28 Aralık 2023 Perşembe

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 28 ARALIK 2023 -

 


HÜDA PAR Erdoğan’ın projesini çaldı! (Barış Terkoğlu)

Bir ses ile irkiliyoruz. Belki asıl ürpertmesi gereken sessizliktir.

Cumhur İttifakı’yla Meclis’e giren HÜDAPAR Genel Başkanı kürsüden bağırıyor: "Eyalet sistemi, özerklik ve federasyon gibi yönetim modelleri tartışılabilir diyoruz."

Saadetli vekilin ölümünü gürültüyle bastıran AKP’li ve MHP’li vekiller ise sessiz. Haliyle Zekeriya Yapıcıoğlu’nu dinlerken dudaklarımdan o söz dökülüyor: "HÜDAPAR Erdoğan’ın projesini çalmış!"

Hayır, sadece bugün değil. Geçmişin birliktelikleri de benziyor.

Erdoğan’ın da o dönem parçası olduğu Milli Görüş, 20 Ekim 1991 seçimlerine, ülkücülerle ittifak kurarak girmişti. Alparslan Türkeş’in lideri olduğu Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Aykut Edibali’nin lideri olduğu Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP), Refah Partisi’nin (RP) ortaklarıydı. Erbakan ittifakı “yeni Kuvayi Milliye” olarak tanımlıyordu. Türk-İslam sentezinin mimarı Aydınlar Ocağı, MTTB’nin devamı Birlik Vakfı, muhafazakar işadamlarının kurduğu İş Dünyası Vakfı, dini cemaatler birlikteliği destekliyor, Cumhur İttifakı bir benzerini o yıllarda yaşıyordu.

İttifakın bir muhalifi vardı: İstanbul İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan. Sebebi belliydi, ülkücülerle ittifak partinin Kürt tabanını küstüreceği gerçeği. Sahiden de parti teşkilatlarından tepki ayrılıkları yaşandı.

Sonuçta Milliyetçi-Muhafazakar-İslamcı İttifak yüzde 16.9 oy ile 62 milletvekili çıkardı. Seçimden sonra da dağıldı. O gün aday olduğu halde seçilemeyen iki isim vardı: Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli. 62 vekilden sadece 40’ı RP’nin olmuştu. MÇP 19, IDP 3 vekil çıkarmıştı. Sonuç MÇP için “Ergenekon’dan İkinci Çıkış” diye duyurduğu şekilde başarıydı. RP için ise tatmin edici değildi: 52 günlük ittifakın karşılığında alınan 40 vekil ve kaybedilen Kürtler!

PKK İLE DEVLET ARASINDA ERDOĞAN

Erdoğan seçimden sonra boşluğu doldurmaya talipti. Bir heyete Kürt Raporu hazırlattı. 18 Aralık 1991’de hazırlanan raporda "Kürt sorunu" şöyle tanımlanıyordu: “Bugün ‘Doğu’ veya ‘Güneydoğu Sorunu’ olarak adlandırılan sorun aslında bir ‘Kürt sorunu’dur. (…) Sorun gerçekte ulusal bir sorundur, yani bir Kürt sorunudur. (…) Bugün Doğu ve Güneydoğu olarak adlandırılan bölgeler, tarihin en eski devirlerinde ‘Kürdistan’ olarak adlandırılan coğrafyanın içinde yer alan bölgelerdir.”

Erdoğan, Kürt sorununa eşlik eden psikolojiyi şöyle tarif ediyordu:

“1985’den itibaren başlayan PKK saldırıları dolayısıyla bölge bir yanda devlet terörü, öbür yanda da PKK terörü arasında sıkışıp kalmaktadır. Bölge halkı PKK’ya bir biçimde arka çıktığı gerekçesiyle sürekli baskı ve işkence altında tutulmaktadır.”

O dönem DEM Parti yoktu. Kürt meselesi üzerinden HEP politika yürütüyor ve oy topluyordu. Erdoğan’ın Kürt Raporu HEP’i şöyle tarif ediyordu:

“Kürt sorununa sahip çıkan ve Kürt halkına yönelik her türlü şiddet, baskı ve zulme karşı çıkan HEP’in kazandığı güç, bu açıdan değerlendirilmelidir. (…) HEP’in bölge halkının acil ve somut talepleriyle yakından ilgilenmesi ona hayli puan toplamaktadır.”

Erdoğan’ın o dönemki tespitleri HÜDAPAR’ın görüşleriyle neredeyse birebir örtüşüyordu:

"Devlet, kontrgerillasıyla, özel timiyle, harcadığı trilyonlarca lirasıyla, köy korucularıyla vs. bu sorunun üstesinden gelinemeyeceğini artık anlamış bulunmaktadır. Kemalist Devletin geleneksel zora ve silaha başvurma yöntemi artık iflas etmiştir.”

Şimdilerde Meclis’teki kınama bildirilerini tartışıyoruz ya…

Erdoğan’ın Kürt Raporu, partiye bu noktada tarafsız bir çizgi öneriyordu:

“PKK terörünü kınadığımız kadar devlet terörünü de kınamak. Devlet-PKK çatışmasında devletçi bir safta gözükmemek, devletin eleştiri üslubunu benimsememek; ‘Bölücü’, ‘Terörist’, ‘Ayrılıkçı’ vs…”

"HELAL BÖLÜCÜLÜK" İZNİ

Gelelim HÜDAPAR’ın özerklik teklifine…

O dönem PKK henüz özerklik, eyalet, kanton vs gibi görüşler ileri sürmüyordu. Bağımsız Kürt devleti çağrısı yapıyordu. Erdoğan’ın Kürt raporu ise "yerel parlamentolar"ın kurulduğu otonom, özerk bir çözümden yanaydı:

“Yerel parlamentoların oluşması ve merkezi devletin küçülmesi Türkiye’de tam demokrasinin yerleşmesi için önemli adımlardır.”

Erbakan, Erdoğan’a raporu için teşekkür etti. Kırılanları onarmak için, RP "Güneydoğu İzleme Komitesi" kurdu. Erbakan TBMM kürsüsünden ilk kez “Kürt” sözcüğünü telaffuz etti. Nihayetinde rapor, ülkücülerle ittifak yapmış Refah’a Kürtler ile yeniden temas kurmak için bir zemin oluşturuyordu.

İşte HÜDAPAR’ın sistematik çıkışları tam da Erdoğan’ın 1991 yılındaki raporunun işlevine denk düşüyor. Teşbihte hata olmaz, İsrail, El Fetih’e karşı Hamas’ın önünü açarak "bir miktar İslamcılık"a izin vermişti. AKP-MHP ittifakı da "Kürt Hamas'ı" sayılan HÜDAPAR’a "bir miktar Kürtçülük" yaptırarak Kürt seçmenin oylarını kazanmaya çalışıyor.

Önümüzdeki dönemin siyasi planlaması iktidar adına iki kritik adıma dayanıyor. Birincisi, CHP’nin bütün ittifaklarından arındırılarak DEM Parti ile başbaşa bırakılması. İkincisi, bir çözüm süreci partisi olarak İmralı müzakereleriyle kurulan HDP’nin yerini DEM Parti alırken, "Türkiyelileşme" siyasetinden vazgeçilerek "bölge partisi" kimliğine dönülmesi.

İki adım da şehit cenazelerindeki saldırılar eşliğinde gerçekleşirken, HÜDAPAR’a da bir misyon veriliyor. Kürtçülüğün yanına İslamcılığı koyan parti, "helal bölücülük" yaparak Cumhur İttifakı ile Kürtler arasındaki boşluğu dolduruyor. HÜDAPAR’ın bazen DEM Parti’den dahi radikal çıkışlarına AKP ve MHP’nin sessizliğinin sırrı işte burada. 1991 yılında vekil seçilemeyen Bahçeli ve Erdoğan, 1991 raporunu bu kez HÜDAPAR’a yazdırıyor!

Gürültünün ardındaki suskunluğu fark ettiğimizde, kulaklarımızla değil aklımızla duyduğumuzu da anlayacağız.

                                                   /././

2024’e girerken (I+II+III+IV+V)- (Ergin Yıldızoğlu)

(I) 

Eski yıldan yeni yıla miras kalan sorunlar, yeni yıla ilişkin beklentiler üzerinde düşünme çabaları, özellikle aralık ayının ikinci yarısında yoğunlaşır. Bu yıl gündem dolu, erken başlamakta yarar var.

