17 Nisan 2024 Çarşamba

T24 KÖŞEBAŞI - 17 Nisan 2024 -

 


Yoksul ve yoksun Karabağlar'ın ilk kadın Belediye Başkanı Helil Kınay: Belediyenin kapısı olmaz, bunun dışındaki sözler bize ait değil (Candan Yıldız)

"İzmir'de, Türkiye'de konuşulan bir belediye olarak, kadın devrimini başlatanlardan bir tanesi olacağız"

Bütün göçle oluşan gecekondu bölgeleri gibi küçük bir Türkiye Karabağlar… Kozmopolit yapısı ile, yoksulluğu ile İzmir'in emek deposu Karabağlar'ı hep merak ederdim. Yolum düşmüşken İzmir'e, kurulduğundan beri CHP'nin kazandığı Karabağlar Belediyesi'nin ilk kadın başkanı Helil Kınay'la sol belediyeciliğe dair söyleşi yapmak istedim. Zira Karabağlar geleneksel ilişkilerin, erkek egemen kültürün güçlü, güvencesiz işlerde çalışanların yoğun olduğu, İzmir'in ötekisi olagelmiş bir ilçe… Toplu taşımayla gittiğim belediyenin dördüncü katında, başkanlık odasında karşıladı beni Helil Kınay. Üniversite öğrencisiyken de kendisini solda tanımlayan Kınay, asbestli gemi sökümü eylemlerinden kadın cinayetlerine karşı basın açıklamalarına, kent hakkı davalarından Gezi tutukluları için adalet nöbetlerine varıncaya kadar "sokakta" bir siyasetçi. "Evlere giren belediyecilik" tanımıyla Karabağlar'da sadece yoksulluğa değil yoksulluğun bir çıktısı olarak yoksunluğa karşı da savaş açacağını söyleyen Helil Kınay'ın "mega" projeleri yok. Öncelliği kadınlar, çocuklar ve gençler…

Doğru bir strateji aslında hayata geçirmek istediği belediyecilik açısından. Çünkü yoksul mahallelerinin en ağır yükü kadınların sırtında. Kadınları güçlendiren bir belediye, evleri de mahalleleri de güçlendirmiş olur. Daha önemlisi kadınları önceleyen bir belediye yapısal dönüşümü de başlatmış olur.

Kapısı DEM'lilere kapalı belediyecilik ile Suriyelilere pahalı su satmayı savunan belediyeciliği kendi bünyesinde barındıran CHP'nin "Belediyenin kapısı olmamalı" diyen belediyeciliğe de alan açması partinin kendi iç çelişkisi gibi dursa da hangi belediyeciliğin topluma dokunacağı gelecek yılları da şekillendirecek. CHP'li belediyelerin ideolojik-politik farklılığı sadece CHP'yi değil, Türkiye'yi de etkileyecek. Adını kara üzüm bağlarından alan Karabağları, Karabağlar'ın ilk kadın belediye başkanını sizlerin de tanımasını istedim.

- 47 yaşındasınız, çevre mücadelesinden geliyorsunuz. Karabağlarla nasıl buluştunuz, bu ilçeyi siz mi istediniz?

30 yıldır İzmir'deyim. Üniversite öğrencisi olarak İzmir'e geldim. Öğrencilik dönemimde, Çevre Mühendisleri Odası İzmir şube yöneticisi olduğum dönemde de kentin gündeminin içerisinde oldum. Sivil toplum kuruluşları, meslek odaları ile kent ve hak mücadelesinin içerisinde bulundum.

- Üniversite yıllarınızda da solcu muydunuz?

Evet. Devrimci - demokrat bir ailenin içerisinde büyüdüm. Emek savunucusu, yaşam savunucusu oldum. Meslek tercihim, hayata bakışım, yürüdüğüm yol bu değerlerle şekillendi. Hep şunu söyledim; çevre sorunlarını toplumsal sorunlardan ayıramazsınız. Ekonomiden, tarımdan, toplumsal cinsiyetten, çocuktan, eğitimden, gençlerden, yoksulluktan ayırmanız mümkün değil. Ben bunun hem mühendislik hem planlama hem de politika boyutunu yıllarca çalıştım. Kent üzerine çalışmalarımızı yaparken özellikle 23 yıllık iktidarın hayatlarımızdan, kentlerimizden, özgürlüğümüzden, hukuktan, adaletten ne kadar çok aldığını, yoksulluğu ve yoksunluğu ne kadar çok büyüttüğü gördük. Evimizdeki gıdadan soframızdaki besine, eğitimden geleceğimize, işimize, aşımıza kadar her noktada bizi etkiledi. Dolayısıyla kent mücadelesini yürütürken İzmir'in her bir bölgesinde, Ege'de, Türkiye'nin her yerinde bu çalışmaları yaptım. Benim siyasete giriş amacım sesi duyulmak isteyenlerin sesinin gücünü büyütmek. Çünkü ne söylersek söyleyelim, siyaseti değiştiremezsek, sokaktaki mücadeleyle teknik anlamla yürüttüğümüz mücadeleyi birleştiremezsek bir tarafımız eksik kalıyor.

Benim başlangıç öyküm böyle oldu. Yıllardır mücadelesini yaptığımız, söylediğimiz sözleri hayata geçirmek için Bornova'dan başvurumu yaptım. Çünkü ikametim Bornova'ydı. Ancak kimse benim nerede oturduğumu nerede çalıştığımı bilmez. Çünkü özel hayatımızla yaptığımız çalışmaları çok ayrı tutan ve bu anlamda sınırları iyi bilen insanlarız. Bu sürecinin içerisinde görev tercihimizi yaparken de hep şunu söyledik; partimiz nerede uygun görüyorsa… Çünkü kente dair söylediğimiz sözler değişmiyor. Neresi olursa olsun ülkeye dair sözler değişmiyor. Benim için de gurur verici bir süreç. Çünkü yıllardır konuştuğumuz her şeyi Karabağlar'da hayata geçirme şansımız olacak.

- Karabağlar göçle bugünkü kimliğine büründü. Herkes var, Kürtler, Türkler, Aleviler, Sünniler, MHP'liler, AKP'liler, laikler, muhafazakârlar var. Küçük bir Türkiye aslında… Eşit hizmet söyleminiz bu sosyolojide nereye denk düşüyor? Bu geçmişin bir özeleştirisi mi, yoksa toplumsal fay hatlarını onarmayı hedefleyen bir barış siyaseti mi?

Karabağlar'ın öyküsüne baktığınız zaman Türkiye'de yaşadığımızla çok paralel bir çizgisi var. 15 yıl önce kurulan bir belediye. İktidarın İzmir'de kendine metropol belediyesi yaratmak için Konak'tan Karabağalar'ı ayırma öyküsüne baktığınız zaman, kentin en yoksul ve yoksul alanların özellikle çizildiği, Konak'tan daha büyük bir metropol ilçenin yaratıldığı bir öyküsü var Karabağlar'ın. Türkiye'nin her yerinden umutlarıyla gelen, hayalleriyle gelen insanlarımızın İzmir'de ilk adım attığı yer. Barınma hakkı adına kendine önce bir ev kondurdu. Buradan İzmir'in her yerine emeğini dağıttı. Karabağlar gün içerisindeki saatlerde İzmir'in her yerine emeğini dağıtıyor. Esnafıyla, inşaat işçileriyle, pazarcıları ile… Ve gün sonunda tekrar Karabağlar'a geri dönüyorlar. İzmir'in farklı semtlerinde yapılaşma süreci başladığında buranın yoksulluk ve yoksunluğu devam etmiş. Bir belediye olarak ayrıldığında da ihtiyaçları çok olan, planlamadan kentsel dönüşüme, kent yoksulluğundan yeşil alanlara kadar ‘yok'ların çok olduğu bir bölge… O yüzden ihtiyaçları çok fazla, talepleri çok fazla. Türkiye'de yoksulluk, ötekileştirme adına ne yaşanıyorsa aynı şeyler yaşanıyor burada da. Söylemlerle birbirinden ayrıştırılan, birbirine düşman edilen süreçler burada da o yokluklar içerisinde herkesin kendini dışarıda hissettiği, aslında unutulmuş hissettiği bir yapıya dönüşmüş.

"Yoksulluk ve yoksunluğu konuşmadan sosyal belediyecilik yapılamaz" 

- Peki bir belediye bu dedikleriniz karşısında ne yapabilir? Çünkü ötekileştirme, yoksulluk gibi meseleler merkezi siyasetin bir çıktısı.

15 yaşındaki bir belediye bir taraftan kurumsal yapısını imkanlarıyla, personeliyle, ekipmanıyla oluştururken bir taraftan da bu kadar çok yokluk içerisindeki bir bölgeye hizmet vermeye çalışıyor. Tabii ki 58 mahalleye kısıtlı imkanlar içerisinde yapılan çalışmalar Cumhuriyet Halk Partisi'yle beraber başladı. Aslında iktidarın yoksulluktan beslenen güç algısına karşın Cumhuriyet Halk Partisi belediyeciliği içerisinde yapılan hizmetler, var olan yokluklar o kadar fazla ki, bir bardaktaki su damlaları gibi herkese yetemiyor. Ülkenin ekonomisindeki, adaletsizliğindeki o keskin düşüşleri de düşündüğümüz zaman, Karabağlar bunu en ağır yaşayanlardan bir tanesi. Karabağlar Belediyesi şu ana kadar, belediyecilik hizmetlerini yürütürken sosyal belediyecilikle ilgili de çalışmalar yapmış. Hâlâ ataerkil geleneklerin devam ettiği o mahallelerde, o ilişkilerle beraber, kent kültürünün henüz oturmadığı, kadınların daha çok evde olduğu, dışarıya çıkmadığı noktalarda yaptığı merkezleriyle, dershanesiyle ya da çeşitli faaliyetlerle adım adım sokaklara ve mahallelere girmeye çalışmış. Ama bu çalışmalar bütün o yoksulluğu ve yoksunluğu giderecek ölçüye henüz gelemedi. Bu nedenle insanların kendini dışarıda hissettiği bir süreç var. Biz sosyal belediyecilik yapacağız. Çünkü bu ülkedeki en önemli problem artık yoksulluk ve yoksunluk. Bunu konuşmadan hiçbir çalışma yapmanız mümkün değil. Özellikle kent yoksulluğunun bu kadar derinleştiği bir noktada, bunun toplumsal hayatımızı etkilediği, çocukları, gençlere geleceğimizi etkilediği bir noktada, biz kadınlar, çocuklar ve gençler ağırlıklı çalışmalar yapacağız. Dolayısıyla ötekileştiren değil bir araya getiren, 58 mahallenin kendi ihtiyaçları ölçüsünde, eşit ve adil hizmet yürüteceğimiz bir belediyecilik yapacağız.

Geçmiş yıllarda da bu yapılıyordu ama o çalışmaları daha çok büyütecek, daha çok anlatacağız. Sokakta olan bir belediye ile yürüteceğiz çalışmalarımızı.

- Sokakta olan belediye ne demek?

