Eşim sağ olsun!(Barış Pehlivan)
“Liyakat sahibi adaylara destek verebileceklerini” söyleyen “muhalefet” liderleri bir yana... Ankara’da istifa, transfer ve yeni ittifak söylentileri almış başını gidiyor. Bunu başka bir köşede işleyeceğim.
Lakin belediye başkan adaylarında liyakat arayanlara hatırlatmak istediğim bir not var.
Arka Bahçe’yi takip edenler bilir, RTÜK’teki kadrolaşmayı çok kez dile getirdim.
Kurumda toplam sekiz daire başkanı varken 46 daire başkan yardımcısı olduğunu yazdım. Duydum ki RTÜK’teki o sayı 50’ye dayanmış. Malum, yaklaşık 50 bin lira maaş için hısım akrabaya koltuk bulmanın yansıması bu.
İşte RTÜK’te kadrolaşanlar arasında iki kritik ismin yakınları da dikkat çekiyor.
Biri, AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için adı geçenlerden Murat Kurum’un eşi... Zira, Kurum’un matematik öğretmeni olan eşi Şengül Kurum RTÜK’te müdür olarak görevlendirildi. Duyduğum kadarıyla, öğretmen Kurum hakları hariç RTÜK’ten 38 bin lira maaş alıyor.
Diğeri de AKP’nin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı için adı geçenlerden Turgut Altınok’un iki kızı... Aybüke ve Ayça Altınok’tan bahsediyorum. Birisi kısa süre önce Dışişleri Bakanlığı’na giderken diğerinin kadrosu halen RTÜK’te olmasına karşın kendisini kurumda gören yok.
FETÖ ile irtibatı gündeme gelen Tarım Bakan Yardımcısı Ebubekir Gizligider’in öğretmen eşi Feyza Gizligider’in daire başkan yardımcısı olduğunu...
TBMM KİT Komisyonu Başkanı, AKP’li Mustafa Savaş’ın eşi Nilay Savaş’ın da daire başkan yardımcısı yapıldığını...
RTÜK’e yerleştirilen yaklaşık 40 personel hiçbir şekilde kuruma uğramazken ATM memuru olarak maaşlarını almaya devam ettiklerini...
Bunların yanında kurumun yetişmiş personelinin çeşitli bahanelerle TOBB kulelerinde kiralanan katta RTÜK Strateji Geliştirme Dairesi’nde görevlendirilerek kızağa çekildiğini...
Kurum içinde sürgün yeri olarak da adlandırılan yerde yaklaşık 60 personelin atıl şekilde hiçbir iş yaptırılmadan tutulduğunu...
Yazmıyorum bile!
Ama şunu da yazayım: RTÜK’ün 17. ve 18. katlarını kiraladığı TOBB binasında, D Blok 19. kat da kurum tarafından kiralanmak isteniyormuş. Katın ortak gider bedelleri ayrıca ödenmek üzere KDV hariç aylık 190 bin liraya RTÜK’e kiralanması kararlaştırılmış. Lakin, son karar Cumhurbaşkanı Erdoğan’daymış...
Belli ki RTÜK’e yeni akrabalar yolda!
AYM ÜYESİNİN ESPRİSİ
Biliyorsunuz; Anayasa Mahkemesi (AYM) Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay Milletvekili Can Atalay hakkında ikinci kez “hak ihlali” kararı verdi. Bu satırlar yazıldığında yerel mahkeme halen Atalay için tahliye kararı vermemişti.
AYM ile Yargıtay arasındaki krize dair yüksek yargı kulislerinde konuşulan iki söylenti var:
- Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Atalay ile ilgili verilen ilk “hak ihlali” kararına imza atan 9 AYM üyesi hakkında suç duyurusunda bulunmuştu. İşte o sıralarda, yüksek mahkemenin kararına muhalif kalan İrfan Fidan diğer AYM üyelerine bir “espri” yapmış. İddia o ki eski İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Fidan, Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Ahmet Akça’yı kastederek “Gözaltına alacak sizi başsavcı” demiş.
- Bir düzenlemeyle Yargıtay ve Danıştay üyelerinin maaşı, Anayasa Mahkemesi üyeleriyle eşitlenmişti. AYM de ekim ayında bu ek zammı öngören kanun hükmünü iptal etti. Bir nevi, AYM Yargıtay’a “eşit değiliz” mesajı verdi. İşte yüksek yargıda yaşanan bu olayın da Can Atalay krizinde etkisi olduğu söyleniyor.
/././
Aymazlığın yıkımı (Öztin Akgüç)
Kullandığım ürünleri dışında, Devlet Yatırım Bankası’nda mali ve ekonomi tahlil uzmanı olarak çalıştığım dönemde yatırım projelerinin değerlendirmesinde görev aldığım, 1978 yılında da genel müdür olarak görevlendirildiğim Sümerbank’la kişisel bağım, ilişkim de vardır.
Sümerbank’a ilişkin bilgileri yineleyeyim:
Sümerbank; faaliyet alanına giren fabrika ve tesislerin etik ve projelerini hazırlamak, yatırım, kuruculuk işletmecilik, bankacılık yapmak her türlü marka üretimini pazarlamasını gerçekleştirmek, ülkenin gereksinim duyduğu yönetici, teknik eleman yetiştirmek amacıyla 11 Temmuz 1933 tarihinde 2262 sayılı yasa ile 20 milyon TL sermayeli bir devlet iktisadi teşebbüsü olarak kurulmuştur. Kuruluşta Osmanlı döneminden intikal eden Bakırköy pamuklu dokuma; Feshane (Defterdar) yünlü dokuma, Hereke ipekli dokuma, Beykoz deri ve kundura fabrikaları Sümerbank’a devredilmiştir.
