu toplamın döndürülme derecesi uluslararası finans kapitale bağlı. Enflasyonu frenleyen finansal istikrar reçetelerine dönüş talebi onlardan geldi. Bu talepleri karşılamak için mecburen eski ekipten Mehmet Şimşek çağırıldı.

MEHMET ŞİMŞEK, FİNANS KAPİTAL İLE ERDOĞAN’IN ÇELİŞKİLİ ÖNCELİKLERİNİ UZLAŞTIRMA ÇABASINDA

Ancak Mehmet Şimşek’in, kritik durumlarda Cumhurbaşkanından bağımsız kararlar alabileceğine dair pek de güçlü bir inanç yok?

Şimşek, finans kapitalin istikrar programını Türkiye'ye getirme göreviyle geldi ama Erdoğan hâlâ sabit fikirlerinden tam vazgeçmiş değil. Küçülmeye karşı direniyor. Çünkü yakın gelecekte bir de yerel seçim var. İktidarını mutlaklaştırmak için yerel seçim önemli. Bu yüzden yeni program iki ayrı muhatabın önceliklerini karşılamaya çalışarak hazırlandı. Birincisi finans kapitalin enflasyonu düşüren istikrar, diğeri RTE’nin aradığı (en azından Mart 2024 seçimlerine kadar) büyüme öncelikleri...  Örneğin finans çevreleri TCMB’nin politika faizinin yeni programın (OVP’nin) 2024 hedefi olan yüzde 35’e yerleşmesini talep edecekler. Bu, 10 puanlık faiz artışı anlamına gelir. Erdoğan Mart 2024 seçimlerinden önce bu boyutta bir ayarlamaya, ekonomiyi daraltıcı etkisi yüzünden direnecektir. Mart 2024 sonrasına kaydırılırsa sineye çekebilir.

Bu tür uzlaşılar, en azından önümüzdeki aylarda gündemde olacaktır. Her sene Türkiye'nin dış borcunun belli bir artış temposuyla sürdürülmesini uluslararası dev yatırım bankaları sağlıyor. Ama Türkiye devlet tahvillerinden birinin vadesi gelen faiz yükümlülüğü, o andaki döviz kısıtı nedeniyle ödenemezse, Türkiye Hazinesi temerrüde düşer ve dış borç krizine sürüklenir. Benzerleri, bu yakınlarda Arjantin’in, Sri Lanka'nın başına geldi. Dünya ekonomisinin bugünkü ortamında bu riskle karşı karşıya kalan çok sayıda ülke var.

Mehmet Şimşek bunu önleyebilir mi sizce?

Mehmet Şimşek herhalde Orta Vadeli Programın hazırlanışında belirleyici rol oynadı. Özellikle makroekonomik hedeflerin, finans kapitalin de aradığı istikrar perspektifini içermesi lazım. Aynı zamanda Erdoğan’ın aradığı büyüme devam etmeli. Yani Erdoğan faiz politikalarına filan karışmasa bile büyümenin sürmesi lazım. Onun için Şimşek’in demeçleri iki önceliği bir arada içeriyor: “İhracata ve üretime dönük büyümeyi teşvik edeceğiz ama faizleri de yükselteceğiz. Tüketimi caydırarak üretimi beslemeyi düşünüyoruz.”  Bu tutarlılığı güç bir ikilemdir. Finans kapitalin ve Erdoğan’ın çelişkili önceliklerini uzlaştırma çabası söz konusu…

SEÇİMDEN SONRA ERDOĞAN, IMF PROGRAMININ VE OVP’NİN ÖNGÖRDÜĞÜ BÜTÜN KEMER SIKMA YÖNTEMLERİNİ UYGULAYACAK

OVP’de söyledikleri şu mu? En geniş halk kesimlerinde kemer sıkılacak ama büyümeyi sağlayacak sermayeye teşvikler ve destek sürecek?

Bunu hedeflerden görüyoruz, hedefler şöyle: 2 ayrı büyüme rakamı var burada birisi Türk lirasıyla hesaplanan sabit fiyatlı reel büyüme diyelim. Yüzde 4,4’ten 4’e düşecek 2024’te. Yani ekonomi biraz yavaşlayacak. 2026’da büyüme yüzde 5’e çıkacak. Erdoğan buna razı olabilir. Ama herhalde o da gözetilerek, dolarlı büyüme temposu çok yüksek öngörülmüş. Çünkü milli geliri ölçen fiyat endekslerinde dolar, deflatörün altında kalıyor. 2023’te deflatör, yüzde 62.6, doların artış tahmini yüzde 44. 2024’te deflatör yüzde 55 dövizin artışı oranı yüzde 54.

ŞİMŞEK, NEW YORK’A FİNANS KAPİTALİN ENDİŞELERİNİ DAĞITMAK İÇİN GİDİYOR

Yani kuru tutacağım diyor, bunu nasıl sağlar?

Yani dolar iç fiyatlardan daha düşük bir tempoyla seyredecek. Bunu sağlayacak varsayım da örtülü olarak yer alıyor: Bu program finans kapitale hitap ettiği için yüksek tempolu sermaye girişi olur. Peki finans kapitale hitap etmesi nerede? Bir, enflasyon hedefine yükseltilecek faizlerde; iki Faiz Dışı Kamu Dengesi’nin Milli Gelir’e oranında. Bakıyoruz 2023'de yüzde 3,7 oranındaki açık; 2026’da yüzde 1,1 oranında fazlaya çıkıyor. Yani kamu dengesi 4,8 puanlık daralma gerçekleştirecek. Yani büyük kemer sıkma kamu maliyesinde. Yani finans kapitale “hem kamu maliyesinde kemer sıkıyoruz; hem de politika faizlerimizi de yükseltmeye başladık” diyoruz. Erdoğan’a da, muhtemelen “on puanlık faiz artışlarını ikinci yarıda, seçimden sonra yoğunlaştırırız” diyorlar. Erdoğan’ı tatmin etmek için 2026’ya yüzde 5 büyüme hedefi koymuşlar. Ama IMF’nin Türkiye ile ilgili öngörülerinde bu hedef yüzde 3’tür. Türkiye ekonomisi için yüzde 3’lük bir büyümeyi istikrarlı ve finans kapital tarafından desteklenir bir model olarak görüyor IMF.  Bu büyüme, belli bir istikrara yetiyor. Dış kaynak aktarımını da sağlıyor. İstikrar öngörülerini IMF çok abartılı tutmuyor. Mesela yüzde 20 civarında enflasyonla devam edilir, Türkiye için idare eder. Türkiye yüzde 2 oranında dış açığı sürdürebilir.

Yüzde 3’lük büyüme temposu öngören IMF senaryosu, Türkiye'yi, şu anda içinde yaşadığımız toplumsal bunalıma mahkum etme, hatta ağırlaştırarak mahkum etme anlamına geliyor... Çünkü ekonominin durgunlaşması, atıl iş gücünde (yani geniş anlamlı işsizlik oranında) artışları devam ettirecektir. Türkiye'nin şu anda dörtte biri, yüzde 24’ü atıl işgücü. Yani işgücü piyasasından kopmuş olan faal nüfus…

(Hoca burada TÜİK’in, yayınladığı işgücü istatistiklerinde “işsiz” saymadığı ve adına “ümidini kaybeden, iş aramayan ama çalışmaya hazır olanlar” denilen grubu kastediyor. Bu ve çeşitli eksik istihdam gruplarındakilerin de dahil olduğu işsizlik oranına geniş tanımlı işsizlik ya da atıl işgücü deniliyor.)

