24 Şubat 2024 Cumartesi

Takkeli kene - Orhan Gökdemir / soL

 

Halbuki ekmek herkese yeter, toprak herkesi besler, barındırır, elinden tutar, ayağa kaldırır. Bu yağmaya son verecek bir yol bulmalıyız sadece, takkeli kenelerden, zübükzadelerden kurtulmalıyız.

Küçük Kürt kızı Hejar, bir akrabası tarafından bir avukatın evine bırakılmıştır. Hejar’ın geçici olarak kaldığı o ev iki örgüt militanının da sığınağıdır. Polis evi basıp içerideki bütün yetişkinleri öldürür. Hejar mucize eseri kurşunlardan kurtulur, karşı daireye sığınır. Daire emekli hâkim Rıfat Bey'in dairesidir. Rıfat Bey cumhuriyetçidir, Kürt sorununda ortalama cumhuriyetçiler gibi inkarcıdır. Ancak sorun küçük bir kız kılığında kapısına dayanmıştır. Emekli hâkim ile tek kelime Türkçe bilmeyen minik Kürt kızı arasında, önce mesafeli, sonra sıcak bir sevgi ilişkisi gelişir. Handan İpekçi’nin yönettiği “Büyük Adam Küçük Aşk” filminden özetledim. 

Rıfat Bey küçük kızın akrabalarının izinin sürer sonra. Sazlıdere Barajını Küçükçekmece Gölüne bağlayan dere yatağının eteklerindeki Ayazma Mahallesinde bulur izlerini. Küçük kızın elinden tutup bu tarifsiz yoksulluktaki gecekondu mahallesinin yolunu tutar. Şehir içinde bir başka şehir, ülke içinde bir başka ülkedir burası. En yoksulların sığındığı derme çatma yapılardan oluşan bu bölgedeki yoksul hanelerin öksüz-yetim bir çocuğu daha barındıracak-besleyecek hali yoktur. Hejar’ın dedesi, çaresiz, iyi bakacağına inandığı Rıfat Bey’e bırakır torununu. Burada gelecek yoktur, umut yoktur, ekmek yoktur. Yoksul Ayazma, köyleri yakılmış, göçe zorlanmış fukara Kürt köylülerinin son sığınağıdır. Ve Ayazma, en az Kürt sorunu kadar yıkıcı bir sorundur.

“Büyük Adam Küçük Aşk” 2001 yılında gösterime girdi. Sonra yasaklandı. Demek ki filmdeki Ayazma 2001 yılı öncesinin Ayazmasıdır. Şimdi Ayazma’nın üzerinde AKP tipi gökdelenler yükseliyor. Yeni, doyumsuz ve arsız bir sınıf el koydu yoksulların gecekondularına, mahallelerine. Her yer inşaat, her yer beton, her yer alışveriş merkezi ve her yer ibadethane. Anlaşılacağı gibi burası AKP’nin rezerv rant yaratma alanı. 

“Şahintepe” buranın hemen karşısında, Sazlıdere’nin öte yakasındaki yoksul mahallesi. Hikayeleri de kaderleri de Ayazma ile aynı. Tek farkı Şahintepe’de hala tutunan yoksulların olması. Başakşehir Belediyesi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile el ele vererek orayı da rezerv alan ilan etti yakın zamanda. Yoksullara kaçacak, sığınacak alan bırakmayacaklardı. 

***

2023’ün son ayları… Şahintepe Mahallesi hareketlendi; AKP’nin “kentsel dönüşüm” kararına 131 gündür direnen Çetinkaya ailesinin evi sabaha karşı basıldı. İçeridekilere biber gazı sıkıldı, coplar indi kalktı, düşenler, yaralananlar oldu. Ayakta kalmayı başaran 10 mahalleli gözaltına alındı. Çetinkaya ailesinin yoksul hanesi Çevik Kuvvet eşliğinde yıkıldı. Halbuki bu hukuksuz uygulamalara karşı açılan davalar daha sonuçlanmamıştı. Yağmacıların mahkeme kararı bekleyecek hali ve sabrı yoktu. Baskın, yağmanın önündeki engelleri kaldırmak içindir. 

***

“Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” diyorsanız, onu da anlatalım. Bu bölgenin adı eskiden “Azatlık”tı. Şamlar Köyü Baruthanesinde çalışan ve “millet sistemi”nin kaldırılması ile eşit vatandaşlığa geçtiği varsayılan Ermeniler sahiplenmiş burayı o zamanlar. Sonra mülkiyeti “Hürriyet Kahramanı” Resneli Niyazi’ye geçti, “Resneli Çiftliği” diye anılır oldu. Çiftliğin kalıntıları Yarım Burgaz Mağaralarının az ilerisinde, Şamlar Köyü yönünde, ayakta duruyor hâlâ. 1980'li yıllarda Resneli ailesinin vârisleri çiftlik arazilerini parselleyip satmış, çiftlik böylece mahalleye dönüşmüş. 

Tuhaf bir rastlantı, İstanbul’un en eski yerleşim yerlerinden biri sayılan Yarımburgaz Mağaraları bu yoksulluk manzaralarıyla ünlü yerin Sazlıdere’ye bakan yamacında. Yedi bin yıllık bir tarihi var mağaradaki yerleşimin. İçinde bir de küçük şapel var üstelik. Hıristiyanlar olmuş en son konukları çünkü. Tüm şehir gibi o da kaderine terkedilmiş durumda.  

Şimdi de her bölgeden, her kültürden, her renkten insan var bu mahallelerde. Geldikleri il veya ilçelerin adını taşıyan dernekler kurmuşlar dayanışmak, köklerini unutmamak için. Ordulular, Giresunlular, Kürt illerinden gelenler hepsi burada barış içinde bir arada yaşıyor, yoksulluklarını paylaşıyor. Kanal İstanbul yüzünden bölünmüşler ilk. Kanal yapılmasından fayda umanlar var içlerinde, kanal nedeniyle evlerinin ellerinden alınacağından şüphelenenler de.  

Haksız değiller, burası “planlanmış” bir bölge artık. Yağmacıların gözü bu mahallede. Şahintepe Mahallesi, Kanal’dan doğrudan etkilenecek yerlerden biri. Üstelik İstanbul’un son yıllarda genişleyen konut ağının içinde kaldığından rant kavgalarının da yoğun olarak yaşandığı kritik bir bölge. Haliyle Şahintepe sakinlerine şehrin daha uzak noktalarında yer gösterildi, mahalleyi boşaltmaları istendi. Gidin dedikleri yer tarla. Yolu yok, su yok, elektriği yok, doğalgazı yok. Mahalleli bir tür geriye doğru zamanda yolculuğa zorlanıyor anlayacağınız. 

Mahallede 700 hane vardı. Yaklaşık yarısı dava açtı yağmacılara. 2012 yılından bu yana mücadele sürüyor. 

***

Gün ışır ışımaz, alın yazımız parlar, 
Ne alın yazısı, el yazısı be! 
Sökemeyiz ki biz, ilkokul aydınlığı bile gösterilmeyenler 
Biz, pis yöneticilerin mutsuz kişileri, 
Süpürürüz yaban ellerin sokaklarını; pis el, pis yürek! 

Sığmazken atalarımız güne, yarına, 
Düşmüşüm ben, düşmüşüm ben el kapılarına…

Fazıl Hüsnü Dağlarca ne güzel şairimiz. İşçi kokulu, emekçi kokulu şiirler yazmış vaktiyle. İşçilerimiz, yoksullarımız el kapılarına düşürülmüştü önce. Sonra kendi vatanlarında sürgün oldular. Azatlıktan tutsaklığa evrilen Şahintepe hikayesi yoksul halkımızın işte bu sürgünden sürgüne savrulma hikayesidir. 

