Çocuk haklarındaki uçurum derinleşiyor (Deniz Güngör)
Ülkedeki milyonlarca çocuk, Dünya Çocuk Hakları Günü’ne yoksullukla, çocuk işçiliğiyle ve eğitimdeki kopuşla birlikte giriyor. Her yıl binlerce çocuk suça itilirken tarikatlar boş durmuyor. Son 1 yıl içerisinde yayımlanan veriler ise çocuk haklarındaki yıkımı ortaya koyuyor. Çocuk işçi sayısındaki artış 100 bini geçti. (Fotoğraf: AA-Depo Photos) Bugün 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü. Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilmesi üzerine ilan edilen bugün, Türkiye’de kutlanacak durumda değil. Ülkede çocukların yaşadıkları sorunlar her geçen gün derinleşiyor.
Okuldan kopan, işçi olmaya zorlanan, tarikatlara ve cemaatlere mecbur edilen, istismara maruz bırakılan, küçük yaşlarda evlendirilen milyonlarca çocuk bu ülkenin gerçeği.
AKP iktidarının politikaları ülkeyi çocuk haklarında ülkeyi bir çöküşe sürüklerken, 2022 verilerine göre 570 bin 293 çocuğun herhangi bir eğitim kurumuna kayıtlı olmadığı gözler önüne serildi. AKP’li yıllarda 868 çocuk iş cinayetlerinde yaşamını yitirirken ortaya çıkan utanç tablosu ise çocuk hakları konusunda yaratılan uçurumun kanıtı oldu. 2022 yılında 31 bin 890 çocuk cinsel istismara maruz bırakılırken bu sayı son dokuz yılın en yüksek verisi oldu.
570 BİN ÇOCUK OKULDA YOK
Çocukların olması gerektiği en önemleri alanlardan birisi okulken binlerce öğrenci okuldan kopmuş durumda. Eğitim Bakanlığı’nın son verisine göre ise okul çağında olan 1 milyon 613 bin çocuk hiçbir eğitim kurumuna kayıtlı değil. MESEM ve açıköğretimle birlikte ise 4 milyonu aşkın çocuk örgün eğitimin dışında.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) 2024 yılı bütçesinin görüşüldüğü TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu Toplantısı’nda, Bakan Yusuf Tekin 2022-2023 eğitim öğretim yılında toplam 437 bin 169 öğrencinin örgün eğitimden açık öğretime geçtiğini söyledi. 2023-2024 eğitim öğretim yılının birinci döneminde ise örgün eğitimden açık öğretime geçen öğrenci sayısının ise 55 bin 920 olduğu aktarıldı. Ülkede binlerce çocuk, oyun çağında olmasına ve eğitim görmesi gerektiği yaşta işçi olarak çalışıyor. İş Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) İSİG verilerine göre, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından Ekim 2023’e kadar yaklaşık 900 çocuk iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Verilere göre 2022 yılında 64 çocuk 2023 yılının ilk 10 ayında ise 47 çocuk iş cinayetinde hayatını kaybetti.
İSİG 2022’de yayınladığı raporda, Türkiye’de en az 2 milyon çocuk işçinin bulunduğu, bu sayının yaz aylarında 5 milyona yaklaştığını aktarmıştı. Birçok farklı sektörde çalışan çocukların yüzde 30,8’inin tarım, yüzde 23,7’sinin sanayi, yüzde 45,5’inin hizmet sektöründe çalışıyor. Geri kalan yüz binlerce çocuğun sokakta, küçük ve orta ölçekli işletmelerde, ağır ve tehlikeli işlerde çalıştığı aktarıldı.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) son 4 yıl önce açıkladığı çocuk işçi sayısı 2019 tarihli TÜİK çocuk iş gücü anketine göre 720 bin olarak kayıtlara geçti. TÜİK’in 2022 Yılı Hane Halkı İşgücü Araştırması’na göre ise 15-17 yaş arası çocuklarda işgücüne katılma oranı yüzde 18,7 oldu. 2021 yılında 520 bin çocuk çalışıyorken bu sayı 2022 yılında 619 bine çıktı. 1 yılda sadece 15-17 yaş arasında çalışan çocuk sayısı 101 bin arttı.
BİNLERCESİ SUÇA İTİLİYOR
TÜİK’in ağustos ayında yayınladığı “Güvenlik Birimine Gelen veya Getirilen Çocuk İstatistikleri” raporuna göre, 2022 yılında güvenlik birimine gelen veya getirilen çocukların yüzde 43,1’ini mağdur çocuklar oluşturdu. 2021 yılına göre bu oran yüzde 20,5 artarak 601 bin 754 oldu. Mart 2023 verilerine göre cezaevinde tutulan çocuk sayısı ise 2 bin 76. Suça itilen çocukların yüzde 37,8’i yaralama olaylarına karıştığı TÜİK verilerinde yer alırken çocukların yüzde 25,2’sinin hırsızlık, yüzde 4,5’inin uyuşturucu madde kullandığı veya sattığı ve yüzde 4,1’inin ise tehdit suçlarını işlediği aktarıldı.
DOĞUM YAPAN ÇOCUKLAR
Suç mağduru çocukların yüzde 13,7’sini ise cinsel istismara maruz bırakılan çocuklar oluşturdu. 2022 yılında 31 bin 890 çocuk cinsel istismara maruz bırakılırken bu sayı son dokuz yılın en yüksek verisi oldu. 2014 yılında 11 bin 9 çocuk cinsel istismara maruz bırakılırken 2022 yılında bu sayı yaklaşık üçe katlandı. Doğum yapan 19 yaş altı genç kadın ve kız çocuğu sayısının 2002’den bu yana 2 milyonu aştığı belirlendi. 22 yılda 19 yaş altı 2 milyon 88 bin 925 kişi doğum yaptı. 17 yaşın altında doğum yapan çocuk sayısı 577 bin 49, 15 yaşından küçük çocuk sayısı ise 21 bin oldu. Geçen yıl evlendirilen çocuk sayısı ise 11 bin oldu.
TARİKATLARDAN ÇOCUKLARA KANCA
Çocukların en büyük problemlerinden birisi ise ülkedeki tarikat ağı. Hem eğitimde hem de hayatın diğer alanlarında etkisini giderek artıran tarikat ve cemaatler çocuklara adeta kancayı takmış durumda. Prof. Dr. Esergül Balcı’nın 2018 yılında hazırladığı rapordaki çarpıcı veriler şöyle:
Özel öğretim kurumlarının 3’te 1’i bir tarikatla bağlantılı.
Tarikat okul ve yurtlarındaki öğrenci sayısı 210 bin civarında.
4 binin üzerindeki özel yurdun 2 bin 480’i bir tarikatla bağlantılı.
Bu öğrenciler için devletin tarikatlara ödediği para 898 milyon 800 bin TL.
