Futbol yayın ihalesi (Murat Ağırel)
Bir süredir futbol maçlarının yayın ihaleleri gündemde...
TRT, Türk takımlarının UEFA Şampiyonlar Ligi, UEFA Avrupa Ligi ve UEFA Konferans Ligi maçlarının yayın haklarını aldı ve Türk takımlarının maçlarını üç sezon boyunca şifresiz olarak TRT 1 ve TRT Spor’da yayımlayacak.
Olması gereken buydu... “TRT bu parayı nereden veriyor?” diyenler gördüm. TRT’nin saçma sapan yapımlara ne paralar verdiğini defalarca yazdık. Ağzınız açık kalır. O yüzden toplumun geneline yönelik kamu yayıncılığı yapmak en azından boğulan vatandaşları biraz rahatlatır. Sanırım bu ay sonuna kadar ihale süreci tamamlanacak.
Ben ihaleyi kimin kazanacağından ziyade, Türk futbol kulüplerine en fazla maddi desteği ve Türk futbol taraftarına kimin ücretsiz hizmet vereceğini önemsiyorum. TRT yapacağı sponsorluk anlaşmaları ile konuşulan rakamları çok rahat şekilde karşılar, hatta kâra bile geçer.
Uzun yıllardır futbol maçlarını Türk futbolseverler ile buluşturan Paris Saint-Germain FC takımının da sahibi olan Katarlı iş insanı Nasır el Halifi’nin sahibi olduğu beIN Media Group LLC. Yayın hakları Cine5, Teleon derken 2000-2001 sezonunun devre arasında yapılan ihaleyi yıllık 165 milyon dolarlık teklifiyle kazanan Digiturk, beş sezon boyunca lig maçlarını yayımlama hakkını elde etti ve maçlar LigTV’de yayımlanmaya başladı.
Daha önce “Şaki” adlı kitabımda ve OdaTV’de yazmıştım. Bugün tekrar hatırlatmakta fayda var. Zira BeinSport, Türk futbolunun sırtından yıllardır para kazanıyor.
Anlatmakta yarar var...
Sayıştay’ın 2017 yılı Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) denetim raporu bütün her şeyi çıplaklığı ile ortaya koyuyordu aslında.
TMSF, Çukurova Grubu’ndan 455 milyon dolarlık alacağını tahsil etmek amacıyla gruba bağlı Digiturk dahil 10 şirkete 2013’te el koydu. Katarlı iş insanı Nasır el Halifi’nin şirketi beIN Media Group ile 30 Haziran 2015 tarihinde hisse alım sözleşmesi yaptı. Digiturk’e nihai satış bedeli 1 milyar 108 milyon 799 bin dolardan 937 milyon 799 bin dolara düştü. Digiturk’ün o dönemde yabancı ortakları vardı ve satıştan TMSF’ye kalacak pay azami 292 milyon 199 bin dolar (ortaklara olan borçlar ve diğer yükümlülükler düşüldükten sonra kalan tutar) olarak hesaplandı. Yani o günkü kur ile (2.91 TL) 850 milyon Türk Lirası.
Bu noktada bir şey oldu... beIN Medıa Group, fona ödeyeceği birinci taksit olan 153 milyon 479 bin dolardan Digiturk’ün geçmişe ait ödenmemiş vergi benzeri mali yükümlülüklerini gerekçe göstererek 44 milyon 578 bin dolarlık kısmını kesti. İkinci taksit olan 138 milyon 719 bin dolarlık tutarda da yine aynı vergi ve benzeri mali yükümlülükler nedeniyle 30 milyon 917 bin dolarlık kesintiye gitti. TMSF de buna itiraz etmedi.
SAYIŞTAY’DAN KAÇMADI
Sayıştay ise TMSF’ye “Bu kesinti neden yapıldı? Hangi belgeye göre? Bana ibraz et” diye sordu. Ancak TMSF yanıt vermedi. Sayıştay sormaya devam ediyor.
Süper Lig isim hakkının üçüncü kişilere satılması durumunda fona kalması gereken 1 milyon 526 bin dolar daha reklam gelirlerinde de kesinti olmuş. Etti mi sana 77 milyon dolar!