***

Şahintepe Halk Dayanışmasının çağrısıyla AKP’li Başakşehir Belediyesi önünde bir araya gelen Şahintepeliler, mahallelerinin rezerv alan kapsamından çıkarılması için eylem yaptı iki hafta önce. Kol kola sloganlar atarak belediye önüne geldiler. Orada bariyerlerle çevrilmiş bir alana sıkıştırıldılar, yer gök polis, zabıta. Şahintepe Halk Dayanışması tarafından yapılan açıklamada, “Bu mahalleyi biz inşa ettik, yaşanacak yer haline biz getirdik. Biz 40 yıldır bu mahalledeyiz hiçbir yere gitmiyoruz. Üzerinde on binlerce yoksul emekçinin yaşadığı mahallemiz 'rezerv alan' olmaktan çıkartılsın diyoruz” denildi.

Oradaydım, öfkeli yüzlerini seyrettim toplananların. Anadolu’dan göçüp gelmişler, ite kaka başlarını sokacak bir dam sahibi olmuşlardı. Sürgün, kapitalizmin onlara gösterdiği tek kurtuluş yoluydu. Şimdi o yolu kapatıyorlardı. Onlarca yılın sınıf atlama özlemi ellerinden uçup gitmişti bir anda. Direnmek son çareleriydi haliyle. Din kardeşliği, kültür, etnik kimlik her şey buharlaşmıştı. AKP hepsinin can düşmanıydı artık. Kol kola girmişler, hep bir ağızdan “direne direne kazanacağız” diye haykırıyorlardı. 

***

Başakşehir Belediyesini bu vesileyle gördüm. Nasıl tarif ederim diye düşündüm. Şekilsiz gökdelenlerin ortasında devasa bir cami. Cami ile bitişik devasa bir belediye binası. Karşında mücevher dükkanları sıralanmış. Sonra başka dükkanlar başka alışveriş merkezleri… Bir tür küçük Mekke burası. Din gerekli meşruiyeti sağladıktan sonra ticari yapıların gölgesinde kaybolup gitmiş. Yağma büyük, alışveriş şahane. Cuma’dan Cuma’ya zorunlu bulaşmalar bu zenginliğin diyetinden ibaret. Din ticareti ile ticaret dini birleşmiş, böyle bir kent dokusuna hayat vermiş. Bir tür takkeli kene istilası bu…

İstanbul’a vaat ettikleri işte bundan ibaret. Ekrem İmamoğlu müteahhit, Murat Kurum TOKİ’ci. İkisine de yayılacak yeni rezerv alanlar lazım. Ama artık inşaat kaldıracak hali kalmadı şehrin. Bırakın kentsel dönüşümü falan, deprem olsa hayatta kalanların sonu ölenlerden korkunç olacak. 

Gün ışır ışımaz, alın yazımız parlar, Ne alın yazısı, el yazısı be!.. Biz, pis yöneticilerin mutsuz kişileri…

Hejar, yoksul-güçsüz anlamına geliyor. Merkezde de kıyıda da yoksulların, Hejarların, payına düşen aynı. Yoksulları öğütüyorlar iktidarlarıyla, muhafazakâr zengin gübreliyorlar. El yazısıdır!

Halbuki ekmek herkese yeter, toprak herkesi besler, barındırır, elinden tutar, ayağa kaldırır. Bu yağmaya son verecek bir yol bulmalıyız sadece, takkeli kenelerden, zübükzadelerden kurtulmalıyız. Bu kirli, pis el yazısını yırtıp atmalıyız.

Çağrımızdır!

Orhan Gökdemir / soL

Yanan alana otel, ormanlık alana villa - Yaşar Anter / Sözcü

 

Milas’ta koruma altındaki Halep çamı ormanlarında çıkan yangınlardan sonra bölgede 5 bin yatak kapasiteli 3 lüks otel yapıldı. Şimdi de tapuda orman alanı olarak görünen 25 bin metrekarelik komşu araziye villalar inşa ediliyor.

15 Temmuz 2007’de Muğla Milas’a bağlı Meşelik Mahallesi’ndeki kızılçam ağaçlarının bulunduğu ormanlık alanda yangın çıktı. Alevler 250 hektar orman alanı ile 30 hektara yakın tarım arazisi ve zeytinlik yok oldu.

                     Bölgeyi önce alevler sonra da beton dağları yuttu. Yanan alanlara üç büyük otel dikildi.

Dönemin Muğla Orman Bölge Müdürü ve AKP eski Antalya Milletvekili İbrahim Aydın “Ormanlık alanlar ve imar yerleri belli. Kesinlikle iddia ediyorum ki yanan yerler ne 2B kapsamında olacak, ne de imara açılacak. Ekim ayında ilk yağmurlarla birlikte tohumlama ve fidan dikimi yaparak yeşillendireceğiz” dedi. Ancak çok geçmeden yanan arazinin bir bölümü ranta açıldı. Bölgede 2012’de La Blanche Island, 2016’da Titanic Deluxe Bodrum ve 2018’de de Lujo Bodrum adlı lüks oteller açıldı.

                                                         Villa inşaatları hızla yükseliyor.

25 BİN METREKARE ARAZİ

Pina yarımadasındaki betonlaşma AKP iktidarında orman alanlarındaki betonlaşmanın simgesi olurken, bölgede son günlerde yeniden inşaat sesi yükseliyor.

Tapu kayıtlarında orman alanı olarak görünen 25 bin metrekarelik komşu Hazine arazisini Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan tahsis eden Lujo’nun sahibi Serkoç Otelcilik, turistik tesis görünümlü 28 villa inşa etmeye başladı. Büyüklükleri 580 ile 680 metrekare arasında değişen deniz manzaralı lüks konutlarda balkonda jakuzi ve güneş yatağı, ısıtılmış özel havuz, özel güneşlenme alanı yer alıyor.

FİDAN YERİNE LÜKS VİLLAR DİKİYORLAR

 Yanan alanlara fidan yerine villalar dikilmesine sivil toplumun sert tepkisine neden oldu. Bölgede yaşayanlar “Halkın yaşam alanları yavaş yavaş yok oluyor” dedi.

Yaşar Anter / Sözcü 


Yanan alana otel, ormanlık alana villa

Cehennemde bir 'cennet bahçesi' - Kerem Bumin / duvaR

Jonathan Glazer’ın "The Zone of Interest"te ele aldığı dönem tabii ki günümüzden uzak olsa da değindiğimiz göndermeler ve iki zaman diliminin buluşmaları ister istemez dünyanın şu andaki hali üzerine tekrar düşünmeye itiyor. Sonuçta son 20-25 senedir dünya ne savaşlar, ne işgaller gördü ve görmeye devam ediyor!

‘Hanımefendi' güzel ve konforlu müstakil evinde bahçe ve evi düzenleme işleriyle uğraşıyor. Hanımefendinin bahçesinde bir sera ve çocuklarına özel havuzu var. Önemli bir görevde çalışan eşiyle hiçbir sorunu yok ve beş çocuklu yuvasına gerekli şefkat ve ilgiyi gösteriyor. Kısacası hanımefendinin hayatı mutlu ve düzenli. Yaşadığı ev de son derece konforlu! Evinde çalışan hizmetçiler var ve çocukları muhtemelen iyi bir okula gidiyorlar.