Öte yandan sadece İstanbul’da 10 bin çocuğun tarikat kurslarında olduğu tahmin ediliyor. Özellikle İsmailağa Cemaati’ne yakın birçok vakıf Kuran kursu adı altında açılan medreselerde yüzlerce çocuğu etkisi altına almış durumda. Bu kursların birçoğunda çocukların okula gitmelerine müsaade edilmiyor.
168 BİN ÇOCUK BAKIMA MUHTAÇ
Ekonomik güçlükle mücadele eden bir milyon 858 bin 482 kişiye, çocuklarının okula gidebilmesi için Şartlı Eğitim Yardımı yapıldı. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 2023 yılının ilk yarısına yönelik verilerine göre ailesinin yanında bakılamayan çocuk sayısı ise 168 bin 247 bin oldu.
KAYIP SAYISI YAYIMLANMADI
Kaybolan çocuk sayısı ise TÜİK tarafından 2016 yılından bu yana yayımlamadı. En son 7 yıl önce paylaşılan TÜİK verilerine göre, 104 bin 531 çocuğun kayıp olduğu aktarılmıştı.
Öte yandan 6 Şubat’ta meydana gelen Maraş merkezli depremlerde binlerce çocuk kayboldu. Depremde kaybolan çocuklar 9 aydır bulunamazken Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Çocuk Hizmetleri Komisyonu Genel Müdürü Musa Şahin ise TBMM Deprem Araştırma Komisyonu’nda yaptığı sunumda ihbar hatlarına ise bin 118 kayıp çocuk bildirimi yapıldığını söylemişti. Şahin, deprem bölgesindeki 1915 refakatsiz çocuktan 1766’sının ailesine teslim edildiği, 81 çocuğun koruma altına alındığı, 8 çocuğun evlat edindirildiğini açıklamıştı.
SAĞLIKLI BESLENEMİYORLAR
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye’de 6 aylık ve daha yukarı yaştaki çocukların yüzde 62,4’ü ekmek veya makarna gibi tahıl içeren yiyecekleri her gün tüketirken, sadece yüzde 12,7’si et, tavuk veya balık, yüzde 10,9’u ise fasulye, nohut veya mercimek gibi kuru baklagilleri tüketebiliyor. Sinema ve/ veya tiyatroya gittiği belirtilen 6- 17 yaş grubundaki çocukların oranı ise sadece yüzde 39,1.
ACI TABLO
Okulda olmayan çocuklar: 1,6 milyon
Doğum yapan çocuk: 577 bin 49
Tarikat yurtlarındaki çocuklar: 210 bin
Bakıma muhtaç çocuklar: 168 bin 247
Çocuk işçi sayısındaki artış: 101 bin
İstismar edilen çocuklar: 31 bin 890
Sokakta çalıştırılan çocuklar: 9 bin 914
Cezaevindeki çocuklar: 2 bin 76
İlk 10 ayda ölen çocuk işçiler: 47
∗∗∗
ÇOCUKLARI KORUYAN DÜZEN ŞART
Av. Müjde TOZBEY- Önce Kadınlar ve Çocuklar Derneği Başkanı Her yıl yüzlerce çocuğun ‘evlilik’ adı altında cinsel istismara maruz bırakıldığına dikkat çekti. Tozbey, “Yine binlerce çocuk son iki yıl içerisinde okudukları okulları, geçim sıkıntısı nedeniyle terk edip, çocuk işçi oldu. Okuyan çocuklarımız ise okullarında ya açlıktan bayıldılar, ya da yurt veya okul asansörlerinde öldürüldüler. Çocuklarımızın yaşadıkları her şey politiktir. Özellikle son 22 yıl boyunca AKP iktidarının ülkemiz kaynaklarını patronlara peşkeş çekmesi, fabrikalarımızı özelleştirmesi, eğitim ve sağlık kurumlarını ticaretleştirmesi gibi sebeplerden dolayı ülkemizi yoksulluğa itmiş ve simitin alınamayacak kadar pahalılaşmasına sebep olmuştur” dedi.
İktidarın din ve tarikat eliyle yoksulluğu görünmez hale getirmeye çalıştığını aktaran Tozbey son olarak şu ifadeleri kullandı: “Oysaki Çocuk Koruma Kanunu gereği sosyal devlet olarak ülkemizde ki her çocuktan devlet sorumludur. Çocuklarımızın sağlık, barınma, eğitim gibi tüm ihtiyaçlarını yine vergilerimizi toplayan devlet karşılamak zorundadır. Görevini yerine getirmeyen bu iktidar ve devlet organları, yasalarımıza göre suç işlemektedir. Yine görevini yerine getirmeyen yargı da suç işliyor. Bu nedenlerle artık bu sistem değişmeli ve çocuklarımızı koruyan bir düzen kurmalıyız.
∗∗∗
GAZZE’DE SAATTE ALTI ÇOCUK ÖLDÜRÜLÜYOR
Filistinli avukat Ahmed Abofoul, Gazze’de son 3 haftada öldürülen çocukların sayısının 2019’dan bu yana dünyadaki çatışma bölgelerindeki öldürülen yıllık çocuk sayısını aştığını aktardı. Gazze’de saatte ortalama 6 çocuğun öldürüldüğünü aktaran Abofoul, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin savaş zamanlarında çocuklara yönelik 6 ağır ihlalden bahsettiğine dikkati çekti. Abofoul, "İsrail bu ihlallerden 3’ünü, ‘Çocukların öldürülmesi ve sakat bırakılması, okullara veya hastanelere saldırılar ve çocukların insani yardıma erişiminin engellenmesi’ Gazze’ye yönelik saldırılarında kasıtlı ve sistematik olarak işledi" diye konuştu.
/././Yapılan her değişiklik eğitimi geri götürdü (Mustafa Bildircin)
Milli Eğitim Bakanlığı, yakın zamanda müfredat ile ilgili değişiklik yapılacağını duyurdu. AKP iktidarı döneminde yapılan her değişiklik eğitimi daha da geriye götürdü. Özellikle 4+4+4 modeli ve İsmet Yılmaz dönemindeki müfredat değişikliği ile derinleşen eğitimdeki tahribat, Yusuf Tekin ile devam ediyor. Toplumun mücadelesi ise sürüyor.Türkiye’nin hemen her alanda gerileme yaşadığı AKP iktidarlarında en çok tahrip edilen alanların başında eğitim alanı geldi. Eğitim sistemlerinde birbiri ardına yapılan değişiklikler nedeniyle 22 yıllık AKP iktidarı döneminde neredeyse hiçbir öğrenci başladığı sistemle okulunu bitiremedi. Uluslararası derecelendirme kuruluşlarının raporlarına dahi yansıyan eğitim alanındaki tahribat, adeta koca bir kayıp nesil yarattı. AKP’nin kırıklarla dolu eğitim karnesine hak kayıpları, piyasalaştırma ve dinselleştirme damgasını vurdu. Şimdi de Milli Eğitim Bakanlığı yeni bir müfredat değişikliği hazırlığında. Bugüne kadar yapılan her değişiklik ise eğitimi biraz daha geriye götürdü.
