18 Nisan 2024 Perşembe

T24 KÖŞEBAŞI - 18 Nisan 2024 -

Deprem skandalı: Her şeyden sorumlu Cumhurbaşkanlığı, İsias Otel'de, yıkılan tüm binalarda sorumsuz (Gökçer Tahincioğlu)

Kentler yıkıldı, binlerce insan öldü ancak uçan kuştan bile sorumlu Cumhurbaşkanlığı'nın hizmet kusuru olduğunu iddia etmek bile mümkün değil

Arama motoruna "İsias Otel" yazdığınızda, bir zamanlar Adıyaman'ın merkezinde, heybetiyle ayakta duran, bütün ayıpları gizlenmiş otelin fotoğrafı karşılıyor sizi hâlâ.

Çocuklara mezar olmamış gibi, hayatları çalmamış gibi, 72 kişinin ölümüne yol açmamış gibi.

* * *

6 Şubat Maraş depremlerinden sonra ardı ardına açılan davalar, biraz olsun ümit vermişti. Müteahhitler yaptıklarının hesabını vereceklerdi. Yapı denetim elemanları, diğer sorumlular.

Ama bütün usulsüzlere göz yuman bürokratlar, belediye yetkilileri, başkanlar hakkında tek bir soruşturma açılmadı.

Açılan davaların çok büyük bir bölümünde çok daha ağır cezayı gerektiren "olası kast" düzenlemesi uygulanmadı.

Yine hayal kırıklığı…

* * *

Lafı bile olmaz ancak modern, demokratik ülkelerde cezai sorumluluğun yanında farklı sorumluluklar da var.

Hayatları geri getirmese de devletin yükümlülüklerini yerine getirmemesi nedeniyle bir bedel ödemesi kaçınılmaz.

Bu durum iki açıdan önemli.

Öncelikle sorumluluğun tespiti açısından önem taşıyor. Zira bu tespit yapılmadığında sonraki felaketlerde kimin önlem alması gerektiğini belirlemek de zor. Onarıcı bir adalet mekanizması…

Diğeri ise elbette mağdurlara maddi ve manevi tazminat ödenmesi, hayatlarını sürdürebilmeleri açısından elzem.

* * *

Cumhurbaşkanlı Hükümet Sistemi'ne geçilmesiyle birlikte Türkiye'de uçan kuş bile Cumhurbaşkanlığı'ndan sorulur oldu.

Riskli alanların belirlenmesinden kentsel dönüşüme, rezerv alanların saptanmasından bina kalitesine, futboldan park ve bahçelere, sanat dünyasından bilim dünyasına, hangi başlığa el atarsanız atın, cümlelerin başında artık Cumhurbaşkanlığı'nı görüyorsunuz.

Türkiye tipi başkanlık sistemi, bu anlayış üzerine kurulu.

Zaten istifa etmeyip Cumhurbaşkanı'ndan affını isteyen bakanlardan bir yerden bir yere bile Cumhurbaşkanı'nın talimatıyla gidebilen koca koca insanlara kadar, kullanılan dile baktığınızda, yapıyı bir dakikada anlıyorsunuz.

* * *

Nasılsa 6 Şubat depremlerinden sonra yapılan her ne varsa, "Cumhurbaşkanı'nın tensipleriyle" yapılıyor ama yıkılanlardan Cumhurbaşkanlığı bütünüyle sorumsuz…

Mahkeme kararıyla hem de…

Daha önce Hatay'da alınan bir kararı bu köşeden duyurmuştum.

Riskli alan olmaktan Cumhurbaşkanı imzasıyla 2022'de çıkartılan mahallelerde yıkılan binalarla ilgili açılan tam yargı davasında, mahkeme, inisiyatif kullanarak Cumhurbaşkanlığı ve İçişleri Bakanlığı'nı hasım olmaktan çıkartmıştı.

Bu ne anlama geliyor?

Hatay'daki mahkemenin kararı, binanın yıkılmasında Cumhurbaşkanlığı'nın doğrudan ya da dolaylı olarak sorumlu tutulamayacağını, Cumhurbaşkanlığı'na karşı dava açılamayacağını gösteriyor.

Bu kararın münferit kalacağı, deprem davaların bütününde bu uygulamanın yapılmayacağı düşünülüyordu ancak öyle olmadığı kısa sürede anlaşıldı.

* * *

Adıyaman'daki İsias Otel, 6 Şubat depreminin simgelerinden.

Kıbrıslı aileler de turnuva için Adıyaman'a gelen çocuklarının enkaz altında kaldığı bu otelle ilgili gelişmeleri yakından takip ediyor ve adalet istiyorlar.

Ceza davası sürüyor.

Elbette anayasa gereği Cumhurbaşkanı'nın cezai sorumluluğu yok.

Ancak yürütmeyi elinde bulunduran Cumhurbaşkanlığı, İsias Otel dosyasında da "sorumsuz" ilan edildi.

* * *

Yakınlarını bu otelde kaybedenler, ceza davasına paralel olarak, hizmet kusuru nedeniyle idare aleyhine tazminat davası açtılar.

Adıyaman İdare Mahkemesi, açılan bu davalarda "hasım düzeltme ara kararı" verdi.

Dava açan herkes için tek tek bu karar verildi.

Kararlarda, şöyle deniliyor: 

"ADIYAMAN BELEDİYE BAŞKANLIĞI, ADIYAMAN İL ÖZEL İDARESİ, ADIYAMAN VALİLİĞİ, KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI, CUMHURBAŞKANLIĞI, ÇEVRE, ŞEHİRCİLİK VE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ BAKANLIĞI, AFET VE ACİL DURUM YÖNETİMİ BAŞKANLIĞI hasım gösterilmek suretiyle açılan davada işin gereği görüşüldü: Davanın doğru hasım olan Adıyaman Belediye Başkanlığı, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı husumetiyle incelenmesi gerektiğinden, Adıyaman İl Özel İdaresi, Adıyaman Valiliği, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı'nın hasım mevkiinden çıkarılmasına oybirliğiyle karar verildi."

* * *

Karara itiraz hakkı yok. Adıyaman İdare Mahkemesi, Hatay İdare Mahkemesi gibi Cumhurbaşkanlığı aleyhine hizmet kusuru nedeniyle dava açılamayacağını karar altına almış oldu.

Kentler yıkıldı, binlerce insan öldü ancak uçan kuştan bile sorumlu Cumhurbaşkanlığı'nın hizmet kusuru olduğunu iddia etmek bile mümkün değil.

Ve İsias kararı gösteriyor ki, bu kararlar münferit de değil. Böyle olması istenmiş ve yargı da bu talebe uygun biçimde pozisyon alıyor.

* * *

Yapılanların Cumhurbaşkanlığı'nın hanesine yazıldığı, yıkılanların ise asla sorulamadığı bir sistem bu. Kararlar açık biçimde bunu gösteriyor.

