Şimdi liberaller düşünsün (Aydemir Güler)
Asıl kötü haber de şu ki, sosyalist iktidar perspektifi solu mesafe ayarı tuzağından çıkartır, ama her zaman başka ana akımların makyajcısı olan liberalizmin böyle bir şansı yoktur.
Köşe yazılarından dizi yapmak okur-dostu bir iş değil. Hele günümüzde, her gün göz attığımız çok sayıda materyali ek okumalara gerek kalmaksızın anlamak, yargımızı oluşturmak istiyoruz. Haklıyız… Ama bir devam yazısı yazmaktan uzak durayım diye geçen haftaya gönderme yapmadan da edemeyeceğim.
Geçen hafta bu köşede kabaca şunu anlatmaya çalıştım: Türkiye solunun Kemalizm’le tarihsel sınavında, sorun çoğu zaman bir “mesafe tayini” olarak yaşanmıştır: Ne kadar, ne zaman, hangi koşullarda yakın veya uzak olunacak?
Bu sorunun içine yerleştirildiği bir siyasi iktidar mücadelesi bağlamının oluşturulabildiğini ise göremeyiz. Mustafa Suphi ve yoldaşları kısa ve sonu yalnızca trajik bir katliamla değil ağır bir yenilgiyle gelen bir deneme yaptılar. Behice Boran ve yoldaşları sosyalist devrim teziyle güçlü bir teorik zemin oluştururken bunu pratikte güçlü bir mücadeleye evriltemediler. Bunların dışında sol nice kahramanca ve kararlı direnişe, nice ısrarlı ve becerikli örgütlenme hamlesine imza attı. Binlerce insanın yaşamını feda edecek ölçüde devrime bağlanması da, 1970’lerde işçi sınıfının politik partisiyle ileri bağlar kurması da asla hafife alınamaz. Ancak büyük emekler ve bedeller, sosyalist iktidar hedefine değil demokrasinin genişletilmesine ve kurtarılmasına bağlanınca buruk bir yerde kaldık. Geçen hafta dedim ya; sol bizim ülkemizde devrimi düşlemeden güçlenemezdi, güçlenemez!
Cumhuriyet devriminin kazanımları uzun süre Türkiye kapitalizminin içinde kötürümleştirilerek bir yerlerde tutuldu. Bu koşullarda sol mesafe ayarını yapmakta zorlanmış, kısırlığı aşamamıştır. Solun liberal kolu ise Kemalizm ve Cumhuriyet alerjisi köprüsünden karşıdevrimle yan yana geldi. Öyle ki, Abdullah Öcalan’ın, çözüm sürecinin düşünsel altyapısına eklediği, Kemalizm’i olumlayan yapıtaşlarından samimi olarak kimse etkilenmedi. Liberaller bile o açılımları pragmatik ve reel politik bulmuş, teorik konumlanışlarında Cumhuriyet-karşıtlığını sürdürmüşlerdir. Zira burjuva modernitesinin yine burjuva ama demokratik bir alternatifi olamazdı. Sosyalizmi hedeflemeyenler, en azından tarihin bir dönemecinden itibaren modernleşmeye, burjuva devrimciliğine, cumhuriyetçiliğe de düşman olurlar.
Hangi dönemeç? Lenin’in, emperyalizm çağını burjuvazinin devrimci barutunu yitirmesi ve toptan gericilik olarak damgalayışı, çoğu zaman, açık veya örtük biçimde “reel politik” bir söylem sayılmış ve sosyalizme yönelmeyen demokratikleşme programlarında ısrar edilmiştir. Oysa Lenin çok haklıydı! Türkiye’de de kapitalizmin 1923’e önce yabancılaşması, sonra düşmanlaşması bu tezin teyididir.