AKP iktidarında Milli Eğitim Bakanlığı’nda sekiz bakan değişti. Yusuf Tekin, AKP’nin dokuzuncu Milli Eğitim Bakanı olurken bakanların icraatlar karnesi, eğitim alanındaki tahribata ayna tuttu. BirGün, AKP’nin Milli Eğitim Bakanları’nın icraatlar karnesini çıkardı.
YÖNETİCİ KIYIMI
AKP’nin ilk Milli Eğitim Bakanı, Erkan Mumcu oldu. 19 Kasım 2022 tarihinde göreve gelen Mumcu, göreve geldikten kısa bir süre sonra bakanlıkta adeta kıyım yaptı. Bu kapsamda bin 300 bakanlık yöneticisi bir gecede görevinden alındı. Mumcu, 17 Mart 2003 tarihinde görevden ayrıldı.
Mumcu’nun ardından Hüseyin Çelik, 17 Mart 2003 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı görevine getirildi. Çelik döneminde, eğitimcilerin tüm itirazlarına karşın Temel Dik Yazı uygulamasından Birleşik Eğik Yazı uygulamasına geçildi, lise eğitimi de dört yıla çıkarıldı. Çelik 3 Mayıs 2009’da görevden ayrılırken yerine Nimet Çubukçu atandı.
FATİH KARADELİĞİ
İktidarın, “Eğitimde asrın projesi” olarak duyurduğu ancak yıllar boyunca hedefe ulaştıramadığı FATİH Projesi, Çubukçu döneminde başladı. Proje, fahiş harcamalar itibarıyla eğitim bütçesinde adeta karadelik oluşturdu. Çubukçu döneminde, tüm genel liseler Anadolu lisesine dönüştürüldü, eğitimin kalitesine ilk büyük darbe, bu yolla yapıldı.
4+4+4 DARBESİ
AKP’nin dördüncü Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer döneminde ise eğitimdeki tahribat hızlandı. Ulusal bayramların statlarda kutlanmasını yasaklayan Ömer Dinçer döneminde, eğitimde büyük yara açan 4+4+4 sistemi hayata geçirildi. MEB’in Kuran kurslarını denetim görevine ve Kuran kurslarına katılımdaki yaş sınırına da Ömer Dinçer son verdi. 7 Temmuz 2011’de göreve gelen Dinçer'in Milli Eğitim Bakanlığı görevi, 15 Ocak 2013’te son buldu.
EĞİTİMDE KADROLAŞMA
Nabi Avcı, AKP’nin beşinci Milli Eğitim Bakanı olarak 25 Ocak 2013’te koltuğa oturdu. Eğitim yöneticiliğinde kadrolaşmanın önünü açan Proje Okulu uygulaması da Avcı'nın onayı ile eğitim sistemine yerleştirildi. Avcı, 23 Mayıs 2016 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı koltuğundan kalktı.
VAKIFLARLA PROTOKOL
Nabi Avcı’nın ardından, 23 Mayıs 2016 tarihinde göreve gelen İsmet Yılmaz, eğitim sisteminde en büyük yaraları açtı. Büyük bölümü gerici olan vakıf ve derneklerle etkili protokoller imzalayan Yılmaz döneminde, imam hatip liselerinin TEOG haricinde öğrenci almasına olanak sağlandı. Okullar mescit zorunluluğu kararı alan İsmet Yılmaz, eğitim istihdamına sözleşmeli öğretmenlik modelini getirdi. Liselere giriş ve üniversitelere giriş sistemi de Yılmaz döneminde değiştirildi. Yılmaz dönemindeki en radikl durum ise müfredat değişikliğiyle oldu. Cihat kavramı müfredata girdi. Ders kitaplarında yapılan değişikliklerle tarih saptırıldı. Laikliği kötüleyen ifadeler kitaplara girdi.
TEKNOKRAT BAKAN DÖNEMİ
Başkanlık Sistemi’ne geçişin ardından AKP’nin, "Teknokrat Kabine" furyası kapsamında 10 Temmuz 2018 tarihinde Ziya Selçuk Milli Eğitim Bakanlığı’nda görevlendirildi. Vakıf ve derneklerle imzalanan protokoller Selçuk döneminde de devam ettirilirken Anadolu liselerinde ikili eğitime geçilmesi yönünde karara imza atıldı. Selçuk döneminde MEB ile TÜGVA arasında süresiz protokol imzalandı. Selçuk, kardeşinin yönetim kurulu üyesi olduğu şirketin özel okullarla ilişkisi ortaya çıkınca görevden affını istedi.
ÖĞRETMENLERİ BÖLDÜLER
Selçuk’un ardından 6 Ağustos 2021 tarihinde Mahmut Özer, Milli Eğitim Bakanı olarak sahneye çıktı. Özer, şoförünü istisnai kadrodan özel kalemliğine atadı. Eğitimcilerin büyük tepkisine yol açan Öğretmenlik Meslek Kanunu’nun çalışmalarını başlatan özer, öğretmenlik mesleğini basamaklandırdı.
DİNİ EĞİTİM AJANDASI
Özer'in ardından göreve gelen Yusuf Tekin ise karma eğitimi dahi tartışmaya açtı. Yusuf Tekin dönemindeki bazı icraatlar şöyle sıralandı:
Öğretmenlere önlük uygulaması,
Zorunlu seçmeli din dersi,
Okul öncesi eğitimden katkı payı alınması,
Okul öncesi, ilkokul ve ortaokullara zorunlu mescit,
Okulöncesi eğitime din dersi getirecek müfredat çalışmaları.
/././
Neden üç farklı asgari ücret? (Aziz Çelik)
Ülkemizde özel sektör ve kamuda üç ayrı asgari ücret uygulanmaktadır. Özel sektördeki asgari ücret diğerlerine göre çok düşüktür. Sosyal devletin görevi kamu özel ayrımı olmaksızın bütün çalışanlara ve onların ailelerine insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sağlayan adil ve elverişli bir ücret sağlamaktır. Bu yüzden üç ayrı asgari ücret uygulamasına son verilmeli. Kamuda ve özelde aynı asgari ücret uygulanmalıdır.
2024 yılı asgari ücreti önümüzdeki aralık ayı içinde saptanacak. Asgari ücretin ne kadar olacağına dair tahminler yapılmaya başlandı. Merkez Bankası tahminlerine göre 2023 yılı ikinci 6 ay resmi enflasyonu yüzde 38-40 civarında olacak İktidar temsilcileri “asgari ücretliyi enflasyona ezdirmeyeceğiz” iddiasını tekrar edip duruyor. Böylece Temmuz 2023’te yüzde 34 artışla 11 bin 402 TL olan asgari ücretteki artışın resmi enflasyon civarda olacağının sinyali verilmiş oluyor. Oysa TÜİK’in remi enflasyonun gerçek enflasyonu yansıtmadığı biliniyor.