Ve izin almadan görevinden bile ayrılamayanlar da çıkıp elbette iki çift söz edemiyor.

                                                            /././

Şimşek'in IBAN'ları denetleme planı (Murat Batı)

İncelenen kişi gelen parayla birlikte o ürüne ilişkin fiş/faturayı düzenlediğini ispatlarsa sorun yok ancak aksi durumda cezalı işleme maruz kalacak.

Hazine ve Maliye Bakanlığı kendi internet sitesinde 2024 yılının ilk üç ayına ilişkin bütçe gerçekleşmelerini 15 Nisan günü yayımladı. Bu verilere göre merkezi yönetim bütçesi 513 milyar 482 milyon TL açık verdi. Daha da önemlisi Maliye, 2023 yılında 4 trilyon 500 milyar vergi tahsil etmesine rağmen 2024 yılında bu tahsilata oranla hedefini yüzde 85 artırarak 8 trilyon 336 milyar liraya çıkarmış durumdadır. Yani 2024 yılının ilk çeyreğinde 2024 yılında hedeflediği vergi hasılatının sadece yüzde 16,12'si gerçekleştirmiş durumdadır. Üstelik yılın ilk çeyreğinde tahsil edilen toplam verginin yüzde 60'ı KDV ve ÖTV'den oluşmaktadır.

Tam da bu noktada Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, hedeflenen vergi tahsilatını gerçekleştirmek üzere kolları sıvadı ama hâlihazırda yeterli ve tasarlanmış bir planının olduğuna pek ihtimal vermiyorum. Ancak aklından geçen şey, kayıt dışılıkla mücadele etmek, kayıt dışı gelirleri hem kayıt altına almak hem de bunlardan sürekli şekilde vergi geliri elde etmek ve Orta Vadeli Programda (OVP) belirlenen hedefleri gerçekleştirmektir.

Net bir planı olmasa da şu aralar aklından geçenleri özellikle kayıt dışılıkla mücadele anlamında hayata geçirebilmesi için yeterli ve nitelikli personelinin olması gerektiği de aşikârdır. Hatta Vergi Denetim Kurulu 2023 yılı faaliyet raporuna göre vergi müfettiş/yardımcı sayısı 7 bin 227'dir. Bu kadar az kişiden oluşan inceleme elemanlarının yaptığı vergi inceleme oranı da yüzde 1,66'dır. Gelir İdaresi Başkanlığı'nın çalışan sayısı ise 2022 sonu itibariyle 37 bin 290'dır. Neyse, bunu Bakan düşünmüştür diye umuyorum.

Gelelim konumuza… 

IBAN incelemesi nedir?

Bakan Şimşek'in kayıt dışılıkla mücadele anlamında yapmak istediklerinin birisi de IBAN'a gelen paraları sorgulamak olacak. IBAN, İngilizcesi International Bank  Account Number olup Türkçe karşılığı Uluslararası Banka Hesap Numarasıdır. İngilizce ifadesinin baş harfleri alınarak kısaca IBAN olarak kullanılmaktadır.

Şimşek, IBAN'a gelen paraların kaynağını sorgulama talimatını verdi. Örneğin bir tüccar, bir ürünü birine satarken ürünün parasını ya nakit ya da kredi kartıyla alabilmektedir. Bunun karşılığında da tüccar, yasaların izin verdiği hadler ve koşullar doğrultusunda ya fiş ya da fatura düzenleyecektir. Buraya kadar bir sorun yok ancak satıcı bazen sattığı ürünü kredi kartı komisyonundan ve dolayısıyla da gelir/kurumlar vergisi ile KDV'den kaçmak için alıcıdan, verdiği bir IBAN numarasına parayı göndermesini istemektedir.

Böylece mal/hizmet satışı görüntüde olmamış sayılacak ve vergi de ödenmemiş olacaktır. Paranın geldiği IBAN ya o işletmede çalışan birine ya işletme sahibinin çocuğu, eşi gibi yakınlarından birine ya da güvendiği başka birine ait olabilmektedir.

Tam da bu noktada Hazine ve Maliye Bakanlığı, bu şekilde para gelen IBAN sahiplerini incelemeye almaya başlayacak. İncelenen kişi gelen parayla birlikte o ürüne ilişkin fiş/faturayı düzenlediğini ispatlarsa sorun yok ancak aksi durumda cezalı işleme maruz kalacak.

Bu IBAN denetim işlemini Vergi Dairesi Başkanlıklarının olduğu yerde vergi dairesi başkanlığı ­-29 ilde vergi dairesi başkanlığı bulunmaktadır- olmayan yerlerde ise defterdarlıklar vasıtasıyla yapılacak.

Bu şekilde tespit edilenler, vergi idaresine çağrılıp izahat verilmesi istenecek.

Tespit edilenlere ne ceza kesilecek?

Bu şekilde kayıt dışı olan işlemlere ilişkin öncelikle alınmayan ­kurumlar, gelir, KDV gibi vergiler alınacak. Akabinde alınmayan bu vergilerin bir (1) katı kadar da vergi ziyaı cezası ile düzenlenmeyen faturalar için ise düzenlenmesi gereken fatura tutarının yüzde 10'u kadar da özel usulsüzlük cezası kesilecek. Ve en sonunda alınmayan vergiler üzerinden her ay için aylık yüzde 3,5 gecikme faizi de alınacak.

                                                            /././

Hani verdiğin sözler? Türkiye Avrupa'nın atık çöplüğü oldu ya! (Mustafa Durmuş)

22 yıldır neoliberalizmi esas alarak ülkeyi kâr ve rant için beton yığınına çeviren siyasal iktidar, etrafındaki büyük sermaye grupları ve bu iktidarın ayakta kalması için bilerek ya da bilmeden ona destek verenler ülkenin bir atık çöplüğüne dönüşmesinin ilk elden sorumlusudur

Ankara'da bu ayın başlarında Hurdacılar Sitesi'nde bir geri dönüşüm tesisine ait arazide atık kâğıtların ve eski lastiklerin tutuşmasıyla başlayan yangına ait görüntüler uzun süre hafızalardan silinmeyecek kadar ürkütücüydü.

Öyle ki, gökyüzünü kaplayan kesif duman kentin büyük bölümünden görüldü. Yangın dakikalar içinde çevredeki iş yerlerine sıçradı, iş yerlerindeki işçiler, önce kendi imkânlarıyla alevlere müdahale etmeye çalıştılar, ardından itfaiye ekipleri devreye girdi. Çevrede de büyük panik yaşandı. Alevler arasında kalan birçok hayvan öldü, bazı hayvanlarsa yangına gönüllü olarak katılan yardımseverler tarafından kurtarıldı. Yangın ancak yaklaşık 16 saat süren yoğun çalışmaların ardından kontrol altına alınabildi. (1)

Denetlenmeyen bir geri dönüşüm sektörü

İnsan sağlığı, iklim değişikliği, doğa ve ekonomi üzerinde ciddi olumsuz etkilere neden olan bu ve benzeri olayların çıkış nedenleri araştırıldığında, aslında sayıları on binleri bulan ve yeterince denetlenemeyen sözde tesislerden oluşan bir geri dönüşüm sektörünün ve buralarda depolanan her türden atığın bulunduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz.

