11 Ocak 2024 Perşembe

Demirtaş’ın yeni çizgisi: Kürt-İslam sentezi - ÖZKAN ÖZTAŞ, YİĞİT GÜNAY / soL-Analiz

 Demirtaş’ın savunması, derinlemesine analiz edilmesi gereken bir metin. Demirtaş, cumhuriyeti ve laikliği reddediyor, yeni bir Kürt-İslam sentezi çağrısı yapıyor.

Selahattin Demirtaş’ın Aralık ve Ocak aylarında dokuz duruşma gününde tamamladığı Kobane davası savunması, medyada hak ettiği kadar yer bulmadı. 

Kimi aktörler, Demirtaş’ın savunmada ortaya koyduğu yeni siyasi çizgiyi nereye koyacaklarını bilemediklerinden sustular. Kimileri, epey uzun olan konuşmayı bütünlük içerisinde ele almak yerine, sadece belli bir noktaya işaret edip geçiştirdi.

Sonuç olarak geniş kesimler, Demirtaş’ın savunmasının ne anlama geldiğini kavrayabilmiş değil. 

Ancak, neresinden bakılırsa bakılsın, Demirtaş’ın savunmasının Türkiye siyasi tarihinde önemli bir yer tutacağı muhakkak.

Bu analizde, hem savunma metninin kendisinde dikkat çeken noktaları hem de savunmaya verilen kimi tepkileri irdeledik.

Hangi Demirtaş? Süreklilik mi var, 180 derece dönüş mü?

Demirtaş’ın savunmasına, birbirine taban tabana zıt tepkiler verildi. Örneğin, İrfan Aktan, Artıgerçek’teki iki değerlendirme yazısında, bize kalırsa epey bir hüsnükuruntuyla, Kürt siyasetinin farklı kolları açısından “tam bir uyum” resmi çiziyor. Aktan’a göre Demirtaş hem Öcalan’ın önderliğini kabul ediyor hem de HDP çizgisiyle mesafelenmiyor.

Aynı savunmaya bakan AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu’ysa, “Rotayı sol marjinal çizgiden tam 180 derece döndürüp Kürdi çizgiye dönüştürmüş” yorumunda bulunuyor.

Nasıl oluyor da iki kişi, aynı savunmadan birbirine tamamen zıt izlenimler edinebiliyor?

Süreklilik ve uyum tezinden başlayalım. Burada, anlaşılması gereken, ne HDP’nin ne de Demirtaş’ın zaten geçmişten bugüne süreklilik arz eden, temel tez, ilke ve argümanları sabit birer aktör olmadıkları… 2015 seçiminde “Seni başkan yaptırmayacağız” diyen Demirtaş görece solda dururken, Gezi direnişinde “darbe” gören Demirtaş görece sağdaydı. HDP’yi “Türkiyelileştirme”ye çalışan Demirtaş da, Tahir Elçi’nin cenazesinde “Tahir’i öldüren devlet değil, devletsizliktir” diyen, bugünlerde sıkça kullanılan ifadeyle “Kürdistanî” Demirtaş da hafızalardadır.

Demirtaş’ın kendisi, şimdiye dek çeşitli dönemeçlerde keskin virajlar almıştır.

Savunmanın yeni bir viraj olduğu tartışmasız. Ortada bir süreklilik değil kopuş var, Kürt siyasetinin kollarında “uyum” sağlanıp sağlanmayacağını ise zaman gösterecek. Fakat Demirtaş’ın savunmasında, uyumsuzluğun epey bir işaret var, aşağıda değineceğiz.

Öte yandan, Ensarioğlu’nun “Kürdi çizgi” tespiti de gerçeği tam karşılamıyor. Çünkü Demirtaş’ın bu savunmasındaki esas kopuş, bu “Kürdi” çizgiyi, hâlâ pek kimsenin tartışmaya yanaşmadığı, epey uç İslami argümanlarla birleştirmesi, yeni bir Kürt-İslam sentezi girişimini başlatmış olması.

İslamcılık bahsi: Savunma sosyal medyadan ibaret değil

Demirtaş’ın savunması, 25 Aralık’ta başladı. Savunmadaki islamcı ifadeler, ancak 9 Ocak’ta dikkat çekebildi. Bu durum bile, Demirtaş’ın savunmasının uzun süre pek haberleştirilmediğinin, bir kesimin “bekleyip görmeyi” seçtiğinin, bir kesiminse hiç ilgilenmediğinin göstergesi.

8 Ocak’ta, tüm savunma bittikten sonra sosyal medyaya düşen şu ifadeler çok ilgi çekti: “Bu toprakların medeniyeti İslam medeniyetidir. Türkiye sosyalistinin bir kısmı bunları bilmez, bilmediği için de topluma ulaşamaz. Bizi var eden bu topraklarda İslam medeniyetidir. 1300 yıldır hepimizi var eden İslam medeniyetidir. İslam medeniyeti geri falan değildir.”

Bu tivitlere “Ahh be kardeşim, naptın sen” gibi, şaşkınlık dolu ifadelerle tepki verenler oldu. Oysa Demirtaş, savunmasının tümünü bu islamcı eksen üzerine bina etmişti.

Demirtaş’ın ‘gerçek İslam’ tartışması: Kürtler İslam’ı saf haliyle korudu

Savunmanın birinci günü, Demirtaş, “Kürt medeniyeti”nden şöyle bahsediyordu: “Kökünde İslam medeniyeti vardır, biz siyasal islamcı değiliz Müslümanız.”

Hatta, Demirtaş, “gerçek İslam” tartışmasına da girdi ve Kürtlerin İslamını “gerçek İslam” olarak niteledi: “[Kürtler] İslamı kültür olarak almışlar. IŞİD’ten, cübbeli hocadan, TRT veya Diyanet’ten öğrenmemişler. İlk dönemlerden ne öğrenmişler ise o saf hali ile korumayı başarmışlar.”

Bu formülasyonun, her türden Kürt islamcı grubu tümden aklamaya kapı araladığı açık.

Abartıldığını düşünenler, savunmanın metninin tümünü okumalı. Demirtaş’a göre, Kürtlerin “yaşamının her alanına sızan” bu “gerçek İslam” öyle bir mefhum ki, Kürt halkını her türlü siyasal islamcılıktan, tarikattan, cemaatten, hatta Hizbullah’tan bile korumaktadır: “Said-i Kurdî’yi referans alanlar en çok Kürt düşmanlığı yapanlara dönüştüler. Onlara biat etmediğimiz ve Türkleşmediğimiz, Kürt olduğumuz için siyasal İslam Kürtler arasında örgütlenememiştir. Hüda-Par, tarikatlar ve cemaatler ile girmek istiyorlar ama giremiyorlar. Siyasal İslamı içine alamayacak kadar İslam dini yaşamın her alanına girmiştir.”

Evet, Demirtaş’ın son açılımına göre tek başına “Kürt olmak”, siyasal islamdan korunmanın yeter şartıdır.

Bu arada, insan ister istemez, son dönemlerde yeniden sosyal medya muhabbetlerinin konusu olan “Alevi Kürt olur mu” sorusunun da etkisiyle, “Hangi Kürdün dini bu tam olarak?” diye sormadan da edemiyor. Hanefi? Şafi? Alevi? Madem Kürtler İslam’ı “o saf hali ile korumayı başarmışlar”, hangisidir bunun saf hali?

Hangisi olursa olsun, Selahattin Demirtaş Kürt halkının “kökünde bulunan” bu islami mirasla öyle gurur duymaktadır ki, kendisinin de bu “Kürdi İslam”ın parçası olduğunu savunmasında özellikle vurguluyor: “Erdoğan benim hakkımda diyor ki, ben demişim ki 'Taksim bizim kabemizdir.' İftira! Yalan! Benim dedem Palulu İslam alimlerinden. Ben Müslüman kültürü, medeniyeti ile büyüdüm.”

Bu “gerçek İslam’ı savunma” meselesi Demirtaş’ın savunmasında o kadar baskın bir yer tutuyor ki, IŞİD bile Demirtaş tarafından “gerçek İslam’ı bilmemekle” itham ediliyor: “Birbirini boğazlayan İrlandalı Katolik ve Protestanların çoğu İncilin 10 emrini bilmiyor. Yalanın üzerine kurulu bir düzen var. Din uğruna, inanç uğruna birbirini kesmeyen kalmadı. IŞİD’lilere sorun bakalım İslam adına tam olarak neyi biliyorlar.”

