CHP’de aslında ne yaşanıyor (Barış Pehlivan)
“CHP’deki bazı önemli isimler içten içe İstanbul’un kaybedilmesini istiyor! Keza, Kılıçdaroğlu’nun karşısında birleşen birçok kişi şimdi memnun değil durumdan. Ama bakıyorsunuz, memnuniyetsizliğin nedeni belediye adaylığına kendilerine yakın isimlerin seçilmemesinden...”
CHP koridorlarını uzun yıllardır soluyan bir isimden duydum bunu. Ne üzücü bir iddiaydı. Ülkenin kurucu partisinde sırf istediği koltuğa oturmak için, İstanbul’u yeniden yağma düzenine sokmayı arzulayanlar vardı.
Kırgınlıkların, suçlamaların ve istifaların vaatlerden daha çok konuşulduğu bir seçim süreci yaşıyor CHP. Parti içinde hangi cepheden biriyle konuşsam, en büyük ortak noktaları memnuniyetsizlik. İşin daha acı yanı, yaşanan mutsuzluğun kaynağı memleketle değil parti içindeki güç dengesiyle ilgili.
Peki, aslında ne oluyordu?
Biliyorsunuz, CHP’nin önemli isimlerinden Gürsel Tekin partisinden istifa etti. Tekin, İstanbul’un Kadıköy ilçesine belediye başkanı olmak istiyordu ama aday gösterilmedi. O da çok ağır sözlerle vedasını duyurdu.
Haliyle şu soru yanıt bekliyordu: Eğer, Gürsel Tekin aday gösterilseydi CHP’ye böylesi sert eleştiriler yapacak mıydı? Aradım, sordum, özetle şunları duydum:
“Benim 40. yılım CHP’de. Hiçbir dönem adaylaşma üzerinden derdim olmadı. Partimde hep müşahit ve mücahit olarak kaldım. Asla müteahhit olmadım. Bir tek belediye başkanı beni sevmez CHP’de... Niçin sevmiyorlar, hayırdır? Ne kötülük yapmışım? İmar çetesiyle mücadele etmek kötü bir şey midir?”
Tekin şu kırgınlığını da gizlemiyordu: “Yahu hayatımı verdiğim bu partide, 20 gündür ben CHP’nin genel başkanına ve Ekrem İmamoğlu’na ulaşamadım. Bu nasıl bir şeydir? Ben insan değil miyim?”
Bu arada, Özgür Özel ise gazetecilere yaptığı açıklamada Gürsel Tekin’i birkaç gün sonra arayacağını belirtti.
BAŞARIR: KİM KAYBETTİĞİ İÇİN KURULTAYI TOPLADI?
CHP’nin etkili kurmaylarından, grup başkanvekili Ali Mahir Başarır’ı da aradım, “CHP’de büyük bir kazan mı kaynıyor yoksa abartıldığını mı düşünüyorsunuz” diye sordum, şu yanıtı aldım: “İnanın sokakla, sosyal medya ve basının tartıştığı konular çok farklı. Adam 3-4 dönem belediye başkanı olmuş, şimdi aday gösterilmemiş ve istifa ediyor. Etsin. Zaten örgüt onu istemediği için gidiyor. Yani burada mı kazan kaynıyor? 15-20 yıl vekillik yapacaksın, üç dönem belediye başkanlığı yapacaksın, hep de atamayla geleceksin ama şimdi de istifa edeceksin! Sizce bu kaynama mı?”
Peki, yerel seçim sonrası CHP’de olağanüstü kurultay olacağı iddiaları? Başarır’ın bunu dillendirenlere ise şöyle bir yanıtı vardı: “Bu partide 13 sene boyunca kaç seçim kaybedildi? Kim kaybettiği için kurultayı topladı? Bakın, İstanbul’dan Ankara’ya kadar tüm illeri yine alacağız. Ona rağmen kurultaya gitmek isteyenler olacaktır. İşte tüzük orada...”
AKP ANKETLERİ NE DİYOR?
Evet, CHP’de herkesin en fazla göz diktiği yer İstanbul’du. Peki, partide önemli bir güç haline gelen Ekrem İmamoğlu cephesi bu tartışmalara ne diyordu?