Ben hayatım boyunca, mesleki mücadelemde, bir mühendis olarak mücadelemde, yaptığım işlerde insanlarla iç içe, yaşamla iç içe bir hayat sürdüm.

Mücadelelerimizi masa başında değil, insanlara derdimizi anlattığımız, neyi ve neden yaptığımızı, yapmadığımızı şeffaf bir şekilde paylaştığımız katılımcı bir yönetim anlayışıyla yürüttüm. Bizde siyaset öyle bir hale gelmiş ki; devlet, kurumlar ve siyasiler halktan kopuk hale gelmiş. Halkın da kendini güç olarak değil tam tersine aşağıda hissettiği, yalnız hissettiği bir süreç var. O yüzden belediye başkanını, kentini yönetenleri tanımadığı ya da kendi oy gücünü bilmediği, yalnızlaştırma hissinin, önemsizleştirme hissinin herkesin kanına işlediği bir süreci yaşadık biz.

Seçim sürecinde sokaklarda, sohbetlerimizde bizim en çok konuştuğumuz şey samimiyet… Ben belediye başkanlığı görevini halk için yapıyorum. Karabağlar'da bana oy veren insanlarımız sayesinde yapıyorum. Güç algısı bize de yansımış. İktidarın bizi getirdiği yer işte "Ben ne söylersem o olur" anlayışı, iki dudak arasındaki sözlerle karşımıza getirilenler…

"İktidarın yaşattığı yozlaşma hayatımızın her alanında"

- Muhalefet de bundan muaf değil…

Her şeye yansıyor. İktidarın bize yaşattığı bu yozlaşmayı hayatımızın her alanında yaşar olduk. Sokaktaki davranışlarda, okullarda, trafikte sürekli bir güç kavgasının içerisindeyiz. O yüzden kendi özümüze dönmemiz gerekiyor. Demokrasiyi hatırlamamız gerekiyor. Özgürlükleri, eşitliği, söz hakkımızı hatırlamamız gerekiyor.

Belediyede yapacağımız çalışmalarda sokakta olma talebini söylerken, birbirimizden farklı olmadığımızı, belediyenin Karabağlar halkı için olduğunu, dolayısıyla onların sözüyle beraber yürüyeceğimizi söylüyoruz. Sonuçta ben de bu ülkenin bir vatandaşıyım. Benim de bir hayatım var. İki çocuğum, ailem… Ben de aynı sıkıntıları yaşıyorum. Bu sıkıntıları çözmeyi birlikte yapamazsak masa başında verilen sözlerin hiçbir anlamı olmadığını düşünüyorum. Sokakta olmak tam da bunu getiriyor. Yapılan çalışmaların sokağa yansıdığını görmek, hayata dokunup dokunmadığını görmek, hayatın içerisindeki sorunları ve çözümleri de buraya taşıyarak, burada onları iyileştirecek önerileri beraber hayata geçirmek.

"Bağımlılıkla Mücadele Komisyonu kurduk; ulaşamadığınız her yer sorun barındırıyor" 

- Önemli bir şey söylediniz. Genelde yoksulluğun bir sonucu olarak yoksunluktan hiç söz etmez siyasetçiler. O anlamıyla vurgunuza önemsiyorum. İstanbul'da da büyük sorun. Yoksul ve yoksun mahallelerde uyuşturucu ve çeteleşme büyük sorun. Bu sorunlar Karabağlar için de geçerli mi? Buna dair bir planınız bir gündeminiz var mı?

Karabağlar'daki nüfus dağılımına baktığınız zaman İzmir'in en büyük ilçesi. Genç işsizliği ve yaşlı yoksulluğu çok yüksek. Çünkü Karabağlar'da emek gücüyle çalışıyor insanlar. Düzenli gelirleri yok… Yaşı ilerlediğinde sağlık problemleri yaşadığı zaman hayatını devam ettirebilme şansı yok. Ve genç işsizlerin sayısı Türkiye'de giderek büyüyor zaten. Bunun içerisinde kadın, hem çocuklarla hem gençlerle hem yaşlılarla kendi ailesinin içerisinde en büyük sıkıntıyı yaşayan ve sesini çıkaramayanlardan.

Yoksulluk-yoksunluk ve buna bağlı olarak ortaya çıkan sorunları çözmek için o yüzden kadınlar, çocuklar ve gençlere odaklandık. Çünkü kadına ulaşırsak çocuklara, gençlere, yaşlılara herkese ulaşma şansımız var. Kadını güçlendirirsek, ona dokunabilirsek, onun ihtiyaçlarına bir el verebilirsek, bu mekanizmanın içerisinde bir halka yaratmış olacağız.

Karabağlar uyuşturucu ve güvenlikle ilgili sorunları ciddi olarak yaşayan bir bölge. Gece kondu bölgesindeki yapılaşmayla ilgili sıkıntılar, yoksulluk ve yoksunlukla birleşince, toplumun psikolojik yapısını da düşündüğümüzde, öfke de büyümeye başlıyor. Karabağlar İzmir'in en çok mültecinin yaşadığı bölge. Bu toplumsal çatışmaları da beraberinde getiriyor. Bu nedenle belediyemiz bünyesinde yeni olarak Bağımlılıkla Mücadele Komisyonu kuruldu. Tüm paydaşlarıyla birlikte aktif bir şekilde çalışacaklar. Ayrıca Karabağlar'daki parklarımızın içine ailelerin, gençlerin rahatlıkla gelebileceği sosyal tesisler açılacak. Bu alanlar aktif kullanılan güvenli alanlar haline getirilecek. Böylece bu alanların farklı amaçlarla kullanımının önüne geçilmesini hedefliyoruz.

Uyuşturucu meselesi güvenlik ve emniyetle de ilgili, ülkenin politikasıyla da ilgili… Uyuşturucu Türkiye'nin en önemli problemlerinden bir tanesi. Tüm gençlerimizi batağa çeken ve geleceğimizi karartan bir problem. Karabağlar, okuma yazma bilmeyenlerinin en çok olduğu ilçe. Bu kapalı yapının da bir etkisi var. Ulaşamadığınız her yer, karalıkta kalan her yer başka bir sorun barındırıyor. Ve uyuşturucu, eğitim, sağlık politikaları, sosyal politikalar ne kadar zayıf olursa, aslında bu alanları kontrol etmek o kadar zor. Karabağlar'ın 58 mahallesindeki yalnız hissetme, çare bulamama, işsizlik en önemli sorun. Bütün bunlar birbirini tetikleyen ve suçu da arttıran şeyler. Tarikatlar, çocuklara, gençlere el atan karanlık eller hepsi birbiri ile bağlantılı.

- Karabağlar'da güçlü mü tarikat ve cemaatler?

Karabağlar'da da bu yapılar var. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında biz bu sorunları konuşuyorsak, bunun bir değerlendirmesini yapmak gerekiyor. Bu ülkede laik, bilimsel, çağdaş, eşitlikçi, adaleti sağlayan anlayıştan uzaklaştığımız her noktada çok daha büyük kayıplarla karşılaşacağız. Ve biz bu ülkede bunun acısını zaten yaşıyoruz. Bunu daha fazla yaşamamak adına belediyecilikte de yeni sözler söylemek gerekiyor. Hayata dokunan, insana dokunan, evlerin içerisine giren bir belediyecilik.

- Evlere giren belediyeciliği somutlar mısınız? Nasıl olacak?

Yol, kanalizasyonu yapacağım demenin bir anlamı yok çünkü bunu en iyi şekilde yapmak zorundayım. Ama sosyal belediyeciliği geliştirerek evlere dokunarak o hayatları değiştirdiğiniz zaman, birer damla kattığınız zaman, ülkemizin yapısına, ülkemizin geleceğine de dokunmuş olacağız. Bizler ilk çalışmalarımızda önce mahalle meclislerini oluşturacağız. Mahallelerin sorunlarını ortaya koyabilmek için yönetim kademelerin çok net ortaya koymak lazım. Biz muhtarlarımızla her ay düzenli toplantılar yapacağız. O mahallenin sorunlarını, çözümlerini, iyi örneklerini, varsa eksikliklerini düzenli olarak konuşacağımız, bir ay sonra da neyi yaptık, neyi yapamadık hesap soracağımız, hesap verebileceğimiz toplantılar yapacağız.

Mahalle meclislerde mahalle muhtarı, mahalle temsilcisi, o mahallede katkı vermek isteyen herkes olacak. Birlikte üretebileceğimiz, demokrasiyi ortaya koyabileceğimiz bir çalışma yapacağız. (Not: Pazartesi yapılan belediye meclisi toplantısından sözü verilen mahalle meclislerinin kurulması kararı çıktı.)

Onun dışında kadın meclisi, gençlik meclisi, çocuk meclisi, engelli meclisi yapılarını oluşturarak herkesin kendi alanına yönelik kendi sözünü ve ihtiyacını ve çözümünü ortaya koyabileceği bir yönetme anlayışını oluşturacağız. Bunu kentteki meslek odaları, sivil toplumu kuruluşları ve diğer paydaşları da işin içine katarak yapacağız.

"Kadının özgürlüğünü sağlamaya çalışıyoruz"

- Sosyal belediyecilik derken farkınızı anlamak için soruyorum. Ülkücü gelenekten gelen Mansur Yavaş da sosyal belediyecilik adına bedava hijyenik ped ve ücretsiz HPV aşısı sözünü verdi. İdeolojik kavgalar sosyal belediyecilik söz konusu olunca barışıyor mu?

Bahsettiğim yönetim mekanizmasını ortaya koyduğunuzda bunun çıktıları zaten bu ihtiyaçlar olacak. Biz semt merkezlerinin sayısını artırarak, aslında köy enstitülerini kent enstitüleri gibi düşünün, mahallelerde hem istihdama yönelik hem kendi kültürel ve sosyal gelişimlerine yönelik eğitim desteklerini vererek, iş olanaklarını artırarak, kooperatif modellerini geliştirerek, sağlıkla ilgili destekleri sağlayarak somut çıktıları oluyor zaten. Aslında devletin kamu hizmeti olarak vermesi gereken ama vermediği, veremediği demiyorum, vermediği, çünkü bu bir tercih meselesi, hizmetleri belediyenin kendi imkanlarıyla, kendi imkanlarının ve mevzuatın yetmediği yerde kent dayanışmasını ortaya koyarak yapmak. Kadınlar ve çocuklar için 5 yeni kreş 10 yeni anaokul açmak gibi bir düşüncemiz var. Çünkü kadının çalışmasını istiyorsak çocuğuna güvenli bir ortam sağlamak zorundayız ve ülkenin ekonomik koşullarını düşündüğümüz zaman ne yazık ki pek çok kadın bugün eve mahkum olmak zorunda bırakılıyor. Biz o nedenle belediyenin imkanlarıyla bu süreçleri dengeli olarak yürüterek kadının özgürlüğünü sağlamaya çalışıyoruz.

"Eşitlik ve özgürlüğü kalıplara yerleştirince insanlar kendini dışarıda bırakıyor"

- Halka ait olanı halka geri vermekse belediyecilik anlayışınız bunda ideolojik duruşun etkisi yok mu? Ankara ve Karabağlar'ın tercihleri ideolojiden bağımsız mı?