Sözcüğün olumsuz anlamıyla pragmatik davranan, soluyla sağıyla liberaller oldu. Şeriatçılar müttefik olarak artık onları tercih etmez olunca değişti işler. Üstelik burjuvazinin -eskilerin tabiriyle- önce gardıroba kapatıp sonra milli günlerde reklam metni yazarlarına havale edip kurtulmak istediği Kemalizm, hiç olmadık biçimde topluma yayılıyordu. Öyle resmi bayram kutlamasına da benzemiyordu bu yeni olgu. Doruk noktası 2013 Gezi patlamasıdır. Bu halk hareketinin kimlikçiliğe, sivil toplumculuğa sığdırılması denenmiş, ama temel referansının Cumhuriyet kazanımları olduğu gerçeği örtülememiştir.
Uzatmayayım, liberal cephede bir dönem Kemalizm’in sonu kutlandı, buna post-Kemalizm dendi. Ama hayat doğrulamayınca “sonranın-sonrası” konuşulur oldu. Cumhuriyetçilik bir süre burjuva düzeninin bir unsuruydu. Şimdi burjuva karşıdevrimine direnişin motifi haline geldi. Bu değişim liberal bir zihin egzersizini zorunlu hale getirdi. “Post-post-Kemalizm” tartışması bunun tezahürüdür. Şimdi düşünme sırası liberallerdedir; toplumsal dokuya yayılan Kemalizm’e ne mesafede duracaklardır?
Solun deneyiminden ders çıkartılması mümkün. Mesele mesafe ayarı değil. Cumhuriyetçilikle sosyalizmin kuracakları devrimci formül, “solun Kemalist sapması” ve “Kemalistlerin vesayetçiliği” şablonlarıyla mahkûm edilemez, şurasını beğenip burasına kulp takarak yaklaşmaktan bir sonuç alınamaz. Asıl kötü haber de şu ki, sosyalist iktidar perspektifi solu mesafe ayarı tuzağından çıkartır, ama her zaman başka ana akımların makyajcısı olan liberalizmin böyle bir şansı yoktur.
/././
Dünya nereye gidiyor? (Erhan Nalçacı)
2023 boyunca pandeminin geç iktisadi etkileri ve Ukrayna savaşının sonuçları ama genel olarak kapitalizmin yapısal krizinin bedeli işçi sınıfından çıkarıldı.
2023’ü bitirirken dünyaya genel olarak bir kez bakalım. Bu bakış bize 2024’de neler olabileceği konusunda da fikir verecektir. Ama peşinen son 30 yılda kapitalizmin insanlığı çok derin bir insani krize sürüklediğini ve insanlığın esas sorununun bu krizin nasıl aşılacağı olduğunu söyleyelim.
1-ABD’nin emperyalist düzendeki hegemonyası ve genel olarak Batı emperyalizmi daha da geriledi
Topyekûn bir savaşa dönüşmese de aslında adı konmamış bir emperyalist paylaşım savaşı içindeyiz. Belki bu olguyu ABD’nin Çin’i temel hedef olarak belirleyip Pasifik’e yığınak yapmaya karar verdiği 2011’den başlatabiliriz. Bu durumda ABD’nin Suriye komplosuna 2015’teki Rusya müdahalesi, 2022’de başlayan Ukrayna-Rusya savaşı bu olgunun devamı niteliğinde kabul edilebilir.
İnsana inanılır gibi gelmiyor, Birinci Dünya Savaşı’ndan yüz yıl kadar sonra Avrupa’da bu yıl yüzlerce kilometre boyunca bir cephe savaşı yaşandı. Neredeyse bir santim bile cephe hattı değişmeden yüz binlerce emekçi çocuğu cephede birbirini öldürmeye çalıştı.
Bu savaşın Rusya’nın askeri-iktisadi gücünü törpülemeyi ve Pasifik’te savaşamaz hale getirmeyi amaçladığını yazmıştık daha önce.
Ukraynalı gençler Batı emperyalizminin yığdığı silahlarla Rus hatlarını yarmayı denediler. Bugün herkes on binlerce cana mal olan bu vekâlet savaşının Ukrayna ve genel olarak Batı emperyalizmi tarafından kaybedildiğini kabul ediyor. Batı’nın artık Ukrayna’yı silahlandırma gücü tükeniyor, Ukrayna’nın ise insan gücü.