Öncelikle, İBB cephesi iddia edildiğinin aksine “Özgür Özel ile Ekrem İmamoğlu arasında nokta kadar bir anlaşmazlık, terslik, çatışma alanı yok” diye vurguluyordu. Ya “1 Nisan’da CHP’de olağanüstü kurultay süreci başlar” tezine nasıl bakıyorlardı? Şu yanıtı duyuyorum: “20 yıldır AKP’yi iktidarda tutan insanlar bu hazırlık söylentilerini yayıyor. Biz 1 Nisan’da yine belediyeleri yönetiyor olacağız, onlar 45 gün daha hayal kursunlar...”
İBB cephesi seçimde bekledikleri sonucu ise şöyle aktarıyordu:
“Biz kampanyamızı sağlıklı yapar ve derdimizi iyi anlatırsak 1-3 puan arası farkla bu seçimi alırız. Keza AKP’nin son dört anketinde bile İmamoğlu önde. Panik yapacak da ‘Biz kesin alıyoruz’ diyecek bir durum da yok.”
KILIÇDAROĞLU CEPHESİ NASIL BAKIYOR?
Son olarak... Eski lider Kemal Kılıçdaroğlu’na çok yakın isimlerle konuştum. Onların tüm bu yaşananlara bakışı şöyleydi: “Kurumların çok zayıf düştüğü yerde, CHP’nin çok güçlü olması gerekiyor. Partinin zayıflıyormuş gibi görünmesi üzüyor. Yaşadığımız bir seçim süreci. Ya demokratikleşmeyi büyüteceğiz ya da totaliterliğin iktidarı meşruluk sağlayacak. Bu anlamda da süreci baltalayacak, sürece ve adaylara zarar verebilecek ya da seçimlerle ilgili zayıflığa işaret edecek hiçbir polemiği onar halde olamayız.
CHP 1 Nisan kurultayına hazırlanmıyor ama hızla o yöne doğru yöneltiliyor. Yani ister istemez bu duygu hali oluşmaya başladı. Bu sadece Kemal Bey ile ilgili de değil. Farklı bakış açıları çok var ve öyle ya da böyle bir kurultay süreci ihtimali yüksek olmaya başladı. Özetle, adayları yıpratmadan bütün görevlerimizi yaparız. Ama 1 Nisan’da yeniden yürümek gereken bir yol varsa yine birbirimize sarılarak çözeriz...”
/././
Rabiacılık rafta, pragmatizme devam (Mehmet Ali Güller)
Normal şartlarda siyasette “U sınıfı” ehliyet yoktur. Ancak iktidarın şansı, kendisine U dönüşlerinde bedel ödetebilecek bir muhalefetin bulunmamasıdır.
Erdoğan 21 yılda, 21 temel iç ve dış politikada U dönüşü yaptı. Bu U dönüşlerinin Türkiye’ye ekonomik faturası milyarlarca dolar tuttu ama siyasi faturası olmadı.
Mısır bu U dönüşlerinden biri. 12 yıl sonra Erdoğan Sisi’yle normalleşti ve 14 Şubat’ta Kahire’yi ziyaret etti.
Türkiye Mısır’la neden bozuşmuştu? Çünkü Erdoğan, Türkiye, Suriye, Filistin, Mısır, Libya hattında Müslüman Kardeşler (İhvan) rejimleri istiyor, kendisini de “İhvan coğrafyasının” siyasi lideri olarak konumlandırıyordu. Sisi, İhvancı Mursi’yi devirince, Erdoğan koltuğun İhvan’a devredilmesini istedi ve Türkiye-Mısır ilişkilerini kopardı.
YALNIZLIĞIN MALİYETİ
Peki ne oldu ne değişti de Erdoğan 12 yıl sonra Kahire’ye gitmeyi kabul etti? Mısır cephesinde hiçbir değişiklik yok: Erdoğan’ın desteklediği Mursi mahkeme salonunda geçirdiği baygınlık sonrasında öldü, Müslüman Kardeşler (İhvan) önemli oranda tasfiye edildi, Mursi’yi deviren Sisi hâlâ cumhurbaşkanı...