Asgari ücretin ne kadar olacağı her ne kadar Asgari Tespit Komisyonu’nun yetkisinde olsa da son yıllarda Komisyonun fiilen lağvedildiği ve asgari ücretin siyasi kararla saptandığı biliniyor. Mart 2023 tarihindeki yerel seçimler nedeniyle Ocak 2023’teki asgari ücret artışının siyasi bir kararla, Cumhurbaşkanının tutumuyla belirleneceğini tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok. Asgari ücretin resmi enflasyon oranını ne kadar aşacağı tamamen siyasi karara bağlı.
Asgari ücret hiç olmadığı kadar siyasallaşmış bir konu. Bunun temel nedeni asgari ücretin kapsamının çok genişlemiş olması. Çok geniş bir işçi kitlesini ilgilendiren asgari ücreti hükümetin saptadığı algısı oluşturuluyor. Böylece asgari ücret artışı siyasi bir manivelaya, bir seçim aracına dönüştürülmüş oluyor. İşin tuhaf tarafı asgari ücret kamuda uygulanmıyor. Kamuda asgari işçi ücretleri toplu iş sözleşmesiyle belirleniyor. Asgari ücret fiilen sadece özel sektör için geçerli.
Asgari ücretin yeniden tespiti gündemdeyken asgari ücretler ilgili bir garabeti ele almak istiyorum. Devletin kendi çalışanlarına (kamu işçisi ve kamu görevlileri) uyguladığı asgari ücret ve maaş ile özel sektör işçisinin asgari ücreti arasındaki uçurum dikkatlerden kaçıyor. Özel sektör işçisi büyük bir ayrımcılıkla yüz yüze. Devlette ayrı özel sektörde ayrı asgari ücret uygulanıyor. Dahası ülkemizde üç farklı asgari ücret uygulaması var!
İNSAN ONURUNA YARAŞIR BİR ÜCRET
Asgari ücret ücretlerin serbest piyasada herhangi bir malın (metanın) fiyatı belirlenir gibi belirlenmesine karşı kamusal bir önlemdir. Asgari ücret uygulaması, işçilerin sermayenin insafına bırakılmaması, kamusal düzenlemelerle ücretlerin en alt düzeyinin saptanması ve işçilerin ve ailelerinin düşük ücretlere karşı korunması anlamına geliyor. Asgari ücret liberal iktisadi zihniyete karşı temel kamusal sosyal politika önlemlerinden biridir.
Türkiye’nin de onayladığı Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 23. Maddesi “Çalışan herkesin, kendisine ve ailesine insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sağlayan ve gerektiğinde her türlü sosyal koruma yolları ile de desteklenen adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır” şeklinde tanımlayarak özlü biçimde ortaya koyuyor. Aynı maddeye göre “Herkesin, herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır.”
Evrensel Bildirgeye göre asgari ücret hakkının öznesi çalışan herkestir ve çalışan herkes kendisi ve ailesi için inan onuruna yaraşır bir yaşam sağlayan adil ve elverişli bir ücret ve eşit iş için eşit ücret haktır.
Hal böyleyken ülkemizde uygulama nedir? Türkiye yasal asgari ücret sisteminin olduğu bir ülke. Devlet Memurları Kanunu memur maaşlarının işçiler için öngörülen asgari ücretin altında olamayacağını hükme bağlıyor. Kısaca asgari ücret bütün bağımlı çalışanların için temel bir koruma oluşturuyor. Ancak uygulamada asgari özel sektör işçisi ücreti, asgari kamu işçisi ücreti ve asgari memur maaşı arasında devasa farklar ortaya çıkıyor.
KAMU VE ÖZEL ASGARİ ÜCRETİNDE DEVASA FARK
Ülkemizde asgari ücret kağıt üzerinde Asgari Ücret Tespit Komisyonu tarafından belirleniyor. Komisyonda işçi ve işveren sendikaları ve hükümet 5’er üye ile temsil ediliyor. Nihai kararanı siyasi iktidar tarafından verildiği biliniyor. Asgari ücret tutarı kamu özel ayrımı olmaksızın bütün işçiler için zorunlu. Asgari ücret Temmuz 2023 tarihinden bu yana 11 bin 402 TL. Eğer toplu iş sözleşmesiyle aksi kararlaştırılmamışsa özel sektörde işverenin bu miktar dışında bir ödeme (ikramiye, sosyal yardım) yapma yükümlüğü yok.
Ancak uygulamada iki farklı asgari ücret daha saptanıyor. Bunlardan biri asgari kamu işçisi ücreti. Asgari kamu işçisi ücreti Kamu Toplu İş Sözleşmesi çerçeve Protokolü ile saptanıyor. Türk-İş, Hak-İş ve Hükümet arasında imzalan bu sözleşmeyle kamu işçilerin asgari ücreti de (taban ücreti) saptanıyor. 2023 yılı protokolüne göre hesaplanan en düşük giydirilmiş (ele geçen) kamu işçisi ücreti net 24 bin 500 TL’dir.
Kamu görevlisi ve diğer memurların en düşük maaşları toplu sözleşmeyle belirleniyor. Memur toplu sözleşmesini uzun yıllardır Memur-Sen imzalıyor. 6. Dönem toplu sözleşmesine göre Temmuz-Aralık 2023 döneminde en düşük memur maaşı 20 bin 352 TL’dir.
Kaynak ve açıklama: Asgari kamu işçisi ücreti giydirilmiş net olup 2023 yılı kamu toplu iş sözleşmesi çerçeve protokolüne göre hesaplanmıştır. Brüt kamu işçisi ücretinden ortalama yüzde 30 oranında vergi ve kesinti düşülmüştür. Asgari memur maaşı SBB verisidir.
Böylece Türkiye’de üç farklı asgari ücret uygulanmış oluyor. Özel sektördeki asgari ücret kamu işçisinin asgari ücretin yüzde 64 altındadır ve yaklaşık 13 bin TL daha düşüktür. İşin ilginç yanı asgari memur maaşı da asgari kamu işçisi ücretinin yüzde 17 altındadır ve 4 bin 150 TL daha düşüktür. Bu durum kuşkusuz yetkili ama etkisiz konfederasyon Memur-Sen’in başarı hanesine yazılmalıdır.
Tartışmaya yer vermeyecek netlikte vurgulayayım. Sorun kamu işçisi ve memurların asgari ücret ve maaşlarının asgari ücretten yüksek olması değildir. Kamuda ücretlerin yüksek olduğunu söylemiyorum. Kamu işçisinin ücreti ve kamu görevlilerinin maaşı yüksek değil. Bu hayat pahalılığında olması gerekenin çok altında. Düşük olan özel sektör işçisinin asgari ücretidir.
