15 Şubat 2024 Perşembe

soL GÜNDEM - 15 ŞUBAT 2024 -

Büyükelçi yalan söylüyor: İliç'teki maden şirketi Kanada şirketi, işte belgeler (CAN KUYUMCUOĞLU-SOL/ÖZEL)

soL ve Mining Watch'un incelediği belgeler, SSR Madencilik şirketinin açıkça Kanada yasalarına tabi olduğunu gösteriyor. Tüm dünyada maden sömürüsüne imza atan Kanada, sorumluluktan kaçma çabasında.

Erzincan İliç'te yaşanan faciada sorumluluğu olan SSR Madencilik, bir Kanada şirketi. Kanada'nın Ankara Büyükelçisi, dün apar topar şirketin Kanada şirketi olmadığını açıkladı, ancak Türkiye kamuoyuna yalan söyledi.

soL, SSR Madenciliğin şirket yapısı ve Kanada Büyükelçisinin iddialarını araştırmak üzere, Kanada merkezli, madencilik faaliyetlerinin hukuka aykırılığını izleyen örgüt Mining Watch'la işbirliğine gitti.

soL ve Mining Watch'un incelediği bilgiler, SSR Madencilik şirketinin açıkça Kanada yasalarına tabi, Kanada'nın British Columbia ilinde faaliyet gösteren bir şirket olduğunu ortaya koyuyor.

Şirketin web sitesinde yer alan bilgilere göre, SSR Madencilik'in Kanada'nın Toronto kentinde bir ofisi, ABD'nin Colorado eyaletine bağlı Denver kentinde de genel merkezi bulunuyor.

--------------------------

Şirketin web sitesindeki bilgilere göre, SSR Madencilik'in merkezi, ticari şirketler yasaları kapsamında British Colombia eyaletine kayıtlı kalmak durumunda.

------------------------------

Şirkete dair hazırlanan yıllık beyannamede, SSR Madencilik ve iştiraklerinin Kanada'nın British Columbia ilinin yasalarına tabi olduğu ortaya konuluyor. Şirketin ortak hisseleri, Kanada'daki Toronto Menkul Kıymetler Borsası'nda (TSX) listeleniyor. Şirketin hisseleri, ayrıca SSRM adı altında ABD'deki NASDAQ Küresel Seçkin Piyasası ve SSR adı altında Avustralya menkul Kıymetler Borsası (ASX)  listelerinde bulunuyor.

Kanadalı şirketlerin farklı yönetimler altında faaliyet yürüttüğü yaygın bir şekilde görülse de, bu durum, şirketlerin yasal ikametgahının kendi ülkelerinde bulunduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Maden yataklarının en zengin olduğu bölgelerde faaliyet gösteriyor

Şirketin son yıllık beyannamesine göre, şirketin ABD, Türkiye, Kanada ve Arjantin'de üretim merkezleri bulunuyor. Şirket, ayrıca Meksika'daki Pitarrilla madeninin ve Peru'daki Chala ve Yauricocha madenlerinin sahibi ve işletmecisi.

Şirketin dünyada maden yataklarının en zengin olduğu bölgelerde faaliyet göstermesi dikkat çekiyor.

Faaliyetleri yoğunlukla Türkiye'de ve Amerika kıtasında gerçekleşen şirket, altının yanı sıra gümüş, kurşun ve çinko üretiminde yer alıyor.  

Şirketin ticari sicil kayıtlarının da yer aldığı yıllık rapora buradan erişilebilir.

Şirketin 2020-2022 yılları arasındaki altın üretimi ve gelirine dair veriler yıllık raporda yer alıyor.

Kanada'nın Ankara Büyükelçisi inkar etmişti

Kanada'nın Ankara Büyükelçisi Kevin Hamilton, Erzincan'ın İliç ilçesindeki siyanürlü toprak kaymasının yaşandığı Çöpler Altın Madeni'ni işleten Anagold Madencilik'in ortaklarının arasında Kanada'nın bulunmadığını iddia etmişti.

Hamilton konuya ilişkin yazılı açıklamasında şunları kaydetmişti:

"Maden, Türk ve Amerikan şirketleri arasında bir ortak girişimdir.

Amerikan şirketi SSR Madencilik, merkezi Vancouver'da olan eski bir Kanada şirketi ile Alacer Gold adlı ABD merkezli bir şirketin birleşmesinin sonucudur. Alacer Gold Erzincan madeninin asıl mülkiyetine sahiptir. Şu anda feshedilmiş olan Kanadalı şirket hiçbir zaman Erzincan'daki madenin sahibi olmadı. Birleştirilen yeni şirket SSR Mining adını aldı ve 2020 yılında merkezini Denver, Colorado'da kurmuştur.

Birçok uluslararası madencilik şirketi gibi SSR Madencilik de Toronto Borsası'nda işlem görmektedir. Ancak bu durum, şirketin Kanada şirketi olduğu anlamına gelmiyor. SSR Mining ayrıca NASDAQ ve Avustralya borsasında da işlem görmektedir."

Hamilton, sosyal medya hesabından da şu paylaşımı yapmıştı:

"Erzincan'dan çok üzücü bir haber geldi. Düşüncelerimiz mahsur kalan işçiler ve aileleriyle birlikte. AFAD'ın ve kurtarma ekiplerinin kahramanca çalışmalarını sürdürürken gösterdikleri hızlı reaksiyon bizleri cesaretlendiriyor.

Bazı medya kuruluşlarının toprak kaymasının meydana geldiği madenin Kanada'ya ait olduğunu bildirdiğini gördük. Bu doğru değildir. Erzincan'daki maden işletmesi Kanada'ya ait değildir.

Maden bölgesinde toprak kayması: 9 işçiyi kurtarma çalışmaları sürüyor

Erzincan’ın İliç ilçesinde Çalık Holding ve Kanadalı SSR Mining’e bağlı Çöpler Altın Madeni'nin bulunduğu geniş bir alanda toprak kayması meydana geldi.

Faciada 9 işçinin toprak altında kaldığı belirtiliyor. Arama kurtarma çalışmaları 400'den fazla görevliyle devam ediyor.

Maden iki yıl önce siyanür sızıntısıyla gündeme gelmiş, şirketin işletme ruhsatının iptal edilmesi yapılan hukuki girişimler sonuçsuz kalmıştı.

Söz konusu maden, Anagold Madencilik Şirketi tarafından işletiliyor. Anagold'un yüzde 80'i Kanadalı altın maden şirketi SSR Mining'e, yüzde 20'si ise Çalık Grubu bünyesinde bulunan Lidya Madencilik'e ait.