Başka türlü, Demirtaş’ın ağzından çıkan şu ifadeler nasıl anlamlandırılabilir: “Bunların Müslümanlığı sahtedir. İnsan olan yapmaz da Allah’a ve Kuran’a inanmış biri bunları nasıl yapabilir? Bunlara insan dahi diyemezsiniz. Bu kadar kul hakkı nasıl yenilir?”

Ya, inanmıyor olsalar Demirtaş anlar da, inanan biri nasıl yapar!

Demirtaş’ın yeni Kürt-İslam sentezi

Tam bu noktada, Demirtaş’ın savunmasındaki yeni çizgiyi niye basitçe “Kürdi” veya “Kürdistani” değil, bir “Kürt-İslam sentezi” olarak nitelemenin daha uygun olduğunu düşündüğümüzü açıklayabiliriz.

Demirtaş, kuşkuya yer bırakmaksızın Kürt toplumunun deyim yerindeyse “çimento”sunun İslam dini olduğunu dile getirmesinin ve Kürtlerde bunun “en saf halinin”, yani Peygamber dönemindeki halinin bulunduğunun altını çizmesinin ardından, bu İslam anlayışıyla (Demirtaş’ın sık sık altını çizdiği üzere) Abdullah Öcalan’ın demokratik konfederalizm anlayışının ne kadar örtüştüğünü kanıtlamaya girişiyor.

“1400 yıl önce Hz. Peygamber adına, İslam adına atılan adımları bugünle kıyaslamayın. Hz. Muhammed'in o günkü kıyaslamaları bugünkü AİHM, CEDAW değerindedir. O gün cahiliye yaşanırken bir alternatif sunuyordu Hz. Muhammed. Yoksullar üzerine inşa ediyordu. Hz Muhammed dönemin en büyük sosyalistlerindendir Hz. Muhammed bugün yaşasaydı İstanbul Sözleşmesi'nden, BM sözleşmelerinden daha ileri bir sözleşme yapardı. Söyledikleri devrimciliktir.” CEDAW’ın “Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi” olduğunu belirtelim. Dolayısıyla Demirtaş’ın formülasyonuyla, kendisinin tahayyül ettiği Kürt İslamı, hareketin sık kullandığı “kadının özgürlüğü” mücadelesinde çağdaş kanunlardan bile daha üstün bir kutup yıldızı.

Demirtaş, Kürt-İslam sentezinde kararlı. Savunmasındaki bir diğer formülasyon, bunun en berrak örneklerinden birisi: “Bugün Müslüman da Hristiyan da kadın da erkek de Kürt de Türk de olsa en iyi savunabileceğimiz düşünce ekososyalizmdir. Müslümanlara da tavsiyemdir, okusunlar baksınlar. Ekososyalizme en uygun düşünce tarzı İslamiyet'tir.”

Demirtaş’a göre laiklik tarihi bir hata

Demirtaş’ın bu yeni çizgisiyle tanıştıkça, okur, “peki laiklik bu işin neresinde” diye sorabilir. Savunma metni incelendiğinde, laikliğin, Demirtaş’ın yeni çizgisinin tam karşısında olduğu görülüyor.

Selahattin Demirtaş, dokuz günlük savunmasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren yanlış inşa edildiğini, zeminin hatalı olduğunu vurguladı: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yanlış bina üzerine inşa edilmiş. Temel yanlış.”

Elbette, haklı olarak, Demirtaş eleştirilerinin esas kısmını Kürtlere karşı yürütülen ırkçı politikalara ayırdı. Ancak, savunma metni incelendiğinde, Demirtaş’a göre yalnızca 1924’ten sonra başlayan ırkçılığın değil, laikliğin de sorun olduğu görülüyor:

“Bu ülkenin pek çok şeyi gibi milliyetçiliği ve dindarlığı çakmadır. Fakat Türkiye’nin milliyetçiliği ‘bir Türk dünyaya bedeldir’ diye ahkam keserken öte yandan kendi milletini ahlaken ve bütün değerleriyle çöktürüyorlar. Mustafa Kemal, Samsun'a çıktığında Bodrum'a, Fethiye'ye gitmek aklına gelmez. Erzurum’a gider. Doğu Beylerine mektuplarının hiçbirinde ne 'Siz Kürtsünüz', ne 'Sizinin diliniz Kürtçe’dir' der. Bugün Şeyh Said gündemine ilişkin konuşan ulusalcılar sizlere de diyorum; Mustafa Kemal, Kürt şeyhlerine ‘Cumhuriyeti kurup halifeliği kaldıracağız’ dememiştir. ‘Halife uğruna savaşıyoruz’ demiştir. Şeyh Said'in isyanı bunadır. Şeyh Said ‘Bize ihanet ettiniz’ demektedir. Bugün Şeyh Said'e ihanetçi diyorlar, bu mudur vatana ihanet? Ben kendimi Şeyh Said'in torunu olarak görüyorum.”

Savunmanın bu kısmı da sosyal medyada “Şeyh Said’in torunuyum” ifadesi üzerinden konuşuldu. Oysa esas önemli olan, öncesindeki argümanlardı. Demirtaş’a göre Şeyh Sait halkıdır, çünkü baştan söylememelerine rağmen cumhuriyeti kurup laikliği getiren Kemalist hükümet asıl haindir.

Demirtaş devam ediyor:

“Anadolu toprakları 1300 yıl İslam medeniyetiyle yoğrulduğu için Kurtuluş Savaşı öncüleri halkın yanına giderken İslami söylemi bir taktik olarak söylüyorlardı. Bunu inanarak, bilerek yapmadıklarını o dönemli mektuplaşmalardan, telgraflardan anlıyoruz. Neden önce Müslüman halkı yanına alıp sonra Türk Kürt ayrımı yapmaksızın herkesin medeniyetini, kültürünü, inancını yok sayan yeni bir kültür yaratmaya çalışan resmi ideolojiyi dayattılar?”

Görüldüğü üzere, burada Demirtaş ırkçı politikalardan bahsetmemektedir bile, hedefi doğrudan laikliktir. Zira Demirtaş’a göre Kurtuluş Savaşı’nın liderliği taktik olarak islami söylemi kullanmış, sonra da Türk Kürt herkesin inancını yok sayan yeni bir kültür yaratmaya çalışmıştır.

İsteğe bağlı kitle kuyrukçuluğu

Peki toplumu değiştirme iradesi? Tarikatları, cemaatleri, aşiretleri, geri, baskıcı unsurları ortadan kaldırma mücadelesi? Demirtaş, o işe pek sıcak bakmadığını başka bir bağlamda açıkça söylüyor:

“Ben Kürtlerin orada [Suriye’de] Amerika ile ilişki kurmasından çok memnun değilim, ama oradaki halk tercihini öyle kullanıyor. Ne yapabiliriz, ne diyebiliriz?”

Toplumu değiştirme, müdahale etme iradesi istenmediğinde Demirtaş tarafından hızla ıskartaya çıkartılıyor. Madem halk emperyalizmle iş tutmak istiyor, ne yapabiliriz? Hilafet istiyorlarsa, cumhuriyet kurmak yanlıştır, biz ne diyebiliriz? Aynı mantıkla, siyaset yapmak verili herhangi bir anda kitlelerin çoğunluğunun düşünceleri karşısında biçare susmaksa, savaş kabinesi seçim kazandığında barış mücadelesi vermenin meşru zemini nereden gelmektedir?

Demirtaş, yeni çizgisi için, “karşısında susulacak” konuları da dikkatle seçmektedir.

Sorun yüz yıllık, Osmanlı dönemi özgürlük dönemi

Selahattin Demirtaş, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında ayrımcı politikaları tek başına ele almaktansa, yeni sentezi kapsamında, laikliği de ayrımcılıkla bitiştiriyor. “Zemin yanlış” argümanı buradan türüyor:

“Bu süre zarfında Kürtçe yasaklanmıştır, Kürtçe eğitim yasaklanmıştır. Kürtçe eğitim vardı, medreselerde Kürtçe eğitim yapılırdı. Medreselerde yetişen bir sürü Kürt alimi vardır, onlar orada eğitim görmüştür. Bu topraklarda Türkçeden önce Kürtçe eğitim yapılmıştır.”