Digiturk Katarlılara satılırken 135 milyon dolar sözleşme günündeki kur ile 399 milyon TL’lik Özel İletişim Vergisi (ÖİV) borcu olduğunu belirtmiş. Bu borcun da alıcı tarafından ödeneceği sözleşmeye yazılmış. Bein Media borcu ödememiş, 22 milyon TL de faiz işlemiş. Böylece borç çıkmış 422 milyon TL’ye. Vergi affı çıkınca soluğu vergi dairesinde almış şirket. 422 milyon TL olan borç düşmüş 258 milyon TL’ye. TMSF’ye de borcu ödedim diye dekontları sunmuş şirket. Ne kadar ödemişti 258 milyon TL değil mi? TMSF’ye olan ödemeden de kesilmesi gereken rakamın bu olması lazım. Uyanık şirket ne yapmış peki? Ödediği rakamı değil sözleşmede belirtilen 399 milyon TL borç tutarını kesmiş! 399 milyon TL’lik Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) borcunu ödemiyor, faizi ile 422 milyon TL oluyor. Vergi affından yararlanıp 258 milyon TL ödüyor ve 164 milyon TL kâr elde ediyor. Bu yetmiyor sözleşme rakamı kapandı diye TMSF’den 141 milyon TL de fazla kesiyor. Yani buradan da o günkü kur ile 52 milyon dolar kesiyor.
Etti mi sana toplam 129 milyon dolar.
Sayıştay diyor ki: “Fon payından fazla kesilen 141 milyon TL’yi Bein Sports’tan alın.”
Alındı mı bilmiyorum. Sayıştay bir daha bu konuyu bulguları arasına almadı. TMSF de sorulara cevap vermiyor.
TMSF borcuna karşılık satıştan ne kadar alacaktı?
292 milyon 199 bin dolar...
Bein Sports ne kadar tutar kesti: 129 milyon dolar.
Elde ne kaldı?
163 milyon dolar.
TMSF şayet bu koşullarla o gün ihaleye çıkmış olsaydı sizce kaç kişi ihaleye girerdi? Her şeyi geçtim bugünkü ihaleye Katarlılar hangi yüzle girebiliyor?
/././
Çığrından çıkan siyasetin tutar yerini arayış...(Orhan Bursalı)
Doğan Kuban’ın o çok açıklayıcı yazısı aklıma geldi bugünkü siyaset alanındaki büyük karmaşayı seyrettikçe.
Kuban çok partili hayatın açmazlarını yazarken (Parti=Parça, parçalanma demek; peki hepimizi birleştiren ne var?) başlıklı yazısında, partileri Türkiye için birleştiren nedir sorusunu yöneltiyordu:
“Parti, parça demek. Türkçe değil. Partilerin söylemi doğru olamaz. Çünkü başka telden çalan parçalar var olacak demek. Bu da partilerin, toplumu parçalayan kurumlar olduğunu kanıtlar. Politika tarihi de bu parçalanma ve sürekli kavgaların tarihidir. Herkesin ağzında farklı olan şey, ‘doğru’ değildir!”
NAMUS VE POLİTİKA
Buradan devam edeyim. Kuban namus sözünü alıyor ve diyor ki:
“Türkçede namus sözcüğü yoktur. Namus Arapça. Biz Arapçayı Kuran yoluyla öğrendik, Kuran’da namus kavramı var. Fakat sözlüğe bakınca ‘namus’ kanun ve ırz anlamı taşıyor. Türkçesi ise ‘doğru’. Bizim için, yani Türkçe, Türkler için namuslu olmak doğru olmak demektir. -Diyojen gibi lambayla namuslu adam arıyorum. Ben doğru adama güveniyorum. Namuslu adama güvenmiyorum... Boyuna ‘ırz’dan söz eden adamın da ne doğruluğuna ne de namusuna güvenirim. Doğru adam gerçeği söyleyen, yalancı olmayan, sözüne ve işine güvenilen adamdır.”
Partiler için söylediğini açayım biraz:
TEK DOĞRU
“Partilerin her biri kendi söyleminin savunucusu olduğu için ‘Doğru’dan değil, kendinden yanadır. Yani namusu, ya da yasası kendi doğrusudur. Bunun toplumun tümünün, dünyanın tümünün gerçekleriyle ilgisi yoktur. Çıkardığı yasalar kendini kollayan yasalardır. Tersini gördünüz mü? Çoğunluk partisinin onayladığı yasadır.”