Zaten Türkiye’nin yüzde 5'lik büyüme hedefi Erdoğan’ı memnun etmek üzere konulmuş bir rakam. Mevcut işsizlik oranını artırmayacak bir büyüme temposu olarak öngörüldüğü için önceki OVP’lerde de yer alıyordu. Bu büyüme hedefi, finans kapital için enflasyonu daha yükseğe çıkaracağı için onun sineye çekeceği eşiği aşacak. Mehmet Şimşek bu ayın 19’unda New York'a uluslararası bankalarla görüşmek ve bu endişeleri dağıtmak için gidiyor. Ay sonunda da IMF 4. Madde müzakereleri için Ankara’ya geliyor. Türkiye için öngördüğü programla OVP’yi karşılaştıracak. 2026 büyüme hedefinin yüzde 5 olması sorgulanabilir.

(Hoca’nın söz ettiği IMF'yle 4. Madde görüşmeleri, herhangi bir kredi içerikli standby anlaşması olmasa da, her yıl üye ülkelerle ikili görüşmeler yapılmasını, bir IMF ekibinin üye ülkeyi ziyaret ederek, ekonomik ve mali bilgileri toplamasını ve ekonomi yönetimiyle ülkenin ekonomik gelişmelerini ve politikalarını görüşmesini kapsıyor. IMF, bu ziyaretinde Türkiye’nin makroekonomik politikalarını gözden geçiriyor ve finansal sistemin sağlamlığına bakıyor. IMF’nin bu görüşmeler sonucunda yayınlayacağı rapor dünyaya, uluslararası piyasalar ve yatırımcılar için önemli bir referans oluyor.) 

OVP DİYOR Kİ, 2024’TE ENFLASYON FARKI ÖDEMELERİNİ UNUTUN

Bu çerçeveyle önümüzdeki yıl, 2024 yılında Türkiye ekonomisini bekleyen en önemli sorun anlaşılan yine geçim sıkıntısı ve yoksulluk olacak? 

Özellikle seçimlerden sonra, emekçi sınıfların durumu daha da vahimleşecek. Bunu açıkça OVP’de söylüyor. “Yönetilen, yönlendirilen fiyatlar, yani bu fiyatlardan kastettiği emekli maaşları ve kamu sektörü ücret ayarlamaları, geçmiş enflasyona endeksleme davranışının azaltılmasına yardımcı olacak şekilde belirlenecektir” diyor. Yani milyonlarca emekçinin bir nebze cankurtaranı olan enflasyon farkı ödemelerini unutun. Büyüme temposunun durgunlaşması da atıl işgücünü yüzde 24’ü de aşan oranlara taşıyacak. 

ACEMOĞLU’NUN DÜŞÜK VERİMLİLİK DEDİĞİ ŞEY BİR SEBEP DEĞİL, SONUÇTUR

Geçtiğimiz günlerde Prof. Daron Acemoğlu bir röportaj verdi. Biliyorsunuz Kemal Kılıçdaroğlu’nun da seçim öncesi danışmanlığını üstlenmişti. Dedi ki, “Türkiye'nin esas problemi düşük verimliliktir” Buna katılır mısınız?

Verimlilik düzeyi bir sebep değil, bir sonuçtur bir kere. Esas olan şudur: Türkiye’de ortalama verimlilik düzeyinin temel sürükleyici unsuru yatırım temposu ve bileşimidir. Büyük dönüşüm, üretim profilinin değişmesini gerektirir. Bir kere üretim kapasitesinin artışı sermaye birikimi ile gerçekleşir. İkincisi sermaye birikiminin bileşiminin değişmesi ise, ortalama verimliliği artıracak sektörlere yönelme ile gerçekleşir. Bunun tarihsel örnekleri var. İkinci dünya savaşı sonrasında Almanya, Japonya. Daha sonraki dönemde Kore ve Çin… Acemoğlu, tespitinde sonuca değiniyor.

TCMB FAİZİ YÜZDE 30’A ÇIKARMAK İSTER AMA SARAY’I NÖTRALİZE ETMEK İÇİN 2 BUÇUK PUAN ARTIŞA GİDEBİLİR

TCMB Para Politikası Kurulu 21 Eylül’de toplanacak ve bir faiz artışı bekleniyor. Sizce nasıl bir karar çıkacaktır?  

Yeni başkan yüzde 25'ten yüzde 30’a çıkarmayı istemektedir büyük ihtimalle. Ama Saray’ı nötralize etmek için 2 buçuk puan artışa da gidebilir. RTE’nin gözetimi altında, finans kapitali ve IMF’yi tatmin edecek bir uzlaşma arıyor ekip. Uzlaşmayı bozacak unsurlar da var. Mesela Kavcıoğlu, BDDK başkanı. Mesela KKM problemini nasıl çözecekler belli değil.

Seçim öncesi olası bir iktidar değişikliğinde muhalefete, "hemen kaldırmayın" uyarısında bulunmuştunuz, tam olarak neye karşıydı uyarınız?

İktidar değişseydi, döviz kurunun istikrarlı kalması, hedeflenmesi büyük önem taşıyordu. 125 milyar dolarlık bir potansiyel döviz talebi KKM mevduatında Türk lirası tasarruflarında yatıyor. Bu düzenlemeyi birdenbire kaldır, tutamazsın; döviz kuru sıçrar gider. Şimdi iktidar KKM’yi yavaş yavaş bozmaya çalışıyor. Bozulan para döviz mevduatına gittiği anda kurları yukarı çekecek tabii.

EKONOMİNİN ÇÖKMESİNİ DEĞİL, DURGUNLAŞARAK ÇÜRÜMESİNİ YAŞIYORUZ

Hocam şu soruyla da çok karşılaşıyoruz: Seçim öncesi özellikle muhalefet ve ekonomistler diyordu ki, iktidar böyle yaparsa çöküşe gidiyoruz, şöyle devam ederse ekonomi çöküyor. Ama baktık ki ekonomi çökmedi, çökmüyor. Elbette çökmesin de o halde niye çöküyor deniliyordu işte çökmedi. Neden?

Efendim ekonominin çökmesi değil, durgunlaşarak çürümesini yaşıyoruz. Çürüme ve dağılma diye de bir süreç var. Uzun sürerse doğal hal budur diye; en kötüsü afyon gibi alışırsınız, hayat budur diye. Örneğin ortalıkta serseri mayın gibi dolaşan diplomalı işsizleri veya geleceği olmayan üniversite öğrencisi gençleri bünyesinde barındıran, zaman içinde bu durumu artıran toplumsal bir ortam…

Çöküşten daha kötü bir şey bu. Çok uzun sürerse, çürümeye alışırsan bir türlü yaşar gidersin. Diğer bir uçta da o vahşi kapitalizmden nemalananlar, büyük rantları gelire dönüştürerek parazitleşen yaşam tarzlarını sürdürenler var.

SON YILLARDAKİ GELİŞMELER, SERMAYENİN İSTİKRARLI TAHAKKÜMÜNÜ SAĞLAYAN BİR MODELDEN, GİDEREK VAHŞİLEŞEN BİR KAPİTALİZME GEÇİŞTİR

Cumhuriyetin 100. yılını bitirmemize günler kala şu soruyu size bilhassa sormayı çok önemsiyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında, vadettiklerini de düşünerek geldiğimiz noktada sermaye ve emek açısından tahlili nasıl yaparsınız?  