İrfan Aktan, Demirtaş’ın savunmasıyla HDP-DEM Parti çizgisinin uyumundan bahsettiği, yukarıda değindiğimiz yazısında, aslında iki yaklaşım arasındaki açıyı da farkında olmadan gösteriyor. Aktan, “millet-i hakime (Sünni-Türk egemenliği)” ideolojisinin, “Osmanlı Devleti’nden devralınıp güncellenen ve yüz yıl boyunca devlet ile toplum sisteminin her alanına sistematik bir programla intibak ettirilen” bir ideoloji olduğu söylüyor.

Oysa Demirtaş, savunması boyunca defalarca konuya açıklık getiriyor: Sorunun başlangıcı, tam olarak yüz yıl öncesi olarak kodlanıyor. Hep “yüz yıllık sorun”, “yüz yıllık anlayış” diyor Demirtaş, çünkü Osmanlı zamanında medreselerde Kürtçe eğitim gören Kürt alimler yetişiyor.

Ayrıca, bizzat Demirtaş savunmasında HDP-DEM Parti’yle arasındaki açıyı teyit ediyor: “Gelinen süreç ortada. Bazı arkadaşlar ‘popülist’ deyip duruyor, ‘Partinin önüne geçti’ diyor ama gelinen süreç ortada.”

Suçlular: Gülenciler, MHP, siyasal islamcılar

Peki tüm bu çizgi değişikliği, güncel siyasi pozisyon alışlar açısından kimi işaretler vermekte midir?

Demirtaş’ın savunmasında kendisini siyaseten dört duvar arasına hapsetmemeye gayret ettiği ortadadır. Buna, Kürt siyasetinin diğer kollarını herhangi bir konuda mecbur bırakmamaya özen göstermek de eklenmelidir.

Demirtaş, hendek sürecini anlatırken, Kandil’le aralarındaki gerilimi, “herhalde yanlış anladılar” gibi temkinli bir ifadeyle ortaya koyuyor: “Medya öyle bir şekilde verdi ki siyasetçilerden zehir zemberek konuşmalar geldi. Efkan Ala, Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan hepsi öyle sert açıklamalar yaptı ki bir iki gün geçti ve Kandil’den daha sert bir açıklama geldi. Onlar da herhalde Demirtaş bizi kandırdı diye düşündü. Daha sonra hükümetin, devletin kontrolünden çıkan bir şeye dönüştü.”

Ancak bu sözlerde, Demirtaş’ın güncel siyasi pozisyonunu anlamak için dikkat edilmesi gereken kısım Kandil’e dair düşünceler değil, son cümle: “Hükümetin, devletin kontrolünden çıkan bir şeye dönüştü.”

Demirtaş, savunmasında, yakın dönemi anlatırken elbette birçok bakımdan AKP’yi eleştiriyor, fakat somut olarak, uzun uzun, isimler vererek, çözüm sürecinin bozulmasına giden süreç ve sonrasındaki baskı politikalarından Gülencileri sorumlu tutuyor. Süreç, “devletin, hükümetin” değil, Gülencilerin kontrolünde tarif ediliyor.

Demirtaş’a göre Gülencilerin yarattığı bu ortamda AKP tuzağa düşüyor ve çözüm sürecinden uzaklaşıp, baskı ve savaş politikalarına sarılıyor. Sonuç, MHP’yle kurulan ittifak oluyor.

AKP’nin sorumluluğunu tarif etmek konusunda Demirtaş savunma boyunca çok hassas davranıyor. Sorumluluk, esas olarak, “ortaklara” yıkılıyor. Örneğin Demirtaş, Yargıtay darbesini de işaret ederek, sürmekte olan davadan hareketle “Devlet şu an MHP’dir. Artık devleti MHP yönetiyor” diyor.

Genel olarak zihniyetten bahsedileceği durumlardaysa Demirtaş’ın tercihi, “siyasal islam” oluyor. Savunma boyunca Demirtaş, siyasal islamcıları ağır şekilde eleştiriyor, ahlaksızlıklarını ortaya seriyor fakat bunların tam olarak kim olduklarına, siyasal islamın sınırının nereden bitip nerede başladığına değinmiyor. 

İki istisnayla… Birincisini yukarıda gördük: Sahip oldukları “1300 yıllık saf halinde İslam kültürleri” dolayısıyla siyasal islamcılık, Kürtlere haşa uğrayamıyor.

İkincisinde, bu defa kişisel bir sınır çiziliyor. Dubai’de muta nikahıyla cinsellik yaşayan AKP’li iş adamlarından bahsederken şöyle diyor: “Cumhurbaşkanını tenzih ediyorum. Haberi olsa o da bunu engellerdi ama inşallah bu söylediklerim kulağına gider de bunu araştırır.”

Bu işaretler, kanımızca, kendini dört duvar arasına hapsetmek değildir, fakat hangi kapıların hafif aralık bırakıldığına dair kimi intibalar vermektedir.

Çizgi değişikliğinin ne getireceği henüz belli değil

Selahattin Demirtaş, savunmasında da güçlü argümanlarla ortaya koyduğu üzere, hukuki değil siyasi sebeplerle yedi yıldır hapis yatmakta. Dokuz günlük savunma, siyaseten tecrit edilmeye çalışılan Demirtaş’ın yeni stratejik açılımı.

Nasıl karşılanacak?

Henüz kestirmek zor. Zaten henüz pek dar bir kesim bu savunmayı bütünüyle okumuş ve irdelemiş durumda. Görünüşe göre DEM Parti de savunmanın içeriğine önden hakim değildi, onlar da kamuoyuyla birlikte öğrendiler Demirtaş’ın tezlerini.

İbrahim Halil Baran daha ileri gidiyor ve Demirtaş’ın dava sürecinde yalnız bırakıldığını öne sürüyor. Baran’a göre davanın ve savunma metninin DEM Parti tarafından hakkıyla derlenip paylaşılmaması, ayrıca kimi önemli isimlerin Demirtaş’ın babasının ölümünün ardından taziye mesajı yayımlamamış olması, bu duruma delalet.

Kandil’e yakın, Avrupa merkezli medya da Demirtaş’ın savunmasını büyük oranda görmezden geldi. Bu kestirip atan bir tavır mı, yoksa önce görüp sonra değerlendirmek üzere beklemeyi mi tercih ettiler, bilemeyiz.

Zaman, kimlerin ne pozisyon alacağını gösterecek.

Demirtaş’ın cumhuriyeti meşru bir zemin olmaktan çıkartan, laikliğe geçişi hata ilan eden, ideal topluma en uygun anlayış olarak müslümanlığı gören yeni Kürt-İslam sentezi, alıcılarını bekliyor.

 ÖZKAN ÖZTAŞ, YİĞİT GÜNAY / soL-Analiz



Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 11 OCAK 2024 -

 

Kartalları sırtında taşıyan Nazlı (Barış Terkoğlu)

“Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” diyordu Necip Fazıl. Öğrencileri yaptı. Ülkenin çoğunluğu kendi yurdunda paryalaştı.

Dünyanın en zayıf ülkesi hangisidir? Topu tüfeği az olan diyebilirsiniz. Ben buna itiraz ederim. Milletlerin en büyük gücü birlikte yaşama iradesidir. İç huzurları olmayan, birbirine düşmüş halklar hep yoksullukla, geri kalmışlıkla, yenilmişlikle sınanır.

Türkiye uzun süredir tehlikeli bir yoldan geçiyor. İktidarı fethettiğini düşünen şımarık siyasal İslamcılık; Talibanlaşıyor ve tabii ki ceberrutlaşıyor. Kendisinin nasıl ibadet edeceğini, nasıl ahlaklı olacağını konuşmayı bıraktı. 90’larda anlattığı, bir grup liberali vitrine koyup parlattığı özgürlük masalları geride kaldı. Sizin ne yiyeceğinize, nasıl giyineceğinize, hangi okulda okuyacağınıza, çocuğunuzu nasıl eğiteceğinize, hangi diziyi izleyeceğinize onlar karar veriyor. “İstediğim gibi yaşarım” diyenlerse sopalanıyor. Siyasal İslamcılar için “başka” sayılan çoğunluk azınlıklaştırılıyor. Bir kesim valizini toplayıp giderken kalanlar ise kendilerine kürsülerden edilen hakaretlerle sınanıyor. Sıkışmış gazlar gibi patlamaya hazır toplum, operasyon için de hazır hale geliyor. Sisli ve puslu ortam, provokasyonlara “Buyur gel!” diyor. Uzakta aramaya gerek yok, provokatör milleti ayrıştıranların ta kendisidir!