Hangi yöntemle belirlenirse belirlensin üç ayrı asgari ücret ve maaş kabul edilemez. Devlet kamu işçisine ve kamu görevlisine toplu sözleşmelerle tanıdığı asgari ücret ve maaşı neden esasen kendi inisiyatifinde olmasına rağmen neden özel sektör işçisine tanımıyor? Özel sektör işçisi aynı enflasyonu yaşamıyor mu? Özel sektörde işçisinin eşit iş için eşit ücret hakkı yok mu? Özel sektör işçisinin insanlık onuruna uygun bir yaşam sürmesi için gereken ücret kamudan farklı mı?
BAHANESİ YOK!
Denecektir ki: “kamu işçisi ve memurların asgari ücret ve maaşları toplu sözleşmeler belirleniyor. Asgari ücret tespitinde toplu sözleşme yok!” Bu iddia geçersizdir. Sendika ve toplu sözleşme yoluyla ücretlerin artırıldığı doğrudur. Ancak asgari ücret masasında da Türk-İş ve hükümet yer alıyor. Neden kamu işçisi için farklı bir asgari ücret saptayabilenler iş özel sektör işçisine geldiğinde cimri davranıyor? Türk-İş kendi üyeleri için sağladığı en düşük hakları neden diğer işçiler için istemiyor? İki tarafta da muhatap kendisi değil mi? Kimse “asgari ücret masasında elleri zayıf, kamu işçisinin grev hakkı var” demesin. Kamu işçisi 20 yıldır grev mi yapıyor? Kamu ve özel sektör işçisinin asgari ücreti arasındaki devasa farkın izahı yok.
Öte yandan “onlar sendikalı” iddiası bir başka açından daha geçerli değildir. Özel sektörde sendikalı işyerlerindeki ücretler de kamudaki en düşük ücretin altında kalabilmektedir. Bunun nedeni asgari ücretin kamuya göre çok düşük tutulmasıdır. Dahası özel sektörün büyük ölçüde sendikasız olmasının nedeni sendikal yasalar ve uygulamadı engellerdir. Bunları kaldıracak olan da hükümettir.
Denecektir ki: “Özel sektörde asgari ücret en vasıfsız işleri yapanlara veriliyor. Kamu işçisi ve devlet memurluğu öyle değil.” Bu iddia da geçerli değil. Bir kere özel sektörde asgari ücret artık ortalama ücret haline gelmiş durumda. Üniversite mezunu meslek sahibi gençlerin önemli bir bölümü asgari ücretle işe başlıyor. Asgari ücret civarı ücretle çalışanların oranı yüzde 50! Asgari ücretin en vasıfsız işlerde ödenen ücret olduğu iddiası doğru değil. Sonuç olarak kamuda en düşük ücret ödenen işlerle özel sektörde en düşük ücret ödenen işler arasında ciddi bir fark olduğunu gösteren herhangi bir veri ve gerekçe yok.
Özelde ve kamuda üç ayrı asgari ücret uygulanması ciddi bir adaletsizliğe ve ayrımcılığa yol açmaktadır. Anayasanın sosyal devlet ve eşitlik ilkeleri gereği benzer işleri yapanlar arasındaki ücret farkı bu düzeyde olamaz. Dahası devlet özel sektör için daha düşük bir asgari ücret öngöremez. Asgari ücret adı üzerinde kamusal bir düzenlemedir. Bir piyasa ücreti değildir. Devletin kendi işçi çalışanları ile özel sektörde çalışan işçiler arasında ayrımcılık yapması mümkün değildir.
Sosyal devletin görevi kamu özel ayrımı olmaksızın bütün çalışanlara ve onların ailelerine insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sağlayan adil ve elverişli bir ücret sağlamaktır. Bu yüzden üç ayrı asgari ücret uygulamasına son verilmeli. Kamuda ve özelde aynı asgari ücret uygulanmalıdır.
/././
Erdoğan “Hep başkan” (Nurcan Gökdemir)
Erdoğan’ın 50+1 sistemine yönelik son çıkışına göre ‘çoğunluğun’, AKP’ye yeniden iktidar yolunu açma esası temelinde her seferinde yeniden tanımlandığını gösteriyor. Asıl mesele, kaç oy alırsa alsın, Erdoğan hep iktidar olsun.
Ülke Anayasa’nın çok açık olan bir hükmünün uygulanmaması dolayısıyla hukuku aşan bir krizi tartışırken yeni bir tartışma konusu kamuoyunun önüne geldi. Erdoğan, sürpriz bir şekilde kendi döneminde uygulanmasına başlanan, “Cumhurbaşkanı seçilebilmek için geçerli oyların yarısından bir fazlasını alma” şartının kaldırılmasının “isabetli” olacağını söyledi. Anayasa’nın, seçim yasalarının tüm hükümleri, Yüksek Seçim Kurulu’nun tüm teamülleri, kuralları uzun yıllardır sadece Erdoğan iktidarının sürmesi için kullanılırken “Değişse ne olur değişmese ne olur, uygun bir hüküm bulunur nasılsa…” diyenlere hak vererek bu konuya girilmeyebilir. Ama yeniden Can Atalay örneği ile iyice görünür olan keyfilik, tutarsızlık ve pragmatizmin yeni bir örneği ile karşı karşıyayız…
AKILCI DEĞERLENDİRME YAPMAK ZOR
Olaylara rasyonel yaklaşanların algısını giderek zorlayan ve değerlendirmekte güçlük çekilen bu son açıklama ile ilgili yorumlar da süratle uçuşmaya başladı.
“Yargı krizi öncesindeki birçok konuda MHP’nin, AKP’nin sınırlarını zorladığı düşünülüyor, bu kamburdan kurtulmak istiyor”, “MHP ile yolları ayıramaz ama mesaj veriyor” , “Yanına Millet İttifakı içinde Meclis’e giren partileri alarak yoluna devam etmeyi planlıyor”, “Oylarının azaldığını gördü, yüzde 50 artı 1’e ulaşamayacak, iktidarını kaybetmek istemiyor…”
Kamuoyunun yakından tanıdığı, her konuda ve çoğu da bir öncekinden farklı görüşler açıklayabilme yeteneğine sahip olanlar Erdoğan’ın yeni açıklaması üzerine kıymetli görüşlerini açıklamak üzere ekranlarda yerini aldı.