Çevresinde hatta yanı başında yaşanan olaylarla bir çerçeveye oturunca Jonathan Glazer’ın filminin açılış sekansında sunulan bu 'yuva', gerçeküstü olduğu kadar 'ürpertici' bir çehreye bürünüyor. Çünkü bahsettiğimiz ev, İkinci Dünya Savaşı'nda en fazla kıyımın olduğu Almanya’nın Auschwitz kampının yanı başında. Hanımefendinin eşi, kampın ve bu kampa ulaşan (insan taşıyan) vagonların sorunsuz işlemesiyle ilgilenen üst düzey bir Nazi subayı. Ve sonuçta bu huzurlu görünen yuva, aslında insanlık tarihinin en büyük acılarının yaşandığı bir soykırımın 'komşu evi'!

Yönetmen Glazer, son filminden tam 10 sene sonra çektiği "The Zone of Interest"le sinema tarihinde birçok kez işlenmiş ve "Piyanist" veya "Schindler’in Listesi" gibi çok etkileyici sonuçlar çıkarmış 'İkinci Dünya Savaşı'ndaki Naziler ve yaptıkları soykırım' konulu filmlerden hem şeklen hem de bakış açısı yönünden ayrışıyor. Yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için hemen belirtelim: Bu değindiğimiz farklı bakış açısı yaşanan trajediyi hafifletmek veya bazı olayları üstünkörü geçmek için takınılan bir tutum kesinlikle değil! Aksine bu yaklaşım, filmin kasvetli, rahatsız edici, gerçeklikten kopuk atmosferini inanılmaz şekilde arttırıyor. Ama yönetmen sadece bu havayı güçlendirmekle yetinmiyor!

GÖSTERİLEMEZİ SESLE 'GÖSTERMEK'

"The Zone of Interest", belki de son yıllarda 'sesi' en etkili kullanan filmlerden biri… Birçok yapım, özellikle yaşanan bir soykırım gibi çok hassas bir konuyu işlerken sesi, ses efektlerini (ve eğer varsa) müziği bütün çıplaklığıyla tanık olduğumuz trajik olayların etkisini arttırmak, vicdani açıdan bizi daha da 'titretmek' ve yaşanmakta olan 'karanlık' dönemi daha da güçlü olarak için kullanır. "The Zone of Interest" ise bu bütün acıların yaşandığı kamplara asla girmiyor. Filmin başkarakterlerinden subay Höss’ü genelde normal bir işe gider gibi diğer subaylarla toplantılarda, davetlerde, istişareler ederken izliyoruz. Onu fiziken yaşanan olaylara en yakın bir şekilde sadece kısa bir sekansta, muhtemelen kampın merkezinin yakınında, durmadan çalışan krematoryumun ve uzaktan duyulan inilti seslerinin eşliğinde gayet sakin ve soğukkanlı bir şekilde dururken görüyoruz. Ama yönetmen bu sesleri bile değişik bir şekilde kullanıyor. Örneğin asla çok yüksek bir acı çığlığı veya kampta yaşanan vahşetin detaylarını açık eden sesler yok! Bunun yerine boğuk bir sesle durmadan çalışan bir 'makinenin' yarattığı irkiltici bir atmosfer var.

Filmin sesleri yaklaşık bir yılı bulan bir kayıt sürecinde oluşturulmuş. Film, hala yerinde duran Auschwitz kampının boyutlarını, olaya tanık olan kişilerin ifadelerini hatta başkarakter Höss ve ailesinin arşiv görüntülerini de içeren çok ciddi bir inceleme ve araştırma sürecinin ürünü olmuş. Ve bu titizlik "The Zone of Interest"in neredeyse her karesinde hissediliyor.

Höss ailesinin 'çekirdek' aile üyeleri her ne kadar evlerini bu korkunç ortamdan (kısmen) soyutlamış olsalar da başka insanlar için bu, o kadar kolay olmuyor. Örneğin Hedwig’in annesi aileyi ziyarete geldiğinde adımını evden dışarı atmasa da bir süre sonra yanı başında yükselen dumanlarla, bacadan çıkan alevlerle ve boğuk seslerle bir süre sonra ne kadar boğucu, insanlık dışı olayların yaşandığı ve bazı şeylerin ters gittiği bir yerde olduğunu sanki hissediyor ve kısa bir süre sonra evden ayrılıyor.

HEDWIG KARAKTERİNİN İZLEDİĞİ YOL

Ailenin annesi Hedwig’de vicdani açıdan 'ikircikli' bir durum söz konusu: Eğer Hedwig karakteri filmde sadece sorumlu bir anne ve eş, kocasının yaptığı 'işle' ilgili çok az bilgisi olan, gündemden oldukça kopuk ve kendini gerçeklikten tamamen soyutlamış bir karakter olarak sunulsaydı, kendisini yaşanan büyük soykırımı görmemeyi tercih eden dolayısıyla 'insanlık suçuna göz yuman' bir kadın olarak değerlendirebilirdik. Oysa yönetmen Hedwig’in bazı sözleriyle ve davranışlarıyla bu 'göz yuman' tavırdan daha da ileri gittiğini gösteriyor: Örneğin Yahudi tutsaklardan el konulan bir kürk mantoyu keyifle giymesi, yine onlardan çalınan elmas parçaları üzerine arkadaşlarıyla yaptığı mizahi (!) konuşmalar ve bir ara kızdığında evinde çalışan Yahudi hizmetçi kızlardan birini "İstersem kocam seni anında küle çevirir!" tarzında tehdit etmesi, onu Nazi subayı eşi pozisyonundan Nazi fanatiği pozisyonuna geçiriyor.

Hikayenin Martin Amis’in 'tanıklık' tarzındaki romanından serbestçe uyarlandığını hesaba katarsak belki de bu konuşmalar gerçekten yaşandı ama belki biraz değiştirmek pahasına Hedwig karakterinin bu kadar 'kötücül' bir tarafa çekilmemesi hikaye için daha iyi olabilirdi. Karakteri daha masum göstermek için değil kendisine kurduğu sahte 'cennet köşesini' daha iyi şekillendirmek için!

Kocası olan SS subayı Höss ise adeta 'kana susamış' sadist bir adam gibi değil, daha çok 'korkunç' lojistik işini hakkıyla yapmaya çalışan, ait olduğu parti ve ideolojiye körü körüne bağlı ve yine bu soykırımın büyük 'mimarlarından' Boorman’la yakın ilişkide olan bir bürokrat gibi görünüyor. Tabii ki bu, önemli bir rol oynadığı 'insanlık suçlarından' hiçbir şey götürmez!

'BİRİ BİZİ GÖZETLİYOR' MANTIĞI!

Filmdeki kamera ve ışık kullanımı da gerçekten ender görülen bir tarzda: Film, oldukça uzak bir dönemi anlattığı halde görüntülerde bu etkiyi yaratmaya çalışan bir müdahale (renkler, görüntü kalitesi vb) yok. Aksine film biraz belgesel tadı taşıyan ama buna rağmen filmin atmosferinin önüne geçmeyen bir 'tanıklık' duygusu izlenimi hissettiriyor. "The Zone of Interest"de neredeyse asla bir yakın plan yok ve öğrendiğimize göre özellikle iç mekanlarda birçok açıdan çekim yapan, gizlenmiş, adeta güvenlik kamerası tarzında kameralar kullanılmış. 'Tek başına' konumlandırılan bu kameralar hem hikayedeki 'surveillance' (gözetleme) hissini arttırıp hissettiğimiz 'vicdani' boşluk duygusunu besliyor hem de oyuncuların çok daha doğal davranmalarının hatta belki de bazı yerlerde doğaçlama yapmalarının önünü açmış oluyor.