FEMİNİZME SAPIKLIK DİYEN ÖĞRETMEN

Daha somut konuşayım. Size Nazlı’dan bahsedeyim...

2009 doğumlu. Henüz 15’inde bile değil. Adını dört sene önce hapiste duydum. Zira “Barış abi” diye seslenerek bana mektup yazmıştı. Ege’de bir sahil ilçesinde, Didim’de yaşıyor. Atatürkçü, CHP’li bir ailenin çocuğu. Her yıl biraz da büyümüş olarak imza günlerime gelir, kitaplarını imzalatır, fotoğraf çektirir. Dünya edebiyatı, felsefe, siyaset kitapları okur. Didim’de 24 Ocaklarda elinde Uğur Mumcu fotoğrafıyla yürüyen bir çocuktur Nazlı.  

Kısacası “başka”dır Nazlı...

Geçen günlerde aradı beni. Hüznü sesinden belliydi. Okulda başından geçenleri anlatmaya başladı:

“Türk dili ve edebiyatı dersinde öğretmenimiz bizden serbest konulu kompozisyon hazırlamamızı istedi. Ben de ‘feminizm’ üzerine yazdım ve çıkıp sözlü olarak anlatmaya başladım. Ama kadın öğretmenimiz bundan rahatsız olup yarıda kesip, ‘terbiyesizlik yaptığımı, solcu solcu konuştuğumu, yasaklı kelimeler kullandığımı (kürtaj ve LGBT)’, sınıfta siyaset yaptığımı söyleyip ödevimi kabul etmedi ve oturttu. Sonrasında bu durumu, sınıfları gezip öğretmenlere ve öğrencilere anlattı. Sadece insan, çocuk, hayvan ve toplumun azınlık kesiminin haklarından bahsettiğim ve şiddet karşıtı söylemlerde bulunduğum için bana ‘sapık’ etiketi yapıştırıldı.”

Nazlı’nın sunumuna baktım. Feminizmin tarihinden ve neleri savunduğundan bahsediyordu. Üstelik yazdıkları da doğruydu. Gelgelelim, “şimdi sıra bizde”cilere göre Nazlı’nın anlattıkları sapıklıktı.

ALEVİLERE DEVEKUŞU BENZETMESİ

Tahmin ettiğim gibi yaşanan olay istisna değildi. Okulda başka olaylar da oluyordu. Sözde seçmeli denilen ama zorunlu kılınan “siyer” dersinde, öğrencilerden biri “Aleviler Müslüman mı” diye sormuş, öğretmen ise Alevilere hakaret ederek yanıt vermiş ve sınıfta tartışma yaşanmıştı:

Sınıfta cinsiyetçilik söylemleri çok yapılıyordu, bunlara da karşı çıktım. Peygamberin hayatı (siyer) dersimize giren öğretmen mezhepçilik yaptığında da tepki gösterdik. Aleviler için ‘devekuşu’ dedi. ‘Kuşsun dersiniz deveyiz derler, deve dersin kuşuz derler, hiçbir şey yapmazlar’ dedi. ‘Böyle ayrımcılık yapmayın’ dedik, hatta konuyu yine idareye taşıdı veliler. Bu yazdığım sadece bir örnek.”

Tahmin ettiğiniz gibi öğretmen, özel olarak okula atanmıştı. Bazı çocuklarla kulüp adı altında çeşitli toplantılar yapıyordu. Nazlı’lar ise onlara ayakbağıydı. Sayesinde kim Alevi kim değil çocuklar öğrenmişti. Alevilere hakaret ederken arkasındaki sözde “sivil toplum örgütü”ne güveniyordu. Bakan bile onları ballandırarak savunmuştu ya!

Nazlı anlatmaya devam etti:

“Kulüpler kurup sohbetler yapan, öğrencileri örgütleyen, mezhepçi, bölücü, cinsiyetçi söylemlerde bulunan, şeriatı savunan, Atatürk’e hakaret eden, İstiklal Marşı’mızı bile okumayı reddeden, okunurken eli cebinde gezen öğretmenler var. Buna çok tepki gösteren diğer öğretmenlerimiz var ama sonucu değiştirmiyor.”

‘SUÇ VE CEZA’ BİLE SUÇ

Nazlı’nın annesi de yaşananları doğruluyor. Kızının okuduğu “Suç ve Ceza” romanı bile sanki yasadışı yayınmış gibi gündeme gelmiş. Nazlı için müdürle görüşmeye gitmiş ama aldığı tavsiye “susmayı kabul etmeyen çocuğunu başka okula aldırması” olmuş. Ama bu kafayla giderse orada da sorun yaratacağı söylenmiş.

Nazlı ise bunu kabul etmiyordu. Hem arkadaşlarını hem de kendisine destek olan öğretmenlerini seviyordu. Okulunda kalıp inandığı gibi yaşamak istiyordu. “Söylediklerini hiç sorgulamadan kabul edelim, kılık kıyafetimizi onların istediği şekilde belirleyelim, istemedikleri hiçbir yazarın ve şairin kitaplarını okumayalım, onların istediği toplantılara katılalım, onların istediği kalıplara girelim istiyorlar” diye şikâyet ediyor Nazlı. Kenara çekilmiyor, “Laik, çağdaş bir eğitim ve ülke için herkesin elini taşın altına koyması gerekli” diyerek inadını da gösteriyor.

Nazlı bir örnek. Yaşadıkları, ülkenin en az yarısının psikolojisini özetliyor. İktidarla zehirlenmiş şımarık dinciliğin saldırganlığının altında kendi toprağında azınlık durumuna düşmüş, siyahlaşmış milyonlar... “Ya ülkeyi terk et ya bizim istediğimiz gibi yaşa” denilen gençler... Birbirine düşmüş, sırtını dönmüş, hayatına yabancılaşmış, bağları incelmiş bir toplum...

“Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya” diye soruyor ya Necip Fazıl... Bütün umut, kartalları sırtından atacak Nazlı’lardadır...

                                                     /././

Kaleydoskop ve AKP Türkiye’si (Ergin Yıldızoğlu)

Ortadoğu rengârenk camlarla dolu bir kaleydoskopa benzer. Bu kaleydoskopu, emperyalizmin “böl yönet” ilkesine uygun biçimde çizdiği sınırlar yarattı. Sonra da petrol, İsrail bu kaleydoskopu daha da karmaşıklaştırdı. Artık, en ufak müdahalede bütün cam parçaları yerlerinden oynuyor, resim değişebiliyordu. Diğer bir deyişle bölge emperyalist güçler açısından kolay manipüle edilen parçalardan oluşuyordu.

ARTIK SIK SIK...

ABD hegemonyası altında düzenlenmiş emperyalist sistem istikrarını kaybetmeye başladığından, ABD’nin hegemonya restorasyonu çabaları hızlandığından bu yana, bu kaleydoskop daha sık dönüyor. Afganistan ve Irak işgalleri İran’ın manevra alanını genişletti. Arap isyanları, Libya sonra Suriye iç savaşları, IŞİD gibi canavarların doğmasını, bölgedeki karmaşıklığın daha da artmasını kolaylaştırdı. Buna karşılık ABD hegemonyası gerilemeye devam etti.

Tarihte hep böyle durumlarda rastlandığı gibi hegemonyacı devletin yönetici sınıfının dünyayı anlama kapasitesi giderek zayıfladı. Bunun en son örneği, Hamas’ın “Aksa Tufanı operasyonundan” önceki günlerde ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın “Ortadoğu uzun zamandır hiç bu kadar sakin olmamıştı” sözleridir. Blinken İsrail ile Arap petro-monarşileri arasındaki yakınlaşmaya bakarken İsrail’de yönetimin, Gazze’yi boşaltarak ilhak etmeyi hayal eden bir faşist kliğin eline geçmekte olduğunu, Filistin halkının sabrının tükendiğini “göremiyordu”. ABD yönetimi, İsrail’in, “Aksa Tufanı”na cevap olarak başlattığı Gazze saldırısının hızla bir soykırıma dönüşmesinin, bu soykırımı destekler konuma düşmenin yaratacağı sonuçları da kestiremedi. 