Gündemin en önemli maddesini, küresel ısınmayı önleme çabaları oluşturuyor. Küresel ısınma tüm dünya halklarının, hatta gezegende yaşayan canlıların varlığını tehdit eden, dahası, tüm diğer sorunları da kapsayan bir sorun.  

Küresel ısınma, küresel olduğundan, önlemek için gereken önlemler, küresel ısınmaya neden olan fosil yakıtları en çok üreten, tüketen ve yoğun tarım yapan ülkelerin işbirliğini gerektiriyor.

Bu noktada karşımıza iki temel jeopolitik sorun çıkıyor: Birincisi, önce sanayileşerek atmosferi 18-19. yüzyıllardan bu yana, ikinci küreselleşme döneminde, daha da hızlanarak kirleten “gelişmiş ülkeler” ile sanayileşme aşamasına sonradan, birincilerine bağımlı bir süreç içinde girmiş olan “Küresel Güney”in (eski sömürgeler, sonra gelişmekte olan ülkeler) beklentileri arasında aşılması zor bir uçurum var. İkincisi, ekonomik, kültürel hatta askeri olarak gerilemekte olan ABD merkezli Batı hegemonyası ile yükselen yeni büyük güçler arasındaki çelişkiler çok karmaşık ve uzlaştırılamaz bir yönde derinleşmeye devam ediyorlar.

Gelecek yıl yapılacak ABD başkanlık seçimlerini, küresel ısınma olgusunu reddeden Trump kazanırsa, küresel işbirliğinin daha da zorlaşması, jeopolitik sorunların daha da derinleşmesi, ABD’de ve dünyada faşistleşme sürecinin daha da hızlanmasını beklemek gerekiyor. 

Ukrayna’da savaş, Gazze’de soykırım sürerken toplanan COP28, Ukrayna ve İsrail ile ilgili tartışmaları yoğunlaştırdı; İran zirveyi terk etti. Tartışmalar, ABD’nin uluslararası alanda sorun çözme kapasitesinin ne kadar gerilemiş olduğunun da bir göstergesiydi. Biden yönetiminin, AB hükümetlerinin Gazze katliamı karşısında altığı tutum hem dünya halklarının tepkisini çekti hem de ABD dış politika bürokrasisinde çatlaklar yarattı. ABD yönetiminin Netanyahu rejimini kontrol edemediği ortaya çıktı. Geçen hafta ABD Senatosu’nda Cumhuriyetçiler, Ukrayna’ya gidecek yardımı bloke ettiler. Aynı günlerde Batı medyasında, Avrupa ülkelerinin desteğinde çatlaklar oluştuğunu, “Zelenski otokratlaşıyor”, “Zelenzski ülkesinde güven kaybediyor”, “Ukrayna dünyanın en yolsuzluğa batmış ülkelerinden biridir” (Orban), gibi iddialara yer veriliyordu.

Bu sırada, Avrupa Birliği’nin ekonomisi yavaşlarken ABD ve özellikle Çin ile arasındaki ticaret sorunları derinleşiyor. Bu sorunlar da aslında küresel ısınmayla yakından bağlantılı. Çin’de hızla gelişen, kapasite fazlası yaratmaya başlayan elektrikli otomobil endüstrisinin, ihracat kapasitesinin, rekabet gücünün Avrupa otomotive endüstrisi için çok büyük bir tehlike oluşturmaya başladığından söz ediliyor. Çin’in “yeşil teknolojiler” için gerekli girdilerin, minerallerin piyasasındaki ağırlığı da Batı açısından, ekonomik, stratejik bir sorun oluşturuyor.

SINIF ÇELİŞKİLERİ

Küresel ısınmayı önlemek için gereken önlemler karşısındaki jeopolitik engellerin yanı sıra ulus ölçeğinde keskinleşen sınıf çelişkilerinden kaynaklanan engeller var: Egemen sermaye alınacak önlemlerin birikim süreci üzerindeki maliyetini ve önlemlerin halkın yaşamı üzerindeki olumsuz etkilerini hafifletmek için gereken kamu harcamalarının toplumsal maliyetini üstlenmek istemiyor. 

Emekçi sınıflar, özellikle sanayi, kara taşımacılığı işçileri, küresel ısınmanın ve kapitalizmin acı ve karmaşık gerçekleriyle yüzleşmek yerine, küresel ısınmayı reddeden, komplo terisi olarak niteleyen faşist hareketin, egemen kültür içinde anlamlandırması, anlaması kolay, en önemlisi iç rahatlatıcı iddialarının cazibesine kapılıyorlar. Bu ortamda ABD, Avrupa, Latin Amerika hatta Hindistan’da, aşırı sağcı faşist hareketlerin hızla yükselmesine tanık oluyoruz.

Kısacası tüm sorunların merkezinde, kapitalizmin ürünü, küresel ısınma var! Gelecek yazılarımda, yeni yıla girerken küresel ısınma, jeopolitik, Trump’ın kazanma olasılığının getirdiği tehlikeler, “süreç olarak faşizm”, gibi sorunlara teker teker ve daha yakından bakmaya çalışacağım.

(II)- COP28 kaytarması

Küresel ısınmanın yol açtığı iklim krizi tüm canlıların ve uygarlığın geleceğini tehdit eden en önemli gelişmedir. Bu gelişmeyi ve krizin derinleşmesini durduracak önlemleri tartışmak için Dubai’de 30 Kasım - 12 Aralık arasında 198 ülkenin, binlerce delegenin katılımıyla gerçekleşen COP28 zirvesi bir kaytarma operasyonu olarak tamamlandı. Anlaşılan 2024 yılında da dünya geri dönülmez noktaya doğru ısınacak, iklim krizi derinleşmeye devam edecektir. 

BUGÜNKÜ DURUM

Birleşmiş Milletler iklim panelinin ısrarla vurguladığı gibi bugünkü durumu koruyabilmek için bile küresel sıcaklık artışının Sanayi Devrimi düzeyine göre 1.5 derecenin altında kalması gerekiyor. Bunun için 2030 ya da en hiç olmazsa 2050 yılına kadar, yıllık karbon emisyon artışı “0” düzeyine inmeli. Üretimi ve tüketimi atmosfere CO2 ve çeşitli zehirli gazlar salan fosil yakıtlara aşamalı olarak son vermek, yoğun tarım ve hayvancılıktan kaynaklanan CO2 ve metan gazı emisyonlarını hızla azaltmaya başlamak gerekiyor.

1997’de benimsenen Kyoto Protokolü hedefleri konusunda COP28 zirvesine kadar, elle tutulabilir bir gelişme kaydedilemedi. Sonuç olarak bugün dünyada yaşam ve uygarlık, Grönland ve Batı Antarktika buz tabakasının çökmesi, “kalıcı don” alanların (permafrost) erimeye başlayarak, atmosfere, Co2’den 20 kez daha zararlı metan gazını salmaya başlaması, giderek ısınan okyanus sularındaki mercan resiflerinin ölmesi ve Kuzey Atlantik’te Golfstrim akımının çökmesi gibi bir seri yaşamsal kırılma noktasına doğru hızla ilerliyor. Dahası bu kırılma noktaları birçok açıdan birbirleriyle ilişkili. Bir noktada başlayan bir çöküşün ötekileri üzerinde domino etkisi yaratma riski var. Bu koşullarda, tarım ürünlerinin rekoltesinde, gıda krizlerin yol açacak sert düşüşlerin, kimi bölgelerde ekosistemin çökme, kitlesel göçlerin, toplumsal huzursuzluklar ve savaşların sıklaşma olasılığı da son derecede güçlü. Tekrar vurgularsak bu felaket senaryolarının gerçekleşmemesi için küresel sıcaklık artışının 1.5°C derecenin altında kalması gerekiyor. 

VE BİR PARADOKS

Bugünkü küresel ısınma eğilimi, sıcaklık artışının 2030 yılına kadar 2.5-3°C düzeyine ulaşma olasılığını gittikçe güçlendiriyor. COP28’deki, manzara ne yazık ki bu acil durumla uyumlu değildi. 

