28 Şubat 2024 Çarşamba

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 28 ŞUBAT 2024 -

 


Firarlar kralı neden Beylikdüzü'ndeydi? (Barış Pehlivan)

1- Henüz 18 yaşındayken iki cinayetle suçlandı. İddiaya göre; kiralık katildi. 2006 yılında Dıraç şehrindeki hücresinden kaçtı.

2- Kokain kaçakçılığından mahkûm oldu ve Milano’nun güneyindeki bir cezaevine konuldu. 2011 yılında cinayetten hükümlü iki mahkûmla birlikte hapishaneden firar etti.

3- Belçika’daki silahlı bir soygun nedeniyle hüküm giydi. Anvers kenti yakınlarındaki Merkplas Hapishanesi’ne konuldu. Sadece iki ay sonra bu cezaevinden de kaçmayı başardı.

4- Haziran 2014’te polis, Ekvador’un başkenti Quito’da 278 kilo kokain ele geçirdi. “Balkan” adı verilen bu operasyonda yakalandı. Guayaquil ve Cotopaxi hapishanelerinde beş yıl kaldıktan sonra Lupus hastası olduğu gerekçesiyle ev hapsi kararı verildi, tahliye oldu ve Ekvador dışına çıkmasına yasak getirildi. Bir süre sonra yine firar edip kayıplara karıştı.

Adı: Dritan Rexhepi.

Arnavut. “Firarlar Kralı” diye tanınıyor. Hakkında “Kasten adam öldürme”, “uyuşturucu kaçakçılığı”, “insan kaçırma”, “hürriyetten yoksun bırakma” suçlarından Interpol Kırmızı Bülteni çıkarılmıştı.

Peki, farklı ülkelerin cezaevlerinden dört kez firar edebilen ve kokain sevkıyatlarıyla yeraltı dünyasında efsaneleşen bir uluslararası suçlu nereye kaçtı?

Beylikdüzü’ne!

Şair Joseph Brodsky demiş; “Kitap yakmaktan daha kötü suçlar da vardır. Bunlardan biri de kitap okumamaktır.” Bugün bu topraklarda suçun nasıl da olağanlaştığını biliyorsak, bunda yandığımız cehennemi anlatan kitapların da payı çok. Timur Soykan’ın yeni kitabı “Baron İstilası” da (Kırmızı Kedi Yayınevi) aslında nasıl ve kimlerle birlikte yaşadığımızı bizimle yüzleştiriyor.

Kitabın önsözünü okuyorum: “AKP iktidarı, Varlık Barışları, ucuza Türk vatandaşlığı kampanyalarıyla dünyanın karaparasını ve bu paranın kirli sahiplerini çağırdı. ‘İçki içiliyor’ diye festival yasaklayan siyasal İslamcılar, eroin, kokain, silah kaçakçılığı, kadın ticareti parasıyla rant ve yolsuzluk sistemlerine can suyu verdi. Oligarkların, petrol şirketlerinin, yoksul ülkelerin zengin ve kirli yöneticilerinin, karanlık sermayedarların, dünya mafyasının çullandığı ülkede ‘yerli ve milli’ siyasetçilere, bürokratlara büyük servet kapıları açılıyordu.”

Girişte öyküsünü özetlediğim Dritan Rexhepi de işte bu büyük kirin aktörlerinden biriydi. 2023’te İstanbul Beylikdüzü’ndeki lüks sitenin içindeki malikânesinde yakalanan Rexhepi, Benjamin Omar Perez Garcia adına düzenlenmiş Kolombiya pasaportuyla Türkiye’ye giriş yapmıştı.

Peki, dünyanın en önemli uyuşturucu kaçakçılarından birinin havalimanında yakalanmaması büyük bir güvenlik açığı değil miydi?

Dahası ve kaçılamayacak soru şuydu:

Onun Türkiye’de kimlerle bağlantılı olduğunu ve kimler tarafından korunduğunun da ortaya çıkması gerekmiyor muydu? Öyle ya, büyük suç örgütü liderleri çok güvendiği bağlantılar olmadan ya da devlette kendisini koruyacak güçlü isimlerin güvencesini almadan bir ülkeye gitmezdi.

Kim onlar?

                                                  /././

Madenler kamusal maldır (Öztin Akgüç)

Kamusal mal, üretim ve tüketiminde rekabetin olmadığı, üretildiğinde tüm tüketicilerin ortak yararlanabildiği, bazı birey ve grupların tüketiminden dışlanmadığı, toplumun gereksinimini karşılamak üzere kamu yararı gözetilerek sürekli, düzenli üretilen mal ve hizmetlerdir. Madenler, tarım kapsamında kamusal maldır.

Osmanlı Devleti, ekonomik ve hukuki nedenlerle madenleri işletememiştir.

Madencilik ve hukukunda devrim, temel değişiklik 1934 Anayasası ile getirilmiş; madenlerin işletilmesi bir kamu hizmeti olarak kabul edilmiş, bu hizmeti gerçekleştirmek, madencilik ve metalurji ürünleri alanında faaliyet göstermek, yeraltı kaynaklarını değerlendirmek, işletmek üzere 1935 yılında 2985 sayılı kanunla Etibank kurulmuştur. Maden arama kamu hizmeti sayılarak Maden Tektik ve Arama Enstitüsü (MTA) kurulmuş; maden kamu malı, işletilmesi de kamu hizmeti kabul edilmiştir.

DP döneminde 1954 yılında çıkarılan 6309 sayılı Maden Kanunu’nda, madenlerin devletin hüküm tasarrufu altında olduğu ifade edilmekle beraber, maden işletmelerinin özel kişilere ve yabancı sermayeye verilebileceği de kabul edilmiştir.

1982 Anayasası’nda da doğal servet ve kaynakların devletin hüküm ve tasarrufu altında hükmü yer almıştır. 1985 tarihli 3213 Maden Kanunu’nda anayasa hükmü doğrultusunda düzenleme yapılarak, madenlerin içinde bulundukları arazinin mülkiyetine bağlı olmadığı açıkça belirtilmiştir. Yasaya göre madenlerin aranması ruhsata bağlıdır. Arama ruhsatı sahibi yasal koşulları yerine getirdiğinde 10 yıldan daha kısa olmamak üzere 60 yıla kadar uzatılabilen ön işletme ruhsatı ve işletme izni alır. Madenlerin işletme sahası özel mülkiyet kapsamında ise gerektiğinde kamulaştırılabilir. MT Genel Müdürlüğü herhangi bir ruhsat ve izne bağlı olmaksızın madencilik yapılabilecek tüm sahalarda arama yapabilir. Her alanda olduğu gibi madencilik konusunda da sömürge düzenine yol açan yasal düzenleme, 577 sayılı yasa ile 2004 yılında AKP iktidarında yapılmıştır.

On beş müessesesi, yedi bağlı ortaklığı, beş iştiraki ile ülkenin madencilik sektörünün en büyük kuruluşu Etibank da özelleştirme kapsamına alınarak madencilik bir kamu hizmeti olmaktan çıkarılmıştır.

Madencilik gibi çevre kirliliği yaratan, çevreye negatif etkileri, sosyal maliyeti olabilecek bir faaliyet alanının yerli ve yabancı sermayenin sömürüsüne açılmasının hedefi, bir ekonomik nedeni de yoktur. Yabancı sermaye, çoğu kez izin ve idare ile doğabilecek sorunların çözümü için ufak paya sahip işbirlikçi yerli bir ortakla ülkeye giriş yapar.

Kâr ençoklaması, firma değeri maksimizasyonu amaçlı özel kesimin, üretimde iş güvenlik önlemleri olmaması, yeterli arıtma tesisi kurmaması, madeni verimli işletmemesi, hazır çıkarma maliyeti az kısmını istihraç ederek maden ocağını kapatması, yüksek fiyat uygulaması madencilikte “sosyal refah kaybına” yol açmaktadır.

Madenler devletin hüküm ve tasurrufu altında olduğundan, işletilmesinin de bir devlet tekeli KİT veya KİT’ler tarafından yapılması sosyal refahı artırır. Araştırma ve işletme ruhsatı, izni, yerli ve yabancı sermayeye ille de verilecekse sosyal refah kaybını giderici, en azından azaltıcı önlemler, koşullarla birlikte alınmalıdır.

Kaybı azaltıcı koşullar arasında (i) maden arama ve işletme ruhsatının ihale, açık artırma yöntemiyle verilmesi, (ii) ağır vergileme, öneri İngiliz iktisatçı Pigou tarafından yapıldığından Pigouvari yüksek vergiler, örneğin yüksek oranlı arazi vergisi uygulaması, (iii) kamunun fiyat ve kâr kontrolü, (ıv) çevre kirliliği nedeniyle zarar görenlere tazminat ödenmesi, (v) iş kazalarında kusursuz sorumluluk kapsamında bilirkişi raporuna, yargıç takdirine bırakılmadan işçi ailelerine büyük tazminat verilmesi olmalıdır.

Tazminat, ölüm acısını, özlemi dindirmez. Eşini yitirmiş, üç küçük çocuğu ile kalmış yoksul eş, özlemi ve acıyı “Trilyon versen beş dakika göremezsin” olarak dile getiriyor. Para acıyı dindirmez ama acılı işçi aileleri de muhtaç bırakılmamalıdır.

Madenler kamusal maldır. Maden ocakları sosyal refahı artıracak yönde kamu tarafından işletilmelidir.

                                                  /././

3 MART DEVRİM KANUNLARI 100 YAŞINDA (Sinan Meydan)

Atatürk, 1 Mart 1924 tarihli Meclis açış konuşmasında, “Cumhuriyetin bugün de ileride de kesinlikle ve sonuna kadar her türlü saldırılardan korunması” için dinin ve ordunun siyasetten ayrılması gerektiğini söyledi. Bu konuşmadan iki gün sonra, 3 Mart 1924 Devrim Kanunları çıkarıldı. Din ve ordu siyasetten ayrıldı. Laik ve demokratik Cumhuriyet yolunda ilk büyük adım atıldı.