KALEYDOSKOPUN İÇİNDEKİ YENİ EĞİLİMLER

Bu sonuçlar gelmeye başladığında kaleydoskopun içinde artık yeni eğilimler şekilleniyordu. 

1) İsrail faşist yönetiminin, soykırım pratiği, ABD ve Avrupa’nın bir süre buna tepkisiz kalması dünyada büyük bir öfke dalgası yarattı. 

2) Bu öfke karşısında, ABD’nin İsrail’i dizginleme çabaları sonuçsuz kaldıkça Ortadoğu’da, dünyada “hegemonyası geriliyor” algısı daha da güçlendi. 

3) Yeni “hegemonya adayı” olarak yükselmeye başlayan Çin, ABD’nin aksine İsrail’in Gazze soykırımına karşı sert, tutarlı bir tavır aldı. “Küresel Güney” içinde yükselen İsrail ve ABD/Batı karşıtı tepki, Çin’in “yumuşak gücünü” beslemeye başladı.

4) İsrail’deki faşist yönetimin, ülke içinden yükselmekte olan muhalefete karşın, savaşı genişleterek ayakta kalma çabaları, İran’ın, Lübnan, Irak, Suriye, Yemen’deki müttefikleri aracılığıyla vermeye başladığı tepkilerle birleşince savaşın genişleme ve yayılma eğilimi güçleniyor. 

5) Bu eğilime bağlı olarak Basra Körfezi ve Kızıl Deniz’de gemi taşımacılığı Husi saldırıları altında aksıyor. Böylece, dünyada taşımacılık maliyetleri artıyor. Mısır’ın Süveyş Kanalı gelirleri düşüyor, ekonomisinin, siyasi düzeninin kırılganlığı artıyor. 

6) Irak, Suriye, Kızıldeniz-Basra Körfezi üzerindeki vekâlet savaşları ABD’yi doğrudan içine çekmeye başlıyor, Çin’e karşı gücünü Asya’ya kaydırma sürecini aksatıyor.

7) İsrail, Hamas liderliğini hangi ülkede olurlarsa olsunlar öldürmek üzere suikastlara başlıyor. 

8) Emperyalizmin yararlı salağı olarak, IŞİD bu karışıklıktan yararlanarak toparlanma hevesiyle, İran’da düzenlediği bir bombalı saldırıyla yeniden hareketleniyor. 

Bu yeni eğilimlerin AKP Türkiye’sini etkileme olasılığı hızla artıyor. Türkiye’de Hamas liderleri ve kimi operatörleri yaşıyor. Bunlar rejim tarafından korunuyorlar. İkincisi, ülkede Mossad ajanları fink atıyor. Üçüncüsü rejim seçimlere giderken taraftarını, siyasal İslamın radikal kanadını hareketlendirerek, toplumu din üzerinden kutuplaşmaya zorlayarak kemikleştirmeye çalışıyor. Böylece hilafet taleplerinin yükseltilmesine, kitleselleşmesine, tebliğci militanların halkı sindirme çabalarının artmasına göz yumuyor hatta belki de doğrudan destekliyor. Bu gelişmeler siyasal İslam içindeki Selefi ve IŞİD gibi akımlara, yeni hareket alanları yaratıyor, bir imamın bıçaklanması olayına yansıdığı gibi cüretlerini artırıyor. Böylece yabancı ülkelerin operatörleri açısından elverişli bir ortam oluşuyor.

Kaleydoskopun dönüş hızının yarattığı girdaba, AKP rejiminin kapılma olasılığı her gün biraz daha artıyor.

                                                     /././

Atlantik Konseyi’nin Karadeniz raporu (II)

Önceki yazımızda bir giriş yapmıştık: ABD’nin ünlü düşünce kuruluşlarından Atlantik Konseyi, “Karadeniz için bir güvenlik stratejisi” ismiyle, 15 Aralık 2023’te bir rapor yayımladı. 

32 sayfalık rapor, kolektif bir çalışmanın ürünü. Scowcroft Strateji ve Güvenlik Merkezi’nin Transatlantik Güvenlik Girişimi, Ulusal Siyasi ve İdari Çalışmalar Okulu ve Atlantik Konseyi uzmanlarından oluşan bir görev gücü tarafından hazırlandı. Görev gücündeki tüm isimleri saymayalım ama bir fikir vermesi açısından başındaki ünlü generalleri anımsatalım: James L. Jones ve Curtis M. Scaparotti.

UKRAYNA, GÜRCİSTAN VE MOLDOVA’YA AB YOLU

Rapor, Karadeniz’e kıyısı bulunan ve kıyısı olmadığı halde havzada bulunan ülkelerin toplamıyla ele alınıyor. Böylece Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Gürcistan ve Rusya dışında, Moldova ve Polonya da raporda yer buluyor.

Rapor esas olarak Karadeniz stratejisini, NATO ve Avrupa güvenlik mimarisinin entegrasyonu üzerine oturtuyor. Bu anlayış, haliyle “Rusya’yı Avrupa güvenlik mimarisinden atmak” şeklindeki temel ABD yaklaşımına uygun.

Rapor, bu hedefle şu önerilerde bulunuyor:

- Ukrayna, Moldova ve Gürcistan için NATO, OECD, AB ve Üç Deniz Girişimi üyeliği mümkün olduğu ölçüde hızlandırılmalı. (AB’nin geçen ay Ukrayna ve Moldova ile üyelik müzakerelerini başlatma ve Gürcistan’a aday ülke statüsü verme kararı aldığını anımsatalım!) 

- Romanya ve Bulgaristan’ın Schengen’e katılım için reform çabaları desteklenmeli.

- Polonya Dual-Capable Aircraft programına dahil edilmeli.

NATO DENİZ GÖREV GÜCÜ HEDEFİ

Raporun, Karadeniz stratejisi için ABD hükümetine önerdiği diğer konular ise şunlar:

- NATO aracılığıyla, caydırıcılık ve savunma için Karadeniz devletlerine kapsamlı güvenlik yardımı sağlanmalı.

- Caydırıcılığı desteklemek için çokuluslu NATO oluşumları, Karadeniz’in doğusuna konumlanmalı.

- Uluslararası ticareti korumak ve Rusya’yı caydırmak için Batı Karadeniz’de NATO deniz görev gücü oluşturulmalı.

- Karadeniz’deki başlıca NATO üssü olarak Köstence geliştirilmeli, Romanya’nın askeri tesisleri ve denizcilik kapasitesi yükseltilmeli. 

- Güvenlik yardımı ve teknoloji transferi yoluyla Ukrayna, Bulgaristan ve Romanya deniz gücü güçlendirilmeli. (İşte İngiltere’nin Ukrayna’ya hibe ettiği gemiler de bu kapsamda)

Atlantik Konseyi’nin Karadeniz raporunda Çin de var! Çin’e bir bölüm ayrılan raporda, ABD ve AB’den, Çin’in bölgedeki etkisini ve yatırımını dışlama çabalarını yoğunlaştırması isteniyor. Ve Konsey ABD’ye, Çin’in Rusya’ya ekonomik desteğini sınırlandırması karşılığında ekonomik teşvik sağlamasını öneriyor.

STRATEJİNİN UYGULANABİLMESİ TÜRKİYE’YE BAĞLI

Bunlar, 32 sayfalık rapordaki önerilerden sadece bir bölümü. Ama sadece bunların bile hayata geçmesi için ABD’nin Türkiye engelini aşması gerekiyor. Zira Türkiye olmadan bu stratejinin uygulanabilmesi olası değil. Bunun için de Montrö Sözleşmesi’nin delinmesi gerekiyor elbette.

Kuşkusuz raporu hazırlayan askeri ve sivil ekip de bunu görüyor ve işte tam da bu nedenle Türkiye için “havuç sepeti” öneriyor.

Rapor ABD’ye, Türkiye ile ilişkileri sıfırlamayı tavsiye ediyor. Ukrayna’ya daha güçlü destek vermesi ve Rusya’ya mesafe koyması karşılığında, ABD ve AB’nin Türkiye’ye yaptırımlarını kaldırmasını, AB’ye katılımı konusunun desteklenmesini ve NATO-Türkiye ilişkilerinin yeniden canlandırılmasını istiyor.

Kısacası, ABD ve İngiltere’nin Karadeniz’i “NATO gölü” yapma hedefi sürüyor. Yani Türkiye’nin Montrö direncini daha da artırması gereken günlere giriyoruz.