Kuban dünyanın tek bir doğruya doğru gitmek zorunda olduğunu söylüyor:
“Çoğunluk sisteminin demokrasi olmadığını Çin de Rusya da Türkiye de bütün dünya sabahtan akşama yineliyor. Pek çok demokratik ülke de tekleyip duruyor.”
“Ne var ki yakın geleceğin dünyası bunu aşmak zorunda! Çünkü üzerinde yaşadığımız yerkürenin fiziksel geleceğine ilişkin evrensel öngörüler bütün insanlık için tehlike çanı çalıyor. İnsanlık için ortak bir minimum tek bir ‘doğru’ davranış tanımlıyorlar. İnsan odaklı, evrensel ve bilimsel doğrular bütün devletlerin anayasalarının temelini oluşturmak zorunda. Bunlardan birincisi insanların yaşamlarına ilişkin diğeri bütün yerkürenin yaşamını tehdit eden bilimsel öngörülerle ilgili.”
GELECEK YOK
“Gelecekle ilişkileri kalmamıştır. İnsanın yeryüzünde yaşamını sürdürmesine ilişkin doğrular evrenseldir. Herkesin karnının doyması, aç ve susuz kalmaması, barınma hakkı, okuma hakkı, çalışma hakkı artık tartışma konusu değildir.
Her devletin anayasası bu ilkeler üzerine kurulduğu zaman çağdaş dünyanın kapısı açılabilir. İnsanı tanımlayan bu haklar bugün vurgulanan hak, hukuk, adalet, özgürlük, demokrasi gereksinmelerinden daha önceliklidir. Çünkü insanın hayvandan farklı olan statüsünü tanımlıyorlar. Devlet bağlamında tek ölçüt eşitliktir.
Gazetelerde, televizyonlarda, politikacıların ağzından duyduklarınız neler? Ulaşım, yapı, tüketim ve bunlarla sarmaş dolaş cinayet ve hırsızlık. Devletler, bay ‘X oğlu X’i’ zengin etmek, cinayetleri engelleyememek, İngilizce ve Arapça öğretmek, hapishane, rezidans ve saray yapmak için kurulmuyor.”
ÇAĞDAŞ DEVLETİN AMENTÜSÜ
“Aç uyuyan, soğuktan donan, okula gidemeyen, iş bulamayan ve hastalığı tedavi görmeyen insan kalmayacak! Çağdaş devletin ve partilerin ‘amentü’sü bu olmak zorundadır. Yoksa nesliniz tükenecek!
Soruna bu açıdan yaklaşan bir söylem işittiniz mi? Dünya toplumları, kuşkusuz Türkiye’de de bu aşamaya ulaşmadan yenilik ve çağdaşlıktan söz edilemez. ‘Doğru’ düzen sadece orada başlar. 21. yüzyıl bunu gerçekleştirmek zorunda.
Parti içi ve dışı söz dalaşları mı, yoksa toplumun tümünü doyuran, barındıran, okutan, iş veren bir rejim mi güncel (sözde) medyanın konusu olmalı? Bunu partilerden beklemeyin!
Medya denilen şey, yani iletişim ağı bu amaca yaklaşan bir içerik kazanmaya doğru bir atılım yapmalı! Acaba ‘nano’nun ne olduğunu bilen bir politikacı var mı? Kaç gazeteci var? Sokaktakilere sormaya cesaret edebilir misiniz? Ama nanoteknoloji doğayı değiştirmeye başladı bile...
*
Bir de böyle Doğan Kuban hocanın yaklaşımı var. Aklımızın bir kenarında dursun.
/././
Tehditlerin dozu seçmenin onurunu onarılamaz kırmışsa? (Şükran Soner)
Bağışlayın lütfen, ukalalıktan hiç değil, üç kuşağın sayısız yaşanmışlıklarının deneyimleri üzerinden, çoğunluğu haklılıktan yana seçmenin moral bozukluğu, karamsarlığına katılamıyorum. Siyasetçilerin akılcı, olumlu işler yaptıkları gibi gerçekçi olmayan görüşlerle ukalalık yapmak gibi bir Polyanacılık oyunu da oynamaya kalkışmıyorum. Ancak ülkemizdeki en uzun soluklu sivil otoriter iktidarın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kimliği üzerinden yürütülen bu sonuncu yerel seçim kampanyasında, ipin ucu elden çoktan kaçtı gibime geliyor...