Eşitlik, adalet, emek, özgürlük, hak dediğiniz noktada, bütün bu değerlendirmelerle beraber, belli kalıplara sokmadan bu cümleleri söylemek gerek. Çünkü biz Karabağlar'da çalışmalarımızı yaparken en önemli cümlelerden bir tanesi "herkesin belediye başkanı mı yoksa belli bir anlayışın belediye başkanı mı olacaksınız?"dı… Herkesin belediye başkanı olacaksınız. Eşitlik, hak, adalet herkese ait temel kavramlar. İnsana ait temel değerler. Sadece insana ait değil yaşama ait temel değerler. Biz bunları kalıplara çok fazla yerleştirdiğimiz ve isimlerini koyduğumuz zaman sokağa inemiyoruz. İnsanlar kendini biraz daha dışarıda bırakmaya başlıyor. O yüzden ben çok basit tanımlar üzerinden konuşuyorum. Bu cümleler hangi ideolojiye geliyorsa ki hepimiz bunu biliyoruz, ben onun üzerinden çalışmalarımı yapacağım. Herkese dokunan, kim olduğuna, nereden geldiğine, ne düşündüğüne, kime oy verdiğine bakmadan herkes için eşit, adil, özgür çalışma anlayışını ortaya koyacağız.

"Belediyenin kapısı olmaz, bunun dışındaki sözler bize ait değil"

- Bir yanda belediyenin kapılarını DEM'lilere kapatan, Suriyelilerin daha pahalı hizmet alması gerektiğini savunan belediyecilik diğer yanda ise "belediyenin kapısı olmaz" diyen belediyecilik… Her iki anlayış da CHP çatısı altında. Bu size doğal ya da normal geliyor mu?

Ben "belediyenin kapısı olmaz" diyen bir anlayıştan geliyorum. Çünkü temel vatandaşlık hizmeti veriyoruz. Bu anlamda, insani olarak da süreçlerimizi doğru yürütmek zorundayız. İnsanlığımızdan çıkmadan tüm canlıların haklarına saygılı olacak şekilde, mevzuatlar, yasalar çerçevesinde, kentin içerisinde yaşayan herkese hizmet vermek zorundayız. Ben de belediye başkanlığı görevimi yaparken mensubu olduğum Cumhuriyet Halk Partisi'nin temel politikaları çerçevesinde süreci yürüteceğim. Mensubu olduğum partim zaten ötekileştirmeyen, birleştiren, özgürlüğü, adaleti, emeği hakkı savunan bir yönetim anlayışıyla bu süreçlere geldi. Bunun dışındaki sözler bize ait sözler değil.

- Türkiye haritasının önemli bir bölümünün kırmızı olmasında CHP'deki değişimin, değişim söyleminin etkisi oldu mu sizce?

Kesinlikle etkisi oldu. Mayıs seçimleri şunu gösterdi bu ülke neyi istemediğini çok net bir şekilde ortaya koydu. Ama seçim sonuçlarının neden olduğu o kırgınlık ve yorgunluk havası, değişimle beraber başka bir rüzgara bıraktı kendisini. Evet değişmemiz gerekiyordu. Bu seçimler gösterdi o değişime, değişimin ruhuna inanç hepimizde var. Ve seçmen bu ülkeye bir şans verdi. Bize verilen oyların emanet oylar olduğunu biliyoruz. Bu ülkede çok büyük sorunlarımız var. Değişim sözcüğünün altını doldurmak, bunu belediyecilik hizmetlerimizle yapmak zorundayız.

Türkiye'nin kırmızı rengi hepimize nefes aldırdı. Aldığımız nefesi doğru kullanarak, kentlerimizi nasıl yönetirsek ülkeyi de öyle yönetiriz, kentlerimize nasıl bakarsak, hayata, canlılara, insanlara nasıl bakarsak ülkeye de öyle bakarız anlayışıyla, doğru çalışmalarla, kentlerden ülkeye doğru büyüyen bir sürecin başlangıcını yapmış olduk.

- İktidar belediyelerinden alınan belediyelerde son dakika ihaleler, eksi kasalar ve borçlu belediyeler gördük. Siz de tablo nedir? İzmir Büyükşehir Belediyesi ile projeler konusunda sorun yaşarsanız ki arıtma tesisi konusunda geçmişte sorun yaşanmış, ne yapacaksınız?

İzmir zaten merkezi bütçeden alması gereken pay konusunda hâlâ sıkıntı yaşıyor. İktidarın CHP'li belediyelerle AKP'li belediyelere bakış açısının ne olduğunu hepimiz biliyoruz. İzmir bunu ağır yaşayan illerden biri oldu. Ekonomideki sıkıntıları bizler de yaşıyoruz. Nüfusa, ihtiyaçlara baktığınız zaman Türkiye'nin 35 ilinden daha büyük bir ilçenin belediye başkanıyım. Gelen bütçe ve ödenekleri doğru yönlendirmek lazım ama bunlar zamanında ve doğru gelmediği zaman tabii ki hizmetinizle ilgili aksamalar yaşanıyor.

İzmir ödediği verginin zaten 40'ta 1'ini yatırım olarak geri aldı. Bizler de İller Bankası'ndaki aksamalar ve süreçlerle ilgili sıkıntıları yaşıyoruz. Ama yeni bir döneme başlıyoruz. Düne dair değil bundan sonraki süreçlerle ilgili değerlendirme yapmayı daha doğru buluyorum.

Büyükşehir'le seçim sürecinde de uyumlu bir dönem geçirdik. Bu belediye çalışmalarımıza yansıyacak. Bu sözlerimizi hayata geçirdiğimiz adımlarla vatandaşlarımız daha net görmeye başlayacak. İzmir'in bir avantajı var. İzmir'deki belediyelerin çoğu değişti. Belediye başkanları daha genç daha dinamik ve kadın ağırlıklı. 8 kadın belediye başkanı olarak Türkiye'de kadın ve gençlerin sözünü büyütecek, onların yüzü olacak bir çalışmanın öncüsü olacağız. Evet ekonomik sorunlar önümüzdeki dönem hepimizi zorlayacak. Ama biz dayanışma içerisinde, koordineli bir çalışmayla belediyeciliğin en iyisini en doğru şekilde yapmaya çalışacağız. Biz, merkezi hükümetin, kurumların yapması gereken ama yapmadığı tüm noktalarda dayanışmayla ayakta kalan bir kültürü inşa ettik. O nedenle koordinasyonsuzluk ve iletişim sorunlarını yaşamayacağız. Karşımıza hangi zorluk çıkarsa çıksın çözüm üreten, o süreçlerin içerisinde insanımıza, vatandaşlarımıza nefes aldıracak bir belediyecilik yapacağız. Bunun yöntemlerini de beraber tartışacağız.

Karabağlar'a olumsuz etkisi olacak bir çalışma varsa bunu Büyükşehir'le ya da ilgili idarelerde paylaşıp gerekli değerlendirmeyi yapacağız. Koordinasyon içerisinde çalışacağımız için bir sorun yaşanmayacağını öngörüyorum.

- Özgür Özel eski Sayıştay üyelerinin içinde olduğu bir ekibin CHP'li belediyeleri denetlemesinden söz etmişti. Ne diyorsunuz, hayata geçecek mi?

Çok önemli ve istediğim bir formül bu. Zaten denetimini, performans izlemelerinin yapılması gerektiğin savunanlardan birisiyim. Dolayısıyla kendi savunduğum anlayışın partim tarafından da ortaya konulması benim için çok değerli. Olması gerektiğini ve büyük katkılar koyacağını düşünüyorum.

"Erkek siyaseti güce dayalı ve daha siyah"

Karabağlar'ın ilk kadın belediye başkanı olarak zorlandınız mı seçim sürecinde?

Karabağlar'da her bir komşumuz, dostumuzla sohbetlerde, "kadınların ne işi var" cümlesini duymadım. Tam tersine daha çok bir arada olduğumuz, birbirimizi anladığımız, samimiyeti büyüttüğümüz bir süreç oldu. Çünkü erkek siyasetin güce dayalı, daha protokol ve daha siyah yapısının dışına çıkıyorsunuz. Kahveye de evlere de giriyorsunuz. Her bir sohbeti anlıyorsunuz. Ben de bir anneyim, iki çocuk annesiyim ve bütün duyguları yaşayabildiğiniz, içselleştirebildiğiniz bir sürecin parçasısınız. Bu daha çok avantaj kazandırıyor size. Belediye meclisimiz ve yönetimimiz kadın ağırlıklı. Sadece kadın olduğu için değil tabii. Birikimli ve liyakatli kadınlar. Bir süre sonra İzmir'de, Türkiye'de konuşulan bir belediye olarak, kadın devrimini başlatanlardan bir tanesi olacağız.

- Karabağlar konusunda en büyük iddianız bu ilçeyi üvey evlatlıktan çıkartmak mı?

Karabağlar adını kara üzüm bağlarından almış ve geçmişine baktığınız zaman İzmir'in en özel, en değerli yeri. Konuşulmasa da tarım potansiyeli var. Üzümüyle coğrafi işaret almış. Çok zengin bir tarihi var. Türkiye'nin her kültüründen insanlarını içinde barındırıyor, çok büyük bir zenginliği var tüm bu yokluk ve yoksunluğun yanı sıra. Bu zenginlik ve potansiyeli birleştirmemiz gerekiyor. Karabağlar hep kentsel dönüşümle anılmış. Ben kentsel dönüşümle ilgili cümle kurarken yaşamıyla da dönüşen bir Karabağlar'dan bahsettim. O yüzden Karabağlar, kendisini dışarıda hisseden yapısını bırakıp kendi değerini anlayacağı, bu değerini hem İzmir'e, hem Türkiye'ye katan bir ilçe olacak.

                                                       /././

Merkez Bankası "nas" yükünü üstlendi (Çiğdem Toker)

Vatandaşın refahını, Merkez Bankası'nın üstlenmek zorunda kaldığı KKM zararına yol açan anlayış mı arttıracak?

Genel Kurul tarihi yaklaşan Merkez Bankası'nın zarar açıklayacağını, zararın önemli tutarını Kur Korumalı Mevduat (KKM) hesaplarının oluşturacağını bir önceki (12 Nisan tarihli) yazımda paylaştım. Banka bilançosunun Resmi Gazete'de yayımlanmasıyla, 818,2 milyar TL zarar da gündeme oturdu.

Banka zararının büyük bölümünü KKM farkından kaynaklandığı, kamuoyunda artan hararetle tartışılıyor.

Aslında zararın sayısal büyüklüğü, bilançonun kamuoyuna açıklanması ile ortaya çıksa da KKM'nin Merkez Bankası bilançosunda yük oluşturacağı aylar öncesinden biliniyordu. Planlıydı. Nureddin Nebati'nin Hazine ve Maliye Bakanlığı döneminde TL'nin değer kaybını önlemek amacıyla icat edilen KKM'nin bütçe dengesini tehdit ettiği görülünce başvuruldu bu yola.