Türkiye bu kadar atığı nereden buluyor?

Bu sorunun cevabı Eurostat verilerinde mevcut. Zira Eurostat'a göre, Avrupa Birliği 2022 yılında AB dışındaki ülkelere 32,1 milyon ton atık ihraç etti. Türkiye ise bu atığın yaklaşık 12,4 milyon tonunu alarak (yüzde 39) AB atıklarının birincil varış ülkesi oldu. (2)

Aşağıdaki grafik Türkiye'nin açık ara nasıl Avrupa'nın atık çöplüğü haline getirildiğini gözler önüne seriyor.

"Hani verdiğin sözler" şarkı sözü misali…

Oysa daha geçtiğimiz yılın Eylül ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan BM Genel Kurulu'nda, "gelecek nesiller için daha temiz, daha yeşil ve daha yaşanabilir bir dünya" hedefiyle Küresel Sıfır Atık İyi Niyet Bildirgesini imzalamıştı. (3)

Keza 2021 yılında yapılan Orta Vadeli Program'da (OVP)  (2022-2024) "Yeşil Dönüşüm" başlığı altında şu ifade yer alıyordu (benzer ifadeler daha sonra hem 12. Beş yıllık Kalkınma Planında hem de diğer OVP'lerde yer aldı): "Sıfır atık uygulamaları hane halkını da kapsayacak şekilde yaygınlaştırılacak ve üretimin kritik alanlarındaki ihtiyacın dışında kalan atık ithalatının azaltılmasına yönelik tedbirler alınacaktır". (4)

Bu sözlerin hiçbiri yerine getirilmediği gibi, ufukta atık ithalatının ya da üretiminin azaltılacağına dair ne bir niyet ne de somut adım mevcut.

Atığın yüzde 4'ü plastik ancak…

Türkiye'nin Avrupa Birliği ülkelerinden aldığı atıkların yaklaşık yüzde 93'ünü hurda metal, yüzde 3'ünü kâğıt ve kalan yüzde 4'ünü plastik oluşturuyor. Türkiye 2022 yılında ayrıca, AB üyesi olmayan Birleşik Krallık'tan 122,898 ton plastik atık aldı (bu da BK'nin plastik ihracatının yüzde 27'sini oluşturuyor). (5)

Her ne kadar toplam atık içinde plastik atığın payı sadece yüzde 4 ise de, bu çevre ve sağlık açısından büyük tehlike oluşturmaya yetiyor zira bu atığın sadece maksimum yüzde 9'u geri dönüştürülebiliyor. Geriye kalan yüzde 90'ı aşan kısım ise sahillerde, nehirlerde, tarlalarda ve dolayısıyla sebze ve deniz ürünlerinde yasadışı depolama alanlarında son buluyor.

Almanya'dan sonra plastik üretiminde ikinciyiz

Üstelik Türkiye plastik atık ithalatçısı olmanın ötesinde, bizzat kendisi bölgenin önde gelen plastik üreticisi bir ülke konumunda. Öyle ki Almanya'dan sonra yılda 10 milyon ton ile Avrupa'nın en büyük ikinci plastik üreticisi. (6) Yani Türkiye kendi üretimiyle de bolca, geri dönüşümü çok sınırlı ve atığın doğada yok olması yüzlerce yılı bulan plastikleri üretiyor.

Kısaca, iklim değişikliği ile mücadelenin önündeki en büyük engellerden biri olarak kabul edilen plastik atıklar yüzünden denizlerimiz, nehirlerimiz, göllerimiz kirleniyor. Öyle ki Türkiye, Doğu Akdeniz'deki plastik kirliliğinin yüzde 16'sına neden oluyor. Bu atıklardan kaynaklanan zehirli maddelerse hem Türkiye içinde hem de Türkiye dışında tüketilen gıdalara karışıyor.

Bu gıda ürünlerindeki zehirli maddelerin, içerde zaten ucuz gıda bulamayan yoksul halkın farkında olması, olsa bile onları tüketmeyi reddetmesi zor. Yurt dışına ihraç edilen sebze ve meyvelerin zehir içerdiği için geri gönderildiğine ise sıklıkla tanık oluyoruz.

"Atık sömürgesi" ülke Türkiye

Türkiye'nin Avrupa'ya coğrafi yakınlığı ve OECD ortak üyeliği, Çin'in 2018 yılında plastik ithalatını yasaklaması ve bunlardan çok daha önemlisi ülkedeki rant ve kârı her şeyin önünde tutan, bu nedenle de insan ve diğer canlıların sağlığını önemsemeyen, doğayı tahrip etmekten sakınmayan neoliberal otoriter iktidar bloku, ülkenin zehirli bir atık deposu haline gelmesine yol açtı. Öyle ki ülke artık "atık sömürgeciliği" kavramıyla birlikte anılır hale geldi.

AKP iktidarları eseriyle övünsün

Yani sadece topraklarımızın, doğal kaynaklarımızın, denizlerimizin, ormanlarımızın ucuz emeğimizin yerli ve yabancı sermaye tarafından sömürülmesi ve yağmalanması, ülkenin her tarafının betona dönüştürülmesi ya da 500 milyar doları bulan dış borçlarla ekonominin ve siyasetin emperyalist güçler ve onunla işbirliği içindeki oligarşi tarafından ele geçirilmesi biçimindeki bir iktisadi-siyasi sömürge değil, aynı zamanda Avrupa'nın atıklarının da gönderildiği, depolandığı bir atık sömürgesi haline geldik. AKP iktidarları eserleriyle ne kadar övünse o kadar yeridir.

Lisanslı geri dönüşüm tesislerinin onda biri Adana'da

Avrupa'dan gelen atık konteynerleri İstanbul ve Mersin limanlarına ulaştıktan sonra Türkiye genelindeki geri dönüşüm tesislerine dağıtılıyor. Bunlardan 2 bin kadarı, yani ülkedeki lisanslı geri dönüşüm tesislerinin onda biri, Adana'da yoğunlaşmış durumda.

Buralarda yapılan geri dönüşüm sırasında çoğunlukla dioksinler, ağır metaller ve polimerler kaynaklı toksinler oluşuyor ve bu zehir dünyanın en verimli vadilerinden biri olan Çukurova vadisinde üretilen ve daha sonra iç tüketim ve ihracat için dağıtılan meyve ve sebzelere karışıyor.