Rusya ekonomik açıdan geriledi mi? Savaştaki bir ülke doğal olarak küçülür, Grafik 1’den bu olayı izleyebilirsiniz. Ama Rusya iktisadi olarak çökmedi, aksine kendi doğusuyla giriştiği iktisadi bütünleşme güçlendi.
Buna karşılık Almanya ki Avrupa Birliği’nin motor gücüydü, durgunluğa girdi. Küçük miktarda da olsa küçüldü Almanya. Rusya ile coğrafi bir iktisadi ilişki geliştiren Alman sermayesinin ne diye ABD’nin peşinden gittiğini kimse anlayamadı zaten.
Fransa ise hegemonya alanı olan Afrika’daki eski sömürgelerinden önemli oranda çekilmek zorunda kaldı. Bu gerilemenin iktisadi, sınıfsal sonuçları olacaktır.
ABD uçak gemisinin şemsiyesi altında İsrail’in Gazze’de işlediği kitlesel cinayetler ideolojik olarak Batı emperyalizmini yıprattı. Batı emperyalizminin hâkim olduğu coğrafyalarda genel olarak emekçi sınıfların katliama karşı örgütlü tepkisi yükseldi.
ABD’nin ise ne Süveyş Kanalında Husi saldırılarına karşı ne de Pasifik’te yeterli müttefik ilişkisini ve askeri gücü sağlayamadığı görüldü. Zaman kazanmak için Çin ile bir seri diplomatik görüşme gerçekleştirdiği izlendi.
2-Çin hegemonya için rekabette elini güçlendirdi, ancak arkasında Hindistan’ın gölgesi belirdi
Çin ise Vietnam ve Kazakistan ile yaptığı ekonomik işbirliği anlaşmaları ile elini kendi coğrafyasında güçlendirdi. BRICS’e İran, Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkelerin katılması ile dolar egemenliğine karşı daha güçlü bir bayrak açtı. Afrika ile ticaret hacminde Batı emperyalizmini biraz daha öteledi. Grafik 1’de görüldüğü gibi 2023’te %5,5’luk büyüme hızı ile Batı emperyalizmi ile arayı daha da açtı.
Grafik 1: Grafik bize ülkelerin 2023 için tahmini büyüme hızlarını gösteriyor. Görüldüğü gibi Batı emperyalizmine dâhil ülkelerin büyüme hızları oldukça düşük, hatta Almanya durgunluk halindeyken özellikle Asya ülkelerinin bu yıl da hızla büyüdüğü gözleniyor. Grafikten okumamız gereken bir diğer sonuç ise %5,5 büyüyen Çin’in önceki 30 yıla göre bariz şekilde yavaşladığı, buna karşılık Hindistan’ın %6’lık büyüme hızı ile bir atak yaptığıdır. Kaynak:https://www.oecd.org/economic-outlook/june-2023/Çin’in bu önlenemez yükselişine karşı iki gölge belirdi. Bunlardan biri 30 yıldır her yıl %10 civarında büyüyen Çin’in yavaşladığı ve emlak piyasası balonu gibi kapitalizmin yarattığı belaların ayağına takılmasıydı. İkincisi ise, Grafik 1’den izleyebileceğimiz dünyanın 3. büyük ekonomisi haline gelen Hindistan’ın 2023’de %6’lık büyüme hızı ile Çin’i geçmesi oldu.
Bir ülkenin emperyalist hiyerarşide yükseldiğini gayri safi milli hasılasının artışından, Afrika pazarından aldığı paydan vb. iktisadi parametrelerden anlayabiliyoruz. Ama bir de uzay yarışındaki durumuna bakmak gerekiyor. 2023’te Hindistan aya araç indirebilen 4. ülke oldu.
Hindistan tekelci sermayesinin içinde bulunduğumuz emperyalist paylaşım savaşında tarafsız kalmak istediğini, ancak bir sonrakinde eğer hala işçi sınıfı bu akılsızlığa izin veriyorsa Çin’e rakip olacağını söyleyebiliriz.