                                                               /././

İliç'te maden firmasından işçilere tehdit: 'Gazetecilere ve dışarıya çıt çıkmayacak!' (Özkan Öztaş-soL/Özel)

Salı günü yaşanan maden faciasından sonra soL'un ulaştığı işçiler maden şirketinin ve ona bağlı taşeronların yöre halkını ve çalışanları dışarıya bilgi vermemesi konusunda tehdit ettiğini söyledi.

Erzincan'ın İliç ilçesindeki maden sahasında meydana gelen toprak kaymasının ardından 9 işçi göçük altında kalmış ve arama kurtarma çalışmaları başlatılmıştı.

Dün başlayan arama kurtarma çalışmaları neticesinde henüz bir sonuç alınamazken yakınları göçük altında olan ailelerin ise tedirgin bekleyişi devam ediyor.

soL'un ulaştığı ve temas kurduğu aileler şirketlerin köylülere ve çalışanlara, "Dışarıya çıt çıkmayacak özellikle de gazetecilere bir şey diyeni işten atarız" dediğini iddia etti.

'3 farklı firma var aynı sahada çalışan hepsi de Anagold'a bağlı taşeronlar'

soL'un ulaştığı bilgiye göre göçük altında kalan 9 işçiden 1 tanesi Çiftay Maden firmasına bağlı çalışan Uğur Yıldız iken diğer 8 işçinin de doğrudan Anagold firmasına bağlı çalışanlar olduğu ifade ediliyor.

Kayıp olan ve aranan işçilerin sayısının 9 olduğu ifade edilirken arama kurtarma çalışmalarının yağan yağmur nedeniyle olumsuz etkilendiği belirtiliyor ve bu durumun yeni toprak kaymalarına vesile olmasından kaygı duyuluyor. 

'Dışarıya çıt çıkmayacak'

Firmanın ve firmaya bağlı taşeronların da, aileleri, "gazetecilere ve dışarıya konu hakkında konuşmamaları ve konuşan işçileri tespit ederlerse işten çıkaracaklarını" söyleyerek tehdit ettiği iddia ediliyor.

Konuyla alakalı soL'a konuşan bir işçi yakını "Burada çalışanlara dair ciddi bir baskı var. Kimse telefon açmak istemiyor. Bize de haber yolladılar 'aman kimse ile konuşulmasın sonra sizin için sorun olur' diye.  Ama bu göz göre göre gelen bir yıkım. Bunu herkes biliyor. Uzmanlar uyardı. Depolama alanlarının makinalarla takibi yapılıyor. Miktarı, yapısı, doyma noktası her şey biliniyor. Ama önemsemediler. Para kazanmak için çalışmaya ve çalıştırmaya devam ettiler. Bunların başına bir şey gelmez. Olan yine işçilere olacak" dedi. 

                                                           /././

İliç'teki maden gibi onlarcası yolda: 'En az 30 milyon ton tehlikeli atık harekete geçti' (ASLI İNANMIŞIK-SOL / SÖYLEŞİ)

İliç'teki maden faciası sonrası gözler oluşan atığa çevrildi. Atık yığınının altında işçiler kurtarılmayı beklerken, bölgede yaşayanlar ve hatta Fırat'ın aktığı ülkeler tehlike altında.

Erzincan’ın İliç ilçesinde Çalık Holding ve Kanadalı SSR Mining’e bağlı Çöpler Altın Madeni'nin bulunduğu geniş bir alanda dün toprak kayması meydana geldi. İşçiler hâlâ toprak altında kurtarılmayı beklerken, çalışmaların yığılan toprak göz önüne alındığında uzun süreceği anlaşılıyor.

Öte yandan bölgede zehirli kimyasallarla yıkanıp kenara yığıldığı bilinen atık toprak yığınınınsa yağmurlar ya da yeni heyelanlarla Fırat Nehri'ne karışması ihtimali gündemde. Yer değiştiren tonlarca atığın ne yapılacağı, nasıl bertaraf edileceği de tartışma konusu.

                                                    Enver Yaser Küçükgül


Bölgedeki atığın durumunu ve bertarafını 30 yıldır altın madenciliğinin çevresel etkileri üzerine çalışma yapan Dokuz Eylül Üniversitesi Çevre Mühendisliği bölümünden emekli Dr. Enver Yaser Küçükgül'e sorduk. İzmir'de TKP'nin Çeşme Belediye Başkanı adayı olan Küçükgül, milyonlarca ton tehlikeli atığın yer değiştirdiğine işaret etti. 

İliç'teki madenciliğin Avrupa ve ABD'de izin verilmeyen teknikler kullanılarak yapılan bir madencilik olduğunu anlatan Küçükgül, cevher çıkarmak için her gün bölgede dinamit patlatıldığını, bunun jeolojik yapıya zarar verdiğini ifade etti.

Madenin dibinde Türkiye'nin en büyük akarsuyu olan Fırat Nehri'nin bulunduğunu söyleyen Enver Yaser Küçükgül, ağır metallerin insan sağlığına olan zararlarının da altını çizerek bu maddelerin Basra Körfezi'ne kadar ulaşma ihtimaline de dikkat çekti.

"Madenlerin bugüne kadar kazandığı paralara el konulup kapatılması gerekiyor. Yapılacak budur" diyen Küçükgül, Erzincan'daki maden gibi çalışan 20 yer olduğunu, 20 tanesinin projesinin hazırda beklediğini, en az 200 kadar madenin de projesinin hazırlanma aşamasında olduğunu söyledi.

'Avrupa ve ABD'de izin verilmeyen teknikler kullanılıyor'

Öncelikle İliç'te yaşadığımız neydi? Fazla depolanan ve zehirli kimyasal bulunan atıklı toprak mı kaydı?

Burada gördüğümüz, Avrupa ve ABD'de izin verilmeyen tekniklerle işletilen bir altın madeni. Maden yeraltından cevheri çıkartmak demektir. Ama burada yalnızca cevher çıkarılmıyor, o cevherden altın, gümüş gibi kıymetli metaller ayrıştırılıyor. Yani burası aynı zamanda bir kimya, bir metalurji fabrikası. Bir işletme normalde atıklarını kendi sahasına gömemezken, devlet onlara bu izni veriyor. 