Laiklik, devletin değiştirilemeyen din kurallarıyla değil, gerektiğinde değiştirilebilen, insan aklının ve tecrübesinin eseri, çağdaş hukuk kurallarıyla yönetilmesidir. Laiklik, aklın ve vicdanın dinsel baskıdan kurtulup özgürleşmesidir. Özgür aklın doğal sonucu ise felsefe, bilim ve sanatın gelişmesidir. Laiklik, dinsel dokunulmazlık kazanmış kişilerin egemenliği yerine kayıtsız şartsız millet egemenliğidir. Demokratik bir devlet için her şeyden önce laik bir cumhuriyete ihtiyaç vardır. Laiklik ısrarı; çağdaş hukuk, özgür akıl, serbest vicdan, felsefe, bilim, sanat ve demokrasi ısrarıdır.

İşte bu nedenle Atatürk, laik bir cumhuriyet kurmak istedi. Ancak dönemin koşulları gereği bunu bir anda gerçekleştirmek olanaksızdı. 29 Ekim 1923’te ilan edilen cumhuriyet, henüz “laik” ve “demokratik” değildi. Cumhuriyeti, adım adım “laikleştirmek” ve “demokratikleştirmek” gerekecekti. Bu yoldaki ilk büyük adım, 3 Mart 1924 Devrim Kanunları ile atıldı.

29 Ekim 2023 Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. yılıydı; 3 Mart 2024 ise Cumhuriyetimizin laikleşmeye ve demokratikleşmeye başlamasının 100. yılıdır. Kutlu olsun!

DİN İŞLERİ VE VAKIFLAR BAKANLIĞI İLE GENELKURMAY BAKANLIĞI’NIN KALDIRILMASI: (KANUN NO: 429)

Siirt Mebusu Halil Hulki Efendi ile 57 arkadaşı, “Şeriye ve Evkaf Vekâleti” (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) ile “Erkan-ı Harbiye Umumiye Vekâleti’nin (Genelkurmay Bakanlığı’nın) kaldırılması için TBMM’ye bir kanun teklifi sundular. Kanun teklifinin gerekçesinde, “Din ve ordunun politik akımlarla ilgilenmesi çok kötülükler doğurur… Türkiye Cumhuriyeti’nin politik kuruluşlarında zaten sonradan meydana getirilmiş olan Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı ile Genelkurmay Bakanlığı’nın bulunması uygun olamaz” deniliyordu.

3 Mart 1924’te TBMM, Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı ile Genelkurmay Bakanlığı’nı kaldırdı. (Kanun No: 429).

429 sayılı kanununla kaldırılan Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı’nın yerine, Müslümanların inanç ve ibadet işleriyle ilgilenmek ve din kuruluşlarını yönetmek üzere Başbakanlığa bağlı ”Diyanet İşleri Başkanlığı” kuruldu. Diyanet İşleri Başkanı, başbakanın teklifi, Cumhurbaşkanının onayı ile atanacaktı. Ayrıca Başbakanlığa bağlı “Vakıflar Genel Müdürlüğü” kuruldu. Kaldırılan Genelkurmay Bakanlığı’nın yerine de cumhurbaşkanının vekili olarak, barışta ordunun emir ve komutası ile görevli, en yüksek askerlik makamı olmak üzere Genelkurmay Başkanlığı kuruldu. Genelkurmay Başkanı da Başbakanın teklifi ve cumhurbaşkanının onayıyla atanacaktı. Genelkurmay başkanı, göreviyle ilgili konularda bağımsız olacaktı.

429 sayılı kanunla, “din” ve “ordu” siyasetten ayrıldı. Ancak dinin siyasetten tam olarak ayrılması ve devletin tam olarak laikleşmesi için daha halifeliği kaldırmak, şeri (dini) mahkemelere son vermek, “Devletin dini İslamdır”“TBMM, dini hükümleri uygular” maddelerini anayasadan çıkarmak gerekiyordu. Aynı gün halifelik kaldırılacak bir ay kadar sonra şeri mahkemeler kapatılacak, 1928’de “Devletin dini İslam dinidir” ve “Meclis dini hükümleri uygular” maddeleri anayasadan çıkarılacaktı. Ordu ile siyasetin tam olarak ayrılması için de ordu komutanlarının aynı zamanda milletvekili olmamaları gerekiyordu. Atatürk, 30 Ekim 1924’te milletvekili olan komutanlardan, ya milletvekilliğini ya askerliği tercih etmelerini istedi. Cevat Çobanlı Paşa ile Cafer Tayyar Paşa milletvekilliğini, diğer komutanlar ise askerliği tercih ettiler. Böylece, Şevket Süreyya Aydemir’in ifadesiyle “Ordu, Mustafa Kemal’in hayatı boyunca fiilen siyaset dışı kalacaktı.” (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C. 3, s. 164).

ÖĞRETİMİN BİRLEŞTİRİLMESİ: (KANUN NO: 430)

Manisa Milletvekili Vasıf (Çınar) Bey ve 57 arkadaşının teklifiyle TBMM’de “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” görüşülmeye başlandı. 3 Mart 1924’te TBMM’de “Öğretim Birliği Kanunu” kabul edildi. (Kanun No: 430).

430 sayılı kanuna göre Türkiye’deki tüm bilim ve öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Daha önce Din İşleri Bakanlığı’na bağlı veya özel vakıflarca kurulup yönetilen “medrese ve mektepler” Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Daha önce Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olan askeri okular ile Sağlık Bakanlığı’na bağlı olan Darüleytamlar (Yetimevleri) da Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. (Ancak 1925’te askeri okullar yeniden Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanacaktı). Milli Eğitim Bakanlığı, yüksek din uzmanları yetiştirmek için üniversitede bir İlahiyat Fakültesi kuracaktı. Ayrıca “imamlık” ve “hatiplik” gibi dinsel hizmetler için de okullar açacaktı.

Milli Eğitim Bakanlığı, kendisine devredilen medreseleri kapattı. Çünkü medreseler yüzyıllardır akla ve bilime kapılarını kapatmıştı. Vasıf Bey, kapatılan medreselerin ilkokul yapılacağını, medreselerdeki yaşları uygun öğrencilerin de bu ilkokullara devam ettirileceğini belirtti.

1924’te medreseler kapatılırken Türkiye’de 479 medrese, buralarda 18 bin öğrenci vardı. Bunların 12 bini kayıtlı olduğu halde medreselere devam etmiyordu. Buna karşılık orta dereceli okullarda yalnızca 7 bin, yüksekokullarda ise 3 bin öğrenci kayıtlıydı.

430 sayılı kanunun 4. maddesine dayalı olarak 1924’te İstanbul Darülfünunu’nda bir İlahiyat Fakültesi ile değişik il merkezlerinde 29 imam hatip okulu açıldı. İmam-hatip okulları ve İlahiyat Fakültesi 1930’larda -öğrenci yetersizliği- nedeniyle kapatıldı.

430 sayılı “Öğretim Birliği Kanunu” ile “mektep-medrese” ayrımına son verildi. Daha önce Din İşleri Bakanlığı’na bağlı okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak ve medreseler kapatılarak eğitim öğretim laikleştirildi. Bu sırada bazı din okullarının açılması ise dönemin kendi koşulları içinde sosyolojik bir ihtiyaca karşılık vermek içindi. Ayrıca Türkiye, Lozan’da yabancı okulları kontrol etmeyi başarmıştı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu, bu süreci daha da güçlendirdi.

HALİFELİĞİN KALDIRILMASI: (KANUN NO: 431)

Atatürk, saltanatı kaldırırken -dönemin koşulları gereği- halifeliğe dokunmadı. 1 Kasım 1922’de TBMM, saltanatla hilafeti birbirinden ayırıp saltanatı kaldırdı. 17 Kasım 1922’de son padişah Vahdettin, “Hayatımı tehlikede hissediyorum!” diyerek İngilizlere sığınıp ülkeden kaçtı. Bunun üzerine TBMM, Osmanlı hanedan soyundan Abdülmecit Efendi’yi halife seçti. Ancak halifeliğin kaldırılması için de en uygun ortam bekleniyordu.

Din ve orduyu siyasetten ayıran, eğitimi laikleştiren kanunların kabul edildiği 3 Mart 1924 günü, Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ile 53 arkadaşı Meclise “Halifeliğin Kaldırılması ve Osmanlı Soyundan Olanların Türkiye Dışına Çıkarılması” hakkında bir kanun teklifi verdiler. Teklifin gerekçesinde, halifeliğin “hükümet” demek olduğu, “çağdaş bir hükümetin yanında ayrıca bir halifelik makamına gerek olmadığı” belirtiliyor ve “Türk milleti kurtuluşu koruyabilmek için gerçeğe uymaktan başka bir davranışı seçemez” deniliyordu. Meclis görüşmesinin ardından 3 Mart 1924’te halifelik kaldırıldı. (Kanun No: 431).

431 sayılı kanuna göre halifelik kaldırılırken kadın erkek tüm hanedan üyelerinin, kanunun ilanından itibaren 10 gün içinde Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını terk etmeleri istendi. Haneden üyeleri vatandaşlıktan çıkarıldı. Hanedan üyelerinin Türkiye’de gayrimenkul sahibi olmaları yasaklandı. Sürgün edilen hanedan üyelerine, yol masrafları ve servet derecelerine göre bir defaya mahsus hükümetin belirleyeceği bedel ödenecekti. Hanedan üyeleri ülke sınırları içindeki gayrimenkullerini bir yıl içinde elden çıkaracaklardı. Aksi halde hükümet bunları elden çıkarıp bedelini kendilerine ödeyecekti. Osmanlı padişahlarının Türkiye Cumhuriyeti arazisindeki bütün malları; sarayları, kasırları millete geçecekti.

431 sayılı kanunla millet egemenliğinin önündeki iki büyük kayıt ve şarttan biri -diğeri saltanattı- halifelik kaldırıldı. Böylece Cumhuriyetin laikleşmesi yolunda çok güçlü bir adım atıldı. Fransız ve Rus devrimlerinin aksine Türk Devrimi, hanedan üyelerini sadece sürgün etmekle yetindi.

                                                      ***

Laik Cumhuriyet’in gerici kuşatmayla karşı karşıya olduğu bu günlerde 3 Mart Devrim Kanunları’nın 100. yılını çok büyük bir coşkuyla, çok derin bir farkındalıkla kutlamak gerekir. Türkiye’de ulusal egemenliğin, yurttaşlık bilincinin, ulus devletin, çağdaş hukukun, özgür aklın, pozitif bilimin, sanatsal yaratıcılığın, kadın haklarının, din ve vicdan özgürlüğünün, demokrasinin, uygar yaşamın güvencesi laik Cumhuriyettir; laik Cumhuriyetten vazgeçmek bütün bunlardan vazgeçmektir. Laik Cumhuriyetten asla vazgeçmeyeceğiz.