Diğer bir ilginç sekans da ara sıra, gece vakti, 'termal kamera' ve elektronik sesler eşliğinde bir genç kızın kampın yakınına basit yiyecekleri (elma vb.) bıraktığı sekans oluyor. 'Termal kameraların' göreceli olarak yakın zamanda (ve çoğunlukla savaş esnasında) kullanıldığı göz önüne alınırsa burada da günümüze bir gönderme yapıldığı düşünülebilir.

Filmdeki ışık kullanımı da oldukça ilginç: Hiçbir ekstra ışık desteğine sarılmadan, doğal ve mekanlarda görünen ışık kaynaklarının kullanılması (practical light) filmin genel atmosferiyle tam bir uyum içerisinde…

Aslında yönetmen kısaca 'kötülüğün sıradanlığı' veya daha doğrusu 'kötülüğün sıradanlığına' kapılma riski üzerine bir film yapıyor,

Glazer’ın ele aldığı dönem tabii ki günümüzden uzak olsa da, değindiğimiz göndermeler ve iki zaman diliminin (o dönem ve günümüz) buluşmaları ister istemez dünyanın şu andaki hali üzerine tekrar düşünmeye itiyor. Sonuçta son 20-25 senedir dünya ne savaşlar, ne işgaller gördü ve görmeye devam ediyor!

Yönetmenin filminden ve mesajından bahsederken dile getirdiği bir soru ile bitirelim. Glazer filminin sorduğu sorunun basit olduğunu söylüyor: "Bu sıradan görünen adamlara ne derece benziyoruz?" Belki her birimizin baştan kesin bir şekilde reddedeceği bu benzerlik o kadar da uzak değil!

Kerem Bumin / duvaR

 

Erdoğan, İngiliz altın tekeli için sınırı nasıl değiştirdi?- Bahadır Özgür / duvaR

 

Biz İliç’teki 9 madencinin yasını tutup, felaketin korkusunu yaşarken, İngiliz altın tekelleri Londra Borsası’nda hissedarlarına Türkiye’de yağmalayacakları yeni rezervlerin müjdesini veriyor. O müjdelerden birisi de Balıkesir’le ilgili. Şirketin önündeki engeli kaldıran ise Recep Tayyip Erdoğan’dı. İngiliz hissedarların çıkarı için koruma altındaki bölgenin haritasını değiştirdi.

Memleket abluka altında. Altın tekelleri Türkiye’nin üzerine çullanmışlar. Biz 9 madencinin acısını duyup, nesillere yayılacak bir zehrin korkusunu yaşarken, onlar Londra Borsası’nda hissedarlarına yeni rezerv müjdesi veriyorlar. Öyle ki yatırımcı sunumlarındaki iştahı apaçık görüyoruz. Orada başka bir şeyi daha görüyoruz. Kuşatmanın sadece dışarıdan olmadığını…

Meğer Recep Tayyip Erdoğan, yeni bir İliç’in tohumunu atan İngiliz altın şirketi ve hissedarlarının çıkarı için, ülkede sınırları bile değiştirmiş. Gözümüz gibi bakmamız gereken bir alanı, sinsice ‘yana’ kaydırmış!

Bakın İliç’te bir kez daha ortaya çıkan ilişki ağı ülkeyi adım adım nasıl yeni felaketlere sürüklüyor.

                                                       ***

Geçen hafta İliç’le ilgili dikkat çekici bir haber düştü. Madene ÇED raporu hazırlayan SRK Danışmanlık yöneticisi Ahmet Oğuz Öztürk’ün, 5 Şubat’ta Anagold’un yönetimine geçtiği ortaya çıktı. Tesadüf değildi bu. ‘Altın lobisinin’ en önemli ayağına ilişkin bir ipucuydu. SRK Danışmanlık sadece ÇED raporları hazırlayan bir şirket değil çünkü. Afrika’daki sömürgeci madencilik deneyiminden doğmuş, 50 yıllık küresel bir simsar. 20 yıldır da bizim rezervleri pazarlıyor. Anagold’un gözaltına alınıp bırakılan Genel Müdürü Cengiz Demirci de 2009-2010 arası orada uzmandı. Ayrıca meşhur Rio Tinto kökenli. 

Türkiye şubesi 2001’de açılan SRK’nın merkezi ABD’de. 1974 yılında Güney Afrika madenleri için kuruldu. Artık maliyet azaltıcı önlemler geliştirmeden atık havuzları ve pasa sahaları projelendirmesine, hukuki destekten yerel ortaklar bulmaya, lobiciliğe uzanan maharetlere sahip. Bu şirkete dikkat edin. Uzun uzun anlatamayacağız ama 2006’da Türkiye için hazırladığı altın raporunun, tekeller için bir yol haritası olduğunu, AKP’nin de o haritaya uyumlu hareket ettiğini not edelim.

İliç dışındaki bazı işlerini kısaca hatırlayalım: Fatsa’daki Altıntepe madeni, Çaldağ nikel madeni, Çayeli bakır madeni, Öksüt altın madeni, Bilecik’teki bakır madeni, Yozgat Sorgun’daki Adur Madencilik’in uranyum projesi, Balıkesir Bigadiç’teki Polimetal Madencilik’in altın madeni…

YİNE İLİÇ’TEKİ GİBİ: YERLİ ORTAK YANDAŞ

Şu an üç proje üzerinde daha çalışıyor. Madenlerin sahibi, İngiltere merkezli Ariana Resources. CEO’luk görevini yürüten kişi Kerim Şener. Hissedarların adları ve payları şöyle:

Şirketin altın madeni projeleri ise şunlar: Balıkesir’in Sındırgı ilçesine bağlı Yusufçamı, Yolcupınar ve Çoturtepe köylerini kapsayan Kızıltepe Altın Madeni. Kütahya’nın Tavşanlı ilçesindeki maden. Ve Artvin’deki Salınbaş Altın Madeni. Buralarda da tıpkı İliç’te yapıldığı gibi bir ilişki ağı kuruluyor.

Madenleri işletecek olan Zenit Madencilik’in yüzde 53’ü, 2020 yılında Özaltın İnşaat’a satıldı. Şirketin yüzde 23.5’i Ariana, yüzde 23.5’i de Proccea Construction’a ait. Özaltın’ı yakından tanıyoruz. 5’li çete diye anılan gruba dahil edilmeyi hak edecek kadar kamu ihalesi alan, iktidarla içli dışlı bir müteahhit. Proccea Construction ise Afganistan, Gine, Mali, Suudi Arabistan vb. ülkelerde inşaat işleri yapıyor. Çöpler’de de inşaat yaptı.

Çöpler’deki felaketi tartıştığımız günlerde, 24 Şubat 2024 günü Ariana Resources CEO’su, Londra Borsası’na bir açıklama gönderdi. Kızıltepe’deki sondaj sonuçlarının memnuniyet verici olduğunu belirtilerek, “Zenit önümüzdeki 18 ay içinde işlenmek üzere cevher çıkarma planı üzerinde çalışıyor" diyordu. İngiliz hissedarlara bekledikleri müjdeyi vermişti. 

İşte bu başarıda Erdoğan ve kabinesinin payı büyüktü. Nasıl mı?

Kızıltepe bölgesindeki altın madeni

GEZİ’DEN 6 AY ÖNCE…

Şimdi biraz gerilere gidelim. Erdoğan’ın “Bunlar çapulcu. Çevrecinin daniskası biziz” açıklamasını yaptığı, Gezi protestolarından 6 ay öncesine…

İngiliz altın tekelinin Kızıltepe için önünde bir engel vardı. Arama yapacağı üç bölge termal turizm alanında kalıyordu. Yani yeraltı suları, endemik bitki örtüsü bakımından korunması gerekli yerlerdi. Şirkete 2012’nin ortalarında Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan izin çıkmıştı. Ancak bölge termal su kaynaklarına sahip olduğundan siyanürle cevher ayrıştırma, atık havuzu vb. mümkün değildi.