(Cumhuriyet)


Birgün KÖŞEBAŞI - 11 OCAK 2024 -


Saray’ın Murat Kurum formülü (Berkant Gültekin)

Cumhur İttifakı, İstanbul adayını sonunda ilan etti. Saray, 31 Mart yerel seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’nun karşısına eski Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’u çıkardı.

Murat Kurum adaylığının kesinleşmesi sonrası sosyal medya hesabından, Ulaştırma Bakanı Abdulkadir Uraloğlu ile MacBook ekranına bakarken çektirdikleri “çalışıyoruz” temalı bir fotoğraf paylaştı. “İlk günden işe koyulduk” diyen çiçeği burnunda İBB adayı, kampanyasını hangi sütunlar üzerine oturtacağı ve nasıl bir çalışma tarzı benimseyeceğine ilişkin bir ipucu sundu.

Kurum, kentin kronikleşen trafik, ulaşım ve depreme hazırlık gibi temel problemlerini çözme iddiasını kampanyasının odağına yerleştirecek. Tüm bunların üstesinden bu sorunları 20 yıldır gideremeyen devletin gücüyle geleceğini vadedecek ve sürekli arkasında merkezi yönetimin desteği olduğunu hissettirecek. Fakat bu elbette Kurum’un tek başına belirlediği, kişisel bir yol haritası olmaktan çok Saray’ın İstanbul’u yeniden ele geçirme stratejisinin uzantısı.

Söz konusu strateji bazı ön kabullere dayanıyor. Bunlardan en önde geleni, 2017’deki Anayasa değişikliği referandumundan bu yana İstanbul’un genel ideolojik kamplaşmada muhalefetin baskın olduğu bir kent haline gelmesi. İktidarın “vatan-millet-Sakarya” söylemi, ülkenin diğer bölgelerinde olduğu kadar büyükşehirlerde etkili olamıyor. Bunu son cumhurbaşkanlığı seçimi de gösterdi. Erdoğan hem İstanbul’da hem de Ankara’da Kılıçdaroğlu’ndan az oy aldı.

İktidarın en zirve adayı bile muhalefetin en zayıf adayını yenemezken, iktidarın herhangi bir adayı, aynı şehirde muhalefetin en popüler adayını nasıl yenebilir? Hele hele şartlar hemen hemen aynıyken ve son seçimlerin üzerinden bir yıldan az bir süre geçmişken… Erdoğan metropollerde ideolojik düzlemde mağlup olduğunun farkında ve bilhassa İstanbul özelinde buna uygun davranıyor.

Saray, isimleri ya da profilleri yarıştırmanın baştan yarışı kaybetmek anlamına geleceğini biliyor. O nedenle iktidar cephesi, yurttaşın algısını genel politik kutuplaşmadan uzaklaştırıp “hizmet becerisi”ne çekmeye çalışıyor. Murat Kurum da genç yaşı ve “icracı” özgeçmişi üzerinden parlatılıyor. Sanki şehri 1994’ten 2019’a AKP geleneği yönetmemiş, 1999’dan bu yana deprem gerçeği yokmuş ve Kurum da bakanlığı süresince çok iyi bir sınav vermiş gibi iktidar, İstanbul’a bir “kurtuluş reçetesi” sunmaya çalışıyor. Üstelik bunu, Kanal İstanbul gibi İstanbul’un tabutuna son çiviyi çakacak projeyi savunurken yapıyor.

Yine bununla bağlantılı olarak Kurum’un muhalefet blokunu kenetleyecek bir imaja sahip olmama gibi bir özelliği mevcut. Onun aday olarak seçilmesinde bu çok önemli bir faktör. Örneğin, AKP İstanbul il teşkilatının aday olmasını istediği Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu, Kurum’un aksine ismine dönük antipati sebebiyle daha en baştan muhalefet seçmenini konsolide edebilir ve İmamoğlu’nun avantajını büyütebilirdi. Ancak Kurum, daha önce siyasi polemiklere fazla girmemiş olması nedeniyle henüz o kadar yıpranmış ve negatif algıya bulanmış bir figür değil. Seçimlere doğru gerilim yükseldikçe bu durum değişebilir elbette.

Son olarak Kurum, AKP’nin MHP’ye kabul ettirmekte zorlanmayacağı bir aday. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya için aynı şeyi söylemek zor olurdu. Yerlikaya göreve geldikten sonra, MHP’nin açıkça desteklediği eski bakan Süleyman Soylu’nun kadrolarına tırpan atmış ve odaklandığı konular nedeniyle partinin tepkisini çekmişti. Yılın son günlerinde Meclis’te MHP yönetimine yaptığı ziyaret buzları bir nebze eritse de adaylığının ittifakta bir kaynamaya yol açma ihtimali bulunuyordu.

31 Mart 2024 yerel seçimleri, sadece iktidarın İstanbul’u geri alma hedefiyle sınırlı görülmemeli. Bu aynı zamanda Saray için İmamoğlu’nu durdurma seçimi. Toplum İmamoğlu’nu, Erdoğan’ı sandıkta yenebilecek olan sayılı aktörler arasında görüyor. 2028’e giderken de bu imajı koruyabilmesi hayli belirleyici bir unsur olacak.

Eğer İmamoğlu, Kurum ismiyle alt edilebilirse, 5 yıl sonraki seçimlere daha zayıf bir rüzgârla gidecek. Fakat İstanbul, yine İmamoğlu ile muhalefet tarafından kazanılırsa, Saray 2028’i tedirgin bir ruh haliyle bekleyecek. İşte bu yüzden karşımızda bir yerel seçimden fazlası var. Ekrem İmamoğlu da bunun farkında olacak ki dün Murat Kurum’un adaylığıyla ilgili soruya “Ben rakibimi biliyorum” şeklinde yanıt verdi.

AKP’nin en büyük hedefi İstanbul’u yeniden almak ve bunun için Mayıs 2023 seçimlerindeki taktiğinin aksine ideolojik pozisyonlardan, genel siyasi tavırlardan soyutlanmış bir “hizmet belediyeciliğini” kutsuyor. Fakat hiçbir hizmet, ideolojilerden ve politik değer yargılarından bağımsız değil.

Bir şehrin nasıl yönetileceği, kaynakların nasıl ve kimler için kullanılacağı, halka sunulacak hizmetler ve bu hizmetlerin niteliği, trafik ve altyapı sorunlarının hangi yaklaşımla çözüleceği gibi meselelerin tümü benimsenen ideolojiyle ilgili. Trafik problemini yolları paralı hale getirerek ya da daha fazla yol yaparak mı çözeceksiniz yoksa metro hatlarının sayısını artırıp toplu taşımayı ekonomik ve işlevsel açıdan daha cazip kılarak mı? Bu soruya vereceğiniz cevap, ideolojik bakışınızın yansımasıdır. İktidar ideolojik kamplaşma minderinden kaçsa da muhalefet, kimliksel bölünmeyi aşarak halka hangi politik seçeneklerle karşı karşıya olduğunu doğru anlatabilmeli.

Hem İstanbul’un hem de memleketin diğer kentlerinin yıllardır rantçı politikalarla nasıl harap edildiğini 31 Mart’a kadar her fırsatta deşifre etmek ama bununla da yetinmeyip insan odaklı, yurttaşı temel alan bir belediyeciliğin bu topraklarda mümkün olabileceğine toplumu ikna edebilmek gerek. Aynı zamanda bunun gerektirdiklerini yapabilmek de...

                                                               /././

Faktoring yoluyla milyonlara çöktüler (Nurcan Gökdemir)

Kamu bankaları, karşılığında hakediş ya da fatura olmadan, haklarında icra takibi bulunan şirketlere milyonlarca liralık faktoring olanağı sağlıyor. Üstelik olumsuz istihbarat raporlarına karşın…

Ülke, 31 Mart’ta yerel yöneticilerini seçecek.  Belediye başkanları, meclis üyeleri, muhtarlar belirlenecek. Ama herkes şu konuda hemfikir: Bu ülkede hiçbir yerel seçim, yerel yönetici belirlemekle sınırlı kalmaz, etkileri genel seçim gibi olur. 31 Mart için de söylenenler aynısı: 2028’e gidecek yolu belirleyecek, bazılarının önünü kapatacak, bazılarının önünü açacak, hem siyasi partiler hem de adaylar bu sonuçlara bakarak pozisyon alacak…

31 Mart’tan sonra daha antidemokratik, daha yoksul, daha umutsuz, gelir dağılımı bozuk bir ülkede mi yaşayacağız yoksa kötülüğün hızını biraz da olsa kesmek mümkün olacak m? Bunun yanıtını seçimden, iktidarın mı yoksa iktidara karşıtlarının mı başarı ile çıkıp çıkmayacağı verecek.