Sığınmacı emeği sömürüsü

Buralarda, sokak atığı toplayıcısı 500 bini bulan emekçi de dâhil olmak üzere, büyük çoğunluğu kayıt dışı, dolayısıyla da ve sosyal güvenceden ve sağlık standartlarından yoksun ve düşük ücretlerle işçiler (önceleri Kürtler, daha sonra başta Afgan ve Suriyeli mülteciler olmak üzere tüm sığınmacılar), her türlü hastalık ve kaza riski altında çalıştırılıyorlar.   

Geri dönüşüm tesislerinde gün doğumundan gün batımına kadar çalışan ve topladıklarını atığı geri dönüşüm tesislerine kilo başına 3,5 ila 7,0 TL arasında değişen bir fiyata satan bu insanlar ülkenin en yoksulları konumunda iken, kârın çok büyük kısmı aracıların ve atık işleyicilerinin cebine giriyor. (7)

Avrupa Birliği'nin geçtiğimiz Kasım ayında, 2026 ortasından itibaren OECD üyesi olmayan ülkelere plastik atık göndermeyi durduracağına dair bir anlaşmaya varması ise OECD üyesi olan Türkiye'ye gönderilecek olan atık miktarının daha da artmasıyla sonuçlanabilir.

Çok büyük mali sıkıntı içinde olan siyasal iktidarın, ülkenin daha da kirletilmesi pahasına, bu ülkelerden daha fazla atığın Türkiye'ye gönderilmesine ses çıkarması ise beklenmemeli.

Sonuç olarak

Ülkede ekonomik, sosyal, siyasal ve ahlaki olarak bu denli büyük bir çürüme ve çöküş yaşanırken, fiziki olarak ülkenin temiz kalabilmesi pek mümkün değil. Kâr ve rant için her şeyi mubah gören kapitalizme ve onun yürütücüsü siyasal iktidarlara karşı çıkmadan bu sorunları çözebilmek ise tam bir hayal.

22 yıldır neoliberalizmi esas alarak ülkeyi kâr ve rant için beton yığınına çeviren siyasal iktidar, etrafındaki büyük sermaye grupları ve bu iktidarın ayakta kalması için bilerek ya da bilmeden ona destek verenler ülkenin bir atık çöplüğüne dönüşmesinin ilk elden sorumlusudur.

Özcesi, yerel seçimlerde elde edilen başarının ardından iyi bir rüzgâr yakalayan muhalefet (başta CHP ve DEM olmak üzere) kapitalizmle, hiç olmazsa onun en vahşi versiyonu olan neo liberalizmle açıktan hesaplaşmalı, emek, demokrasi ve barış mücadelesi kadar ekoloji mücadelesini de merkezine almalıdır.


Dipnotlar:

(1) https://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-ankarada-geri-donusum-tesisinde-yangin (4 Nisan 2024).

(2) https://www.statista.com/chart/24716/main-destinations-for-eu-waste (25 March 2024).

(3) https://sifiratik.gov.tr/kutuphane/haberler/cumhurbaskani-erdogan-birlesmis-milletler-78-genel-kurulu-nda-tum-dunyayi-sifir-atik-hareketi-ne-destek-vermeye-davet-etti (16 Nisan 2024).

(4) Orta Vadeli Program (2022-2024), s. 15, tedbir 7 (Eylül 2021), file:///C:/Users/PC/Desktop/Orta-Vadeli-Program-2022-2024.pdf.

(5) https://www.equaltimes.org/turkey-europe-s-rubbish-dump (20 November 2023).

(6) Agm.

(7) Agm.

(T24)

17 Nisan 2024 Çarşamba

Kısa Kısa GÜNDEM - 17 Nisan 2024 -

 

KDV’ye zam yolda (Birgün)

Bakan Şimşek’in seçim sonrası beklenen ilk adımı vergi indirimlerini kaldırmak oldu. Yeniden düzenlenecek KDV oranları halkın cebine zam olarak dönecek.(https://www.birgun.net/haber/kdvye-zam-yolda-522214)

MEB'den MESEM cehennemi itirafı: Binlerce çocuk ölümle buruna buruna çalıştırılmış (Vural NASUHBEYOĞLU-Evrensel)

8 çocuğun ölümünden sonra MESEM’deki 8 bin 406 iş yerinin, iş güvenliğine uygun olmadığı tespit edildi. MEB’in itiraf gibi açıklaması binlerce çocuğun ölümle burun buruna çalıştırıldığını gösterdi.(https://www.evrensel.net/haber/515976)

Müdür çocukları ailesine vermemiş (Onur Durmuş-Birgün)
Süleymancılara bağlı yurtta kayıtsız çocuklar olduğunu tespit eden Şube Müdürü Aktaş’ın darbedilmesine ilişkin rapor hazırlandı. Rapora göre Milli Eğitim Müdürü Fidan, çocukların ailelerine verilmesini engellemeye çalıştı.(https://www.birgun.net/haber/mudur-cocuklari-ailesine-vermemis-522217)

Halkın parası propagandaya (Mustafa Bildircin-Birgün)

İletişim Başkanlığı kamu kaynaklarını yine propagandaya aktardı. Başkanlığın, seçimlerin yapıldığı mart ayında imza attığı harcamanın, şubat ayına oranla yüzde 200’lük artışla 913,7 milyon TL’ye ulaştığı öğrenildi.(https://www.birgun.net/haber/halkin-parasi-propagandaya-522198)

İnşa ettiği hastane 1 yılda dökülmüştü, TOKİ’den 1,3 milyar TL’lik ihale aldı (Okan Yücel-Birgün)
Urfa'da inşa ettiği Ceylanpınar Devlet Hastanesi bir yılda dökülmeye başlayan Oraka İnşaat'a, İskenderun’da yapılacak konut ve dükkân inşaatları için TOKİ tarafından 1 milyar 307 milyon TL’lik ihale verildi.(https://www.birgun.net/haber/insa-ettigi-hastane-1-yilda-dokulmustu-tokiden-1-3-milyar-tllik-ihale-aldi-522218)

İsmailağa Cemaati camilere göçmenleri yerleştirip pasaportlarını alıyor (soL)
İsmailağa Cemaati'nin kullandığı camiye göçmenlerin yerleştirildiği ortaya çıktı. Göçmenler, pasaportunu "camiye teslim ettiğini" söylerken olayı raporlayan polis imam tarafından tehdit edildi. (https://haber.sol.org.tr/haber/ismailaga-cemaati-camilere-gocmenleri-yerlestirip-pasaportlarini-aliyor-392950)

Lezita grevine jandarma saldırdı: Botlarla çiğnenen 8 işçi hastanede, 18 kişi gözaltında (soL-Özel)

Abalıoğlu Grubuna ait Lezita’da, patronun toplu sözleşme masasına oturmaması üzerine greve giden işçiler 41 gündür direniyor. Dün, patronun grevi kırmak için çok sayıda kişiyi usulsüzce işe aldığı tescillenmiş, bu işçilerin arka kapıdan üretime sokulduğunu açığa çıkaran grevcilere jandarma saldırmıştı. Şiddetin dozunu artıran kolluk güçleri, gün boyu fabrika önünde direnen işçilere akşam saatlerinde müdahale etti. 15 işçi ve 3 sendika yöneticisi gözaltına alındı. Jandarmanın saldırısında yaralanan 8 işçiyse hastaneye kaldırıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/lezita-grevine-jandarma-saldirdi-botlarla-cignenen-8-isci-hastanede-18-kisi-gozaltinda-392953)

(derleyen:mstfkrc)


Birgün KÖŞEBAŞI - 17 Nisan 2024 -

 

22 yıllık illüzyonun sonu (Berkant Gültekin)

Yerel seçimde büyük bir oy kaybı yaşayarak tarihinde ilk kez ikinci parti konumuna düşen AKP ciddi bir “imaj krizi” ile karşı karşıya. Bu kriz yerel seçimde yaşanan bozgunun da nedenlerinden biri kuşkusuz.