Kısacası Mısır cephesinde bir değişiklik yok ama Erdoğan, uluslararası ilişkilerde yalnızlığın iddia edildiği gibi “değerli” olmadığını gördü. Dahası, iyice bozduğu ekonomi bu yalnızlığı kaldıramayacak duruma geldi.
Erdoğan’ın “İhvan eksenli Ortadoğu inşası” hayali, Türkiye’nin güneyle ticaretini mahvetti. Türk TIR’ları, Suriye üzerinden Ürdün’e, oradan Suudi Arabistan ve Körfez’e mal taşıyordu. Erdoğan’ın Suriye politikası o yolu tıkadı. Türk TIR’ları için daha maliyetli yeni rota, Ro-Ro ile Mısır limanına, oradan önce karayolu sonra denizyoluyla Suudi Arabistan’a ve Körfez’e oldu. Erdoğan’ın Mısır politikası o yolu da kapattı. Üçüncü rota denizyoluyla İsrail limanı, oradan Ürdün üzerinden Suudi Arabistan ve Körfez oldu.
Ancak artık Türk ekonomisi bu maliyetleri kaldıracak durumda değil. Sisi değişmediği halde, Erdoğan’ı ettiği tüm sözleri yutarak Sisi’yle normalleşmeye iten ekonomik neden işte bu.
SİSİ’Yİ SEÇİME ALET ETTİLER
İktidarın Mısır’la ilişkileri neden bozduğunu sorgulamaya kalktığınızda hep şöyle dediler: “Dış politika milli meseledir. İç politikaya alet edilmemelidir. İçeride siyasi çekişme olur ama dışarıda birlik, beraberlik...”
İyi de dış politikayı iç politikaya asıl alet eden iktidar değil mi? Anımsayın, bir önceki yerel seçimde Erdoğan miting meydanlarında “Ya Binali Yıldırım’a oy vereceksiniz ya Sisi’ye” diyerek İmamoğlu ile “katil, zalim, darbeci” dediği Sisi’yi eşitlemişti.
Peki ders alınmış mıdır bundan? Birkaç hafta sonra seçim meydanlarında “Ya Murat Kurum’a oy vereceksiniz ya Netanyahu’ya” demezse, belki...
ASIL GÖSTERGE SURİYE
Mısır’la ilişkilerin bozulmasını eleştirenler, yıllardır iktidara “Mısır’ı kimin yönettiği Mısırlıların sorunudur” diyordu, “Önemli olan ilkelerdir ve Türkiye’nin çıkarlarıdır” diyordu, Mısır’la ilişkilerin bozulmasının ekonomik ve siyasi maliyetine işaret ediyordu. İktidar ise bunları söyleyenlere “Sisici, darbeci” sıfatı yapıştırıyordu.
Bugün Erdoğan Mısır dönüşü uçakta şöyle diyor: “Dış politika, karşılıklı çıkar eksenli inşa edilir ve o zeminde yönetilir.” (AA, 16.2.2024)
Neyse, keşke dersler çıkarılsa ama dersler çıkarılıp çıkarılmadığının temel göstergesi ne Körfez’dir ne de Mısır’dır, Suriye’dir. Suriye’yle normalleşme, Türk dış politikasının en önemli ihtiyacıdır; terörle mücadeleden sığınmacı sorununa, Doğu Akdeniz’de enerji-politik güç mücadelesinden ABD’nin bölge siyasetine kadar her konunun asıl öznesi Suriye’dir.
Orada ısrar ettiklerine göre, “Erdoğan Rabiacılığı rafa kaldırdı, pragmatizme devam ediyor” diyebiliriz.
/././
Madenler devletleştirilsin (Miyase İlknur)
Tükiye’de en çok değişen iki kanundan biri Kamu İhale Yasası diğeri ise Maden Yasası’dır. Kamu yararına ise bu değişiklikler amenna. Ama gelin görün ki bu iki kanun da sermayenin yararına sürekli değiştirilir. Daha çok kazanç elde edebilmeleri için kanunda önlerine çıkan engelleri bertaraf etmek adına sermayenin talepleri derhal yerine getirilir.