COP28 zirvesine BAE’nin ulusal petrol şirketi Adnoc’un başkanı Sultan el Caber başkanlık ediyordu. Caber’in başkan olması ABD, Avrupa ve G77 (gelişmekte olan ülkeler) tarafından memnuniyetle karşılanmıştı. Açış konuşmasını, dünyanın en büyük toprak sahiplerinden İngiltere Kralı Charles yaptı. Zirveye 97 bin delege katıldı, fosil yakıt şirketleri 2 BİN 500 delege ile temsil edildi. Çoğu özel uçaklarla gelen bu delegelerin toplam 200 bin tondan fazla, COP28 toplantısının da 2.4 milyon tona yakın CO2 emisyon ürettiği hesaplanıyor. Dahası gelen devlet başkanlarının çoğunun özel jet uçağı, makam arabası filoları var. Brunei sultanının 300’ü Ferrari olmak üzere 7 bin lüks otomobili varmış.

COP28 toplantısına giderken gazeteler el Caber’in “fosil yakıtların küresel ısınmaya yol açtığına ilişkin iddianın arkasında bilimsel kanıt yok” sözlerini, BAE’nin, COP28 zirvesini doğalgaz ve petrol tüketimini küresel çapta teşvik edilmesine yönelik lobi etkinlikleri için bir platform olarak kullanmaya hazırlandığını aktarıyorlardı. COP28 biterken Caber’in ve petrol lobilerinin, sonuç bildirgesinden “fosil yakıtlara dayalı enerji kullanımını sonlandırmak” ifadesini çıkartmak için büyük mücadele verdikleri, tartışmaların uzadığı sonunda, sonlandırmak yerine çok daha yumuşa bir ifade olarak “kademeli olarak uzaklaşmak” ifadesi kondu. Alınan kararların bir bağlayıcılığı olmadığını da ekleyelim!

Özetle, küresel ısınmayı engellemek için yapılan COP28 zirvesi fosil yakıt üreten şirketlerin, egemen sermayenin, büyük toprak sahiplerinin, küresel ısınmaya karşı alınacak önlemleri engellemeyi amaçlayan bir kampanya platformuna, kaytarma operasyonuna dönüşmüş oldu. Paradoks da işte buradaydı.

(III) - ‘Büyük belirsizlik’

Son yıllarda çok tartışılan, “kurala dayalı liberal dünya düzeninde bozulma” 2024 yılında güçlenerek devam edecek. 

SORUNLAR BİRİKİYOR

ABD liderliğinde şekillenmiş Batı merkezli “kurala dayalı liberal dünya düzeninde” sorunlar birikmeye devam ediyor: “Küresel ısınma” sorunu, son COP28 toplantısında bir çözüm üretilemeden yeni yıla devredildi. Ukrayna-Rusya savaşının, Gazze’de başlayan soykırımın, İsrail’de dünyayı ateşe vermeye hazır faşist yönetimin, İran’ın birçok noktada vekâlet savaşı sürdürme, Yemen’de Husilerin Kızıldeniz ve Basra Körfezi gibi iki stratejik geçiş noktasında operasyon düzenleme kapasitelerinin, Ermenistan-Azerbaycan anlaşmazlığının, Sudan’da iç savaşın, Batı Afrika’da birbirini izleyen Batı karşıtı askeri darbelerin yarattığı karmaşıklığın, Çin’in Tayvan üzerinde gittikçe artan baskısının ne yönde gelişeceği belirsiz. Bu ortamda, bu sorunların Avrupa Birliği’nin haziran parlamento seçimlerinden sonra, ABD dış politikasının kasım başkanlık seçimlerinin ertesinde alacakları biçimler de...

Geride bıraktığımız yıl içinde, artan sayıda Batılı analist, Batı merkezli “kurala dayalı liberal düzenin” artık geri döndürülemez biçimde dağılmaya başladığını kabul ediyordu. Bu dağılmanın ekonomik zeminini şimdilik bir kenara bırakarak, birikmiş sorunlar yumağına bir bütün olarak bakarsak, karşımıza hemen her noktada, artan bir sıklıkta Çin çıkıyor. 

ABD’nin, düzen kurucu hegemon olarak sorun çözme, mekân düzenleme gücü gerilerken açılan “boşluğu”, bir ekonomik diplomatik, teknolojik hatta askeri süper güç olarak yükselen Çin, yeni “vazgeçilmez ülke” olarak doldurmak için ABD ve Batı’nın geleneksel etki alanlarına girmeye başladı. 2024 yılında bu sürecin ABD açısından, yeni sorunlar getirerek hızlanacağını düşünüyorum. 

‘KÜRESEL GÜNEY’İN ÖNEMİ ARTACAK

“Küresel Güney” olarak tanımlanan, emperyalist dünya sistemi içinde, geleneksel “paylaşım alanları” olan ülkelerin, Çin’in yeni konumunu olumlu karşılamaları, Çin’i Batı karşısında bir “dengeleyici güç merkezi” olarak görmeleri, bu düşüncemi güçlendiriyor. Bu eğilim, 2023 yılında Fransız Devlet Başkanı Macron’“Küresel Güney’i kaybediyoruz” dedirtecek kadar belirginleşti: “Küresel Güney” ülkelerinin büyük çoğunluğu, Ukrayna savaşında Rusya karşıtı bir tutum almadılar, Batı Afrika’daki Batı karşıtı darbeleri hemen desteklediler, İsrail Gazze’yi bombalamaya başladığında, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinden farklı olarak “ateşkes” çağrısı yaptılar, BM oylamalarında gittikçe artan sıklıkta Çin ve Rusya ile davranmayı tercih ediyorlar. Bu eğilim de 2024 yılı boyunca güçlenir.

“Dünya düzenindeki bozulmayı” ve yeni bir “düzenin” kurulma olasılığını düşünürken “sabık” hegemon olarak ABD, 2023 yılında sık sık karşımıza bir belirsizlik kaynağı olarak çıktı. Belirsizlik öncelikle Trump’ın yeniden başkan seçilme olasılığıyla ilgili. ABD toplumunda kendisini adeta açıklanmamış bir “soğuk iç savaşın” tarafı olarak gören, hesap sormaktan, medyayı susturmaktan, “derin devleti” (güvenlik bürokrasisini) etkisizleştirmekten söz eden bir kesimin, Trump’la birlikte iktidara gelme olasılığı yüksek. Bu durum, ABD’nin özel olarak yukarda değindiğim “sıcak noktaların” hemen her birine yönelik politikalarında, genel olarak büyük güçler arası rekabet alanında, AB, Rusya, Çin ile ilişkilerinde bir “öngörülemezlik” yaratıyor.

Bu “büyük belirsizlik” içinde, 2024 yılına girerken öncelikle, üç grup sorunun yıl boyunca bizi meşgul edeceğini düşünüyorum: (1) Ukrayna savaşı biterken Avrupa ile Rusya arasındaki ilişikler/dengeler nasıl şekillenecek? Trump kazanırsa bu şekillenme/dengeler ne yönde etkilenecek? (2) Gazze savaşı nasıl bitecek? Sonrasında, ABD-İsrail ittifakında, İsrail ile Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilerde yeni şekillenmeler yaşanacak mı? (3) Çin süper güç olarak yükselirken, ABD merkezli düzen dağılırken, bir ABD-Çin savaşı olasılığı güçlenecek mi? Küresel çapta daha belirgin ve “Küresel Güney’i” de içeren, biri ABD merkezli diğeri Çin merkezli bir bloklaşma şekillenecek mi?

(IV)- Liberal demokrasinin son baharı

2024 yılında toplam 40 ülkede, genel seçimler, başkanlık seçimleri ve yerel seçimlerde, 4.2 milyar insan, tarihte ilk kez dünya nüfusunun yarısından fazlası, oy kullanacak. Ancak, liberal demokrasi, 2024’te de küresel çapta gerilemeye devam edecek. 

BİRKAÇ ÖRNEK...

Burada 40 ülkenin hepsine bakmak olanaksız ama nüfusu en kalabalık (milyon kişi olarak) sekiz ülkedeki durum bir fikir verebilir: Bangladeş (175), Brezilya (218), Hindistan, (1.400+), Endonezya (280), Meksika (129), Pakistan (245), Rusya (144), ABD (342) milyon. Bu ülkelerin toplam nüfusu yaklaşık 3.6 milyar. Ayrıca haziran ayında yapılacak AB parlamentosu seçimlerinde yaklaşık 250+ milyon seçmenin oy kullanması bekleniyor. 