                                                      /././

Şeriat çığlıklarının ardında kimler var? (Zülal Kalkandelen)

Şeriatçılar dün yine Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde boy göstermiş. Laiklik karşıtı oluşum Hayırların Fethi Derneği (HAYFED), avukat Feyza Altun hakkında, şeriat karşıtı sözleri ve sosyal medya paylaşımları nedeniyle suç duyurusunda bulunmuş.

Olaya dair haberi TV’de izlerken gördüm; sarıklı ve cüppeli grup adına açıklama yapan Nusret Oktar, zaman zaman Arapça konuşarak dünya genelinde Müslümanların zulme uğradığını, inançlarına küfredildiğini anlatıyordu. Taleplerini, “Nasıl Atatürk’ü koruma kanunu varsa, nasıl cumhurbaşkanına küfreden hapse atılıyorsa biz Allah için de koruma kanunu, resulullah için de, dinlerimiz, değerlerimiz için de koruma kanunu çıkarılsın istiyoruz” diyerek açıkladı.

Sanırsınız Türkiye’de gerçekten Atatürk’e küfreden ceza alıyor! Şevki Yılmaz denilen şahıs, Atatürk’e yönelik hakaretleri toplumda büyük bir infial yaratmamış gibi ortada geziyor.

Sanırsınız bu ülkenin anayasasında laik bir devlet olduğu yazmıyor ve bu nedenle şeriat talep etmek suç teşkil etmiyor!

Konuşmasının başında bu meselenin “Türkiye laiktir, laik kalacak” mevzusu olmadığını iddia eden Oktar, daha sonra “Türkiye laik midir? Laiktir. Laik mi kalacaktır? Allah bilir. Bu ülke yüzlerce yıl şeriatla yönetildi” diyerek kendi kendisini yalanladı.

HUKUK DEVLETİNDEN MONARŞİYE!

Anayasaya açıkça karşı olan böyle bir eylem adliyenin önünde hiçbir müdahale olmadan nasıl yapılabiliyor? Laiklik isteyen gruplara anında müdahale edilirken, şeriatçılar ülkede nasıl böyle rahatça toplanıp açıklama yapabiliyor?

Onun yanıtını da “Şeriat eşittir İslam” çarpıtmasını yineleyerek Oktar verdi; “Sayın cumhurbaşkanımız daha iki hafta önce şeriatın İslam olduğunu, Kuran olduğunu bizzat canlı yayında açıkladı!” dedi.

14 ve 28 Mayıs seçimlerinin ertesinde şeriat taleplerinin artmasının nedeni doğrudan AKP ve AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Bütün bunlar adliyelerin içinde ve önünde yaşanırken, tek bir cumhuriyet savcısının yetkilerini kullanmaması ibret vericidir; Türkiye’de hukuk devletinin sona erdiğinin en çarpıcı kanıtlarından biridir.

Çünkü devletin her kademesinde hukuk dışına çıkanlardan Cumhuriyet adına hesap soracak olan kamusal iddia makamı cumhuriyet savcısıdır. Ne utanç vericidir ki bu makamda oturanlar, şeriat talebinde bulunanlara yani devlet yönetiminde ve hukuk sisteminde şeri kanunların uygulanmasını isteyerek suç işleyenlere karşı sessizliklerini koruyor.

Cumhuriyet savcılarının bile görevlerini tam yetki ve sorumlulukla yerine getirmediği, getiremediği bir ülkede hukuk devletinden söz edilemez. Bu makam işlevsizleştirilmişse, tek bir kişinin direktifleri ile hareket ediliyorsa o ülkede monarşi vardır.

SAĞCI VE DİNCİ GERİCİLERİN NEFESİ

Osmanlı monarşisine özlem duyanların şeriat istemesi rastlantı değildir. Cumhuriyetin 100. yılında laiklik, kuruluş yıllarında olduğu gibi, en temel mücadele alanıdır. Atatürk’ün vefatından sonra bu cepheyi oy için boşaltanlar, tarikatlara ve cemaatlere ödün verenler ve dincilerle kol kola girenler, bugünkü şeriat çığlıklarına güç verenlerdir.

Sonra aralarına 28 Şubat’tan söz ederken, “Bir kadın mitingi yapılacaktı ve ‘Kahrolsun şeriat’ diyorlardı. İnancıma göre şeriat, İslam demektir. O geceyi hayatımdan silmek isterim. Anlatılamayacak bir acı hissettim” diye konuşan Meral Akşener ve 6 Temmuz 1993’te Sivas katliamı TBMM’de görüşülürken, “Şeriat İslam demektir” diyen, Sivas’ta “Şeriat isteriz!” diye bağırarak insan yakan kitlenin aslında şeriat düzeni istemediği, dini savunduğu anlamında konuşan Muhsin Yazıcıoğlu gibi siyasetçiler katılmıştır.

Bugünkü şeriat çığlıklarının ardında, Menderes’ten Demirel’e, Erbakan’dan Özal’a, Türkeş’ten Yazıcıoğlu’na, Çiller’den Erdoğan’a kadar tüm sağcı ve dinci gericilerin nefesi vardır.

(Cumhuriyet)



Cumhuriyet'in krizinden 2028'e: 28 Şubat'ı nereye koymalı? - Emre Alım / soL-Söyleşi

 Aydemir Güler'e göre, 28 Şubat Türkiye’de düzenin kriz dinamiklerine dönük bir “restorasyon”. Sonu yoksulluk ve dinselleşmeye çıkan bu yol, 2028'de yeni sancılara gebe.

27 yıl önce bugün kimi ''darbe'', kimi ''laik öze dönüş'' gördü. 28 Şubat 1997’de yayımlanan Milli Güvenlik Kurulu bildirisi siyasal İslam'ın Türkiye'deki seyrinde bir eşik oldu. Gerici hareketin koalisyonlara tutunduğu dönemi kapattı, başbakan çıkaracağı bir dönemin haberini verdi.

Peki AKP'nin varlığını borçluğu bu dönemde ne oldu? ''Laikçi'' müdahale nasıl oldu da İslamcıların önünü açtı? İktidar ve muhalefet ''zulüm'' anlatısında nasıl birleşti? Milli Görüş gömleği kime kaldı?

Bu soruları Türkiye Komünist Partisi MYK üyesi ve soL yazarı Aydemir Güler'e yönelttik. Her şeyden önce 28 Şubat'ı düzenin krizine bir çözüm arayışı olarak gören Güler, bu müdahalenin dinselleştirmeyi başa yazan 12 Eylül ile sürekliliğine işaret ediyor. Bildiriye imza atan isimler yerine ordunun tarihsel misyonuna odaklanan Güler'e göre, ''28 Şubat'ın yarım bıraktığı müdahale dincileri toplumsal enerjiyle buluşturdu.''

Siz zamanında 28 Şubat ve sonrasındaki sürece dair o dönem için yaptığınız değerlendirmeleri "Asker Partisi Ne İstiyor" ve "Son Kriz" kitaplarında ortaya koymuştunuz. Burada ordunun bir siyasi parti olarak Türkiye kapitalizminin restorasyonunda üstleneceği işleve dair öngörüler ve saptamalar vardı. Buradan başlayalım: Neydi o zamanki tespitleriniz?

Türkiye’ye 12 Eylül’le verilmek istenen yön çok detaylı hazırlanmış bir şeye benziyor. 12 Mart’ın öncesinde başlıyor hazırlıklar ve belli ki 70’lerin ortalarında Türkiye’deki toplumsal, siyasal krizin aşılması için bir askeri diktatörlük tercihi yapılıyor. Bunun ekonomi programı da var. 12 Eylül’ü yapanların kalibresini küçümsememek lazım. Çok büyük bir kuvvet var arkalarında ama olmadı. Türkiye, 12 Eylül’de biçilen elbiseden birkaç dinamikle çıkıverdi. 90’lı yıllar çok köklü ve stratejik bir tercihin hayata geçirilememesi yüzünden krize sürüklendi. 

12 Eylül’ün tasavvurlarından bir tanesi açık bir şekilde Türkiye’nin dinselleştirilmesiydi. Bunun ne ölçüde 1919-1923 döneminde inşa edilen rejimle uyuşturulacağını belki de kestiremediler. Belki düzeltmeler yaparak, biraz kesip biçerek halledebileceklerini sandılar. Öyle değil, kuvvetli bir rejim değişikliğinin olması gerekiyordu. Buna yönelik  yeterince donanıma olmayan egemen güçler 90’lı yıllarda yeniden bir krizin patlak vermesin engelleyemediler. 

'Asker partisi düzenin krizine çözüm arayışındaydı'

Türkiye siyasetini liberal bir bakış açısıyla hep askerlerin ağırlığı üzerinden okumak bu dönem moda oldu. Askerlerin kritik dönemlerde rejimi kurtarmak, krize çözüm bulmak için devreye girmek zorunda kaldıklarını ve bir asker yönetimi saplantısı olduğunu düşünmüyorum. Müdahale etmek zorunda kalıyorlar. 90’lı yıllarda krize bir kez daha askeri müdahale var. Bunun için ordu da sürekli politize oluyor. 

12 Eylül bir faşizm dönemidir ama TSK kadrolarının toplumsal olarak etkilediği kesimlerin faşistleştirildiği bir dönem değildir. ‘Yukarıdan aşağıya şimdi faşizmi yapmamız gereken bir dönemdeyiz’ demişti TSK ve kendisini böyle yapılandırdı. Ama 90’lı yıllarda farklı bir şeyle karşı karşıya geldik. Ordu bir siyasi parti gibi davranmaya başladı. Buradan Kemalizmin restore edilmesini bekleyenler çıktı bol bol. 1930’lar öykünmesi yükseldi. Ordunun temel tahayyülü olan o dinselleşmeyi durduracağını hayal edenler oldu ve bunların hepsi yanlışlandı. O dönem asker partisi, düzenin krizine bir çözüm arayışı içindeydi. O çözüm arayışı hangi yöne işaret ederse onu icra edecekti. 