AKP, kurulduğu günden bu yana “Elitlerin Cumhuriyeti”ne karşı “yoksulların, dışlananların, hor görülenlerin ve kimsesizlerin temsilcisi” olma iddiasıyla siyaset yürütmüş ve girdiği her seçimde de bu imaj üzerinden seri başarılar elde etmişti.

90’lı yılların koalisyon hükümetlerinin doğurduğu tepkiselliğin avantajını kullanan, dışarıdan akan sıcak parayla bir yandan sermayeyi ihya eden diğer yandan ise halkın refah düzeyinde göreli bir olumlu etki yaratan AKP, bu sayede ev kadınlarından, emeklilerden, esnaflardan, ücretli çalışan yoksul emekçilerden ve işsizleştirilen kesimlerden en fazla teveccüh gören parti oldu. Toplumsal Etki Araştırmaları Merkezi’nin (TEAM) 2020 tarihli çalışmasına göre ülkenin en yoksul kesimlerinin 3'te 1'i AKP'nin en doğru tercih olduğuna inandı. Diğer partiler en yoksulun oyunu alma konusunda AKP'nin çok gerisinde kaldı.

Ancak iktidar partisi şimdilerde, halk soğanı taneyle alırken Monako’da ıstakoz yiyen, İstanbul’da yaşayan gençler sadece bayramda Boğaz’ı görebilirken Maldivler’de torun tombalak tatil yapan, yurttaş başını soktuğu evin kirasını ödeyemezken belediyeleri özel banyo, kış bahçesi ve şark köşeleriyle saraya çeviren, geçim derdiyle boğuşan milyonları “Aç Türkler” ifadesiyle tanımlayan mensuplarıyla anılıyor.

İktidarda olmanın getirdiği zenginlik ve kibir artık saklanamıyor. Daha da ötesinde, topluma olan uzaklık nedeniyle gösteriş merakının kamuoyunun sinir uçlarına dokunacağı bile düşünülemiyor. Çünkü AKP elitleri halkın geniş kesimlerini yoksullaştıran ekonomik çöküşlerden etkilenmiyor; onların alım güçleri gerilemiyor ve yaşam standartları düşmüyor. Bilakis her geçen gün daha da zenginleşiyor ve güçleniyorlar. Doğal olarak halkın duygu durumunu, çektiği sıkıntıları da kavrayamıyorlar.

AKP elitleri son yıllara kadar partinin imajıyla kendi zenginlikleri arasındaki çelişkiyi belli bir dengede idare edebiliyordu. Yoksulluğun bu denli derinleşmediği koşullarda, onların zenginliği de çok göze batmıyor ve ortaya çıkan şatafat görüntüleri bu denli büyük bir tartışma yaratmıyordu. Aynı zamanda iktidarın yürüttüğü dinci/milliyetçi propagandayla iktisadi sorunlar ikincil plana itilebiliyordu. Ancak darmadağın olan ekonomi ve Türkiye’deki sınıflararası bölüşümün giderek daha adaletsiz hale gelmesi işleri yönetilmesi zor bir noktaya taşıdı.

AKP aslında her zaman zenginlerin partisiydi. İktidara gelirken de hem yabancı hem de yerli sermayenin desteğini almıştı. TÜSİAD’la yaşanan gerilimler de bu gerçeği geçersiz kılmaz. AKP, 2000’li yılların başında bir bütün olarak yerli sermayeyi arkasına aldı. MÜSİAD gibi TÜSİAD da izlenen piyasa programından ve AB yörüngesine tabi olunmasından hayli memnundu.

Fakat “en aşağıdakileri yukarı taşıma” iddiasında olan Erdoğan’ın partisi, son yıllarda kendisine toplumsal destek kazandıran o “sihirli” algıyı kaybetti. İktidarın nimetlerinden semirerek büyüyen ve en sert fırtınada bile kayığı sallanmayan rantiyeci yeni zengin zümre, 22 yıllık illüzyonu tuzla buz etti. 31 Mart yerel seçimleri bunun tam anlamıyla sağlamasıydı. İktidar, seçmeninin önemli bir kısmını sandığa götüremedi, bir kısım seçmenini de rakiplerine kaptırdı. Halk, lüks araçlarıyla seçim gezisine çıkanlarla aynı gemide olmadığını, aynı dertleri paylaşmadığını fark etti. Erdoğan’ın aday olmadığı, seçmeni kendi liderliği arkasında kenetleyemediği bir seçim periyodunda parti ile seçmen arasındaki uçurum sonuçlara böyle yansıdı.

Önümüzdeki süreç bu çelişkinin daha da derinleşeceğinin işaretlerini veriyor. AKP içinden yükselen tepkilere bakılırsa iktidar cenahı da bunun farkında. Ancak bu tür denge değişimlerine sebep olan dinamiklerin mutlak şekilde olumlu sonuçlar doğuracağı, ülke insanını kendiliğinden solculaştıracağı düşünülmemeli.

Halkın geniş kesimlerinin çıkarını savunan sol ve ilerici bir programla siyasi gidişata müdahale edilemezse, ortada aşırı sağ akımların da büyümesi için elverişli bir ortamın olduğu unutulmamalı. Aşırı sağcılar, gericiler, popülist milliyetçiler, faşistler, ırkçılar… Adına ne dersek diyelim sağ siyaset, sisteme öfke biriktiren yoksul halk kesimlerinin tepki odağını farklı yönlere kaydırmak, buradan bir güç devşirmek için uğraşıyor.

Belki AKP’deki çözülmeyi tetiklediği için pek derinlikli bir şekilde konuşulmuyor fakat Yeniden Refah’ın yükselişi de taşıdığı potansiyel bakımından önemli bir tehlike olarak kabul edilmeli. En büyük gücü liderinin soyadı olan, topluma geçen yüzyılın bayatlamış sağ argümanlarıyla seslenen, yeni problemlere dair hiçbir güncel yaklaşımı olmayan, dışlayıcı/ötekileştirici bir “ahlak” anlayışını merkeze alan, “zina”yı suç kapsamına almayı vadeden bir partinin aldığı desteğin üzerinde durmak gerekir.