Hindistan’da faşist Modi rejimi var, Pakistan’da rejim, iki büyük feodal aile ve ordu arasında debeleniyor. Şubat seçimlerinin olası sonuçlarının bu durumu iyileştirmesi beklenmiyor. Rusya’nın ise zaten liberal demokrasiyle bir ilgisi yok. Bangladeş’te genel seçimlerinin 7 Ocak’ta yapılması planlanıyor. Atlantik Konseyi’nden Ali Raiz’e göre “Ülke hızla otokrasiye kayıyor.” Mevcut Başbakan Şeyh Hasina, bir dördüncü dönem daha görevde kalmayı hedefliyor. Ülkedeki siyasi durum gergin ve şiddetli, birçok muhalefet lideri tutuklandı, ülke protestolarla sarsılıyor. Yabancı diplomatlara da seçim güvenliğine ilişkin konularda yorum yapmamaları tavsiye ediliyormuş.

Endonezya da siyasete hâlâ Suharto’nun otoriter yönetiminin 32 yılı boyunca servetlerini inşa eden bir avuç asker sivil seçkin egemen. Carnegie Endovement’ın yayımladığı bir analiz bu seçkinlerin kendi aralarında anlaşarak yönetmeye uygun ve yeni aktörlerin devreye girmesini de engelleyen bir sistem kurduklarını anlatıyordu. Agence France-Presse’in bir yorumuna göre halen iktidarda olan devlet başkanı, devletin dengeleme ve denetleme (özellikle yolsuzlukları) kurumlarını iyice yıpratmış. AFP, şimdi en güçlü adayın, adamın müttefiki ve otoriter eğilimli biri olduğunu aktarıyor.

Son örneğim Meksika’da nüfusun yüzde 10’u toplam servetin yüzde 80’ini elinde tutuyor; en alttaki yüzde 50’lik kısmın payı ise yüzde (-0.2) ile negatif. Bu grubun varlıklardan daha fazla borcu var. Chatham House’un yayımladığı bir araştırmada, “ülke otokrasi ile demokrasi arasında” seçim yapacak deniyordu. Ancak en güçlü aday Sheinbaum, şimdiki başkan Obrador’un müttefiki ve en fazla bir süreklilik vaat ediyor. Buna karşılık rakibi Galvez, Obrador’dan önceki yönetimleri andıran bir kampanya yürütüyor. İş çevreleri ikisini de destekliyor. Bu koşullarda da Chatham House’un araştırması, seçmenin yüzde 61’inin demokrasiyle ilgilenmediğini aktarıyor: Yüzde 33’ü otoriter bir lider istiyormuş, yüzde 28 kim olursa olsun fark etmez diyormuş.

ABD’de, liberal demokrasinin geleceğini, uluslararası etkilerini bir başka yazıda tartışacağım. Trump’ın artık Hitler ve Mussolini’nin konuşmalarından alınmış “Haşerat” (vermin), “Ulusun kanını kirletiyorlar” (polluting the nations blood) gibi rakiplerini insan kategorisinin dışına itmeyi (dehumanise) amaçlayan propaganda kalıplarını kullanmaya başladığını, hiç çekinmeden “Evet diktatör olmak istiyorum” dediğini, rakiplerini ezmekten, basını susturmaktan söz ettiğini, devleti ele geçirmek için daha şimdiden kadrolaşmaya başladığını görüyoruz. Haziranda yapılacak AB Parlamentosu seçimlerinde, faşist özellikler sergileyen partilerin, etkilerinin daha da artması bekleniyor.

Arjantin’de yeni seçilen Milei’nin hızla inşa etmeye başladığı rejim de liberal demokrasiyle, haklar ve özgürlükler arasındaki uçurumu sergilemesi açısından iyi bir örnek: Arjantin’in önde gelen gazetelerinden Pagina12’de Sebastián Cazón, şöyle aktarıyor. “Bir kararnameyle 300’den fazla kuralı değiştirdi ve işçilerin, sendikaların, yoksulların binlerce ekonomik demokratik hak ve özgürlüklerini tırpanladı”. Bir başka Arjantinli yorumcu, Juan Pablo Csipka da Milei’nin adını Pinochet ve Fujimori’nin yanına yazıyor. 

Liberal demokrasi hızla tükeniyor. Geleneksel sosyal demokrasi sosyal tabanını çoktan kaybetti. Faşizm ABD ve Avrupa’da, hatta küresel çapta güncel ve yakın bir tehlike. Yeni bir siyaset ve toplum projesini hızla geliştirmek gerekiyor.

(V)- Kültür savaşları daha da sertleşecek

ABD ve Avrupa’da, 2024’te “süreç olarak faşizm” hızlanırken “kültür savaşları” daha da sertleşecek. 

POSTMODERNİZM, NEOLİBERALİZMDEN SONRA...

Postmodernizm ve neoliberalizm, genel olarak toplumda özel olarak emekçilerde, 1970’lerde egemen olan “bilişsel harita”yı olduğu kadar krizdeki sermaye birikim rejiminin kurumlarını da yıktılar. Böylece, toplumda “kapitalist gerçekçilik” (“Başka bir dünya mümkün değildir” inancı) yerleşti. Bu iki akımı daha önce çok tartıştık; rasyonellik, ilerleme, evrensellik ve nesnellik gibi modernitenin varsayımlarını ve değerlerini sorguladıklarını, “tutarlı ve istikrarlı bir hakikat” fikrini reddettiklerini, toplumsal çıkarı değil bireyin çıkarını yücelttiklerini anımsamakla yetinelim. 

2000’lerde her iki düşünce akımı da gerilerken oluşan “zamanın ruhu” içinde, örneğin bilimkurgu alanına bakarsak ütopyanın yerini distopyanın alması, bugüne nostalji (var olanı kaybetme korkusu) uyandıran “dünyanın sonu” filmlerinin yaygınlaşması boşuna değildir. Madalyonun bir yüzünde, geleceği iptal edilmiş bir “bugün nostaljisi” varsa öbür yüzünde de yaşamı geleceğe doğru yönlendirecek ilkeleri üretemeyen tükenmiş bir toplumun “anlam krizi” var. Bunun izlerini de kültür endüstrisinin, özellikle finansal krizden bu yana ürettiklerinde görebiliriz. Bu bağlamda, amaçtan, anlamdan yoksun, topluca ama toplumsallaşamadan doymak bilmez bir tüketme arzusuyla dolaşan “zombi” ilginç bir örnek oluşturur. Dahası zombi simgesinin içinde, ölüm (Zombi canlı değildir), açlık (Sürekli açtır), salgın hastalık (Bulaşıcıdır), savaş (Hiç durmadan saldırır) kavramlarının hepsini bulabiliyoruz (John Vervaeke, Mastropietro Miscevic, 2017). Ve Batı (beyaz Hıristiyan) insanının, anlam “krizi içinde” bunları, savaş, pandemi, küresel ısınma tehlikeleriyle, “yaşam alanına girmesi önlenemeyen” göçmenlerle, yabancılarla ilişkilendirmekte olduğunu kolaylıkla görebiliriz.

ABD ve Avrupa’da genel olarak sol bu “anlam krizine”, bugüne kadar, geleceği yeniden düşünmeye olanak verecek programlarla, eylemlerle etkin, bir cevap üretemedi; “bugünden” daha geriye bakan bir nostalji ve melankolinin etkisinden kurtulamıyor olmasının da bir etken olduğunu düşünüyorum ama bu başka bir yazının konusu.

RÜZGÂR SAĞDAN ESİYOR

Yukarıda kısaca betimlemeye çalıştığım “bugüne nostalji”ye (var olanı kaybetme korkusu) ve zombi simgesinin içerdiği korkulara ABD ve Avrupa Birliği’nde, faşist eğilimli hareketler, küresel ısınmayı yadsıyarak, pandemi riskini azımsayarak, göçmen tehlikesini abartarak, savaş korkusunu milliyetçilik ve ırkçılıkla körükleyerek etkin biçimde cevap verebiliyorlar. 