Ancak bu devasa yükü bütçeden dışarıya uzaklaştırabilmek için yasal düzenleme gerekiyordu. Bu düzenlemenin mimarı da seçim sonrası ısrarlı davetlerle bu göreve getirilen Hazine ve Maliye Bakanlığı'na Mehmet Şimşek oldu.

KKM yükü biliyordu

KKM yükünün Hazine'den Merkez Bankası'na aktarılması için gerekli yasa değişikliğinin, geçen yıl temmuz ayında TBMM'ye getirilen bir torba yasaya eklenerek yapıldığını hatırlatmakta fayda var. Aynı şekilde Merkez Bankası'nın zarar olarak üstenmek zorunda kaldığı bu KKM yükünün de tamamen Erdoğan'ın "nas" inadıyla sapılan yanlış fazi politikasının sonucu oluştuğunun da altını çizelim.

Şimşek, KKM yükünün Merkez Bankası'na aktarılması adımını, "rasyonel politikalara dönüş" planı kapsamında attı. Amaç da belli ki bütçede manevra alanını genişletmek. Ama izaha muhtaç olan konu şu ki tam olarak ne değişecek? Kime neyi kanıtlamış oluyorsunuz?

Niye mi bu soru? Çünkü bir A.Ş olan Merkez Bankası'nın en büyük hissedarı yine Hazine. Evet sizin bizim Hazinemiz.

Yani kulağınızı öyle değil de böyle gösterince, kulağı göstermemiş olmuyorsunuz.

Unutulmamalı ki ekonomideki dengeler en çok, Türkiye'de Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın emir ve talimatları doğrultusunda "irrasyonel" yani akıldışı bir faiz politikası uygulamaya başlanması sonucu alt üst oldu. Kamudaki ihale yolsuzlukları, usulsüz kaynak aktarımlarıyla bütçenin öteden beri darbe ala ala darmadağın oluşunun üzerine ekliyoruz tabii bunu.

Kimler zengin edildi?

Aslında TL'nin değer kaybı durdurulamaz hale geldiği noktada icad edilen KKM fark ödemeleri konusunda önceleri ikili bir uygulama söz konusuydu. Merkez Bankası sadece dövizden dönüştürülen hesapların ödemesini yapıyordu. Ancak dönemin Banka yönetimi bu konuda hiç saydam bir tutum sergilemedi.

KKM, zengini daha da zengin yapan bir icat olarak Merkez Bankası'nın zararını büyüttü. Ama IMF ve Dünya Bankası'nın ilkbahar toplantıları için ABD'de bulunan Şimşek bu konulara girmiyor. Sosyal medya hesabından yaptığı son paylaşımlarda yine bütün bu ağır bilançoya, mensubu bulunduğu AKP iktidarı değil de sanki ana muhalefet partisi yol açmışçasına konuyu Erdoğan hatalarından izole eden bir anlatıma devam ediyor. Erdoğan'ın faiz inadına laf söylemek hangi partilinin hangi bakanın haddine öyle değil mi? Bilakis Cumhurbaşkanı'nın bu programa verdiği destek öne çıkarılacak ki gerçeklerin üzeri örtülsün.

Ne diyor Şimşek:

"Bu zor coğrafyada ülkemizin sorunlarını çözmek, potansiyelini ve performansını artırmak için yapacak çok işimiz var. (...) Programımız hedeflerine ulaştığında, vatandaşlarımızın refahı da kalıcı olarak artacaktır."

Şimşek'in son mesajında, vatandaşların refahının kalıcı olarak arttıracak şeyler için söyledikleri Nasrettin Hoca'nın sürüdeki koyun yünlerinin tellere takılıp toplandıktan sonra satışından elde edilecek gelir hikâyesini hatırlatıyor.

Vatandaşın refahını, Merkez Bankası'nın üstlenmek zorunda kaldığı KKM zararına yol açan anlayış mı arttıracak? Buna inanılması isteniyorsa, bizlerin vergisiyle bu muhteşem icattan kimlere ne servet aktarıldığını açıklamakla başlanabilir işe.

Çok karışık görünen bazı konular aslında basittir diye bitireyim.

                                                               /././

Yiyecek içecekte KDV artışı yok (Murat Batı)

Bu yayımlanan KDV, Genel Tebliğ ile de Hazine ve Maliye Bakanlığı'ndan "Ödeme kaydedici cihazınızı güncelleyin, yüzde 1 KDV kesiyorsanız geliyoruz, yapmayın" demek için bir uyarı mahiyetinde.

Bugün yayımlanan KDV Uygulama Genel Tebliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliğ ile yiyecek ve içecekte KDV oranlarının artacağı yönünde basında haberler yapılmaya başlandı.

Ancak hemen belirteyim böyle bir değişiklik yok ve bu yönde yapılan haberler hatalıdır.

Şöyle ki hatırlanacağı üzere 7 Temmuz 2023 tarihinde yayımlanan 7346 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile 10 Temmuz 2023’te yürürlüğe girmek üzere KDV genel oranı yüzde 18’den yüzde 20’ye ve yüzde 8 olan KDV oranı ise yüzde 10’a yükseltilmişti.

Ayrıca deterjan, temizlik ürünleri gibi bir kısım ürün (II) sayılı listeden çıkartılıp genel orana yani yüzde 20’ye tabi tutulmuştu.

Ve 10 Temmuz 2023 tarihinden bu yanadır da KDV oranları yüzde 1, yüzde 10 ve yüzde 20 olmak üzere 3 farklı şekilde uygulanmaktadır. Ancak KDV Genel Tebliği'ndeki bazı örnekler hala eski oranlara göre (yüzde 8 ve yüzde 18) düzenlenmiş olduğundan bunun güncellenmesi gerekmekteydi ki bugün yayımlanan KDV genel Tebliğ Taslağı ile bu güncellenmenin yapılması adına kamuoyuna sunuldu.

Daha da önemlisi Anayasa'nın 73’üncü maddesinin son fıkrası ve Katma Değer Vergisi Kanunu madde 28’de Cumhurbaşkanına verilen yetki gereği KDV oranlarını değiştirme yetkisi genel tebliğ ile değil cumhurbaşkanı kararı ile cumhurbaşkanına verilmiştir. Bu nedenle bu oran değişiklikleri genel tebliğle yapılamaz ancak bir cumhurbaşkanı kararı ile yapılabilir.

Bir diğer unsur ise kasap, market gibi yerlerde yiyecekler yüzde 1 KDV ile satılmakta ama restoran, lokanta, kafe gibi yerlerde ise yüzde 10 KDV ile satılmaktadır. Ancak bazı restoranlar kendini market, kasap gibi göstermekte ve sattığı yemeği temel gıda gibi göstermekte ve yüzde 1 KDV hesaplamakta. Bu yayımlanan KDV, Genel Tebliğ ile de Hazine ve Maliye Bakanlığı'ndan "Ödeme kaydedici cihazınızı güncelleyin, yüzde 1 KDV kesiyorsanız geliyoruz, yapmayın" demek için bir uyarı mahiyetindedir.

Neticede bu KDV Genel Tebliğ taslağıyla ne KDV oranı artmaktadır ne de başka bir şey olacaktır. Telaşa mahal yok…

(T24)

Bilal Erdoğan’ın ortağının otelinde 175 oda kaçak çıktı - Yusuf Yavuz / soL

 Alanya’da halkın kullanımına açık olması gereken tabiat parkına çöken yandaş şirketin 2011'deki ÇED iznine dayanarak yaptığı otelin 175 odasının olduğu kısmın izinsiz olduğu ortaya çıktı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2018’de YSK’ya sunduğu mal beyanında 2 milyon lira borçlu olduğu görülen Rize Güneysulu iş insanı Mehmet Gür’ün Antalya’nın Alanya ilçesinde 9 yıldır işlettiği 5 yıldızlı tesettür otelinin 175 odasının izinsiz inşa edildiği ortaya çıktı.

Bilal Erdoğan ile ortak şirket kurmasıyla da gündeme gelen Mehmet Gür’ün otelinin izinsiz olan bölümlerinin meşrulaştırılması için ÇED Yönetmeliği’ne aykırı şekilde geriye dönük süreç işletilerek 18 Nisan’da Alanya Avsallar’da ‘Halkın Katılımı Toplantısı’ yapılacak.

Daha önce imar planları onaylanmadan inşaat çalışması başlatılan otelde izinsiz yapılan kapasite artışı, yeni yapılacakmış gibi proje dosyası hazırlanarak Bakanlığa sunuldu. Bakanlığın uygun bulduğu proje dosyasına göre 2600 metrekarelik alanda izin alınmadan inşaat yapılmış.

Ormancıların eğitim kampıydı, tesettür otele dönüştü

Geçmişte Orman Bakanlığı’nın meslek içi eğitim kampı olarak kullandığı İncekum Mesire Yeri, 2004 yılında kamp alanı olarak Ali Filiz adında girişimcinin sahibi olduğu Avrasya Turizm adındaki özel şirkete kiralandı.

Şirket, yıllık 600 bin lira kira ile kapı girişi geliri dâhil mesire yerinde bulunan restoran, kafe, büfe, disko ve konaklama ünitelerini barındıran orman içindeki sahili işletmeye hak kazandı. İhaleyi alan şirket, alanda bulunan yapıları yıkıp yerine yenilerini yapmak için kolları sıvayınca ortaya bir sorun çıktı. Orman ve Su İşleri Bakanlığı bünyesindeki alandaki yapıların hiçbirinde iskân ve yapı kullanım ruhsatı yoktu. Bunun üzerine işletmeci şirket ile Bakanlık mahkemelik oldu.

Mesire yeriyken 'Tabiat parkı' ilan edildi

Bu arada Avsallar Mahallesi 520/1 parselde bulunan İncekum Mesire Yeri, 2006 yılında dönemin Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından ‘Tabiat Parkı’ ilan edildi. Mesire yeri statüsünde yapımına izin verilmeyen yapılaşmanın, tabiat parkı statüsü ile daha kolay yapılabilmesi ilerleye dönemlerde de birçok mesire yerinin statüsünün değiştirilmesine neden olmuştu.

Arazi 49 yıllığına Gür ailesine verildi

Bakanlık ile firma arasındaki hukuki süreç devam ederken 6 Temmuz 2011 tarihinde kiralama sözleşmesi 8 yıl daha uzatıldı. Tabiat Parkı’nı yaklaşık 4 ay kadar işleten ancak kuruma olan kira borçlarını ödeyemeyen yüklenici firma iddiaya göre iflas aşamasına geldi ve o sırada devreye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yakınlığı ile tanınan Gür ailesi girdi. 19 Aralık 2011 tarihinde Güneysulu Mehmet Gür’ün sahibi olduğu Ortadoğu Grup şirketine devredilen İncekum Tabiat Parkı’nın 49 yıllık üs kullanım hakkı da bu şirkete geçti. Böylece toplam 271 bin metrekarelik alana sahip tabiat parkının 104 bin metrekarelik kısmı Gür ailesinin kullanımına verilmiş oldu.