Karşılıksız mı?
Değil tabii. Bu değişiklikleri yapanlar, onaylayanlar ve itiraz etmesi gerekenlerin, yeri göğü inletmesi beklenenlerin suskunluklarının da bir karşılığı var elbette. O karşılık, kamudan ihale alan, maden arama ruhsatına sahip şirketler tarafından önceden ödenir. Hani Rıza Sarraf’ın “O...nun bahşişini peşin ödeyeceksin” dediği gibi.
Çokuluslu maden şirketleri, girecekleri ülkelerde önce lobisini oluşturur. Bu lobi sayesinde maden kanunu, kendi istekleri doğrultusunda değiştirilir. Kanun değişikliği için sadece iktidar partisinden değil, muhalefet partilerinden de adam devşirilir. Basın bir ayağıdır bunun. En sona madenin aranacağı bölgenin eşrafı, muhtarı, sivil toplum örgütleri, köy ahalisi ve yerel basın bırakılır. Satın alınamayan kişi ve kurumlar itiraz ettiğinde dev bir koro anında “Madenler çıkarılmasın mı, yeraltında yatan bu kaynaklardan ülke olarak yararlanmayalım mı?” diye feverana başlar.
ÖZEL SEKTÖR OLMADAN MADENLER ÇIKARILMADI MI?
Sanki madenler özelleştirilmeden önce yeraltındaki kaynaklarımız çıkarılmıyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra hükümetler, bağımsız bir ekonomiye kavuşmak amacıyla öncelikle madenciliğin millileştirilmesi ve yeraltı kaynaklarının aranıp işletilmesi düşüncesini yaşama geçirmişlerdir. 1930’lu yıllar Türkiye madenciliğinin atılım yıllarıdır.
Türkiye’de madenlerin aranması için MTA (Maden Tetkik Arama Enstitüsü) ile işletilmesi için de Etibank’ın kuruluşu Cumhuriyetin ilanından on yıl sonraya rastlar. 14 Haziran 1935 tarihinde bizzat Atatürk’ün talimatıyla kurulan MTA, ekonomik değere sahip sahaları ilgili bakanlık kanalıyla Etibank’a devretmeye, Etibank da bu kaynakları işletmeye zorunlu kılınmıştır.
1936 yılında tam anlamıyla faaliyete geçen Etibank, öncelikli olarak yabancıların elinde olan maden şirketlerini devlet adına satın alarak millileştirme politikası takip etmiştir. Krom, bakır, demir, kömür madenleri yabancı şirketlerden satın alınarak devletleştirilmiş, MTA tarafından keşfedilen yeni madenler de işletmeye açılmıştır.
ENGELLER TEK TEK KALDIRILDI
Türkiye’de 1980 öncesinde MTA ve Etibank gibi kuruluşlar aracılığıyla devlet eliyle yürütülen madencilik faaliyetleri, 1985’te dönemin başbakanı Turgut Özal’ın politikalarıyla özel sektöre açıldı. Özel sektörün koşullarına uygun olarak değiştirilen kanunlarda 2000’lerden beri yapılan değişikliklerle günümüzde koruma altında olması gereken pek çok yer madencilik faaliyetlerine açık hale getirildi.
Kanunun 7. maddesi, maden faaliyetlerine kapalı tutulması gereken su havzaları, orman alanları, tabiat parkları, sit alanları gibi koruma altına alınacak alanlara ilişkin kısıtlamaları düzenler. Maden Kanunu’nda 2001 yılından beri yapılan 21 değişiklikten beş tanesi 7. maddede yapılıyor.
Maden aramada “kamu yararı” maddesinin getirilmesi ile orman alanları, su havzaları, zeytinlikler, tarım alanlarının talan edilmesinin önü açılıyor.
Doğanın tahrip edilmesi, siyanürle toprakların, havanın zehirlenmesi, iş güvenliğindeki ihmaller nedeniyle ölümler de cabası. Özel şirketlerin çıkardığı madenlerden elde ettiğimiz katma değer ise tahrip edilen katma değerin milyonda biri bile değil.