Ve 20 Ocak 2013 günü, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan imzasıyla bir Bakanlar Kurulu kararnamesi Resmi Gazete’de yayımlandı. Kararnamenin adı şöyleydi: “Bazı Alanların Turizm Merkezi, Bazı Alanların ise Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgesi Olarak İlanı ile Bazı Turizm Merkezlerinin İsim ve Sınırlarının Değiştirilmesi Hakkında Karar.”

Benzerine defalarca tanık olmuşsunuzdur. Uzman olan birileri araştırmadığı müddetçe neyin kastedildiğinin, niye yapıldığının anlaşılmadığı; içinde ‘koruma’, ‘gelişim’, ‘turizm’ lafları geçtiği için iyi bir şeyler olabileceği hissi uyandıran böyle çok karar yayımlanır. Bunların sonuçlarını belki de yıllar sonra fark ederiz. Bu da öyleydi.

20 Ocak 2013’te Resmi Gazete’te yayımlanan kroki

‘BİZİM İÇİN BİR ENGEL DAHA KALDIRILDI’

Meseleyi anlayan meslek kuruluşları, çevreciler, hukukçular itiraz etse de tepkiler geri kalan kimsenin umurunda olmadı. Zaten Gezi protestoları üzerinden inşa edilen ‘düşman hukuku’, böyle kararlara itiraz edenleri çoğunluğun önüne ‘yem’ olarak sunmuştu. Oysa Erdoğan’ın kararının ardındaki gerçek ve esas düşman, Londra Borsası’na yapılan açıklamada belirdi. Ariana Resources’in CEO’su şöyle diyordu:

“Türkiye'ye odaklanan altın arama ve geliştirme şirketi Ariana Resources 2013'ün 4. çeyreğinde hedeflenen maden inşaatı öncesinde, Batı Türkiye'deki Kızıltepe Sektörü’nde daha fazla ilerleme kaydettiğini duyurmaktan memnuniyet duyar. Geçen ay ormancılık izinlerimizin onaylanmasının ardından, bu Bakanlar Kurulu kararnamesi, bizim için başka bir engeli kaldırdı. Kararnameden önce, Kızıltepe Sektörü’nün bazı kısımları termal turizm merkezi sınırları içinde yer alıyordu. Kararname sonucunda çıkarıldı. Şirket çeşitli çevresel gerekliliklere uymaya devam edecek olsa da, faaliyetleri artık yeni tanımlanan termal turizm bölgesi üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olmayacaktır. Kararnameyi takiben SRK Danışmanlık, ÇED raporunu hazırlayacak. İlk göstergeler, sahanın atık barajının konumu için elverişli olduğunu gösterdiği için son derece cesaret vericidir.” 

                                                      ***

Görüldüğü gibi altın tekelleri yıllara yayılmış bir planla hareket ediyorlar. Hissedarlara kazandıracak en küçük bir kaynağı bile, iktidarın açtığı yol sayesinde, emip tüketmek için sabırsızlanıyorlar. Haliyle Türkiye altın haritasına bakınca, yeni İliçlerin kapıda olduğunu söylemek kehanet olmaz. Balıkesir, Artvin vb. böyle bir kadere hızla koşuyor.

Bahadır Özgür / duvaR

Dış krediye kolay erişim mi, emperyalist sömürü mü? / Mustafa Durmuş-T24

 

Yüksek faizle alınan dış kredilerin daha yüksek faizlerle içeride satılacağı, bunun üretim maliyetlerini artıracağı ve sonuçta bunun da bizimki gibi bir yüksek tüketim toplumunda bedelinin başta emekçi sınıflar olmak üzere, tüm toplumca ödeneceği gerçeği ortada

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, dün attığı bir twitte, artık Türk şirketlerinin (bankaları kastediyor olsa gerek) dış krediye erişiminin kolaylaştığını ve dışarıdan daha ucuza borçlanabildiklerini (BBVA'nın yüzde 8,3 yıllık faizle borçlanma örneğinden hareketle) ileri sürüyor.(1)

Fitch ellerini ovuşturuyor
Diğer taraftan, uluslararası derecelendirme kuruluşu Fitch Rating ise son raporunda, Türk bankalarının borçlanmalarının yabancı yatırımcılar açısından "ne denli kârlı olduğuna" vurgu yapıyor.

Fitch'e göre, "Türk bankalarının yüksek faizle borçlanmaları yabancı yatırımcılar için daha yüksek getiri sunmaya başladı. Bu durum yabancı yatırımcılar açısından çok iyi bir fırsat".

Yani mealen "şimdi Türkiye'ye, dünya piyasa faizlerinin çok üstünde faiz oranlarıyla para satmanın zamanıdır" diyor. Bu konuda Türk bankalarının yaptığı son borçlanmaların faiz oranlarını ve vadelerini aşağıdaki tabloda sıralıyor.(2)

Yüksek faizle borçlanmanın bedelini kim ödüyor?
Şimşek, uyguladığı sıkı para ve maliye politikalarının sonucunda Türk bankalarının daha rahat borçlanabilmesi ile övünebilir. Bu onun ve temsil ettiği egemen sınıfların bakış açısıdır. Uluslararası finans piyasalarından gelen birisi olarak bu bakış açısı yadırganmayabilir de.

Ancak yüksek faizle alınan dış kredilerin daha yüksek faizlerle içeride satılacağı, bunun üretim maliyetlerini artıracağı ve sonuçta bunun da bizimki gibi bir yüksek tüketim toplumunda bedelinin başta emekçi sınıflar olmak üzere, tüm toplumca ödeneceği gerçeği de ortada.

Emperyalist sömürü göz ardı ediliyor
Ayrıca, işin bir de emperyalist sömürü boyutu söz konusu. Zira emperyalist sömürünün ortaya çıktığı alanlardan birinin de (ucuz işçilik ve yer altı kaynaklarına el koyma biçimleri dışında), dışarıdan yüksek faizle kredi almak şeklinde gerçekleştiğini biliyoruz.

Özetle, yabancı sermaye için kârlı olanın bizim için toplumsal zarar anlamına geldiğinin farkında olmalıyız. Örneğin dış borçlanmada bu yüksek faiz maliyeti biçiminde kendini gösteriyor. Özellikle de finans piyasalarında "kazan-kazan" durumu gerçekte söz konusu değildir. Yabancı fonlar ve yerli işbirlikçileri, ortakları kazanırlar ama bu ülkenin emekçileri kaybeder.

İktidarın başarısı mı?
Bu bağlamda, yabancı sermayenin kredi sunumu biçiminde Türkiye'ye artan yönelimini iktidarca izlenen ekonomi politikasının başarısına bağlamak, en hafifinden bu sömürünün üzerini örtmek anlamına geliyor.

Ülkeyi daha fazla emperyalist sömürüye maruz bırakarak ekonomik istikrarın sağlanması sadece mevcut sömürü ve baskı düzeninin sürmesine yarayacaktır. Bu kaynaklar emekçi sınıfların, emeklilerin ve gençlerin yoksulluğunu ve yoksunluklarını (bırakın ortadan kaldırmayı) azaltılmayacak, hatta orta vadede daha da artıracaktır.