                                   Wome Deluxe Otel ormancıların eğitim kampına yapıldı

Otel inşaatı sırasında antik zeytinyağı işliği ortaya çıktı

Halkın kullanımı için ayrılan tabiat parkının yeni kiracısı olan Mehmet Gür, buraya 5 yıldızlı bir tesettür otel inşa etmek istiyordu. Daha önce alanı işleten şirketin otel yapmak için hazırlattığı projeye Antalya Valiliği’nin verdiği ÇED izni de 2012’de Gür’ün şirketine devredildi. Ardından alanın imar planı değiştirilirken, plan değişikliğinin Bakanlık tarafından onaylanması dahi beklenmeden alandaki mevcut yapılar yıkıldı. İnşaat çalışmaları sırasında ormanlık bölgeden çok sayıda çam ağacı kesildi. İnşaat çalışmaları sırasında antik çağdan kalma 2 bin yıllık bir zeytinyağı atölyesine rastlandı ancak alanda arkeolojik kalıntıların çıkması da inşaat çalışmalarını durduramadı.

Serdar Tuncer de müdavimleri arasında

Dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın imar planlarını 30 Nisan 2015 tarihinde onaylamasına rağmen Mehmet Gür’ün yaklaşık 100 bin metrekarelik alanda inşa edilen ‘Wome Deluxe’ adlı 5 yıldızlı lüks İslami oteli Temmuz 2015’te hizmete girdi. İslami sosyetenin yoğun ilgi gösterdiği otelin daimi müşterileri arasında TRT’de yaptığı programlar ve tarikat şeyhlerine yönelik övgüleriyle tanınan Yeni Şafak yazarı Serdar Tuncer de bulunuyordu.

Otelin 175 odası izinsizmiş

Ancak 2018’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın YSK’ya sunduğu mal varlığı beyanında, 2 milyon lira borçlu olduğu görülen, Bilal Erdoğan’ın yanı sıra Erdoğan’ın eniştesi Ziya İlgen ve kardeşi Mustafa Erdoğan’la ortaklığı olduğu bilinen Mehmet Gür’ün şirketinin İncekum’da 9 yıldır işlettiği lüks otelin 175 odasının izinsiz olduğu ortaya çıktı.

Avsallar'da 18 Nisan'da 'ÇED Tiyatrosu' yaşanacak

Oteli işleten Mehmet Gür’ün şirketi, geçmişe dönük bu skandalı düzeltmek için ilgili yönetmelik kapsamında Antalya merkezli özel bir danışmanlık firmasına proje dosyası hazırlatarak ÇED başvurusu yaptı. Proje dosyasını kabul eden Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ise 25 Mart 2024 tarihinde yayımladığı duyuruda, söz konusu otelin kapasite artışı projesiyle ilgili 18 Nisan 2024 tarihinde halkın katılımı (ÇED) toplantısı yapılacağını bildirdi.

İzinsiz işletilen bölümler yeni inşa edilecekmiş gibi anlatılacak

Halka proje hakkında bilgi vermeyi amaçlayan ÇED toplantısında, aslında izinsiz olarak ve ÇED yönetmeliğine aykırı şekilde inşa edilen ve 9 yıldır işletilen otelin ilgili bölümleri hakkında bir sunum yapılması bekleniyor. ÇED Yönetmeliği ve turizm işletmeciliği açısından bir skandal olarak tarihe geçecek olan bu uygulama, Türkiye’deki yasa ve yönetmeliklerin nasıl keyfi olarak aşıldığının da göstergesi.

425 odalık ÇED izniyle 600 oda inşa edilmiş

Alanya’nın Avsallar Mahallesi sınırlarında bulunan İncekum Tabiat Parkı’ndaki otel için daha önce alanı kiralayan firmaya otel inşa edilmesi amacıyla verilen 425 oda kapasiteli ÇED Gerekli Değildir kararına dayanarak alanda 600 oda kapasiteli otel yapıldı. Aralık 2011’de verilen ÇED Gerekli Değildir Kararı’nın 2012’de Mehmet Gür’ün şirketine devredilmesiyle önce otel projesinde değişikliğe gidilerek izin alınmadan 425 oda kapasiteli proje, izinsiz ek odalar ve personel lojmanlarının da dâhil edilmesiyle 600 oda kapasitesine çıkarıldı. Toplamda 2600 metrekarelik alanın izinsiz olarak inşa edildiği belirtiliyor.

Bakanlık sadece 535 oda için işletme belgesi vermiş

2015 yılından bu yana izin alınmadan inşa edilen odalarla işletilen oteli ‘kaçak’ durumundan kurtarmak için 18 Nisan’da Avsallar’da geriye dönük ÇED toplantısı yapılacak. ÇED yönetmeliği kapsamında yapılması zorunlu olan halkın katılımı toplantısının bir tür ÇED tiyatrosuna dönüşmesi beklenen projeyle ilgili hazırlanan başvuru dosyasında, söz konusu otelin mevcutta 600 oda ve 1300 yatak kapasitesi ile işletildiği belirtiliyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı ise söz konusu otel için 2018 yılında 535 oda ve 1092 yatak için Turizm İşletme Belgesi vermiş.

‘Faaliyete turizm sürdüğü sürece devam edilecek'

Söz konusu kapasite artışı projesinde 175 odalık kapasite artışı yapıldığı kaydedilen ÇED başvuru dosyasında, projeyle ilgili inşaat aşamasının bulunmadığı belirtilerek şu ifadelere yer verildi: “Son yıllarda bölgede inşaat piyasası da göz ardı edilemeyecek bir büyüme göstermiş ve genç nüfusa yeni istihdam olanakları sağlamıştır. Türkiye’nin turizm ve konaklama alanında bugünkü noktaya gelmesinde 1980 yılının ikinci yarısında çıkarılan teşvik yasasının önemli bir etkisi olmuştur. Teşvik yasası ile kamu arazileri, yatırımcılara, üzerinde turistik tesis kurmak amacıyla tahsis edilmiştir. Yasanın çıkarılması başta inşaat ve tekstil olmak üzere birçok sektörden girişimcinin turizme yönelmesine yol açmıştır. Söz konusu faaliyete ülkemizde turizm ekonomisi ve faaliyetleri sürdüğü sürece devam edilmesi planlanmaktadır.”

‘Alan denize yakın olduğu için cazip geldi'

Söz konusu otelde 175 odalık kapasite artışının, ÇED Yönetmeliği kapsamında gerekli izin işlemleri onaylanmadan yapıldığı itiraf edilen ÇED başvuru dosyasında, yer seçimiyle ilgili ise şu gerekçelere yer veriliyor: “ÇED Başvuru dosyasına konu olan alan, Turizm Merkezi olup çevresinde birçok konaklama tesisi mevcuttur. Söz konusu tesisin denize ve merkeze yakın oluşu, alt yapı hizmetlerinden faydalanılabilir bir bölge olması sebebi ve mevcutta kurulu olması nedeni ile seçilen alan cazip gelmiş bu nedenle projeye ayrıca alternatif bir alan düşünülememiştir.”

                                           İncekum'daki otelin sahibi Mehmet Gür

Mehmet Gür, Bilal Erdoğan'la ortak şirket kurdu

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın memleketi olan Rize’nin Güneysu ilçesinden olan Mehmet Gür, 2014 yılında Bilal Erdoğan, Mustafa Erdoğan ve Ziya İlgen ile ortak şirket kurmuştu. Ortadoğu Proje Geliştirme İnşaat Sanayi adını taşıyan şirketin hissedarları arasında, Bilal Erdoğan, Mustafa Erdoğan ve enişte Ziya İlgen’in kurucusu olduğu BMZ Denizcilik ile Mehmet Gür’ün şirketi olan Ortadoğu Nakliyat da bulunuyordu.

YSK’ye sunulan bildirime göre Erdoğan'ın 2 milyon borcu var

Mehmet Gür’ün adı, 2018 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2 milyon lira borcu olmasıyla da gündeme gelmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın beyan ettiği mal varlığını açıklayan YSK’nin listesinde, Erdoğan’ın Mehmet Gür’e 2 milyon liralık borcunun da kayıtlara girmesi dikkat çekmişti.

Yusuf Yavuz / soL

16 Nisan 2024 Salı

Maskeli soygun (Uğur Zengin) + Mesut Kara: ‘Cennet Sineması’na bilet alan adam (Tarhan GÜRHAN)

 Maskeli soygun (Uğur Zengin - EVRENSEL)

İşçilerin 2 aydır ücretlerini vermeyen Mega Polietilen'in bir KOBİ'den 135 bin metrekarelik fabrikaya 'yayılışının' hikayesi... Pandemi ile artan kârlar, ucuz işçilik ve finansman, teşvikler ve gasp.

Adıyaman Besni’de 2022 yılında kurulan Mega Polietilen fabrikası ‘rekabete dayalı ihracat’ modeli ile palazlanırken, düşük ücretten ‘hiç ücret’e geçti. Şirket, iki aydan fazla süredir fabrikada çalışan işçilere ücretlerini ödemedi. Şirketin hikayesi devlet ve piyasanın küçük bir KOBİ’yi nasıl dişli bir sanayi patronuna evirdiğini gösteriyor.

Dolar/TL kuru 2018 ocak ayında 3 lira 77 kuruştu. Ocak 2018’den bugüne geçen 6 yıl 3 ay 15 günde Dolar, Türk lirası karşısında yüzde 760 değer kazandı. 2018’de İstanbul Hadımköy’de 8 bin metrekarelik fabrikasıyla üretim yapan şirketin 2018 yılı net kârı 4 milyon 539 bin 830 liraydı. 2018’de net kâr 2 bin 237 brüt asgari ücrete tekabül ediyordu.

Şirketin net kârı yıldan yıla şöyle gelişti:

2011’de  9.2 milyon lira olan sermayesini, 2012’de 13.2 milyon liraya, 2020’ye gelindiğinde önce 26.4 milyon liraya, kasımda 38 milyon liraya çıkardı. 2018 krizinde küçüldü. Küresel pandeminin milyonlarca insanı kırdığı 2020 yılı, şirkete ‘ilaç’ gibi geldi. Nasıl mı? Fabrika harıl harıl ‘maske’ üretti.

2020’de 40 kişinin çalıştığı bu küçük fabrikada işçi başı 501 bin lira net kâr edildi. Bu rakam ‘dehşet’tir. Aynı yıl Koç Holding’e ait Ford Otosan gibi yüksek teknoloji ile üretim yapan şirketin dahi işçi başı net kârı 328 bin liraydı. Bu küçük şirket Ford Otosan’ı dahi işçi başına net kârda yüzde 52 solladı.

Maske üretimi yapan şirket o yıl net kârını böylece yüzde 197 artırdı. Sermaye artırdı. Yetmedi, 2020’nin 9.ayında solunum cihazı yapan bir şirketin yarısını satın aldı. Yetmedi, Besni’de açacağı 45 milyon liralık yeni fabrika yatırımının yarısını da devlet karşıladı. Teşvik pandemi sırasında verildi. Yetmedi, devlet şirkete yüzde 50 vergi indirimi ve 7 yıl sigorta primi desteği sağladı.

Şirket 2021’de Besni’de aylık 900 ton işlem kapasiteli fabrikanın kurulumunu tamamladı. Fabrikanın 2022’de açılışını yapan dönemin AKP’li Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, “İmzaladığımız protokolle imalat sanayinde teknolojik dönüşüm finansman programını başlatmış olduk. Pazartesi itibariyle 40 milyon lira bütçeli bu finansman paketine başvuruları açılmış olacak. Sanayi işletmelerinin kredi finansman maliyetlerini kalkınma ajansları olarak üstlenmiş olacağız. Böylece bölgemizdeki KOBİ’ler daha fazla kaynağa daha uygun şartlarda erişebilecek ve bunu yatırıma kanalize edebilecekler. Biz finansman maliyetini 40 milyon liraya kadar karşılayacağız ve inşallah Vakıf Katılım aracılığıyla 200 milyon liralık kredi hacmi oluşturacağız. Ben şahsen şartları sağlayan firmalarımızın bu cazip destekten azami ölçüde faydalanmalarını arzu ediyorum” demişti.

Varank’ın sözü, Mega Polietilen’in gerçeği. 2021’de 141.9 milyon lira borçlanan şirketin yüzünü pandemiden sonra bu kez ‘ucuz kredi’ güldürdü. Cumhurbaşkanı Erdoğan Ekim 2022'de "Bu kardeşiniz bu görevde olduğu sürece, faiz her geçen gün inmeye devam edecektir” dediğinde 416.4 milyon lira (2022 yılında) ‘nakit’i ucuz kredi yoluyla kasasına koydu.

Hadımköy’deki 8 bin metrekarelik fabrikadan 135 bin metrekarelik dev fabrikaya! Şirket fabrikasını 17 kat büyütürken, işçiler asgari ücretli kalmaya devam etti.

Ve final: Şirket 2022’de net kârını bir önceki yıla göre yüzde 215 artırdı. Bu, 3 kattan fazla artış demektir.

2022 yılında ödediği vergi 4 milyon 938 bin 757 lira. Net kârının yalnızca yüzde 4.62’si.

2021 yılında ödemesi gereken ancak devletin ‘affına’ uğrayan vergi tutarı 2 milyon 196 bin 154 lira!

***

Bir KOBİ’nin tekerini küresel bir pandemi döndürdü. 2005’te kurulan, 2007’de üretime başlayan küçük bir KOBİ ucuz krediye ‘Erdoğan politikalarıyla’ ulaştı. Milyonlarca lira teşvik aldı, işçilerin tepesine çöktü, zamanını ve ücretini çaldı, daha fazla artı değer yarattı. Bu küçük KOBİ birkaç yılda tamamen ihracata dayalı bir ‘sanayi patronuna’ dönüştü. Bugün işçilere ücretlerini ödemeyen, yasa, anayasa dinlemeyen, işçileri “Türkmenistanlı işçi getiririz” diyerek tehdit eden ‘sivri dişli’ bir patron. En büyük rakibi Bangladeş, Pakistan, Vietnam… Aradıkları da, istedikleri de daha çok işçi kanı emmektir. Bu yüzden bu hızlı teker hem geçmişe, hem de geleceğe dönüyor!

                                                       /././

Mesut Kara: ‘Cennet Sineması’na bilet alan adam (Tarhan GÜRHAN-EVRENSEL)  

Kendine özgü bir insandı. “Yeşilçam’ın Hatıra Defteri” Mesut’un tuttuklarıyla çok zenginleşti. Sonraki kuşaklar için paha biçilmez bir kaynak yarattı.

İlkbahar ölümleri daha kötü geliyor bana. Sanki yaşam bu kadar yakınken, avucumuzdayken, gidivermek… Yine öyle oldu: Edebiyatçı, Belgeselci, Sinema Yazarı Mesut Kara pazar gecesi Söke Devlet Hastanesinde hayatını kaybetti. Yaklaşık 10 gündür entübe ediliyordu. Bugün son 15 yıldır yaşadığı Kuşadası’da toprağa verilecek.

Ölünün arkasından yazmak çok zor. Hele bir de ölen kişi yakın dostunuzsa daha da zor. 1999 depreminden hemen sonra tanışmıştık. Depremden sonra arkadaşlarıma sıkı sıkı tembihlemiştim, “Benden önce ölünmeyecek!” diye. Kimse sözünü tutmadı. Son yirmi beş yıldır ölen ölene… Çok sıkıntılı, acılı, hüzünlü günler yaşıyorduk. Ben bir yakınımı kaybetmiştim. Konuşa konuşa birbirimizin acısını alıyorduk. 

O zamanlarda “Uç” adlı bir edebiyat, şiir dergisi çıkarıyordu. Dergi onun çocuğu gibiydi. Karşılaştığı zorluklar ve onlarla nasıl baş ettiğini saatlerce anlatırdı. Çocuk heyecanıyla, coşkuyla durmaksızın konuşabilirdi. Benim de ilk yayıncılarımdandır.

“Düşen Yapraklar (1)” adlı son yazısı, 27 Mart 2024’te Evrensel gazetesinde yayımlanmıştı. Şimdi tıpkı o düşen yapraklar misali aramızdan ayrıldı. Sanki biliyordu yaşanacakları. İnsanoğlunun acımasızlığını, ikiyüzlülüğünü, ihanetlerini, arkadan vurucu ve kötü oluşunu bildiği gibi.

Vefanın bir semt adı olmadığını hayatıyla ispatlayan ender insanlardandı. Sinemaya, özellikle Yeşilçam’a vefalıydı. Neredeyse 30 sene Yeşilçam üzerine yazdı. Ona “sinema tarihçisi, Yeşilçam tarihçisi” derdim. Mesut Kara da unutulmazlar katındadır. “Bizim kuşak için Yeşilçam’da sonbahar rüzgarları, yaprak dökümü ‘70’li yıllarda başlıyordu. Sevdiğimiz oyuncular birer birer sinemadan ve hayattan çekilirken bizim hayatımızda da yeri doldurulamaz boşluklar oluşuyordu” demişti son yazısında.

KAYBEDENLERİ YAZDI, GÖRÜNMEYENİ GÖSTERDİ

Lütfi Akad’ı, Metin Erksan’ı, Yılmaz Güney’i ayrı severdi. Mütevazi meyhanelerin, en kuytu masalarına yazılırdık sık sık. İki kişiydik ama çoğalırdık konuşurken. İkimizde de iki aynı tutku: Sinema ve edebiyat. Ha babam yeni fikirler, yeni açılımlar… Bence onu bu tutkuları yaşatıyordu. Bir kitabının adı gibi “Mülksüz ve Çıplak”tı Mesut Kara.

İnsanların değeri, öldüklerinde arkalarında kalan boşluktan ölçülür bence. Çoktan bitmiş tükenmiş bir Yeşilçam anlayışını, ısrarla kaleme alarak yaşattı. Herkesin bugün alay ettiği Yeşilçam Sineması’nda çok çarpıcı detaylar yakaladı. Özellikle kıyıda köşede kalmış oyuncuları, figüranları, kaybedenleri yazdı hep. Hem onları tazeledi hem bizi hem de kendini… Görünmeyeni gösterdi. Bugünkü sinema yazarları gibi “sabun köpüğü” yazılar yerine belge niteliği olan, iyi araştırılmış, birkaç kaynaktan kontrol edilmiş metinler ve kitaplar yazdı.

Latince bir kavram var: “Horor vacui”, boşluk korkusu diye çevirebiliriz. Şu anda hissettiklerim tam da bu kavramın içine dair şeyler. Yeri doldurulamazlık, boşluk şu anda büyük. Hayatta kalanın en büyük tesellisi bize bıraktığı eserler. İyi ki yazmış, iyi ki sevmiş. Neyse ki acı, üzüntü kılık değiştirecek, bunu biliyoruz. Mesut Kara’nın aklımızda kalışı da değişecek. Gittikçe daha da güzelleşecek. Herkes arkandan güzel şeyler söyleyecek, yazacak. Şunu unutma: Sana tam olarak geçmemiş olsa da sevildin. Çok sevildin…

Birikimli, kültürlü, beyefendi, açık sözlüydü… Gözü de soyadı gibi karaydı. Lafını hiç esirgemezdi. Tavrını kalp kırmadan koyardı ortaya. Sol yumruğu hep sıkılı… Bundan dolayı da çok kırıldı, üzüldü. Yalansız, dolansız olmak onu bu alemde “çıplak” bıraktı. Kalbinin geçmeyen yorgunluğu bundandır. Kendine özgü bir insandı. “Yeşilçam’ın Hatıra Defteri” Mesut’un tuttuklarıyla çok zenginleşti. Sonraki kuşaklar için paha biçilmez bir kaynak yarattı. Sinema, muazzam tarihinde Mesut’a pek ilgi göstermese de onun serüvenlerine ve sinema sevgisine kayıtsız kalamayacaktır.

ŞİMDİ GEÇTİ ARAMIZDAN…

Kalp krizi nedeniyle son yazısına ara vermiş hastaneden çıkınca tamamlamıştı. Kendi dilinden aktarayım: “Ambulansı aramaya çabalarken göz kararması, ayakta duramama ve soğuk terler dökme hali yaşarken ilginç rastlantıyla karşı komşumun kapıyı çalması, kapıyı açar açmaz yere yığılırken ‘Kalp krizi geçiriyorum, ambulans çağırabilir misiniz?​’ diyebilmiş olmam belki de hayatta kalmamı sağlayan ilk adımlardı. (…) Hemşire “Giysilerini, eşyalarını kime verelim?​” diye soruyor. Bir an kalıyorum ve sorunun ne amaçla sorulduğunu anlayabilmek için yarı şaka yarı ciddi ‘Nasıl yani, öldükten sonra mı?​’ diyorum. Hemşire bir kez daha umut yüklediği gülüşüyle ‘Yok be amca ne ölmesi, anjiyo olacaksın ya, üstünü çıkardığımızda giysilerini kime verelim?​’ diyor. ‘Yalnızım, ben, kimsem yok’ dediğimi ve giysilerimin, telefon ve kimliklerimin ‘güvenlik’e emanet edildiğini anımsıyorum.”

Elbette yazılacak, anlatılacak çok şey var. Ancak ne ben bendeyim ne Mesut kısa bir gazete yazısına sığar. Güzel adamdı, bu az şey değil. Bir kamera alıp, tamamen kendi imkanlarıyla, büyük Oyuncu Erkan Yücel belgeseli çekmişti 2005 yılında.  “Şimdi Geçti Buradan: Işıyarak Yok Olan Aktör Erkan Yücel”, Mesut Kara da öyle, şimdi geçti aramızdan… Bu şimdi hiç geçmese, unutulmasa…

Artık şuna inanmak istiyorum. O şimdi Cennet Sineması’nda. Almış biletini, varsa bir yer gösterici, oturtmuş. Sonsuza kadar kaygısız, hesapsız, gülümseyerek film izleyecek. Mesut Kara’ya da bu yakışır. Bize de onu yaşatmak…

(EVRENSEL)


                    

Birgün KÖŞEBAŞI - 16 Nisan 2024 -

 

Washington’dan gelen iki haber (Hayri Kozanoğlu)
IMF başkanlığına Georgieva yeniden seçildi. Şimşek, Dünya Bankası ile finansman anlaşması imzalandığını açıkladı. Washington İkizleri IMF-DB derinleşen gelir ve servet dağılımı bozukluklarının başlıca sorumluları.

Geçtiğimiz hafta Washington kaynaklı iki kayda değer gelişme yaşandı. Birincisi, IMF Yönetim Kurulu’nun Kristalina Georgieva’yı ikinci kez başkanlığa atamasıydı.

İkincisi ise Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in Dünya Bankası ile ilk 3 yılda 18 milyar dolar finansman sağlayacak bir çerçeve anlaşması imzalandığını açıklamasıydı.

IMF GELİR ADALETSİZLİĞİNİ TELAFFUZ ETTİ

İsterseniz IMF ile başlayalım. Georgieva döneminde IMF’nin fon sağladığı ülkelere dayattığı kemer sıkma politikalarında bir değişiklik gözlenmemekle birlikte; gelir ve servet adaletsizliği konularında daha duyarlı davrandığı, gerekirse sermaye kontrolleri uygulanabileceğini vurguladığı, kamu bütçelerinden sosyal harcamalara özellikle yoksulluğa yönelik programlara kaynak ayrılmasını desteklediği gözleniyordu.

Georgieva yeniden atanma kararı alınmadan yaptığı konuşmalarda, önde gelen ekonomilerin uzun dönemli düşük bir büyüme performansı sergilemesinin nedeninin servet ve gelir eşitsizliği olduğunun altını çizdi. IMF başkanlarının ağzından her zaman, ticaretin ve sermaye akışlarının serbestleştirilmesi, emek piyasalarının esnekleştirilmesi, sıkı para politikalarının tavizsiz uygulanması yollu standart reçeteler duymaya alışkın gözlemciler açısından bu demeç bir ilke işaret ediyordu. IMF başkanı, John Maynard Keynes’in okulu olarak bilinen Cambridge Üniversitesi King’s College’da yaptığı sunumla, ünlü iktisatçının zamanında 100 yıl içinde yaşam standartlarının 8 kat yükseleceği öngörüsünün doğru çıktığını, ama büyümenin nimetlerinin paylaşımı konusunda bu denli iyimser bir tablodan söz edilemeyeceğini söyledi. Georgieva’ya göre, önümüzdeki 100 yıl için IMF araştırmaları çerçevesinde iki senaryo var. Ya “düşük ihtiraslı”, küresel üretimin üç kat arttığı, yaşam standartlarının ikiye katlandığı bir duruma rıza gösterilecek. Ya da daha sürdürülebilir, daha adil bir seçenek benimsenip, yaşam standartlarının dokuz kat artması sağlanacak (The Guardian 14 Mart 2024).

Daha sonra IMF bloğunda yayımlanan, IMF baş ekonomistinin de imzası bulunan bir makale, merkez bankalarının faiz artırımları sonrası ortaya çıkan tabloyu analiz ediyor. Uzun vadeli reel faizlerin devam etmesinin, düşük büyüme temposunun ve özellikle pandemi döneminde sosyal transferlerle artan kamusal borcun finansal istikrar ve kamu maliyesi açısından büyük risk oluşturduğuna dikkat çekiyor. (IMF Blog The Fiscal and Financial Risks of a High-Debt, Slow-Growth World, Tobias Adrian, Vitor Gaspar, Pierre-Olivier Gourinchas 28 Mart 2024).

IMF SERVET VERGİSİNE NASIL BAKIYOR?

Böyle bir tehlikenin oluşmamasının başlıca koşulu ise, bütçe gelirlerinin artmasıdır. Derken bu meyanda IMF’den beklenmeyecek bir başlıkla, “Serveti Nasıl Vergilendirmeli” konulu kapsamlı bir araştırma yayımlandı. Bu çalışmanın tam da Türkiye’de servet vergisinin tartışıldığı bir döneme denk gelmesi de ilginç. Ancak varılan sonuçlar, bekleneceği üzere aşırı servet sahiplerini ürkütecek cinsten değil. Çünkü, bir kişinin veya şirketin fiziksel ve finansal tüm varlıkları ile tüm yükümlülüklerinin farkından oluşan net servetinin zamana yayılarak vergilendirilmesi yaklaşımı adil ve pratik bulunmuyor. Bunun yerine, serveti oluşturan varlık kalemlerinin sağladığı sermaye kazançlarının ayrı ayrı vergilendirilmesi salık veriliyor. Vergi oranları artırılarak, vergi hasılatını düşüren açıklar kapatılarak, adaletin sağlanması öneriliyor. Yine de net servet vergisinin belli bir limiti aşan servetler için uygulanabileceği söyleniyor. Böylelikle Joe Biden’ın 2025 yılı için vaad ettiği 100 milyon doları aşan servetlerin %25 vergilendirilmesi gibi planlar için açık kapı bırakılıyor. (How to Tax Wealth, Shafik Hebous, Alexander Klemm, Geerten Michielse ve Carolina Osorio-Buitron, IMF How to Note Mart 2024). Tüm bunlara karşın IMF’nin servet vergisini telaffuz etmesi yine de bir aşama sayılabilir. Önümüzdeki haftalarda Türkiye’de bir servet vergisinin gereği ve uygulanabilirliği konusunda sürdüreceğimiz i tartışmalara katkı sağlayabilecek bir metin kaleme alındığı söylenebilir.

DB’YLE 18 MILYAR DOLARLIK ANLAŞMA

Dünya Bankası (DB) sitesinde 2024-2028 yıllarını kapsayan Ortaklık Anlaşması Çerçevesi’nin Türkiye’nin uzun vadeli potansiyelini artırmak, yüksek-gelirli ülke statüsüne yükselme çabalarını hızlandırmak, yakın dönemli şoklara karşı iyileştirmek ve yeniden imar çabalarını desteklemek amacıyla imzalandığı duyuruldu.

Bu dönemde DB’nin üç alana odaklanacağı belirtiliyor:

• Yüksek ve sürdürülebilir üretkenlik artışı: İklim değişikliğine akıllı yanıtlar üreten tarım, gıda güvenliğinin sağlanması, sanayi sektöründe karbon salımlarının azaltılması, 6 Şubat 2023 depreminden etkilenen bölgelerin ekonomik iyileşmesinin desteklenmesi.

• Kapsayıcı hizmetler ve istihdam: Gelir ve diğer eşitsizliklere yönelik kadınlar, gençler ve savunmasız gruplar için istihdam yaratılması; sağlık ve eğitime erişimde farklılıkların giderilmesi, yerel yönetim altyapı ve hizmetlerinin desteklenmesi.

• Doğal felaketlere karşı dayanıklılık: Felaketlere karşı dayanıklılık ve hazırlığa öncelik verilmesi, doğal kaynakların yönetimi ve temiz enerjiye geçişin sağlanması.

DB GÜZELLEMESI

Anlaşmanın duyulması üzerine Türkiye kamuoyunda hemen DB’nin proje bazlı kredi verdiği, çok ayrıntılı bütçelenme talep ettiği, harcamaların sadece ve sadece önceden belirtilen kalemler için yapılabileceği tarzı yorumlar paylaşıldı. Bu yönüyle de israfa, keyfi harcamalara, kapsam dışı alanların finansmanına kapalı bir çerçeve bulunduğu üzerinden, DB güzellemesi yapılmaya başlandı. Evet bunlar doğru. 18 milyar doların zamana yayılacağı, Türkiye’nin bugün yaşadığı döviz sorununa fazla etki yapacak bir nakit akışının söz konusu olmadığı değerlendirmesi de yerinde. DB’den sağlanacak finansmanın uygun faiz koşullarına sahip ve uzun vadeli doğası da biliniyor. Böyle bir anlaşmanın, piyasalardan borçlanmak açısından olumlu bir referans oluşturacağı da söylenebilir.

Gelgelelim, Washington İkizleri diye bilinen IMF-DB’sının koordineli biçimde uyguladıkları neoliberal politikaların dünyadaki derinleşen gelir ve servet dağılımı bozukluklarının başlıca sorumlularından biri olduğu, piyasalaşma ve finansallaşma süreçlerinin toplumların tüm dokularına yerleşmesinde ağır vebal taşıdığı da artık genel kabul görüyor. DB eski baş ekonomisti Nobel ödüllü Joseph Stiglitz’in Washington Uzlaşmasını tüm ülkelere tıpa tıp aynı reçeteyle dayatmaları olgusunu, “kurabiye kalıbı” metaforuyla betimlemesi örneği hala hatırlanıyor. Neoliberalizmin ülkelerin toplumsal dokularında yarattığı tahribat konuşulmadan, küresel kapitalizmin bugün yaşadığı tıkanıklıkta IMF-DB’nin rolü masaya yatırılmadan düzülen övgüler en hafif tabiriyle havada kalıyor.

DB MASUM SAYILABILIR MI?

2000’lerin başında Kemal Derviş’in IMF-DB programını “15 günde 15 yasa” sloganıyla hayata geçirdiğini; işe IMF’nin 7.5 milyar dolar EK Rezerv Kolaylığı, DB’nin 5 milyar dolar proje kredisiyle başlandığını hatırlayalım. 15 yasa tütün, şeker, enerji piyasası, telekom kanunlarını da içeriyordu. Bu politikalar hep DB’nin yapısal uyum programlarıyla hayata geçirildi. O dönem özelleştirme hızlandırılıp, enerjiden iletişime, eğitimden sağlığa kamunun egemen olduğu tüm sektörler piyasa rekabetine açıldı. Kamu yatırımlarını iyiden iyiye kıstı, elini mal ve hizmet üretiminden, hatta altyapı hizmetlerinden çekti. Özel emeklilik fonlarını, özel üniversiteleri, özel sağlık kurumlarını teşvik etti. Toplumsal hizmetler bir kar alanı olarak tanımlandı, kamunun ekonomideki rolü iyice daraltıldı.

Derviş programının 2022’den sonra AKP iktidarı eliyle bir bir hayata geçirildiğine tanıklık ettik. Bugün tarımın gerilediğinden mi şikayet ediyoruz.? Cep telefonu faturalarının kabardığından mı? Elektrik zamlarından mı? Fahiş özel okul, özel hastane ücretlerinden mi? Kamu-Özel İşbirliği projelerinin kamu bütçesine ağır yükünden mi? Tüm bu sorunların altında o gün uygulanan bu politikalar, neoliberalizmin özelleştirme-piyasalaştırma-finansallaştırma zihniyeti yatıyor. O bakımdan DB’nin teknik, ilkeli, sadece kendi işine bakan; ideolojilerden, ön yargılardan arındırılmış masum bir kuruluş gibi sunulması pek gerçekçi görünmüyor. Bu noktada kamucularla piyasacılar arasındaki açı farkı bir kez daha ortaya çıkıyor.

                                                                 /././

Yabancı baronun Türk ortakları (Timur Soykan)

Murat Ağırel Türk vatandaşı yapılan Hırvatistanlı uyuşturucu baronunun, Türk ortaklarını kayda geçirdi. Bakalım bu sefer yabancı baronun Türkiye’deki bağlantıları soruşturulacak mı?

Gazeteci Murat Ağırel, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan Havala kitabında kara para trafiğini gözler önüne seriyor. Uyuşturucu kaçakçılığı, yasa dışı bahis gibi suçlardan elde edilen paranın kirli yolculuğunda devletteki çürümeyi de ortaya koyuyor.

Dikkatli okurlarımız hatırlayacaktır. Hırvat uyuşturucu baronu Nenad Petrak, 18 Kasım 2023 tarihinde İstanbul Üsküdar’da yakalanmıştı. Nisan 2022’de İstanbul Yenibosna’da 250 bin dolara bir daire alarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğunu yazmıştık. Hırvatistan tarafından Kırmızı Bülten ile aranan uyuşturucu kaçakçısı, ismindeki tek harfi değiştirip ‘Nenat’ olmuş ve ‘Çelik’ soyadını almıştı.

Yeni ismiyle Etimesgut kütüğüne kaydedilmişti. Kırmızı Bülten ile aranan bir uyuşturucu baronunun parmak izi incelemesi ve istihbarat değerlendirmelerini geçerek vatandaş olması büyük skandaldı. ‘Etimesgutlu Hırvat Baron’ başlığıyla duyurduğumuz bu haberde ve baronların vatandaş olduğu pek çok skandalda aynı soruyu sorduk: Bu kişilerin Türkiye’deki bağlantıları neden hep karanlıkta kalıyor? 

BARON PETRAK’IN 4 TÜRK ORTAĞI VAR

Murat Ağırel, Havala kitabında yabancı baronun Türk bağlantılarını ortaya koydu. Nenad Petrak Hırvatistan’da ‘Ersa Adriatic’ isimli inşaat şirketinin yönetim kurulu başkanıydı. Kayıtlara göre; Petrak’ın şirketinin dört kurucusu Türk’tü. İsimleri; Uğur Erdoğan, Zekeriya Ersin Öktem, Bülent Saruhan Saraylı, Reşit Babüroğlu’ydu. Murat Ağırel bu kişilerin Hırvatistan’da başka şirketlerinin bulunduğunu da tespit etti. Üstelik Bülent Saruhan Saraylı, Zekeriya Ersin Öktem ve Reşit Babüroğlu, Ersa Adriatic’in yanı sıra Ersa İnşaat A.Ş. ve Karas Altyapı İnşaat Ticaret A.Ş. adlı şirketlerde Nenad Petrak ile ortaktı.

Murat Ağırel’in Havala kitabında anlattığı Bülent Saruhan Saraylı, Türkiye’de Çubucak Turizm İşletmeleri A.Ş., Ersa İnşaat Proje Turizm, Mesa-dorbud’un arasında olduğu çok sayıda şirketin sahibi. Aynı zamanda İstanbul Turizm Derneği yönetim kurulu üyesi. Ersa İnşaat, Hırvatistan’da çok sayıda inşaat işi almış. Şirket adına projeleri imzalayan ise Zekeriya Ersin Öktem. Yani Nenad Petrak’ın diğer Türk ortağı. Zekeriya Ersin Öktem’in de Sense İnşaat isimli bir şirketi var. 

"FETÖ BORSASINA UZANAN İLİŞKİLER"

Öktem’in ismi daha önce Anadolu Başsavcılığı’na yaptığı bir suç duyurusuyla gündeme gelmişti. Eski çalışanı olan ‘Aytaç Ocaklı’ isimli kişinin, adını kullanarak Ukrayna’daki bir Türk şirketini dolandırdığını iddia etmişti.

Aytaç Ocaklı ise yıllardır farklı iddialar ile ilgili Türkiye’nin gündeminde. FETÖ’cü savcı Zekeriya Öz’ün gizli kasası olduğu iddia edildi. Zekeriya Öz’ün yurtdışına kaçırılmasını organize ettiği öne sürüldü. Necip Hablemitoğlu cinayeti şüphelisi, eski Özel Kuvvetler mensubu Nuri Gökhan Bozkır, kendisini Aytaç Ocaklı’nın 2021 yılında Ukrayna’dan Romanya’ya kaçırdığını söyledi. 

"ALIŞVERİŞ MERKEZİNE ÇÖKTÜLER"

Sedat Peker ise 28 Haziran 2021’deki ifşalarında Aytaç Ocaklı’nın Ukrayna’nın Lviv şehrindeki alışveriş merkezine çöküldüğünü anlatmıştı. Sedat Peker’in iddiasına göre; FETÖ Borsası’nın kurucularından Burak Başlılar ile savunma sanayi ihaleleri alan Cihan Ekşioğlu, Aytaç Ocaklı hakkında ‘Zekeriya Öz’ü yurtdışına kaçırdı’ diye haberler yaptırmış ve daha sonra alışveriş merkezine çökmüşlerdi. Oysa Burak Başlılar’ın Fetullahçı Çete ile sıkı bağları biliniyordu. Zekeriya Öz’e Forex’te oynaması için 500 bin dolar verdiği iddia edilmişti. Burak Başlılar, Cihan Ekşioğlu ile Zaman Gazetesi’nin sahiplerinden olan ama FETÖ soruşturmalarından hep kurtarılan Fettah Tamince eski ortaktı.

Murat Ağırel, kitabında bu garip bağlantıların altını çiziyor ve şöyle yazıyor: “Özetle bu bir ‘Biz kırk kişiyiz birbirimizi biliriz’ hikâyesidir. FETÖ’sü, baronu, kara paracısı hepsi aynı torbada bulunuyor.”

Türk vatandaşı yapılan Hırvatistanlı uyuşturucu baronunun, Türk ortakları kayda geçti. Bakalım bu sefer yabancı baronun Türkiye’deki bağlantıları soruşturulacak mı?

                                                              /././

İstanbul’un kent yoksulluğu derinleşirken... (Özge Güneş)

Seçimlerden bu yana siyaset ve ekonominin nasıl bir yönde ilerleyeceği konusunda tartışmalar sürüyor. Bu bağlamda yoksulluk sorunu gündemler arasında ciddiyetini koruyor. İstanbul’un bayramda artan kalabalığı içerisinde bir liseli gencin "İstanbul’da yaşıyorum ama hayatımda ilk defa Eminönü’ne geldim. Pahalı olduğu için biraz gezebiliyoruz" ifadesi kentsel yoksulluk sorununun aciliyetini bir kez daha hatırlattı.

Yoksulluk, maddi ve/veya sosyal kaynaklardan yoksun bırakılma durumu olarak sadece gelir seviyesiyle değil, aynı zamanda yaşam standartları, eğitim, sağlık hizmetlerine erişim, barınma koşulları, iş güvencesi gibi birçok faktörle de ilişkili çok boyutlu bir olgu. Ekonomik krizin yoksulluğu artırdığı koşullarda nüfusun en yoğun yaşadığı kent olan İstanbul’un ana gündemini oluşturması da sürpriz değil. Kent yoksulluğu, kentlerde yaşayanların karşılaştığı ekonomik, sosyal ve fiziksel zorlukları da kapsar. Bu zorluklar genellikle gelir yetersizliği, beslenme, barınma sorunları, sağlık hizmetlerine erişimde zorluklar, eğitimin kısıtlanması gibi alanlarda kendini gösterir.

∗∗∗

Günümüzde kent yoksulluğu, özellikle kira, gıda, ulaşım gibi temel ihtiyaçların maliyetlerinin yüksek olması nedeniyle daha da belirginleşiyor. Öyle ki yüksek kira fiyatları, bugün sadece düşük gelirli ailelerin uygun konut bulma konusunda zorluk yaşamasına ve evsizlik riski altına girmesine neden olmakla kalmıyor. Toplumun geniş kesimlerini de etkiliyor, yerinden ederek yoksullaştırıyor. Yetersiz ulaşım olanaklarına sahip bölgelerde yaşayanların işe, okula veya sağlık hizmetlerine erişimde yaşadığı güçlükler de sağlıklı beslenmenin karşılanamaması gibi başka örnekler de kent yoksulluğunun kimi biçimlerini ifade ediyor.

İstanbul ölçeğinde düşünürken mevcut raporlara baktığımızda bu farklı biçimleri ve etkileri daha net görebiliriz. Örneğin Açık Alan Derneği Derin Yoksulluk Ağı’nın Mart 2024’te İstanbul Çekmeköy ve Sancaktepe ilçelerinde gerçekleştirdiği saha çalışmasının nitel sonuçları, kent yoksulluğunun çeşitli biçimlerini ve derinleşen etkilerini sadece ekonomik boyutunu değil, aynı zamanda eğitimsel, sosyal, toplumsal ve yerinden edilme gibi siyasal boyutlarıyla gösteriyor. Bu bağlamda özellikle çocukların daha derin deneyimlediği yoksulluk sorunu gıdadan, ayakkabı eksikliğine, okula devam etmemeye; temel ihtiyaçların karşılanamamasından sosyal ilişkilerdeki tahribatlara dek birçok durumu kapsıyor.

∗∗∗

Bu noktada, sosyal politikaların ve yerel yönetimlerin yoksulluğu azaltmadaki rolü de yadsınamaz. Nitekim kent lokantaları, ücretsiz ulaşım, herkesin eşit kullanımına açık kamusal alanların yaratılması gibi kamucu politikaların toplumun her geçen gün yoksullaşan, yoksulluğu derinleşen geniş kesimlerinin gündelik hayatında hayati bir rol oynuyor.

Elbette kent yoksulluğu geniş kapsamlı ve çok boyutlu bir sorun ve çözümü de daha kapsamlı ve esasen yapısal sorunları hedef alan dönüşümleri gerektiriyor. Eşitsizlikleri derinleştiren kapitalist sistemin bir sonucu olarak yoksulluğun yapısal bir sorun olduğunu ve bu sorunun sadece sosyal yardım programlarıyla değil, yapısal değişikliklerle ele alınması gerektiğini akılda tutarak kısa vadede özellikle mahallelerde çocukların eğitim alabileceği ve beslenme ihtiyaçlarını karşılayabileceği kamusal hizmetlerin sunulması, ücretsiz ulaşım gibi politikaların daimi biçimde hayata geçirilmesi gibi adımları atılabilir.

Bunlar, yapısal dönüşüme yönelik bir çabaya da zemin sunabilir. Yoksulluk giderek artarken, zenginler ile yoksullar arasındaki makasın gittikçe daha da açıldığı da ortada. Bu bakımdan önümüzdeki dönemin siyasal ve ekonomik olasılıklarını konuşurken İstanbul gibi ülke genelinde de bu en önemli gündem olan yoksulluğa verilecek yanıtların, bu doğrultudaki kent politikalarının artmasına yönelik bir talebi ifade etmenin önemi de artıyor. Yoksulların sömürüsüne dayanan bu sistemde sosyal refah programları da bu eşitsizlikleri gidermekte yetersiz kalırken eşitlikçi, demokratik ve kamucu bir dönüşümü savunan sol politikalar da yeni kamuoyunu bulacaktır.

(BİRGÜN)