‘HALK İRADESİNE SALDIRI’DAN ‘DEĞİŞSİN’E
Türkiye’de otokrasinin kurumsallaşmasını sağlayan Başkanlık Rejimi’nin sakıncalarını yıllardır yaşayarak gördük, bunu tekrarlamaya gerek yok ancak bu sistemin ruhu 50 artı 1 oy çoğunluğunu zorunlu kılıyor, bu tespiti bir kenara koyalım. Tartışmalı da olsa bu oya ulaşamazsanız, meşruiyetiniz daha da sorgulanır, karşınızda yüzde 50’den daha fazla bir çoğunluk olur.
Nitekim bu konunun mimarlarından olan Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum, zaman zaman AKP içinden başta Cemil Çiçek ve Faruk Çelik gibi isimlerin de gündeme getirdiği yarıdan bir fazla oy alma zorunluluğunun kaldırılması önerilerine sert tepkiler verdi. Bu tepkilere iktidar ortağı MHP’nin Genel Başkanı Bahçeli de katıldı.
Uçum’un bazı açıklamalarını hatırlatarak kamuoyunun hafızasını tazelemekte yarar var:
‘‘İki türlü Cumhurbaşkanı seçimini ve yüzde 50+1 oyu tartışmaya açma çabası açıkça halk iradesine saldırıdır. Halkın, hükümeti kapsayıcı bir oyla seçmesinden rahatsız olan odaklar halkın iradesinin parçalanması ve Türkiye’yi rahatça kontrol etme hevesi içindeler. Buna asla güçleri yetmez.’’
‘‘Bazı siyasi mecralar, yüzde elliden fazla destek almayı imkânsız gördükleri için buna karşı çıkmaktadırlar. Ama bu halkın çıkarına değildir. Türkiye toplumu çeşitliliği olan bir toplumdur. Bu oranı azaltmayı istemek, Milli birliğin zayıflamasına hizmet eder.”
“Hükümetin kuruluşunda 50 artı 1’i alabilmek için her kimlikten oy almak gerekir. Aslında 50 artı 1’i almak demek Türkiye toplumunun tamamından destek almak demektir. Yani her kesimden oy alacaksınız. Dolayısıyla Türkiye bu modele geçişle sadece siyasi istikrarı sağlamadı. Türkiye bu modele geçişle sosyolojik istikrarı da güçlendirdi. Toplumsal bütünlüğünü de güçlendirdi. O yüzden hükümetin kuruluşu bakımından bu anayasal değişiklik Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne attığımız en önemli reformcu adımlardan birisi olarak gözükmektedir.”
Bu açıklamalar ışığında “Erdoğan halk iradesine mi saldırıyor”, “Artık yüzde 50’den fazla oy alamayacağınızı mı gördünüz”, “Siyasi istikrar getirmedi mi?” diye sormak mümkün…
Bunun yanıtını beklemenin saflık olduğunu biliyoruz elbette. Bunlar da Devlet Bahçeli’nin sözleri:
"Bu sistemin demokratik meşruiyet temeli, yüzde 50+1’dir. Yüzde 50+1 oyla Cumhurbaşkanı seçilmesi, çoğulcu demokrasinin dünyaya emsal teşkil edecek bir şekildir. Milletvekili seçmiyoruz, belediye başkanı seçmiyoruz, cumhurun bütününü temsil edecek Cumhurbaşkanı seçiyoruz. Yüzde 50+1 oyu eleştirenleri anlayışla karşılamamız, bunu felaket olarak yorumlayan karamsarları makul bulmamız abesle iştigaldir."
Çoğunluğun mutlak hakimiyeti yerine çoğulcu demokrasinin hakim olması beklentisi çok uzun yıllardır hayal olmakla birlikte bu son örnekte de görüyoruz ki çoğunluğun tarifi de AKP’ye yeniden iktidar yolunu açma esası temelinde her seferinde yeniden tanımlanıyor. Yüzde 50 mümkünse yüzde 50, artık yüzde 50’nin desteği yoksa o zaman yüzde 40, ama dillendirilmeyen esas beklenti “Erdoğan kaç oy alırsa alsın hep iktidar olsun…”
“Karamsar kim?”, “Abesle iştigal eden kim?” sorularının yanıtını belki Bahçeli, ortağına bir Saray ya da ev buluşmasında verir.
Bu tartışmanın da diğerleri gibi sonuçlanmadan, sadece sıcak ve öncelikli gündemi gölgeleme görevini yerine getirerek rafa kalkıp kalkmayacağını zaman gösterecek.
Ama Erdoğan, daha bir hafta önce Can Atalay kararı konusunda Riyad-Ankara uçuşunda yaptığı açıklamalarını yere indikten sonra değiştirmişti. Belki Berlin-Ankara uçuşunda başlatılan bu tartışmanın da yeni bir açıklama ile farklı bir boyuta taşındığını ya da gündemden kalktığını görebiliriz
/././
Hrant Dink cinayetinin anatomisi (I+II) - Merdan Yanardağ(I)
Can Atalay’ı ve Osman Kavala’yı hapiste tutan rejim, Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ı şartlı salıverilme hakkından yararlandırdı ve infaz kanuna göre 16 yıl sonra tahliye etti. Samast, örgütlü bir terör eyleminden değil, bireysel cinayet suçundan yargılandığı için bu haklardan yararlandı. Üstelik, cezaevinde birden fazla suç işlediği halde, cezası sadece bir yıl uzatılıp “iyi hal” indirimi neredeyse tam uygulandı. Bu tahliye olayı Hrant Dink cinayetini ve bu saldırının arkasında kimler olduğu tartışmasını yeniden gündeme getirdi.
Öncelikle belirtelim; Hrant Dink’in katledilmesi olayının arkasındaki “gerçek suçluların” bulunmadığı, azmettiricilerin karanlıkta kaldığı ezberi doğru değildir. Bu olayda sadece iktidarın sorumluluğu örtbas edilmek istendi ve gerçek bir yargılama yapılmadı, o kadar. Ancak bu cinayetin arkasında kimlerin olduğunu, hangi yapılanmanın bu saldırıyı planladığını ve gerçekleştirdiğini biliyoruz. Bu nedenle, Hrant Dink cinayetinin arkasında kimlerin olduğunun karanlıkta kaldığı, hatta cinayetin neredeyse “faili meçhul” olduğu ezberini artık bir yana bırakmak gerekiyor. Çünkü asıl bu yaklaşım, hem iktidarın sorumluluğunu hem de katilleri karanlıkta bırakıyor. Oysa onları biliyoruz.
Hrant Dink, Ergenekon davalarına uygun bir siyasal ve toplumsal atmosfer yaratmak için FETÖ tarafından planlanarak öldürüldü. Suçu da bu amaçlarına uygun olarak, “ulusalcı” dedikleri Kemalistlerin, cumhuriyetçi sol çevrelerin ve bir palavradan ibaret olduğu kurulan kumpasın çökmesiyle bir kez daha kanıtlanan Ergenekon örgütünün üzerine yıkmaya çalıştılar. Bu yalana inanan ahmak liberallerin paha biçilmez katkılarıyla bu konuda bir ölçüde başarılı da oldular.