Sümerbank’ın ana kuruluş işlevi, uygulamasına başlanan Birinci Sanayi Kalkınma Planı’nda yer alan yatırımları gerçekleştirmek olmuştur. Birinci sanayi planı, girdisi, hammaddesi ülke içinde sağlanan sanayileri kurmaya yönelik ithal ikamesini, hammadde ihracatına değer katmayı amaçlayan, birbirini destekleyen sanayi dallarına yatırım açısından teknik, bölgesel dağılım açısından da dengeli bir plandır. Sümerbank eliyle planın başarılı şekilde uygulanmasıyla, Türkiye hızlı kalkınma sürecine girmiş, iktisat tarihçisi Kuznets’in beş evreli gönenç ekonomisine geçiş modelinde üçüncü aşama olan kalkış (take off) evresine girmiştir.
Sümerbank, ülkenin gereksinim duyduğu temel sanayi kollarını kurup geliştirmenin yanı sıra nitelikli işgücü, yönetici yetiştirerek de ülke ekonomisine katkıda bulunmuştur.
Sümerbank’ın faaliyette bulunduğu sanayi dalları, müesseseler ve işletmelerin özeti şöyledir:
Tekstil, dokuma sanayisi, pamuklu dokumada Adana, Adıyaman, Bakırköy (dokuma-konfeksiyon), Denizli, Diyarbakır, Ereğli, İzmir (basma), Nazilli (basma), Kahramanmaraş, Malatya, Nevşehir fabrikaları; yünlü dokumada Defterdar, Hereke, Bursa merinos fabrikaları; kendir sanayisinde Taşköprü fabrikası; halıcılık sektöründe Diyarbakır, Bünyan, Hereke, Isparta, Pertek halı ipliği fabrikaları; deri ayakkabı sanayisinde Beykoz deri kundura, Tercan, Sarıkamış ayakkabı işletmeleri, Van deri kundura, Çanakkale sentetik deri fabrikası; taş ve toprağa dayalı sanayi Filyos ateş tuğlası, Yarımca seramik, Konya krom magnezit, Sivas çimento fabrikaları; kimya sanayisi Gemlik sunğipek tesisleri, Tarsus tekstil boyaları fabrikası, Salihli valeks ve palamut fabrikası; Yıldız çini porselen; Bozüyük, Bolu, sunta lamine lif sanayisi.
Sümerbank selüloz, kâğıt, demir-çelik sanayilerine de yatırım yapmış, bu alandaki müesseseleri, SEKA, Karabük demir-çelik olarak ayrı tüzel kişilik, KİT statüsüne dönüştürülmüştür.
Sümerbank’ın yatırım alanının, tekstil makineleri üretimi, kimya sanayisine yönlendirilmesi planlanmış, Gaziantep’te tekstil makineleri fabrikası kurulması, Tarsus tekstil boya fabrikasının, ülkenin mensucat boyaları talebini karşılayacak şekilde tevsi ve modernize edilmesi, Gemlik tesislerinde ürün çeşitlendirmesi planlanmış ancak 1980 darbesi ardından özelleştirme saplantısı projelerin uygulanmasına olarak vermemiştir.
Sümerbank ayrıca altı bağlı ortaklığı, Mannesmann boru fabrikası dahil 20’yi aşkın iştirakiyle faaliyetini genişletmiş, çeşitlendirmiştir. Sümerbank, yatırımlarını büyük ölçüde kendi olanaklarıyla finanse etmiştir. Bünyesinde bulunan bankanın amacı da kurumu faaliyetini, yatırımlarını dış kaynak aramadan fonlamaktır. Banka kaynaklarının büyük bölümü müesseselerin finansmanına ayrılmıştır. Sümerbank, ambargoların uygulandığı, kuvertür tesis edilemeden akreditiflerin açılamadığı 1978 yılında dahi kâr etmiştir. Değerlendirmelerde yalnız muhasebe kârı dikkate alınmakta, sosyal kârlılık toplum açısından daha anlamlı olmasına karşın, göz ardı edilmektedir.
Sümerbank, 1980 öncesi müesseselerin bağlı oldukları, iştirakleri, 400’ü aşkın mağazası, 30’ü aşkın şubeli bankası, 40 bini aşkın çalışanı ile Türkiye’nin küresel yazında da örnek alınan en büyük holdingidir. 1980 sonrası, çoğu kurum gibi özelleştirmenin, AKP’nin kötü yönetimi hışmına uğramış, rant yaratma, yandaşı zengin etme uğruna tasfiye edilmiştir.
/././
Şeyh Sait İsyanı’nın anatomisi (I+II)- (Sinan Meydan)
Diyarbakır’da bir bulvara “Şeyh Sait” adının verilmesiyle başlayan Şeyh Sait tartışması sürüyor. Ancak tartışma tarihsel bağlamından kopartılarak siyasi zeminde yapılıyor. Peki ama tarihsel gerçek nedir? İşte iki hafta boyunca bu sayfada bu soruya yanıt vereceğim.