(Korkut hocanın burada yüzü gölgeleniyor. Susuyor ve önüne bakıyor. Sonra, bunu koymayalım söyleşimize, diyor. Neden hocam, diyorum. “Kötümserim de onun için” diyor. Artık üzgün ve sessiz. Sessizliği ben bozuyorum)

Bunu niye soruyorum biliyor musunuz hocam? Bir yandan Türkiye’de siyasal İslam’ın 20 yıllık etkisini her şekilde hissediyoruz elbette ama ben esas sorunun şu olduğunu düşünüyorum: Türkiye’nin, Cumhuriyet tarihi boyunca öyle ya da böyle korunduğu vahşi kapitalizme topyekûn teslimi yaşanıyor artık. Tüm kural ve hukuku yok ederek, özelleştirmeler yoluyla, emeğin örgütlülüğünün kırılmasıyla, sermayenin kuralsız hırçınlığıyla, küçük ayrıcalıklı grupların reel iktidarıyla bir vahşi kapitalizme sürükleniyor Türkiye. Oysa Cumhuriyet fikri öyle değildi. Siz ne düşünürsünüz diye merak ediyorum.

Son yıllardaki gelişmeleri, sermayenin istikrarlı tahakkümünü sağlayan bir modelden, giderek vahşileşen bir kapitalizme geçiş olarak da nitelendirebiliriz. Saray’ın neoliberal programı, bu dönemde sermayenin ölçüsüz ve hızla ihya edilmesini hızlandıran bir kargaşaya dönüştü. Bu ortamda kredi pompalamaları ölçüsüz servet eşitsizliklerini besleyerek gelir dağılımındaki abartılı kutuplaşmanın kaynağı oldu. Enflasyon, kârları şişirerek beslendi. Bugünlerde yeni ekonomi ekibi sermayenin neoliberal (ama yürüyen) biçimine, gelir ve servet dağılımındaki kutuplaşmaları koruyarak dönüş çabasında. Erdoğan, dört yıllık iktidar garantisini güvenceye alırsa, IMF'nin hedeflediği türde sermaye tahakkümüne razı olabilir. O modeli on iki yıl uyguladı. 

Öte yandan toplumsal çürümenin, kapitalizmin vahşileşme konjonktürünün ötesine giden İslamcı faşizm boyutu da var. Emekçi sınıfların saflarında İslamcı faşizmin kök salmasını önleyecek tek direnme gücünün, Cumhuriyetçi ve sosyalist bir muhalefet cephesinde olduğunu düşünüyorum. Bu seçenek, bugün sadece Türkiye'nin birkaç parçaya ayrılmış olan sosyalist, komünist, devrimci partilerinde, örgütlerinde var.  Ve bu partilerin bugün hareketsiz olan geleneksel Cumhuriyetçi kalabalıklarla, örneğin CHP’nin kitle tabanıyla bütünleşmesi gerekiyor.

Bu geniş cephe yakın geçmişte kendiliğinden oluştu. İlk örneği 2007’deki Cumhuriyet mitinglerinde ortaya çıktı. Sosyalistler bu aşamada liberal akımın darbecilik suçlamasından etkilendi; çoğunlukla uzak durdu. Altı yıl sonra Gezi’deki kalkışmanın ortak simgesi Mustafa Kemal’in kalpaklı resimleri oldu. Ortaya çıktı ki, hareketin özlemleri, sınıfsal ve ideolojik eğilimleri ile sosyalizme, hatta komünizme dönüktür. Sosyalistlerin, devrimcilerin yanılgısı son buldu; ancak hareketin örgütlenmesini üstlenemedi. Mayıs seçimlerinde Saray iktidarına karşı çıkan 25 milyon, Gezi hareketinin fiilen ve ana eğilimleri itibariyle türevidir. CHP liderliğinin böyle bir göreve layık olmadığı ortadadır. Şu andaki siyasal algılamaları, platformları itibariyle sosyalist, komünist, devrimci örgütler bu geniş cepheyi sahiplenecek nitelikleri taşıyor. Örgütleri, mümkün mertebe iş birliği, eşgüdüm içinde CHP’nin Cumhuriyetçi tabanı ve birikimi ile birleşerek, Siyasal İslam’ın karanlığına karşı güçlü bir direnme odağı oluşturabilir. Türkiye toplumunun, halkının gönenci, gelecekteki devrimci dinamizmi için kritik bir ilk adım böylece atılabilir.

Gülümhan Gülten / duvaR



Bir darbenin anatomisi: Kararsızlık ve hazırlıksızlık kaybettirdi - (soL-Çeviri)

 Şili darbesi dönemine dair yeni bulgular, Şili Komünist Partisi ve ittifaktaki diğerlerinin kararlı bir direnişinin darbeyi püskürtme şansına sahip olduğuna işaret ediyor.

Alttaki makale, Johnny Norden imzalı. Makale, üzerinden yarım asır geçmiş bulunan, Salvador Allende’nin liderliğinde Şili’de seçimleri kazanıp iktidara yükselmiş sol ittifaka karşı düzenlenen darbeye bir kez daha bakıyor.

O dönemden bu yana elde edilen veriler halen kısmen eksik. Makalede de dikkat çekeceği üzere, darbeyle ABD arasındaki bağlantıya dair belgelerin tümü elde edilmiş değil.

Ancak eldeki veriler, o dönemde hem Allende hükümetinin hem de ittifakın en önemli gücü olan Şili Komünist Partisi’nin, bir darbe olasılığına karşı hazırlıklarının eksikliğine ve darbe başladıktan sonraki kararsızlığa ışık tutuyor. Görünen o ki, bu zaaflar giderilmiş olsa, 1973’te 11 Eylül günü Şili’de yaşanan darbe, halk tarafından hezimete uğratılabilirdi.

Bu yazı ilk kez "Das Blätchen"in 15. yıl, 18. sayısında Amerika 21'le işbirliği içinde yayınlanmıştır. Bu çeviriyse NachDenkSeiten'dan (https://www.nachdenkseiten.de/?p=103863) aktarıldı.

Şili'den yeni belgeler:

Darbecileri yenme şansı şimdiye dek sanıldığından çok daha büyüktü

11 Eylül 1973'te ordu Şili'de bir sosyalist devrim çabasını kanla boğdu. Orada kendine özgü olan şuydu: Şilili solcular Başkan Allende liderliğinde sosyalizme giden yolda silah zoruna dayanmaksızın ilerlemek istediler. Sovyet ve Küba devrimlerinin deneyleriyle aralarına sınır koyan açıklamaya göre, bu iş burjuva demokratik anayasa zemininde gerçekleşecekti, kan dökme ve içsavaştan kaçınılmalıydı. Bu cesur rüyayı gerçekleştirmek neden mümkün olmadı?

Johnny Norden

Genç tarihçi ve gazetecilerin son yıllardaki bir dizi incelemesi o dönemdeki olaylar üzerine yeni bir anlayışı olanaklı kılıyor. Onlar CIA ve ABD Dışişleri Bakanlığı'nın gizlilik süresi bittikten sonra serbest bıraktıkları belgeleri analiz ettiler. Şili Silahlı Kuvvetleri'nin 1973'e ait çok gizli belgelerini, örneğin, 11 Eylül'de darbeci generaller arasındaki telsiz haberleşmelerini yayınladılar. Ve kılı kırk yararcasına malzeme toplayarak ve çok sayıda söyleşiyle Şili Komünist Partisi'nin 1973 yılındaki siyasetini mercek altına aldılar.