Oysa Hrant Dink cinayeti nedeniyle tutuklanan ve ağır hapis cezalarına çarptırılanlar arasında Ramazan Akyürek ve A. Fuat Yılmazel gibi emniyet müdürlerin de olduğu 30’u aşkın FETÖ’cü polis ve bazı jandarma subayları vardı. Konuyu aşağıda açacağım.
Fethullahçı çete, emniyet içindeki yapılanması aracılığıyla gerçekleştirdiği örtülü operasyonları için kullandığı kişileri, daha çok Büyük Birlik Partisi (BBP) çevresinden, onun gençlik örgütü Alperen Ocakları’ndan devşiriyordu. Çünkü bu partinin taraftarları/ üyeleri islamcı ve milliyetçi (faşist) bir karaktere sahip oldukları gibi bir bölümü de kriminal işlere yatkın özelliklere sahipti. Parti lideri Muhsin Yazıcıoğlu, “Bizim tarlamızı çok sürmüşler” sözleriyle bu durumu kastediyordu.
Aynı tutum ve planlama; yine BBP çevresinden devşirilmiş islamcı faşist gençlerin kullanıldığı Danıştay cinayeti ve Malatya Zirve Yayınevi katliamında da vardı. Bütün bu seri cinayet ve katliamların nedeni, 2007-8 tarihsel dönemecinde, iktidara ve gericiliğe tepki olarak yükselen cumhuriyetçi muhalefet dalgasını kırarak, devlete bütünüyle hâkim olma operasyonunu sonuçlandırmaktı. Fethullah Gülen’in 2007’de söylediği “Ulusalcı dalgayı aşmamız lazım” şeklindeki sözlerinin nedeni de buydu.
LİBERAL AHMAKLIK
Dink cinayetinin ulusalcı kesimlere, cumhuriyetçilere, laiklikten yana çevrelere yıkılmasını kolaylaştıran bazı gelişmeler de vardı. Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz gibi kişilerin adlarıyla simgelenen bazı milliyetçi ve mafyatik çevrelerin Hrant Dink aleyhinde yürüttükleri ırkçı kampanyanın yarattığı atmosfer de FETÖ tarafından bu amaçla kullanıldı. Oysa yargılamalar sırasında bu kişilere Dink cinayeti ile ilgili tek bir soru bile sorulmadı.
Aynı dönemde, aralarında benim de bulunduğum kimi gazeteciler Dink cinayetini FETÖ’nün devleti ele geçirme operasyonu için uygun bir siyasal ve toplumsal atmosfer yaratmak için iktidarın desteğiyle planladığını, örgütlediğini ve gerçekleştirdiğini yazdık, televizyon programlarında ortaya koyduk. Ancak ne FETÖ’nün yalanına inanan liberaller ne de Cemaatle işbirliği yapan AKP iktidarı, belgeleriyle ortaya koyduğumuz gerçeği dikkate aldı. Tam tersine bizi tutukladı ve Ergenekon davasına dahil etti. Olayda AKP iktidarının sorumluluğu büyüktür. Bu sorumluluk, liberallerin aymazlığı nedeniyle unutuldu.
FAİLİ BELİRSİZLEŞTİRMEK
Sol, medya ve kamuoyu yapıcılar üzerindeki liberal kirlenmenin etkisi şu ya da bu ölçüde hala sürdüğü için, Hrant Dink cinayetindeki kafa karışıklığı yer yer devam ediyor. Örneğin, yine faili genelleştiren ve katili belirsizleştiren bir yaklaşım sergiliyor. Bu yönde, biri “Katil devlettir” diyen “keskin sol” yaklaşım, diğeri de “milli mutabakat cinayeti” diyen liberal tutum. Oysa ikisi de doğru değil.
Devlet, çeşitli kurumlar ve kanatlardan oluşan dev bir yapı. Hrant Dink cinayetini “devlet işledi” demek, hatta devletin sorumluluğuna makul ölçülerin ötesinde bir vurgu yapmak bu tip olaylarda katilin belirsiz olduğunu söylemekle eş anlamlıdır. Liberal bir icat olan “milli mutabakat cinayeti” denildiğinde katili ve gerçek suçluları gizleyen, dahası onları aklayan ve belki de bir suç ortaklığını gizleyen bir tutum takınılmış olunuyor. Çünkü bu olaya “mili mutabakat cinayeti” demek, devletin Kemalist kanadı (ne kadar kaldıysa) ve cumhuriyetçi kesimler de bu cinayetin içindeydi demektir. Bu doğru olmadığı gibi, gerçek katilleri gizlemek ve aklamaktan başka bir işleve de sahip değildir.
Bu saçma ve saçma olduğu kadar solun aklını da deforme eden yaklaşımın ardındaki gerçek çok farklıdır. Yıllardır, Hrant’ı ulusalcılar, ergenekoncular öldürdü diyen liberaller, asıl katilin eski ortakları ya da “yetmez ama evet” dedikleri işbirlikçileri olduğunun ortaya çıkması üzerine, böyle bir kavram icat etti. Çünkü, dünyada hiçbir siyasal iddia ya da tez hiç bu kadar hızlı ve dramatik şekilde çökmedi. Hayat tarafından yalanlanmak ağır bir durumdur. Hele topluma karşı suç işlemişseniz.
Oysa her şey apaçık ortadayken, “milli mutabakat cinayeti” lafı hiçbir şey anlatmadığı gibi, asıl katilleri, Fethullahçı Çeteyi, dolayısıyla 15 Temmuz darbecilerini gizleyerek adeta bir suç ortaklığına yol açıyordu.
(II)
Hrant Dink suikastine ilişkin “milli mutabakat cinayeti” lafı hiçbir şey anlatmadığı gibi, asıl katilleri, Fethullahçı Çeteyi, dolayısıyla 15 Temmuz darbecilerini gizleyerek adeta bir suç ortaklığına yol açıyordu.
Çoğu kez teorik ve felsefi bakımdan doğru olan bir analiz, tespit ya da tutum politik olarak her zaman doğru olmaz. Örneğin; “Kapitalizm kötüdür, kurtuluş sosyalizmdir” dediğimiz zaman teorik bakımdan doğru bir şey söylemiş oluruz. Ancak, politik bakımdan topluma gerçek anlamda neredeyse hiçbir şey söylemeyiz. Dolayısıyla bugün, (Hrant Dink cinayetinde) “katil devlet” demek, teorik bakımdan ve yüksek bir soyutlama düzeyinde doğru olsa bile, politik bakımdan topluma gerçek anlamda bir şey anlatmaz. Gerçeğin örtülmesine yol açar.