Eski algılar kırılmaya ve güç dengeleri değişmeye başlarken, geleceğe dair yeni bir hikâye duymayan halk kesimleri “çıkışı” ve “kurtuluşu” eski ezberlerin güncellenmiş sürümlerinde, sağı ya da merkezi temsil eden aktörlerin aldatıcı programlarında arayabilir. Bu açıdan Türkiye’de solun önünde önemli bir fırsat ve aynı zamanda büyük bir sorumluluk meselesi duruyor.

Sol bunu eleştiriye sıkışan faaliyetler, ışıltılı vitrinler ya da sosyal medya alkışlarıyla değil, halk içinde çoğalarak, yurttaşlarla sahici ilişkiler kurarak ve bir bütün olarak toplumu siyasetin öznesi haline getirecek bir örgütlülüğü hayata geçirerek başarabilir.

                                                             /././

Zampiyonlar ligi (Kaan Sezyum)

Sefilliğimizin her geçen gün bambaşka boyutlara taşındığı, her yarınımızın dünümüzden daha fakir geçtiği fantastik bir yerdeyiz. Ama buraya bir günde gelmedik tabii. Israrlı, deneysel, bilime uzak yaklaşımların sonucunda buradayız. Emniyet kemeri takmayan taksicinin kullandığı araç kaza yaptı. Şoför dahil tüm yolcular ön cama fukara sümüğü gibi yapıştı adeta. “Ben kemer takmıyorum, kaza da yapmıyorum” cehaleti ile geldik bugünlere. Buradan sonrası artık dünyanın dibini görmek herhalde. Bir yandan gündelik yaşama dair ne varsa kaybettik, bir yandan ise her gün hayatta kalabilmenin bir şans olduğu bir ülkeye dönüştük. Tabii ki bir kısım yedi sekiz sülalesine yetecek kadar parayı hortumladı devletin imkanları sayesinde. Bir kısım dünyanın en lüks koşullarında, en güzel arabalarında, en pahalı ve görgüsüz kıyafetlerinin içindeyken; bir kısım da artık pazarlarda çürük meyve sebze peşinde. Her gün ısrarla akla ve mantığa ısrar eden bir kibirle her konuda her kararımız neredeyse yanlış verildi.

Yanlışlarımızı say say bitmez. Say say bitmeyen ölülerimiz gibi. Ülke korkunun, terörün, baskının, fakirliğin ve çapsızlığın eline geçti. Tüm tersaneleri olmasa da büyük bir kısmı, tüm dereleri olmasa da büyük bir kısmı, tüm dağları olmasa da büyük bir kısmı satıldı yabana. Bununla da yetinmedik, “Çöplerinizi bize verin” dedik. Memleketin kesilmiş tırnak atsan el ağacı çıkarabilecek verimdeki toprakları, tarım arazileri TOKİ’lendi… En güzel koylara çöküldü, en güzel denizleri ısrarla kurutuldu… Bütün bunlara “Durun, yapmayın” diyenler ise tepelerinde demir bir yumruktan başka hiçbir şey bulamadı. Kimisi biber gazı yedi kalbi durdu, kimisi öldüresiye dövüldü. Binlercesi ise depremde enkaz altında kaldı. Sorumlular ise sorumsuz bir şekilde gözlerini bile kırpmadan bu ihanete el verdiler, göz yumdular. Nasıl olsa halkımız idare eder dediler. Olmadı.

∗∗∗

Ülkece adaletsizlik, kanunsuzluk ve çaresizlik içinde hayatta kalmak için daha da kural tanımaz hale geldik. Birbirimize olan saygımızı, sevgimizi kaybettik. Ya bendensin ya kara toprağın diye diye kadınlarımızı öldürdük, birbirmizden nefret eder hale geldik. Tüm bunlar olurken, millete “sabır”, “nas”, ya da “naş” çekenler ise milyarlık araçlarının ısıtmalı koltuklarında, geç geç bitmeyen konvoylarında “itibardan tasarruf olmaz” deyip durdu. Bir simit ve ayrana 40 lira verir olduk. Şimdi 40 lira yazıyorum ama yarın daha da pahalı olacak bir simit ve bir ayran. Hiçbir şeyin gerçekleşmediği, hiçbir ilerlemenin gerçekleşmediği kurak bir ülkeye dönüştük yıllar içinde.

Ama hakkımızı da verelim. Aldığımız ve verdiğimiz kötü kararlar neticesinde iyi şeyler de oldu. Savunma sanayimiz ilerledi ama işte dron üreten şirketimiz yok ki dünyanın sayılı zenginleri arasında girelim. Fabrikatörler, bankalar kazançlarına kazanç kattı. Ama ne bankayız ne fabrikatör. Ne inşaat sektöründe kupon arazi kovalayanız ne de istakoz kıtlayan… İstakoz da aslında o kadar abartılacak bir şey değildi. Zamanında Marmara da bile vardı. Lüfer vardı, palamut vardı, uskumru vardı. Balık ucuzdu, balıkları da bitirdik. Tarlalarımız, meyvelerimiz, yemişlerimi vardı, şimdi onlara da imrenerek bakar hale geldik.

∗∗∗

Peki bütün bunları ben mi yaptım? Bütün bu olanlara biz mi sebep olduk? Bindiğimiz taksinin taksimetresi deli gibi yazıyor, şoförün ağzı bozuk, yolda ona buna küfrediyor. Köprüden geçsek köprü parası da bize geçiyor. Hani verdiğimiz vergiler bize yol, su, elektrik olarak dönecekti öğretmenim? Şarkılar henüz yasak değilken, gerçeklere yayın yasağı gelmemişken, devlet sansürü bizi gerçeklerden korurken bir daha son kalan gücümüzle dans edelim. Ben de sıkıldım yaşayamamaktan, hep hayatta kalmaya çalışmaktan. Oysa ne güzel hayallerim vardı, eve girenler hepsini çaldı. Bir şarkı sözüyle yazıma son veriyorum. Bir sonrakinde daha güzel şarkılar söyleriz umarım.

Hepimizin evine giren aynı hırsız

Bir de kafamızın tepesine s*çıyor

Herkesin bildiği her şeyi bilmeye

Görmezden gelmek deniyor

                                                             /././

Bize bir şey olmaz! (Özgür Gürbüz)

Dün sabah güne, Beypazarı marka sodanın yüksek miktarda bor içermesi nedeniyle İsviçre’de satışının durdurulması haberiyle başladık. Doğurganlığı etkileme olasılığı varmış. Bor Türkiye’deki benzerlerinde durum nedir bilmiyoruz, hükümet ne yapacak onu da bilmiyoruz. Malum bor bizim burada kutsal element, temizlik malzemelerinde bile kullanıyoruz. Belki de o amaçla kullanıp sorunu çözerler, büyütülecek bir mesele değil.