O gördüğünüz pasa değil. Yeraltından maden için cevher çıkarılır. Cevher damarlar şeklindedir. Damardan altını, gümüşü alırsınız, diğer yan kayalarsa bir kenara yığılır buna pasa denir. Pasalar kayalar şeklindedir. En ufağı yumruk şeklinde taşlardır. İliç'teyse kaya değil de pudra gibi bir şey görüyoruz. Cevher değirmenlerde  öğütülür, ortalama 70 mikrondur. Tükenmez kalem ucuyla çekilen çizgi 40-50 mikrondur. Bu ondan da küçük toz haline getirilip yığılıyor. Sonra üzerine sodyum siyanür çözeltisi veriliyor. Bu çözeltiyi verebilmeniz içerisine kostik basmanız lazım. Böyle olunca da ph değerini 10'a çıkarırsınız. Çevre bilimine göre bir maddenin ph'ı 9'un üzerinde ve 6'nın altındaysa, o maddeyle bulaşan her şey tehlikeli kabul edilir. Bu yığınlar siyanürle defalarca yıkanıyor. Bu yıkamayla altın, gümüş vs sıyrılıyor. Bu kıymetli metaller siyanürle kompleks oluşturur. İşletme bu kıymetli metal kompleksini alır, kalanı işine yaramaz, kenara yığar. O gördüğümüz de bu. Daha önce düz olan bu alan yer yer 200 metre yükseklikte bir dağ oluşturuyor artık, arta kalan tehlikeli, zararlı kimyasal atıklarla.

Daha önce düz olan bu alan yer yer 200 metre yüksekliğe varan bir dağ oluşturmuş durumda

'Milyonlarca ton tehlikeli atığı üst üste yığma izni nasıl alınıyor?'

Böyle işletmelerin küçük miktarlarda altın için çok büyük ölçekli toprağı kazdığı, üstelik atıklarını doğru bertaraf edemediği için çevreye kalıcı zararlar verdiği söyleniyor.

Birinci derece bir deprem bölgesinde böyle bir dağ oluşturuyorsunuz, üst üste yığıyorsunuz. Çukurlar oluşturuyorsunuz. 50 katlı apartman derinliğinde çukurlar düşünün. Bunları yaparken de her gün cevher çıkartmak için dinamit patlatıyorsunuz. Orası her gün sallanıyor, dağı, taşı, köyleri her gün sallıyorsunuz. 3'ün altında sürekli depremler oluyor. O dağlar hafif hafif yerinden oynatılıyor. 

Böyle bir jeolojik yapıda, milyonlarca ton tehlikeli atığı üst üste yığma izni nasıl alınıyor? Türkiye'de adı çevre olan bir bakanlık var. Bu bakanlığın son 20 yılda yaptığı iş yönetmelikleri değiştirmek. Türkiye'de Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu diye bir şey yok aslında. ÇED insan kandırmak için yapılan bir şey. Onu bile yanlış yapıyorlar, mahkemelerde geri çevriliyor çoğu.

'Ne kadar zararlı ağır metal varsa, hepsi çözünüp doğada aktif hale getiriliyor'

Yaşananların ardından siyanürün Fırat Nehri'ne oradan da barajlara karışma ihtimalinden bahsediliyor. Bu doğru olabilir mi ve önümüzdeki en büyük tehlike bu mu?

Bakanlığın utanması gerekir. En az 30 milyon ton tehlikeli, zararlı atık harekete geçmiştir. Madenin olduğu yere bakın, bir tepenin üzerinde. Dibinde Türkiye'nin en büyük akarsuyu var. Fırat Nehri sınırlar aşan bir nehirdir. Basra Körfezi'ne kadar gider. Oraya bırakacağınız her şey yoluna devam eder, dünyanın öbür ucuna kadar gider. Böyle bir tehlike uzun yıllardır var. Binlerce ton siyanür kullanıyorsunuz. Bunlar gaz halinde atmosfere çıkıyor. Hidrojen siyanür gazı atmosferde 276 gün kalır. 

Siyanür ölüm demek. Canlılar için. Bitkiler için gerekli bakterileri öldürüyor bu madde. Orada artık ot biter mi? Atıklara bakın üzerinde yeşil renk göremezsiniz. Asitlerle yıkanmış kızılımsı bir toprak. Bu bir atık. 

Erzincan İliç'teki maden çok daha vahşi şekilde çalıştırıldı. Orada iki tip cevher var. Biri siyanürle diğeri asitle işletilen. Yani hem asit hem siyanür var. Bunun anlamı şu: ne kadar ağır metal varsa, hepsi çözünüp doğada aktif hale getiriliyor. Ağır metal kanser yapar. Bunu altın için yapıyorlar. Bu altın ABD'ye, Kanada'ya gidiyor. Bu hükümet bu şirketlere teşvik için milyonlarca dolar dağıttığı gibi geçtiğimiz dönemde vergi borçlarını da bir kalemde sildi. Vatandaşın üç kuruş borcu olsa evine haciz gönderiyor devlet. 

'Altın madenciliğinden ülkeye hiçbir yarar yok'

Altın madenciliğinden ülkeye hiçbir yarar yok. Şirket eğer kâr ettiğini söylerse yüzde 1 vergi veriyor. Ama tabii özel şirketler nedense hep zarar ederler.

Erzincan'daki maden gibi çalışan 20 yer var. 20 tanesinin projesi hazır, işletme başlamak üzere. En az 200 kadar madenin de projesi hazırlanıyor. Yani Türkiye cumhuriyet tarihi boyunca görülmedik bir yağma içerisinde. Bu dağlar, taşlar, topraklar, akarsular kimin malı? Kamunun değil mi? Peki halkın malı nasıl peşkeş çekilir? Yabancı şirketler işlerini kolaylaştırmak için yerli ortak alırlar. Türkiye'de ilk kurulan maden Eurogold Maden'dir, Bergama'da. Yerli firma diye lanse ettiler. Eurogold'un kuruluş hissesinin yüzde 0,05'ini eski bir MTA genel müdürüne sattılar. Adı yerli oldu. Bu insanlarla alay etmek, aptal yerine koymaktır. 

                                   'En az 30 milyon ton tehlikeli, zararlı atık harekete geçti'

'Sahada şu anda kurtarma adı altında yapılan her şey bilim dışı'

Arama kurtarma çalışmaları henüz devam ediyor. Herhangi bir ek önlem alınmadan bölgede çalışma yapıldığını gördük. Bununla ilgili neler söylersiniz? Çalışmalar nasıl yapılmalı?