İşin ilginç tarafı 12 Eylül toplumu faşistleştirmek yönünde sonuç vermedi ama 90’lı yıllardaki asker politizasyonu dinci gericiliğe karşı bir yönelimin önünü açmış oldu. Ne yazık ki orada bir senkronizasyon problemi var. Türkiye solu o kadar gerilemişti ve öznel düzeyde o kadar hatalar yapıldı ki hakikaten Türkiye’deki dinci gerici yükselişi bir siyasal, toplumsal mücadeleyle engelleme imkanı olmasına rağmen değerlendiremedi. Asker partisinin müdahalesi tam tersi bir sonuç verdi. Yarım kalan 1923 Cumhuriyeti’nin tasfiye edilmesi sürecinde bir kavşak daha alınmış oldu. 

'Rejim değişikliği için toplumsal enerjiye, onun için de dinci gericiliğe ihtiyaç vardı'

O dönem yazdıklarımızda, parti siyasetinde attığımız adımlarda bu netlikte bir tarif yapamazdık. İçinde yaşarken o kadar net görünmesi imkansızdır. Bugün üzerine rahat rahat konuşuyorsak üzerinden çeyrek yüzyılı aşkın bir süre geçtiği için. Ama hatırlatmaya çalıştığım yanlışların dışında durduk. Ne asker partisinin bir militer saplantı olduğu tezine, ne asker partisinin bir laikleşme darbesi üretmek istediği yönündeki bir beklentiye düştük. Temel problem Türkiye’de sömürü düzeninin, kapitalizmin kendini krizlere karşı daha dayanıklı hale getirmeye çalışmasıydı. Bu açıdan da 1970’lerin sonunda olgunlaştırılan program hayata geçirildi. Neoliberalleşmenin önünü açmak, toplumsal direnç odaklarını izole etmek buydu. Krize karşını kendisini tahkim etmek neoliberal doğrultuda atılan adımları güçlendirmekti hedef. Burada kuşkusuz bir rejim değişikliği söz konusuydu ve o rejim değişikliği hafif bir şey olmuyor. Onu herhangi bir düzen partisi yerine getiremiyor. Bunu geçmişte ne Adalet Partisi yapabildi ne ANAP yapabildi ne de askerler yapabildi. Bu toplumsal bir enerjiye ihtiyaç duyan bir proje. Onun için de dinci gericiliğe ihtiyaç vardı. 

Bu biraz da olgunlaşma. Kuşkusuz bir dizi danışmanlık mekanizmasıyla 12 Eylül’cüler Türkiye’nin dinselleştirilmesi gerektiği sonucuna varmışlardı ama yapamazlardı. Yukarıdan aşağıya bir inşa değil, toplumsal bir enerjiyi ortaya çıkarmak gerekiyor. O yüzden Türkiye’deki bütün karşı devrimci birikimi serbest bırakmak gerekiyor. AKP bu. 

28 Şubat, krizini geçmeye çalışan Türkiye’nin bir dönemeci alıp dinci rejime doğru hız kazanmasına denk düşüyor. 28 Şubat’a imza atanların ne düşündüğü önemli değil, tarihsel fonksiyonu bu.

“28 Şubat sürecinde Cumhuriyet’i koruyor görüntüsü verenler, imamlara silah dağıtmış oldular” diyorsunuz. 28 Şubat'la AKP'nin yükselişi arasında doğrudan bir bağ var mı? 

Toplum mühendisiliği çok ilerledi. Toplumun yönünü mühendislik işlemleri belirlemez ama mühendislik yapılmadığını söyleyemeyiz. Yıllar boyu Türkiye’deki şeriatçı hareketin gelişimini izleyeceksin, hiçbir şey yapmayacaksın, tam tersine besleyeceksin. 1995 itibarıyla dinci hareket Türkiye’nin bir numaralı siyasi akımı haline gelecek. Dinci, şeriatçı hareketi normalleştirme  kampanyasını AKP’den çok önce başlatacaksın. Merkezi işgal etmelerine yardımcı olacaksın sonra birden bire aklın başına gelecek ve ‘bunun önünü kesmek lazım’ diyeceksin. Bu bir öznenin davranışı açısından inandırıcı değil. Çünkü biliyoruz ki 28 Şubat ve sonrasında TSK ve toplum içerisinde Kemalist ya da Atatürkçü, laik kimi damarlar kabardı.

Bu damarlar daha önce de kabarıyordu. Bu damaların Kenan Evren kürsüde Kuran sallarken kabarmadığını kim düşünebilir. Nakşibendiden devşirilme Turgut Özal’ın cumhurbaşkanılığı sırasında o damarların uykuya yattığını kim söyleyebilir. Onlar baskı altındaydı. Bizzat devlet ve asker partisi tarafından baskı altına alındı. Daha sonra serbest bırakıldı ama yarıda terk edilmek üzere.

"Asker Partisi 1996 yılından bu yana topluma ve kendi gövdesine, belirli bir restorasyon programı doğrultusunda ve planlanmış bir tempo ile sesleniyor. Kendi kadrolarını ciddi bir ideolojik ve siyasi formasyondan geçiriyor. Bu formasyonla uyumsuz hatta karşıt unsurları tasfiye ediyor. Toplumda kendi sempatizan kitlesini yaratıyor." Aydemir Güler, Son Kriz.

'28 Şubat'ın yarım bıraktığı müdahale dincileri toplumsal enerjiyle buluşturdu'

Bu mekanizmanın sonucunu görünce 28 Şubatçılığın yarım bıraktığı dincilere müdahale, dincilerin toplumsal enerji kazanmasına neden oldu diye okuyorum. Önünü kesmedi tam tersine daha önce sahip olmadığı bir toplumsal enerjiyle buluşmasını sağladı. Buradan kalkarak her şeyi toplum mühendisliğine yüklemek yersiz olur. Komplo teorisiyle açıklamak yersiz olur. Sonuçta mücadeleler veriliyor ama o mücadelede TSK’nin komuta heyetinin laik, cumhuriyetçi, anti-şeriatçı bir cephenin unsuru olduğuna beni kimse inandıramaz. 

Biraz önce danışmanlık dedim, o emperyalizmin danışmanlığıdır esas itibariyle. 12 Eylül ile piyasanın ve ‘düzenin istikrarının’ sağlamlaştırılması isteniyordu. Bunların ancak ve ancak dinselleşen bir Türkiye’de mümkün olacağı çok net biçimde saptanmıştı. Bunu saptayan kadrolar 15 yıl sonra karşımıza laik, Atatürkçü bir hareketin öznesi olarak çıkacaklar. Buna bana inandırıcı gelmiyor. 

28 Şubat'ta ne oldu?

Refahyol hükümetinin kurulması, Susurluk kazası, “Şeriat” eylemlerinin yaşandığı bir süreçte Milli Güvenlik Kurulu, dokuz saatlik toplantı yaptı ve 18 maddelik bildiri yayımladı. Buna göre dergahlar kapatılacak, sarık ve cüppe özendirilmeyecek, irtica ile mücadele edilecekti. 

Dönemin başbakanı Necmettin Erbakan bu kararları yalnızca 4 madde ile sınırlı olarak imzaladı. Refah Partisi, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. MGK kararları arasında hayata geçirilen tek uygulama, zaten 1960'lardan beri tartışılan 8 yıllık kesintisiz ve zorunlu ilköğretim düzenlemesi oldu.

28 Şubat sürecinin ana aktörü olan Refah Partisi bu sürecin ardından bir krizin içine savruldu. Ekiplerden "yenilikçi" olarak adlandırılanların başında Erdoğan, Gül ve Arınç bulunuyordu.

Bu ekibin 2001'de kurulan partisi, 28 Şubat'la doruğuna çıkan düzenin yaşadığı bocalamayı aşacak hamleyi yapacak, 28 Şubat'ın açtığı yolda "yenilikçi" gömlekle, tüm tarikat ve cemaatlerin, dönemin ana akım medyasının, patronların ve ABD'nin desteğiyle iktidara yürüyecekti.

Yani AKP, yıllardır mağduru olduğunu söylediği sürecin mağdurundan çok o sürecin sonrasında ortaya çıkan tabloya doğan parti olarak iktidara yürüyecekti.

28 Şubat, kamuoyunun zihninde, bir çeşit "laikçi" müdahale olarak kodlandı. Oysa esas olan bir ılımlı İslam'ın önünü açmaktı da. 28 Şubat başarılı mı oldu, başarısız mı?

Herhangi bir siyasi partiye baktığımızda bir temel fonksiyonunu, misyonunu ve içindeki kadrolara bakma ihtiyacını duyarız. Kadrolarıyla tarihsel-siyasi misyonunun asıl anlamının bire bir örtüşmesi gerekmez. Yüzlerce kadronun belirli bir anda tornadan çıkmış gibi o başar siyasi misyonun belirlenimi altında olduklarını, öyle karakter kazandıklarını göremeyiz. En merkeziyetçi partilerde bile böyle bir şey olmaz. Bir yelpaze vardır. TSK ise bir parti değil. İlkeleri var ama o ilkeleri çerçevesinde çok daha geniş bir ideolojik dağılma alanı var. 

'Ordunun tarihsel misyonuna ışık tutulmalı'

O dönemki TSK’nin içinden baya Fethullahçı örgütlenmeye hizmet eden unsurlar çıkmış. Öbür taraftan Avrasyacılık diye bir akımı NATO’culuğun karşısına koymaya yeltenecek kadar başka bir dünyadan hayata bakanlar da çıkmış. Aynı 28 Şubat’ın parçası olan -illa asker olması gerekmiyor- bir bürokrasi var. Bu bürokrasinin içinde gerçekten yurtsever, Kemalist unsurlar da var ama Fethullahçılar da var. Bu yelpazenin tek tip örneklerine bakarak bir sonuca varamayız. O tarihsel misyonu ayırt edip, ona ışık tutmalıyız. 

28 Şubat döneminin birçok aktörü aradan 20 yıl geçtikten sonra yeniden Türkiye siyasetinde ortaya çıktı: Tansu Çiller, Mehmet Ağar vs. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? 

Arada başka figürler de ortaya çıktı, akımlar değişti. Tansu Çiller’in lideri olduğu Doğru Yol Partisi bugün neye düşüyor? Ben bunu cevaplamakta zorlanıyorum. DP-AP-DYP çizgisi Türkiye siyasetinde nerede devam ediyor? Öbür taraftan Mehmet Ağar kontrgerilla geleneği. O nerede devam ediyor? 