Yayınlar, Şili solunun ulusal ve uluslararası dengelerdeki elverişsiz konumu nedeniyle Şili'de sosyalizm denemesinin trajik sonunun kaçınılmaz olduğu doğrultusundaki, görüldüğü kadarıyla şimdiye dek hâkim olan, görüşün aksini ispatlıyor.

Yurtsever Şili askerlerinin Allende hükümetine desteği şimdiye dek kabul edildiğinden çok daha büyükmüş. Bugüne dek bilinenler Başkomutanlar Carlos Prots ve Havacı General Alberto Bachelet idi. Askeri Okullar Başkanı General Guillermo Pickering ve 2. Piyade Tümeni olarak düzenlenmiş, merkezi başkent Santiago'da bulunan, ordunun savaş gücü en yüksek birliğinin komutanı General Mario Sepulveda da Şili soluyla bağlaşıklık ilan etmiş olanlar arasındaymış. Prats'a göre bu iki birlik en yüksek saldırı gücüne sahipti.

Bugüne dek bilinmeyen bir diğer faktör: Ordunun Astsubay Okulu 500'den fazla kursiyeri ve eğitmeniyle birlikte hükümete sadık askerlerin emrindeymiş. Eylül'ün 10'u ile 11'i arasında gece boyunca hükümeti savunma emri beklemişler. Solcular hareketsiz kalmışlar ve ordu içindeki karşıtlarını etkisiz hale getirmeyi, sonra da katletmeyi gericilere bırakmışlar.

Yayınlanan materyaller dahasını da açıkça gösteriyor: Hükümet darbesi beceriksizce hazırlanmış, uygulanması acemice olmuş. 11 Eylül'ün sabahına dek, darbenin başına kimin geçeceği belirsiz kalmış. Kendi canından korkusu nedeniyle son anda komutayı ele alan Pinochet'in sallanması birçok katılımcıyı tedirgin etmiş. Üç parçanın, kara, hava kuvvetleri ve donanmanın koordinasyonu işlememiş. Darbeciler 11 Eylül'de bir dizi çok ağır hata yapmışlar. Her ne kadar önemli askeri birlikler Santiago'ya doğru hareket emri almışlarsa da, bunu kesin yer ve mücadele hedefi izlememiş. Moneda'daki Başkanlık Sarayı'nı bombalama emri almış bir savaş jeti yanlışlıkla Santiago'daki askeri hastaneyi bombalamış. Darbeci generallerin hızlı zaferi ancak Moneda dışında başka hiçbir yerde direnişle karşılaşmamaları sayesinde mümkün olmuş. 

Bunun dışında, ABD gizli servisleri ve Amerikan ordusu darbenin hazırlığında ve gerçekleştirilmesinde yer almamış. Tabii CIA 1972-1973 yıllarında sağ radikalleri ve faşist örgütleri yoğun olarak desteklemiş, işverenler birliklerinin Allende Hükümeti'ne karşı boykot eylemlerini fonlamış. CIA ve ABD örgütleri aslen büyük burjuva partileri PDC ve PN ile vücut bulan sivil muhalefete yönelmişler. Allende'nin devrilmesi ve hükümetin devralınmasını onlardan beklemişler. ABD Sefareti'nin Dışişleri Bakanlığı'na CIA yerleşkesinin merkeze 1973'te gönderdiği şimdi yayınlanan raporlar, bunların Şili Silahlı Kuvvetleri içinde olan biten üzerine sadece genel bir resme sahip olduklarını gösteriyor. Sol, darbecilerin bu zayıf noktasını da kullanamamış. 

Faşist Şilili askerlerle ABD arasında işbirliği darbeden üç hafta sonra başlamış. İlişkilerin gelişmesi üzerine sefirin gururla haber verdiği yeni çığır: Genel Kurmay Başkanı resmen rejim karşıtları için kurulacak toplama kampları konusunda danışmanlık talep etmiş. Aktüel olan yayınlar ayrıca Unidad Popular partilerinin yönetimlerinin yaklaşmakta olan darbe karşısında kötürüm gibi kaldıklarını ispatlıyor.

Yetmişli yılların başlarında Şili Komünist Partisi'nin Küba KP'den sonra Amerika'nın en büyük sol partisi olduğunu anımsamakta yarar var. Üyeleri sıkı örgütlüydü ve bütün toplumsal alanlarda mevcuttular. Bütün yoldaşlar bir askersel hükümet darbesi tehlikesinin bilincindeydiler. Parti üyelerinin çoğunluğu Allende Hükümeti'ni her türlü çareye başvurarak savunmaya kararlıydı. Parti yönetiminin buna rağmen acil durum için hiçbir planı yoktu. Bütün 1973 yılında mücadele koşullarının aniden değişimine karşı partiyi hazırlamak için örgütsel ve maddi olarak pratikte hiçbir şey yapmadı.

Darbeci generallerin ordu birlikleri 11 Eylül'de Moneda'ya saldırıyla o denli meşguldüler ki, direniş potansiyeli olan diğer yerlere çok az dikkat ayırabildiler. Bu da o gün çok sayıda yurtseverin canını kurtardı.

Üyelerin mücadele gücü üzerine dolaylı bir kanıt Şili KP'nin 11 Eylül'den sonraki durumu üzerine belgelerde bulunuyor. Tüm yönetim kadrosunun çökmesi ve vahşice teröre karşın komünistler hızla Pinochet Rejimi'ne karşı en önemli sivil direniş gücünü örgütlediler.

Kararlı bir direnişin şansının ne denli güçlü olduğunu darbeci generallerin telsiz konuşmaları ispatlıyor. Piyadeler öğleden önce Başkanlık Sarayı'na tank desteğindeki ilk hücumlarında, Moneda'nın korumaları (20 kişiden fazla değil) çevredeki bakanlıklardan el silahlarıyla saldırganlara ateş eden bir avuç cesur Şililinin desteğini aldılar. İkinci saldırı da çapraz ateş altında kaldı ve korkan komutan tarafından durduruldu. Generaller sinirli tepki gösterdiler. Pinochet, Başkanlık Sarayı'nın bombalanmasını emretti.

1973 yılındaki Şili üzerine son olarak ortaya çıkan belgeler üç açıdan tarih yazılımına yeni tanılar getiriyor. Önümüzdeki yayınlarla birlikte Şili Devrimi'nin merkezi zayıflığı üzerine görüşler keskinleşiyor. Liderleri (belki Allende istisnaydı) devasa toplumsal güçleri harekete geçireceğini hesaplamadan bir devrim başlattılar.

Büyük sermayenin iktidardan indirilmesi ve kapsamlı bir sosyal program, zorunlu olarak iki kampın oluşmasına götürdü. Bir tarafta o güne dek ayrıcalık sahibi olmayanların heyecanı ve kararlılığı. Onlar -Quilapayun'un şarkısındaki gibi- "yepyeni bir Şili kurmak" istiyorlardı. Diğer tarafta da Şili toplumunun üst katmanlarının korkusu ve nefreti. Allende Hükümeti'nin seçim vaatlerini gerçekleştirme isteğindeki samimiyeti ne denli açıklıkla duydularsa, eski düzeni geri getirme kararlılıkları o denli pekişti. Bu çatışkı salıncağı radikal bir kırılışa doğru ilerledi.