O nedenle madenlerimiz amasız, fakatsız derhal kamulaştırılmalıdır.
/././
Bırakınız yaksınlar bırakınız yıksınlar! (Murat Ağırel)
En son yazacağımı en başta yazıyorum.
Erzincan İliç, Çöpler madenini kapatın! Bunu iki sene önce de söylüyordum. Gittim yerinde inceledim büyük bir tehdit olduğunu bölgedeki herkes biliyordu.
Bu yaşanan bir felaket değil göz göre gelen bir cinayet.
Sedat Cezayirlioğlu ve doğayı korumaya kendisini adamış avukatı İsmail Hakkı Atal, Ümit Özdağ ve az sayıda siyasetçi, bilim insanları, uzmanlar tehlikenin büyüklüğü hususunda uyardı. Yüksek Metalurji Mühendisi Cemalettin Küçük yaşanacakları 10 yıl önce anlattı. Gazeteci İbrahim Gündüz, “Altın Ölüm” (Galeati Yayıncılık) kitabında tüm ayrıntılarını anlattı. Oraya gidene kadar tehlikenin bu kadar büyük olduğunu fark etmemiştim.
ABD’YE İKNA TURLARI
Rio Tinto, Anatolia Minerals, Çukurdere Madencilik, Lidya Madencilik, Avoca Resources, Alacer, SSR Mining...
Bu isimler Çöpler’i işleten şirketlerin listesi. Maden şirketi üç tur şeklinde halkı ikna edebilmek için birçok kişiyi ABD’ye götürdü. Dönemin kaymakamı, belediye başkanı, ticaret odası başkanı, muhtarlar, siyasetçiler katıldı bu gezilere. Çöpler Köyü Muhtarı Cahit Keklik, “Gezi sonrası madenin çevreye zarar vermeyeceği konusunda tatmin olduk. Arazinin dönümünü 5 bin liraya verdik 55 modern ev yapılacak” diye belirtiyor. AKP İliç İlçe Başkanı Mustafa Gürbüz de “Gönül rahatlığıyla izin verdik” diyordu.
KORKUNÇ RAKAMLAR
İktidar madenin açılması için dört koldan harekete geçti. Milyonlarca lira akıtıldı, rüşvetler verildi.
Maden sahası Fırat’ın hemen dibinde. Madenin kendi raporlarına göre maden sahasının hemen dibinde dereler var ve iki sondaj kuyusu dahil olmak üzere madene saniyede 130 litrelik bir su girişi var. Yani dakikada 7 bin 800 litre. Bir saatte 468 bin litre. Bir günde 11 milyon 232 bin litre. Bir yılda 4 milyar litre.
Erzincan ilinde ise vatandaşlara saniyede 295 litre su veriliyor. Yani maden tek başına koca Erzincan’ın yarısı kadar su tüketiyor.
Maden sondaj yapmaya devam ediyor. Dağları tepeleri tek tek gezdim. Kemaliye’ye kadar uzanan bölgede dağlar delik deşik edilmiş durumda. Ağıl, Harmankaya, Dilli ve Çanakçı köylerinde altın sondajları yapıldı. Bir ton kömür için yaklaşık bir ton kömür cevheri kazılır. Bir ton demir için, iki üç ton demir cevheri kazılır. Bir ton bakır için 150-300 ton bakır cevheri kazılır. Ancak bir ton dore altın için yaklaşık 5 milyon ton cevher kazılır. Elde edilmek istenen altın için doğa geri döndürülemez şekilde yok edilecek ve geriye milyonlarca ton atık, “asit maden drenajı” denen ölümcül sıvı başka bir deyişle sülfirik asit ve ağır metal kirliliği çıkacak. Avrupa Parlamentosu, 2010 yılında Avrupa Komisyonu’nu siyanür madenciliğinin tamamen yasaklanması için harekete geçmeye çağıran bir karar tasarısını oyladı. Bizim ülkemizde ise Uşak, Gümüşhane, Kütahya, Sivas, Kayseri, Niğde, Konya ve Balıkesir illeri de dahil 19 maden işletmesinde siyanürle altın ayrıştırması yapılıyor. Şöyle anlatayım: Bir adet basit altın yüzük için 30-50 ton kaya parçalanarak çıkarılıyor. Çıkarılan parçaların içinden zehirli bileşik siyanür geçiriliyor ve içinden 31 gram (1 ons) altın çıkarılıyor sonra geriye 30-50 ton zehirlenmiş “pasa” çevreye bırakılıyor. Kendi ülkesinde, kendi topraklarında siyanürle arama yapamayan şirketler soluğu bizim topraklarımızda alıyor. Vahşi madenciliği ülkemizde gerçekleştiriyorlar.