3-Genel olarak krizin bedeli işçi sınıfına ödetildi
2023 boyunca pandeminin geç iktisadi etkileri ve Ukrayna savaşının sonuçları ama genel olarak kapitalizmin yapısal krizinin bedeli işçi sınıfından çıkarıldı. Grafik 2 gerçek ücretlerin bir yıl içindeki azalma oranlarını veriyor.
Özellikle Batı emperyalizmi hegemonyasındaki ülkelerde işçi sınıfının kendini “orta sınıf” sanan kesimlerinde erime görüldü. Bu işçi sınıfını hem sendikal hem siyasi örgütlenmesine yansıdı ve daha iddialı bir eylem tarzı 2023 boyunca izlendi.
Öte yandan Arjantin örneğinde olduğu gibi daha baskıcı ve akıl dışı bir sağın yönetime gelme olasılıklarını da göz önünde bulundurmalıyız.
Grafik 2: Grafik genel olarak bize bir yıl içinde işçi sınıfının gerçek ücretlerinin nasıl düştüğünü gösteriyor. Enflasyon, durgunluk, gıda fiyatlarında artış gibi etkenlere karşı sermayenin krizini işçi sınıfının üzerine yıktığını anlıyoruz. Yukarıdan aşağıya doğru inen çizgi OECD ülkelerinin ortalaması olan yüzde -3,8’lik küçülmeyi gösteriyor. OECD 1961’de sosyalist ülkelere karşı kurulan ABD ve müttefiklerinin Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’dür ve genel olarak günümüzde Batı emperyalizmini temsil etmektedir. Kaynak: https://www.euronews.com/next/2023/08/21/real-wages-are-down-in-europe-… Batı’daki işçi sınıfını düzen içinde tutan tamponların erimesine karşın Grafik 1’de görece yüksek büyüme oranlarına sahip olduğunu gördüğümüz Çin, Hindistan ve Endonezya’da “orta sınıf” inşası yaşandığını tümden gelime bağlı olarak söyleyebiliriz. Bu konuyu daha sonraki yazılarda verileriyle ele alacağız.
/././
Ey Türk annesi, titre ve utan! (Orhan Gökdemir)
Tecridi kırmak istiyorsan “Türk anneleri”ni de yardıma çağıracaksın demek ki, tereddüt etmeyeceksin, kekelemeyeceksin. “Türkiyeli”nin içinde “Türkler” de var evet!
“Bugün Kürt sorununun barışçıl yollarla çözülmesi ve Öcalan’ın rolünü oynayabilmesi için Kürt annelerine ve politik tutsaklara Türkiyeli anneler, inanç cemaatleri ve Türkiye toplumu da destek vermelidir.” Yeni Yaşam gazetesinde 27 Aralık 2023’te yayımlanan Cahit Kırkazak imzalı “Tecrit sadece Kürtlerin mi gündemi olmalı?” başlıklı yazıdan aldım bu cümleyi. “Öcalan’a uygulanan tecrit Nelson Mandela’ya ve Antonio Gramsici’ye uygulanan tecridin koşullarını kat be kat aşmış durumda”dır, yazıdan anlıyoruz. Bu durumda Kürt annelerine ilave olarak Türkiyeli anneler, inanç cemaatleri ve Türkiye toplumu destek için harekete geçmelidir. Tecridin kırılabilmesi için “birilerinin” desteğine ihtiyaç var diyor yazar, biliyoruz, hep olur.
Yalnız destek çağrısının dilinde bir tuhaflık ya da tutarsızlık var. 60 yıldır bu ülkede yaşıyorum, Kürt annelerinin dışında kalan “Türkiyeli anneler”in kim olduğunu bilmiyorum. “İnanç cemaatleri” ve “Türkiye toplumu” hakkında da açık bir görüşe sahip değilim. Belli ki burada bir “jargon” kullanılıyor, dili bozuktur ve argodur, demek istiyorum. Yoksa desteğe çağrılan “birilerinin” kim olduğunu neden anlamamış olalım?