Santiago'daki CIA memurları bu gelişimi Şili solunun çoğu liderinden çok daha açıklıkla gördüler. Ancak karşıdevrimin ana gücü olarak askerlerle ilişki kurmakta beceriksizdiler, ama siyasi ve toplumsal analizleri mükemmeldi.

Sol partilerin, anayasa temelinde "Şili usulü sosyalizme barışçıl geçiş"e öylesine dogma gibi sarılmaları ölümcüldü, çünkü gericilik anayasa toprağını çoktan terk etmiş bulunuyordu.

Öte yandaysa toplumsal gerçeklik liderleri sollamıştı: Gericiliğin baskısı karşısında mahallelerde ve işyerlerinde gıda maddeleriyle halkın iaşesini sağlamayı ele alan, taşımacılığı devam ettiren, üretimi örgütleyen tabandaki demokratik iktidar organları oluşmuştu. 

Şili halkının zafer şansının şimdiye dek sanıldığından çok daha yüksek olduğu aşikâr. Şili Devrimi'nin öğretileri, bugün kendisini sol kabul eden partiler için zengin bir birikimdir.

Şilili devrimcilerin derin trajedisi, 100 yıl önce Paris Komüncülerinin yaptığı hatanın aynısına düşmelerinde yatmakta. Onlar, hedeflerini gerçekleştirmek için burjuva devlet aparatını ele almak zorunda olduklarını düşündüler. "Bürokratik-askersel mekanizmayı" parçalamakta kararlı davranmadılar.

Paris Komüncüleri gibi Şilili devrimciler de burjuva demokratik geleneklere güvenlerinin ve siyasi karşıtlarına karşı cömertliklerinin kurbanı oldular.

Çeviri: Cemil Fuat Hendek

21 Eylül 2023 Perşembe

KISA KISA GÜNDEM -21 EYLÜL 2023-

Sayıştay raporu: Saray ayda 40 bin asgari ücret harcıyor (Damla KIRMIZITAŞ-EVRENSEL)

Sayıştay, 2022 yılı denetim raporlarını yayımladı. Buna göre Saray’ın bir günlük harcaması 15 milyon TL'ye ulaşırken aylık harcaması 40 bin asgari ücrete karşılık geliyor.

Sayıştay, 2022 yılı denetim raporlarını yayımladı. Sayıştay’ın 2021 denetim raporundaki verilere göre Cumhurbaşkanlığının 3 milyar 710 milyon 801 bin TL olan toplam harcaması, 2022'de 1 milyar 652 milyon 632 bin TL artarak 5 milyar 363 milyon 433 bin TL’ye yükseldi. Cumhurbaşkanlığının, 2021 yılında yaklaşık 10 milyon TL olan günlük harcaması, 5 milyon TL artarak, yaklaşık 15 milyon TL'ye ulaşmış oldu. Saray’ın 450 milyon TL’lik aylık harcaması yaklaşık 40 bin asgari ücrete karşılık geliyor. Raporda, temsil, kırtasiye, temizlik, bitki bakımı, tıbbi malzeme, araç bakımı gibi giderlerin detaylarına yer verilmezken Saray’ın malzeme alımı kalemi bir yılda toplam 3 milyar 28 milyon lirayı buldu. Ayrıca raporda, bu harcamaların 613 milyon 467 bin lirasının personel gideri olduğu, 72 milyon lirasının SGK gideri, 2 milyar 804 milyon lirasının mal ve hizmet gideri, 223 milyon 898 bin lirasının ilk madde ve malzeme gideri, 964 milyon 995 bin lirasının cari transferler, 216 milyon 825 bin 786 lirasının amortisman gideri, 393 bin lirasının kamu idarelerine devredilen varlıklardan kaynaklı gider, 773 milyon 496 bin lirasının proje kapsamında yapılan cari gideri olduğu kaydedildi. Toplam 5 milyar 669 milyon 796 bin lira harcama yapıldığı bildirildi.

Enerji iş kolunda son 10 yılda 372 iş cinayeti (soL)

İSİG Meclisi Enerji İşkolu İş Cinayetleri Raporu'nu yayımladı. Son 10 yılda çalışırken yaşamını yitiren 372 enerji işçisinden 168'sinin ölüm sebebi elektrik çarpması oldu.


 Raporda enerji işkolunda iş cinayetlerinin nedenlerine göre dağılımı şöyle sıralandı: Elektrik Çarpması nedeniyle 168 işçi; Yüksekten Düşme nedeniyle 48 işçi; Trafik, Servis Kazası nedeniyle 48 işçi; Ezilme, Göçük nedeniyle 30 işçi; Zehirlenme, Boğulma nedeniyle 14 işçi; Patlama, Yanma nedeniyle 13 işçi; Kalp Krizi, Beyin Kanaması nedeniyle 12 işçi; Covid-19 nedeniyle 10 işçi; Şiddet nedeniyle 8 işçi; Nesne Çarpması, Düşmesi nedeniyle 6 işçi; Kesilme, Kopma nedeniyle 3 işçi; İntihar nedeniyle 3 işçi; diğer nedenlerden dolayı 9 işçi hayatını kaybetti…

Enerji işkolunda iş cinayetlerinin yaş gruplarına göre dağılımınında yer aldığı rapora göre ölen işçilerden biri 14 yaşının altında çocuk işçiydi:"14 yaş ve altı 1 çocuk işçi, 15-17 yaş arası 1 çocuk/genç işçi, 18-29 yaş arası 116 işçi, 30-49 yaş arası 208 işçi, 50-64 yaş arası 31 işçi, 65 yaş ve üstü 4 işçi, Yaşını bilmediğimiz 11 işçi hayatını kaybetti." Enerji işkolunda iş cinayetlerinde ölenlerin 19’u (yüzde 5,1) sendikalıyken, 353’ününse (yüzde 94,9) sendikasız olduğu vurgulandı.

Son on yılda ölen işçilerin çalıştıkları şirketlere ise şöyle sıralandı: "Anadolu Yakası EDAŞ, Gediz EDAŞ, Aydem Enerji, Boğaziçi EDAŞ, Aras Edaş, Meram Edaş, Dicle Edaş, Vangölü EDAŞ, Trakya EDAŞ, Toroslar EDAŞ, Akdeniz EDAŞ, Kayseri ve Civarı EDAŞ, Sakarya EDAŞ, Yeşilırmak EDAŞ, Fırat EDAŞ, Aras EDAŞ, Çamlıbel EDAŞ, Çoruh EDAŞ, Uludağ EDAŞ, Afşin-Elbistan Termik Santrali, Orhaneli Termik Santrali, Tunçbilek Termik Santrali, Seyitömer Termik Santrali, Kemerköy Termik Santrali, Yeniköy Termik Santrali, Çan Termik Santrali, TEİAŞ, DSİ, İSKİ, İGDAŞ, Sulama Birlikleri, Rüzgar Enerji Santralleri, Hidroelektrik Santraller vd.." https://haber.sol.org.tr/haber/enerji-kolunda-son-10-yilda-372-cinayeti-384626

Türk Telekom'dan internet tarifelerine zam: En ucuz paket 585 lira olacak (soL)

Bireysel tarifede limitsiz internet paketlerin zamla birlikte yeni fiyatları şöyle olacak:

Türk Telekom, internet abonelik fiyatlarına 1 Ekim’den itibaren zam yapacağını  duyurdu. En ucuz abonelik paketi 585 liradan başlayacak. Yapılan açıklamaya göre yapılacak zam, taahhüdü bulunan abonelikleri kapsamayacak. Konuya ilişkin Türk Telekom'dan yapılan açıklamada, "1 Ekim 2023 tarihinden itibaren; Evde/İşte İnternet tarifelerinin liste fiyatı, Yalın/Alo erişim liste fiyatı ve Alo dakika paketlerinin liste fiyatı, Statik IP liste fiyatı ve Tek Seferlik İşlem ücretlerinde (devir, hat dondurma, hat kapama) güncelleme yapılacaktır. Bahse konu liste fiyatı güncellemelerinden, sadece taahhütsüz durumda olan müşterilerimiz etkilenecek olup, taahhütlü müşterilerimiz taahhüt süreleri boyunca herhangi bir fiyat değişikliğinden etkilenmeyecektir. Taahhütsüz müşterilerimiz de avantajlı kampanyalarımıza katılarak hiçbir fiyat değişikliğinden etkilenmeden kullanımlarına devam edebilirler." denildi.