AFAD ya da acil durum yönetimi yok bu ülkede. Bu insanlar maalesef bilgisiz. Dünyada bu iş nasıl yapılıyor? KBRN diye bir terim var. Yani kimyasal biyolojik radyoaktif atık. Böyle bir atığa komple sızdırmaz elbise giyinmeli, maske takmalısınız. Atığın türüne göre gaz maskesini kullanmalısınız. Öyle girmelisiniz alana. Ortamda siyanür var. Halbuki binlerce insan orada. Bölgede çalışanların sağlık riskini düşünün. En hafifi akciğer solunum kapasitesi azalımı başlar. O köylerde yaşayanlar peki? Ya şehirdekiler? Onlara zarar vermiyor mu? Özellikle hamileler, yeni doğanlar, ihtiyarlar, kronik hastalıkları olanlar zarar görecek. Sahada şu anda kurtarma adı altında yapılan her şey bilim dışı hareketlerdir.

                   Arama kurtarma çalışmalarından yansıyan bu görüntüler sosyal medyada tepki çekmişti

'Madenlerin bugüne kadar kazandıklarına el konulup kapatılmalı'

Bundan sonrası için bölgedeki atıklar çevreye en az zararla nasıl bertaraf edilebilir?

Bu kadar atığın bertarafı için 100 milyar dolardan fazla para gerekli. Atığı stabil hale getirmelisiniz bir kere. Çünkü her yağmurda havanın nemiyle, karla, suyla yeraltı sularına doluyor. Yeraltı sularının kullanılamaz hale gelmesine yol açıyor.  Buralar boş Afrika çölü değil. Türkiye'nin en önemli tarım alanlarından birini yok ediyorsunuz. Ne karşılığında? Sonra başka ülkelerden saman, buğday dileniyorsunuz.

Şu andan itibaren gerek çevre bakanlığına ait yönetmelikler gerekse enerji bakanlığına ait maden yönetmelikleri değiştirilmeli. Bu madenlerin de bugüne kadar kazandığı paralara el konulup kapatılması gerekiyor. Yapılacak budur.

                                                            /././

İliç'teki madene ÇED raporu veren firmanın yöneticisi, Anagold yönetimine atanmış - duvaR

CHP milletvekili Taşkın Özer, Erzincan'da heyelan yaşanan madene ÇED raporu veren SRK Danışmanlık'ın yönetim kurulu üyesi Ahmet Oğuz Öztürk'ün, 5 Şubat'ta Anagold şirketi yöneticisi olduğunu söyledi.

                                                     Ahmet Oğuz Öztürk

CHP İstanbul Milletvekili Turan Taşkın Özer, Erzincan'ın İliç ilçesinde siyanürle altın çıkarılan ve heyelan yaşanan madenle ilgili olarak, sosyal medya hesabından videolu açıklama yaptı.

2022'de siyanür sızıntı yaşanan madenin pek çok kez gündeme geldiğini hatırlatan Özer, "Maden şirketi ve ÇED raporunu hazırlayan şirketle ilgili yıllardır pek çok iddia ortaya atıldığı gibi bu iddiaları bakanlığın incelemediğini, gereken denetimlerin gerektiği gibi yapılmadığını, yapılan suç duyurularının ise takipsizlikle sonuçlandığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Bakınız bu facia bir kaza değildir, göz göre göre insanların ölüme gönderilmesidir. Ülkemizde yaşanan vahşi madencilik yetersiz, sınırları belirsiz kanunlar ve çıkarılan yönetmeliklerle olağan hale gelmiş, İliç’te de yetersiz denetim sonucu facia yaşanmıştır" diye konuştu. 

'BELGE BAKANLIKTA HAZIRLANARAK GÖNDERİLDİ'

Çevresel etki değerlendirme (ÇED) raporunun projeler için önemli olduğunu belirten Özer, "ÇED raporu belirli bir projenin, çevre üzerindeki önemli etkilerinin belirlendiği ve değerlendirildiği bir süreçtir. Yapılacak işin doğru bir şekilde analiz edilmesi öncelikli olarak ÇED raporu hazırlama yetkisi olan kurum ve kuruluşların bağımsızlığıyla mümkündür. Peki öyle mi oldu, maalesef olmadı. 07.10.2021 tarihinde, Murat Kurum’un bakanı olduğu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından dağıtım yerlerine, ÇED olumlu kararı ve belgesi hazırlanarak gönderiliyor" dedi.

Maden için ÇED raporu hazırlayan firma yöneticisinin, daha sonra madeni işleyen Anagold Madencilik'in yönetimine getirildiğini aktaran Özer, "Maden işletmesinin Fırat Nehri'ne 350 metre uzaklıkta olmasına, zehirli siyanürün suya karışması tehlikesi olmasına ve toprak kayması tehlikesi olmasına rağmen olumlu raporu düzenleniyor. ÇED raporunun düzenlendiği dönemde, olumlu ÇED raporu düzenleyen firma SRK Danışmanlık isimli şirket. Şirketin Yönetim Kurulu üyesi kim? Ahmet Oğuz Öztürk. 5 Şubat 2024 tarihinde Ahmet Oğuz Öztürk, yani aynı kişi İliç’te madencilik yapan, maden firması Anagold Madencilik A.Ş.’nin de yönetim kurulu üyesi olarak atanıyor. Bu atama, sipariş raporun ödülü olsa gerek diye düşünmemek elde değil" ifadelerini kullandı.

"Bağımsızlıktan yoksun firmalar ile çevresel tehdidin gizlenmesi veya yokmuş gibi davranılması bizi bu faciaya getirdi" diyen Turan Taşkın Özer, şöyle devam etti:

"Sipariş üzerine rapor hazırlanmasına hukuken imkan veren, müsaade eden bakanlık ve hatta rapora bile gerek görmeyerek İliç’teki madene kapasite artırımı onayı veren Murat Kurum, bu facianın sorumlusudur. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı, doğa ve insan katliamına soluksuz bir şekilde yol açan maden şirketlerine ruhsat vereceğine; siparişle ÇED raporu alınmasına müsaade eden yönetmelikleri düzenlemeli ve derhal bu işin bağımsız kuruluşlarca yapılmasını sağlamalıdır. Aksi durumda daha birçok kez bu facialarla karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır."

Failler aynı: Erzincan’ı yıktılar, sıra Artvin’de - Bahadır Özgür / duvaR

 

Tüm uyarılara rağmen kapatılmayan Erzincan’daki altın madeni felaketinin bir benzeri, Artvin için de yaklaşıyor. Üstelik failler, Erzincan’daki ile aynı şirketler. Ve uzmanlar, çevre mücadelesi verenler, hukukçular yine uyarıyor: Geç olmadan durdurun!