İSYAN HAZIRLIĞI
Cumhuriyetin ilanından bir süre önce dağılmış olan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin önde gelenlerinden Seyit Abdülkadir, Ceyranlı Hüsnan, Cibranlı Halit, Hacı Musa ve eski milletvekillerinden Yusuf Ziya ve ailelerinin katıldığı gizli bir komite kurarak “bağımsız Kürdistan” için çalışmalara başlamıştı. Hınıs’ta oturan Şeyh Sait ve ailesi de Yusuf Ziya’nın aracılığıyla bu örgüte katılmıştı. (Behcet Cemal, Şeyh Sait İsyanı, İstanbul, 1955, s. 13)
Bağımsız Kürdistan mücadelesi için Cibranlı Halit Bey tarafından “Kürt Azadi Örgütü” kurulmuştu. Örgüt, İngiltere’nin Bağdat’taki yüksek komiserliği ile bağlantı içindeydi. Yüksek Komiser Henri Dobbs’un 1924 yılında Londra’ya gönderdiği raporlarda, Doğu Anadolu’da geniş kapsamlı bir Kürt ayaklanmasının çıkabileceği olasılığından söz ediliyordu. Ayrıca örgütün, Kürt Teali Cemiyeti’nin başkanı olan Seyit Abdülkadir aracılığıyla İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliği dragomanı Andrew Ryan ile de ilişkileri vardı. Bu örgütün üyelerinden Yusuf Ziya, Hacı Musa ve Cibranlı Halit beyler ve bazı arkadaşları, 1924’teki Nasturi İsyanı nedeniyle tutuklanıp mahkûm olmuşlardı. Bu sırada Şeyh Sait, tanıklığına gerek duyularak Bitlis Harp Divanı’na çağrılmıştı. Fakat yaşlı ve hasta olduğunu ileri sürerek mahkemeye gitmeyen Şeyh Sait’in ifadesi Hınıs’ta alınmıştı. Bunun üzerine Şeyh Sait, bir taraftan oğlunu İstanbul’a gönderirken diğer taraftan Diyarbakır, Çapakçur, Ergani ve Genç dolaylarında bir ay kadar dolaştıktan sonra 13 Şubat 1925’te isyanı başlatacağı Piran köyüne gelerek kardeşinin evine yerleşmişti.
Plana göre doğuda isyan başlayınca Batı Anadolu’da ve İstanbul’da da hilafetçi ayaklanmalar çıkarılacaktı. Böylece Ankara iki ateş arasında kalacaktı. Bu sırada kaçak halife Vahdettin İstanbul’a getirilecekti. Vahdettin taraftarları karşıdevrim hazırlıklarına çoktan başlamıştı; “Hilafet Komitesi” adlı bir komite, Cumhuriyet’e karşı halkı kışkırtıyordu. Bu komite, Şeyh Sait ve Seyit Abdülkadir ile anlaşmıştı. (Cemal. s. 16)
Milletler Cemiyeti Konseyi’nin yerinde incelemeler yapmakla görevlendirdiği üç kişilik İnceleme Komisyonu’nun Musul’da göreve başladığı 11 Şubat 1925 tarihinden iki gün sonra (13 Şubat 1925’te) Doğu Anadolu’da Şeyh Sait İsyanı çıkacaktır. İsyan, Türkiye’nin Musul konusunda elini zayıflatacaktır.
İSYANIN GELİŞİMİ
Şeyh Sait İsyanı, 13 Şubat 1925’te Diyarbakır’ın Eğil bucağına bağlı Piran (Dicle) köyünde saklanan mahkûmları almaya gelen jandarmalara ateş açılmasıyla başladı. Şeyh Sait’in emriyle telefon ve telgraf hatlarını kesen isyancılar, 16 Şubat’ta Darahini’yi (Genç) ele geçirerek vali, jandarma komutanı ve diğer görevlileri esir aldılar. Çapakçur (Bingöl), Muş ve Diyarbakır olmak üzere üç cepheden saldıran isyancıların Diyarbakır cephesi komutanlığını Şeyh Sait üstlendi. 21 Şubat’ta Lice, 23 Şubat’ta Çapakçur (Bingöl) ve Palu, 24 Şubat’ta Elazığ isyancıların eline geçti. İsyancılar ele geçirdikleri kentleri yağmaladılar, jandarmayı ve devlet görevlilerini esir aldılar. 7 Mart’ta Şeyh Sait’in emrindeki beş bin silahlı aşiret mensubu üç koldan Diyarbakır’a saldırdı. Ordu Müfettişi Kâzım (Orbay) Paşa, Vali Cemal (Bardakçı) Bey ve Kolordu Komutanı Mürsel (Bakü) Paşa tarafından yapılan savunmaya Diyarbakır halkı da katıldı. İsyancılar bir ara kente girmeyi başarsa da geri püskürtüldüler, 8 Mart’ta Diyarbakır kurtarıldı. Ancak Varto, Bulanık ve Malazgirt’in de isyancıların eline geçmesiyle 12 Mart’ta isyan en geniş sınırlarına ulaştı. 24 Mart 1925’te Türk ordusu tenkil harekâtına başladı. 26 Mart’ta Varto, 27 Mart’ta Piran (Dicle) ve Maden, 1 Nisan’da Lice ve Silvan, 2 Nisan’da Hani, 4 Nisan’da Palu, Bulanık ve Malazgirt, 8 Nisan’da Kulp ve Çapakçur (Bingöl), 12 Nisan’da ise Darahini (Genç) isyancılardan temizlendi. (İhsan Şerif Kaymaz, “Şeyh Sait Ayaklanması”, ataturkansiklopedisi.gov.tr)
1925’te Şeyh Sait İsyanı güçlükle bastırıldı. Ama 1926’da Musul kaybedildi. Sonuçta isyan İngilizlere yaradı.