Diyanet, 2 bin 450 din görevlisi almak için sınav açtı (soL)

Diyanet İşleri Başkanlığınca "2023 Yılı Diyanet Akademisi Aday Din Görevlisi (KKÖ, İ-H, M-K) Alımı" duyurusu yapıldı. Bu kapsamda, 2 bin 450 din görevlisi alımı için KPSS ve sözlü sınav yapılacak.  Diyanet'ten yapılan duyuruda "Diyanet İşleri Başkanlığımız Taşra Teşkilatında münhal bulunan 4/B sözleşmeli pozisyonlarda istihdam edilmek amacıyla 2022 yılı Kamu Personel Seçme Sınavı (KPSS) B grubu puan sırası esas alınarak ilan edilen boş pozisyonların üç katı kadar aday arasından Başkanlıkça yapılacak sözlü sınav sonucuna göre Diyanet Akademisine aday din görevlisi (Kur’an kursu öğreticisi, imam-hatip ve müezzin-kayyım) alımı yapılacaktır" denildi.

Osmaniye'de uyuşturucu baskınında ateş açıldı: Bir jandarma yaşamını yitirdi (soL)

Osmaniye'de uyuşturucu baskını yapılan evdeki şüphelinin ekiplere tabancayla ateş etmesi sonucu bir jandarma personeli yaşamını yitirdi. AA'nın aktardığına göre Fakıuşağı Mahallesi 45012 Sokak'taki bir apartman dairesinde uyuşturucu bulunduğu ihbarı üzerine İl Jandarma Komutanlığı ekipleri adrese baskın yaptı. Arama yapmak için daireye giren ekiplere evdeki şüpheli tarafından tabancayla ateş açıldı. Ağır yaralanan 2 jandarma personeli ambulansla Osmaniye Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Yaralı jandarmalardan biri doktorların müdahalesine rağmen yaşamını yitirdi, diğerinin tedavisi sürüyor. Şüpheli gözaltına alındı.

Bulgaristan’dan Türkiye’ye ambulansla uyuşturucu sevkiyatı (soL)

İstanbul Emniyet Müdürlüğü Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, Bulgaristan’dan İstanbul’a gelen hasta nakil aracına uyuşturucu operasyonu  düzenledi. İhbar üzerine ambulans ülkeye giriş yapmasının ardından narkotik ekiplerince teknik ve fiziki takibe alındı. İstanbul’a gelen ambulans bir süre takip edildikten sonra durduruldu. Yapılan aramalarda gizli bölmelerde, 84 kilogram skunk ve 32 kilo eroin ele geçirildi. Ambulanstaki 2 yabancı uyruklu kişi gözaltına alındı. Ekipler Eyüpsultan’da bir adrese de operasyon düzenledi. Burada da Bosna Hersek uyruklu 4 kişi gözaltına alındı. Yapılan aramalarda 44.5 kilogram skunk ele geçirildi. İki farklı operasyonda gözaltına alınan yabancı uyruklu 6 kişi işlemleri için emniyete götürüldü.

Esad'dan 20 yıl sonra Çin'e ilk ziyaret(Cumhuriyet)

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Çin'in doğu kesimindeki Zhejiang eyaletinin merkezi Hangzhou kentine ulaşarak 20 yıl sonra ilk kez gerçekleştireceği Çin ziyaretine başladı.  https://www.cumhuriyet.com.tr/dunya/esaddan-20-yil-sonra-cine-ilk-ziyaret-2121849

Skandal Sayıştay raporunda... Boğaziçi Üniversitesi'nde bazı akademisyenlere 85 bilgisayar zimmetlendi (Sena Tufan-Cumhuriyet)

Boğaziçi Üniversitesi'nde yaşanan usulsüzlükler Sayıştay'ın 2022 raporuna yansıdı. Raporda bazı akademisyenlerin üzerine dizüstü ve masaüstü olmak üzere yaklaşık 85 adet bilgisayar zimmetli olduğu vurgulandı. Raporda, “Yoğun bir şekilde masaüstü bilgisayar, diz üstü bilgisayar, tablet gibi elektronik cihazlar alındığı tespit edilmiştir” ifadeleri kaydedildi.(HER AKADEMİK PERSONELE 10 BİLGİSAYAR!) “Bazı akademisyenlerin üzerinde maksimum 40 adet sadece dizüstü ve 30-45 kadar masaüstü bilgisayar zimmetlendiği anlaşılmaktadır. Laboratuvarlarda kullanılan masaüstü bilgisayarlar düşüldüğünde dahi, kabaca bir hesapla her bir akademik personelin kullanımına ortalama 10 adet bilgisayar düştüğü görülmektedir” denilen raporda, özetle şu ifadelere yer verildi:  "Üniversitenin taşınır kayıtlarındaki bilgisayar sayıları incelendiğinde 2022 yılı sonu itibariyle yaklaşık 7 bin 84 adet masaüstü bilgisayar, 2 bin 753 adet dizüstü bilgisayar ve 529 adet tablet ve 163 adet tümleşik bilgisayar olmak üzere toplamda 10 bin 529 adet bilgisayar bulunduğu görülmektedir. Bu bilgisayarların 1685 adedi Bilgisayar Laboratuvarlarında kullanılmaktadır. Personel sayıları incelendiğinde ise, Üniversitede toplamda 77'si yabancı uyruklu öğretim elemanı olmak üzere 950 akademik, 1365 idari personel bulunmaktadır.   1365 idari personelden hizmetli ve işçi kadroları çıkarıldığında yaklaşık 985 civarında idari personel üzerinde de bilgisayar bulunmaktadır." 

Gençliğin parası çarçur edildi: Sporcusu olmayan derneğe para aktarıldı (Mustafa Bildircin-Birgün)

Öğrencilerin barınma sorununu çözemeyen Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın, sporcusu olmayan derneğe 1,6 milyon TL’lik yardım yaptığı ortaya çıktı. Bakanlığın 2021 yılında 625 bin TL, 2022 yılında ise 1 milyon 5 bin 200 TL para aktardığı derneğin faal sporcusu bulunmadığı, yalnızca üç antrenörü olduğu belirlendi.  