Şöyle açayım; “Kürt anneleri”nin karşılığı olsa olsa “Türk anneleri” olabilir. “Türkiyeli anneler”, etnisiteden azadeyse eğer, ona Kürtlerin de dahil edilmesi gerekir zira. Bu durumda “Türkiyeli anneler” deyip geçebilir, ayrıca bir “Kürt anneleri” ibaresine gerek duymayız. Ya da yazar “Türk anne” demekten imtina ediyordur, “Türkiyeli anne” bir kaçınma yoludur. Neden, şimdilik bilmiyoruz.
Peki yazıda sözü edilen “inanç cemaatleri” kim ola? İlki Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar olabilir. Öyle ise kapsayıcı bir ibaredir, yerindedir. İkincisi, Müslümanlar içindeki bölmeler olabilir. Sünnileri, Şiileri, Alevileri görev çağırıyordur yazar, mantıklıdır. Ya da daha güncel haliyle tarikatlardan söz ediyordur, bu da olabilir. Neden “Türkiyeli inanç cemaatleri” demiyor peki? “Kürt inanç cemaatleri” de olabilir, boş küme değildir. Örneğin Şeyh Sait’i ve tarikatını dahil edebiliriz, içini doldurabiliriz.
Peki bu “Türkiyeli”nin içinde Türk de var mı? Bir sorudur. Ancak soru adı geçen yazarın ve yazısının ötesindedir.
***
Ötesi ise kitaba dönüşmüş haldedir. “Türkiyeliliği” konu edinen bölümün başlığı “Antimilliyetçilik Adı Altında Yapılan ‘Ultramilliyetçilik’, ‘Dağ Türkleri Kürtler’ ya da Anadolulu Bireyler” başlığı ile açılıyor. Değerli kardeşim Taylan Kara yazıyor ve her yazdığını göndermeyi ihmal etmiyor. Buradan gecikmiş bir teşekkür yolluyorum. Kitabı “Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle Çökertme” başlığını taşıyor. Dediği şudur; Almanyalı Alman, Fransalı Fransız, Japonyalı Japon olabilmekte ama bu dilde Türkiyeli Türk olamamaktadır. Gerçekten de Türkiye’de milyonlarca insan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğu halde etnik olarak Türk değildir. Bu bakış açısına göre etnik olarak Türk olmayanlara Türkiyeli demek gerekir. Bu mantık kendi içinde tutarlıdır. Fakat bu durumda bir soru daha ortaya çıkar. Türkiye’deki herkes etnik olarak Türk olmadığı için Türkiyeli oluyorsa bu durum Almanya, Fransa, Japonya ya da İngiltere için geçerli olmaz mı? Dünyada farklı etnik gruplardan oluşan tek ülke Türkiye midir?
Daha iyisi var; Türkiyeli Kürt Kürt olabiliyor da Türkiyeli Türk neden Türk olamıyor?
Bunun edebi karşılığı “Türkçe edebiyat”tır. Türkçe edebiyat, Türk edebiyatı dememek için uydurulmuş bir sözcüktür. Şöyle devam ediyor; “Rus edebiyatı, İngiliz edebiyatı, Alman edebiyatı derken sıra Türk edebiyatına gelince ‘Türkçe edebiyat’ ifadesini kullanmak ve ısrarla ‘Türk edebiyatı’nın üzerinden atlamak, Türkçe yazan Kürtlere ya da Türkiye’deki diğer halklara saygı göstermek değildir. ‘Türk edebiyatı’ demenin ‘Türk milliyetçiliği’ olduğunu düşünüyorsanız Rus edebiyatı, Alman edebiyatı, İngiliz edebiyatı demek de sırasıyla Rus milliyetçiliği, Alman milliyetçiliği ve İngiliz milliyetçiliği yapmak anlamına gelir. Milliyetçiliğe karşıysanız bütün milliyetçiliklere karşı olmalısınız.” Bir tutarlılık çağrısıdır, Taylan Kara’dan aktardım.