İsyanın elebaşlarından Şeyh Sait ve Seyit Abdülkadir yakalandı. İsyan Bölgesi İstiklal Mahkemesi, 23 Mayıs 1925’te Seyit Abdülkadir ve 5 arkadaşını, 28 Haziran 1925’te de Şeyh Sait ve 46 arkadaşını idamla cezalandırdı. (Ergun Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Ankara, 2009, s. 241, 253-254)
ŞEYH SAİT İSYANI’NDA “DİN” KULLANILDI
Şeyh Sait, görünüşte halkı “din adına” Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı isyana çağırdı. 1924 yılından itibaren Cumhuriyeti “din düşmanı” olarak suçlayan propagandalar başlamıştı. Buna göre “Cumhuriyet yasalarıyla İslamiyetin, dinin, namaz, oruç, Kuran, nikâh, ırz ve namusun kalkacağı; bütün aşiret ağalarının ve hocaların Ankara’ya sürülecekleri ve bunlardan yasalara uymayanların denize atılacağı” söyleniyordu. Daha sonra dini ayaklanma fetvası hazırlandı. Cumhuriyetin ve Mustafa Kemal’in dinsizliği, din kurallarına aykırı davrandıkları ileri sürüldükten sonra mal ve canlarının helal olduğu belirtildi. (Aybars, s. 209-210)
Şeyh Sait İsyanı’ndan sadece iki hafta önce Erzurum Milletvekili Ziyaeddin Efendi, Meclis kürsüsüne çıkarak “yeniliğin”, işret, dans ve plaj sefasından başka bir şey olmadığını söylemişti. Ona göre “fuhuş” artmıştı! Müslüman kadınlar edepsizleşmişti! Sarhoşluk teşvik olunuyordu! “Dini hisler” rencide oluyordu! Yeni rejim sadece “ahlaksızlık” getirmişti! Bunlar “terakki” kılıfı altında, “Batılılaşma” diye “medeniyetçilik” adına yapılıyordu! “Rezil bir idare” memleketi çamurlar içine sürüklemişti! Şeyh Sait, sorgusunda, Ziya Hoca’nın Meclis’teki bu açıklamalarından çok etkilendiğini itiraf edecekti. (Metin Toker, Şeyh Sait ve İsyanı, Ankara, 1994, s. 26-27)
Ocak 1925’te Şeyh Sait imzalı bildiriler Doğu Anadolu’da elden ele dolaşmaya başlamıştı. Bu bildirilerde “Halife sizi bekliyor!”, “Halifesiz Müslüman olmaz!”, “Halife memleketten çıkarılamaz!”, “Şiarımız dindir!”, “Hükümet dinsizdir!”, “Şeriat isteriz!”, “Kadınlar çıplaktır!”, “Mekteplerde dinsizlik ilerliyor!” deniliyor, Cumhuriyet “dinsizlikle” suçlanıyordu. Bildiriler ileri bir teknikle basılmıştı. İsyancıların elinde yabancı silahlar da vardı. (Aybars, s.213)
Piran’a giden Nakşibendi Şeyh Sait, verdiği vaazda şunları söylemişti: “Medreseler kapandı. Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı. Din okulları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse bizzat dövüşmeye başlar; dinin yükselmesine gayret ederim.” (Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması, İstanbul, 1994, s. 68)
Şeyh Sait sorgusunda da amacının “Hükümete şeriat hükümlerini uygulatmak” olduğunu söylemişti.
ŞEYH SAİT’İN SORGUSUNDAN
Mahkeme başkanı ile Şeyh Sait arasında geçen konuşmaların birbölümü şöyle: (Soru: Mahkeme Başkanı, cevap: Şeyh Sait)
Soru: “Niye isyan ettin?”
Cevap: “Medreselerde fıkıh okudum... Şeriat hükümleri uygulanmazsa kıyam vaciptir. Kaza ve kader beni buraya sevk etti... Binaenaleyh şeriatımız yolunda ölürsek dinsiz gitmeyiz!”
Soru: “Yunan ordusu İslamiyetin merkezini ayaklar altına almışken cihadın farzlarını niye yerine getirmediniz?”
Cevap: “O zaman muhacirdik ve perişan haldeydik! Vaktimiz yoktu!”
Soru: “Din hükümlerinin zedelendiğini söylerken neyi kasettiniz?”
Cevap: “İçki yasağı kaldırıldı.”
Soru: “‘İslama kılıç çeken İslam değildir’ hadisinden haberiniz yok mu?”
Cevap: “Müslümanlara din hükümleri bıraktırılmıştı.” Başkan, “Hamdolsun! Hepimiz Müslümanız. Kuran okuyoruz, zekât veriyoruz” deyince Şeyh Sait, “Din hükümlerinden hangisi var?” diye sordu.
Soru: “Şeyh yalan söyler mi?”
Cevap: “Eh! Söyler ya! Allah bilir!”
Soru: “Hükümetin dine karşı olduğunu nereden çıkardınız?”
Cevap: “Gazetelerden, dergilerden, gelen tüccardan ve milletvekillerinden.”
Soru: “Hangi gazetelerden?”
Cevap: “Sebilürreşad, Tevhid-i Efkâr.”
Soru: “Sana dinin kalmadığını söyleyen tüccarlar ve milletvekilleri kimlerdi?”
Cevap: “Erzurum Mebusu Raif Hoca.”
Soru: “Ziya Hoca’nın beyanatını duydun mu?
Cevap: “Ziya Hoca’nın beyanatını Sebilürreşat’ta, daha başka yerlerde okurduk. Bir kere okudum ki Kılıçzade Hakkı Bey, peygamberimizin aleyhinde bulunmuş... Okurduk ki kız mekteplerinde İslamiyete aykırı şeyler oluyormuş! Kızlar piyano çalıyorlar, erkekler keman çalıyorlar, sabaha kadar sohbet ediyorlarmış... Sebilürreşat’ın her nüshası beni müteessir ediyordu. Farmasonluk, laiklik de bizi çok müteessir ediyordu.”
Soru: “Sait Efendi! Geçen celsede ‘Beni isyana sevk eden üç neden var’ demiştin. Birincisi, din hükümlerinin uygulanmaması; ikincisi, basının etkisi; üçüncüsü, Meclis’teki muhalefet... Bunları açıklar mısın?”