AFAD için alarm zilleri çalıyor: 15 milyar TL’lik açık (Hüseyin ŞİMŞEK-Birgün)

Afetlerde etkin kurtarma çalışmalarında bulunmadığı için eleştirilerin odağında yer alan AFAD’ın bir yıllık olumsuz faaliyet sonucu 15 milyar TL oldu. Kurumda yapılan hatalı ve eksik işlemler, denetim raporunda vurgulandı. https://www.birgun.net/haber/afad-icin-alarm-zilleri-caliyor-15-milyar-tllik-acik-470214


İletişim Başkanlığı 'ekside': 1.8 milyar TL’lik olumsuz faaliyet sonucu (Hüseyin ŞİMŞEK-Birgün)
Başında Fahrettin Altun’un bulunduğu Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, 2022’de 1 milyar 860 milyon TL olumsuz faaliyet sonucuna imza attı. https://www.birgun.net/haber/iletisim-baskanligi-ekside-1-8-milyar-tllik-olumsuz-faaliyet-sonucu-470191

Aile Bakanlığı 10 yıldır SGK’ye borcunu ödemiyor (Havva GÜMÜŞKAYA-Birgün)
SGK’nin, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’ndan 170 milyon TL’lik alacağını 10 yıldır tahsil edemediği ortaya çıktı. Kurum’un bazı belediye ve belediye şirketlerinden tahsil edemediği prim alacaklarının da 38 milyar TL’yi aştığı tespit edildi. https://www.birgun.net/haber/aile-bakanligi-10-yildir-sgkye-borcunu-odemiyor-470209

Saray bir günde 15 milyon TL harcadı (Hüseyin Şimşek-Birgün)

Sayıştay, Cumhurbaşkanlığı’nın bir yıllık olumsuz faaliyet sonucunun 5 milyar TL olduğunu tespit etti.

Cumhurbaşkanlığı 2022 Yılı Sayıştay Düzenlilik Denetim Raporu, Saray’ın sebep olduğu bütçe açığını ortaya koydu. Buna göre, Cumhurbaşkanlığı’nın bir yıllık toplam gideri 5 milyar 669 milyon 796 bin TL olurken geliri ise 124 milyon 251 bin TL ile sınırlı kaldı. Saray’ın 2022 yılı olumsuz faaliyet sonucu 5 milyar 545 milyon TL olarak kayıtlara geçti. Günlük harcama ise 15 milyon TL’yi aştı. Sayıştay raporuna göre, Saray’ın bir yıllık personel gideri 368 milyon TL’den 613 milyon TL’ye, SGK gideri 43 milyon TL’den 72 milyon TL’ye, mal ve hizmet alım giderleri 2.3 milyar TL’den 3 milyar TL’ye, cari transferleri 498 milyon TL’den 803 milyon TL’ye ve sermaye giderleri 431 milyon TL’den 860 milyon TL’ye yükseldi. Saray’ın gelirlerini ise vergi ve mülkiyet gelirleri oluşturdu.(BİLANÇODA DA ERİME)  Cumhurbaşkanlığı’nın Sayıştay’a sunduğu mali tablolar, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yönetimindeki Saray’ın bilançosundaki erimeyi de ortaya koydu. Buna göre Cumhurbaşkanlığı’nın 2021’de 3 milyar 594 milyon 462 bin TL olan toplam aktif ve pasif hesap tutarı, bir yılda 275 milyon TL eriyerek 3 milyar 318 milyon 855 bin TL oldu.

Şehir Hastaneleri’ne sır perdesi (Mustafa BİLDİRCİN-Birgün)

Sağlık Bakanlığı’na yönelik Sayıştay denetimleri, Şehir Hastaneleri’nin bütçede oluşturduğu karadeliğin gizlendiğini ve bakanlığın halk sağlığını tehlikeye atan uygulamalarını açığa çıkardı. Bakanlığın, şehir hastanelerine yönelik garanti ve mali yükümlülüklerine mali raporlarda yer vermediği, özel hastaneleri denetlemediği ve ruhsatsız sağlık tesislerine izin verdiği ortaya çıktı. https://www.birgun.net/haber/sehir-hastanelerine-sir-perdesi-470176

(derleyen: mstfkrc)


‘Küreselleşme’den ‘1984’e + Avrupa’nın ‘hasta adamı’ - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

 


‘Küreselleşme’den ‘1984’e

Son aylarda üzerinde düşündüğüm kimi konular, salı günü, Financial Times’da yayımlanan bir yorum ve haberin yardımıyla birleşerek anlağımda Orwell’in “1984” romanına benzeyen bir resim oluşturdu.

‘1984’ÜN DÜNYASI’

“1984” dünyasında, totaliter bir rejim, sürekli bir savaş ortamı egemendir. Totaliter rejime bakınca teknoloji kullanarak konutların içine, özel yaşama kadar “her şeyi gören bir göz” (big brother), bir “yeni-dil” (newspeak) ve söylem yoluyla, yeni teknolojilerin yardımıyla gerçekle yalan arasındaki farkı silebilen (doublethink), tarihi yeniden yazabilen, bireylerin kimliklerini yok edebilen, ağır duygusal, cinsel baskı uygulayan bir iktidar görüyoruz. Bu dünyanın sıradan insanları (prols), “gelecek” umudu olmayan karanlık bir varoluş içinde yaşıyorlar. Bugün, bu dünyanın birçok bileşenini, “kapitalist küreselleşmenin” dünyasında bulmak olanaklıdır.

KÜRESELLEŞMENİN DÜNYASI

Küreselleşme birçok kez vurguladığımız gibi tarihsel bir çağ değil, ABD hegemonyasıyla, kapitalizmin yapısal krizini yönetmeye yönelik “serbest piyasa modelinin” bileşkesiydi, o anlamda da krizin ürünüydü. Bu küreselleşme, hem kapitalizmin krizini aşmak için gereken dönüşümleri üretemedi hem de giderek verimliliğini kaybetti. Böylece kapitalizmin dönüşemeyen ekonomik, siyasi ve kültürel sistemi “1984” dünyasını anımsatan bir canavarlaşma üretmeye başladı.

Bloklaşma ve sürekli rekabet: Kapitalizmin krizi içinde, serbest ticaret rejimi (küreselleşme), Çin’in DTÖ içine alınmasını getirdi ama onu var olan hegemonya düzenine ekleyemedi. Ancak kapitalizm, kriz eğilimlerini “dışlaştırırken” dünyanın potansiyel olarak en büyük pazarı, Çin’e gelmeye başlayan merkez sermayesi burada yeni bir birikim ve güç merkezinin oluşmasını kolaylaştırdı. Bu sürecin, ekonomik, teknolojik ve jeopolitik dinamiklerini iyi değerlendiren Çin devleti kısa sürede bir süper güç düzeyine yükseldi.

Şimdi kapitalizmin “eski” merkezleri ABD ve AB hem Çin’in rekabetiyle hem de “eski sömürgelerinin” pazarları ve kaynakları üzerinde denetimi kaybetme riskiyle karşı karşıyalar. Bu durumda, “eski dünyanın” lideri ABD, ekonomik ve güvenlik anlaşmalarıyla Çin’e karşı bir blok inşa etmeye çalışıyor. FT’nin aktardığına göre, hafta sonundaki BM toplantıları sırasında, ABD, Atlantik’e kıyısı olan 12 Avrupa, Amerika ve Afrika ülkesiyle bir “Atlantik işbirliği için ortaklık” anlaşması imzalamış. Daha önce de Hindistan’dan Avrupa’ya ulaşan bir enerji/ticaret koridoru projesi imzalanmıştı. FT’den Gideon Rachman da AB’nin Çin otomotiv sanayisinin rekabeti karşısında ezilmeye başladığını, korumacılığa yöneldiğini aktarıyor.