Gerçekçi çözüm, yüksek faizler ve bir takım ekonomik ve siyasal tavizlerle özellikle de spekülatif amaçlarla gelen yabancı sermayeyi ülkeye çekmek değil, mevcut emperyalist-kapitalist sömürü düzenini bütünüyle ortadan kaldırarak, yerine istikrarlı, adil, etkin, emek ve doğadan yana, cinsiyet eşitlikçi bir ekonomik ve politik düzen inşa etmektir.


(Mustafa Durmuş-T24)

Dipnotlar
----------
(1) https://twitter.com/memetsimsek/status/1760633226182201539 (22 Şubat 2024).
(2) https://www.fitchratings.com (29 Ocak 2024).

23 Şubat 2024 Cuma

Birgün KÖŞEBAŞI - 23 ŞUBAT 2024 -

 


Neo Osmanlıcıların Afrika’ya açılma planları: Erdoğan’ın yeni macerası Somali (İbrahim Varlı)
                                                                                 Fotoğraf:AA

Türkiye'nin Afrika'ya açılan 'kapısı' Somali, ülkeyi yeni maceralara sürükleyebilir. İç savaştaki Somali’de hükümet ile anlaşma devrede. Bu adım, Etiyopya ile Somaliland’in imzaladığı anlaşmanın ardından geldi.

Siyasal İslamcı iktidar içeride gerici-otoriter yeni rejimin kurumsallaşması için tüm engelleri birer birer bertaraf ederken dışarıda da bu inşanın tahkimatına kan taşıyacak adımlar atmayı sürdürüyor. Bu adımlar elbette ki, yeni dış politikanın koordinatlarının endekslendiği ABD/Batı emperyalizminin göz yumduğu “özerk” alanlarda vücut buluyor.

Suriye, Irak ve Libya derken Afrika Boynuzu’ndaki Somali’ye yapılan askeri, siyasi, ekonomik yığınak, neo Osmanlıcıların Afrika ve Hint Okyanusu macerasının seyri seferine dair önemli doneler veriyor.

Aden Körfezi kıyısından Hint Okyanusu ve Kızıldeniz’e uzanan Somali, neo Osmanlıcıların Afrika’ya açılma kapısı. Gerek deniz ticaret yolları üzerinde yer alması, gerek Arap Yarımadası’nın hemen karşısındaki konumu gerekse de Doğu Afrika’ya başlangıç noktası olması nedeniyle stratejik önemde.

1991’den bu yana süren iç savaş ve jeopolitik konumu, yayılmacı emeller için biçilmiş kaftan. AKP iktidarının 2000’li yıllardan itibaren yığınak yaptığı 2010’dan bu yana ise STK’sıyla, TİKA’sıyla, Kızılay’ıyla, cemaat/tarikat yapılanmalarıyla sefere çıktığı Somali’de şimdi bu adımları daha da kalıcılaştıracak son hamle de geldi.

Somali ile Türkiye arasında 8 Şubat’ta Ankara’da imzalanan "Savunma ve Ekonomik İşbirliği Çerçeve Anlaşması" Mogadişu yönetimi tarafından 21 Şubat’ta (önceki gün) onaylandı.

PAZAR KAPMA YARIŞI

Oğlu 30 Kasım’da İstanbul’da bir kuryenin ölümüne neden olan Somali Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud, Türkiye'nin anlaşma kapsamında Türkiye'nin Somali donanmasını inşa edeceğini, eğiteceğini ve donatacağını söyledi, “Türk kardeşlerimiz bu anlaşma çerçevesinde 10 yıl boyunca denizlerimizi koruyacak” dedi.

Somali Başbakanı Hamza Abdi Barre de anlaşmanın deniz kıyısındaki ülkenin "herhangi bir dış ihlal veya tehdit korkusunu" ortadan kaldırmaya yardımcı olacağını kaydetti.

Milli Savunma Bakanlığı (MSB) Basın Müşaviri Tuğamiral Zeki Aktürk, “dost ve kardeş” ülke olarak gördükleri Somali'de güvenlik ve istikrarın sağlanması için 10 yılı aşkın süredir faaliyet sürdürdüklerini belirtti.

Voa News’a konuşan Somalili kaynaklar,anlaşmanın "Somali sularında Türk savaş gemilerinin konuşlandırılmasını ve Somali için deniz kaynaklarından yararlanmayı" içerdiğini söyledi.

Hatırlanacak olursa 20 Ocak 2020’de Berlin’de düzenlenen Libya Zirvesi’nde Erdoğan, Somali’nin kendilerine denizlerde petrol arama teklifinde bulunduğunu söylemiş, "Bizim oralarda da atacağımız adımlar olacaktır" ifadelerini kullanmıştı.

Birçok petrol tekeli ve ülkenin gözü bu bölgede. Somali'nin Hint Okyanusu kıyıları açıklarında zengin petrol rezervlerinin olduğu tahmin ediliyor.

ETİYOPYA İLE GERİLİM

Türkiye ile Somali arasında imzalanan anlaşma, Etiyopya’nın Somali'den ayrılığını ilan eden Somaliland ile imzaladığı anlaşmanın ardından geldi. Voa News’taki habere göre Mogadişu’nun tepkisini çeken anlaşma, denize kıyısı olmayan Etiyopya'ya Aden Körfezi’nde kıyı şeridi kiralayarak Kızıldeniz'e ve Hint Okyanusu’na erişim sağlayacak. Bunun karşılığında Etiyopya'nın Somaliland'ı bağımsız bir ülke olarak tanıyacağı ileri sürüldü.

Şeyh Mahmud liderliğindeki Somali Federal Hükümeti anlaşmayı egemenlik ihlali olarak görüyor ve savaş sebebi sayıyor. Türkiye ile anlaşma da Somali ile Etiyopya arasındaki artan gerilim sürerken geldi.

Şeyh Mahmud, Ankara ile anlaşmayı “Etiyopya ile savaşmak ya da başka bir ülkeyi işgal etmek için yapmadık” dese de ülke savunmasını güçlendirmek için bu adımı attıklarını söyledi.

İÇ SAVAŞA TARAF OLUYOR

Ankara ve Mogadişu’nun “olağan” olarak sunduğu anlaşma Türkiye’ye önemli bir nüfuz alanı sağlarken aynı zamanda Somali’deki kanlı iç savaşa da taraf yapıyor. Tıpkı Libya’da olduğu gibi. 1990’lı yılların başından bu yana çatışmaların hâkim olduğu, merkezi yönetimin olmadığı Somali fiilen üç parça: Kuzeyde bağımsızlık ilan eden Somaliland, kuzeyden aşağıya inerek Hobyo hattına kadar olan bölgede özerk Putland ve Şeyh Mahmud’un başında olduğu Mogadişu merkezli güney-orta Somali.

Afrika Boynuzu’nun ucundaki dünyanın en yoksul ve istikrarsız ülkelerinden Somali, tüm bu iç çatışmalar yetmezmiş gibi 2007’den bu yana da El Kaide’ye bağlılık ilan eden radikal İslamcı Eş Şebap örgütünün saldırılarıyla sarsılıyor.

Şeyh Mahmud, Ankara ile anlaşmanın Somaliland ve Etiyopya arasındaki anlaşmanın ardından gelmesini, "tesadüf" olarak açıklasa da, Afrika Boynuzu’ndaki hesaplaşma bunun aksini gösteriyor.