Cevap: “Sebilürreşat’ta şeriata aykırı olan şeyler hep yazılıyordu. Derdik ki, ‘Yalan ise nasıl yazar?’, ‘Nasıl söyler?’, ‘O halde doğrudur ki yazmaya cesaret diyor!’ Zaten Sebilürreşat yazdığını hep bir gazeteye dayandırırdı. Başka bir neden de Tevhid-i Efkar’dı... Sonra Cibranlı Halit bir gazete gönderdi. Gazetede ‘Allah’ü Teâlâ yoktur. Her kulun dayanağı ne ise Allah odur!’ diyordu. Buna da kızdık... Velhasıl! Din, ırz, namus, farmasonluk, laiklik hakkındaki yazılardan kin ve nefret duyuyorduk.”
Soru: “Neden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programını beğendin?
Cevap: “Çünkü ‘İçkiyi, fuhuşu yasaklayacağız!’ demesi hoşumuza gitti. Bir de ‘dine hürmetkâr olduklarını’ söylüyorlardı.”
Soru: “Asker-i Rum nedir?”
Cevap: “Biz Kürtler, Türk askerlerine ‘Asker-i Rum’ deriz. Tabirdir, öyle deriz!”
(Savcının iddianamesi, savunmalar ve karar konusunda bkz. TBMM Arşivi, Dosya 69, Karar no 69 ve IV-12, b-1; Şark İstiklal Mahkemesi Karar Defteri, S.15, D. 4/32; Hâkimiyet-i Milliye, 28 Haziran 1925, Behcet Cemal, Şeyh Sait İsyanı, İstanbul, 1955, s. 112 vd. Toker, age, s. 150-170, Aybars, s. 242-256, Mumcu, s.123-140. İddianame, savunmalar ve kararın günümüz Türkçesine çevrilmiş tam metni için bkz. Ümit Doğan, Şeyh Sait İsyanı ve Gerçekler, Ankara, 2023, s.137 vd.)
Benim gördüğüm şu: Nasıl ki 98 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter bütünlüğüne ve laik yapısına karşı din kullanılarak Şeyh Sait İsyanı çıkarılmışsa, 98 yıl sonra bugün de Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter bütünlüğüne ve laik yapısına karşı yine Şeyh Sait üzerinden bir saldırı gerçekleştirilmek isteniyor.
Sıkça tekrarlandığı gibi Şeyh Sait İsyanı, sadece dinsel amaçlarla gerçekleştirilmiş bir isyan değildir; Şark İstiklal Mahkemesi’nin 28 Haziran 1925 tarihli kararına göre Şeyh Sait İsyanı, din ve şeriat araç yapılarak gerçekte bağımsız bir Kürdistan kurma amacına yöneliktir.
VATANA İHANET SUÇU
Şeyh Sait, halkın isyana katılmasını sağlamak için “Ey Müslüman Kürtler, bu isyanımız şeriata göre vacip ve bu hareketimize güzellikle uymayanlar Allah katında günahkârdır. Dinin şartlarının uygulanması için bu cihadımızda ölenimiz şehittir” diyordu.
Şeyh Sait, isyanın ilerlediği günlerde de şöyle diyordu: “Kürtlerin bulundukları yerleri Türklerin elinden alacağız… Bugünkü Türk hükümeti İslamiyetten ayrılıyor. İstanbul’da Beyoğlu’nda bazı İslam kızları şapka ile geziyorlar...” (Mumcu, s. 71-72)
Gerçek şu ki Şeyh Sait İsyanı’nda “din”, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter bütünlüğüne ve laik yapısına karşı bir silah olarak kullanıldı.
25 Şubat 1925’te Şeyh Sait İsyanı TBMM’de görüşüldü. Başbakan Fethi Bey (Okyar), Şeyh Sait İsyanı’nda dinin politik araç olarak kullanılıp bölge halkının istismar edildiğini, isyanın hilafeti geri getirmek ve Abdülhamit’in oğullarından birinin saltanatını sağlamak amacıyla “Kürtçülük” yapmaktan kaynaklandığını söyledi. Daha sonra muhalefet adına söz alan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Başkanı Kazım Karabekir Paşa da şöyle dedi: “Efendiler, dini araç yaparak milli varlığı tehlikeye koyanlar lanetle anılmalıdır. Bu hareket vatana ihanettir.”
25 Şubat 1925’te Doğu Anadolu illerini kapsayacak şekilde kısmi seferberlik ilan edildi. Aynı gün Muş, Ergani, Dersim, Diyarbakır, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt, Bitlis, Van, Hakkâri ve Malatya illeri ile Kiğı ve Hınıs ilçelerinde bir ay süreyle sıkıyönetim ilan edildi. Sonra da Mahmut Esat (Bozkurt) Bey’in “Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na bir madde eklenmesi” için yaptığı kanun teklifi ele alındı. Teklife göre “Hıyanet-i Vataniye Kanunu”na şu madde eklendi
(1. Madde):
“Dini veya dinin kutsal kavramlarını siyasi amaçlara esas ya da alet etmek için dernekler kurulması yasaktır. Bu tür dernekleri kuranlar ya da bu derneklere girenler vatan haini sayılırlar. Dini ya da dinin kutsal kavramlarını alet ederek devletin şeklini değiştirmek ve başkalaştırmak ya da devletin güvenini bozmak veya dini ya da dinin kutsal kavramlarını alet ederek her ne surette olursa olsun halk arasına bozgunculuk ve ayrımcılık sokmak için gerek tek başına gerek toplu olarak sözle ya da yazı ile ya da fiilen ya da nutuk söyleyerek ya da yayın yaparak harekette bulunanlar da ‘vatan haini’ sayılırlar.” Bu kanun teklifi, 25 Şubat 1925’te TBMM’de oylanıp 556 sayılı kanun olarak kabul edildi. (TBMM Zabıt Ceridesi, Devre II, C.14, 25 Şubat 1925, s. 306- 311.)