O zaman yerel seçime giderken kuralsızlık, yandaşı kollama, kamu kaynaklarının hoyratça harcanması, iktidara yakın çevrelerin fonlanması örneklerini konuşmak, yerel seçimin salt yerel yöneticileri belirlemek anlamına gelmediğini hatırlamakta yarar var.

FAKTORİNGLE VURGUN

AKP iktidarlarının sıradanlaşan hemen hemen her kamu kurumunda sayısız örneğine tanıklık edilen olaylarından biri sözünü edeceğimiz…

Kamu bankalarından birinin faktöring şirketinin mahalle bakkalının bile borçla mal verirken dikkat ettiği kurallara uyulmadan kamu kaynaklarının kötüye kullanmasının yeni bir örneği.

Bu olayda kamu bankasının faktöring şirketinin istihbarat bölümünün mali ve borç ödeme yönünden olumsuzlukları bulunduğu tespitine karşın bazı müteahhitlerle kurulan faktöring ilişkisini anlatacağız.

HAKEDİŞ VE FATURA OLMADAN

Faktoring, “Tahakkuk etmiş ama vadesi gelmemiş gelirlerin işi ya da satışı yapmış olan şirketlerin paralarını vadesinden önce ödeme, vadesi geldiğinde de borçlusundan tahsil etme işi”… Yani ödeme zorluğu çeken şirketlerin bilançolarını da düzenlemesine yardımcı olması için oluşturulan bir istemden bahsediyor. Hem özel şirketler hem kamu şirketleri tarafından yaygın şekilde başvurulan bir yöntem.

Sayıştay raporlarına konu olan kısmın aktörleri her tür kayırma haberlerinde sıklıkla karşımıza çıkan kamu bankaları ve inşaat şirketleri oldu. Ama bu ilişkiyi haber yapan diğer başlık ise adı geçen şirketlerle ilgili olumsuz istihbarat raporları bulunmasına karşın kamu bankalarınca faktöring finansmanı sağlanması…

Gelelim yaşananlara…

İlk örnek Mersin’de gerçekleştirilen bir üst yapım işinin yüklenicisi bünyesindeki iş ortaklığına “doğacak alacaklarına” karşılık 126 milyon liralık faktöring finansmanı sağlanıyor. Bunlardan 5.5 milyon lirası ortada hiçbir hak ediş ya da fatura bulunmamasına karşın yapılıyor. Üstelik de istihbarat çalışmalarında firmalardan birinin ticari kredisinin ödemesinin geciktiği, yapılandırılmış kredisi bulunduğu ve hakkında iki adet haciz işleminin yürütüldüğü tespit ediliyor. Ayrıca bir kamu bankasının ticari şubesi grubun nakit sıkışıklığı içinde olduğunu da iletiyor.

Grubun bir başka firmasının ise açıkta bekleyen çekleri, çok sayıda protestolu senedi, ticari kredilerinde gecikme ve dört haciz ihbarnamesi ile iki icra kaydı bulunduğu da belirleniyor.

Grubun ana firmasının 19 icra kaydı, yapılandırılmış kredileri bulunduğu da istihbarat raporlarına yazılıyor.

OTOYOL MÜTEAHHİDİ

Balıkesir’deki Körfez Otoyolu’nun üst yapım işinin yüklenicisine de 60.3 milyon liralık faktöring finansmanı sağlanıyor. Aynı durum bu şirket için de söz konusu: “hak ediş ve fatura yok.”

Şirket hakkında üç haciz ihbarnamesi,  47 icra kaydı bulunuyor, geciken kredi ödemeleri var.

99 MİLYON TL’YE KARŞI 2 MİLYONLUK TAHSİLAT

Manisa’daki bir müteahhitlik şirketine de 33.6 milyon liralık faktöring finansmanı sağlanıyor. Bunun da hakediş ve faturaları, “karlı ihaleler” alamadığı için sıkışıklık yaşıyor, kamu bankaları ile kredi ilişkisinden kaynaklanan sorunları var, 99.6 milyon liralık faktöring kullanımına karşın yapılan tahsilatın tutarı 2.2 milyon lira.  2022 yılı sonunda risk bakiyesi 148 milyon liraya çıkıyor.

31 Mart’ta yurttaşın ihtiyaç kredisi talebini kılı kırk yararak geri çeviren kamu bankalarının bazı çevrelere karşı cömertliğinin sürüp sürmeyeceği de oylanacak, son söz olsun…

                                                            /././

Tıklım tıklım AVM’ler nasıl teker teker batıyor? (Ozan Gündoğdu)

Türkiye ekonomisini gözlemek için ülkeye gelen bir araştırmacı, AVM’leri gezse, Türkiye’de geçim sıkıntısı olmadığını düşünecektir. Zira AVM’ler tıklım tıklımdır. Meseleye uzaktan bakıldığında haksız da sayılmaz. Fakat aynı araştırmacı tıklım tıklım AVM’ler neden teker teker icralık olmaktadır sorusunu cevaplayamayacaktır.

Alışveriş Merkezleri ve Yatırımcıları Derneği Başkanı Nuri Şapkacı’ya göre, an itibariyle 447 AVM’nin 60 – 70 kadarı bankaların eline geçmiş durumda. Her 6 AVM’den biri icralık durumda. Sektörden gelen haberlere göre oran giderek artıyor.

Son olarak 9 adet AVM’si bulunan Hollanda Merkezli Multi Development adlı şirketin konkordato talep ettiğini ve mahkeme tarafından şirkete 3 ay mühlet verildiğini ekonomim.com yazarı Yener Karadeniz’den öğrendik. Peki neden? Çarklar nerede tıkanıyor da tıklım tıklım görünen AVM’ler borçlarını ödeyemiyor? Bunun için, Türkiye’de AVM çarkının nasıl döndüğünü anlamakta fayda var.

BİR AVM NASIL AÇILIR?

Konuya yabancı olanlar, kentin orta yerindeki bir AVM’nin nasıl dikildiğini bilmiyor olabilir. Bu süreci 3 adımda özetleyelim.

1. ADIM: Öncelikle, kentin yerel yönetiminin imar komisyonundan izin alınır. Yerel yönetim izin vermezse aynı izin Şehircilik Bakanlığı’ndan da alınabilir. Biri olmadı diğeri… Bu esnada aracılara komisyon verilir, avantalar dağıtılır. Böylece izni aldınız ve birinci adımı hallettiniz, sıra geldi inşaat için para bulmaya…

2. ADIM: AVM için kolları sıvadınız, izni aldınız, sıra geldi finansman sorununu çözmeye. Türkiye’deki AVM’lerin hemen hepsi aynı finansman yöntemiyle yapılır. AVM yatırımı için bankadan kredi çekilir. Çekilen kredi bir taşeron müteahhite verilir. Müteahhit AVM’yi inşa eder. Kentin orta yerindeki lüks binaya dükkanlar açılmaya başlar.

3. ADIM: İzni aldınız, krediyi çektiniz ve bir taşerona binayı diktirdiniz. Peki bankadan çekilen kredi nasıl ödenecek? Çok basit, dükkan kiraları kredilere tahsis edilerek…  Bu kredilerin teminatı, AVM’nin kira geliri olur. AVM’lerin dükkan kiraları, kullanılan krediye tahsis edilir. 8-10 yılın sonunda kiralar krediyi öder.

SONUÇ: Ve AVM yatırımcısı, kentin göbeğinde mülk sahibi olur. Bu haliyle, yatırımcının yaptığı imar komisyonuna avanta dağıtmak, ardından bankadan kredi bulmak ve belki bu süreçte de avanta dağıtmak, ardından bir taşeron bulup inşaata girişmek ve sadece beklemekten ibarettir. Dükkan kiraları krediyi öder ve 8 – 10 yıllık vadenin sonunda borcunuz biter, milyon dolarlık mülk artık sizindir.

Böylece Türkiye’nin kalburüstü sanayicileri bile lüks AVM işine girerler. Gayrimenkul Yatırımcıları Derneği (GYODER) verilerine göre 2002’de 14 olan AVM sayısının, 2012’de 264’e yükselmesinin nedeni de işte bu finansman fırsatıdır.