ABD’de 2016’da Trump seçildikten sonra toplumsal kutuplaşma her yıl biraz daha derinleşti. Hıristiyan milliyetçiliği (Yalnızca Hıristiyan göçmen alırız), beyaz üstünlüğüne dayalı ırkçılık, tüm uzmanlara (eğitimlilere-bilime) yönelik nefret, Nazi motifleriyle “zenginleşen” bir söylem, açıkça sergilenen bir şiddet eğilimi giderek güçlendi. Tüm o korkular karşısında düşmanları ezecek, aykırı sesleri susturacak güçlü lider arzusu da... Kasım seçimlerine işte böyle gidiliyor ve sol hiç hazırlıklı değil.

Avrupa’da hemen her ülkede faşist eğilimli, ırkçı, Müslüman düşmanı hareketler, finansal krizden bu yana güçleniyorlar; 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde herkesi şaşırtan bir başarı kazanmışlardı. Bu yıl seçimlere çok daha güçlenmiş olarak birbirleriyle eşgüdüm içinde giriyorlar. Göçmenler, merkez partilerin beceriksizliği, “bencil seçkinler” gibi yerleşik nefret nesnelerine, bir yenisi eklendi: Avrupa’da ama özellikle Almanya’da faşist hareketler, muhafazakâr partiler, Gazze’de Filistin halkının, İsrail’in saldırısı altında yaşadığı felaketi ve haksızlığı dile getirenleri, esas olarak sol hareketleri, sol eğilimli Yahudileri, antisemitizm ile suçlayarak susturmaya çalışıyorlar.

Özetle, “süreç olarak faşizm” (Türkiye’de olduğu gibi) kültür savaşları üzerinden ilerliyor. Bu ilerleyiş karşısında sol, bir önceki dönemin (1917-1989) anılarının yükü altında (bazen nostalji, bazen melankoli, bazen de kimlik korkusuyla) kültür savaşlarına uygun politikaları, çalışma tarzını geliştirmekte çok zorlanıyor.

                                                     /././

Bildiride kavga, Amerikancılıkta ittifak (Mehmet Ali Güller)

Hükümetin görevi terörle mücadele etmektir, teröre karşı “kınama bildirileri” yayımlamak değil! Hükümeti oluşturan partinin görevi de hükümetin terörle daha iyi mücadele edebilmesini sağlayacak yasaları çıkarmaya öncülük etmektir.

AKP ise genelde bunlar yerine önceliği, siyasi partileri arkasına dizmeye ve bunun için TBMM’de “ortak kınama” bildirisi yayımlamaya veriyor. Oysa TBMM bir sivil toplum kuruluşu değildir, işlevi STK’lerin yapacağı bir “kınama bildirisi” yayımlamaktan fazla olmalıdır.

İÇİNDE TERÖRÜN SPONSORU OLMAYAN BİLDİRİLER

Yine böyle oldu. Bildiri öncülüğünün bu kez İYİP’ten gelmesi ise büyük olaslıkla İYİP’in Millet İttifakı’ndan ayrılması ve Cumhur İttifakı’ndan davet almasıyla ilgili... Sonuçta AKP, MHP, İYİP ve SP ortak bir “terörü kınama bildirisi” imzaladı ve imzalamayan CHP’yi “terör destekçisi” ilan ederek yine terörü ve şehitleri dar siyasete alet etmiş oldu.

İmzalanan bildiri ise bomboş. Sıradan bir dernek bile çok daha dolu bir metin yazardı. Bildiride terörün ana sponsoru olan ABD’ye tek bir laf yok!

Oysa çok açık ki PKK terörü ABD desteği olmasa bu kadar uzun sürmez ve etkili olmazdı. ABD’nin PKK’nin Suriye kolu PYD’yi bölgedeki kuvveti ilan ettiği, bunun gereği olarak eğittiği ve silahlandırdığı şartlarda, ABD’yi kınamadan terörü kınamak, en hafifinden apolitik bir tutumdur. (Ki kınamadan öte ABD’ye tutum almak gerekir)

CHP’nin ayrı olarak yayımladığı “kınama bildirisi” de dört partinin ortak bildirisinden biraz daha dolu olmasına rağmen, o da terörün sponsoruna tek laf etmemiştir!

Sonuç olarak ABD’yi hedef almayan her iki bildiri de içeriksiz, laf kalabalığı yapan, işlevsiz ve sonuca etkisizdir; bu özellikleriyle de bir örtüdür.

BİLDİRİ NEYİN ÖRTÜSÜ?

Neyin örtüsü olduğunun yanıtını ise önceki gece İsveç’in NATO üyeliğinin TBMM Dışişleri Komisyonu’nda oylanması gösterdi. AKP, CHP ve MHP’nin oylarıyla İsveç’in NATO üyeliğinin onaylanmasıyla, günlerdir süren bildiri tartışmasının ne kadar anlamsız olduğu bir kez daha görülmüş oldu.

Terörü kınamakta bildiri kavgası yapan AKP-MHP ikilisi ile CHP, ABD’nin NATO’yu genişletme projesini onaylayarak aynı cephede buluştular. Ki aslında üzerinde kavga ettikleri bildirilerde de ABD’nin terördeki rolüne değinmeyerek aynı cephede buluşmuşlardı.

İYİP ve SP’nin ise İsveç’in NATO üyeliğine karşı oy vermesi, daha sonra yapılacak TBMM Genel Kurulu’ndaki oylama açısından en azından umut vericidir. Terörün ana sponsoru olan ABD’nin NATO’yu genişletme stratejine hayır diyebilmek, dünyanın ilk antiemperyalist kurtuluş savaşının siyasi karargâhı olmuş TBMM için bir onur meselesidir.

TBMM PAZARLIK ARACINA DÖNÜŞTÜRÜLDÜ

Bildiri tartışmasının ve siyasette bolca vatan hainliği suçlaması yapılmasının hemen ardından İsveç’in NATO üyeliğinin TBMM Dışişleri Komisyonu’na getirilmesi ise iki kere ayıptır.

Çünkü iktidar açısından milletvekilleri, AKP’nin dış politika pazarlığında kullanacağı oylara/ellere indirgenmiştir.

İsveç’in NATO üyeliğinin TBMM’de onaylanması, AKP’nin ABD’yle pazarlıklarının bir parçasıdır. Öyle ki bizzat Erdoğan bunu açıklamış, ABD Başkanı Biden’ın kendisine “onayla İsveç’i, al F-16’yı” dediğini söylemişti!

Yine Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da NATO toplantısı sırasında görüştüğü ABD ve İsveç dışişleri bakanlarına, -TBMM’nin iradesini gasp ederek- “İsveç’in NATO üyeliğinin birkaç hafta içinde TBMM’de onaylanacağının” sözünü vermişti; her iki bakan da bunu kendi kamuoylarına duyurmuştu.

Sonuç olarak egemen siyaset, hangi konuda kavga ederse etsin, NATO’culukta ve NATO’nun patronu ABD’nin taleplerini yerine getirmekte sımsıkı uzlaşmaktadır!

(Cumhuriyet)

 


İznik Gölü yakınına kâğıt fabrikası izni + Velibaba Ormanı'nın bitişiğine konut onayı + Çekmeköy'de arazi anlaşmazlığı: Hazine'den 40 dönüm yerine 113 dönüm aldılar (Cumhuriyet)

 İznik Gölü yakınına kâğıt fabrikası izni (Şeyda Öztürk)

Varaka Kâğıt Sanayi tarafından Bursa’nın Orhangazi Örnekköy Mahallesi’ndeki 252 bin 572 metrekarelik alanda yapılmak istenen kâğıt fabrikası için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından “Çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) gerekli değildir” kararı verildi.

Yılda 56 bin ton oluklu mukavva ve 40 bin ton da karton kutu üretiminin yapılacağı fabrikanın yapılacağı alan hem “İznik Gölü Ulusal Öneme Haiz Sulak Alanı” hem de korunması gereken “Kontrollü Kullanım Bölgesi” olarak kayıtlı. Projenin ÇED raporunda alanın İznik Gölü’ne 630 metre mesafede olduğu belirtiliyor. Ancak bölgeye giden yaşam savunucuları alanın göle 300-350 metre uzaklıkta olduğunu dile getirdi. Öte yandan proje sahasına yakın bölgelerde de kanunlarla koruma altında olan zeytinlikler yer alıyor.