2 Mart 1925’te Başbakan Fethi Bey (Okyar), görevinden istifa etti. İsmet Paşa’nın kurduğu yeni hükümet 3 Mart’ta güvenoyu aldı. 4 Mart’ta da Meclis, Takrir-i Sükûn Kanunu’nu kabul etti. Kanunla, basına geniş çaplı bir sansür uygulandı, Ankara ve Diyarbakır’da birer İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Şeyh Sait İsyanı, devrimci bir tepkiyle karşılandı. Cumhuriyeti kuranlar, Cumhuriyeti koruma kaygısıyla birtakım sert önlemler aldılar.
İTİRAFLAR VE GERÇEKLER
Şeyh Sait, mahkemedeki sorgusunda, ısrarla “dini nedenlerle” isyan ettiğini belirtti. İsyanın önceden planlanmadığını, “Kürtlük” davası gütmediğini söyledi. Ancak mahkemedeki deliller Şeyh Sait’i yalanlıyordu. Örneğin Şeyh Sait, isyan öncesinde, 17 Ocak 1925 tarihli Şeyh Şerif’e yazdığı bir mektupta, ertesi gün oraya geleceğini, o gelinceye kadar hiçbir şey yapılmamasını ve “emanetler” dediği silah ve cephanenin teslim alınmasını istemişti. 16 Şubat 1925’te “Elaziz Kumandanı Şeyh Şerif Efendi’ye” diye başlayan başka bir mektubunda da çeşitli kimselerin görevlerini belirterek hareket planını bildirmişti. Bu ve benzeri mektuplar, Şeyh Sait’in önceden planlanan isyanı bizzat organize ettiğini gösteriyordu. Ayrıca 3. Ordu Komutanlığı’nın eline geçen Şeyh Sait’e ait bir belgenin üzerinde “Kürdistan Harbiye Nezareti”, “Kürdistan Reisi ve Hükümeti” başlıklarının olması da Şeyh Sait’i yalanlıyordu. (TBMM Arşivi, T-12, Dosya 69; T-14, Dosya 6/55 3. Kolordu Komutanlığı’nın savcılığa gönderdiği belge, Aybars, s. 246)
Şeyh Sait (oturan beyaz sakallı), sağında Şeyh Şerif, arkasında ortada Binbaşı Kasım (Ataç), solunda Şeyh Abdullah ileŞeyh Sait İsyanı’na katılan ve Seyit Abdülkadir’le birlikte yargılanıp suçlu bulunarak idam edilen Kör Sadi ve Kemal Fevzi, idama giderlerken “Yaşasın Kürtlük mefkûresi, yaşasın Kürt hükümeti!” diye bağırmış, “Hacı Ahdi” namıyla tanınan Mehmet Tevfik de bu isyanın “Kürtlük ve Kürt hükümeti davası olduğunu” açıkça söylemişti. Kasım Bey de sorgusunda, ayaklanmanın esas amacının “bağımsız Kürdistan kurulması” olduğunu, dinin bu amaç için araç olarak kullanıldığını ileri sürmüştü. Ayrıca Kürt bağımsızlığına çalışanların, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası iktidara geçerse Kürtlere özerklik vereceğine inandıklarını belirtmişti. Bu açıklamayı dinleyen diğer sanıklar Kasım Bey’i yalanlamamıştı. Şeyh Sait’in, “Din için kıyam farz oldu. Bir Türk öldürmek, yetmiş gâvur öldürmekten evladır!” dediğini de Şeyh Sait yalanlamamıştı. (TBMM Arşivi, T-12, Dosya 69; Aybars, s. 246-248) Bu arada Fakih Hasan’ın, isyan günlerinde Şeyh Sait’e yazdığı bir mektupta Müslümanı Müslümana kırdırmanın şeriata uygun olmadığını söylediği, bunun üzerine Şeyh Sait’in, Fakih Hasan’a, “Şaşarım aklına! Biz Kürtlüğü muhafaza edeceğiz!” diye cevap verdiği de ortaya çıkmıştı. (Doğan, s. 129-130) Bu delillere ve itiraflara karşın Şeyh Sait, mahkemede hâlâ “Kürtlük” davası için isyan etmediğini iddia ediyordu.
Oysa Şeyh Sait, Varto Sorgu Hâkimliği’nde 16 Nisan 1925’te alınan ilk ifadesinde, isyanın amacının “dini hükümleri layık olduğu gibi uygulamak fikriyle özerklik talep ve temin etmek ve hükümet buna razı olmadığı takdirde Diyarbakır’ı zapt eder etmez, gerekirse İngiliz hükümetine müracaat ederek Türk hükümetini, maksatlarını temin etmek zorunda bırakmaktan ibaret olduğunu” söylemişti. Görüldüğü gibi Şeyh Sait, bu ilk ifadesinde hem “özerklikten” hem de “İngiliz yardımından” söz ediyor, isyanın gerçek nedenini itiraf ediyordu. Fakat daha sonra İstiklal Mahkemesi’ndeki sorgusunda bunlardan hiç söz etmeyecek, bu konudaki iddiaları reddedecekti. Ancak Şeyh İsmail, Şeyh Abdüllatif ve Liceli Tahir de sorgularında, Şeyh Sait’in Diyarbakır’ı aldıktan sonra İngilizlerden yardım alacağını doğrulamıştır. İtirafçı durumundaki Binbaşı Kasım Bey de Şeyh Sait’in de üye olduğu gizli Kürt Azadi Cemiyeti’nin Bağdat komitesinin İngilizlerle görüştüğünü söylemiş ve “Esas maksatları bağımsızlık elde etmekti” demiştir. Ayrıca Şeyh Said, sorgusunda “Ben bu işin ne önündeyim ne arkasındayım, herkes gibi içindeyim” demişti. (Detaylar için bkz. Doğan, s.71, 121-133)
MAHKEMENİN KARARI
Savcı Süreyya Bey, davanın açıklamasında Şeyh Sait’ten şöyle söz ediyordu: “Şeyh Sait Efendi, yüzlerce, binlerce askerin, halkın, ibadın (ibadet edenlerin) malını, hayatını yok eden hareketi fiilen idare etmiş hepsine emretmiş, mürted, muannit (inatçı) vatan hainidir.” Dikkat edilirse, bizzat davanın savcısı, Şeyh Sait’in “vatan hanini” olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Mahkeme, 28 Haziran 1925’te kararını açıkladı. Kararda, “Hınıs kasabasında oturan ve dolaylı olarak ticaretle meşgul olan Palulu, 61 yaşındaki Nakşibendi Şeyhi Şeyh Mahmutoğlu Şeyh Sait” ve adamlarının “güya dini ve şeri ve fakat her halde bağımız bir Kürdistan hükümeti oluşturmak amacıyla Cumhuriyet hükümetine karşı fiilen ve silahlı olarak ayaklandıkları…” belirtiliyordu.