İnsanlar hayattalarsa birer politik kişilik olarak o role oynayabilirler ama siyasetin toplam kurgusu yapılanışı değişti. Bütün burjuva siyasetinde bir tekleşme yaşandı. Şimdi totaliterleşme falan deniyor. Totaliterleşen bir siyasi rejimin kendi içinde çeşitliliği budaması gerekiyor. Herkes AKP’lileşti veya AKP’li olmayan da AKP’ye benzedi. Benzememeye direnen çünkü başka rolleri olanlar var sosyal demokrasi gibi. Ama onlar da AKP’nin tamamlayıcısı. Düzenin devam etmesi için bir merkez lazım ama toplumsal dinamiklerin tamamının o merkezin içinde toplulaşması mümkün olmadığına göre dışarı kaçanlar olacak. Biri de bunu yapacak. 

'Herkes gözünü 2028'e çevirdi' 

Çiller’in, Ağar’ın başlı başına birer siyasi figür oldukları dönemle bugün arasında bir fark var. Burjuva siyasetleri topluca AKP tarafından kapsandı. Buna düzen muhalefetini bile bir anlamda katabileceğimizi düşünüyorum. Düzenin bir kanadı öyle bir hegemonya kuruyor ki o hegemonyada bütün güçler bir merkeze toplanıyor ama öte yandan kontrol etmenin mümkün olmayacağı dinamikler de açığa çıkıyor. Bunu 12 Eylül’ün ardından yaşadı Türkiye kapitalizmi şimdi galiba tekrar yaşıyor. AKP’nin içinde de bir liderlik problemi var. Çok sık tekrarlanan karşımıza çıkan bir şey. Herkes gözünü 2028’e çevirdi. 2028, Tayyip Erdoğan’ın siyasi yaşamını devam ettirmek için formül icat etmenin çok zor olduğu bir tarih. Öte taraftan insanın bir doğal sınırı, yaş sınırı da var. Sonrasında Tayyip Erdoğan misyonunun sürdürülemeyeceği görülüyor. Düzenin toplulaştırılması, kuvvetli bir merkez ve onu temsil eden kuvvetli bir siyasi liderlik, bir kültü kurmak çok zor. Şu anda da onun sancıları var. 

Bugün gelinen noktada iktidar ve ana muhalefetin tarihi okumada  ortaklaştıklarını görüyoruz. CHP de 28 Şubat'ı "darbeye karşı demokrasi" olarak anlatıyor. Bu nasıl sağlandı?

Kılıçdaroğlu döneminde bu belirgin hale geldi. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından da açıkça resmi tez haline dönüştü. Düzen muhalefeti de 28 Şubat’ı AKP ile aynı biçimde okuyor: “Tepeden inmeci laikler, topumun önünü kesmeye çalıştılar.” Toplum da burada dinci hareket tarafından temsil edilmiş oluyor. 

Daha eski bir tarihe 1977’de 1 Mayıs katliamına bakalım. Onun bunun tesadüfen yapabileceği bir şey değil. Bu köklü bir karar. Bu karara Süleyman Demirel tüm netliğiyle vakıf oldu ve imza attı mı bunu bilmiyoruz, bilemeyiz. Bülent Ecevit neresindeydi bilemeyiz. Ama 1977’de CHP, Milliyetçi Cephe’dekilere sahneyi bırakmıştır. Sonra da Milliyetçi Cephe’ye yani 12 Eylül’ün hazırlıkçılarına alan bırakan CHP, DİSK’i ele geçirmek için harekata kalkışmıştır. DİSK’te 1977’de dönemin TKP’si tasfiye edilir. Ardından inanılmaz bir cinayetler ve katliamlar dalgası başlar. Kimse engel olamaz buna. Arada Ecevit hükümeti kurulur ve o hükümet solcu, devrimci dernekleri kapatmaya yeltenir. Ecevit hükümetteyken Kahramanmaraş Katliamı olur, belki bir şey yapamazlar. Bu tabloyu kimileri klişe tabirle “Hükümet olmuş ama iktidar olamamış” diye okuyor. Ben bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Tek tek kişilerinin ne kadar bilincinden olduklarından bağımsız olarak 70’lerin sonunda CHP, Türkiye’nin bir islamofaşizme götürülmesi projesinin bir parçası haline gelmiştir veya getirilmiştir. 

'Birleştirici nokta din değil, sınıf'

CHP onlarca yıl sonra Türkiye’nin gericileştirilmesi ve AKP’ye teslim edilmesi projesinin de bir parçası haline getirilmiştir. Bu bütün CHP’lilerin şeriatçı haline geldiği şeklinde okunamaz ama örneğin Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasal tercihlerine, söylemine, kadrolaşmasına bakınca bunun bile çok uzağında olmadığımızı insanın düşünesi geliyor. Çünkü şeriatçılar Türkiye tarihinde belki de ilk kez toplumsal bir hareketi de arkalarına takmışken, ilk kez o düzeyde örgütlü bir burjuva hareketi yaratmışlarken CHP diyordu ki ‘Türkiye’de laiklik tehdit altında değil.’ Bunun bir tercih olduğunu düşünüyorum. Neden? Kişisel hayatında laik, sosyal demokrat olan insanlar neden Türkiye’nin bir dinci diktatörlüğe teslim olmasının parçası olurlar? Burada birleştirici noktanın din olması gerekmiyor. Burada birleştirici nokta sınıfsal. Türkiye’de sermaye egemenliğini güçlendirmek, her şeyi piyasalaştırmak, buna direnme potansiyeli taşıyan ideolojik akımları ve sınıfsal hareketleri baskı altına almak için dine ihtiyaç var. Doğrusu Kenan Evren’in de kişisel hayatında 5 vakit namaz kılan biri olduğunu hiç düşünmedim ama misyonu buydu.

'AKP-Yeniden Refah gerilimi düzen için kayıpsız bir oyun'

Fatih Erbakan üzerinden Erbakan ismi yeniden siyaset sahnesine girdi, son günlerde Erbakan'ın evine polis gönderilmesi gibi konular konuşuluyor. Milli Görüş geleneğiyle Erdoğan arasındaki mesafeyi tekrar açmaya mı çalışıyorlar, başka bir hesap mı var? 

Bunun birkaç düzlemi var. Bir tanesi AKP ile Yeniden Refah Partisi arasında gerçek bir gerilim var. Sadece Yeniden Refah değil, başka sağcı hareketlerin de oynadığı bir alan var. AKP eninde sonunda bu yoksullaştırma operasyonun bir bedelini ödeyecek. Ama bu bedeli kontrol edilebilir sınırlar içinde tutma derdinde. Öte tarafta ‘ödenecek bedel fazla uzağa değil komşuya gitsin’ istemi var. Buradan bir emekçi kalkışması yerine toplumsal huzursuzluğun öteki sağcı partilerde özel olarak da Yeniden Refah’ta toplulaşması tercih edilir. Ama bu bir oyun değil, gerilim. ‘Kaybetmek zorundayım bari sen al’ diye tepsinin için konulup ikram edilmiyor. Diğeri tırmalayarak, mücadele ederek, yıpratarak onun kaybettiği alanı dolduruyor. Toplamda düzen açısından kayıpsız bir oyun oynananacak. 

"Refah Partisi, düzenin merkezi kurumlarının İslam'ın birleştiriciliğinden dem vurdukları momentte, her tür mücadele biçimine açık olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu. Kapitalizmin ağırlık merkezi İslam'ı massedecekken, tersine İslam, merkezi kuşatma stratejisinde karar kılmış, bu kuşatmayı hızla derinleştirmeye başlamıştı bile." Aydemir Güler, Son Kriz.

Bu, Milli Görüş mirasının kime ait olduğu yönünde bir çatışmayı da beraberinde getiriyor. Hangisi doğru diye bir tercihte bulunmaya ihtiyaç duymuyorum. Mili Görüş geleneği hem AKP’nindir, hem Yeniden Refah’ındır hem Saadet’indir. Diğer düzen partileri de ona çok yabancı değildir. 

İkincisi seçim meselesi. Yeniden Refah’ın güç kazanması ve AKP’yi tırmalaması CHP’nin muhalafet anlayışı açısından anladığım kadarıyla hayırhah bir gelişme olarak görülüyor. Yeter ki AKP’den bir şeyler kopartılsın, kim kopartırsa kopartsın. Dolayısıyla düzen muhalefeti de Erbakan tartışmasını kaşıyor. Ama bir tuhaflık var. Bir tartışmayı uzattığınız zaman ‘Bu mirasın sahibi kim’ sorusuna yanıt vermeniz lazım. Bu da başlı başına mirasın kendisini aklamak anlamına geliyor. Bir miras kavgası yapılıyorsa, bu çok değerli bir şeyse onu aklarsınız. Şu anda da ‘Erbakan aslında AKP’ye çok karşı çıkmıştı, nasıl bir ihanete uğramıştı’ demek Milli Görüş geleneğini aklamaya yarar. Milli Görüş, Türkiye’nin 1960’ların sonlarında şekillenen iki karşı devrimci hareketten biridir. Biri ırkçı, faşist harekettir. Diğeri şeriatçı, İslamcı harekettir. Bu tartışmaya girip de daha sağcı hale gelmeden çıkmak imkansız.

Emre Alım / soL-Söyleşi

Rum toplumunun görkemli yadigarı: Büyükada Yetimhanesi - Berken Döner / duvaR

Büyükada Rum Yetimhanesi Restorasyon Projesi Koordinatörü Laki Vingas ile Büyükada Yetimhanesi'nin yeniden İstanbul'a kazandırılmasını konuştuk. Vingas, "Binanın metruk hali Rum toplumunun eski halini ifade ediyor. Gelin, hep birlikte bu dönüşümü başaralım ve genç nesillere ilham olalım. Bu hali bizim için bir teselli kaynağı olmasın" dedi.

Fransız Mimar Alexander Vallaury tarafından 1898'de yapılan Prinkipo Palas Oteli, ruhsat verilmemesi üzerine 1900'lerin başında dönemin önde gelen isimlerinden Eleni Zarifi tarafından satın alınmış, ardından yetimhane olarak kullanılması şartıyla Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne bağışlanmıştı. Bina, 1964'te ani bir kararla, iki gün içinde apar topar boşaltıldı. Öyle ki yıllar sonra restorasyon çalışmaları için kapısı yeniden açıldığında içerisinde çocuk kıyafetleri ve ayakkabılar bulundu. Bu eşyaların bir kısmı Adalar Müzesi’nde toplandı. Bina, 2018 yılında Avrupa Birliği'ne bağlı Europa Nostra tarafından dünyanın korunması gereken yedi binasından biri olarak ilan edildi.