Erzincan’ın İliç İlçesi’nde, Çöpler bölgesinde bulunan altın madeninde yaşanan, 9 işçinin toprak altında kaldığı felaketin bir benzerinin tohumu, şu sıra Artvin’de atılıyor. Failler bile aynı. İBB başkanlığına aday olan Murat Kurum, bakanlığı döneminde Artvin’deki projeyi de onaylamış. Tıpkı Erzincan’da olduğu gibi çevre gönüllüleri ve uzmanlar Artvin için de ikaz ediyorlar.

Türkiye, her biri kendine yerli bir işbirlikçi bulmuş yabancı altın tekellerinin sömürgesine dönüşüyor. İktidar da 21 kere değiştirdiği ve bir kez daha değiştirmek için hazırlandığı maden yasasıyla, verdiği izinlerle, ortaya çıkan skandalların üstünü örterek, sömürgeciliğin önünü açıyor. Afrika’da ne yapıldıysa, Türkiye’de de o yapılıyor.

Dolayısıyla Erzincan’da bir ihmalden bahsetmek mümkün değil. Bilinçli sürdürülen bir politikanın sonucu bu. Bakın aynı şeyi, aynı şekilde Artvin’de yapıyorlar şimdi. Sonuç farklı mı olacak?

YİNE AYNI ORTAKLAR BİR ARADA

Arjantin ve Şili’de altın, gümüş, bakır portföylerine sahip Mariana Resources şirketi, Artvin’deki aramalarında Hod bölgesinde bakır ve altın rezervi keşfetti. Ve 2014 yılında Çalık Holding’in şirketi Lidya Madencilik ile anlaşma yaptı. Hod maden projesi için kurulan Artmin Madencilik’in yüzde 70’i Çalık’ın, yüzde 30’u Mariana Resources’ın oldu. 2017 yılında Kanadalı altın tekeli Sandstorm Gold, Mariana Resources şirketinin yüzde 30 hissesini 175 milyon dolara satın aldı. Daha sonra 2023 yılında da SSR Mining tekeli, Artmin Madencilik’in yüzde 40 hissesini 270 milyon dolara alıp, bu ortaklığa katıldı. Yani Erzincan’daki Anagold Madencilik’te ortaklık kurmuş Çalık ve SSR Mining, Artvin için de birleşti.

Altın tekellerinin gerçekten sinsi ve sabırlı olduğunu unutmamak lazım. Sömürgeleştirecekleri yerlerde akla hayale gelmeyecek ayartmalar yapıyorlar. Medyayı, yerel siyasetçileri, yörelerde sözü dinlenen insanları satın almakta oldukça mahirler.

Artvin’deki Hod maden bölgesinde de sabırlı bir çalışma yürüttüler. Bütün ortaklıklar kurulup, planlar hazırlandıktan sonra ÇED başvurusunu 2019 yılında yaptılar. Ancak o sıra Kaz Dağları’nda Kanadalı Alamos Gold’un faaliyetleri ile ilgili kamuoyunda yoğun tepkiler olduğundan, onay süreci yavaş ilerledi. Nihayetinde Kasım 2021’de, Murat Kurum’un bakanlığı döneminde Artvin için de ÇED onayı çıktı. İnşaat faaliyetleri, kazılar derken üretimin 2027’de başlaması ve 13 yıl sürmesi öngörülüyor. Yani 13 yılda ne var ne yok silip süpürüp, orayı da terk edecekler.

Peki cennet gibi bir bölgede başlayan proje nasıl zararlara yol açacak?

CERRATTEPE’DEN BÜYÜK

Hod, eski bir bakır madeni bölgesi. Dik yamaçlardan oluşan bir vadi. En önemli özelliklerinden birisi de zeytin ağaçlarıyla dolu olması. Ayrıca malum, Karadeniz’in derelerine açılıyor. Haliyle verimli tarım arazilerine komşu. Yeşilliğini, bitki örtüsünü anlatmaya lüzum yok zaten.

Altın madeni yakınındaki Aşağı Hodi köyü

Projeyi inceleyen uzmanların tespitini anlaşılır bir dile çevirirsek; şirket bir bölgede 25’inci metreden sonra 103 metre boyunca 1 ton toprak içinde 9 gram altın, aynı yerde ikinci bir sondajda da 78’inci metreden başlayarak 33.4 metre boyunca 1 ton toprakta 18.3 gram altın olduğunu tespit etmiş. Kabaca bölgedeki 9 gram altını çıkarmak için en az 128 metrelik kazı yapılması şart. Yani dar vadiyi alt üst edecekler. Cerrattepe’den çok daha büyük olduğu hesaba katılırsa, nasıl bir yıkımın yaşanacağını tahmin etmek zor değil. Yağış yoğunluğu, dik yamaçların olması sebebiyle oluşan heyelanlar vs. düşünüldüğünde siyanürle altın üretiminin yaratacağı tehlikenin boyutları daha da katlanıyor.

Kısaca Erzincan’da yaşananlar tesadüf değil ve maalesef son olmayacak. Memleketin her tarafında bomba gibi zehirli atıklar birikiyor ve bir gün mutlaka tek tek patlayacak. Patlıyor da…

Bahadır Özgür / duvaR

Barış Terkoğlu duyurdu: Ankara-Yunanistan-Kosova hattında Ülkü Ocakları kavgası - duvaR

Gazeteci Barış Terkoğlu, Ülkü Ocakları'nda istifasının ardından imalı açıklamalar yapan Ankara İl Başkan Yardımcısı Albayrak ve Sinan Ateş suikastı sanığı Kılavuz'un başrolünde olduğu kavgayı yazdı...

                                                     Fotoğraf: Barış Terkoğlu

Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş’in Ankara’da suikast sonucu öldürülmesinin üzerinden tam bir yıl geçti, tartışma bitmedi.  

Gazeteci Barış Terkoğlu, Ülkü Ocakları Ankara İl Başkan Yardımcısı Zeki Berkay Albayrak'ın istifasıyla başlayan, Sinan Ateş cinayeti şüphelisi eski MHP milletvekili Olcay Kılavuz'un da içinde olduğu Ankara-Yunanistan-Kosova hattında yaşanan kavgayı yazdı.

"Birileri tarafından hain ilan edildiğini" söyleyen Albayrak'ın istifasının ardından imalı açıklamalar yapıp yurtdışına çıktığını belirten Terkoğlu, Olcay Yılavuz'un Kosova'da Albayrak'la buluştuğunu yazdı.