Kararda, Şeyh Sait İsyanı’nın çıkış ve yayılma nedenleri ayrıntılı olarak belirtiliyor; din ve şerit araç yapılarak “gerçekte bağımsız bir Kürdistan kurma” amacına yönelik olan Şeyh Sait İsyanı’nın devam ettiği sürede birçok şehir, kasaba ve köyü, devletin polis ve asker kuvvetleri ile kanlı bir çatışma ve çarpışma yapmak suretiyle işgal ederek ve hatta Diyarbakır’ı kuşatarak birçok suçsuz asker, subay ve vatandaşı öldüren ve yaralayan, yağma, hırsızlık yapan ve yaptıran 81 sanıktan 47’si idama mahkûm edildi deniliyordu.
Kararın gerekçesinde, idam cezası alan Şeyh Sait dahil 47 sanığın, “müstakil (bağımsız) bir Kürdistan kurmak” ve “bu gaye ile isyan etmek”, “ihtilal emelini yerine getirmek için silahı olarak isyana katılmak” nedeniyle “… yüce devletin mülklerinin bir kısmını hükümet idaresinden çıkarmaya çalışanlar idam olunur” diyen İhaneti Vataniye Kanunu’nun 45. maddesine dayanarak “vatana ihanetle” idamlarına karar verildiği belirtiliyordu. (TBMM Arşivi, Dosya No: 130-74-87-83-82-81-72-59-61-54-68-71; İlam No: 69-D.9/1 (1-6. zarflarda)
Ayrıca kararda, Doğu İstiklal Mahkemesi’nin yargı bölgesi içindeki bütün tekke ve zaviyeler ile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası şubelerinin kapatılmasına karar verdiği belirtiliyordu.
BU VATANA İHANET ETTİK
Şeyh Sait İsyanı’nın elebaşlarından Kör Sadi, kendilerine yöneltilen suçlamaları kabul ederek şöyle demişti: “Son sözüm şudur: Memleketin selameti namına muhterem hâkimler heyetinin hakkımızda verdiği kararı minnet ve şükranla karşılıyorum, kabul ediyorum. Hepimiz idam cezasına müstahakız. Çünkü bu vatana ihanet ettik. Allah Türk milletinin, Türk memleketinin saadetini sağlasın ve ebedi etsin. Söyleyeceklerim bu kadardır.” (Toker, s.149)
Şeyh Sait’in damadı Şeyh Abdullah’ın son sözleri de çok anlamlıydı: “Biz hainlere uyduk. Başkası uymasın!” (Toker, s.167)
Karar açıklandıktan sonra Ali Saip Bey, Şeyh Sait’e “Bu kadar Türk kanının dökülmesine, ocakların sönmesine sebep oldun, cezanı çekeceksin!” dedi. Şeyh Sait de Ali Saip Bey’e “Seni severim. Ama mahşer günü seninle muhakeme olacağız!” diye karşılık verince, Vali Mithat Bey söze karıştı: “Mahşer gününde adil yargıçlarımızla değil, öldürdüğün masum çocuklar, ocaklarını söndürdüğün biçarelerle muhakeme edileceksin” dedi. General Mürsel Paşa da Şeyh Sait’e, “‘Din kalktı!’ diyorsun. Namazını kılmıyor muydun? Camilerde ezan okunmuyor muydu” diye sordu. Şeyh Sait bu soruya, “Evet, ibadetime kimse karışmıyor, her isteyen namazını kılabiliyor ve camilerde ezan okunuyor... Fena yaptık! Bundan sonra iyi olur inşallah!” diye yanıt verdi. (Aybars, s. 256)
Şeyh Sait İsyanı sonrasında Siirt milletvekili Mahmut Bey, Hâkimiyet-i Milliye’de yazdığı başyazıda Şeyh Sait İsyanı’nın bastırıldığını, ancak Şeyh Sait düşüncesi yok edilmedikçe memlekette huzur ve refah kurulamayacağını belirtmişti. (Hâkimiyet-i Milliye, 30 Haziran 1925)
Şeyh Sait’in, 98 yıl sonra bugün kimilerince “kahraman” ilan edilmesi, maalesef Şeyh Sait “gericiliğinin” ve “bölücülüğün” hâlâ devam ettiğini gösteriyor.