DAVAYA HAZIRLANIYORLAR

Bursa Su Kolektifi tarafından yapılan açıklamada, “İznik Gölü’nün seviyesi küresel iklim değişikliğine de bağlı olarak azalmış durumda. Bu ovadaki fabrikalar suyunu İznik Gölü’nden çekiyor. Gölün kapasitesi artık doldu. Kâğıt fabrikasının da suyu nereden alacağına dair ÇED raporunda bir açıklama yok. Verilen ‘ÇED gerekli değildir’ kararına karşı dava dilekçemizi hazırlamaya başladık” dendi. Ayrıca alanın birinci sınıf tarım arazisi olduğu da söylendi.

 Velibaba Ormanı'nın bitişiğine konut onayı (Şeyda Öztürk)

İstanbul Sancaktepe’deki Aydos Ormanı’nda “millet bahçesi” adı altında yapılaşma çalışmaları devam ederken ormanın bileşenlerinden Velibaba Ormanı’nın hemen yanında da konut çalışması başladı.

Ticaret Sicil Gazetesi’nde yer alan bilgiye göre, Pendik Sanayi ve İş Adamları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Recep Yeşilyurt ve AKP’ye yakınlığıyla dikkat çeken Pendik Fatih Mahalle Muhtarı İsmail Yeşilyurt’un şirketi Çavuşoğlu Yemenler Yapı alanda Aydos Yeşilçam Evleri için adım attı.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na başvuruda bulunan şirket ormana bitişik alanda yapılacak olan proje için 725 milyon 237 bin TL değer biçildi. 22 bin 400 metrekarelik alanda yapılacak olan proje kapsamında bölgeye yedi katlı 13 blok inşa edilecek. 2026’da bitmesi planlanan projede 368 konut ve 26 dükkân yer alacak. Ayrıca yüzme havuzu, yürüyüş alanı ve otopark da inşa edilecek.

Yaşam savunucuları ise bir taraftan millet bahçesi yapımı sırasında katledilen Aydos Ormanı’nın hemen yanı başında bu projenin gerçekleştirilmesine karşı çıkıyor. 

Çekmeköy'de arazi anlaşmazlığı: Hazine'den 40 dönüm yerine 113 dönüm aldılar (Rıfat Kırcı)

İstanbul’un giderek gözde ilçelerinden olan Çekmeköy’de halk ile arazide hak iddia eden kişiler karşı karşıya geldi.

Çekmeköy Merkez Mahallesi’nde Hazine’ye ait arazilerde hak iddia eden 12 kişi dava açtı. Osmanlı döneminden kalma kayıt olduğunu ve arazinin dedelerine ait olduğunu iddia eden bu kişiler Hazine’ye bağlı 132 dönüm araziden 40 dönüm hak talep etti. Dava 2009’da sonuçlandı ve bu kişilere 25 dönüm arazi verildi. Bu kişiler 2013 yılında kalan arazi için dava açtı. Çekmeköy’de söz konusu araziler üzerinde evleri bulunan halk da davaya müdahil oldu. Bu yargılama sonunda Haziran 2022’de, Hazine’ye ait orman alanı olarak geçen bölümden de dahil olmak üzere 88 dönüm arazinin bu kişilere verilmesi kararı çıktı. Böylece bu kişilere daha önce aldıkları 25 dönüm araziyle birlikte toplamda 113 dönüm arazi verildi. Ancak Çekmeköy halkı son davaya itiraz etti. Karar istinaf mahkemesine gitti.

ÇEVREDEKİ YURTTAŞLAR TEPKİLİ

Çekmeköy halkı ise “Biz 40 yıldır buradayız. Bu insanlardan haberimiz bile olmadı. Bizim evlerimize elektrik, su, internet geldi. Nasıl olur da arazilerimiz Osmanlı döneminden kalma kayıt gösteren bu insanlara verilir?” şeklinde tepki gösterdi.

(Cumhuriyet)




Türkiye'de nasıl zengin olunur: Mağaradan saraya SANKO'nun köşeyi dönme öyküsü - ÇAĞAN CAN / soL-Özel

 

Gaziantep'in işgalden kurtuluşunun 102'nci yılında kent, bu defa sermayenin işgali altında. Amiral gemisi: SANKO. Öykü tanıdık: Özal, AKP, Gülenciler, yetmez ama evet'çiler, ve ölüp giden işçiler...

Şehreküstü, Gaziantep’in ilk dokuma atölyelerinin kurulduğu yerleşim yeri. Şehreküstü'nde çok sayıda tarihi kalıntılar ve mağara var. Mekan, çoğu dokuma atölyesinin bu mağaralarda kurulmasıyla biliniyor. 

Bugün kent merkezine uzak, evsiz ve göçmenlerin sık sık sokaklarını arşınladığı “kenar” mahallerden biri Şehreküstü.

Fakat bu yoksul mekanı, bir "zenginleşme" öyküsünün de çıkış noktası.

Şimdilerde Gaziantep’in adeta sahibi olan SANKO Holding’in (Sani Konukoğlu ‘nun ad ve soyadının kısaltması holdinge isim olmuş) kurulduğu yer Şehreküstü. Abdulkadir Konukoğlu, holdinglerinin temelinin bu yoksul semtte atıldığını neredeyse tüm mülakatlarında anlatır.

Abdulkadir Konukoğlu’nun büyük dedesinin 1904 yılında yedi dokuma tezgâhı ile başlayıp, 1935 yılında sektörde lider konuma gelmesiyle bilinen SANKO'nun 1977 yılında ciddi bir büyümeyle kendisini dünya piyasasında adından söz ettiren bir holding olmasını tüm kaynaklarda okuyabiliyoruz.

O dönemin hemen tüm şirketleri gibi, SANKO da ilk ciddi atılımını Turgut Özal'lı yıllarda yaptı. Holding, bugün tam 14 sektörde faaliyet gösteriyor. Kısa zamanda devleşen bu holdingin “zenginliği” hep merak konusu olageldi.

Kendilerine sorulursa, pek "gizem" yoktu. Haber7'de 2010 yılında Konukoğlu'yla yapılan bir söyleşide Turgut Özal'la birlikte “köşeyi döndüğünü” itiraf eden Konukoğlu, "zenginlikte herhangi bir sınır yoktur" diyerek Türkiye’de 500 bin doları olan herkesin köşeyi dönebileceğini söylüyordu.

SANKO patronunun bu söyleşide değinmediği nokta, özelleştirmeler yardımıyla nasıl köşeyi döndüğüydü. Yıllık 700 bin ton klinker üretim ve 1 milyon 600 bin ton çimento öğütme kapasitesi bulunan Adıyaman çimento fabrikasının özelleştirilmesiyle SANKO Holding'in yükselmesinin aynı dönemece denk gelmesi bir tesadüf değil elbette.

'500 bin dolar' + Peşkeş çekilen devlet malı + İsrail'le ticaret= Köşe dönmece

Konukoğlu'nun "herkesin köşe dönebilmesi" için gerek şart olarak dile getirdiği 500 bin doların yanında yalnızca devlet malını yok pahasına satan bir siyasi irade değil, bir de yurtdışıyla kurulan ticari ağların eklenmesi gerekir.

SANKO, 90’lı yıllarda ÇİMKO'yu özelleştirmelerle birlikte bünyesine katarak zenginleşir. Gri çimento ihracatında ABD’den sonra en çok ihracat yapılan ülke İsrail'dir.

Elbette, SANKO bugünlerde "Filistin'e destek" mesajları paylaşmaktan geri durmamaktadır.

Abdulkadir Konukoğlu Ekonomim'den Vahap Munyar'a 26 Temmuz 2023'te verdiği mülakatta, yazarın zenginliğinin kaynağını sorması üzerine "500 bin doları olan herkes köşeyi döner" formülasyonunu zamanın ruhuna uygun olarak güncelleyecek, “Hayır, hasenat yaparsan, zekâtını verirsen, kazandığını paylaşırsan Allah bire karşılık 40 veriyor” diye cevap verecekti.