Sadece solun, emekçilerin, toplumsal dinamiklerin tümünün birden, hedef tahtasına oturtulmuş olması ile yetinilmiyor. Dini kimliklerine ağırlık verilmesinin, tarikatların desteğinin alınıyor olmasının çok ötesinde, en sadık seçmenlerinin de yaşam koşullarında yaratılmış yaşanamıyor olması gerçeğinin çok ötesinde, onurlarının kırılması boyutlarında tehditlerin ardı arkası kesilmiyor.
Sözcükler onurlandırıyormuş gibi ağızdan çıkarken “Sadakatte eksiklik görülürse, yanarsınız...” anlamına gelen en kaba tehditlerin ardı arkası kesilmiyor. Uyarmak elbette bana düşmez, bana sorarsanız artık çok da geç... En sadık seçmenlerinden bile yadsınamayacak birçoğunluğun daha oy veremeyecekleri kadar ağır onurlarıyla oynadılar. Üstüne varın binen yaşamlarımızdaki ülkenin en yüksek oranlardaki çoğunluğunun, katlanılamaz boyutlardaki yoksullaşma, yoksunlaşmalarını ekleyin. En kırıcısı da bir avuç karapara vurguncusu ile kurulmuş kirli çıkar ilişkilerini, suçlar ekonomisindeki patlamaları eklemleyin.
En yakın tarihimizden, “Erdoğanizim”den önce, en parlak yollardan yürümüş “Özalizm”in gücünün önünü açmış günlerdeki tehditlerden en önemli görüntüyü anımsayın; televizyon kameralarının önünde elini, kalemini uzatarak “Aklınızı başınıza almazsanız, Güney Afrika’nın en ucuzundan maden kömürü satın alırım...” deyişlerini. MESS’ten çok öfkeli, 15-16 Haziranlarla yükselişini önleyemediği DİSK’in kazanımları ile işçi haklarının, sadece Türk-İş, diğer sendikalarda örgütlü işçilerin değil, sendikasız, sözleşmesiz, kayıt dışı çalışanlar, tarım işçileri için de getirdiği önlenemez yükselişinden sonrasında yaşananları...
12 Eylül ile MESS’ten paraşütle 12 Eylül danışmanlığına sıçrayışı sonrası, dörtlü darbeci çetenin bile akıl edemeyecekleri boyutlardaki çalışan haklarının gasp edilmesindeki rolünü halkımız algılamasında bile olamamıştı. Yasaklı yasalarla yetinilmemiş, Özal sivil yaşama dönüşte sanki veto edilmiş bir görüntü içinde, yasaklı düzenin ince ince işlenebilmesi adına sivil partisinin başına seçilebilmişti. Sonrası daha iyi anımsanabilir, tahkim sisteminin araçları kullanılarak, DİSK yargı yoluyla uzaklaştırılmış olarak, Türk-İş’in sivil iktidar sürecinde yeniden toparlanma eylemleri, güçlü, sendikaların birlikteliğinde işçi eyemleri sindirile sindirile, haklar yasakların bile elvereceğinin çok gerisine çekilebilmişti.
Sayısız örneklerle yıllar içinde çalışanların haklarının toparlanabilmesi yolunda yapılan uzun soluklu hak aramalarının karşılıkları gelememişti. Belleklere kazınmış en kitleselleri arasında bahar eyemleri, yaz direnişleri de yetmemişti. Ancak Büyük Madenci Direnişi sonrasında, gerçeğinde ülke işçi sınıfının bütünlüklü katılımı söz konusu olamadan “Özalizm” tepetaklak edilmişti. Haklarını kaybedenlerin çoğunluğu için geçerli olan onurlarının kırılması vurgusu, bilinçlere kazınınca, yeraltı maden işçileri için 10 yılın kayıplarının üçte ikisinin düzeltildiği, ülke çapında kayıt dışındakiler, tarım çalışanları da içlerinde olmak üzere ortalama tüm emeği ile geçinenlerin aynı süreçler içindeki kayıplarının üçte birinin geri alınması gibi bir sonuç doğmuştu.
Bilmem anlatabildim mi?
(Cumhuriyet)