KREDİ DÖVİZ, KİRALAR TL

Böylece Türkiye’nin 4 bir yanına AVM’ler açılmaya başlar. Kredilerin yüzde 80’i döviz cinsinden olduğu için, AVM’lerdeki dükkanların da kiraları dövize endekslidir. Döviz kuru istikrarlı olduğu için 2000’li ve 2010’lu yıllar, AVM yatırımcıları için harika geçmektedir. Türkiye zaten bir ithalat cennetine dönüştüğünden, küresel markalar için AVM’ler Türkiye’ye giriş bileti olur. Bundan 10 küsur yıl önceki şartlar AVM yatırımcısı için gerçek olamayacak kadar güzeldir. Ancak işler Türk Lirası’nın istikrarını kaybetmesiyle bozulacaktır.

2014’ten itibaren döviz kurlarının yukarı yönlü hareketleri, dövize endeksli kiraların sert şekilde artmasına neden olur. Devir “liralaşma” devri olduğu için 2018’de AVM dükkanlarındaki kira kontratlarının dövize endeksli olması yasaklanır. Böylece AVM sahipleri, TL cinsinden kira gelirleriyle, döviz cinsinden kredilerini ödemeye başlar ve elbette zorlanırlar.

CAN SUYU DÜŞÜK FAİZ

TL gelirine karşın döviz gideri, AVM yatırımcılarının nakit dengesini alt üst eder. Fakat neyse ki, bu döviz kredileri, 2019-2023 arasında son derece düşük faizle TL’ye çevrilebilmektedir. Pandemi boyunca, AVM yatırımcılarının izlediği yol da bu olur. Yıllık yüzde 80’e dayanan enflasyon ortamında, yüzde 13-14 faiz oranıyla, nakit dengesi bozulan işletmeler yüzdürülmeye başlar. İşlerin yolunda gitmediği açıktır, pandemiyle birlikte e-ticaret revaçtadır. Üstelik halkın alım gücü de düşmekte, metrekare başına verim reel olarak azalmaktadır. AVM’lerin geleceği pek parlak görünmese de, hiç değilse ucuz finansmana erişilebilmektedir. Bu sayede yaşama tutunur AVM’ler. Fakat deniz, Haziran 2023’ten itibaren faizlerin yükselmesiyle kurumaya başlar. Hem tüketiciler bireysel kredi kartlarını daha dikkatli kullanır hem de düşük faizli krediler yüksek faizle yapılandırılınca, finansman maliyeti nakit dengesini yeniden bozar. Kuru kalabalık içinde Arap turistlere hizmet veren dükkanlar kiralarını ödemekte zorlanınca, AVM sahipleri de kredilerini ödeyemez hale gelir. Sonuç, tıklım tıklım AVM’ler teker teker bankaların eline geçer.

                                                               /././

Bireysel silahlanmanın sosyolojik yansımaları (Şükrü Aslan)

Şimdilerde neredeyse olağan hale gelmiş cinayet haberleri bana, ilk kez 1970’li yılların ikinci yarısında geldiğim İstanbul’daki Topkapı Otogarını hatırlatır. Otogar o yıllarda otobüslerle kente gelenlerin ilk durağıydı ve İstanbul’da gündelik hayata dair tanıklıkların ilk mekanıydı. Topkapı Otogarı, Haydarpaşa ve Sirkeci tren garlarına göre çok daha hareketli bir yerdi.

Daha lise öğrencisi olarak geldiğim o otogarda, boynunda asılı ve sesi sonuna kadar açılmış teyplerden, adına da nedense ‘destan’ denilen ‘tüyler ürpertici cinayet’ vak’alarını anlatan kişileri görmüştüm. Ellerinde sözkonusu vak’anın yazılı olduğu birer sayfalık metinler vardı ve teypten, cinayete konu öyküler anlatılıyordu. Satıcıların da arada eşlik ettikleri bu dramatik anlatılar ilgiyle dinleniyor ve ‘bildiriler’i satın alınıyordu. Şehrin ticari hayatında bu deneyimi ‘makul’ kılan şey, herhalde bu nevi cinayetlerin istisnai bir durum olmasıydı.

∗∗

Yıllar geçti, teknolojiyle gündelik hayat değişti ve bu istisnai durum biçim değiştirerek olağan hale geldi. O kadar ki bugün artık neredeyse sadece öldürme ve şiddet haberlerini veren TV programları var. Şehir neredeyse bu ‘olağan tuhaf’ haberlerle uyanır oldu. Herhangi bir sokakta, meydanda, evde ya da eğlence yerlerinde birilerini vurmak, parçalamak, çöpe atmak sıradan bir haber haline geldi. Gündelik münakaşaların bir kısmı bile hazır taşınan silahlar sayesinde ‘cinayetlerle’ bitti. İstisna bu şekilde rutine dönüştü.

Ateşli silahlara erişimin kolaylaşması ise elbette bu tuhaf olağanlığın tetikleyici gücü oldu. Türkiye’de silahlarla hayatını kaybedenlerin sayıları, ilk kez binlerle ifade edilmeye başlandı. Mesela Adli Tıp ölü muayenesi verilerine göre, 2012-2019 yılları arasında 15.893 kişi ateşli silahlar nedeniyle yaşamını kaybetti. Aynı şekilde yaralananların sayısı da 2012’de 5.485 kişi iken, 2019’da 10.488 kişiye; neredeyse iki misline ulaştı.

Resmi verilerin yanı sıra Umut Vakfı’nın Türkiye Silahlı Şiddet Raporu’na göre sadece 2022 yılında medyaya 3.984 silahlı şiddet olayı yansıdı. Bu olaylarda 2.278 kişi öldürüldü, 4.231 kişi yaralandı. Silahlı şiddet olaylarının 616’sında (% 15.46) kesici aletler, 3.368’inde ise (% 84.54) ateşli silahlar kullanıldı. Ateşli silahların 143’ü beylik silah (askerlerin ve polislerin kullandığı resmi silahlar), 2.528’i tabanca, 840’ı ise kaleşnikoflar dahil çeşitli tüfeklerdi.

∗∗

Bu tedirgin edici sürecin bir başka özelliği, çocukların da birer kullanıcıya dönüşmüş olmasıydı. Adalet Bakanlığı verilerine göre yine sadece 2022 yılında “Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanun” kapsamında 3.352 çocuk yargılandı. Dava konusu olan bu çocuklardan 455’i 12-14 yaş, 2.897’si de 15-17 yaş aralığındaydı. Bütün bu verilerin gösterdiği gibi ülkenin çocukları da artık bu şiddet ve silah sarmalının bir parçası haline geldi.

Türkiye bütün bu süreçte silahlanma konusunda 178 ülke arasında hızla 14. sıraya yükseldi. Üstelik bu eğilim ruhsatlı silahlarda da gözlendi. Yine resmi bir rapora göre, silah bulundurma ruhsatı için 2019'da 13.206 başvuru yapılırken, 2020'de bu sayı % 34 artarak 17.751 oldu. Dahası ruhsatlı silahlar da aynı şekilde suç işleme aracı olarak kullanıldı. Mesela Emniyet Genel Müdürlüğünün 2008-2018 arasındaki on yılı kapsayan bir raporuna göre, ruhsatlı ateşli silahlarla işlenen suç sayısı 25.547 olarak gerçekleşti. Aynı dönemde ruhsatsız ateşli silahlarla işlenen suç sayısı da 159.123 idi.

Özetle bireysel silahlanma ve buna eşlik eden şiddet uzun zamandır Türkiye sosyolojisinin en önemli meselelerinden biri haline geldi. Bu şiddetin kurbanı olan insanların sayısı ürkütücü seviyelere yükseldi. En basit münakaşalar bile bireysel silahlar marifetiyle cinayetlere dönüştü ve bu dehşet verici eğilim devam ediyor. Ne var ki Türkiye’yi yöneten kurumlar ve siyaset, bu sosyolojiden habersiz görünüyor. Sistem bu sosyolojiye o kadar yabancı ki, bu son derece ciddi toplumsal mesele, iktidarların gündemine bile girmedi. Sanırım asıl büyük sosyolojik sorun da bu. Ülkede yönetici siyasetin bu meseleye yabancı, bihaber ve ilgisiz olması.