Yaşanan bir kaza değildir. Göz göre göre gelen bir cinayettir. 2000 yılından itibaren Türkiye’de çıkarılan toplam altın tutarı 500 ton!
Cemalettin Küçük aynen şöyle söyledi: “Bu 500 ton altının ağırlığında para basılsın sadece İliç madeninin çevreye verdiği zararı önleyemezsiniz.”
“Altın Ölüm” kitabının yazarı gazeteci İbrahim Gündüz, işin ideolojik yanına da dikkat çekerek şunları anlatıyor: “SSR Mining’in çok dikkat çekici bir de şirket logosu var. Eski Yunan ve Bizans sembolleri olan yarım ay ve güneşi kullanıyor. Yani bugün Erzincan dağlarında SSR Mining’in eski Yunan ve Bizans sembolleriyle süslenmiş bayrağı dalgalanıyor. Kaderin ve tarihin cilvesine bak: Şirketin sembolünü kullandığı Bizans İmparatorluğu, uzun yıllar Erzincan’ın da içinde olduğu bölgede hâkim bir güçtü. 26 Ağustos 1071’e kadar. Yani Malazgirt Ovası’ndan Diyojen, Alparslan’a boyun eğene kadar. Kim derdi ki tam 949 yıl sonra hem de muhafazakâr-milliyetçi olduğunu söyleyen bir iktidar döneminde Bizans’ın sembolleri Anadolu’da yeniden dalgalansın. Herhalde kartellerin yeni dünya düzenini, küreselleşmeyi, neoliberalizmi ve ‘neoişgali’ bundan daha iyi anlatacak bir ironi bulunamazdı.”
Belki birkaç tane mühendisin üzerine işi yıkacaklar. Ama Kanadalı, ABD’li, para babası üst düzey şirket yöneticilerine kimse dokunmayacak.
Soma’da aynısı olmadı mı?
Neoliberalizmin iktidarının mottosudur: Bırakınız yaksınlar, bırakınız yıksınlar!
/././
Siyanürlü altın katliamları ile de dünya birincisiyiz (Şükran Soner)
İliç’teki yaratılmış çevre katliamının ağırlıklı ülkemiz, dünya çapında çevreye vermiş olduğu zararların boyutları hakkında henüz ciddi hiçbir bilginin sahibi değiliz. Yıllar sonrasında bile ne kadar insanın canına, malına, çevre kirliliğine verdiği, vereceği zararları öğrenebileceğimiz kanısında da hiç değilim. Kirli para, kirli yüksek kârlılıklarla, rüşvetle kapatılabilecek suçluluklarının boyutlarını ancak kaygı içinde öngörebiliyoruz.
Sabahın köründe, ilk haberlerden bir şeyler öğrenebilme çabası içinde iken elimde olmadan anılarım 2. sayfa köşe yazarımız sevgili Prof. Dr. Mümtaz Soysal’ın öncülüğündeki tanıklıklarıma kayıverdi. KİGEM’in kuruculuğunda öncülük yapmıştı. Açılımında yanlışlık yapmamak üzere düğmeye bastım. “Türkiye’nin ilk kişisel gelişim merkezi” karşılığını buldum. Hemen sosyal açılımı sendikaların çatıları altında hep çalışmayı seçmiş, çılgın boyutunda çalışkan sevgili Ayla Eğilmez arkadaşımızın koşturmacalarında yapılan işleri bir bir anımsamaya başladım.