Sürekli gözetim: Dijitalleşme, yeni teknolojik devrim olarak başlayan süreç içinde, bilgisayar, internet, uydu, cep telefonu/tablet teknolojisi, arama motorlarıyla, sosyal medya, ticaret-finans platformlarıyla birleşti. Bu karmaşıklığın ürettiği “büyük veriyi” yönetmek için geliştirilen algoritmalar “yapay zekâ” alanında beklenmedik sıçramalara yol açmaya başladı. Şimdi hepimiz bu bilişim ağları ve bunların tepesindeki kapitalist işletmeler, devletler tarafından kullanılan yaygın ve derin bir gözetim sistemine hem de gönüllü olarak bağlanmış durumdayız. “Big brother” artık cebimizde.

Gerçek ve yalan: Yukarıdaki teknolojik gelişme, sosyal medya platformlarında, karşımıza önce, tüketicinin hatta seçmenin kararlarını etkileyen “fake news” (sahte haber) olarak çıktı, sonra da artık gerçeğinden ayırt edilemeyen, hatta gerçeği olmayan birer kopya biçiminde “deep fake” fotoğraf ve filmler olarak çıkıyor. Henüz, “gerçek bakanlığı” yok ama “yeni söylem” “çift-düşün” pratiği sosyal medyada, QAnon benzeri irili ufaklı komplo teorisi platformlarıyla biz farkında olmadan yaygınlaşıyor. 

Totaliter rejimler: Son haftalarda ABD ve Avrupa’nın en etkili ana akım medyası, yoğun biçimde, dünyada yükselmekte ve yaygınlaşmakta olan otokratik rejimleri, yeni faşist hareketleri tartışıyor. Macaristan, Hindistan Türkiye mükemmele yakın örnekler oluşturuyor. 

Bu sırada dünya halkları daha iyi bir gelecek umudu olmadan yaşamaya, yerini yurdunu tek etmeye, ölmeye devam ediyor.

                                                /././

Avrupa’nın ‘hasta adamı’ 

Başarısıyla şımarmış, Avrupa’daki yerinde rahat bir ülke şimdi kendini aniden bir ekonomik gerileme içinde buldu.” Der Spiegel, “Alman ekonomisi neden bocalıyor” başlıklı araştırma yazısına böyle başlıyordu. The Economist’e göre de Almanya şimdi “Avrupa’nın hasta adamı” olmuştu; otomotiv sektörü söz konusu olduğunda “bir felaket tamamen olanaksız değildi”. Bunlar madalyonun bir yüzü. Madalyonun öbür yüzünde, faşist hareketin yeniden yükselmeye başlaması var. Adeta bir “mükemmel fırtına” şekilleniyor.

EKONOMİNİN SORUNLARI...

Spiegel’in ve Economist’in araştırmalarından hareketle, Alman ekonomisinin sorunlarının başında, Ukrayna savaşının etkisiyle ucuz enerji tedariki olanağının, özellikle ağır sanayiyi, ilaç-kimya sektörünü zora sokacak biçimde kaybolması;  nitelikli işçi bulma zorluğu; küresel ısınmayla mücadelede alınacak önlemlerin maliyet artırıcı etkilerine karşılık yoğun bürokrasi, yetersiz devlet desteği; özellikle inşaat sektörünü etkilemeye başlayan talep yetersizliği;  otomotiv sektörünü tehdit etmeye başlayan uluslararası (aslında Çin’den gelen) rekabetin artan basıncı geliyor. Ek olarak Spiegel, kimi makine imalat sanayi işletmelerinin, düşük emek verimliliği ve yüksek emek maliyeti gibi sorunlardan da yakındıklarını aktarıyor.

Bu ekonomik sıkıntıların aynı zamanda, enerji güvenliği, Çin’in ekonomisinin devalüasyonu ve ekonomik yavaşlamayı dünya ekonomisine ihraç etme kapasitesi, göçmenler ve sığınmacılar sorunu, yeni bir emek disiplini rejimi arayışı gibi jeopolitik ve siyasi boyutları var. Ukrayna savaşı yakın zamanda bitecek gibi durmuyor. Sanayinin nitelikli işçi ithal etme gereksinimi toplumdaki yabancı düşmanlığı duygusuyla çatışıyor. Yaklaşık 2.5 milyon işçi çalıştıran otomotiv sektöründe işten çıkartma ve başka ülkelere göç (relocation-offshooring) gibi eğilimler de özellikle elektrikli otomobil alanında Çin’in rekabet gücü karşısında daha güçlenecek. Spiegel Alman otomotiv sektöründe üretimin 10 yıl öncesine göre yüzde 40 gerilediğine işaret ediyor. Krefeld’de iki fabrikasını kapatma sürecinde olan kimya sanayi devi Lanxess’in CEO’su Matthias Zachert “Sanayisizleşme  (deindustrialization) başladı” diyor.

... IŞIĞINDA FAŞİZM VE MİLİTARIZM

İşte bu ortamda, Almanya’da “faşizm” yeniden canlanmaya başladı. Almanya Federal Hükümeti, savunma bütçesini GSH’nin yüzde 2’sine (75 milyar Avro) yükseltmeyi, savunma sanayisini yenilemek için 100 milyar Avro ek harcama yapmayı planlıyor. Emperyalist sistemin merkez ülkeleri için “hasta adam kavramı” işte böyle faşizm ve militarizm kapsamında tehlikeli gelişmeleri içeriyor. Savunma harcamaları paketini şimdilik bir kenara bırakalım, “süreç olarak faşizm” açısından çok önemli bir gelişmeye bakalım. 

Geçen haftaya kadar düzen partileriyle neofaşist AfD arasında bir “yangın duvarı” (Brandmauer), asla işbirliği yapmama ilkesi vardı. Ancak son yıllarda iyice zayıflayan, Hıristiyan Demokratlar, özellikle doğu eyaletlerindeki temsilcileri, geçen yılın ortalarından bu yana AfD ile işbirliği yapma isteklerini sık sık dile getiriyorlardı. Bu işbirliği, geçen hafta Thrungia eyalet meclisinde gerçekleşti ve “yangın duvarı” çöktü. Hıristiyan Demokratlar (muhafazakâr), Özgür Demokratlar (iş çevrelerine yakın) bir vergi azaltma yasasını eyalet meclisinden geçirmek için AfD ile birlikte oy verdiler. Böylece, AfD siyasi sürgünden dönerek “normalleşiyordu”.

Ülke çapında yüzde 22 ile ikinci, Thuringia ve Brandenburg’da yüzde 33+ ile birinci sıradaki parti konumundaki AfD’nin, Thrungia lideri  Bjon Höcke, “Avrupa’nın yeniden doğması için AB’nin yıkılması” gerektiğini söylüyor, soykırım anıtının kaldırılmasını istiyor, küresel ısınma önlemlerini “yeşil faşizm olarak” niteliyor. AfD Eşbaşkanı Alice Weidel, II. Dünya Savaşı’nın sonu kutlamalarına “İnsan kendi ülkesinin yenilgisini kutlamaz” diyerek katılmadı. AfD’nin, ittifak yapılabilen  “normal” bir parti olarak algılanması, ekonomik krizin, işsizliğin ve göçmen nüfusun artmaya devam ettiği bir ortamda “hasta adam” tanımını doğruluyor. Gelecek seçimlerde bir AfD-Hıristiyan Demokrat koalisyonu artık olanaksız değil!

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet