9 Nisan 2024 Salı

soL KÖŞEBAŞI - 9 Nisan 2024 -

 

ÇEDES yayılıyor: Bahçelievler'de bir ilkokula 3 camiden 6 imam atandı! (Burcu Günüşen)

Bahçelievler’de bayram tatili öncesinde "kaymakam gelecek” diye tüm okul müdürleri toplantıya çağrıldı, birden fazla cami ve mescitle "eşleştirilen" okullara çok sayıda imam ve müezzin atandı.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın Diyanet İşleri Başkanlığı’yla imzaladığı protokol kapsamında başlattığı “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum” (ÇEDES) projesi ülke geneline yayılıyor.

Son olarak proje kapsamında İstanbul Bahçelievler’de ilk, orta ve lise olmak üzere tüm okullara çok sayıda imam ve müezzin ataması yapıldı.

İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından okullara 3 Nisan’da gönderilen yazıda ÇEDES projesinin “daha sağlıklı” yürütülebilmesi gerekçesiyle okul-cami eşleştirilmesi yapıldığı bildirildi. 

Her bir okuldan proje için bir öğretmen görevlendirilirken, ilçedeki her okul, yakınındaki birden fazla cami ve mescitle eşleştirildi. Bu cami ve mescitlerdeki imam-hatip, müezzin-kayyım ve diğer görevlilerin okullarda ÇEDES kapsamında çalışma yürütmesine ilişkin kaymakamlık onayı alındığına dair yazı da okullara gönderildi.

İlkokula 3 camiden 6 atama yapıldı

soL, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün yazısının ek kısmında yer alan listenin bir bölümüne ulaştı. Ulaştığımız listedeki çoğu okulun birden fazla cami ve mescitle eşleştirildiği görüldü. Örneğin Ali Haydar Güner İlkokulu’na tam 3 camiden 6 imam-hatip ve müezzin görevlendirildi.

Şirinevler’e yakın Şair Zihni Ortaokulu ise 3 cami ve bir mescit ile eşleştirildi, bu camiler ve mescitten din görevlileri ÇEDES kapsamında okulda çalışma yürütecek.
                         Öğretmen ve din görevlilerinin bilgilerinin yer aldığı sütunlar özellikle kapatılmıştır.

Eğitim-İş Sendikası 1 Nolu Şube’ye bağlı Bahçelievler Temsilciliği Başkanı Oktay Yılmaz okul müdürlerinin, öğretmenlerin ve velilerin projeden rahatsız olduğunu, okullara gelecek imamların ne gibi etkinlikler yapacağını kimsenin bilmediğini dile getirdi.

Bahçelievler’de bayram öncesi "kaymakam gelecek" diye okul müdürlerinin alelacele toplantıya çağrılarak ÇEDES kapsamında söz konusu eşleştirmelerin ve görevlendirmelerin açıklandığını anlatan Yılmaz, toplantıda müdürlere “Bundan sonra ÇEDES projesi başlıyor” denildiğini dile getirdi.

'Süreç korkutuyor'

ÇEDES projesinin uygulandığı yerlerde öğrencilere mezarlık, cami temizletilmesi gibi örnekleri hatırlatan Yılmaz “Süreç korkutuyor” dedi ve imamların okullarda ne gibi projeler yapacağının halen belirsiz olduğunu, görünene göre bunun da din görevlilerinin inisiyatifinde olduğunu söyledi.

İlçede ÇEDES projesi için il milli eğitim geçen aylarda okullardan bir görevli öğretmen belirlemelerini istemiş ve bu öğretmenlerle bir toplantı yapılmıştı.

Daha sonra 3 Nisan’da okullar ilçe milli eğitimden gelen yazıyla cami ve mescitlerle eşleştirildiklerini öğrendiler. Hemen ardından 5 Nisan Cuma günü kaymakamın da katılacağı söylenerek okul müdürleri toplantıya çağrıldı. Bazı müdürler toplantıya katılmak istemedi ancak kaymakamın da katılacağı söylenince müdürler bunun bir zorunluluk olduğunu düşünerek katıldılar.

'Bayram öncesi toplantı tepkileri azaltma amaçlı'
                                            Eğitim-İş Bahçelievler Temsilcisi Oktay Yılmaz

Eğitim-İş temsilcisi Oktay Yılmaz, bayram tatili öncesi aceleyle yapılan toplantıda okul müdürlerine cami ve mescitlerden görevlendirilen isimlerin okullarında etkinlik yapabileceğinin açıklandığını ve resmi olarak ÇEDES’in ilçede başladığının ilan edildiğini söyledi. 

Yılmaz “Ben toplantının yapılış tarihinin de tepkileri azaltmak amaçlı olduğunu düşündüm. Cuma günü, sonrasında bayram tatili, okullar kapalı” diye ekledi.

‘Manevi danışman, ağabey-abla deniliyor, bizim bunlara ihtiyacımız yok’

“Projenin ucu açık” diyen Yılmaz okullarda görevlendirilen imam ve müezzinler için “manevi danışman, ağabey-abla” gibi nitelemelerden söz edildiğini belirterek tepki gösterdi:

Koçluk gibi, manevi danışman gibi, ağabeylerimiz-ablalarımız sözlerinden bahsediliyor. Amaç bu olarak gösteriliyor. Bizim okullarda din kültürü ve ahlak bilgisi dersimiz var, hayat bilgisi dersi var. Bizim bir danışmana ihtiyacımız yok. İkincisi bu kişilerin pedagojik formasyonu yok. Okullarda öğretmenlik yapmak için kanunen pedagojik formasyonununuz olması lazım. Bunlar ne yapacaklar? Bahçelievler’de 80 tane okul olsa 150-160 imam, müezzin atanmış. Bunlardan 15’i kötü niyetli de olabilir. Cemaatlerin, derneklerin neler yaptığı ortada. Bu ağabey-abla jargonu da zaten ‘FETÖ’den sevmediğimiz bir jargon. Okullarda buna ihtiyacı yok hiçbir çocuğun.”

‘Durum atanan imam ve müezzinlerin inisiyatifinde’

Okullara atanan cami, mescit görevlilerinin ne yapacakları da öğretmenler açısından bir muamma. 

Yılmaz şöyle anlatıyor:

Şu anki durum benim anladığım atanan imam, müezzinlerin inisiyatifinde. Çünkü kaymakamlık ve ilçe milli eğitim okullarla camileri eşleştirdim, görevliler de bunlar, siz başlayın, diyor. Ama gelecek imam okulda nasıl bir proje yapacak, ucu çok açık. O imam büyük ihtimalle okuldaki görevli öğretmeni arayacak, gelecek okula, ondan sonra okul müdürüyle, öğretmenle iletişim kurarak sınıf sınıf proje yapacak. Örnek veriyorum, diyecek ki, mezarlık ziyareti yapalım cumartesi günü toplanıp gidelim, ya da sabah namazına gidelim diyecekler. Projenin ismi ‘çevreme duyarlıyım, değerlerime sahip çıkıyorum’ ama o çevre ve değerlerin çerçevesi çizilmemiş. O görevlinin inisiyatifine bırakılmış.”

'Veliler de şikayetçi'

ÇEDES projesinin laiklik ilkesine aykırı olduğunu dile getiren Yılmaz, Eğitim-İş olarak bu konuda hukuki yollara başvuracaklarını, velilerden de dava açmak isteyenler olduğunu belirtti.

Hukuki mücadelenin yanısıra okullarda da projeye karşı bir duruş sergileyeceklerini ifade eden Yılmaz “Zaten ders saatlerimizde öğrenci vermemiz mümkün değil. Ama haftasonu bir etkinlik, proje düzenlerler. Velilerimizle konuşup göndermemeleri yönünde onları bilgilendirmeye çalışacağız” dedi.

‘Üç dört camiye bir okulu laboratuvar olarak verdiler’

Yapılan cami-okul eşleştirmesinin okulların camilere açılması anlamına geldiğini vurgulayan Yılmaz şunları kaydetti:

Aslında proje okulla cami arasında değil, okulları camilere açma sözkonusu. Üç dört tane camiye bir okulu laboratuvar gibi verdiler. O camilerdeki üç dört görevli kendi aralarında nasıl bir iş bölümü yapacak bu da tuhaf. Bir okula 5 camiden birer kişi atamışlar. Her gün biri mi gelecek okula? Bunlar nasıl bir proje yapacaklar? Oradaki görevliler okula gelip çalışacaklar, okul müdürüne de sen bunlara yardımcı ol, karşı çıkma, al okula, proje var deniliyor. Öğretmen de mecburen bunlara cevap verecek, sen bunu yapma etme deme hakları da yok. Proje tek taraflı, bizim camiye gidip bir şey yapma hakkımız yok. Kaymakam ilçe milli eğitim okul müdürüne sen bana bir öğretmen ver, imamlar onunla haberleşecek, okula gelip gidecek deniliyor. Ama imamların okulda ne yapacağını kimse bilmiyor. Proje okulu camiye açmak.” 

                                                             /././                                    

Soysuzlar çetesi: Rishi Sunak ve Richard Dawkins (Çağdaş Gökbel)

Hristiyanlığı, İskenderiye kütüphanesini yakarken görmek istememenin sebebi, üstün batı medeniyeti önyargısına zeval getirmemektir.

Melpomene: Dokuz ilham perisinden sadece birisi. Bu ilham perisini ayrıcalıklı kılan onun trajedinin ilham perisi olmasıdır. O, lir çalanların koruyucusu, trajediye güç katan kalemlerin mürekkebidir. Her Yunan mitinde olduğu gibi Melpomene, eşsiz hikâye anlatıcılığımızın parlayan yıldızlarından sadece biri. Trakya'dan, İskenderiye Mısır'a kadar uzanan kollardan söz ediyoruz. Yaşadığımız çağı anlatmak için tanrısal bir güce ihtiyaç duysaydım eğer, Melpomene'yi yardıma çağırırdım.1

"Soykırım vahşetinin gölgesinde, parçalara ayrılmış çocuk bedenlerine bakan gözlerim ışık huzmelerine mukavemet ediyor, sanki görmeye yarayan organ artık bu işlevini yerine getirmiyor. Bir çocuğa layık görülen canavarlığı reddediyor beynim; ters düşen görüntüyü doğru bir açıya dönüştürmeyi kabul etmiyor ve tüm dünya olağanca vahşetiyle baş aşağı duruyor. Kulaklarımda duymakta zorlandığım bir lir tınısı ve bir anda korkudan olduğum yerde sıçramama sebep olan, nereden geldiğini anlamadığım sert bir kanat çırpma sesi! Bu gelen Melpomene, bu gelen trajedinin koruyucusu, güçlü sözlerin yaratıcısı, tarihi kan banyosunun tek katarsisi! Ses çıkarmadan ölenlerin çığlığı olabilmek için geliyor Melpomene! Faşist İngilizleri, onların müttefiki medeni ve yüksek teknolojili silahlarıyla donanmış katil İsrail'i lanetlemek ve insanlığın hafızasından bir daha çıkmamak üzere kazımak için geliyor!"

'Melpomene: Edward Simmons'ın kongre kütüphanesindeki duvar resmi, Thomas Jefferson Binası, Washington, D.C.'

Yunan mitolojisindeki tragedyaları kıskandıracak ve bir süre sonra tanrısal bir lanet olarak değerlendirecebileceğimiz ve başımızdan bir türlü defedemediğimiz bir lanetimiz var! 'Muasır medeniyetler' laneti. Tanzimat batıcılığı, okur-yazar olma şansına erişmiş insanımızın bitmeyen laneti! Bu lanet, bir tür sömürgeci aydının medeniyet kayası. Kaya biteviye zirveye taşınıyor ve oradan çok bilmişler oligarşisi tarafından üzerimize yuvarlanıyor. Onlar Avrupalı adama meftunlar, onlar Avrupalı adamın ellerindeki kanı göremeyecek kadar seküler ve gece yaşamının hedonist neon ışıklarının altında ruhlarını kaybedecek kadar yetersizler. Dev kütüphanelerin büyüleyici kaynak havuzunda, Avrupa ideolojisiyle yıkanan gözleri, bu ideolojiyle dağlanmıştır. Onların artık doğuyu görme imkânı yoktur. Peki, batıyı layığıyla görebilirler mi? Gelin son haftalarda İngiltere'de yaşanan gelişmelere birlikte bakalım...

İngiltere (Avrupa ideolojisi meftunu adamın kulaklarında duyduğu: Büyük Britanya/Birleşik krallık) Başbakanı Rishi Sunak, barbar göçmenlerle mücadelenin artık bir medeniyetler savaşı olduğunu belirterek, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden çekilebileceklerini duyurdu. Sunak, göçü durdurmak, AİHM'e üye olmaktan daha önemli dedi.2 İngiliz hükümetinin Ruanda'yı koca bir yaşam alanına (gerçekte toplama kampı) çevirme planında ısrarcı olacağı görülüyor. İngiliz hükümeti, sokaklarda uyuyan evsizlere ve toplum içerisinde kötü kokan yoksul barbarlara karşı savaş ilan etmeye hazırlanıyor. Avam Kamarası'nda görüşülmekte olan Ceza Adaleti Yasa Tasarısı, "aşırı kötü kokma" da dahil olmak üzere rahatsızlık vermeleri halinde evsizlerin suçlu sayılmasına olanak tanıyacak. Tasarıda yer alan tedbirler 1824 tarihli 'Avarelik Yasası'nı değiştirmeyi amaçlıyor.3 Avarelere ölüm! İngiltere'de demokrasi ve uygarlık düşmanı bir grup İslamist hukukçu, İngiliz hükümetine korkunç bir çağrıda bulundu. Bu sözde hukukçular tarafından yapılan çağrıda şu ifadeler yer alıyor:  İngiltere'de üç eski Yüksek Mahkeme yargıcı dahil 600'den fazla hukukçu, İsrail'e silah satışının durdurulması için hükümete çağrı yaptı. Hukukçuların Başbakan Rishi Sunak'a hitaben yazdığı 17 sayfalık mektupta, İngiltere'nin Gazze'deki "makul soykırım riski" nedeniyle uluslararası hukuku ihlal etme riskiyle yüzleştiği ve ihracatın sona ermesi gerektiği belirtildi.4 Dünyaca ünlü, hatta dünyada bir eşi benzeri daha olmayan bilim insanı Richard Dawkins, LBC kanalına verdiği bir röportajda, bu sene Paskalya ile Ramazan bayramlarının aynı tarihlere gelmesi ve İngiltere’de, bilhassa Londra Belediyesi tarafından Ramazanın aktif olarak kutlaması konusunda konuştu. Dawkins bu röportajda kendisini tanrıya inanmasa da “kültürel olarak Hristiyan” olarak tanımladı. Daha önemlisi, İngiltere ve genel olarak Batı uygarlığının da “kültürel olarak Hristiyan” olduğunu, bunun olumlu bir şey olduğunu, Hristiyanlığın temelde saygın ve nazik (kullandığı kelime decent) olduğunu ve İslamın böyle olmadığını söyledi.5

İnsanın tüm bu vahşet çağrılarını okurken ya da dinlerken büyük bir öfke patlaması yaşayacağını mı sanıyorsunuz? Tam tersi geçmişte olduğu gibi 'tarafsız' bilim adamları, aydınlar ya da entelektüeller tarafından emperyalizmin barbar ideolojisinin bilimsel bir savunucusuna dönüşüyoruz. Burada çok garip ayrımlarla karşılaşıyorum. Yukarıdaki sözleri eden ve bilimin parlayan yıldızı olarak pazarlanan liberal suratlı faşistin bir 'aydınlanma çocuğu' olduğu söyleniyor. Kendisi sömürgeci bir ülkenin, barbarlığı medeniyet kılıfında sunan, bir zorba düzenin çocuğudur! Tamam, hadi doğuya hiç bakmadan İngiliz coğrafyasına ve düşüncesine bakmaya devam edelim. Bir filozof ve hukukçu olan Jeremy Bentham, neyi temsil etmektedir? Bentham, liberal özgürlüklerin ve medeni toplumun biricik muştulayıcısı mıdır? Aydınlanma ve bir Orta Çağ düşüncesi olan faşizm arasında net bir çizgi çekmek gerekmekte! Çünkü aydınlanma, emperyalizmin soykırımlarıyla karşılaştığında bir adım geri çekilme cesaretidir! Nedir bu geri çekilme cesareti? Panoptikon'u bulan adama göre bir barbarlığa geri dönüştür. Jean-Jacques Rousseau'nun bıraktığı kıvılcımları takip edecek olursak, insanlığın böyle bir ilerlemeden yürüyeceğine, Kızılderili çadırında barış çubuğu tüttürmesinin daha evla olacağı kesin. Bilmişler hemen size, ilkel kabilelerin de savaştığı, onların da vahşilikler ürettiğini söyleyeceklerdir. Oysa savaş tarihçileri ilkel (ki bu kavrama da itiraz eden antropologlar var) kabilelerin spor müsabakalarının temelini oluşturan savaşlar organize ettiğini yazmıştır. Burada amaç öldürmekten ziyade diğerini alt etmektir. Peki, bizi Benthamcı liberalizme meftun eden şey nedir tam olarak? Lanetli bir geri kalmışlık timsali olan doğulu ülkemizde doya doya sarhoş olamamak, çılgınlar gibi seksin her çeşidini ve türünü yaşayamamak mıdır? Emperyalizmin 'barbar' ülkelerin insanlarını garip bir hedonizmle kendine doğru çekmediğini kim iddia edebilir? Burjuvazinin radikal ateist ideolojisi, bu hedonizme ve şiddet patlamalarına dayanır. 

Bir İngiliz, diğerini çok iyi tanır. Bu yüzden satırların arasında saklanan ve yüzüne bir liberalizm maskesi takan Heinrich Himmler'i boğazından kavrayarak yakalar. Bizim insanımız ise onun güleç yüzüne, sürekli yinelediği lütfen ve teşekkür ederim ifadelerine kolaylıkla kanar. Bu gösterişçi nezaket bir nevi sözde medeniyetin alametifarikasıdır. Evet, Jeremy Bentham ya da Richard Dawkins'in taparcasına seveceği Herbert Spencer gibi isimler yüzlerine liberalizm maskesi takmış birer faşisttirler. Bu radikal ateistler, kendi dinlerini 'sosyal darwinizmi' icat etmişlerdir. Dinin yerine başka bir kurumsal ideoloji koyma fikri, İngilizlerin bulduğu bir şey değil. Kökleri Fransız devrimine ve Jakoben iktidarının düşmesiyle birlikte ortaya çıkan ara rejimler dönemine dayanmaktadır. Ama bir yandan şunu unutmamalı ki tüm fenalıkların faturası her ne kadar Nazilere ve Almanlara çıkarılsa da toplama kampının ve insanı toplu olarak kontrol altına almanın (gözetim toplumu) ya da yok etmenin mucidi İngilizlerdir.

Hiçbir insan yavrusu,  anasının karnından çıkar çıkmaz radikal bir ideolog olmaz. Bunun için yardımcı araçlar gereklidir. Aile ve toplum üretim ilişkilerine bağlı olarak bir mesaj taşıyıcısı rolündedir. Burada kilise ve dini kurumlar en kritik pozisyonda durmaktadır. Burjuva radikal ateistlerine sorulacak olursa, dinin bu yönü tüm kökleriyle birlikte acımasızca kaldırıp atılmalıdır. Denenmiş midir? Denenmiştir; ancak dinin yerine konmaya çalışılan her burjuva ideolojisi ya yetersiz kalmış ya da insanı korkunç vahşi bir yaratığa dönüştürmüştür. Peki, neden? Neden bu ideoloji insanı vahşi bir hayvana çevirmektedir? Çünkü, burjuva ideolojisinin temel dayanağı olan sosyal darwinizm, insanı bencil bir hayvan olarak görmekte ve toplumu bu vahşetin işletildiği bir saha olarak tanımlamakta ya da algılatmaktadır. Uzun bir süre üzerine çalıştığım Westworld (Batı Dünyası) dizisi ya da senaryosu diyelim, bu vahşi barbarlık sahasını beyaz perdede izleyiciye aktarır. Gelişen teknoloji, vahşi ve bencil insan ideolojisini alt edememekte ve onun haklılığına yeniden iman etmektedir. Bu doktrinle büyüyen çocukların potansiyel bir katil olmaması zor görünüyor. Cinayet masasında uzun süre çalışan ve felsefeyle uğraşacak kadar kafası çalışan deneyimli polislerin bu ideolojiyle kavga ettikleri ve suçun bu toplumsal yapı içerisinde tamamen yok edilemeyeceğini not ederler. Öyleyse din sadece sömürü için değil, bireyi gözetlemek, dengelemek ve frenlemek için de gereklidir. Burjuvalar kilisenin çanından ya da ezandan vazgeçemeyeceğini anlamışlardır. Bu çağrı yapılmalıdır ve ne olursa olsun bu çağrıya celp edilmelidir. Bir İngiliz protestan papazı, botanik bahçesinde bilimsel araştırmalara boğulmuş İngiliz adamına haykırır! İnanmasan da en azından pazarları yükselen bu sese kulak ver, çevrene gülümse, yardım kutusuna para at ve insanlara gerçek bir inançlı gibi görün. Böylece tüm işlerin bereketli olacak ve her şey yolunda gidecek der. Alın size 'ideoloji nedir' sorusunun en güzel cevabı. Hiçbir cevap bu protestan papazınınkinden daha net olamaz. 

Her şey buz gibi ortada dururken okumuş adamı bu en yalın gerçeklere kör eden şey nedir? Özer Ozankaya'nın tanımlamasıyla düşün yapılardır, yani ideolojidir. Hadi yine İngiliz düşüncesini takip edelim, Francis Bacon'a göre en yalın gerçeği görmeyi engelleyen şey: ÖNYARGILARDIR. Önyargıyı hafife almayın, temel burjuva radikal ateizminin bizim ülkemizdeki önyargıları yabana atılır cinsten değil. Ona göre, batılı bir ülke asla şeriatle yönetilemez, şeriat biz barbar doğululara özgü bir yönetim tarzıdır. Bir başörtülü sosyalizmin yakınından bile geçemez, çember sakallı bir adam felsefe ve politika yapamaz. Sonsuza dek uzatacağımız bu önyargılar sisteminin kurbanı, tüm bu avam insanlar acınası ve tiksinilesi suretlerdir. Oysa Jakoben geleneğinin içinden bir ışık gibi fışkıran ve işçi sınıfının ideolojisine evrilen sosyalizm düşüncesi bu radikal ateizmi kökten reddeder. Georges Jacques Danton ve Maximilien Robespierre konvansiyon kürsüsünden yoksul halkın diniyle herhangi bir dertlerinin olmadığını defalarca haykırmıştır. "Ancak ulusun elinden inançlarını ve hayallerini almaya kalkmak şimdilik ona karşı bir suçtur. Ben kendi adıma yalnızca evrenin Tanrısına, özgürlük ve adalete inanıyorum. Oysa köylü avutucu Tanrı'yı ekliyor; çünkü onu kutsal sayıyor, çünkü çocukluğu, gençliği ve yaşlılığının mutlu birkaç dakikasını ona bağlıyor; çünkü zavallının çok duygulu bir ruhu vardır ve çünkü kendisini tümüyle yüce karakteri olan bir şeye bağlıyor. Evet, onun yanılsamasına dokunmayın ama onu aydınlatın. Ona Konvansiyon'un kesin amacının yıkmak değil, tersine daha iyi koşulları yaratmak olduğunu açıklayın. Halk toprağa bir servetle bağlanmamışsa onu yalnızca toprağa bağlayan şeyi yitirmekten korkmamalı."6

Bir köşe yazısının sınırlarına doğru yaklaşırken, temel önyargıların üzerinden bir kez daha geçelim.

Burjuva radikal ateizmi, düşünme ayrıcalığını bir biçimde yakalamış zihinler için büyük tuzaklar içermektedir. Sosyal darwinizme ve Avrupa merkezci önyargılara dayanan bu düşünce pratiği, her ırkçı temelli ideolojide olduğu gibi saçma önyargılarla ya da kavramlarla inşa edilmektedir. Şeriatle yönetilen İsrail devletini, yarı çıplak festivaller düzenleniyor diye katıksız bir seküler devlet olarak algılamak bunlardan biri. Düşünen Adem, medyada ipeksi saçlarıyla ve güzel fiziğiyle objektiflere poz veren İsrailli kadın bir askere meftun olmakta bir an bile tereddüt etmiyor. Yoksa doğulu, yarı aydınlanmış ezikliğimizde, bir cinsel yoksunluk krizinin ortasında propagandanın cazip, seksist doğasına teslim olmaktan gizli bir haz mı alıyoruz? Göbek deliğindeki ya da dilindeki piercing'i cesurca gösteren o kadın asker, sekülerizmin zafer geçidi gibi görünüyor gözümüze. Oysa İsrail'de şeriat kurallarıyla inşa edilen eğitim sistemi içerisinde kız çocukları korkunç ideolojik baskılarla ve sorunlarla cebelleşiyor. Yaşama Avrupa ideolojisinin propaganda penceresinden bakan gözlerin göremeyeceği türden zorbalıklarla yüzleşiyorlar. İşte çocuklardan profesyonel bir katil yaratan ideolojinin ardalanı. 

Hristiyanlığı çeşitli veçheleriyle incelemeye gayret ediyorum ve bu sonsuz ideoloji okyanusundaki maceramın ölene kadar bitmeyeceğinin farkındayım. Avrupalı düşüncesini anlamanın üç sacayağından biri Hristiyanlık. Roma, Hristiyanlık ve Antik Yunan felsefesini tam olarak kavrayamamış bir aklın, gündelik olayların ve siyasi cereyanların etkisine kapılacağı neredeyse kesindir. Bu savruluşta örgütsüz olmak ayrıca büyük etkenlerden bir diğeridir. Neticede düşünen adam beyninden çıkan şu çığlığı bastıramaz: "Evet! Dawkins haklı! İslam lanetli!". Hristiyanlık her din gibi içerisinde pek çok farklı eğilimi barındırıyor. Buna Latin Amerika'daki devrimci papazlar dahil. Bu Hristiyanlığın içerisinde barındırdığı demokratik bir ayrıcalıktan ya da üstünlükten kaynaklanan bir şey değil. Her dinde buna benzer 'eşitlikçi' ya da daha insancıl görünen eğilimler ya da yorumlar olabilir. Elbette buna İslam da dahil. Örneğin bir zamanlar düşünsel olarak kendimi kaptırdığım Tolstoycu 'Hristiyan anarşizmi' bunlardan sadece biri. Ancak tüm bu devrimler ya da reformlar sonrası yazılan Hristiyanlık yorumları özden sapmadır. Hristiyanlığı, İskenderiye kütüphanesini yakarken görmek istememenin sebebi, üstün batı medeniyeti önyargısına zeval getirmemektir. Bir filozof, matematikçi ve astronom olan ve İskenderiye kütüphanesinde çalışan Hypatia'nın yaşam öyküsünü ne çabuk unuttunuz? Hristiyanlık, bilimin ışığını söndürmek için çok sert mücadeleler vermiştir. O mücadelelere bakılırsa eğer, bugünün köktendinci İslamı ile yarıştığını rahatlıkla görebilirsiniz. Ayrıca Hristiyanlığın bu biçimi ölmüş ya da tamamen ortadan kalkmış değil. Sadece kendisini göstermek için uygun anı bekliyor. İskenderiye kütüphanesindeki eşsiz eserler bağnaz İsa takipçileri tarafından yakılırken, rivayete göre  kadın filozofumuzun derisi Hristiyanlar tarafından canlı canlı yüzülmekteydi. Şu an trajedi tanrısının lir sesini duyabiliyor musunuz? Ben duyuyorum. Bu örnek çok uzak bir çağa mı ait? Öyleyse sizi günümüze taşıyalım. Kendi köşemde defalarca yazdığım İrlanda'daki anne ve çocuk evleri trajedisini tekrar hatırlayalım. Katolik kilisesinin İrlanda'da işlediği en büyük suçtan bahsediyorum. Anneleri tarafından katolik kilisesinin insafına terk edilmek zorunda kalan yoksul çocuklar, bakımsızlıktan ve kimsesizlikten acımasızca ölüme terk edilmiş. Amerikalı ailelere satılan çocukları saymıyorum bile. Galway yakınlarında çıkan toplu mezarlar, Hristiyanlığı tercih ettiğini söyleyen Dawkins'i bir şeylere ikna edebilir mi? Dawkins, burnunun ucundaki bu trajediyi göremeyecek kadar büyük beyaz adam ideolojisine meftun ve bu bilimin mucizevi çocuğu, yeni bir barbarlık çağını açacak ideolojik saldırıları tekrarlıyor. Cüretkâr ve faşist burjuvalar pandoranın kutusunu zorluyorlar. Kutu bir kez açılır ve dünya bir medeniyet savaşına sürüklenirse eğer, emperyalizm tıpkı hayranı oldukları o pislik denizinde yüzden Roma İmparatorluğu gibi çökecek. Çünkü İngiltere'ye, Türkiye'den gelen birisi, eğer Avrupa ideolojisi ile gözleri körelmediyse ve yoksulların semtlerine girecek kadar cesareti varsa görecek ki medeniyet diye yutturdukları bu sömürü ve haydutluk düzeni tıpkı Roma'da olduğu gibi içten içe çürüyor...

Calvary: İsa'nın çarmıha gerilmesinin temsili (heykel vs), calvary [bible]: İsa'nın çarmıha gerildiği tepe, büyük ızdırap. Kelimenin anlamı, her dilde olduğu gibi geniş ve kullanış amacına göre değişiyor. Dini, coğrafi ya da felsefi. 

Calvary, İrlandalı oyun yazarı John Michael McDonagh'ın beyaz perdeye aktardığı önemli filmlerden biri. Michael McDonagh, oyun yazarı ve film yapımcısı Martin McDonagh'ın ağabeyi. Hristiyanlığın bir toplumda nasıl derin yaralar açtığını ve arkası gelmeyen travmalara neden olduğunu basit temelde anlamak isteyenler için çok önemli bir film; ancak bazı şeyler izleyerek kavranılamaz. Kavrama ve anlama dediğimiz şeyi geliştirmek okuma ayrıcalığını bu düzende satın alabilenler için geçerli. Tabii onların da ideolojiden gözleri kamaşmadıysa. Bu ayrıcalığa sahip olanlara da Tolstoy'un 'Tanrı'nın Egemenliği İçinizdedir' kitabını öneriyorum. 

İnsanlık ardı ardına gelen trajedilerle titriyor, belki de böylesi bir ruh halinin etkisiyle kendimi bu aralar sürekli tek bir şarkıyı dinlerken yakalıyorum. Kashmir'in 'Melpomene' adlı çalışması belki bu yazıyı okurken sizlere de eşlik edebilir...

"Dudaklarımdan ince bir çizgiyle yüzüme doğru inerken kan; korku yerini sonsuz bir üşüme ve titreme krizine bırakıyor. Youghal'un uçsuz bucaksız sahilleri, tüm karanlığı ve cüretiyle gözlerimin önünde belirirken, alıştığım bu ürkütücü tabloya artık çocuksu bir korkuyla değil, İrlandalı cesaretiyle, kahraman bir direnişçinin gözleriyle bakıyorum. Adanın vahşi doğasını hesaba katmayan kibirli İngiltere kralının bataklığa saplanan ordusunun trajedisine, insanlığın zaferine tanıklık ediyorum. İşte tüm bu düşünceleri, bitmeyen yağmurlara, bir türlü doğmayan güneşe ve ilham perisi Melpomene'nin kanlı dudaklarımı büyük bir tutkuyla öpüyor olmasına borçluyum..."

                                                                                     /././
Richard Dawkins vesilesiyle, Batı hayranlığı üzerine (Nevzat Evrim Önal)
"Mister Dawkins kendi ayrıcalıklarını kenara koyamayacağı için dinler arasından din beğenmek zorunda olabilir; ama Türkiye’nin aydınlanmış insanları onun sahip olduğu ayrıcalıklara sahip değil."

Militan ateizmin hiç kuşkusuz en popüler temsilcisi olan Richard Dawkins, birkaç gün önce İngiltere’de LBC kanalına verdiği bir röportajda1, bu sene Paskalya ile Ramazan bayramlarının aynı tarihlere gelmesi ve İngiltere’de, bilhassa Londra Belediyesi tarafından Ramazanın aktif olarak kutlaması konusunda konuştu. Dawkins bu röportajda kendisini tanrıya inanmasa da “kültürel olarak Hristiyan” olarak tanımladı. Daha önemlisi, İngiltere ve genel olarak Batı uygarlığının da “kültürel olarak Hristiyan” olduğunu, bunun olumlu bir şey olduğunu, Hristiyanlığın temelde saygın ve nazik (kullandığı kelime decent) olduğunu ve İslamın böyle olmadığını söyledi.

Dawkins bu pozisyonu ilk defa savunmuyor. Örneğin 16 Temmuz 2018’de de Winchester Katedrali önünden bir tweet atıp kulağına çan seslerinin ne kadar güzel ve ezanın ne kadar saldırgan geldiğini yazmıştı.2 Zaten benim de bu yazıda amacım Dawkins’in ya da genel olarak militan ateizmin çelişkilerini tartışmak değil.3 Türkiye’de yaşayıp, İslamcı gericiliğin ülkede gerçekleştirdiği karanlık dönüşümden boğulan (ve korkan), Dawkins’in bu yorumlarına yürekten katılacak olan aydınlanmış insanlarla biraz sohbet etmek istiyorum.

Sormak istediğim iki soru var: “Uzun mutsuzluğumuzun sebebi gerçekten şeriatçı gericiler mi, yoksa gericiliğin Türkiye’de böylesine güçlenmiş olması esasen bir sonuç mu?” ve “Dawkins’in savunduğu ideolojik pozisyonla kolaylıkla empati kurabilecek bir ruh halinde olmamız, kendi ülkemiz ve onun dünyanın geri kalanıyla ilişkisi hakkında bizi nasıl bir konuma yerleştiriyor?”

Müsaadenizle, bu soruları kendi durduğum yerden yanıtlamaya çalışacağım ve yanıtlardan yola çıkarak bir uyarıda bulunacağım.

                                                          ***

Eğitimli, kendilerince aydınlanmış insanlar, yoksul ve görece az eğitimli insanların sağcı, gerici siyasi parti ya da hareketlere destek vermesinden dünyanın her yerinde yaygın biçimde yakınıyor. Bu düşünceye göre ABD’de Trump’ın yükselmesi, İngiltere’nin Avrupa Birliğinden çıkması ya da Türkiye’yi 21 yıldır Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetmesi gibi liberal-demokrat insanları üzen şeylerin kaynağında “Aysun Kayacı ile dağdaki çobanın oyunun bir olması” bulunuyor. Mesela Dawkins (laf olsun diye kendisini de cahillerden sayarak) “Brexit kararı cahillere bırakılamaz” diyor ve meselenin devlet bürokrasisi içinde çözülmekten ziyade referanduma götürülmesine karşı çıkıyordu.

Aynı düşünceye göre İslam dininin tarihsel yayılma coğrafyasının bugün ekonomik ve kültürel açıdan geri kalmış olmasının temel sebebi de bu coğrafyaya içkin bir olgu olan İslamcı gericilik.

Ne var ki bu düşünce, çok mantıklı görünen hemen her tek yönlü neden-sonuç ilişkisi gibi, yanlış.

Yanlış, çünkü düşünsel ya da kültürel geriliğin, yozluğun kaynağında daima maddi gerilik ve esaret bulunur. Bugün İslam dininin yaygın olduğu ülkelerin tamamı geçmişlerinde bir imparatorluğun eyaleti ya da sömürgesi oldular; hem tahakküm altında tutuldular hem de talan edilip yoksullaştırıldılar. Osmanlı, bu sömürücü imparatorluklardan bir tanesiydi; ama kuşkusuz içlerinde en yaygın, en korkunç ve en zararlısı İngiltere’ydi. Gücünün doruğunda dünyanın toplam nüfus ve yüzölçümünün yaklaşık dörtte birini kontrol eden bu imparatorluğun sömürgelerinde işlediği insanlık suçlarının tam bir listesini alt alta yazsanız, ABD emperyalizminin de Nazi Almanyasının da suçları görece küçük görünmeye başlayacaktır.

Dawkins, düşünsel açıdan aydınlanmanın olsa da, maddi olarak bu sömürgeci asalaklığın çocuğudur. Üstelik dolaylı ya da metaforik bir şeyden bahsetmiyorum; Dawkins İngiltere’nin Kenya sömürgesinde doğmuş, bağımsızlığını kazandığında Malawi ismini alan Nyasaland sömürgesinde büyümüştür ve çocukluğunun bu ayrıcalıklı ortamını ne kadar güzel hatırladığını, hizmetçilerinin ailesine nasıl sadık olduğunu vb. soran herkese anlatmaktadır.4 Bu yazıya vesile olan röportajında da, ateist olmasına rağmen bugün Afrika’da İslamın değil Hristiyanlığın yayılmasından yana olduğunu, orası için “Hristiyanlık takımını tuttuğunu” söylemektedir.

Yani Dawkins İslama, kendisi radikal bir aydınlanmacı, İslam da gayrı bilimsel olduğu için düşman değil. Öyle olsaydı “Hristiyanlıkla İslamdan birini defalarca seçmem gerekse her seferinde Hristiyanlığı seçerim” gibi bir cümle kurmaması gerekirdi; zira mesele aydınlanma ve bilim olsa, niye ve neden birini seçmesi gereksin ki? Seçmesi gerekiyor, çünkü kendisine doğrudan ve dolaylı olarak sayısız ayrıcalık sağlamış olan sömürgecilik ve emperyalizm, talan edip yoksullaştırdığı coğrafyaları maddi açıdan geri bıraktı. Bu maddi gerilik, gerici ideolojilerin daha kolay kitleselleşebileceği bir habitat yarattı. Üstüne üstlük, aynı sömürgecilik ve emperyalizm, gerek bu coğrafyaları doğrudan tahakküm atında tutarken, gerekse bu coğrafyalar politik bağımsızlığını kazandıktan sonra, buraları sömürmeye daha kolay devam edebilmek için her türlü gericiliği, bilhassa da bazı İslamcı hareketleri sürekli destekledi.5 Şimdi, dünyanın yoksul ve zengin coğrafyaları arasındaki maddi kutuplaşma benzersiz boyutlara ulaştıkça göç kitleselleşiyor, İngiltere gibi sömürgecilik geçmişi olan zengin ülkeler en fazla göçü eski sömürgelerinden alıyor ve ailesinin sadık uşağıyken sevdiği yoksul Asyalı ya da Afrikalı gelip de mahallesine cami kurduğunda Mister Dawkins huylanıyor, işkilleniyor, haksız ve adaletsiz ayrıcalıklarının hesabını ödeme zamanı geliyor gibi hissediyor. Dolayısıyla bilim insanı namusunu toptan kenara koyup, son on yılların en aşağılık politik tezlerinden biri olan medeniyetler çatışmasına yaslanıyor.

                                                             ***

Peki, hiç sömürge olmamış olsa da nihai bağımsızlık mücadelesini İngiliz emperyalizmine karşı vermiş ülkemizde, cumhuriyet aydınlanmasından nasiplenmiş eğitimli insanlar, bir yandan İslamcı gericiliğin en aşağılık temsilcilerinden biri çıkıp “keşke Yunan galip gelseydi” dediğinde öfkelenirken, diğer yandan neden ve nasıl Dawkins’in sömürgeci mantalitesi ile yan yana düşebiliyor veya onunla empati kurabiliyor? Mesela neden hem Türkiye’nin İslam coğrafyasından göç almamasını istiyor, hem kendisi Avrupa ya da Kuzey Amerika’ya göç etmeyi en azından aklından geçiriyor, hem de bunu yaparken “ama ben İslamcı barbarlar gibi değilim, o uygarlığa asimile olabilirim” diye kendince övünüyor?

Bu çelişkili halin sebebi şu: Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunda geç kalmış bir modernleşme projesiydi ve önündeki örnekler modern Avrupa devletleriydi. Başta Mustafa Kemal olmak üzere kurucu devrimci kadrolar açısından aradaki modernleşme açığının hızlıca kapatılmaması durumunda cumhuriyetin yaşama şansı olmadığı aşikardı. Cumhuriyetin hızlı modernleşme hamlesi bu yüzden devletçi ve planlı bir batılılaşma hareketi olarak gerçekleşti. Ne var ki, Türkiye sermaye sınıfı güçlendikçe, bu modernleşme hamlesinin radikal içeriği onun sınıfsal çıkarlarına aykırı gelmeye başladı. Devletçiliğin, laikliğin, bağımsızlığın, aydınlanmanın fazlası komünizme çıkıyordu ve bu yüzden sermaye sınıfı kendi egemenliğini mutlak hale getirdikçe 1923’ün bu değerlerini kapı dışarı etmek zorundaydı.

Bu uzun yozlaşma AKP iktidarıyla tamamlandı. İslamcı gericiliği istemeyen, laiklikten yana olan kitleler düşmanı salt bu iktidar ve çevresinde görse de, cumhuriyetin tüm ilerici değerlerinin imhası dikensiz gül bahçesi isteyen Türk patronların ve emperyalist sermayenin çıkarınaydı.

Cumhuriyetten tam bağımsızlık şiarını çıkartırsanız, onun anti-emperyalist karakterinden vaz geçerseniz, batılılaşma projesi kişiliksiz bir batı hayranlığına dönüşür. Kaynağı batı uygarlığı olsa da insanlığın tamamına mal olmuş evrensel değerler ile, emperyalist uygarlığın kendisini yüceltmek için uydurduğu mitleri birbirinden ayıramaz hale gelirsiniz. Ve bir anda kendinizi, yoksul ve öfkesinin temsiliyeti İslamcı örgütler tarafından ele geçirilmiş Filistin halkı karşısında, kentleri ve insanları daha batılı görünüyor olduğu için İsrail’i destekliyor halde bulursunuz.

Mister Dawkins kendi ayrıcalıklarını kenara koyamayacağı için dinler arasından din beğenmek zorunda olabilir; ama Türkiye’nin aydınlanmış insanları onun sahip olduğu ayrıcalıklara sahip değil. Dolayısıyla yoksul halkın öfkesinin temsiliyetini şimdilik ele geçirmiş gericiler ile uygarlık maskesi takan haris, vampir kılıklı emperyalistler arasında bir taraf seçmek zorunda da değiller. Maskeyi düşürmek de, öfkeyi geri kazanıp ona öncülük etmek de mümkün. 

Bu yüzden Türkiye'nin aydınlanmış insanları onları kişiliksizleştiren bu batı hayranlığını bırakmalıdır; zira aydın bir insan olmanın en temel şartı kişilikli olmaktır.

  • 1.Röportajın tam hali şurada: https://www.youtube.com/watch?v=COHgEFUFWyg. Aslında Türkçe altyazı gömülüp bir kenara konsa, önemli bir kaynak olur.
  • 2.https://x.com/RichardDawkins/status/1018933359978909696.
  • 3.Bu tartışmayı başka bir yerde yeterli detayda yaptık ve en azından karşı argümanlar gelene kadar kapattığımızı söyleyebiliriz: https://bilimveaydinlanma.org/feuerbachtan-gunumuze-militan-ateizmin-di….
  • 4.Dawkins bu nostaljiyi çeşitli röportajların yanı sıra otobiyografik kitabı Merak Tutkusu’nda detaylı biçimde anlatıyor.
  • 5.Yazıyı tarihsel örnekler vererek uzatmayacağım, ancak salt Vehhabîlik ve Selefiliğin tarihini okuduğunuzda bu ilişki çok net görünür. ABD Sovyetler Birliği’ne karşı Afganistan’da Taliban’ı destekler ve silahlandırırken, Vietnam gazisi John Rambo üçüncü filmde mücahitlerinde yanında savaşmak için Afganistan’a giderken ABD emperyalizmi ile Taliban gericiliği arasında sıfırdan bir ilişki kurulmuyor, bu tarihsel arka plana yaslanılıyordu.
                                                                        /././   
Halk ilk kez direnmedi, kayyım ilk kez atanmadı: Van'da neler oldu, neden oldu? (Özkan Öztaş)
Van'da başlayan mazbata krizinin eylemlere yol açması ve AKP'nin geri adım atmasıyla Abdullah Zeydan'ın yeniden başkanlık koltuğuna oturması sürece daha yakından bakmayı gerektiriyor.

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Van Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Abdullah Zeydan'ın memnu haklarının, dolayısıyla seçilme hakkının Adalet Bakanlığı'nın cuma günü mesai bitimine 5 dakika kala yaptığı itirazla geri almasıyla yaşanan olaylar geride kaldı. Zeydan mazbatasını aldı, yaşanan protesto ve eylemler sona erdi.

Ancak yaşananların ardından cevaplanması gereken sorular hâlâ ortada duruyor. Abdullah Zeydan'a mazbatası verilince adalet sağlanmış mı oldu? Onca gözaltı ve tutuklamalar, sokak ortasında yaşanan polis şiddetinden geriye ne kalacak? AKP içinde bir çatlak mı var? Birileri Erdoğan'ı yanıltacak şekilde siyasi bir pusu mu kuruyor?

Geride bıraktığımız günlerde yaşananlar her halükarda yakından incelenmeyi hak ediyor.

Ne olmuştu?

DEM Parti'nin açıklamasına göre 29 Mart 2024 Cuma günü mesai bitimine beş dakika kala Adalet Bakanlığı idari bir karar ve yazıyla, 2022 yılında memnu haklarını alan ve tüm yasal denetimlerden geçen Zeydan’ın memnu haklarına itiraz etti. Bu Abdullah Zeydan'ın seçilme hakkının da elinden alınması anlamına geliyordu. Bu olayın ardından İl Seçim Kurulu mazbatayı Abdullah Zeydan yerine ikinci parti olan AKP'li Abdulvahat Arvas'a teslim edeceğini duyurdu. 

Yaşanan bu duruma tepki veren Van halkı sokaklara döküldü. Gelişmeler hukukçular ve siyasetçiler tarafından kayyım uygulamalarının bir biçimi olarak okundu. Eylemler Kürt seçmenlerin de kayyım politikalarına karşı verdiği en kitlesel tepki ve protestoların örneğini oluşturuyordu. Van'da başlayan eylemler Hakkari, Diyarbakır ve Batman'a kadar yayıldı, İstanbul ve diğer büyük kentlerde de siyasi parti, sendika, oda, baro ve meslek örgütleri tarafından da protesto edildi. AKP içinden çatlak sesler çıkarken YSK süreci yeniden değerlendirdi ve Abdullah Zeydan'ın hak ettiği mazbatayı verme kararı aldı.

Kentte her şey yeniden normale dönerken Kürt seçmenin aklında bir soru kaldı geriye: "Peki şimdi adalet sağlanmış oldu mu?"

AKP içinden ve eski AKP'lilerden sürece tepkiler gelmişti

YSK'nın mazbata kararına AKP içinden de tepkiler geldi. AKP'nin eski Hakkari Milletvekili Abdulmuttalip Özbek yayımladığı mesajda Abdulahat Arvas'a "o koltuğa oturma" çağrısı yaparken, yine AKP'nin eski Van milletvekili ve eski bakan Hüseyin Çelik de sosyal medya hesabından bir paylaşım yaptı ve bu tür olayların AKP'ye zarar verdiğini ifade etti. 

Van'ın köklü ailelerinden Arvas'ların da içinden Abdulvahat Arvas o koltuğa oturmamalı çağrıları yapanlar olmuştu. 

Abdulvahat Arvas'ın seçim çalışmaları devam ederken Mart ayının başında gerçekleştirdiği bir basın toplantısında "Bu şehri kazanmak istiyorum, kayyım olarak atanmak istemiyorum" minvalindeki konuşmaları da yeniden sosyal medyada gündem olmuştu.

YSK'nın mazbatayı Abdullah Zeydan'a vermeyi kararlaştırmasından sonra AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Siyasi ve Hukuki İşler Başkanı Hayati Yazıcı YSK'nın Van kararını tebrik etti ve "Kentteki cinnet hali son buldu" dedi. Ancak Yazıcı AKP içinden tepki görmüş olacak ki bu paylaşımını kısa bir süre sonra kaldırdı. 

AKP içinden farklı sesler: Erdoğan'a pusu mu kuruluyor?

Sürece dair AKP içinden de farklı sesler çıkmaya başladı. Bunun en başa yazılacak göstergesi, sürecin sosyal medyada tartışılıyor oluşu. Zira alışılageldik olan AKP'nin herhangi bir siyasi hatasında dışarıya hiç ses vermeden Erdoğan'ın sorunu düzeltmesi ve sorun hiç yaşanmamış gibi yola devam edilmesiydi. 

Ancak bu sefer böyle olmadı. 

Öncelikle yerel seçimlerde AKP'nin aday belirleme süreçlerinden itibaren Erdoğan'ın önüne onu yanıltacak şekilde bilgilerin gelmesi ve bu süreçte AKP'nin elini zora sokacak şekilde adımların atıldığı iddiaları kulislere yayıldı. Bunlarda elbette hem AKP'nin seçim hezimetine gerekçe yaratma hem de Erdoğan'ı aklama dürtüsünün izleri okunuyordu. 

Tartışma sosyal medyaya yansıyınca da gündem oldu. Mehmet Uçum'un Van'daki YKS kararını eleştiren sosyal medya paylaşımını karşısına alan AKP'li kurmaylar sosyal medyadan yine açıklamalar yapınca "AKP içindeki çatlaklar" tartışması daha çok dikkat çekmeye başladı.

Cumhurbaşkanı danışmanlarından Mehmet Uçum da sosyal medyadan yaptığı açıklamada yaşanan sorunun çözülmesi gerektiği ifade etmişti. Bu ifade daha sonraları yine AKP'li Mehmet Metiner tarafından "halka parmak sallamak" olarak yorumlandı ve Metiner, Uçum'un "eğer varsa AKP'de bir görevi" açıklaması gerektiğini söyledi. 

Yine AKP'li vekil Aziz Babuşçcu, sosyal medya hesabından Mehmet Uçum'u hedef aldığı iddia edilen paylaşımında "Devlet farkında! Devlet okudu! Not edildi! Kaydedildi! Devlet haddini bildirir! Bu anlayış bize uymaz, bizi temsil edemez. Milletin Evi’nden millete parmak sallayamazsınız! Sizin üslubunuz ile söyleyeyim, haddinizi aşıyorsunuz" ifadelerine yer verdi.

Konu basına AKP Genel Merkezi ile Külliye arasındaki ayrışma olarak yansıdı. 

Gazete Pencere'de Nuray Babacan'ın kaleme aldığı ancak daha sonra kaldırdığı köşe yazısında yaşanan olayın AKP içindeki güç savaşlarını görünür kıldığı ve sahura kadar devam eden tartışmalarda bu çatlakların daha fazla ortaya çıktığı ifade ediliyordu. 

Nuray Babacan'ın köşe yazısında bu durum şu sözlerle ifade ediliyordu: "Partide MYK’nın toplandığı gün, Van İl Seçim Kurulu’nun seçilme yeterliliği olmadığı gerekçesiyle mazbatayı AKP’li adaya vereceği açıklaması şok etkisi yarattı. MYK toplantısından sonra bir restoranda bir araya gelen ve sahura kadar değerlendirmelerde bulunan parti kurmayları arasında, 'Bunun AKP’ye çekilmiş bir operasyon' olduğunu iddia edenler oldu."

Ne oldu da AKP kayyım kararından döndü? 

Yaşananlara bakıldığında, seçimleri birinci parti olarak tamamlayan DEM Parti yerine göstermelik nedenlerle mazbatanın AKP'li adaya verilmesi kadar akıllarda kalan bir diğer tuhaflık da AKP içindeki dağınıklık oldu.

AKP olay yaşanır yaşanmaz ortak bir tavır sergileyemedi ve içinden çatlak sesler çıkmaya başladı. Bir kanat mazbatanın geri alınmasının arkasında durmazken, özellikle Mehmet Uçum'un temsil ettiği diğer kanat hem mazbatanın alınmasını savundu hem de buna karşı çıkan AKP'liler dahil herkese sopa salladı.

Tamamını yan yana koyunca ortada iktidar cephesinde bir dağınıklık olduğu sonucu çıkıyor. Üstelik AKP tarihinde alışık olmadığımız üzere bu konu sosyal medyaya yansıyor ve fiili kayyım uygulaması yapan YSK üyeleri hakkında soruşturma başlatılıyor. Şimdiye dek alışılan usul, bu tür örneklerde en fazla ilgili AKP'linin "hasta olduğu için" görevinden affını istemesiydi. 

Toplumsal muhalefet olmaksızın bu sonucun alınması mümkün değildi. Sokağa çıkan on binlerce Vanlı seçmen iradesine sahip çıkmış ve mücadele etmiş, hakkı olanı geri almıştı.

Öte yandan, Kürt halkı ilk kez direnmiyordu. Böyle bakacak olursak koca bir tarihe haksızlık etmiş olunmaz mı?

Doğrudur, yakın tarihe bakılınca kayyım uygulamasına karşı en geniş eylemler yaşandı. Ama bu sefer eylemlerin AKP içindeki dağınıklığa ve Erdoğan'a yapıldığı iddia edilen siyasi pusuya denk geldiği iddia ediliyordu. 

İşte bu ayrıntının Van'da yaşanan olaylara nasıl yansıdığına daha yakından bakmak ihtiyaç haline geliyor. Burada da iki önemli sonuç çıkıyor. İlki, AKP içindeki dağınıklığın, Erdoğan'a kurulan siyasi tuzakların yer aldığı eksen, ikincisiyse kayyım uygulamalarına karşı verilmiş tarihteki en büyük direniş ve protestolar. Zira Kürt seçmenin kalesi olarak görüşen Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'ne dahi 2019'da kayyım atandığında protestolar kitleselleşememiş ve cılız kalmıştı. Ancak Van'daki örnek böyle değildi. 

Fiili kayyım örneği ilk kez yaşanmadı

Yaşanan durum kayyım atamasının hukuksal bir biçim kazanmış hali gibi görülüyor. Göstermelik bir gerekçe ile adayın seçilme hakkı elinden alınıyor ve mazbata en çok oy alan ikinci partiye veriliyor. Bu hem milletvekilliği seçimlerinde hem de yerel seçimlerde tekrar eden bir örnekti. Bu örneklerin tamamında da ikinci partinin AKP olması en büyük "tesadüfü" teşkil ediyor. 

Konuya dair soL'a konuşan DEM Parti Van Milletvekili Gülcan Kaçmaz Sayyiğit de bu sürecin mağdurlarından biri olduğunu ifade ediyor. Şu an Van vekili olan Gülcan Kaçmaz Sayyiğit, 2019 yılında belediye eş başkanı seçildi, ancak KHK’lı olduğu gerekçesiyle mazbatasına el konuldu. Sayyiğit, 14 Mayıs'ta düzenlenen genel seçimlerde mazbatasına el konulan şehirden milletvekili seçilmişti. 

Gülcan Kaçmaz Sayyiğit süreci "O dönem de KHK'lı olduğumuz için mazbata bize verilmemişti. Bu açından bakıldığında bu durum aslında bir tür kayyım uygulaması olarak okunabilir. Tamamında da kararlar siyasi. Siyasi operasyonlara hukuki bahaneler bulunuyor. Van halkı geri adım atmadı. Siyasi operasyonlar için üretilen hukuki gerekçeleri boşa çıkardı" sözleriyle anlatıyor. 

Ancak geçtiğimiz hafta yaşanan olaylara bakıldığında Van'da yaşanan protestolarda katılım sadece DEM Parti seçmenini aşıyordu. Bu boyutu Van'da gazetecilik yapan İdris Yılmaz anlatıyor.

Protestolara katılan AKP'li seçmenler vardı

Konuya dair soL'a konuşan gazeteci İdris Yılmaz, süreci yakında takip edenlerden biri. Halkın daha önceki kayyım örneklerinde bu denli büyük tepki veremediğini ifade eden Yılmaz, buna en büyük gerekçelerden biri olarak sokağa çıkma yasaklarını ve benzeri baskı politikalarını gösteriyor. 

Peki şimdi değişen ne oldu diye soruyoruz.

"Artık bıçak kemiğe dayandı diyebilirim bu örnekte. Halkın öfkesini kustuğunu söylemek yanlış olmaz. Hukuki süreçler tamamlanmış, adaylık kabul edilmiş, seçim olmuş, Zeydan AKP'li rakibinin tam iki katı oy almış ama AKP kaybetti diye hukuki olmayan bir gerekçeyle mazbatanın AKP'ye verilmesi işi çığırdından çıkardı. Sadece DEM Parti tabanı değil Van'da yaşayan AKP'liler de bu duruma karşı çıktı. Sokağa çıkanlar, eylem yapanlar arasında ben bizzat kendim de gözledim, AKP tabanından da protestocular vardı. Vicdanen kabul edilmeyen bir durum oldu.

"Ayrıca AKP'nin politik duruşu da iflas etmiş oldu. Evet hepimiz farkındayız. Hukuk AKP tekelindedir. Ancak Abdullah Zeydan'a mahkemenin 'seçilebilirsin' demesi,, sonra da 'vazgeçtim seçilemezsin' demesi hukuka karşı güvensizliğin somut bir gerekçesi oldu ve bu sokağa yansıdı."

'Bizzat Abdulvahat Arvas'ı aradım, Cumhurbaşkanı'ndan gelecek talimatı bekliyoruz dedi'

Gazeteci İdris Yılmaz süreç yaşanırken bizzat AKP'li aday Abdulvahat Arvas'ı aradığını ifade ediyor. 

"Kendisine, 'Siz toplumda dindar olarak bilinen birisiniz. Ancak din felsefesinde hiçbir şekilde kul hakkı yememek diye bir kural vardır. Yani buna rağmen kul hakkına girecek misiniz' diye soru yöneltmek istedim. Ancak telefonlarıma çıkmadı. Daha sonra danışmanıyla görüştüm. Adı Metin Arvas'tı sanırım. Bana tek kelime edemediler. Açıkça sordum 'siz bu kararı kabul edecek misiniz' dedim. 'Yargı kararını, Cumhurbaşkanı'ndan gelecek kararı bekleyeceğiz' dediler bana. 

"Ama sorun şu. Erdoğan tamam deseydi kabul edeceklerdi."

'AKP'liler seçimlerin öncesinde kayyıma dillendiriyordu'

Yılmaz, "Seçim öncesinde de kulislerde kayyım meselesi kulağımıza geliyordu" diyor, "AKP'li yöneticiler 'Abdullah Zeydan'ın sabıkası var, buraya kayyım atanacak' diyordu. Mazbatayı alamayacağını söylüyordu. Şimdi bu söylemlerle yaşananlara bakıldığında AKP'nin bir yandan buna hazırlandığı da yorumlanabiliyor. Ancak halk demokratik tepkisini gösterince işin rengi değişti. 

"Evet, daha önce halk kayyım politikalarına karşı bu denli yüksek tepki gösterememişti. Evler yıkıldı, insanlar geceleri evlerinden toplandı. Önceden durum biraz daha farklıydı. Ama bu sefer halk daha büyük bir eylemlilik gösterdi. Ben inanıyorum ki yarın bir gün kayyım atanacak olsa dahi benzer bir şey yaşanacaktır. Kayyım meselesini protesto etmek açısından cesaret eşiğinin aşıldığını düşünüyorum."

'AKP halkın tepkisini kırmak istedi, denedi, ama başarılı olamadı'

Konuyu yakından gözlemleyen ve yaşanan süreci en başından beri içerden takip edenlerden birisi de TKP Van İl Başkanı Banu Yıldırım'dı. Yıldırım soL'a verdiği mülakatta yaşanan protestolara kolluk kuvvetlerinin çok ağır biçimde saldırdığını, sokak aralarında büyük insanlık suçu işlendiğini ancak her şeye rağmen protestoların devam ettiğini, hatta AKP'li seçmenin dahi yaşananlara itiraz ettiğini ifade ediyor.

"Sonuçların açıklandığı Pazar akşamı insanlar kutlama yapmak için sokağa çıktı. Belediyelerin önünü tomalarla kapatmışlardı ve eğlenen insanlara polis müdahalesi oldu. O akşam zaten bir şeyler bekliyorduk biz de. Ertesi gün mazbatanın Abdullah Zeydan’dan alınıp Abdulahat Arvas’a verileceği kararını aldı İl Seçim Kurulu. Bu kararın hukuksuzluğu zaten kamuoyunda da çok gündeme geldi. AKP irade hırsızlığı yapmayı denedi bu kararla. 

"Halk kararı protesto etmek için sokağa çıktı. Üç gün boyunca eylemler sürdü. Çok şiddetli polis müdahalesi oldu. Bunu söylememiz lazım. Sokak aralarında dövülen insanlar, yüzlerce gözaltı, plastik mermi ve tomalarla aralıksız müdahale. Ama halkın tepkisini kıramadılar. Halk kendi hakkı olanı korumak için bile üç gün sokaklarda direnmek zorunda kaldı." 

'Arvas'ın kendisi de 3 gün boyunca ortalıklarda görünmedi'

Yaşanan olaylarda AKP'lilerin tepkisinden de söz eden Banu Yıldırım, mazbata 3 günlüğüne kendisine verilen AKP'li Abdulvahat Arvas'ın da yaşanan olaylarda hiç ortalıklarda görünmediğine dikkat çekiyor. 

"Bu üç günde çarpıcı olan şeylerden biri de, AKP’ye oy verenlerin de karara tepkili olmasıydı. Çok ciddi bir adaletsizlik söz konusuydu ve kentte AKP’lilerden de kararı desteklemediklerine dair çok şey duyduk. Zaten Arvas’ın kendisi üç gün boyunca ortada yoktu, hiçbir platformda sesi çıkmadı. Meşru olduğuna inansalardı herhalde çıkıp meşru belediye başkanı olarak konuşurdu. İzlediler, halkın tepkisinin sönümlenmesini beklediler ama bu olmayınca geri adım attılar. 

"Kürt emekçileri yurttaşlık hakkı olan oy haklarını mücadele ile korudular ve kazandılar. Bu hepimiz açısından umut verici çünkü bir yılgınlık olduğu, kayyım uygulamalarının kanıksandığı yönünde yorumlar yapılıyordu. İnsanlar da böyle olunca 'sokağa çıkıyoruz ama ne değişiyor ki?' düşüncesine doğru ittiriliyordu adeta. Ama böyle olmadığı, halkın tepkisinin sonuç verdiğini gördü herkes."

AKP'nin içindeki çatlak seslerin halkın aslında yaşananlara hukuki kılıf uydurulduğunu daha net görmesini sağladığı anlaşılıyor. Ancak şimdi Vanlı yurttaşların aklında bir soru daha var. Mazbata Abdullah Zeydan'a verilince adalet sağlanmış oldu mu? Konu kapandı mı? DEM Parti’nin Van Büyükşehir Belediye Başkanı Abdullah Zeydan’ın seçilme hakkının geri alınmasıyla başlayan eylemlerde gözaltına alınan 264 kişiden 23’ü tutuklandı. YSK ve yargı 'hak Abdullah Zeydan'ındır' dedi. Ama aynı şeyi dile getiren ve haklı tepksini ortaya koyan seçmenler işkence gördü, gözaltına alındı ve tutuklandı. 

Van halkı şimdi gerçekten adeletin sağlanmasını istiyor. 

                                                             /././

'Gıda Dedektifi'ne 'yanıltıcı bilgi cezası': 'Bireysel farkındalık projesi'nden gelir kapısına (Yalçın Çuğ)
"Gıda Dedektifi" hesabının kurucusu Musa Özsoy'a yanıltıcı bilgiler yayımladığı gerekçesiyle para cezası verildi. Peki Özsoy'un tek amacı tüketicileri objektif bir şekilde bilinçlendirmek mi?

Ticaret Bakanlığı'na bağlı Reklam Kurulu, "Gıda Dedektifi" isimli internet sitesi ve sitenin sosyal medya platformlarında yapılan tanıtımlara dair şikayetler üzerine inceleme başlattı.

"Etiket okuma farkındalığı ve tüketici bilincini geliştirmeye" yönelik paylaşımlar yaptığını öne süren platformun, mevzuatta izin verilen sağlık beyanlarının dışına çıktığı, yaptığı tanıtımların tüketicileri yanıltıcı nitelikte olduğu ve dürüst rekabet ilkelerine aykırılık teşkil ettiği belirtildi.

Reklam Kurulu, incelemelerin ardından, "internet üzerinden tüketici haklarını koruma adı altında yanıltıcı bilgiler yayımladığı" gerekçesiyle "Gıda Dedektifi" hesabının kurucusu Musa Özsoy'a Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun gereğince 550 bin 59 lira idari para ve reklam durdurma cezaları verilmesini kararlaştırdı.

Reklam Kurulu tarafından yapılan incelemede, Gıda Dedektifi tarafından tanıtımı yapılan "Züber Original Fıstık Ezmesi" isimli ürüne dair "Karbonhidratın karşılığında üründe bulunan lif tüketiminin kan şekerinin aniden yükselmemesi ve daha uzun süre tokluk vermesi gibi etkileri olacak. Üründe yer fıstığından doğal olarak gelen yağ ve yüksek oranda protein bulunuyor" ifadelerinin kullanıldığı belirtildi.

Söz konusu ürünün ambalajında "doğal protein kaynağı" ifadesine yer verilmesine rağmen internet sitesinde "Üründe yer fıstığından doğal olarak gelen yağ ve yüksek oranda protein bulunuyor" ifadesinin kullanıldığı, ancak mevzuat gereği "yüksek protein" beyanında bulunulabilmesi için gıdanın enerji değerinin en az yüzde 20'sinin protein tarafından sağlanması gerektiği, ürünün 22 gram protein değeriyle mevzuatta yer alan beyan koşulunu sağlamadığı tespit edildi.

Tek amacı tüketicileri bilinçlendirmek mi?

Hakkında idari para ve reklam durdurma cezaları verilen Özsoy, daha önce de gözaltına alınmasıyla gündeme gelmişti.

Özsoy, gözaltına alınmasının ardından Ülker'in sahibi Murat Ülker'i işaret ederek "Türkiye'nin en zengin 'adamının' bizi susturmaya, korkutmaya, tek kelimemizi bile satın almaya asla ama asla gücü yetmeyecek" açıklamasında bulunmuştu.

Peki Özsoy'un tek hedefi gerçekten, gözaltılar ve davalara rağmen etiket okuma farkındalığı ile tüketicileri objektif bir şekilde bilinçlendirmek mi?

Gıda sektörüne dair eğitimi ve uzmanlığı yok

2017 yılında Musa Özsoy tarafından Instagram'da kurulan Gıda Dedektifi hesabı, kısa bir süre içerisinde çeşitli sosyal medya platformlarında ve internet sitesinde de yayın yapmaya başladı.

Gıda Dedektifi'nin internet sitesinde yer alan bilgilere göre, oluşum Özsoy'un "bireysel farkındalık projesi" olarak tanımlanırken, oluşumun hedefi ise "etiket okuma farkındalığı ve tüketici bilincini geliştirmeye yönelik paylaşımlar yapmak" olarak tanımlanıyor.

Yine Gıda Dedektifi'nin internet sitesinde bulunan bilgilere göre, gıda sektörüyle ilişkili herhangi bir eğitim ve uzmanlığı bulunmayan Özsoy'un, oluşumu kurma gerekçesinin "yaşadığı bir rahatsızlık sonrasında endüstriyel gıda ürünleriyle ilgili araştırmalarını yoğunlaştırmasıyla" ilgili olduğu belirtiliyor.

'Bireysel farkındalık projesi'nden gelir kapısına

İlk paylaşımlarında sponsorsuz şekilde yaptığı ürün incelemelerine yer veren Özsoy, sonrasında paylaşımları arasına şirketlerle işbirliği, ücretli incelemeler ve sponsporlu içerikler eklemeye başladı.

Gıda şirketleriyle ticari ilişkilere giren Özsoy, sponsorluğunu yapan ve tanıtım kapsamında parasını aldığı şirketlerin ürünlerini incelemeye başladı. Böylece "bireysel farkındalık projesi" iddiasıyla başlayan süreç, Özsoy'un gelir kapısı haline geldi.

Bu nedenle Özsoy'un ticari ilişki kurduğu şirketlerin ürünlerini, objektif şekilde inceleyemeyeceği sıkça gündeme geliyor. 

Yanıtı 'algılara kapılmayın' oldu

Özsoy'un para karşılığında yaptığı içeriklerin miktarı ve kimi gıda şirketleriyle olan ilişkisi arttıkça, objektiflik tartışması daha da gündeme geldi.

Özsoy ise tepkililere şöyle yanıt verdi:

"Üretimim temiz diyen, tarafsız inceleme isteyen, içeriğimi her yanıyla inceleyip yayınlayabilirsiniz diyecek kadar ürününe güvenen onlarca marka ürünü bugüne kadar özel inceleme kapsamında inceledik, size de sponsorlu içerik diye beyan ettik. Algılara kapılmayın."

Reklam Kurulu tarafından 2021'de yayımlanan düzenleme ile sosyal medyadaki tüm reklam işbirliklerinde, söz konusu paylaşımın reklam olduğunun belirtilmesi zaten zorunlu hale getirilmişti.

Sponsorlu incelemelerde önceki eleştirilerini 'unuttu'

Öte yandan Özsoy'un ücret karşılığı yaptığı incelemelerde olumsuz ifadelere yer vermemesi dikkat çekiyor.

Özsoy'un ücretsiz yaptığı incelemelerde ürüne dair eleştirdiği noktaları, benzer içeriği sahip kimi ücretli içeriklerde eleştirmediği görülüyor.

Örneğin bir markanın hazır noodle ürününü eleştiren Özsoy, farklı bir markanın hazır noodle ürünü için yaptığı sponsorlu içeriğinde, eleştiride bulunmuyor ve ürünün farklı noktalarına işaret ediyor. Ancak Özsoy'un eleştirdiği palm yağının her iki üründe de bulunduğu biliniyor.

Özsoy başka bir örnekte de sponsorsuz olarak incelediği üründe bulunan katkı maddesini eleştiriyor ve paylaşımda bu eleştiriye sıkça vurgu yapıyor. Özsoy sonrasında para karşılığında incelemesini yaptığı başka bir üründe ise aynı katkı maddesinin üründe yer aldığını belirtiyor ancak herhangi bir eleştiride bulunmuyor.

Bu ve benzer örnekler akıllara, aynı ürünleri üreten gıda şirketlerinin, kendi ürünlerini öne çıkarmak ve piyasa içerisinde rakip firmaya kıyasla daha fazla tercih edilmek için Özsoy'a kendi lehlerinde ücretli içerikler yaptırdığını getiriyor.

Öte yandan Özsoy, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hakkında soruşturma başlatılana kadar çeşitli gıda şirketlerinin sponsorluğuyla okullarda da söyleşiler ve etkinlikler düzenledi. Söz konusu etkinliklerin sponsorlarından birisi de Yayla şirketi oldu. Gıda Dedektifi'nin internet sitesine bakıldığında Yayla'nın ürünlerine dair olumlu birçok ücretli inceleme yer alıyor.

MÜSİAD etkinliğine giderken gözaltına alındı

Özsoy'un, AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan'ın yöneticilerinden olduğu Türkiye Gençlik Vakfı''nın (TÜGVA) eski yöneticilerinden olduğu belirtiliyor. Ayrıca Özsoy'un, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği'yle (MÜSİAD) olan ilişkisi de dikkat çekici.

Bir süredir İngiltere'de yaşadığı belirtilen Özsoy, 2023 yılının Eylül ayında Türkiye'ye geldiğinde gözaltına alındı. Gıda Dedektifi üzerinden yapılan açıklamada, Özsoy'un, Murat Ülker tarafından yapılan yeni bir suç duyurusu kapsamında gözaltına alındığı iddia edildi.

Yine Gıda Dedektifi hesabı üzerinden olaya dair yapılan açıklamada, "Kendisi bugün yapılacak söyleşi programı sebebiyle Genç Müsiad'ın davetlisi olarak İngiltere'den İstanbul'a gelmiştir" ifadeleri kullanıldı.

Özsoy'un MÜSİAD'ın etkinliği için Türkiye'ye dönmesi dikkat çekti. Özsoy'un "Herkes bilsin ki; Türkiye'nin en zengin 'adamının' bizi susturmaya, korkutmaya, tek kelimemizi bile satın almaya asla ama asla gücü yetmeyecek" açıklamasında bulunduğu Murat Ülker de MÜSİAD'a yakınlığıyla biliniyor.

                                                                /././

Seçimlerde ‘aşiret savaşları’: Siverek örneği (YEKTA ARMANC HATİPOĞLU)

Özellikle Şanlıurfa’da varlıkları çok hissedilen aşiretler, seçimlerde bir kez daha görünür hale geldi. Siverek'te seçimlerde iki aşiret, Bucak ve İzol yarıştı.

31 Mart yerel seçimleri, AKP’nin beklenmedik bir mağlubiyet almasıyla sonuçlandı. SHP dönemi sayılmazsa CHP, 1977’den bu yana ilk kez birinci parti olarak çıktı seçimlerden. Bu beklenmedik mağlubiyet ve zafer, kimi kentlerde kıl payı gerçekleşti. Bazı kentlerde AKP, bazı kentlerde CHP, bazılarında ise YRP seçim sonuçlarına itiraz etti. Kimilerinde hâlâ YSK’nın vereceği karar bekleniyor.

Şanlıurfa’nın Siverek ilçesi, bu olayın son yaşandığı yerlerden biri.

2014’ten beri AKP’nin rakiplerine fark atarak kazandığı ilçede son yerel seçimde Yeniden Refah Partisi (YRP) denkleme dahil oldu. Böylece AKP, son iki seçimdir yaşadığı “Siverek’i garantileme” konumunu yitirdi. AKP adayı Ali Murat Bucak 45 bin 369, YRP adayı Hasan İzol 45 bin 305 oy aldı. 64 oyla seçimi kaybeden YRP, Şanlıurfa İl Seçim Kurulu’na itirazda bulundu. İnceleme sonrası kurul, Siverek’te seçimin yenilenmesine karar verdi. Ardından YSK, bu kararı kaldırarak Siverek’te seçimlerin yenilenmeyeceğini açıkladı.

Ali Murat Bucak, 2009’da Demokrat Parti adayı olarak girdiği yerel seçimlerde Siverek Belediye Başkanı seçilmiş, ardından 2014’te yine Demokrat Parti’den yarışa girdiği Siverek’te AKP’li aday Resul Yılmaz’ın 18 puan altında kalmıştı.

Seçimlerin yenilenmesinin ne kadar gerekli olduğu, iki aday arasındaki oy farkı gibi tartışmalar bir yana, iki aday da seçimlere birer aşiret temsilcisi olarak girdi. AKP adayı Bucak aşiretini, YRP adayı ise İzol aşiretini temsil ediyor. Bölgede kendisini en fazla Şanlıurfa’da hissettiren “aşiretçilik”, seçimlerde de rahatlıkla görülebiliyor.

Susurluk kazası, Sedat Bucak ve Bucakların devletle ilişkisi

Bucak aşireti, Siverek ve Hilvan ilçelerine 19'uncu yüzyılın başında Diyarbakır’dan göç etti. 60 köyü bulunan aşiretin nüfusunun 150 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.

Aşiret, 1990’larda devletin Kürtlere yönelik baskı politikasının destekçileri arasında biliniyor. İçinden pek çok korucu ve milletvekili çıkaran aşiret, özellikle 90'lı yıllarda devletle olan ilişkisini geliştirdi.

PKK’nin ilk silahlı eylemlerinden birinin hedefi olan Mehmet Celal Bucak, Adalet Partisi Şanlıurfa Milletvekili ve Bucak aşiretinin o yıllardaki lideriydi. 1979 yılında Hilvan’ın Kırbaşı köyünde PKK tarafından başarısız bir suikast girişiminde hedef alındı.

Mehmet Celal Bucak’ın oğlu Fatih Bucak da Haziran 2015 seçimlerinde Şanlıurfa bağımsız milletvekili adayı, ardından Kasım 2015’te AKP milletvekili aday adayı oldu. Mehmet Celal Bucak, düzen partilerinin “nüfuzlu” kişiler için ne konumda olduğu gerçeğini insanların yüzüne çarparcasına 2019’da CHP’den Siverek Belediye Başkan adayı oldu, HDP’li rakibinin arkasında ve üçüncü sırada kalarak seçimleri kaybetti.

Bucak aşiretinin en bilinen ismi, kuşkusuz Sedat Bucak. 19, 20 ve 21. dönem DYP Şanlıurfa milletvekili olan Sedat Bucak, 1996 yılında gerçekleşen Susurluk kazasından sağ kurtulan tek kişi. Sedat Bucak, aynı zamanda yukarıda ismi geçen, Siverek’in AKP’li Belediye Başkanı Ali Murat Bucak’ın kardeşi.

TBMM Genel Kurulu’nda 11 Aralık 1997’de, yani Susurluk kazasından sonra dokunulmazlığı kaldırılan Sedat Bucak hakkında Başsavcılık, gıyabi tutuklama kararıyla aranan Abdullah Çatlı’nın yerini bildiği halde yetkili mercilere haber vermeyerek saklamak, cürüm işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak ve vahim nitelikte silah bulundurmak suçlarından 11 yıldan 20 yıla kadar ağır hapis istemiyle dava açtı. Bucak, daha sonra “devlet sırrı” gerekçesiyle açıklamadığı bazı bilgi ve resimleri mahkemeye sundu, Yargıtay 8. Ceza Dairesi, hakkındaki 1 yıl 15 günlük hapis cezasını onadı.

En son 2007 seçimlerinde Demokrat Parti Şanlıurfa 1. sıra milletvekili adayı olan Sedat Bucak’ın AKP’yle de yakın ilişkileri var. Son olarak AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu yılın şubat ayında yaptığı Şanlıurfa ziyaretinde Sedat Bucak, Ali Murat Bucak ve akrabaları Şenyaşar Katliamı davasında yargılanan önceki dönem AKP Milletvekili İbrahim Halil Yıldız’ın içlerinde bulunduğu bir grupla görüştü.

Bir aşiret klasiği olarak AKP’den koltuk kapmak: İzol aşireti de Bucaklardan farklı değil

Aşiretler neredeyse bütün düzen partileriyle, hatta yer yer düzenden yer kapmak isteyen partilerle ilişkiler kuruyor, onları destekliyor. Siyasi mücadelesinin ilk dönemlerinde karşısına aşiretleri almış DEM Parti bile yer yer aşiretler tarafından destekleniyor.

Ancak AKP, diğer bütün partiler bir yana Türkiye’deki aşiretler için adeta biçilmiş kaftan. Her biri sermaye sahibi olan aşiretler, AKP döneminde sermayenin aldığı koşulsuz ve sınırsız desteği alıyor. Öte yandan AKP, aşiret kültürüne koşulsuz destek veriyor.

İzol da bu aşiretlerden farklı değil. CHP, AKP ve YRP’yle sık sık temas kuran İzollar, Bucakların aksine Türkiye’nin çeşitli yerleşimlerine dağılmış durumda. Nüfusu 300 bin olarak tahmin edilen İzol aşireti tarihte Dersim, Bingöl, Muş, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ ve Malatya illerinde yerleşik oldu. Günümüzdeyse bu illerin yanı sıra Ankara, İstanbul, İzmir, Adana ve Mersin gibi büyükşehirlerde de aşiret mensupları bulunuyor.

Düğünlerinde kilolarca altın takılmasıyla haberlere konu olan İzol aşiretinin tek “marifeti” bu değil. Geçen sene AKP eski Milletvekili Zülfikar İzol’un katil olan yakınlarının kaçmasına yargı tarafından olanak sağlandı.

Urfa’nın Siverek ilçesi Çeltik Mahallesi’nde 15 Haziran 2019 tarihinde AKP eski Milletvekili Zülfükar İzol’un oğlu, kardeşi ve akrabalarının saldırısında aynı aileden Zozan İzol, Hakkı İzol ve Meral İzol ile oğlu Musa Serhat İzol öldürüldü.

Olaydan sonra gözaltına alınan AKP eski Milletvekili Zülfükar İzol’un kardeşleri Bülent, Cihan ve Cemal İzol ile oğulları Bozan ile Ferman İzol tutuklandı. Ancak Bülent İzol 6 Ekim 2020’de, Cihan İzol 5 Ocak 2021’de, Cemal İzol 1 Haziran 2021’de, Serhat Ferman İzol ise 1 Haziran 2022’de salıverildi. Savcılık, “cinayeti azmettirmekle” suçlanan eski AKP Milletvekili Zülfükar İzol hakkında “takipsizlik” kararı verdi.

“Güvenlik gerekçesiyle” Aksaray 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam eden davanın 25 Ekim 2023 tarihindeki 16’ncı duruşmasında karar çıktı. 6 kişinin firari olduğu davada 11 kişinin “tasarlayarak adam öldürme” ve “tasarlayarak adam öldürmeye teşebbüs” suçlamalarıyla yargılandı.

Düzen partilerinin aşiretlerle kurduğu ilişkiler demiştik… İzol aşireti, 2022 yılında CHP’ye katıldı. İzol aşireti ağaları CHP Genel Merkezi’ne giderek CHP’ye katıldığını duyurmuştu. 22 yıldır AKP’li olduğunu söyleyen İzol aşiretinin liderlerinden Cengiz İzol, yaptığı açıklamada Kemal Kılıçdaroğlu’na çok teşekkür etmiş, AKP’den ayrıldığı için mutlu olduğunu belirtmişti.

(soL)


Cumhuriyet’in Yeni Yüzyılında Yeni Dünya Politikası - Serdar Şahinkaya / soL

 

Bana göre Taşansu Türker hoca olağanüstü bir emek harcayarak adeta ilmik ilmik örülen bir Anadolu kilimi titizliği ve lezzetinde müthiş bir eseri sosyal bilimler alanına kazandırmıştır.

Yazının başlığı,  Siyasal Bilgiler Fakültesi – Mülkiye’de bir dönem İdare Tarihi, ardından Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi altında yeni kurulan Karşılaştırmalı Siyaset Anabilim Dalı başkanı genç dostum Taşansu Türker’in yeni kitabının adıdır. İlber Ortaylı hoca kitaba yazdığı takdimde karşılaştırmalı siyaseti; “bir teori ve reçete ile bakılacak bir dal olmaktan çok, etraftaki dünyayı tanımakla mümkündür. Devletler ve uluslararası kuruluşlarla olan ilişkileri, yurt içinde devletin çeşitli kademeleriyle olan bağları onun canlı ve somut bilgiler edinmesini sağlıyor” şeklinde tarifliyor.

Prof. Dr. Taşansu Türker, hayatımıza doğrudan etki eden dünya politikasının ayrıntılarını “Sonuç Yerine” dâhil altı ana bölümde ve 411 sayfada, çevremizde olup bitenleri ve dünyanın ne tarafa doğru gittiğini tarihsel arka planlarıyla inceleyerek anlaşılır bir biçimde yorumluyor.

Kitabı okurken, derslerim ve konferanslarımda sıkça kullandığım bir epigrafiyi hatırladım.
A. Du Velay isminde bir Fransız tarihçinin 1903’te basılan ve Maliye Bakanlığı Tetkik Kurulunca 1978 yılından Türkçeye çevrilen Türkiye Maliye Tarihi kitabından “Türkiye’nin mali tarihi, siyasi tarihin gerçek bir mukaddemesidir. İlki bilinmezse ikincisinde yanılgıya düşme tehlikesi vardır ve çoğu kez birbiriyle örtüşerek biri, diğerini tamamlar”. Mösyö Velay’ın 121 yıl önce yazdıkları aslında bugüne de ciddi ışık tutmaktadır. Sizce de öyle değil mi?

Günümüze dair çoğu medya organı ve ekranında özellikle iktisadi - mali tahlil ve yorumların nerede ise tamamı, siyasi tarihten bihaber, ayrıca sadece arttı – azaldı – aynı kaldı lakırdısı ile bezeli yurttaşları ve toplumsal sınıfları göz ardı etmektedir. İşte tam da bu noktada Cumhuriyet’in Yeni Yüzyılında Yeni Dünya Politikası kitabı, başucu kaynaklarımızdan biri olmalıdır / olacaktır da. Zira bu kitap, dünyanın ciddi bir dönüşüm sürecinden geçtiği, belirsizlikle dolu dönemde, Cumhuriyet’in içinde yer aldığı uluslararası ilişkilerin farklı bir ifade ile uluslararası işbölümünün geleceğine dair yorum ve analizlere mesnet teşkil edecek bilgilerle doludur. 

                                             A. Du. Velay – Türkiye Maliye Tarihi. Kapak

Taşansu Türker hocanın ifadesi ile not edersek; “bir zaman dilimi sunan, fakat bununla iktifa etmeyip, olabildiğince kavramsallaştırma amacı da güden bir metin (…). Bir almanak olmasa da yakın dönemin önemli konu başlıklarını takip edilebildiği ama bunun yanında kolay okunan ve okuyucuya farklı katmanlarda temel motiflerin aktarılmaya çalışıldığı; akademik niteliğinden taviz verilmeden fakat sadece akademiye has olmayan bir kıvam ve üslup tutturulması” da amaçlanmış ve bence bu amaç yakışıklı bir biçimde de başarılmıştır.

Mark Twain’ın çokça tekrarladığı “Tarih tekerrür etmez ama sıkça kafiyelenir” sözü ile Eric Hobsbawm’ın kategorileştirme ve dönemselleştirme geleneği de kitabın ismini oluşturan iki taşıyıcı akstır. Böylelikle, dünyanın ve tabii ki Türkiye’nin de içinden geçtiği bu dönemin izah edilebilmesi için temel bir formasyon olarak tarih bilimi öne çıkmaktadır. 

Elimizdeki kitap, vakalar arasındaki kaba analojiler yerine vakıalar ve yapılar üzerinden bir analiz çabası olarak tarih biliminin kapsayıcılığı çerçevesinde; siyasi tarih, uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, karşılaştırmalı siyaset, bölge çalışmaları gibi alt disiplinler ve coğrafya, dilbilim, sosyoloji ve hukuk gibi yan bilimlerden de istifade edilerek hazırlanmış. İktisat ve maliye gibi son derece önemli bilim alanları da olabildiğince kullanılmaya çalışılmış. Bunların yanında anlatımın ve okunabilirliğin mümkün olduğunca desteklenebilmesi için de güncel ve hatta popüler düzeydeki referanslara, akademik bütünlüğü bozmayacağı umut edilen bir düzeyde yeterince başvurulduğunu görüyoruz. 

Dr. Türker; “Cumhuriyet’in yeni yüzyılı, dünyada da yeni bir hakikatin hâkim olacağı bir dönemle çakışmaktadır. Yeni bir hakikat demek, hayatın yeniden tanımlanması ve dolayısıyla her alanda ve her ölçekte doğru ve yanlışların da yeniden belirlenmesi demektir. Böyle dönemlerde entitelerin ve kimliklerin kendi içlerinde taşıdıkları tarihsel teraküm ile oluşmuş en derinlerindeki ilkeleri mühim olsa gerektir. Hürriyet, müsavat ve uhuvvetle beraber adaletin yanında olmak, ama daha da ötede insanın tarafında olmak, barışın tarafında olmak, bilimin tarafında olmak, üretimin tarafında olmak ve en geniş rızanın tarafında olmak böyle bir dönemde Cumhuriyet’in müktesebatında var olan kaynaklar olsa gerektir” tespitiyle yeni yüzyıl içinde bir anlamda 1923 Cumhuriyetinin kazanımlarına dikkat çekmektedir.

Kitabın, hem bu çerçevede faydalı olacağı hem de uzun yıllar bir başvuru kaynağı niteliğini muhafaza edeceğini düşünüyorum.

Yapıtın bölüm başlıklarına değinerek yazıyı toparlayalım: 

Birinci Bölüm KARMAŞA YILI başlığı altında;  Ortadoğu, Rusya; Trump Ne İstiyor? / Ulus-Devletler-Küreselleşme / Faşizm / BM Sistemi ve Türkiye / “Egemen Demokrasi” Kavramı / Almanya / Cemal Kaşıkçı / Fırat’ın Doğusu / Fransa’da Sarı Yelekliler / Almanya / Suriye Krizi’nde Dörtlü ve Üçlü Arayışlar- Astana’nın Fişini Çekmek / Trump’ın Suriye’den Çekilme Açıklaması / Rusya-Türkiye İlişkileri.

İkinci Bölüm’ün adı YARILMA YILI. Alt başlıkları;  Venezuela’da Darbe / Türkiye’de Bölge Çalışmaları ve Uzmanlığı İhtiyacı / Rusya’nın Suriye İçin Adana Mutabakatı Hatırlatması / Avrupa’nın Suriye İnisiyatifi  / Hindistan ve Pakistan / İsrail ve Kushner / CAATSA / İsrail’de Seçimler / Irakeyn / Rusya ve İsrail / Türk-Amerikan İlişkileri/ Doğu Akdeniz ve Libya/ Britanya Savunma Bakanı’nın İstifası / Pompeo: Venezuela ABD’nin Arka Bahçesidir / S-400’ler: Rusya ve ABD / Suriye’nin Geleceği / İsrail İç Siyasetinde Arayışlar / Avrupa Seçimleri / Rusya ve İsrail / Zamanlar ve yine Avrupa / Ukrayna; ABD, Rusya /  Trump ve Ekibi: Azil Meselesi  / Netanyahu’ya Suikast Girişimi; Netanyahu Siyaseti Evrensel Bir Örnek mi?/ Afganistan / Mısır’da Askeri Hareketlilik mi? / Kushner ve Ortadoğu Planı ve Barış Pınarı / Türkiye, Suriye ve Batı / Pence’in ve Pompeo’nun Türkiye Ziyareti / Pence’in Ziyareti / ABD-Türkiye İlişkileri / Suriye / Macron’un Fransa’sı ve Merkel’in Almanya’sı/ Rusya-Batı Yakınlaşması/ Azerbaycan /  Libya’da Mutabakatın Tarafları / Türkiye’nin Yeniden Kurulum İçerisindeki Yeri /Putin’in Konuşması .

Üçüncü Bölüm DONUŞ YILI diye adlandırılmış. Değinilen başlıklar; Kasım Süleymani Olayı / Doğu Akdeniz-Libya / Rusya İç Siyaseti / İsrail / ABD’de Seçim / Gürcistan’ın NATO Üyeliği Hakkında Türkiye’nin Açıklamaları / Türkiye-Yunanistan / Irak / Jeff Bezos / Türkiye-Rusya  / İdlib / Ukrayna / Holokost / Tarihsel Perspektiften Türkiye-Rusya İlişkileri / Rusya-Türkiye İlişkileri Üzerinden Suriye / Ateşkes / Diplomasi / Korona Virüs / Türk Devleti / ABD ve Avrupa / Yapay Zeka / Tarihin Aklı / Farklı Batılar / Muhammed bin Selman ve Trump / Libya / Türkiye ve “Göreli Özerklik” / ABD Sermayesi / Akdeniz / Etiyopya ve Rönesans Barajı / Kurt Diplomasisi / NATO ve Türkiye / Mağrip-Maşrık / ABD Seçimleri Öncesi Seattle Olayları/ Tovuz Çatışması / Libya ve Rusya / Türk Devlet Geleneği / Balkan Milliyetçilikleri ve Türk-Yunan Meselesi / Fransa ve Doğu Akdeniz / Beyrut Limanı Patlaması/ Yunanistan ve Mısır / Doğu Akdeniz / İsrail / Doğu Akdeniz  / Belarus’ta Sokak Gösterileri / Almanya ve Rusya / Akdeniz / Ortadoğu ve Hainleri / Rusya ve Batı / İngiltere / Azerbaycan / Uluslararası Özne Olma Sorunsalı / Türkiye ve Rusya / Geniş NATO? /Küresel Yapılanma / ABD Seçimleri / Azerbaycan / Biden ve Rusya / Biden ve Türk-Rus İlişkileri / Azerbaycan ve İran / Küresel Eğilimler ve Biden Ekibi / Biden’ı Bekleyen / Azerbaycan / Türkiye ve Batı.

Dördüncü Bölüm’ün başlığı ARAYIŞ YILI; ABD Kongre Baskını / İran ve Azerbaycan / ABD ve Rusya / Almanya / Doğu Akdeniz / Biden’ın Dış Politikası / ABD ve Rusya / Avrupa ve Türkiye / Çin / Ukrayna / Ukrayna’nın Ötesi / Yunanistan / Türk-Amerikan İlişkileri / Mısır / İran / İsrail ve Şeyh Cerrah Olayları / Biden ve Kafa Karışıklığı / ABD’nin Üçgeni / NATO Genişlemesi? Zirveler Haftası / Türkistan / Çin ve Macaristan / Ukrayna / Üçgenler / Afganistan Ricatı / Suriye ve PYD / Afganistan / Suriye ve PYD / ABD’deki Yarılmalar / Pasifik Mücadelesi / Türk Dış Politikasının Alanları / Zengezur / Etiyopya ve Ötesi / Hindistan ve S-400 / Türk Dünyası / Türkiye ve İsrail / Avrupa Ordusu / Küresel Aktörler / İngiliz Aklı / Rusya’nın BM Açılımı / Batı ve Kıyısı / Amerikan Siyaseti.

Beşinci Bölüm SAVAŞ YILI adı ile üç alt kısımdan oluşuyor: Ukrayna Savaşı’nın İlk Haftası Dolmadan / Ukrayna Savaşı ve Ötesi / Türk Modernleşmesi, Cumhuriyet ve Atatürk.

Kitabın Sonuç Yerine başlıklı finali,  2023 DÜNYASI’nı değerlendiriyor.

Bana göre Taşansu Türker hoca olağanüstü bir emek harcayarak adeta ilmik ilmik örülen bir Anadolu kilimi titizliği ve lezzetinde müthiş bir eseri sosyal bilimler alanına kazandırmıştır. Yeri gelmişken irfan ocağımız Mülkiye’nin geleneğindeki bir ifadeyi buraya not etmeliyim: Marifet, iltifata tabidir. Kendisini yürekten kutluyor ve emeğini alkışlıyorum..

Umuyorum ki bu kitap, merkez medyada elindeki ıstaka benzeri sopalarla harita başlarında izleyicileri tıraşa yatıran 100 kelimeyi geçmeyen hafızalı sözde gazeteci / habercilere, ekran gülü haline gelen akademik unvanları bilgilerinin önünde gezen emekli askerlere eğer okurlarsa çok katkıda bulunacak, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanları da düşünmeye sevk edecektir.

Hepimize iyi tatiller, iyi bayramlar…

Serdar Şahinkaya / soL

8 Nisan 2024 Pazartesi

Birgün KÖŞEBAŞI - 8 Nisan 2024 -

 

Boş tencerenin öfkesi neoliberalizmi yendi! (Aziz Çelik)

AKP’nin neoliberal yoksullaştırıcı politikaları kaybetti. Boş tencere, emekliler, emekçiler, kent yoksulları ve gençler nobran iktidarı yendi. Ekmek ve haysiyet ittifakı, kamuculuk ve halkçılık kazandı. Neoliberalizme, otoriter/totaliter rejime karşı kamucu seçenek umudu arttı.

31 Mart 2024 seçimleri AKP iktidarının büyük yenilgisi ile sonuçlandı. Sadece çok sayıda belediye kaybetmediler iktidara geldikleri 2002 yılından bu yana, 21 yıl sonra ilk kez bir seçimde ikinci parti haline geldiler. Oyları mutlak ve oransal olarak düştü. Ülkenin büyük şehirlerinden adeta silindiler. Nüfus temsili ve gayrisafi yurt içi hasılaya katkı açısından ciddi kayba uğradılar. Kuşkusuz demokraside herkesin oyu eşittir ama bu seçim gençlerin ve kentlerin belirgin biçimde siyasal iktidardan uzaklaştığını ortaya koydu.

ASIL SEBEP EKONOMİ

Peki ne oldu da kaybettiler? Nasıl kaybettiler? Kuşkusuz seçimler gibi toplumsal-siyasal dönüm noktalarını tek bir nedenle açıklamak doğru olmaz. Seçim sonuçları üzerinde bir dizi toplumsal, siyasal ve ekonomik değişkenin belirleyici olduğu çok açık. Ancak bu nedenler arasında bir önem sıralaması yapmak mümkün. Bu seçimlerde AKP’nin ekonomi politikalarında somutlaşan neoliberalizm kaybetti, vatandaşı yoksullaştıran ekonomik ve sosyal politikalar kaybetti, hukuksuzluk kaybetti, hoyratlık ve kibir kaybetti. Yoksulluk, adaletsizlik, hoyratlık ve kibir karşısında geniş bir ekmek haysiyet ittifakı, bir incinenler ittifakı oluştu. Seçmenlerin bir bölümü sandığa gitmedi. Gidenler de oylarını CHP’de birleştirerek AKP’nin kaybetmesine yol açtı.

Seçimleri kaybetmelerinin çok sayıda nedeni var ama asıl neden ekonomidir. Boş tencere iktidarın kaybetmesine yol açmıştır. Tek değil ama en önemli etken ekonomidir. AKP’nin 31 Mart 2024’te yaşadığı yenilgiyi anlamak için biraz geçmişe gitmek lazım. 31 Mart 2024 seçimleri pek çok açından Mart 1989 yerel seçimleri ve onun devamı olan Ekim 1991 genel seçimleri ile 2002 genel seçimlerine benziyor. Bu seçimlerde de benzer sonuçlar ortaya çıkmış siyasi iktidarlar sandığa gömülmüş ve bir devir kapanmıştı.

Mart 1989’da yapılan yerel seçimlerde Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) yaklaşık yüzde 29 oy almıştı. 1983’ten beri iktidarda olan Anavatan Partisi (ANAP) ise 1984 yerel seçimlerine göre yaklaşık 20 puan gerileyerek yüzde 22 oy almıştı. 1989 seçimlerinde SHP İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere 39 belediye başkanlığı kazanmıştı. Bu seçimler ANAP ve Özal için sonun başlangıcı olmuş ve 1991 genel seçimlerinde ANAP merkezi iktidarı da kaybetmişti.

1989 VE 2002 GİBİ

1989 ve 1991 seçimlerinde ANAP’ın kaybetmesinin asıl nedeni yoksullaşma ve ücretlerin düşmesi idi. 24 Ocak 1980 ekonomik politikaları/kararları ile başlayan ve 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile sıkı biçimde uygulanan ve mimarının Özal olduğu neoliberal politikalar (kemer sıkma politikaları) işçilerde, dar gelirlilerde büyük tepki yarattı ve bu tepki başka nedenlerle de birleşince ANAP kaybetti ve bir süre sonra da siyaset sahnesinden silindi. 1989 yerel seçimlerine eşlik eden Bahar Eylemleri dönemin toplumsal tepkisini ortaya koyan bir dönüm noktasıydı. 1989 seçimleri yakın tarihimizde boş tencerenin gücünü ortaya koyan ilk seçimdir. ANAP 1980’lerde neoliberal politikalarla yarattığı yoksulluğu, sosyal yardımlarla, sosyal yardım bağımlılığını artırarak çözmek istemiş ancak başarılı olamamıştı.

1989 ve 1991 seçimleriyle ülke kısmen 12 Eylül rejiminden çıktı ancak 24 Ocak ve 12 Eylül’ün yarattığı tahribat siyaset ve ekonomide devam etti. 1990’lı yıllar koalisyon hükümetleri, siyasal istikrarsızlık, kemer sıkma politikalarının tekrarlanması girişimleri ile geçti. Bir yandan SHP’nin yerel yönetimlerdeki başarısızlıkları öte yandan SHP, DSP ve CHP yarılması nedeniyle 1994 seçimleriyle başka bir süreç başladı. 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi (RP) (şimdi Yeniden Refah Partisi’nin -YRP- yükselişinde olduğu gibi) bir yandan ANAP’ın yarattığı yoksullaşmaya öte yandan SHP belediyelerindeki hatalara duyulan tepkiden ama en önemlisi karşısındaki cephenin parçalanmış olmasından dolayı İstanbul’da yüzde 25, Ankara’da yüzde 27 oyla büyük şehir belediyelerini kazandı. Seçmenin dörtte birinin oyuyla Türkiye’nin ilk iki metropolünü kazandılar. Bu seçimler ile Refah Partisi’nin yükselişi başladı.

Ekonominin seçimler üzerinde belirleyici etkisini gösteren bir diğer seçim erken yapılan 2002 seçimleri oldu. 2001’de patlayan ekonomik kriz ve ardından uygulanan ve Kemal Derviş politikaları olarak bilinen IMF politikaları halkta büyük öfke yarattı. Ekonomik krizin sorumlusu olarak görülen DSP-MHP-ANAP koalisyonu partilerinin her üçü de yüzde 10 barajının altında kaldı. 2002 seçimlerinde iki parti barajı aşabildi. Yeni kurulan ve milli görüş geleneğinden gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yüzde 34 oy ile Meclis’te yüzde 66 çoğunluk elde etti. Seçmen iradesinin yüzde 45’i Meclis’e yansımadı. AKP işte böylesine anti demokratik bir seçim yasası ve seçmenin üçte birinin desteği ile bütün iktidarı kontrol eder hale geldi. 2002 seçimlerinde üç koalisyon ortağının sandığa gömülmesinin başta gelen nedeni ekonomik krizdi.

Kuşkusuz ekonomi ile siyaset arasında basit doğrusal bir ilişki yok ama “güneş çarığı çarık ayağı sıkar”. Vatandaşın günlük yaşamında belirgin biçimde zorluklar oluştuğunda, yoksullaşma, gelecek kaygısı arttığında bunun siyasal sonuçları olur. Bu da tepki olarak sandığa yansır veya ümidi kalmayanlar sandıktan ve daha önce oy verdikleri partiden de ümitlerini keser ve sandığa gitmez veya muhalefete yönelir.

NEOLİBERALİZM KAYBETTİ

2024 seçimleri yakın tarihimizde ekonominin doğrudan belirlediği üçüncü seçimdir. AKP’nin yaklaşık yüzde 30 seviyesinden devraldığı ve yüzde 10’lar seviyesine gerilettiği enflasyonun resmi verilere göre bile yüzde 70-80 bandına yükselmesi, döviz kurunda yaşanan patlama, emek gelirlerinin alım gücünün belirgin biçimde düşmesi, önceki yıllara göre göre toplumsal refahtaki belirgin gerilemenin bir faturası olması kaçınılmazdı. Bu nedenle 2024 seçimlerinde siyasal iktidarın yenilgisine yol açan en önemli faktör “boş tencere” olmuştur.

2002’den 2010’ların ortasına kadar bir yandan uluslararası koşulların uygunluğu, sıcak paranın bol olması, öte yandan ülke içinde faizlerin ve enflasyonun düşmesi ve özelleştirmeden sağlanan gelirler ile ekonomi politikaları sürdürülebildi. Toplumsal gelir dağılımında önemli bir düzelme yaşanmasa ve bozulma sürse de bireysel gelirlerde yaşanan artışlar, faizlerin düşüklüğü nedeniyle borçlanmanın kolaylaşmış olması gibi nedenlerle AKP’nin ekonomi politikalarına yönelik büyük bir tepki oluşmadı. Ancak 2010’ların ortalarından itibaren şartlar değişmeye başladı. Bir yandan sıcak paranın kıtlaşması, öte yandan özelleştirme gelirlerinde sona gelinmesi nedeniyle AKP’nin manevra alanı daraldı. Öte yandan emekçi sınıfların yoksullaşması belirginleşmeye başladı.

AKP’nin Haziran 2015 seçimlerini kaybetmesi bu faktörlerin sonucu oldu. Ancak bir yandan güvenlikçi politikaların devreye sokulması öte yandan asgari ücrete yakın tarihinin en büyük reel artışının yapılacağı vaadi ile AKP Kasım 2015’te seçimleri tekrar kazandı. 2016 Darbe Girişimi siyasi koşulları önemli ölçüde değiştirdi ve iktidarın desteğini artırdı. Ancak AKP’nin başkanlık rejimi ve sonrasında seçimleri kazanması için ciddi sosyal tavizler vermesi gerekti. 2018 seçimleri öncesinde taşeron işçilerin kadroya alınması gündeme geldi. AKP tarafında ısrarla desteklenen taşeron işçi politikası büyük bir toplumsal tepkiye yol açtı. Sayıları bir milyonu aileleriyle birlikte 3-4 milyonu bulan taşeron işçileri kadroya almak zorunda kaldılar. Bu AKP iktidarı tarihinde sosyal politika alanındaki en önemli U dönüşlerinden biri oldu.

Ardından emeklilerin yaşadığı büyük sorunlara karşı emekli bayram ikramiyesi ve emekli aylıklarının alt sınırını yükseltme uygulaması gündeme geldi. Emeklilerin yaşadığı sorunların bir bölümü bu yolla ertelendi. Emekli aylıklarını tamamlama işlemi AKP’nin emeklilere dönün en önemi hamlelerinden biri oldu. Pandemi döneminde işsizlik sigortası fonundaki kaynaklar devreye sokuldu ve pandeminin tahrip edici etkisi sınırlı düzeyde tutuldu. Pandemi sonrasında faizler düşük tutularak ve işverenlere ciddi istihdam teşvikleri verilerek istihdam tekrar pandemi öncesi düzeyine yükseltildi.

EKMEK VE HAYSİYET İTTİFAKI

Böylece Mayıs 2023 seçimlerine gelindi. Mayıs 2023 seçimleri öncesinde de AKP yaşanan ekonomik zorluklara karşı bazı manevralar yaptı. Seçimler öncesinde asgari ücretin yılda iki kez artırılması uygulamasına geçildi ve asgari ücreti Cumhurbaşkanı’nın artırdığı illüzyonu yaratıldı. Ocak 2023’te 5 bin 500 TL’ye tamamlanan en düşük emekli aylıkları Mart 2023’te iki ay sonra 7 bin 500 TL’ye tamamlandı. Birkaç yıl önce seçim kaybetseler de yapmam dedikleri EYT yasasını çıkarmak zorunda kaldılar ve en düşük memur maaşının 22 bin TL’ye çekilmesi vaadini verdiler. Son olarak kamu işçileri için bonkör bir toplu iş özleşmesi imzaladılar. Mayıs 2023 seçimlerine bu koşullar altında gidildi.

“10 ayda ne değişti” sorusunun yanıtı bunlardır. Mayıs 2023 seçimleri hükümetin son sosyal politika kozlarını kullanabildiği seçimler oldu. Mayıs 2023’te boş tencere iktidarın kaybetmesine yol açmadı. Çünkü tencerenin kaynamasına yol açan mekanizmalar devreye sokuldu. Ancak son bir yılda pahalılığın giderek dayanılmaz hale gelmesi, emekli aylıklarının düzelmemesi, asgari ücrete tekrar zam yapılmayacak olması, kamu işçilerin düşük zam alması, memur emekli aylıklarının düşüşü, emekliliğe erişimde yaşanan adalet sorunu (kademeli emeklilik) toplumsal öfkenin artmasına yol açtı. Faizlerde, enflasyonda ve dövizde yaşan tırmanış dar gelirlilerin, emeklilerin, emekçilerin “yeter” demesine yol açtı. İzlenen ekonomi politikanın kemer sıkmaya dayalı olduğunu anlayan emekliler ve emekçiler iktidar partisinden uzaklaştı. Seçimsiz geçecek dört yılda daha da yoksullaşacaklarını fark eden kent yoksulları AKP’ye esaslı bir ders verdi.

HALKÇILIK VE KAMUCULUK ŞART

31 Mart 2024’te sefalet aylıklarına mahkûm edilen emekliler, düzgün ve düzenli bir iş ve gelir hayali kuramayanlar artık çalışarak ev ve araba alma ümidi kalmayanlar, kamuda işe girerken mülakat ayrımcılığı yaşayan gençler, güvencesiz işçiler bir ekmek ve haysiyet ittifakı oluşturdu. 2024 seçimlerinin sonucunu bu ittifak ve bu duygu belirledi. AKP elitlerinin nobran, buyurgan ve kibirli dili, iktidar sarhoşluğunun yarattığı çürüme adalet ve haysiyet duygusunu besledi ve bu kendiliğinden bir ekmek ve haysiyet ittifakının oluşmasına yol açtı. Özetle neoliberalizmin sonuçlarına dönük öfke, boş tencere, hukuksuzluk ve kibir ve hoyratlık iktidara kaybettirdi.

Kuşkusuz seçimin en önemli kazananlarından biri CHP’dir. Sezar’ın hakkı Sezar’a! Öfkeli ve tepkili seçmen kolaylıkla CHP şemsiyesine yöneldi. Kuşkusuz bu yönelimde CHP’nin bir süredir denediği yönelimin de payı var. Bu yönelim zaman zaman yalpalasa da bu seçimde sonuç aldı. Bu yönelimin halkçı ve kamucu karakteri öne çıktıkça başarı şansı artıyor. Bu seçimin bir kazananı da neoliberalizme karşı halkçı ve kamucu yaklaşımdır. Demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ortak paydası bu seçimde CHP’nin şemsiye olmasına yol açtı.

CHP açısından altı çizilmesi gereken en önemli husus bütün gelgitlere rağmen kalıcı ve birleştirici bir adres olmaya devam etmesi ve adeta küllerinden doğmasıdır. Avrupa’da eriyen ve yok olan pek çok merkez sol partinin aksine CHP kalıcı bir parti olmayı başardı. CHP’yi on yıllardır güdükleştiren siyasi olarak etatist-elitist (devletçi-seçkinci) ama aynı zamanda iktisadi olarak liberal çizgi (Baykalcılık) bu seçimle birlikte tarihe karışmıştır. Bu seçimlerin kesin kaydedenlerinden biri de Baykalcılıktır. CHP Baykalcı çizgiden uzaklaşıp halkçı ve kamucu bir eksene oturursa, muhalefeti neoliberalizmin başka versiyonlarına dayanarak değil halkçı ve kamucu bir eksende yaparsa bu başarısı kalıcılaşabilir.

Son olarak 31 Mart 2024 her ne kadar bir yerel seçim olsa da bir referandum niteliğindeydi. Cumhurbaşkanı bu seçimde başkanı olduğu AKP’nin kampanyası için sahaya indi ve kendini ortaya koydu. Bir nevi Mayıs 2023’ten sonra güvenoyu istedi ancak alamadı. Siyasal kayıplardan siyasal liderler sorumludur. O nedenle 31 Mart 2024 seçimleri erken seçimin ve demokratikleşmenin yolunu açmıştır. 31 Mart’ta AKP’nin neoliberal yoksullaştırıcı politikaları kaybetti. Boş tencere, emekliler, emekçiler, kent yoksulları ve gençler nobran bir iktidarı yendi. Hukuksuzluk, hoyratlık ve kibir kaybetti. Ekmek ve haysiyet ittifakı, kamuculuk ve halkçılık kazandı. Adalete olan özlem kazandı. Neoliberalizmin otoriter/totaliter bir rejimle restore edilmesine karşı halkçı ve kamucu bir seçenek umudu arttı.

                                                               /././

Asgari ücretten, emekli aylığına: Aziz Çelik seçim sonrası olacakları madde madde anlattı (Birgün)

Prof. Dr. Aziz Çelik, enflasyonun faturasının asgari ücretliye, emekçiye ve emekliye kesileceğini belirterek seçim sonrası olacakları madde madde yazdı. Seçim sonrası olacakların netleşmeye başladığını belirten Çelik, asgari ücret ve emekliye seyyanen zamma kapıların kapandığını ifade etti.

Ekonomideki kötü gidişatın altında ezilen halk, 31 Mart yerel seçimlerinde iktidara sarı kartı gösterdi. Önünde seçim kalmayan iktidar ise emekliye ve asgari ücretliye kapıyı kapattı. Resmi olmayan sonuçlara göre seçimlerde birinciliği CHP'ye kaptırarak ikinci parti konumuna düşen iktidar emekliye seyyanen zammı kapıları kapatmış zam için haziran ayını işaret etmişti, asgari ücretliye ikinci zam konusunu da kapatmıştı. 

BirGün yazarı ve çalışma yaşamı uzmanı Prof. Dr. Aziz Çelik, faturanın kime kesileceğine ilişkin yaptığı paylaşımda seçim sonrası olacakları sıraladı. Enflasyonun faturasının emekliye, asgari ücretliye ve emekçiye kesileceğini belirten Çelik, "Seçim sonrası olacaklar netleşmeye başladı!" diyerek maddeler halinde sıraladı. 

Çelik'in paylaşımı şu şekilde: 

"Neoliberalizmin daniskası! Enflasyonun faturası ücretliye, emekçiye ve emekliye kesilecek! 

1- Merkez Bankası, Hükümete yazdığı mektupta asgari ücrete Temmuz 2024'te ikinci bir zam yapılmamamasını istedi. Böylece ücret artışları bir kez daha enflasyonun sebebi ilan edildi.

2- Hükümet zaten asgari ücrete ikinci zam yapılmayacağını ilan etmişti. Böylece Temmuz 2024'te asgari ücret artışı olmayacağı netleşti.

"EMEKLİYE İYİLEŞTİRME SÖZ KONUSU DEĞİL"

3- Emekliye Temmuz 2024'ten önce her hangi bir iyileştirme yapılması söz konusu değil!

4- Temmuz 2024'te ise işçi ve esnaf emekli aylıkları yasa gereği 6 aylık resmi enflasyon (Ocak-Haziran) oranında artacak. Bu artışı "enflasyona karşı koruduk" diye sunacaklar.

5- Bir diğer tehlike 10 bin TL'ye tamamlanan en düşük aylık artmazsa  emeklilerin önemli bir bölümü resmi enflasyon oranında bile zam alamayacak.

6- Memurlara Temmuz 2024'te toplu sözleşmedeki ucube hüküm nedeniyle enflasyonun yaklaşık 5 puan altında zam yapılacak. Aynı şey memur emeklileri için de söz konusu olacak.  Hükümetin bu kaybı telafi etmesi pek olası görünmüyor.

"EMEKLİLİK YAŞI, KADEME VE BENZERİ İYİLEŞTİRMELER YAPILMAYACAK"

7- Emeklilik sisteminde adalet bekleyenler için gelecek seçime kadar ümit ışığı yok. Hükümet SGK'de gider artışına yol açacak bir düzenleme yapmayacak. Emeklilik yaşı, kademe ve benzeri iyileştirmeler yapılmayacak.

8- Kamu tarafından yönlendirilen mal ve hizmet fiyatlarına seçim nedeniyle yapılmayan zamlar yapılacak. Ciddi bir zam dalgası olacak. Vergi artışları da cabası.

9- Sözün özü sıkı para politikası, kemer sıkma politikası sıkı biçimde uygulanacak. Hükümet halkın alım gücünü düşürmeye ve harcamalarını kısmaya yönelik sıkı bir neoliberal politika izleyecek.

10- IMF'siz ve IMF'li sıkı bir sıkılaştırma, kemer sıkma politikası izleyecekler.

Enflasyonla mücadele için tek bildikleri neoliberal ezber bu: Talebi kısmak, ücretleri baskılamak, kamu harcamalarını kısmak!

24 Ocak 1980 ve 2002 benzeri bu program ile enflasyon düşer mi bilemem ama halkın alım gücünün düşeceği ve yoksullaşmanın artacağı kesin!

Bütün bunları 'nasılsa 4 yıl seçim yok' diye yapmaya kalkışacaklar. Seçimsiz dört yılın emeğe faturası ağır olur! O yüzden erken seçim şart!"

Seçmen karar verdi, sıra seçilenlerde (Selçuk Candansayar)

İşim gücüm nedeniyle toplumun hemen her kesiminden insanla iletişim içindeyim. Zengininden yoksuluna, yüksek eğitimlisinden okuryazarına, sağcısından solcusuna ve dindarından dincisine kadar insanlarla konuşma olanağım var. Yanılma payı içerme riski olsa da, hemen her gün bir Türkiye örneklemi dinliyor, gözlemliyorum.

Kişisel gözlemden oluşan kanaatlere bilgi değeri vermenin zamanımızın temel sorunlarından biri olduğu bir gerçek. Hele ki toplum söz konusu olduğunda, ona dair üretilen her bilginin de benzer yanılma riskleri taşıdığı ortada. Zira toplum, her zaman “bilinebilir” bir varlık değil. Yine de seçim sonucunu belirleyen etkenlerle ilgili gözleme dayalı bir dizi çıkarım yapılabilir.

ENDİŞE

1 Nisan sabahından bu yana karşılaştığım, konuştuğum, dinlediğim insanların büyük çoğunluğunda öne çıkan duygu “rahatlama.” Seçim sonuçlarıyla ilgili, çoğu zaman kendiliğinden dile gelenlerde, sanki bir tehlikeyi “ucuz atlatmışlık” hissi seziyorum. İfadelerinde açık seçik ortaya çıkmasa da, toplum oy tercihini RTE’nin ülkeyi bir uçuruma doğru sürüklediği hissiyle yapmış gibi görünüyor.

Oy kullanmayan, sandığa gitmeyen ya da geçersiz oy kullananların arttığı ortada. Oy kullanmayanların ağırlıklı olarak önceki seçimlerde AKP’ye oy verenler olduğuna dair yaygın yorumlar da var. CHP’nin rekor oy artışıyla bu görüş birleştiğinde, seçmenin olası bir topyekûn yıkım, felaket endişesi ile iktidar gücüne “Dur artık” dediği söylenebilir. Seçmen RTE’nin tek adam gücünü, yerel ile dengelemeye çalışıyor gibiye benziyor.

HİKÂYEDEN MASALA

Seçmenin gözünde, RTE’nin inandırıcılığını kaybettiği, artık gelecek hayali kurduramadığı söylenebilir. Hayallerle yaşamak güzeldir, gerçeklik duvarına toslayana kadar! RTE, aldığı dini eğitimin de katkısıyla hep “iyi bir hikâye aktarıcısı” olmuştu. Anlatıcısı değil, aktarıcısı… Onun için hazırlanan metinleri hipnotize edici bir teatrallikle aktarma becerisi çok yüksek(ti). Etkileyiciliği, onun becerisinden çok toplumun da etkilenmeye, hayal kurmaya ihtiyacındandı. Etkilediği kitle, tıpkı şimdilerde kolay yoldan çok para kazanma vaadiyle dolandırılanların ruh haline benzerdi. Gerçekleşmeyen hikâyeler giderek “Bana masal mı anlatıyorsun?” tepkisine neden olur ya, tam ona benzer bir hal.

SEÇENEKLERİN BENZEŞMESİ

İmamoğlu ile ilgili “samimi sohbetlerde” en çok duyulan sıfat, “Laik RTE!” Belediyeciliği, iş bitiriciliği, karizması, zaman zaman bastıramadığı öfkesi, liderlik becerisi ile bu sıfatı hak ettiğini düşünenlerin sayısı çok. RTE eskimiş yüzü, yineleyemediği vasatın altı “elemanları” ile yorgun, tükenmiş, dediğim dedik ihtiyarlara benzedikçe, İmamoğlu neşesi, enerjisi, çevresine topladığı yeni yüzlerle bir tür yükselen “asi veliaht” kimliğine dönüşüyor.

Bu dönüşüm sadece liderler düzeyinde değil. Hatta liderleri buna zorlayan tabandaki değişim. Trajik olsa da, bu değişimi Kemal Kılıçdaroğlu, “Artık sağ-sol kalmadı” diyerek tanımlamıştı. Rekor oy alan CHP’nin tabanı “ortanın sağına” dönüşmüş durumda. Kılıçdaroğlu’nun politik seçimi toplumu, sola, sosyal demokrasiye çağırmak değil, partinin görünen yüzünü sağa çevirmek oldu. Bunu da başarmış gibi görünüyor.

Örneğin, bu seçimde toplum milliyetçiliğe prim vermedi, Zafer Partisi, İYİ Parti ve MHP’nin aldığı oylar da bunun kanıtı gibi yorumlar var. Oysa, belki de sosyalistler dışında, DEM dahil bütün siyasal partiler milliyetçileştiği için ayrı bir milliyetçi partiye gerek kalmamış da olabilir. CHP’nin kazanan çoğu adayının ya milliyetçi kökenden geldiği ya da Afyonkarahisar’da ve Bolu’da olduğu milliyetçi söylemle kampanyasını yürüttüğü apaçık ortada.

Hani ABD için aslında Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasındaki fark bir yanılsamadır denir ya, benzeri bir durum Türkiye’de de yerleşiyor olabilir mi?

NÖBET DEĞİŞİMİNE KARŞI SİYASET

CHP, Özgür Özel’e kadar tabanı ağırlıklı sosyal demokrat, tavanı ise ağırlıklı sağcı olan bir partiydi. Özel, bu geçmiş tavanın içinden ama “solundan” biri olarak CHP’nin aldığı rekor oyun anlamını en iyi bilmesi gereken kişi. Önünde de bir fırsat var. Oluşan yeni tabana mı uyacak, yoksa partisinin yeni seçmenini dönüştürecek kararlı bir siyaset mi uygulayacak? İmamoğlu’nu, Yavaş’ı ve diğer seçilen benzer başkanları sola çekebilmenin, otoriter liderlik yerine demokratik dayanışmacı yönetimin yollarını mı bulacak, yoksa onlarla rekabete mi girecek? Bu sorulara cevabı, Türkiye’nin geleceğini belirleyebilir.

(BİRGÜN)