O dönemlerin siyanürlü altın üretiminde öncü uluslararası şirketler, ülkemizdeki kirli ortaklıkları ağırlıklı Ege sahillerimizdeki inadına üretimleriyle öne çıkmışlardı. Doğal olarak Bergama bölgesi köylüleri, öncelikli de kadınlarının baş kaldıran güçlü direnişleri, eylemlerinin peşine takılmamak olanaksızdı.
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin genel başkan yardımcısı, yine yazarımız sevgili Prof. Dr. Türkel Minibaş, yine yazarımız gazetecilik enstitüsünden de hocam sevgili Prof. Dr. İzzettin Önder’le en çok, siyanürlü altın üretimine karşıt etkinlikler panellerin tarihi, yerlerine göre değişen, ağırlıklı İTÜ çevreci mühendisleri profesörlerimiz olmak üzere koşturup duruyorduk. Doğrusu ülkemiz insanlarını uyandırabilir, duyarlı kılabilirsek siyanürlü altın madenciliği üretimindeki kirli katliamları durdurabileceğimizi, en kötüsü ile güvenlikli üretim yollarına zorlayabileceğimize inanıyorduk.
Vurgunu vurup kaçmak yolları açıkken ülkemizde her sorumluluk noktasındaki yönetim kadroları, siyasi güç odakları, bu kadar kolay suç ortaklığına gönüllü olabilirlerken o dönemlerde de Bergamalı köylüler içinden bile köylülerin satın alınmaları örnekleri öylesine kolay yaşanmışken... İliç köylüleri ile yapılmış, canımızı, en çok da onları yakan, geleceğe yönelik yakacakları çok daha ağır olacağı tartışmasız, kirli sözleşmelere şaşırabilir miyiz?
***
İlk çıkarımım, acı acı gülümsememe yol açan gerçeğimizi, yazının başlığına taşıdım. Hani uzunca bir geçmişe dayalı olarak, yaşamın her alanına dönük, deprem yıkımlarından, yoksullaşma, yoksunlaşma rekorlarına uzanan, dünyanın en geri kalmış ülkeler listelerinde bizi olumsuz anlamda rekorlara koşturan gerçeklerin birisi ile daha yüzleşmiş olduk. Ağırlığı kaldıramayan siyanürlü altın havuzunun çökmesi ile ortaya çıkmış zararların şöyle bir boyutunu düşünmeye kalkıştığımızda duyduğumuz çarpıcı gerçeklerden bir ikisini aktarmamak olmaz.
Siyanürlü altın havuzunun ürküten ağırlıklı birikimi, üstüne üstlük deprem çatlağı üzerindeymiş. Şimdiden akan zehrin boyutlarını düşünebiliyor muyuz? Hızla körfezlere doğru akan Dicle-Fırat üzerinden tonları sayılamayan ölçeklerde zehirli suyun durdurulamayacağı olasılığı? Bir umut dünya, insanlık, teknolojinin gelişmiş olanakları ile de çareler arayabilir, bulabilir mi? Kirli çıkar ellerindeki para kaynakları insanlık adına olumlu kullanılabilir mi? Bizden sorumlulara dönük umudum yok? Doğrusu bugünün kirli çıkar düzeni içinde dünya üzerinden de henüz hiç yok.
Varabildiğim tek olumlu sonuç, paylaşım, insan olmaya ilişkin değerlerinden vazgeçmeyeceklerin, sil baştan örgütlü, güçlü işbirliği...
/././
Eros, adalet ve çelişkiler...(Zülal Kalkandelen)
Küçükçekmece’de bir sitenin otoparkında dünyaya gelen ve sitede yaşayanların ilgilendiği Eros adlı kedi, 1 Ocak günü soğuk havada apartmanın asansörüne bindi. Aynı anda sitede oturan İbrahim Keloğlan da asansöre adımını attı ve kediyi tekmelemeye başladı. Can havliyle kaçan Eros’un arkasından giderek altı dakika boyunca şiddet uygulayarak öldürdü. Vahşet, sitenin kamera kayıtları sayesinde ortaya çıktı.