Kaynaklar: Savcının iddianamesi, savunmalar ve karar konusunda bkz. TBMM Arşivi, Dosya 69, Karar no 69 ve IV-12, b-1; Şark İstiklal Mahkemesi Karar Defteri, S.15, D. 4/32; Hâkimiyet-i Milliye, 28 Haziran 1925; Behcet Cemal, Şeyh Sait İsyanı, İstanbul, 1955; Metin Toker, Şeyh Sait ve İsyanı, Ankara, 1994; Ergun Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Ankara, 2009; Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması, İstanbul, 1994; Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, İstanbul, 2007. İddianame, savunmalar ve kararın günümüz Türkçesine çevrilmiş tam metni için bkz. Ümit Doğan, Şeyh Sait İsyanı ve Gerçekler, Ankara, 2023.
/././
İkiyüzlülüğünün daniskasını Cumhur İttifakı yapar (Zülal Kalkandelen)
“Kesin olan şu ki artık ana muhalefetin işi daha zor. Bir yandan Cumhur İttifakı ile mücadele ederken diğer yandan İYİP’le de uğraşacak.
Bu durumda herkesin aklında şu soru var: CHP, HEDEP (HDP) ile işbirliği yapacak mı?
HEDEP Sözcüsü Ayşegül Doğan, MYK’de yerel seçimlere 81 ilde kendi adaylarıyla girmesi eğiliminin öne çıktığını, bu kararın PM’ye sunulacağını ifade etmişti. Özel’in genel başkan olduktan sonra Kürt seçmenlere yönelik sözleri göz önünde bulundurulursa resmi bir ittifak açıklanmasa bile, iki parti arasında en azından bazı büyükşehir belediyelerinde işbirliği için temas kurulacaktır.
Böyle bir durumda Cumhur İttifakı’nın 14 Mayıs öncesinde yaptığı gibi, ‘terör kartını’ kullanması ve dezenformasyonla seçmenleri etkilemeye çalışması büyük olasılıktır.”
İYİ Parti’nin CHP’nin yerel seçimlerde işbirliği teklifini reddetmesinden sonra bu köşede 6 Aralık 2023’te yukarıdaki öngörüde bulunmuştum. Görülüyor ki tahmin edilen oldu.
TERÖR KARTI YİNE DEVREDE
AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, 12 askerin PKK tarafından katledilmesinden sonra “ortak bildiri” tartışması üzerine konuşurken, “Siyasi partiler ortaklaşıyor ama Atatürk’ün partisi CHP, utanmadan bölücü örgüt uzantılarının yanında konumlanıyor. CHP’nin terör örgütü ile kurduğu seçim ittifakı ideolojik kaynaşmaya dönüştü” dedi.
Belli ki genel seçimlerde tuttuğu görülen algı operasyonuna, yerel seçimlerde yine başvurulacak. Muhalefetin yapması gereken, seçmenlere ulaşıp gerçekleri ortaya koymaktır.
Öncelikle her seçim öncesinde aynı olayların yaşanmasının ve şehitler üzerinden siyaset rantı aranmasının bu ülkeye büyük bir kötülük olduğu vurgulanmalı. Şehit cenazelerinde meydana gelen provokasyonları kimlerin yaptığı mutlaka açığa çıkarılmalı.
Gaziantep’teki cenaze töreninde Özgür Özel’in gönderdiği çelengi parçalayan provokatörün AKP milletvekili aday adayı Kenan Öztürk olduğu, Manisa’daki cenaze töreninde şehidin ailesinin Özel’e yönelik protestoyu kınadığı anlatılmalı.
AKP’LİLERİN PKK HAKKINDAKİ SÖZLERİ VE EYLEMLERİ
“‘Sayın Öcalan’ demeyi ve PKK bayrağı açmayı suç olmaktan biz çıkardık” (Eski Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç),
“PKK ile görüşen arkadaşı ben gönderdim, sıkıntısı olan varsa söylesin” (Recep Tayyip Erdoğan, 2012), “Öcalan’ı hayata dahil ettik. Televizyon verdik. Bu sayede takımını izliyor. Türkiye’de ne oluyor görüyor” (RTE, 2013),
“Abdullah Öcalan, Kürtlerin lideridir. Onun mesajları bizim de düşüncemizdir" (Beşir Atalay, eski devlet bakanı),
“Bana göre PKK terör örgütü değildir. Kendi topraklarında belli bir siyasi programı hayata geçirmeye çalışan bir politik harekettir” (AKP MKYK üyesi Orhan Miroğlu) diyenlerin AKP’li olduğu söylenmeli!
PKK ile Oslo’da masaya oturanların, sınırda çadır mahkemeleri kurdurup ellerinde PKK bayraklarıyla gelen teröristleri içeri alanların,
2019’daki yerel seçim öncesinde Osman Öcalan’ı TRT Kürdi’ye çıkaranların,
Aynı dönemde akademisyen Doç. Dr. Ali Kemal Özcan’ın Öcalan’la İmralı’da görüşüp, onun seçimlere müdahale eden sözde “tarafsızlık mektubunu” kamuoyuna duyurmasına izin verenlerin hepsinin AKP’li olduğu hatırlatılmalı!
AKP, doğrudan terör örgütü PKK ile ilgili bunları yaparken, TBMM’de grubu olan DEM (eski HDP) ile seçim işbirliği için görüşen CHP’ye saldırıyor.
Peki Kasım 2022’de Adalet Bakanı Bekir Bozdağ başkanlığındaki AKP heyeti, türban konusundaki anayasa değişikliği için HDP grubunu ziyaret etmedi mi!
Vurgulanması gereken bir diğer ikiyüzlülük de MHP’ninkidir. Bahçeli, Cumhur İttifakı’nın ortağı HÜDA PAR’ın “eyalet sistemini” gündeme getiren bölücü söylemlerine karşı suskun.
Bu kadar ikiyüzlülük ancak Cumhur İttifakı’nda olur. Bunların 31 Mart’a kadar halka mitinglerde, TV ekranlarında, sosyal medyada videolarla anlatılması şarttır.
(Cumhuriyet)