SOMALİ’YE ASKERİ YIĞINAK

Somali’deki, Afrika Boynuzu’ndaki nüfuz, hegemonya kavgasında Türkiye yalnız değil. Çin ve Rusya gibi ülkeler Etiyopya ile ilişkiler geliştirirken Türkiye, ABD ve Eritre, Somali Federal yönetiminin yanında. Türkiye’nin yanında ABD de onlarca yıldır Mogadişu merkezli Somali devletinin ordusunu eğitiyor. Bir süre önce Mahmud hükümeti ve Washington, ABD tarafından eğitilen “seçkin” Somali Ulusal Ordusu güçleri için beş askeri üs inşa edilmesini öngören bir mutabakat zaptı imzaladı. Somali Cumhurbaşkanı'nın ulusal güvenlik danışmanı Hüseyin Şeyh Ali, Amerika’nın Sesi’ne yaptığı açıklamada ABD'nin 3 bin askeri eğiteceğini söyledi.

AKP hükümeti ise Eylül 2017’de Somali'de denizaşırı en büyük askeri eğitim tesisini kurmuştu. O tarihten bu yana TSK, TURKSOM Askeri Eğitim Üssü'nde Somali ordusunu eğitiyor. AKP’nin Somali ilgisini Türkiye'nin en büyük büyükelçilik binasının 2017’de Mogadişu'da açılmasından da anlayabiliriz.

BM Güvenlik Konseyi’nin 1992’den bu yana silah ambargosu uyguladığı Somali’ye Kasım 2022’de Türkiye dahil bazı ülkeleri muaf tutmasıyla birlikte Ankara’nın sağladığı silah ve İHA/SİHA’lar Eş-Şebab’a yönelik mücadelede önemli üstünlük sağladı.

Dışişleri Bakanlığı’nın resmi sitesine göre Mogadişu Uluslararası Havalimanı ve Mogadişu Limanı halen Türk firmaları tarafından işletiliyor. Mogadişu Limanı'nın işletmesi 2014'ten bu yana Albayrak Grubu'nda.

Türkiye'deki şirketler, sivil toplum kuruluşları ve kurumlarıyla Somali'den başlayıp Afrika geneline yayılmaya çalışıyor.

Türkiye 5 Kasım 2020’de Somali'nin Uluslararası Para Fonu'na (IMF) borcunu da ödemişti.

‘SÖMÜRGECİ DEĞİLİZ’

Neo Osmanlıcı rejim Somali üzerinden Afrika’ya ulaşmaya çalışırken kendisini geleneksel sömürgeci güçlerden ayırmaya çalışıyor. 1 Ağustos’ta 2023’te Batı Afrika turuna çıkan AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan bu durumu şu sözlerle aktaracaktı: “Biz Afrika ile sömürgeci bir mantıkla tek taraflı olarak değil, karşılıklı fayda temelinde, her iki tarafın da kazanacağı kalıcı bir işbirliği tesis etmek istiyoruz. Derdimiz buraların petrolü, altını, elması değil.”

Somali, Libya ve Suriye ile birlikte Türk dış politikasının en hareketli sahalarından birine dönüşmek üzere. İktidar yetkilileri ve Savunma Bakanı Sözcüsü, Somali ile anlaşmanın ilişkilere ivme kazandıracağını söylese de AKP’nin yayılmacı dış politikasının Türkiye’nin başına yeni belalar açma ihtimali yüksek. İktidarın neo Osmanlıcı hevesleri ve “yerli-milli” sermayenin istekleri/çıkarları doğrultusunda sürdürdüğü yayılmacı, militarist dış politikanın faturası ağır olabilir. Somali, Libya’ya dönüşebilir.

                                                      /././

Hele bir seçimler geçsin (Yalçın Karatepe)

Dün Merkez Bankası faiz kararı günü olmasına rağmen karara ilişkin pek bir ilginin olmadığı görülüyordu. Daha önceki dönemlerde MB’nin faizleri nasıl değiştireceği uzun analizlere tabi tutulurken, dünkü karar öncesinde böyle bir durum söz konusu değildi. “Piyasa beklentisi” faizlerde bir değişiklik yapılmayacağı yönündeydi. Zaten öyle de oldu. Politika faiz oranı yüzde 45 seviyesinde tutuldu.

Beklentinin değişiklik yapılmayacağı yönünde olması, faizlerin artırılması gerektiğini söyleyenlerin olmadığı anlamına gelmiyor.  Varlar. Hem de sayıları oldukça fazla. Ancak, anlaşılan o ki “piyasacı ekonomistler” de bir seçim arifesinde iktidarın faizleri daha fazla artırmayacağını kabullenmiş görünüyorlar ve beklentilerini buna göre oluşturuyorlar. Şunu söyleyebiliriz: önümüzdeki ayda da faizlerde bir değişiklik olmayacak çünkü faiz kararına ilişkin toplantı tam seçimler öncesine denk gelecek.

Peki ya mart ayından sonra? Buna yönelik işaretleri faiz kararına ilişkin yayımlanan metinde görebiliyoruz: talepteki dengelenme tüketim harcamalarında öngörülene kıyasla yavaş seyretmektedir. MB, bununla da yetinmeyip, “Enflasyon görünümünde belirgin ve kalıcı bir bozulma öngörülmesi durumunda ise para politikası duruşu sıkılaştırılacaktır” diyor. Enflasyonun yaz başına kadar yükselmeye devam edeceği tahmini ile birlikte değerlendirdiğimizde, seçimlerden sonra politika faizinin ne olacağını tahmin edebiliriz. Talebi biraz daha kısmak için faizleri artırmak istiyorlar ancak seçim öncesinde bunu yapmaya cesaret edemiyorlar, 31 Mart sonrasını bekliyorlar. Demem o ki MB hâlâ enflasyona talebin yol açtığını düşünüyor. Bunun da vatandaşın paraya erişebilmesinden kaynaklandığını; ne yapıp ne edip bu paraya erişme olanağının ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyorlar. Bunu da bir taraftan ücretleri baskılayarak, diğer taraftan faizleri artırarak yapmaya çalışıyorlar. Ama gelin son zamanlarda yaşanan fiyat artışlarında enflasyonun rolü ne kadar ona bir bakalım. Mesela, akaryakıt fiyatları yılbaşından buyana yaklaşık yüzde 20 arttı. Bu artışta akaryakıt talebinin bir rolü var mı? Yok. Bu artışın diğer mal ve hizmetlere yansıması olacak mı? Evet olacak. Bu enflasyon rakamına yansıyacak mı? Yansıyacak. Peki, bu artmakta olan enflasyonu düşürmek için ne yapacaklar? “Yurtiçi talebi dengelemek” için seçimlerden sonra faizlerde artışa bir süre daha devam edecekler. Yanlış anlaşılmasın, enflasyona sadece maliyet artışlarının yol açtığını söylemiyorum. Başka faktörlerin de rolü var.

Sadece bu da değil. “Bütçe dengesi” diyerek vergi oranlarında da artışa gidecekler. Maktu vergilerden, belirli mal ve hizmetlerden alınan ÖTV ve KDV’ye kadar pek çok vergi artışı göreceğiz. Bu enflasyonu artıracak mı? Evet, artıracak çünkü TÜFE, vergiler dâhil fiyatlar derlenerek hesaplanıyor.

Bir taraftan aldıkları kararlar enflasyonu artırırken, diğer taraftan bu artan enflasyonu düşürmek için vatandaşı daha fazla yoksullaştıracaklar.  Demem o ki; iktidarın enflasyonu düşürmek için tercih ettiği yolun vatandaşa daha ağır bir fatura çıkarmaktan başka bir sonucunun olmayacağıdır.

KURLAR ARTAR MI?