Bayramda Fransa’ya incir göndermişiz. İncirler soda kadar şanslı değilmiş, sınırda yakalanmışlar kontrole. Sınır değerlerin 10-15 kat üstünde aflatoksin bulunduğu için onlar da 11 Nisan’da memleketlerine kesin dönüşe zorlanmışlar. Aflatoksin kanserojen bir madde ama malum bize bir şey olmaz. Umarım yetkililerin söylediği gibi yakılmaz, biz yeriz.

Avrupa’nın Gıda ve Yem İçin Hızlı Uyarı Sistemi (RASFF) kayıtlarında Türkiye oldukça popüler bir ülke. Son bir haftada hangi ürünler gümrükteki kontrollere takılmış, hangileri geri gönderilmiş bakıyorum.

Sallama çayda, kardiyolojik ve psikiyatrik yan etkileriyle bilinen sibutramin çıkmış, İtalyanlar geri göndermiş. “Potansiyel tehlike” kategorisinde. Zayıflama amaçlı kullanılan bu riskli madde acaba bir zayıflama çayında çıkmış olabilir mi? RASFF kayıtlarında bu bilgi yok. Sağlık Bakanlığı yetkilileri elbette peşine düşüp, analizleri yapacak, bir risk varsa Avrupa’daki ülkelerin yaptığı gibi marka bilgisini kamuoyuyla paylaşacak, ürünü toplatacaktır diye düşünüyorum. Yoksa tüm rejim çayları zan altında kalır. Yanlış mı düşünüyorum ey rejim yapanlar, siz söyleyin.

∗∗∗

Fransızlar bir başka incir kargosunda yine aflatoksin bulmuş, sağlam bir degajmanla onları da yurtlarından uzaklaştırmışlar.

Almanya’ya bizi daha fazla kıskanmaması için ekmeğe sürüp yiyebilecekleri tatlı bir şey göndermişiz ama içinde alerji yapabilecek fındık ve fıstık olduğunu yazmayı unutmuşuz. Gümrüğe takılmış. Sorun değil, biz yeriz. Bizde alerjiden ölen olsa, “Ne yedin” diye soran olmaz. Bir şey yiyebiliyor olması zaten şükredilecek bir durum. Şükreder, Allah devletimize zeval vermesin deyip geçeriz.

Bu arada biri Fransızları durdursun, 11 Nisan’da üçüncü kez incirde aflatoksin bulmuşlar.

Almanlar da boş durmamış, aynı gün Türkiye’den ithal ettikleri susam ezmesinde salmonella bakterisi yakalamışlar. İlginçtir, 8 Nisan’da İspanya’ya gönderilen susam ezmesinde de aynı durumla karşılaşılmış. Onlar da şutlamış bizden giden ürünleri. Türkiye’den gelen bakteriye bile vize vermiyor Avrupa artık.

Türkiye’ye en çok ürün iade eden kazanıyor. Fransa-Almanya kapışmasında durum Fransa lehine 3-2 ama mavililerin incir aşkı durmuyor. Dördüncü incir kargosunda da kanserojen aflatoksin bulmuşlar. Fransa 4-2 öne geçiyor.

∗∗∗

Fransa gümrüğünde kesin Türkiye’ye gıcık birileri var. Türkiye’den gönderilen kimyon tohumlarında pirolizidin alkaloidi tespit etmiş, kimyonları da geri postalamışlar. Hızını alamamış, kurutulmuş kekiği de laboratuvara analize göndermişler. Onda da pirolizidin alkaloidi çıkmış. Gıda Mühendisi Bülent Şık pirolizidin alkoloitleri, belli bir doz aşıldığında karaciğerde ciddi hasarlara neden olabilen, kanser yapıcı ve genetik malzemede hasar oluşturucu kimyasal maddeler şeklinde tanımlıyor. Tanıştırmış olayım da siz kekik deyip geçmeyin.

Bulgaristan’a gönderilen taze biberle bir haftalık Avrupa Birliği gümrük maceramızı noktalayalım. Taze biberde acetamiprid bulunmuş. Zararlı böcekleri öldürmek için kullanılan bir böcek ilacı kendisi. Böcek bastıysa tarlayı zehri biraz fazla kaçırmış olabilir üreticilerimiz. Çok da takılmamak lazım. Memleketin bekasından önemli mi?

Özetle söylersek, Türkiye’de ne yediğimizi bize açık açık söylemedikleri için komşulara bakıp öğrenmeye çalışıyoruz. Baktıkça da hükümet zamlarla bizi aç bırakarak sağlığımızı korumaya çalışıyor olabilir mi diye düşünmeye başladım. Istakoz zor elbette de ucuza gelse ekmeği bile dışarıdan almak daha sağlıklı olabilir ülkemizde. Gülelim acınacak halimize.

                                                               /././

Türkiye’de belediyeciliğin siyaseti ve sosyolojisi: Yerelden açılan kapı (Şükrü Aslan)

90’lı yıllardan sonrası, kendi çevresi için maksimum yarar üreten muhafazakâr belediyecilik deneyimleri ile yüklüdür. Uzun yıllar süren bu muhafazakâr belediyecilik deneyimi sözcüğün gerçek anlamında şehirlerin canına okudu.
                                                                     
Fikri Sönmez

2024 yerel seçimleri, Türkiye’de siyasetin ve sosyolojinin kesiştiği alanlarda belediyecilik deneyimlerini ve etkilerini yeniden düşünmeye önemli bir imkân sağladı. Yaklaşık son on yıllık belediyecilik tecrübesi, uzun bir aradan sonra, ‘demokrasi yerelden gelir’ sloganını saklı olduğu yerden çıkardı ve gündemin tam ortasına taşıdı. Şimdi gözler belediye yönetimlerinin her zamankinden daha fazla üzerinde olacak.

Modern bir kurum olarak belediyeler, ulusal siyasetin ihtiyacına uygun olarak 19. yüzyılda ortaya çıkmışlardı. Ulus devletleri tanımlayan en önemli özellik ise kuruluşlarındaki katı hiyerarşik yapılardı. Bu hiyerarşinin görünürlük kazandığı mekanlar kentler, belediyelerin kurulduğu yerlerdi. Devletlerin ulusal hizmetleri için hükümet konakları, dilini öğretmek üzere okulları, sağlık ve ulaşım kuruluşları, güvenlik için kışlaları, günlük düzeni sağlamak üzere polisi, yargısı vb. kentlerde konuşlanmıştı. Bayrağı orada dalgalanırdı, ekonomisinin merkezi orasıydı. Böylece kentler, büyük ölçüde “merkez” tarafından biçimlendirilmişti. Yani yerel bütün o modern süreç boyunca esas olarak merkezi politika ve pratiklerin köklü bir biçimde yerleşmesi için bir işlev üstlenmişti. “Yerel” bir yandan ‘yukarıdan üretilirken’ diğer yandan yukarıyı yani ulusu üretmişti.