Konukoğlu aynı röportajda “İnşaata hobi gibi girdik, Allah ‘yürü ya kulum’ dedi” diyerek zenginleşmenin gerçekleşmesindeki püf noktasını açıklar. Hobi olarak inşaat sektörüne girmemiş bulunan ve Allahın “yürü ya kulum” demediği milyonların açlıkla boğuşup yiyecek ekmek bulamadığı günümüzde Sanko Pazarlama (SANKO) 2023 birinci çeyrek bilançosunda net kârını 19,4 milyon TL olarak duyurdu. 2023 ikinci çeyrek bilançosu net kârınıysa 68,9 milyon TL açıklayarak Türkiye’nin 500 büyük sanayi kuruluşu listesinde yerini alıverdi. 

Sanko Hastanesi'nde patlama

Bunca büyüyen SANKO, AKP döneminde özel sektörün en kârlı alanları haline gelen eğitim ve sağlık işlerine girmekten de geri durmadı.

19 Aralık 2020 tarihinde kimi basın yayın organları ve siyasilerin “Gaziantep’te özel bir hastanede” diye duyurduğu bir patlama yaşanmıştı. Haberlerde ısrarla hastanenin adı geçirilmiyordu.

Hastanenin sahipleri o kadar müstesna kişilerdi ki, isimlerini paylaşmak bile “özel” bir durum sayılmaktaydı. Patlamanın yaşandığı hastane, Sanko Üniversitesi Hastanesi’ydi.

Hastanede sabaha karşı “yüksek akış nazal oksijen terapi” cihazı kaynaklı çıkan patlama ve yangında 20 kişilik Covid-19 yoğun bakım servisinde tedavisine devam edilen 19 yurttaşımızdan 7’si yangın ve patlamanın etkisiyle olay yerinde, 1 yurttaşımız hasta sevki sırasında, 4 yurttaşımızsa patlama sonrasında sevk edildikleri hastanelerde yaşamını yitirdi.

Sanko Üniversitesi Hastanesi ve devlet yetkilileri tarafından yapılan açıklamada, yangını kontrol altına almak ve serviste yatan hastaların tahliyesi için çaba sarf eden doktor, sağlık personeli ve güvenlik görevlilerinden 51 emekçinin yangından etkilendiği ifade edilmişti.

Sonuçta SANKO'dan kimse hapse girmedi. Ama SANKO'nun "Allah bize yürü ya kulum dedi" diye tarif ettiği yoluna taş koyanlara hapis yolu gözüktü.

JES'e direnen emekçilere hapis

Bu vahim olayın işleri sekteye uğratmaması bir yana Allah "yürü ya kulum" demeye devam ediyor olacaktı ki SANKO yukarıda sıraladığımız sektörel bazda ilerlemesine 2019 yılında pandemiyle birlikte yaşanan krize rağmen Jeotermal Elektrik Santralleri'ni (JES) de ekledi. 

Holding burada da arama motorlarından henüz sildiremediği bazı pürüzlerle karşılaştı. Manisa’nın Salihli ilçesi Hacıbektaşlı köyünde SANKO Holding tarafından yapılmak istenen jeotermal enerji santraline (JES) karşı köylüler direnişe geçti. SANKO “hayır ve hasenat”ı bir kenara bıraktı, köylülere dava açtı. 2019 yılından bu yana açılan davalarda  33 kadar köylüye, siyasi parti temsilcisi ve üyelerine karşı “toplanma ve gösteri yürüyüşüne muhalefet” ve “kamu görevlilerine direnme” suçlarından açılan davanın karar duruşmasında 8’er ve 20’şer ay hapis ve para cezaları verildi.

Ekonominin gelişmesi için 'yetmez ama evet'

Özal'dan AKP'ye uzanan süreçte bunca palazlanmış bir holdingin patronunun siyasi bağlantıları da elbette merak uyandırıyor. Konukoğlu, sık sık "açık siyaset" yapmıyor, pozisyonunu herkesin önünde deklare etmiyor. Yazımızın devamında göstereceğimiz üzere, işin siyaset kısmını Fatma Şahin gibi başkaları üzerinden idare etmeyi tercih ediyor.

Fakat gerektiğinde, Abdülkadir Konukoğlu da ismini "gurur tablosu"na işlemekten geri durmuyor. Gurur tablosu, 2010 Anayasa referandumunda "yetmez ama evet" olarak bilinen imzacılar listesi. Konukoğlu, alfabetik sıraya göre dördüncü isim olarak bildiriyi imzalıyor. Gerekçesi, zenginleşme öyküsünün de özeti: “Ekonominin gelişmesi için referandumda evet diyeceğim.”

İşin olmazsa olmazı: 'FETÖ' soruşturması

Konukoğlu'nun arama motorlarından sildiremediği bir diğer başlıksa 2021'de hakkında açılan "FETÖ" soruşturması.

Kimileri, geç bile kalınmış diyebilir. Zira maaş hesabı Bank Asya'da olanların dahi yakalandığı beş yılın ardından, Bank Asya'nın ortaklarından olan Konukoğlu'na yeni sıra gelmişti.

T24 yazarı Tolga Şardan, 16 Temmuz 2021 yılında Sanko Holding Yönetim Kurulu Başkanı Abdülkadir Konukoğlu hakkındaki soruşturmanın akıbetiyle ilgili bir yazı yazdı. Yazısında Erdoğan'a yakınlığıyla bilinen Abdülkadir Konukoğlu hakkındaki soruşturmanın detaylarına yer veren Şardan özetle şunları kaleme aldı:

Bildiğim kadarıyla bu konuda çok önceden İstanbul'da başlatılan bir adli soruşturma vardı. Bank Asya'nın yapısına yönelik başlatılan soruşturmalara karşın ortaklarına yönelik devam eden soruşturma nedense bir türlü sonuçlanamadı henüz.

(...)Gaziantep Cumhuriyet Başsavcılığı, geçen ekimde kentin önemli iş insanlarından Abdulkadir Konukoğlu'nun hakkında 'FETÖ üyesi olmaktan' soruşturma başlattı.

Hatta savcılık bu soruşturma kapsamında emniyete talimat yazısı gönderdi. Talimat yazısında Konukoğlu hakkında yürütülen soruşturmaya esas olmak üzere yapılması gereken işlemlere yer verildi.

Bunların içinde en dikkat çekeni, 'FETÖ / PDY silahlı terör örgütü ile iltisak ve bağlantılarının geniş çaplı araştırılması' talimatıydı.

Savcılık, verdiği talimatta istenilen işlemlerin 'ivedilikle' yani acil olarak gönderilmesini vurguladı.

Sonra ne oldu?

Soruşturmanın başlatıldığının ortaya çıkmasıyla birlikte Gaziantep karıştı.

Sadece Gaziantep'in değil, ülkenin en ünlü sanayicilerinden birisine yönelik başlatılan FETÖ soruşturmasının sesi Ankara'ya kadar ulaştı.

Bu arada Konukoğlu ve firmalarına ait para hareketlerinin incelenmesi için MASAK'ın devreye girmesi gerekiyordu.

İşin büyüyeceğinin anlaşılması üzerine Gaziantep Cumhuriyet Başsavcılığı kıvrak bir girişimle yetkisizlik kararı verip dosyayı İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na yolladı.

Gerekçe, Bank Asya soruşturmasının İstanbul'da olması.

İşte top İstanbul'da. Epeydir devam eden Bank Asya'nın ortaklarına yönelik terörün finansmanıyla mücadele çerçevesinde Konukoğlu ve diğer Bank Asya ortakları hakkında neler yapılacak? Kamuoyu bu konuyu da bekliyor."

Zenginliğin bir diğer kaynağı: Göçmen sömürüsü

Sürekli olarak zenginliğin kaynağı merak edilen SANKO'nun patronu Abdulkadir Konukoğlu, AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki'nin Suriyeli göçmen işçiler için "Şimdi bazı şehirlerde sanayiyi onlar ayakta tutuyorlar. Gaziantep sanayisine gidin yüz binlerce Suriyeli en ağır ve en zor işlerde çalışıyorlar” sözlerini şöyle değerlendirir:

"Suriyelilere dayalı olarak Antep Antep olmadı ki. Tabii ki Antep’te bir Suriyeli işgücü var. Ama şu bir gerçek ki Suriyeliler olmasa, bu sefer doğudan göç gelirdi. Değişen bir şey olmazdı."

Konukoğlu göçmenlerin sırtından para kazanmadıklarını ima etse de rakamlar öyle demiyor.