Terkoğlu'nun Sinan Ateş Suikastıyla bağlantılı olduğunu belirttiği olaylara ilişkin sosyal medya hesabından şu paylaşımları yaptı:   

"Ülkü Ocakları’nda ilginç şeyler oluyor.

Sinan Ateş cinayeti başta olmak üzere Ankara’daki sıradışı olaylarda Ülkü Ocakları çok tartışıldı. Bazı isimleri gözaltına alındı, tutuklandı.

Geçen günlerde Ankara Ülkü Ocakları Başkan Yardımcısı Zeki Berkay Albayrak istifa etti. İstifanın Sinan Ateş cinayeti sonrası yaşanan tartışmalarla ilgili olduğu konuşuluyordu. Albayrak bir yerlere mesaj veren imalı açıklamalar yapıyordu.

Derken… Albayrak yurtdışına çıktı. 5 gün önce Yunanistan’dan paylaşım yaptı. Daha da garip bir şey oldu. Birileri tarafından 'hain' ilan edildiğini söyleyen Albayrak, önceki gün, 'abilerine' tehdit gibi bir açıklama yayınladı. Şu ifadeleri kullandı: 'Bazı isimlerin abimiz kardeşimiz olması kimseye prim vermez. Eğer birgün biz konuşursak hiç kimse rahat oturamaz.'

Sonra… Sinan Ateş cinayeti şüphelisi eski MHP milletvekili Olcay Kılavuz da yurtdışına çıktı. Kosova’da Albayrak ile buluştu.

Bugün, birkaç saat önce, Albayrak, Olcay Kılavuz ile 'sorun tatlıya bağlanmış gibi' kolkola fotoğraf paylaştı. Paylaşımda Albayrak, Kılavuz için 'abim' ifadesini kullandı.

Albayrak, sorun yaşadığı abileri hakkında acaba ne anlatacaktı? Neden yurtdışına gitti? Tehdit içerikli açıklamanın ardından Olcay Kılavuz neden hemen yanına gitti? Anlatmaya başlasa kimler yerinde oturamayacaktı? 

Umarım birgün anlatır." 

(duvaR)

 
Fotoğraf: X/Barış Terkoğlu

Adnan Oktar dosyasının unutulanları: El öpenler, vazgeçenler ve Deniz Kuvvetleri’nin işkence suçlaması - Gökçer Tahincioğlu / T24

 

Fincancı dışında verilen raporlar, şikâyet başvuruları da görmezden gelinmiş. Misal, çok ciddiye alınan, hatta davaya dönüşen bir işkence başvurusu daha var. İhbarda bulunan bir kişi değil, kurum; Deniz Kuvvetleri Komutanlığı…

Günlerdir Adnan Oktar’ın 1999’da yapılan operasyondan nasıl kurtulduğu, örgütün faaliyetlerine nasıl devam ettiği tartışılıyor.

Türkiye’de şaşırtıcı olan bunların tartışılması değil, bütün olan bitenlerin unutulup, bir sabah, zaten iyi bilinen konuların sansasyonel bir biçimde gündeme getirilip, birileri suçlu ilan edilirken, birilerinin bundan ciddi menfaatler elde etmesi. Kimi zaman itibar, kimi zaman para…

Ve meseleleri hemen herkesin ideolojik kamplaşmalarla okuması. Kim kimin kampına düşerse, yok ediliyor. Temel değerler, etik bütünüyle devre dışı.

140journos'un "Adnan" belgeseli

140journos'un "Adnan" adlı belgeselinin ikinci bölümünde de Türkiye, nedense yeniden eski TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı'yı anımsadı. Yıllarca örgüt adına çalışan, onlarca kişinin bu örgütün ağına düşmesine yol açan bir eski örgüt üyesi, zaten “işkence” sözcüğü ile meselesi bulunan bir polis şefinin anlatımları üzerinden Fincancı, Adnan Oktar grubunu kurtaran kişi ilan edildi.

Üstelik Fincancı’nın yanıt hakkını kullanmadığı notu düşülerek… Kanıt olarak da sonradan, Fincancı’ya gönderilen mail paylaşıldı. Karanlığa bir mail atılması, muhatapla konuşmanın bile denenmemesi yeterliymiş… “Biz gazetecilik iddiasında değiliz” denilince, bütün bunlar yapılabiliyormuş.

Yıllardır bin ayrı dosyada verdiği işkence raporları dikkate alınmayan, görmezden gelinen Fincancı da şaşırmıştır mutlaka raporuna devletin verdiği kıymete…

***

Ama böyle mi oldu gerçekten…

1980’lerden bu yana sürekli gündemde olan, aynı eylemleri tekrarlayan ve mutlaka bu eylemleriyle gündeme gelen Oktar’ın ve yapılanmasının kurtulmasını tek bir işkence raporu mu sağladı.

Sormaya şuradan başlanabilir…

Belgeselin ilk bölümünde gündeme gelen, “kedicikler” meselesi 1990’ların başından itibaren tartışılmışken, bir sürü kadın bu yapılanmanın hayatlarını nasıl etkilediğini anlatırken, harekete geçilmesi için neden 1999’a kadar beklendi?

Tıpkı Gülen dosyası gibi… Sürekli gündemde, neler olup bittiğini herkes biliyor ancak herkes susup suçlu arıyor.

***

1999’da yapılan operasyondan sonra yaşananlar ise ilginç elbette. Fincancı’nın verdiği raporla davanın bittiği iddiasında bulunanların bunları neden anımsatmadığı da öyle…

Operasyon bir süre sonra Oktar’ın bir numaralı sanık olduğu, 36 sanıklı davanın görülmesine İstanbul 1 Nolu DGM’de başlandı.

7 Nisan 2000’de yapılan ilk duruşmayı çok sayıda gazeteci de takip ediyordu. Sansasyonel, ünlülerin isminin geçtiği, devlet yetkililerinin de şikayetçi sıfatıyla davaya katıldığı bir davaydı ve ilgi büyüktü.

O dönem duruşmaları yakından izleyen, dönemin Milliyet muhabiri Semra Pelek, yaşananları, sonrasında olanları derleyerek, bir kısmını kamuoyu ile de paylaştı. Pelek’in gözlemleri ve yaptığı derleme ilgi çekici.