Günümüzde yorgun ve sessiz görüntüsünü sürdürse de aslında yeniden bir restorasyon çabası sürecinde. Binanın tarihsel süreci ve mevcut durumu hakkında bilgi almak için Rum toplumun önde gelen isimlerinden, Büyükada Rum Yetimhanesi Restorasyon Projesi Koordinatörü Laki Vingas ile buluştuk. Bir başka Vallaury eseri olan Pera Palas’ta, Prinkipo Palas’ın mevcut durumunu konuştuk.

Uzun zamandır, İstanbul’un en değerli kültürel miraslarından olan Büyükada Yetimhanesi'nin yeniden İstanbullulara kazandırılması için çalışıyorsunuz. Maliyeti yüksek, birinci derece tarihi miras olan anıt ve ahşap bir binadan söz ediyoruz. Böylesi bir tarihi ve kültürel değerin dönüşümü sırasında nasıl bir yol izliyorsunuz?

Bu mirası yeniden İstanbul'a kazandırmak adına yoğun bir çaba içindeyiz. Proje için gerekli tüm çalışmaları yapıyoruz. Burayı ortak ve kalıcı değerler üretmek anlamında çok önemsiyoruz. Yetimhanenin dönüşümü mimari, tarihi, kültürel ayakları olan çok boyutlu bir konu. Gönüllülerden oluşan bir ekibimiz var. Prof. Dr. Oğuz Ceylan başkanlığında, Doç. Dr. Apostolos Poridis, Prof. Dr. Papatya Seçkin, Doç. Dr. Turgay Coşkun ve Doç. Dr. Nuri Seçgin’den oluşan beş kişilik bir bilim kurulumuz var. Koruma Akademisi’nden Rabia Şengün ve Damla Acar da destekçilerimiz arasında.

Tarih Vakfı’nın da desteğiyle iyi bir arşiv oluşturmaya çalışıyoruz. Sözlü ve yazılı bir arşiv oluşturmayı çok önemsiyoruz. Sürecin başından itibaren kamu ve sivil toplum kuruluşlarıyla, Adalılarla ve dünya çapında alanında uzman kişilerle birlikte ilerliyoruz. Yurt içinde ve yurt dışında arşiv taramasını hızlandırdık. Hocalarımızdan biri İngiliz arşivlerini incelemek için girişimlerde bulundu. Özgür Kaymak, Atina’da yolu Yetimhane’den geçmiş isimlerle röportajlar yapıyor. Prof. Dr. Berrin Alper ve Prof. Dr. Mehmet Alper’in 1992 yılında hazırladıkları projeler ve araştırmaları kitaplaştırdık. Bu kitabı hazırlarken Y. Mimar Diğdem Erdoğan’ın çalışmalarından da çok yararlandık. Onlara müteşekkirim. Yetimhanenin dijital belgeleme ve rölöve çalışmalarını sonuçlandırdık. Bu vesileyle bu binaya tutkuyla bağlı olan ve kurtarılması için verdiği çabalarla uzun yıllar önce beni etkileyerek yetimhaneyle gönül bağı kurmamı sağlayan Emine Erdoğmuş'a saygılarımı sunuyorum.

Bu yoğun çalışmalara rağmen, Yetimhane konusunda beni üzen bir şey var. O da bu kadar sembol bir binaya bir şantiye ekibinin girmemesi! Çoktan yapılabilirdi. BİMTAŞ ile birlikte yol kat ediyoruz. BİMTAŞ’taki arkadaşlar çok yoğun çalışıyorlar, bize destek olmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Onlarla müşteri sıfatı ile değil, ekip ruhuyla çalışıyoruz. 2023 yılının Aralık ayında Monaco’da iş insanlarına yapı hakkında bir sunum hazırlandı. Geçtiğimiz ay, Yunan ERT TV’ye röportaj verildi. Yine aynı ay, monitoring/izleme toplantısı düzenlendi. Çalışmalarımız devam ediyor.

Fotoğraf: Orbay Soydan

'İSTANBUL GİBİ TARİHİ BİR KENTE KARŞI BİR MESULİYET DUYUYORUM'

Rum toplumunun güncel sorunlarıyla yakından ilgilendiğinizi, büyük topluma açılma sürecinin aktörlerinden olduğunuzu biliyoruz. Uzun yıllara dayanan emeğinizi göz önüne alarak, Yetimhane’nin sizin için ayrı bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Haklısınız. Yurt içinde ve yurt dışında bu konuyu gündeme taşımak istiyorum. Yetimhane binası üzerinden insanları farklı düşünmeye yönlendirmek istiyorum. Avrupa’nın en büyük, dünyanın ikinci en büyük ahşap binası ve yetim çocukların korunduğu ve yetiştirildiği bir mekan olmasının yanı sıra iki dünya savaşına da tanıklık etmesi, konuya hassasiyeti arttırıyor.

Diğer yandan, yapı çok stratejik bir yerde konumlandığı için, İstanbul gibi tarihi bir kente karşı ayrıca bir mesuliyet duymamızı sağlıyor. Bu değerli miras yalnızca dev bir yapı özelliği ve yetim çocukların mekanı gibi sınırlı bir perspektiften bakılmamalı aynı zamanda Kültürel miras, mimarlık tarihi, sosyal yaşam, Rum toplumunun filantropik geleneklerinden de bakılmalıdır.

Fotoğraf: Orbay Soydan

Bu kadar devasa bir binanın Ada’ya konumlandırılması, aynı dönemin ve aynı mimarın eseri olan Pera Palas’tan daha büyük bir kapasite ile yapılması bizi biraz düşünmeye sevk ediyor…

Evet, bunun yanıtını ben de merak ediyorum… Acaba neden bu kadar büyük bina yapıldı? O dönemde hem arazi sahibi hem de mimar olanlar o zamanki tabir ile "ecnebi" idi. Bina, 1898-1899 yıllarında bir Fransız şirketi tarafından otel olarak inşa edildi. Prinkipo Palas adı altında otel olarak işletilmek üzere tasarlanan yapı, dönemin iktidarından gerekli izni alamadığı için satışa çıkarıldı. Devrin patriği III. İoakim -ki Muhteşem İoakim diye anılır- tarafından, Eleni Zarifi’ye satın aldırıldı.

Bu aşamada Patriğin, Eleni Zarifi’yi binayı satın alması konusunda ki kararlılığına dikkatinizi çekerim. Patrik Hazretleri, kısa dönemde inanılmaz radikal, rasyonel kararlar almış, Rum toplumunun geleceği konusunda vizyoner bir bakışla birçok kurumun ihya edilmesine veya kurulmasına vesile olmuş bir şahsiyettir. İktidarda ise Sultan Abdülhamid var. İktidar o dönemde Rum toplumunu o kadar sisteme entegre olmuş görüyor ki, bir şekilde binanın Rumlara geçmesine destek oluyorlar. Bu el değiştirmenin Abdülhamid iktidarının Rum toplumuna bir jesti olduğunu düşünüyorum. Toplumun ihtiyaçları görüldü, bir şekilde imkan yaratıldı. Fransız şirketinden 3 bin 700 altın karşılığı satın alınan binaya, Eleni Zarifi yaklaşık bin altın daha harcayarak binanın bir yetimhanenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmesini sağladı.

Savaşlar, göçler, yetimler… Bina epey kederli anlara da şahit oluyor?

Kadersiz derler ya, öyle bir bina burası. Ne ilk sahibine yaradı ne de Eleni Zarifi’ye düşlediği mutluluğu getirdi. Kullanım amacı süreç içinde değişti. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri yerleşti. Onlar gidince işgal kuvvetleri geldi. 1917 yılında Rus göçmenlerin mekanı oldu. Bu dönemde soğuktan korunmak için binaya zarar vermeye başlıyorlar. Sonrasında İkinci Dünya Savaşı yılları başlıyor. Anadolu’dan İstanbul’a göç eden, ailesi parçalanmış, maddi açıdan zorluk çeken ya da öksüz-yetim kalmış çocuklara kucak açıyor. Bütün çocuklar yetim değil! Dönemin Apoyevmatini Gazetesi’nin arşivine baktığımızda, 50’li yıllarda, 60’lı yıllarda Rum toplumunun Yetimhane konusundaki hassasiyetlerini görebilirsiniz.

Fotoğraf: Orbay Soydan

Kapılarının kapandığı 1964 yılından bugüne dek geçen elli sekiz senede Büyükada Rum Yetimhanesi zamana, doğaya, çevresel faktörlere direndi. Geçen zaman içinde epey yol kat edilmiş olmalı. Şimdilerde hangi aşamadasınız?

Elde edilen her şey çok değerli. Bugün yaptığımızı keşke on-on beş sene evvel yapmış olsaydık. Binanın projesini geçmişte Prof. Dr. Berrin Alper ve Prof. Dr. Mehmet Alper yapmış. O dönemlerde Yetimhane binasının bir ticari işletme olması gündemdeymiş. Fakat devlet yetkilileri tarafından uygun görülmemiş. Bu konunun üstünden epey zaman geçtiği için ilk yapılan projenin günümüzde geçerliliği kalmamış oldu. Süreç içinde bina epey zarar görmüş. Tüm projelendirme sürecini tekrar baştan ele almak zorunda kaldık. Bizim açımızdan çok eğitici bir süreç oldu. Çok büyük bir yol kat ettik.

Önce Dijital röleve çalışması yapıldı. Dijital röleveden sonra kayıtlı projeler onaylandı. Bütün bu süreci geliştirirken koruma kurulları devreye girdi. Raportörler geldi, orada tespit ettikleri kalıntılar vardı. O kalıntılarla ilgili ayrı bir röleve istendi. Onlar da onaylandı. Ağaçların rölevesi dahi istendi. Hazırlandı, onaylandı. Bir röleve kelimesi altı harfli bir kelime olabilir ama çok emek isteyen, teferruatlı, çok derin bir süreçtir. Metruk bir binanın rölevesi çıkarmak ise çok daha zor. Bazı yerlere girilemediği için drone ile fotoğraf çekildi. Arşivimizde binlerce fotoğraf oluştu. Benim bu konularda teknik uzmanlığım yok ancak hassasiyetlerim var. Gönüllü çalışıyorum. Süreç içinde Yetimhane binasının gelecekte nasıl kullanılacağı ile ilgili farklı fikirler ortaya çıktı. Hepsini değerlendireceğiz. Şu bir gerçek ki yetimhane binasının işlevi konusunda karar verildiği andan itibaren çok önemli bir finansman ihtiyacı doğacak. Bu nedenle gelir getirici bir işlevinin olması gerekiyor. Sponsorluk ve paydaşlar için öncelikle işlevinin belirlenmesi lazım. Halihazırda bir sponsorumuz yok ama gönüllülük esasıyla çalışan, kendini binanın kurtulmasına adamış çok sayıda insan var. Onların desteklerini çok değerli buluyorum.