Konuyu biraz daha açmak ve tabloyu netleştirmek için, 19 Ocak 2013 ve 10 Aralık 2015 tarihli yazılarımdan bazı bölümleri aşağıya alarak tamamlamayı gerekli görüyorum. Neredeyse her şeyi zamanında ortaya koymuşuz. Bilinsin istedim!
‘HRANT’IN DOSTLARI’
“İstanbul Cumhuriyet Savcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu tarafından hazırlanan Hrant Dink davasının yeni iddianamesi, Başsavcılık tarafından Kabul edilerek dün (9 Aralık 2015) mahkemeye gönderildi. İddianamede, Emniyet içindeki yasadışı Cemaatçi polis yapılanmasında yer alan isimlerin büyük bölümü hakkında ağır suçlamalar yöneltiliyor
“Mahkemeye gönderilen 168 sayfalık iddianamede, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi (eski) Başkanı Ramazan Akyürek ile dönemin İstihbarat Daire Başkanlığı Personel Şube Müdürü Coşgun Çakar hakkında, "tasarlayarak kasten öldürmek" suçundan ağırlaştırılmış müebbet, "silahlı örgüt kurmak, resmi belgede sahtecilik, resmi belgeyi yok etme, görevi kötüye kullanma" suçlarından 23’er yıldan 44’er yıla kadar; İstihbarat Daire Başkanlığı C-Şubesi (eski) Müdürü Ali Fuat Yılmazer hakkında ise, "tasarlayarak kasten öldürmek" suçundan ağırlaştırılmış müebbet, "silahlı örgüt kurmak, resmi belgeyi yok etme, görevi kötüye kullanma" suçlarından 19 yıldan 32 yıla kadar hapis cezasına çarptırılmaları talep ediliyor.
“Ergenekon tertibi üzerinden Cumhuriyetin tasfiye edilme sürecinde AKP-Cemaat iktidarıyla birlikte hareket eden; bu dönemde iktidar için rıza üretimine katkıda bulunarak toplumsal direniş refleksinin kırılmasında belirleyici bir rol oynayan liberaller ve sol liberaller, gerçeğin hiçbir yorum gerektirmeyecek şekilde ortaya çıkması nedeniyle utanır mı bilemem.”
“Ancak, bugünkü dinci-faşizan düzenin kurulmasında yaşamsal katkıları olan bu liberaller ve sol liberallerin, Hrant Dink cinayetiyle ilgili de utanç verici bir sicile sahip olduklarını unutmamak gerekiyor.”
LİBERAL ZİHİN KİRLENMESİ
“Bütün zorlamalara, sahte kanıt ve düzmece ifadelere karşın Hrant Dink cinayeti Ergenekon davası ile ilişkilendirilemedi. Yargıtay, 2011’in son aylarında sonuçlanan davada verilen hükmü bozdu. Henüz AKP-Cemaat koalisyonunun bozulmadığı, iki islamcı gücün, Kemalist-askeri vesayet düzenini yıkıyoruz diye, Cumhuriyeti ve demokrasiyi boğazladıkları o günlerde, mahkemenin verdiği karar büyük bir şaşkınlıkla karşılandı.”
“O günlerde, özellikle kendisine Hrant’ın Dostları diyen, liberal-muhafazakar ittifakıyla oluşan bir çevre, değerli dostumuz Dink’in aziz hatırası üzerinden büyük bir sahtekârlıkla küçük hesaplarını görmeye devam ediyordu. İşte o dönemde, daha önce Dink cinayeti hakkında hazırladığım yazı ve haberlerden farklı olarak üst üste iki yazı yazdım ve Hrant’ın sahte dostlarını teşhir etmeye çalıştım. Bu yazılarda da daha öncekiler gibi cinayetin arkasındaki gücü ve gerçek katilleri gösterdim.”
“Nitekim, Ergenekon kumpası çöktükten, bu davanın sahte kanıtlara ve düzmece ifadelere dayalı bir tertip olduğu itiraf edildikten sonra, cinayet soruşturması da Fethullahçı çeteye yönelmeye başladı. Bu sonuçta benim ve Nedim Şener gibi gazetecilerin büyük payı vardı. Çünkü, bütün kanıtlar, o günlerde demokrasi için çalışan hayırsever bir dini cemaat gibi gösterilen Fethullahçı çeteyi işaret ediyordu. Sonuçta, AKP ve Cemaat arasındaki 17-25 Aralık 2013’deki yolsuzluk soruşturmaları üzerinden başlayan çatışma ve 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra ortalığa saçılan kanıtlarla bütün yazdıklarımız doğrulandı. Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer gibi emniyet müdürlerinin de aralarında olduğu onlarca Fethullahçı polis Dink cinayetinden tutuklanarak yargılanmaya başladı.”
“Liberaller ve Hrant’ın sahte dostları da utançlarıyla baş başa kaldılar. Aralarında Dink’in bazı avukatlarının da bulunduğu bu çevreler, şimdi de bu suikast hakkında, bir milli mutabakat cinayetiydi gibi, saçma ve esas olarak cinayeti bir kez daha örtbas etmeye ve Fethullahçı çeteyi aklamaya yarayacak bir tutum sergilemeye başladı. Çok açık ki; bir cinayeti ne kadar anonimleştirirseniz katilleri de o kadar gizlersiniz. Güya, devletin bütün kanatları bu cinayetin işlenmesinde ortaktı demeye çalışıyorlar.”
YENİ DERİN YAPI
“Eldeki bu kadar kanıta karşın, liberallerin gerçeği görmemekteki ısrarılarının nedeni şudur; yaşam onları o kadar yalanladı ki, bir kez daha yanlışlanmaları halinde bütün siyasal ve entelektüel sicillerinin çöp olacağını biliyorlar. Örneğin, ülkeyi demokratikleştireceğini savundukları AKP, dinci faşizan bir diktatörlük kurmaya girişti, onun ortağı Cemaat de askeri darbe yapmaya kalkıştı. Hep Kemalistler darbe yapar zanneden liberaller de bu durumun şaşkınlığını bir türlü üzerlerinden atamadı. “Oysa bütün verilerin ortaya koyduğu gerçek şudur; Hrant Dink, tam da bu algıyı toplumda oluşturmak, “Hrant’ın katili Ergenekon” düşüncesini yerleştirmek isteyen güçler tarafından öldürtüldü. Bu nedenle; olgular, çok güçlü kanıtlar ve cinayetin siyasal analizinin ortaya koyduğu nesnel sonuçlara göre ifade edebiliriz; Hrant Dinkin katili AKP iktidarının ortağı Cemaat ve onun yönetimindeki yeni derin yapıdır.”
“Bu cinayetin yarattığı derin acı, öfke ve protesto eylemleri üzerinden AKP-Cemaat koalisyonunun yürüttüğü siyasal projeye güçlü bir toplumsal onay üretildi. Bu kirli projenin başarı kazanmasında en büyük pay ise liberallere aitti.”
(derleyen: mstfkrc)