E bu durumda “Kürt edebiyatı” da mümkün değildir. “Kürtçe edebiyat”, tutarlılık için kaçınılmazdır. Hepsinin etnik aidiyetlerini silebiliriz ve edebiyatı diliyle sınıflandırabiliriz. Ama sadece birini diliyle, diğerlerini etnik aidiyetiyle sınıflandıramayız. Tutarsızlık ortaya çıkar, demek istiyorum. Hem kendine ait bir dili ve kendine özgü bir edebiyatı olan her halk bir halktır. Alman’sa Alman, Japon’sa Japon, Kürt’se Kürt, Türk’se Türk’tür. Adını yerli yerince koymakta bir sakınca yoktur.
***
Tabii “Türk”te fazladan bir egemen ulus olma sorunu var, ihmal edemeyiz. Kürtler, o ulusun egemenliği altında yaşamak zorunda kalanlar arasındadır, zordur. Egemeni sorgulamakta ise asla bir sakınca yoktur. Türkiye’de sorgulamak yasaktı, 1988’de Toplumsal Kurtuluş ile yıkmaya kalkıştık. Kürt-Kürt halkı sözcüklerinin üzerindeki ambargonun kalkmasında katkımız var. Bir halkı, dilini, kültürünü yok saymak kabul edilemez bir suçtur. “Ezilen halklar” “programımızın” önemli parçalarındandır.
Ancak taa Fransız Devriminden beri “uluslaşma” dediğimiz bir süreç var. Bazı halklar bu yola erken girdi, bazısı geç kaldı. Geç kalanların önünde din dediğimiz bir engel vardı. Ümmet veya cemaat olmayı aşamayanlar yola geç girdi. Geç girenler erken girenlerin arkasında kaldı. Tarihtir, içinden geçiyoruz.
“Türkler” de bu tür bir uluslaşma sürecinin getirilerinden biridir. 19. yüzyılın ikinci yarısında belirdi, 20. yüzyılın başında ete kemiğe büründü. Tabii Türkler de coğrafyasındaki pek çok ulus gibi bir imparatorluk bakiyesiydi. İmparatorluk yıkılırken toz duman içinde kaldı, eline yüzünü kan bulaştı. “Sui generis” bir gelişme değildir. Uluslaşma sancılı ve yıkıcı bir süreçtir, alanı daraltır, bazılarını kapsar, bazılarını dışarıda bırakır. Kendisi de yol açtıkları da tartışmaya açıktır.
Bakarız anlarız ama burada bir “sözleşmeye bağlı üstünlük” bulamayız. “Sınıflar-üstü, ideolojiler-üstü bir Türklük hâli” mümkün değildir. Yani Türkler, sadece Kürtleri ve Ermenileri ezmek için yeryüzüne fırlatılmış bir oluşum değildir. Onlar da diğer uluslar gibi sınıflara ayrılmıştır. Ulusa dahil olanların büyük çoğunluğu ezilenler arasındadır. Haliyle Türklerden “kendinin Türk olduğunu hissetmekten” utanmasını, “kendini çok Türk hissetme halini” sorgulamasını talep edemeyiz. “Tarih ve sınıflar üstü bir devlet Türkleri sözleşme ile vatandaşlığına aldı, olmayanları ezip duruyor” yollu bir fantezi kuramayız. Tarihi yapan sınıflar mücadelesidir. Ulus da o mücadelenin çıktılarından biridir.