Fotoğraf: Orbay Soydan

1964 yılından bu yana kapalı olan yapıdan konuşuyoruz. Restorasyon çalışmaları ne zaman, nasıl başladı?

Restorasyon süreci, yaklaşık dört- beş sene önce İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı sayın Ekrem İmamoğlu’nun Ada’yı ziyareti ile başladı. Kendileri, dönemin Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat ile birlikte Ada’yı geldiler. Yetimhane binasını görmek istediler, ben de onlara eşlik ettim. Bu ziyaret sırasında, sayın başkana Rum toplumunun bu restorasyonun altından kalkamayacağını ileterek, destek talebinde bulundum. Konuya hassasiyet gösterdiler. Sayın Mahir Polat, dijital röleveyi yapmayı teklif etti. Bu bir kıvılcım oldu. Hareket noktası burasıdır. Süreç içinde aşamalar kaydedildi.

Alandaki ikinci, daha küçük olan binanın Anıtlar Kurulu’nun da mutabakatıyla tüm proje aşamalarını, fonksiyon belirleme süreçlerini tamamladık. 23 Aralık 2022’de inşaat ruhsatını Adalar Belediyesi'nden aldık. Sonrasında Koruma Akademisi ile yeni bir işbirliği sürecine girdik. Yapının bütün teknik içerik ve özellikleriyle profesyonel bir dosya hazırlandı. Bu dosyayı davet usulü belirlediğimiz dokuz şirkete verdik. Teklifler geldi. Tekliflerin mukayeseleri yapıldı. Bir firmada karar kıldık. Bu küçük binayla ilgili olan durumdu. Büyük binaya gelirsek… Onun da röleveleri ve restitüsyon projeleri onaylandı.

Devasa ama çok süslü bir yapı değil. Yetimhanenin mimarisi hakkında neler söylenebilir?

Tamamen ahşap malzeme kullanılarak inşa edilmiş, ana ve yan bölümler olmak üzere toplam üç bölümden oluşuyor. Kendi döneminin şartlarında olağanüstü bir mimariye sahip. Beş katlı ana bina ve altı katlı yan binalardan oluşan yapının çatısının büyük bir kısmının yıkıldığını, bina dışında ve ahşap destek bölümlerinde çürümeler olduğu tespit ettik. Tören Salonu dışında çok süslü bir bina değil. İşlemeleri, tezyinatı yok. O zamanlar için yeni bir teknoloji olan, günümüzde prefabrik diyebileceğimiz bir yapı sistematiğiyle iki- iki buçuk sene gibi bir sürede yapılıyor. Ahırkapı’da bu işleri yapan atölyeler varmış. Sistem orada yapılıyor, Ada’da monte ediliyor. Öyle sistemli bir çalışma ki inanılmaz hızlı yapılmış ve üstelik sağlam. Kolonların bir kısmı yekpare bile olmamasına rağmen! Mutfağı çok ilginç, ileri bir teknolojiyle hazırlanmış. İlk başta otel olarak hizmet vereceği için ithal malzemeler, Marsilya'dan gelen kiremit ve tuğlalar kullanılmış. O günün koşullarında lüks binadan söz ediyoruz.

Bugüne geldiğimizde ise temel amaçlarımızdan biri, küçük binayı fonksiyonel hale getirmek. Bu nedenle çatı katı ve bodrum katını dahi değerlendirdik. Orada arşiv odası, lojman, sergi ve toplantı alanı Çevre Konferansı için faaliyet alanları yaratmak istiyoruz.

Fotoğraf: Orbay Soydan

'BİNANIN METRUK HALİ, RUM TOPLUMUNUN ESKİ HALİNİ İFADE EDİYOR'

Bu konuda Rum toplumunun geçmiş yıllardaki hassasiyetlerinden söz etmiştiniz. Peki günümüzde bu gelişmeleri nasıl karşılıyorlar?

Biraz sessizler, izliyorlar… Nüfus olarak çok azız ve çok cephemiz var. "Başka önceliklerimiz var" diyen bir kesim de var. Bu restorasyonu bizler için lüks veya imkansız görüyor. Takdirle karşılayanlar da var. Zamanla olumsuz anlayışı kırabileceğimi düşünüyorum. Ne kadar önemli bir yer olduğunu, Rum toplumunun varlığını, geçmişini temsil eden sembol binalardan bir tanesi olduğunu kavrayacaklar Nüfusumuz maalesef çok az. Artık varlığımız sembol kültür mirasımız ve zengin renkli kültürümüz üzerinden değerlendirilebiliyor. Bu kadar az nüfusa rağmen, çok emek verdiğimizi düşünüyorum. Geçmişte mülkiyeti için mücadele verildi. Bu çok değerli bir hak arayışı idi. Bundan sonraki planın da imza sahibi olmalıyız kanaatindeyim. Düşünün... Uzun yıllar mülkiyet hakkı için mücadele veriyorsunuz, ondan sonra bir şey yapmıyorsunuz veya yapamıyorsunuz. Bu çok üzücü!

Bu bina kaderine, çökmeye terk edilirse şahsen utanç ve hüzün duyacağım. Tekrar kazandırılması için günümüzün bütün imkanlarını kullanmak gerekir. Ana binayı kendi imkanlarımızla yapmamız mümkün değil. Yapsak da işletmemiz mümkün değil. Böyle bir ütopyada değiliz. Yap, işlet, devret modeliyle gelir getirici, yeni bir fonksiyon kazandırmalıyız. Eğer öyle olmazsa o binanın yıllık maaliyeti çok fazla olur. Sigortası-güvenliği, bakımı… Bina bize ait ise mesuliyet de bize ait olmalı.

Bu bina ve temsil ettiği değerler Rum toplumunun İstanbul’daki zengin geçmişine işaret ediyor. Yetimhane Vakfı diye bir vakıf var. Oranın işlevi nedir? Bütün bu sürecinde neresindeler?

Bu vakıf, yetimhane faaliyetteyken, yetimlerle ilgili hizmet edenlerden kurumlardan bir tanesi. Ancak mülkiyet sahibi değil. Mülkiyet Patrikhane’ye ait. Dolayısıyla vakıf, tamamıyla oradaki yetimlere destek için faaliyet gösterdi. Geçmişinde çok hizmetler vermiş. Vakıf seçimleri yapıldı, biraz sancılı bir süreç oldu. Keşke olmasaydı! Su yolunu bulacaktır.

Yetimhane binasının restorasyon sürecinde siyaset dışı bir çaba gösteriliyor. Yanılıyor muyum?

Haklısınız, bizim en büyük çabamız Büyükada’nın sosyal dokusuna saygılı olmak. Adalılar bu binayı gerçekten çok seviyorlar. Binanın kurtarılması için çok büyük bir manevi destek veriyorlar. Adalar Vakfı, Adalar Belediyesi ve Adalar Kaymakamlığı her zaman yanımızda. Hiçbir sıkıntı yaşamadık. Anıtlar Kurulu vasıtasıyla Kültür Bakanlığı bizi çok destek oluyor. Önümüzü açtılar, hayatımızı zorlaştırmadılar. Yetimhane kapısından içeri girerken herkes siyasi ve etnik kimliğini dışarıda bırakıyor.

Rum toplumu içinde binanın özelliğini kaybetmesinden korkan, dönüşümü sırasında zarar görmesinden endişelenenler oldu. Onlara ne söylemek istersiniz?

Binanın metruk hali Rum toplumunun eski halini ifade ediyor. Gelin, hep birlikte bu dönüşümü başaralım ve genç nesillere ilham olalım. Bu hali bizim için bir teselli kaynağı olmasın. Bununla yetinmeyelim. Bize bu dönüşümün vereceği enerji ve geleceğe bir şeyler bırakmanın heyecanı ile çaba gösterelim. Her yeni girişimde, toplum geçmişteki acı olayları hatırlıyor. Normal, anlayışla karşılanması gereken bir durum. Bu yaraların artık açılmaması için birkaç nesil geçmesi gerekiyor. Biz sadece bir nostalji ile, örneğin Pera Palas’taki bir yadigar gibi hatırlanmak istemiyoruz. Üretken, dinamik, çağdaş, hakkını arayan, hayatın içinde, kendi fikrini sorgulayan, başkasını dinleyen bir toplum olmak istiyoruz. "Zaman" ve "sonuç", benim için çok önemli kriterler. Artık kaybedecek bir zamanımız yok. Şayet biz bu toplumun varlığını, kimliğini yaşatmak istiyorsak harekete geçmeliyiz. Çok az olduğumuz için de daha da çok çalışmamız gerekiyor. İnandırıcı heyecanlar yaratmamız şart, insanları yakınımıza getirmemiz gerekiyor. Dayanışma kültürümüzü geliştirerek varlığımızı duyurabilir ve devam ettirebiliriz. Bu varlığımızı sadece tarihsel sürece odaklı değil, yeni bir tarih yazarak, gelecek kuşaklara ilham verecek bir dönüşümü başlatarak yapmalıyız. İstanbul hepimizin!

Berken Döner / duvaR

Sevgili Nesrin Hocaoğlu'nun anısına sevgiyle - Beyhan Sunal / duvaR

 

25 Şubat Pazar günü kaybettik Nesrin Hocaoğlu’nu. Ardından ağladığımızı görse üzülürdü eminim. Yaşamayı severdi Nesrin, hayatı katlanılır kılan romantik bir gözlüğü vardı. O hayatı güzel yaşamaya çalıştı, bizden de ölümüne ağlamamızı değil, yaşamı kutsamamızı, kalan ömrümüzün kıymetini bilmemizi isterdi.