Bugünlerde en çok merak edilen konuların başında seçimlerden sonra kurların nasıl hareket edeceği geliyor. Genel kanıya baktığımızda kurların baskılanmakta olduğu, seçimlerden sonra bu baskının kalkacağı ve kurlarda yukarı yönlü bir hareketin olacağı yönündedir. Muhtemelen de öyle olacak. Çünkü öyle bekledikleri gibi yurtdışından bir döviz girişi olmuyor. Mesela geçen hafta menkul kıymetlere gelen net döviz miktarı 38 milyon doların altında. Faizlerin artırılmaya başladığı Haziran ayından beri gelen toplam net miktar ise bir aylık dış ticaret açığını karşılamaya ancak yeter.

Kurlar artar mı artmaz mı siz tahminde bulunun. Şimdiye kadar kurları doğru öngören iktisatçıya pek rastlanmamıştır. İktisat eğitimi almamış insanların tahminlerinin gerçekleşme olasılığı bu eğitimi almış olanlardan daha yüksektir diye düşünüyorum. 

                                                           /././

“Ben devletim, sorumlu değilim...” (Zafer Arapkirli)

Kim bilir kaçıncı kez, aynı utanmazlığa aynı kepazeliğe ve aynı vurdumduymazlığa tanık oluyoruz.

Aslında, bunu ilk kez de yapmıyorlar.

Kendi sorumlu oldukları her alanda, sorumluluğu başkalarının üzerine atıp işin içinden sıyrılmak, rahat koltuklarında ayaklarını uzatarak mesai saatlerini doldurup, sonra da milletin vergileri ile alınan lüks araçlarına atladıktan sonra evlerine gidip mışıl mışıl uyuyorlar.

Bunu her alanda yaptılar, yapmaktan da bıkmıyorlar.

Soma’da Cumhuriyet tarihinin en büyük toplu işçi katliamından (302 ölüm) sonra da, Amasra’da (42 ölüm) , Ermenek’de (18 ölüm) Enerji Bakanlığı’ndan tutun da Çevre Bakanlığı ve Çalışma Bakanlığı kendisini hiç sorumlu hissetmedi.

Sanki bu ülkede madenlerde alınması gereken önlemler ve emekçilerin çalışma koşullarından, üretim süreçlerinden ve güvenlik önlemlerinden sorumlu değilmiş gibi, öncelikle işçileri, ustabaşıları, sonra da madenin sorumlularını kamuoyuyla karşı karşıya bırakıp adeta “suç varsa onlardadır” demeye getirdiler.

Sanki bu ölümcül düzen, onların verdikleri ya da vermedikleri izinler, patronların “önüne yatmaları” sayesinde ayakta durmuyor, sanki daha fazla üretim ve rant hırsı nedeniyle o büyük katliamlar yaşanmıyormuş gibi, “Kamunun hiçbir yetkilisinin” hiçbir sorumluluğu yokmuş gibi davrandılar.

Önce Pamukova’da (38 ölüm), sonra Çorlu tren katliamında (25 ölüm) ardından Yenimahalle’de (9 ölüm) yaşanan toplu ulaşım kıyımlarında, suçu alt kademedeki birkaç teknik elemana, makiniste, işletme şefine filan yıkarak, devleti asıl temsil eden ve bu işlere engel olabilecek düzeyde yetkisi olan insanlar sorumluluğu asla üstlenmek istemediler. Protesto edeni bile yargılayan mahkemeler, gerçek sorumluları hala cezalandıramadı.

Büyük Marmara Depremi’nden (resmen 18.000 ölüm) sonra da, Düzce’de (845 ölüm) yaşanan depremden, Elazığ-Malatya’da (41 ölüm) yaşananlardan sonra da bir ders çıkarmadılar. Aynı devlet, peşpeşe çıkarılan imar aflarını “iftiharla* savunan ve seçimlerde pazarladıktan sonra, 6 Şubat 2023’de göz göre göre gelen “Asrın Felaketi”nde (resmi verilere göre 53,000’den fazla canın yitirilmesine) kayıp sayısının henüz tespit edilemediği kapkara bir tablonun ortaya çıkmasına adeta göz yumdu.

∗∗

Sadece 3 yılda yaşanan orman yangınlarında bile onbinlerce hektar alanın kül oldu. Yine Cumhuriyet tarihinin en büyük ve yayın orman yangınlarına karşı, elde doğru dürüst söndürme uçağı bulunmamasından dolayı da kendisini zerre kadar sorumlu hissetmeyen bir devlet, orada da kendini “vareste” tutabilmeyi başardı.

Sel, su baskını gibi felaketlerde olay yerine her gittiklerinde “Artık, şu dere yataklarında yapılaşmaya asla izin vermeyeceğiz” deyip arkalarını döner dönmez başlayan yeni inşaatlara göz yuman ve özellikle seçim dönemlerinde patır patır inşaat izinlerine imza atan “yetkili - sorumsuzar”, yine yıkılan evlerin, sele kapılıp ölen insanların ardından düzenlenen cenaze törenlerinde utanmadan gelip boy gösterdiler.

Bu ülkenin onbinlerce canının (resmi - sivil) yitirilmesine neden olan terör olaylarında hayatını kaybeden insanların hiçbirinin (ne resmi ne sivil) sorumluluğunu üzerine almadı bu devlet. Alınan veya alınmayan önlemlerden dolayı bir tek bakan, müşteşar ya da üst rütbeli komutan hesap vermedi.

Roboski katliamında bile, Suruç katliamında, Ankara Garı katliamında bile adeta “ölenler” sorumlu tutuldu,

Tam tersine, haklarında şikayette bulunanlara, “bozguncu, bölücü, fitneci, hain” damgası vurmaya, protesto edenleri asıp kesmeye kalkıştı, kalkışıyor.

Evlatlarının “başında bir dua edecekleri bir mezar taşı bile bulunmadığından” şikayet eden ve katiller bulunmasa dahi, en azından 2 parça kemiğinin bulunmasını talep eden “Cumartesi Annelerine” her hafta barışcıl 5-10 dakikalık protesto hakkını bile tanımadılar.

∗∗

En son 13 Şubat günü yaşanan ve potansiyel olarak yine Cumhuriyet tarihinin en büyük çevre faciasına” da aynı gözle bakıyorlar. Olay yerine tam 9 gün sonra giden Çevre ve Şehircilik Bakanı, utanmadan “Hastaydım. ameliyat olmuştum” diye yalan söyleyerek, o 9 gün zarfında orada burada açılışlarda, etkinliklerde, cenazelerde boy gösterdiği bilinmiyormuş gibi pişkince davranıyor.

Adı geçen maden işletmesine ve ülkenin dört bir yanındaki benzer “cinayet şebekelerine” faaliyet gösterebilmeleri için gerekli izinlerin altına imza atan eski Çevre Bakanı da, “Ben vermedim” yalanının arkasına sığındığı, depremlerdeki olağanüstü boyuttaki yıkıımın sorumlusu imar aflarındaki rolü yetmiyormuş gibi, utanmadan bir de Türkiye’nin ve dünyanın en büyük metropollerinden birinin belediye başkanlığına talip oluyor.

Bu topraklarda “Devlet” olmak, “kamu görevlisi” sıfatıyla vatandaşın üzerinde-tepesinde vatandaşın vergisi ile maaş alıp “ballı” hayat sürmekten, çakarlı eskortlu lüks araçlarla emniyet şeridinden gitmekten başka bir şey ifade etmiyor. “Saraylarda, konaklarda, villalarda, lojmanlarda” sürülen konforlu hayatın bedeli, sonsuz-sınırsız imza, emir ve hattâ “buyruk” yetkisine karşılık, “sıfır sorumluluk” sadece diktatörlüklerde söz konusu olabilir.

Biz ise bunun zıddını, yani demokrasiyi hak ediyor istiyoruz.

Alacaklıyız bunlardan.

Bir gün mutlaka alacağız!..

(BİRGÜN)