***
Bu tezin sahibi “Türklük Sözleşmesi’nin İmzalanışı (1915-1925)” adlı makalesinde diyor ki, “Türklük, Türk olanların ve Türklüğe asimile olmuşların/edilmişlerin ezici çoğunluğunda görülen belli düşünme, duygulanma, ilgilenme, bilgilenme, görme, duyma ve algılama halleridir. Bu haller 1910’lardan bugüne okul, aile, medya, cami, mahalle gibi aygıtlarda ve çevrelerde sürdürülen bir düşünsel ve duygusal eğitim sonucu oluştu. Bu ikili eğitim, 1910’larda imha ve tasfiye edilen Ermeniler (ve diğer gayrimüslimler) ve 1924’ten başlayarak imha ve inkâr edilen Kürtler hakkında hiçbir şey öğretmedi. Türklere önemli imtiyazlar ve beklentiler sunan Türklük Sözleşmesi, bu iki konuya girmeyi kesinlikle yasaklamıştı. Kişi, bu konular hakkında konuşmadığı, yazmadığı, siyaset yapmadığı sürece sözleşmenin potansiyel ve reel faydalarından yararlanabilecekti.” Nereye gitsek, ne yapsak kaçıp kurtulamayacağımız, sözleşme ile değişmez hale getirilmiş bir töhmettir bu. Şöyle devam ediyor; “… ister Marksist, ister İslamcı, ister liberal, ister Kemalist olsun, ortalama bir Türk aydını belli bir meseleye yaklaşırken bunu bir birey olarak evrenselci dünya görüşüyle (enternasyonalist, ümmetçi, kozmopolit veya aydınlanmacı) yaptığını varsayar, bundan şüphe duymaz. Nesnel bir noktadan baktığını düşünür. Türklüğünün düşüncelerini, duygularını ve benliğini ne kadar gölgelediğini, yoksullaştırdığını ve duyarsızlaştırdığını idrak edemez. Ama bir Ermeni veya Kürt’ün bir konuşmasını dinlediğinde ya da yazısını okuduğunda, o kişinin düşüncelerinin Ermeniliği veya Kürtlüğü tarafından şekillendiğini varsayar.”
Peki ne yapacağız sözleşmenin ağırlığından kurtulmak için? Tek yol kalıyor geriye, birer Taner Akçam olmak. Taner Akçam, yakınlarda çıkardığı kitabında 1918-1923 süreci Kurtuluş-Bağımsızlık Savaşı süreci olarak değil “apartheid rejiminin” inşa süreci olarak okunmalı tezini ortaya atmıştı, malum. Türkiye bir soykırım veya apartheid cumhuriyetiydi, haliyle bütün bir cumhuriyet tarihi silinmeli, yeniden ele alınmalı, kirlerinden temizlenmeliydi. “Artık bu yüzyıllık Apartheid ile yüzleşmek ve Apartheid’a son demek zorundayız” diye bağlıyordu konuyu. Türkiye’den nefreti, yok etme önerisine dönüşüyordu.
“Türklük sözleşmesi” Türkiye’yi yok etmenin yetmeyeceğini, ayrıca Türklerin kendilerini imha etmesi gerektiğini söylüyor ki, yepyeni bir durumdur.
***
“Türklük” ayrı, ancak cumhuriyet zaten yıkıldı, sövecek veya nefret edilecek bir şey kalmadı geride. Yerine Neo Osmanlıcı-İslamcı bir Tayyiban rejimi kuruldu. Ama bu karşı devrim devrime duyulan liberal-kimlikçi öfkeyi dindirmeye yetmiyor. Cesedi mezarından çıkarıp tokatlamak istiyorlar elbirliğiyle. Öfkeden gözünü kan bürümüş tipler, bütün tarihi baştan sona yanlış okumakta ısrar ediyor.
Laik cumhuriyet bu tarihin temiz yanıdır. Türk halkı da o devrimci cumhuriyetin, Türk devriminin getirisidir. Bütün halklar gibi olup bitenden sorumludur kuşkusuz ancak halklara suç isnat edemeyiz. Lafı dolandırmaya gerek yok, bütün devrim yapmış halklar gibi kendisi de devrimi de şanlıdır!
Tecridi kırmak istiyorsan “Türk anneleri”ni de yardıma çağıracaksın demek ki, tereddüt etmeyeceksin, kekelemeyeceksin. “Türkiyeli”nin içinde “Türkler” de var evet!
(soL)