Nesrin Hocaoğlu’nu tanışmamızdan çok önce farketmiştim. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin sıkışık kantininde rastlardım ona ve grubuna. Ya da güzel havalarda ön taraftaki merdivenlerde. 4-5 kişilik bir gruptu ve çok güzel sohbet ederlerdi, kahkahaları çok güzel çınlardı. Nesrin bir şey anlatırken ve kahkaha atarken gözlerinin içine kadar gülerdi.

1980’li yıllardı, çok severek girdiğim okulun ilk yılında 1402 ile (şimdinin KHK’sı) derslerini almayı heyecanla beklediğim hocalar okuldan atılmışlardı ve ben Yarın dergisi ile tanışmıştım. Okulla bağım seyrekleşmişti.

Sonra bir gün Nesrin geldi dergiye. Abone işlerinde bana yardımcı olacaktı.

Yarın Dergisi, 1 Eylül 1981 tarihinde, 12 Eylül darbesinden bir yıl sonra yayın hayatına başlamıştı. Sosyalist gerçekçiliğin genç soluğu sloganıyla aylık kültür, sanat ve gençlik dergisi olarak çıkıyordu. Türkiye İşçi Partisi’nin Genç Öncü’lü gençlerinin öncülüğünde ama dönemin Ankara’sının ve hatta Türkiye’sinin sanat, edebiyat ve kültür çevrelerinin de kolektif katkılarıyla çıkan bir dergiydi.

Yarın bir tür bayrak gösterme idi aslında. 12 Eylül’ün karanlık koşullarında, devlet tüm gücüyle gençlerin üstüne giderken, “biz buradayız, bir yere gitmiyoruz, kaldığımız yerden devam ediyoruz” demekti. Kültür sanat yoluyla da olsa, kulağımızı başımızın üstünden dolanıp göstersek de sözümüzü söyleyebildiğimiz bir mecra yaratmıştık.

Nesrin’le çok uyumlu çalışıyorduk. Ben o zaman 21 yaşındaysam o da 19 yaşında olsa gerek. Dergide başlayan dostluğumuz okulda da devam etti. Yarın 1985 yılı Mart sayısında öğrenci dernekleri tartışmasını sayfalarına taşıdığında hayatımız başka bir şekilde hareketlilik kazandı. Öğrenci eylemleri, toplantılar, dernek çalışmaları, sürekli bir koşturma içindeydik. Nesrinlerin aslında muhtemelen kömürlük olarak inşa edilen iki göz bir evleri vardı. Nesrin, kardeşi, erkek arkadaşı ve bir arkadaşımız daha, 4 kişi yaşıyorlardı orada. Her şeye rağmen kendine ait bir ev diye düşünüyorduk, seviyorduk o evi.

Birlikte çok eğlendik, çok güzel işler kotardık, hem Yarın’da, hem öğrenci derneklerinde direnişin, dayanışmanın, kendi çapımızda devrimci olmanın gururunu, heyecanını yaşadık.

1986 Aralık ayının sonunda hep birlikte gözaltına alınmıştık. Tam hatırlamıyorum ama 9 günlük gözaltı süresinin 4 ya da 5. gününde Nesrin, ben ve bir arkadaşımızı aynı hücreye koymuşlardı. Bu süreçte çok hırpalanmamıştık. Daha çok öğrenci dernekleri çıkışına bir tür gözdağıydı. Günlerdir sabun, diş fırçası, tarak görmemiştik. Birbirimizle dalga geçip gülüyorduk. Dışardakiler için kaygılanıyorduk, keşke telepati yapabilsek de onlara iyi olduğumuzu iletebilsek diyorduk. Nesrin sürekli uyuyordu. Bir tür savunma mekanizmasıydı, kendini böyle kapatıyordu. Çıktığımızda Kuğulu Parka gidip muzlu pasta yiyecektik. Çıkar çıkmaz da unuttuk bu sözümüzü.

Savcının önüne çıkartılmamızdan bir gün önce polisler önümüze Cumhuriyet gazetesini koydular. Ön sayfada ailelerimizin ve arkadaşlarımızın bizim için süresiz açlık grevine başladıkları haberi vardı. Benim annem, babam ve kız kardeşim, Nesrin’in de kız kardeşi eyleme katılmışlardı. Fotoğrafta onları görmek ikimizin de içini burkmuştu.

Ailelerimizin ve arkadaşlarımızın bizim için başlattığı açlık grevinin haberi. Gözaltında önümüze konulan Cumhuriyet gazetesi küpürü. 

Savcının karşısına çıkmamız ayrı bir hikayeydi. Akşamüstü götürdüler bizi Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne. Savcının kapısında bekliyoruz, tek tek içeri alınıp sorgulanıyoruz. Sorgulayan Ülkü Coşkun, 12 Eylül’ün işkencelere bizzat katılan ünlü savcısı. Kapının önünde içeriden bir şeyler duymaya çalışıyoruz ama nafile.

Önce beni alıyorlar içeri. Uzunlamasına bir oda. Solda yan yana iki masa var. İlk masada katip oturuyor, sonraki masada Ülkü Coşkun. Sağda da üstünde sol örgüt isimlerinin bulunduğu dosyalarla dolu bir dolap. Ben dolabın yanına geçip yüzümü duvara döndüm. Ülkü Coşkun “napıyorsun, dön bu tarafa”  diye bağırdı. Aşağıda öyle sorguladılar dedim. Kızdı, soruları sormaya başladı.

Benden sonra Nesrin girdi içeri. O sıralarda ANKA’da ekonomi muhabiri olarak çalışmaya başlamıştı. Bir gazeteci tavrıyla geçip savcının önündeki koltuğa oturmuş, ayak ayak üstüne atmış, soruları beklemeye başlamış. Tabii o da fırça yemiş. Devletin kudretli savcısının karşısında oturuyorsun üstüne bir de ayak ayak üstüne atıyorsun… Daha sonra çıktığımız mahkemede de sanık sandalyelerinde otururken ayağımızı üç-beş santim öne uzattık diye mübaşirden fırça yemiştik.

Savcıdan sonra nöbetçi hakim bizi serbest bıraktı. Hakkımızda açılan dava da bir süre sonra takipsizlikle sonuçlandı.

Örgütlü mücadelenin bana en “ağır” gelen sorumluluklarından biri arada sırada düzenlediğimiz pikniklerdi. Daha doğrusu o piknikler için sabah bile olmadan yollara düşmek zorunda oluşumuz. Nesrinlerin evi piknik üssü gibiydi. Geceden sigara böreği kızartılır, biraz da kızartma yapılırdı. Öğrenci menüsü, peynir, domates, ekmek düşerdik yollara. Belediye otobüsleriyle Çubuk barajına giderdik. İnsanlara doğrudan gidip siyaset konuşamıyorduk, böyle yakınlaşmalarla ne düşündüklerini anlamaya çalışıyorduk. Epey dostluk geliştirdiğimiz insanlar oldu. Ben her seferinde söylenir, mezun olduktan sonra hiçbir pikniğe gitmeyeceğimi söylerdim. Nesrin ki o kadar uykuyu severdi, hiç şikayet ettiğini görmedim.

O pikniklerden birinde Nesrin ve ben uyanmışız ve eğleniyoruz. (Sağdan ikinci Nesrin Hocaoğlu)

Savcının karşısındaki tutumu bizi hiç şaşırtmamıştı. Ruhu sivildi çünkü Nesrin’in. Hiyerarşi, bürokrasi, kıdem, yaş gibi şeylere çok takılmazdı. Ne düşünürse filtrelemeden söylerdi. Bunu da öyle bir üslupla yapardı ki, cin gibi bakan gözleriyle, saf bir gülümseme ve çocuksu bir bilmişlikle o filtresizlik çok güzel örtülürdü. Kabul etmeseniz bile kızılmazdı Nesrin’e, ya da saygısızlık gibi algılanmazdı.

Ve bazen dediğim dedik bir Nesrin görürdük. Doğru bildiğini sonuna kadar savunurdu. İnatçıydı, sebatkardı.

80’li yıllarda uzunca bir dönem seçilmiş kız kardeşimdi Nesrin. Bazen çocuksu olurdu bazen de dünyanın en olgun insanı. Geleneksel anlamda  sırtınızı dayayabileceğiniz bir insandan çok yanınızda olmasıyla güven veren bir tarzı vardı Nesrin’in. İnsanı hayal kırıklığına uğratmayan, yarı yolda bırakmayan. Öfkelendiğini, bağırıp çağırdığını ya da paniklediğini görmedim hiç. Abartıyı sevmezdi Nesrin. Ruhu da tarzı da sadeydi. Ailesine, dostlarına, sevdiklerine, ilkelerine sadıktı.

90’larda o yazılı basında ben televizyon gazeteciliğinde kendi yollarımıza gittik. Nesrin daha sonra Dünya Gazetesi, BDP Haber Ajansı, Star Gazetesi, Aktüel Dergisi’nde ekonomi muhabiri ve yönetici olarak çalıştı. OYAK, Ziraat Bankası ve TEPAV’da da İletişim Koordinatörlüğü yaptı. Son olarak pandemi öncesi Doğu Ekspresi ile Kars’a gitmiştik. Ara ara görüşsek de her karşılaşmamızda kaldığımız yerden devam etmenin sıcaklığını yaşadık.

25 Şubat Pazar günü kaybettik Nesrin Hocaoğlu’nu. Ardından ağladığımızı görse üzülürdü eminim. Yaşamayı severdi Nesrin, hayatı katlanılır kılan romantik bir gözlüğü vardı. O hayatı güzel yaşamaya çalıştı, bizden de ölümüne ağlamamızı değil, yaşamı kutsamamızı, kalan ömrümüzün kıymetini bilmemizi isterdi. Onun artık bu dünyada olmadığını düşünmek acı veriyor, bu kadar genç yaşta aramızdan ayrılmasına isyan ediyoruz. İnsan bazen parmaklarımı kesseydim de bu yazıyı yazmasaydım der. Bu öyle bir yazı oldu. Unutmayacağız, hatırladıkça sevgiyle anacağız. Bir araya gelip anılarımızı paylaşacağız. Hüzünleneceğiz, çokça güleceğiz. İyi ki hayatımıza girmiş, iyi ki tanımışız, dost olmuşuz diyeceğiz. İyi ki gülüşüyle hayatımız aydınlanmış. Sonra da yolumuz Ankara’ya düşerse Kuğulu Park’ta muzlu pasta yiyeceğiz. Madem hayatın tadı damağımızda kalıyor…

Beyhan Sunal / duvaR