2011 yılında başlayan göç dalgasının en önemli uğraklarından biri olan Gaziantep’teki Suriyeli göçmenlerin şehrin önemli bir işgücü potansiyelini barındırdığı bir gerçek.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Türkiye Ofisi tarafından Şubat 2020’de yayımlanan "Türk İşgücü Piyasasında Suriyeli Mülteciler" araştırmasına göre, Türkiye'de yaklaşık 950 bin Suriyeli çalışıyor. Ancak çalışan Suriyeliler arasında kayıt dışı çalışanların oranı yüzde 91,6 gibi çok yüksek bir seviyede bulunuyor. ILO araştırmasına göre, Suriyelilerin en çok istihdam edildiği sektörler ise ticaret, inşaat ve imalat olarak sıralanıyor. Bununla birlikte her 3 Suriyeli işçiden 1'i tekstil, giyim, deri ve ayakkabı sektörlerinde çalışıyor. ILO araştırmasına göre, Türkiye'de ortalama haftalık çalışma süresi 48 saat iken, Suriyeli çalışanların yüzde 53,7'si haftada 50 saatten fazla, yüzde 34,7'si ise haftada 60 saat veya daha fazla çalışıyor. Suriyeli emekçilerin barınma yerinin İstanbul’dan sonra Gaziantep olması SANKO gibi önemli holdingler için bulunmaz bir nimet olmuştur.

Sanko Park'ta iş cinayeti

SANKO'nun adını taşıyan ve 100. Yıl Parkı'nda 140 bin metrekare inşaat alanı içine yerleştirilen bir de AVM de bulunmakta. Bu AVM'de "Yeni yaşam alanı" sloganıyla 2013 yılında bir işçi yılbaşı süslemesi yaparken düşerek hayatını kaybetmiş, haber alelacele tüm kaynaklardan silinmişti. 

Bir aydınlatma firmasında çalışan 55 yaşındaki İsmail Aksoy, yılbaşı süslemeleri için dört katlı alışveriş merkezinin çatısına halat kullanmaksızın çıkmıştı. Bastığı kartonpiyer zeminin kırılması sonucu 4'üncü kattan aşağı düştü.

Fatma Şahin'in referansı olarak Sanko

AKP için Fatma Şahin yıllarca önemli bir isim oldu, bakanlık yaptı. İki dönemdir ise Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapmakta... Fatma Şahin'in AKP'den siyasete girmesinde en önemli unsur, SANKO Holding ve Abdülkadir Konukoğlu'nun "referansı"...

Bir nevi "büyük sermaye kontenjanı" demek de mümkün buna. Zira Fatma Şahin uzun yıllar SANKO Holding'de yöneticilik yapmış ve Konukoğlu Ailesi'ne "manevi kızları" kadar yakın olmuş bir isim...

Ancak Abdülkadir Konukoğlu'nun Bank Asya'nın yüzde 2,5 hissesine sahip olması, SANKO'nun tepe yöneticilerinden Ali Rızanur Meral'in "FETÖ"nün iş dünyası yapılanması olan TUSKON'un başındaki isim olması, bir de üstüne 2014 yılında TUSKON'da yaptığı meşhur konuşmada AKP'yi "kimin inine girildiğini göreceksin" diye tehdit etmesi nedeniyle SANKO Holding ile AKP arasında soğuk rüzgarlar esti.

Bugün Abdülkadir Konukoğlu kendi elleriyle kurup bir dev haline getirdiği SANKO Holding'in başında "aktif şekilde" yok. Sembolik olarak "onursal Başkan" pozisyonunda. Varın rüzgarın şiddetini siz hesap edin artık... SANKO Holding'in başında bugün Abdülkadir Konukoğlu'nun kardeşi Zeki Konukoğlu bulunuyor. Zeki Konukoğlu'nun oğlu ve SANKO Yönetim Kurulu Üyesi Turgut Konukoğlu'nu ise TURMEPA'da görüyoruz...

Fatma Şahin'in kıyaklarının adresi olarak Sanko

Şehrin büyükşehir belediye başkanı Fatma Şahin'in SANKO Holding’de 18 yıl boyunca İşletme Mühendisi ve İşletme Müdürü olarak çalışması, 2001 yılında AKP'nin Gaziantep’te kurucu meclisinde yer aldıktan sonra 2014'te Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı olmasıyla birlikte SANKO'nun bir nevi siyasi yönetimi de devraldığını göstermekte. Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin’in, bir dönem kendisinin de çalıştığı SANKO Holding'in iştiraki ÇİMKO’ya 14 milyon lirayı bulan çimento ihaleleri verdiğinin ortaya çıkması şehrin hafızasında hâlâ çok taze. 

Cumhuriyet gazetesinde yer alan habere göre, GASKİ'nin 2018, 2020 ve 2021 yıllarında yaptığı ayrı ayrı üç ihaleyi de ÇİMKO Çimento ve Beton Sanayi Ticaret Anonim Şirketi kazandı. 

2018 yılında yapılan “dökme çimento” alımı ihalesini kazanan söz konusu şirketle belediye arasında üç milyon lira üzerinden sözleşme imzalandı.

İştirak şirketin 12 Mart 2020 tarihinde yaptığı “çimento alımı” işi ihalesindeyse şirketle 3 milyon 537 bin 500 lira üzerinden anlaşıldı. İhalenin istisna usulüyle yapılması ve ihaleye tek teklifi veren şirketin söz konusu şirket olması dikkat çekti" denildi.

Haberde ayrıca, "GASKİ Enerji’nin 14 Nisan 2021 yılında yaptığı 'dökme çimento ve torbalı çimento alım işi' ihalesi için ise 7 milyon 518 bin 750 lira üzerinden sözleşme imzaladı. Bu ihale de istisna usulüyle yapıldı ve tek geçerli teklifi aynı şirket verdi. 21 Nisan 2021’de başlayan iş 21 Nisan 2022’de sona erecek" ifadeleri de yer aldı.

Konukoğlu'nun beyaz köşkü

Gelelim günümüze. Zenginliğin kaynağını son olarak “hayır hasenat”a bağlamıştı Konukoğlu, en büyük “hayır hasenat” cami yaptırmak olacak ki, ve kentte toplamda 16 cami yapmak yetmemiş olacak ki, Gaziantep’in düşman işgalinden kurtuluşunun 100’üncü yılı dolayısıyla düzenlenen etkinliklere katılmak üzere Gaziantep’e gelen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile SANKO Holding Onursal Başkanı Abdulkadir Konukoğlu’nun törende yaptığı ilginç konuşmada ”Ülkemizin En Büyük İbadethanesi; Sanko Cami olacak ve en yüksek kubbeli cami Gaziantep’te yapılacak“ müjdesini verdi, "Bugüne kadar 16 cami yapan SANKO ve temeli atılan SANKO Camisi ile 20’nci camiyi kazandırmanın mutluluğunu yaşadıklarını" söyledi.

Bugün adı Şehirgösteren diye geçen Gaziantepli çok zenginlerin yaşadığı semtte Türkiye’nin en büyük kubbeli camisi şimdilik yok, onun yerine Beştepe'deki saraya çok benzer SANKO Holding'in yeni yönetim binası ve Konukoğlu’nun çok gösterişli “evi” var. En zengin yüzde 1’in Türkiye’deki milli gelirin yüzde 23,4'ünü aldığının açıklandığı bugünlerde bu “ev”in kaynağının “hayır hasenat” olduğuna inanmak zor. Bugün SANKO'nun kendi resmi internet sitelerinde bile fotoğrafı bulunmayan, bu “gizli yapının" fotoğrafı, inşaatı yapan Poligon İnşaat adlı firmanın internet sitesinde bulunuyor.

Şehreküstü semtinde bir mağaradaki tekstil atölyesinden, Şehirgösteren'deki içinde hayvanat bahçesinin bile olduğu söylenen eve giden zenginliğin sebebi belli. Rüzgar nereden eserse dümeni oraya kırmak. Dönemin işçileri nezdinde “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı” namlı Turgut Özallı yıllarda zenginliğin pervasızlığını dışavurmak, Erdoğanlı yıllarda ise gericilik rüzgarına yelken açmak.

ÇAĞAN CAN / soL-Özel