Kasım 1999’da tutuklanan Oktar hakkında, bugün olduğu gibi, yüzlerce yıl hapis cezası talebinde bulunulmuştu ve savcının en önemli kanıtı Oktar ve arkadaşlarının ifadeleri değil, şikayetçilerin anlatımları, baskınlarda ele geçen materyallerdi.

***

Yargılama süresince tam 17 kişi, şikayetini geri çekti. Aralarında, dönemin DYP Milletvekili Celal Adan, eski bakan Mehmet Ağar’ın da bulunduğu isimler, şikayetçi olmadıklarını söylediler.

Bu kadar ağırlıklı isimler vazgeçerken, diğerlerinin kalabilmesi mümkün mü?

Ardı ardına tahliye kararları verilmeye başlandı. Bu kadar ağır hapis cezası talebine rağmen, birkaç ay sonra davada sadece Oktar ile sağ kolu olduğu söylenen Fırat Develioğlu tutuklu kalmıştı.

Ve ortada ne Fincancı’nın verdiği işkence raporu ne de bir başka rapor vardı.

5 Ağustos 2000 tarihli Milliyet gazetesi

***

Pelek’in derlemesinde yer alan ilginç bir haber var… Dönemin ana akım gazetelerinde, “Adnan Hoca’yı mankenler kurtardı” başlığıyla yer almış.

Şunlar yazıyor Ağustos 2000’de yapılan duruşmanın haberinde:

“İstanbul 1 No'lu DGM'deki duruşmaya tutuklu sanıklar Oktar, Develioğlu ile tutuksuz sanıklar katıldı. Duruşmaya ayrıca müşteki taraf olan gazeteci Fatih Altaylı ile mankenler T.D., S.P ve diğer müştekiler G.A., İ.U., M.V., S.K., ve H.C.A geldi. Oktar ve müritlerinin yargılandığı Organize Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunu'nun uzun yıllardır uygulandığı İtalya'dan gelen bir heyet de duruşmayı izledi.

Oktar ve çetesi hakkında haber yaptığı için tehdit edildiğini söyleyen Altaylı duruşmada sanıklardan şikayetçi olduğunu söyledi. Ancak diğer müştekiler şikayetlerinden vazgeçti.”

Polisteki ifadesinde nasıl istismara uğradığını detaylarıyla anlatan manken T.D., duruşmada, “Bu insanlardan herhangi bir zarar görmedim o yüzden şikayetçi değilim. Emniyette Adnan Bey ile yatmadığımı söyledim ama beni dinlemediler. Çok ağladım. İfadem kamuoyuna yansıdı rezil oldum, ailemin yüzüne bakamadım" demiş.

Polis ifadesinde Oktar’ın Kandilli’deki evinde uğradığı cinsel istismarı anlatan manken S.P., duruşmada "Ben hiç şikayetçi olmadım ama öyleymişim gibi gösterdiler" diye açıklamış durumunu.

Mahkeme, duruşma sonunda, şikayetlerin geri çekilmesini gerekçe göstererek, Oktar ve sağ kolunu da tahliye etmiş.

Şöyle diyor haberde:

“Tutuklu sanığın kalmadığı duruşma sonunda tahliye sevinci yaşanırken, şikayetlerini geri çeken bu iki manken Adnan Oktar’ın annesinin elini öptü. Oktar'ın annesi, 'Oğlumun serbest kalacağını bilseydim nişanlısını da getirirdim' diyerek sevincini ifade etti.”

***

Belgeselde de açıkça belirtiliyor. Fincancı, Oktar ve sanıklar hakkında, tam 7 yıl sonra bir işkence raporu hazırladı ve bulgularını paylaştı. Hatalı olabilir, eksik olabilir, bütünüyle doğru olabilir ama geçen uzun bir zaman ve artık anlamını yitirmiş bir dava varken…

Oktar’ın tahliyesine dönelim. Birkaç ayda cezaevinden çıkan Oktar’ın davası nasıl devam etmiş, bir bakalım.

Tahliyelerden sonra yaklaşık üç yıl daha İstanbul 1 No’lu DGM’de görülmesine devam edilen dava mahkemenin, 12 Eylül 2003’te verdiği, “görevsizlik kararı” üzerine İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi. Bu aynı zamanda suçun vasfının değiştiğinin, mahkemenin bu görüşe vardığının göstergesi. Bunun için mahkeme neden üç yıl beklemiş, muamma…

Tıpkı insanların şikayetlerini neden geri çektiklerinin bilinmemesi gibi…

***

İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam eden yargılama da ilginç. Dönemin Cumhuriyet Savcısı Orhan Erbay, esas hakkındaki görüşünü açıklarken, yaşanan ilginç süreci şöyle özetliyor:

-Dava İstanbul 1 Nolu DGM’de sürerken, mahkeme heyetinin reddedilmesi üzerine heyet davadan çekiliyor.

-Bunun üzerine davaya bakmaya başlayan İstanbul 2 Nolu DGM, dosyayı "görevsizlik kararı ile İstanbul 3 Nolu DGM’ye gönderiyor.

-İki mahkeme de davaya bakmak istemiyor. Uyuşmazlığı inceleyen Yargıtay 5. Ceza Dairesi 3 Nolu DGM’nin görevli olduğuna karar veriyor.

-Suç, DGM kapsamından çıkınca, dosya İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’ne geliyor.

-İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi, dava konusu olayların Adnan Oktar’ın Silivri’deki villasında geçtiği gerekçesiyle "görevsizlik kararı" vererek dosyayı Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderiyor.

-Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi, Beykoz’daki villanın alanında kalmadığını belirterek, dosyayı Üsküdar Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderiyor.

-İki mahkeme de dosyaya bakmak istemiyor. Yargıtay yeniden devreye giriyor. Görev uyuşmazlığının giderilmesi amacıyla dosyayı tekrar inceleyen Yargıtay, davaya bakmakla İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nin görevli olduğuna karar veriyor.

-Sanık avukatları, ‘görevsizlik kararı’nda geçen bazı cümlelerden dolayı İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin reddini istiyor ve ne hikmetse başka davalarda görülmedik biçimde bu heyet de davadan çekiliyor.

-Dosya bu kez İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gidiyor. Bu mahkemenin bankacılık suçları konusunda, 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin ise kaçakçılık suçları konusunda ihtisas mahkemesi olması nedeniyle dosya, İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderiliyor.

-Mahkeme, davaya ilişkin ilk incelemesini 23 Haziran 2004’te yapabiliyor.

***

Garip değil mi, 4 yıl boyunca sadece bunlar yaşanıyor. Bu süreçte Oktar zaten özgür, tahliye edilmiş durumda. Boy boy ilanları iktidara yakın gazetelerde yayımlanıyor. Eski hayatını yeniden inşa ediyor.

İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi, 24 Ekim 2005’te Oktar ile 34 sanık hakkındaki dava dosyasının, zamanaşımı nedeniyle düşmesine karar veriyor. Zamanaşımı ile davası düşmeyen 6 sanığın dosyasını ayırarak. Bu 6 sanık da 2007’de beraat ediyor. 5 Ocak’ta… Sadece yakalanmayan bir sanığın dosyası sürüyor.

Ancak Yargıtay zamanaşımı kararını bozunca, dosya yeniden İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne geliyor. 9 Mayıs 2008’de Oktar ile kalan 17 sanık hakkında karar veriliyor. Oktar, sadece 3 yıl hapse mahkûm ediliyor. İnfaz yasasına göre yeniden yatması bile gerekmiyor.  Zaten temyiz süreci de yıllar sürüyor.

Duruşmaları takip eden gazeteciler yıllarca tehdit ediliyor. Bu yapılanmanın çevresindeki kadın ve erkeklerin mesajları ile boğuşuyor.

Altaylı dışında şikayetini geri çekmeyen, tanınan tek kişinin bile kalmadığı bir dosya haline geliyor Oktar dosyası.

***

Ancak bununla sınırlı değil olanlar.

İşkence iddiası var malum… Belgeselde nedense bütün bu süreç, davaya yönelik etkiler, siyasi baskılar, tehdit ve şantajlar, şikayetini geri çekenler “unutulmuş”, sadece bu iddiaya odaklanılmış. Ancak ona da eksik bakılmış…

Öncelikle dosyada 1999’da şüphelilere işkence yapıldığı konusunda birçok şikâyet başvurusu var. Verilen birçok rapor da mevcut.

Zaten 90’lı yıllar boyunca aslında şubeden geçen hemen herkes bu iddiada bulunuyor. Özellikle solcu öğrenciler arasında işkence görmediğini söyleyen tek bir kişi bile yok. Yeni Şafak operasyonu olarak anılan operasyonda gözaltına alınanların işkence iddiaları da zaten biliniyor. Bu öğrencilere verilen darp ve işkence raporları bir kere bile itibar görmemiş ama Oktar’ınki görmüş nedense… Ve o dönemde işkence var mıdır yok mudur, bir sır mıdır? İlgili herkes hakikati ve kullanılan yöntemleri de biliyor…

Adnan Oktar

Fincancı dışında verilen raporlar, şikâyet başvuruları da görmezden gelinmiş.

Misal, çok ciddiye alınan, hatta davaya dönüşen bir işkence başvurusu daha var.

İhbarda bulunan bir kişi değil, kurum; Deniz Kuvvetleri Komutanlığı…

Operasyon kapsamında gözaltına alınanlar arasında o sırada askeri görevini yapan, izinli olarak ayrıldığı dönemde gözaltına alınan bir isim daha var.

Emniyetten serbest bırakıldıktan sonra kışlaya dönen bu kişi, daha sonra fenalaşıp Kasımpaşa Askeri Hastanesi’ne sevk ediliyor. Hastane, işkence iddiasını kayıt altına alarak, 15 günlük rapor veriyor.

Buna göre askeri savcılığın işlem yapması zorunlu. Soruşturma başlatılıyor.

Ancak 1999’da operasyonu yapan Adil Serdar Saçan ve görevli polislerle ilgili açılmış bir işkence davası daha var. Bu davada da çok sayıda doktorun verdiği raporlar esas alınmış.

Askeri savcılığın hazırladığı evrak, İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki davayla birleşiyor. Mahkeme, bu dava kapsamında istirahat raporunun orijinalini istediğinde garip bir durum çıkıyor ortaya. Hastane, o kişinin hastanede tedavi görmediğine yönelik bir yazı gönderiyor mahkemeye. Yazıda başhekimin imzası var.

Bir anda işin içine Ergenekon davası da giriyor. Saçan’ın telefon dinleme tutanakları inceleniyor ve başhekimin yakın akrabasının Saçan’la bağlantısı bulunuyor. Saçan’ın bu yolla sahte yazı oluşturduğu iddia ediliyor. Ve bu ayrı bir davaya dönüşüyor. Başhekim, yakın akrabası, Saçan ve bir kamu görevlisi daha bu davada sanık.

***

Bütün bu davalar yıllarca devam etti. Bir bölümü zamanaşımı, bir bölümü beraatle bitti. Davaların bitmesi 2018’i buldu.

Gülen cemaatinden Oktar grubuna, siyasilerden bürokratlara, gazetecilerden mankenlere kadar adı geçmeyen, etkide bulunmayan kalmadı bu davalarda.

Oktar grubuna 2007’de bir operasyon daha yapıldı, önceki operasyonun davası bitmeden. Suçlamalar aynıydı, bugün yapılan suçlamalardan gram farkı yoktu. 25 yıldır aynı…

Türkiye garip bir ülke. İnsanlar önyargılarla, suçlanan kişiyi sevip sevmediklerine göre hareket ediyor her meselede.

Fetullah Gülen hakkında ilk iddianameyi hazırlayan DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in dosyasında, sonradan açılan davalarla birebir örtüşen kanıtlar vardı. Bu dava, beraatle sonuçlandı ve kimse ağzını açmadı.

Yıllarca işkencecileri koruyan, solcu öğrencilere yapmadığını bırakmayan, işkencede ölümü aklamaya çalışan Yüksel, bütün bu eylemlerinden değil, Gülen iddianamesi nedeniyle cezalandırıldı ve bir kaset komplosu ile neye uğradığını şaşırdı. Koltuğunu, etkisini bütünüyle kaybetti. Gülen dosyasında mağdur, diğerlerinde suçluydu.

Bütünü bulmak, bütünüyle savunmak mümkün değil.

Ama bakılacaksa, Türkiye’de neden gerçek suçlular 40 yıl aynı eylemleri yapıp ayakta kalabiliyor, sonra ne oluyor da aniden operasyonlara uğruyor, bu suç alanını bu gruplara kim sağlıyor, önce buna bakılmalı.

Tam bir hukuk devleti varmış da işkence önemseniyormuş gibi yapmaya lüzum yok. Bu memlekette işkencenin hoş görüldüğünü, gerekli bulunduğunu, cümleye “işkence insanlık suçudur ama” diye başlayan herkes gayet iyi biliyor…

Gökçer Tahincioğlu / T24