Sitede yaşayanların şikâyeti üzerine gözaltına alınıp adli kontrolle serbest bırakılan Keloğlan hakkında dava açıldı. 8 Şubat’ta Küçükçekmece 16. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen ilk duruşmasında, olay günü moralinin bozuk olduğunu belirtip ilk önce kedinin ona saldırdığını iddia etti.
İbrahim Keloğlan’ı suçlu bularak 1 yıl 6 ay ceza veren mahkeme, “iyi hal indirimi” uygulayarak cezayı üç ay daha indirdi ve hükmün açıklanmasını geri bıraktı. O günden beri Türkiye’deki hayvan hakları savunucuları ve vicdanı rahatsız olanlar ayakta!
2021’de çıkarılan 7332 sayılı kanunla “Bir ev hayvanını veya evcil hayvanı kasten öldüren kişi altı aydan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” maddesi kabul edilmişti. Buna göre mahkeme cezayı üst sınırdan verse ve iyi hal indirimi uygulamasa katil bugün hapiste olabilirdi.
Soruyoruz: Neyin iyi hali bu?!
O şiddet videosunu izleyen bir hukukçunun, böylesine korkunç bir cinayeti işleyen kişinin bu ceza ile ıslah olamayacağını, toplum içine karışmasının zararlı olduğunu bilmesi gerekmiyor mu?
NORMALLEŞTİRİLEN ŞİDDET
Bu olay dolayısıyla yinelemek istediğim bir husus var: 2021 tarihli aynı yasa düzenlemesine göre hayvanlara cinsel saldırıda bulunan veya tecavüz eden kişi altı aydan üç yıla kadar hapis ve 100 günden az olmamak üzere adli para cezası ile cezalandırılıyor. Bu maddeyi yazanlar, Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre üç yılın altındaki hapis cezalarının yatarının olmadığını bildikleri için böyle yazdılar.
Bu yasa çıkmadan önce TBMM’de AKP milletvekilleri ile toplantı yapıldığında, “Tecavüz cezasız kalamaz!” diye direttiğimde, AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin, “Hiçbir yasa şiddeti önlemez” diye yanıt verdi.
O dönemde, “Hayvanlara şiddet ve tecavüz suçlularının hepsine hapis cezası verilirse, adliyelerin yükü çok artar ve hapishanelerde yer kalmaz. Üstelik insanlara yönelik şiddet ve tecavüz suçlarında bile bazı durumlarda hapis cezası olmuyor” dendi. Anadolu’da hayvana tecavüzün yaygın olduğu dile getirildi!
7332 sayılı yasa TBMM’de kabul edildiğinde, kanal kanal dolaşıp ne kadar iyi bir yasa olduğunu anlatan hukukçular, sözde “hayvan hakları” savunucuları ve federasyon başkanları vardı. Yandaş medya “Hayvana şiddet artık cezasız kalmayacak!” diye manşetler attı. Bunlar olurken muhalefet de işin gerçeğini dile getirmedi.
SİYASETİN HAYVAN HAKLARI SINAVI
Eros kedi cinayetinde hangi partinin sesi çıktı? Sol partiler niye sessiz kaldı?
Solun en gerici olduğu konu ne yazık ki hayvan hakları. Bu mücadelede hiç yoklar. Oysa hayvan hakları, 21. yüzyılda temel toplumsal adalet mücadelelerinden biridir. Bu konuda konuşmak kimseyi önemsizleştirmez.
Acaba hayvanları önemsiz bulduklarından mı susuyorlar? Yoksa hayvan hakları konusunda konuştuklarında sergileyecekleri tutarsızlık daha görünür olacağı için mi çekiniyorlar?
Çünkü hayvanların yaşam hakkı arasında yapılan ayrımın yarattığı çelişki ile yüzleşmeleri gerekecek. Kendisi değişmek istemeyenlerin değişim isteme mantıksızlığı ve sömürüye karşı olduğunu söyleyenlerin kendi hayatlarının sömürüye dayalı olduğu çıkacak ortaya...
Toplumsal şiddetin en çok yöneldiği kesim olan hayvanları savunmayacaksanız, birini korurken diğerini öldürmeyi normalleştirecekseniz, şiddetle nasıl mücadele edeceksiniz?
(Cumhuriyet)