Bununla birlikte belediyeler, küresel akışkanlıkların baskın olduğu 1980’li yıllardan bu yana çok önemli birimler haline gelmişlerdi. Böyle olmasına yol açan pek çok faktör vardı elbette. En başta ulusal sınırların esnemesi, devletler, şehirler ve topluluklar arasında hızlı temasların sağlanması yerelleri, küresel sermaye için tercih mekânlarına dönüştürdü. Diğer yandan ulus devletlerin kimliklere dair politikalarının bıraktığı tahrip edici mirasın üstesinden gelebilmek de yerel iktidarlara kaldı. Bu ve daha başka sebeplerle belediyeler, giderek ulusal devletlerden bile daha fazla ‘küresel ve işlevsel’ nitelikler kazandılar.

SON OSMANLI VE CUMHURİYET BELEDİYECİLİĞİ

Osmanlı’da Tanzimat’a kadar kamusal işler genelde vakıflar üzerinden yürütülmüş; Tanzimat’la birlikte modernleşme/merkezileşme çabaları yeni yönetim biçimini gerekli kılmıştı. İstanbul Şehremaneti’nin 1854’de kuruluşu ve yine merkez tarafından atanan 12 kişilik bir meclisin oluşması, bu gelişmenin sonucuydu. Bu kurul alt birim olarak mezar yerleri, gezi alanları ve hastane yapmak gibi görevleri olan Galata/Beyoğlu’nda 6. Daire-i Belediyeyi kurmuştu. 1869’da bunu kent ölçeğine yaymak için Dersaadet İdare-i Belediye kurulmuştu. 1877’de ise Vilayet ve Dersaadet İdare-i Belediye Kanunu çıkarılmış ve 20 belediye kurmak için, meclis üyelerinin seçimle belirlenmesi ve onların da kendi aralarında başkanlarını seçmeleri usulü getirilmişti. Bir yıl sonra 20 yerine 10 belediyeye karar verilmiş ama o da uygulanamamış ve nihayetinde 1910’da kanunda yapılan değişiklikle bu kez 9 belediye kurulmuş, yöneticileri de merkezden atanmıştı. Bu uygulama Osmanlı Devleti’nin yıkılışını da içine alarak 1930’a kadar yürürlükte kalmıştı.

Cumhuriyetin belediyeciliği bu mirası devralmakla birlikte ‘ulusun medeni şehrini’ yaratmaya odaklanmıştı. Bunun ilk adımı 1924’te çıkarılan 442 sayılı Köy Kanunu ile nüfusu 2000’i aşan yerlerde belediyeler kurmaktı. Ancak asıl yasal düzenleme 3 Nisan 1930 tarihinde çıkarılan 1580 sayılı Belediye Kanunuydu ki o da 53 yıl yürürlükte kaldı.

Cumhuriyetin belediyeleri ulusun şehrini yaratmak için merkezin yerelde ikamesini üstlenmiş görünüyorlardı. Mesela merkezi devletçilik ilkesine uygun olarak elektrik, su, hava gazı, kent içi ulaşım, haberleşme gibi temel hizmetler, yabancı sermayenin elindeki şirketlerden alınarak “belediyeleştirilmişti”. Belediyelerin bu tür hizmetleri, kendilerine bağlı şirketler aracılığıyla yönetebilmesi için 1939’da 3666 sayılı yasa çıkarılmış; İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, bunu “Celal Bayar hükümetinin kabul buyrulan programının icabı’ olarak nitelemişti. Celal Bayar’a atfedilen ‘hür teşebbüsçülük’ün tam aksi bir deneyim olarak.

Cumhuriyetin merkeze tabi belediyeciliği, planlamayı da gerektiriyordu. Ulusal kentin inşası için 1930’da çıkarılan 1593 Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ile 20.000 üzerinde nüfusa sahip yerleşmelerde üç yıl içinde bir plan yapılması hükmü getirilmişti. İstanbul ve Ankara kent planlaması da bu süreçte gerçekleştirilmişti. Bu politika çerçevesinde nüfusu yüzde 15’den daha fazla artan belediyelere 1933’de beş yıl içerisinde plan yapma zorunluluğu getirilmiş ve 1938’e kadar 73 kent planlanmıştı. 29’u il merkezi olan bu kentlerin büyük çoğunluğu sanayi planlarında öngörülen bölgesel gelişme ile ilişkili olarak demiryolu ağı ve liman olanakları açısından önceliği olan kentlerdi.

Cumhuriyetin belediyeciliği gündelik kentli yaşamı da “medeni”leştirmeye yönelmişti. Mesela hijyen ilgi çeken bir husustu. “Türk’e ev bark olan her yer sağlığın, temizliğin, güzelliğin, modern kültürün yeri olacaktı”. Bugün hala her şehirde örneklerini gördüğümüz hamamlar o politikanın ürünleriydi. Yanı sıra sokağa tükürme, sırt hamallığı, hayvanların sürü halinde sokakta gezdirilmesi, ana caddelere bakan yerlere çamaşır asılması gibi bazı edimler de yasaklanmıştı. Aynı şekilde “kasaba içinde yakışıksız tarzda giyinilmemesi, bilhassa beyaz don, gömlek ve entarili kıyafetlerin giyilmemesi’’ istenmişti. Şoförlerin ve hamalların tekdüze üniformalar giymesi de arzu edilen ‘medeniyetin’ bir parçasıydı. Cumhuriyetin daha ilk yıllarında kılık kıyafete dair yapılan düzenlemeler, yerelde bu şekilde karşılık bulmuştu. Bu arada tellallık da yasaklanmış, duyuru yapmak için kent meydanlarına hoparlör konmuştu.

Merkeze aşırı bağlı olma hali, dil ve kültür alanında da yansımış; Cumhuriyetin tek dilli bir toplum yaratma tahayyülü, belediyelerde de karşılıklar bulmuştu. 1925’de Takrir-i sükun ile Kürt şehirleri için getirilen ‘Türkçe dışındaki dillerle konuşma yasakları’, başka şehirlerde de denenmişti. Mesela 21 Mayıs 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesine göre Gönen Belediyesi, ‘çarşı pazarda Çerkesce, Pomakça, Arnavutça ve Gürcüce konuşulmasını yasak’lamıştı.

Daha pek çok uygulama ulus devletin batılı olma arzusuna uygun olarak kentlerde türdeş bir toplum inşa amacı taşıyordu. Bu türdeşlik “Türk” kimliği aracılığıyla kurulacaktı. Nitekim 1580 sayılı yasanın “Hemşehri Hukuku” başlıklı bölümünde yer alan 13. maddesinde “Her Türk, nüfus kütüğüne yerli olarak yazıldığı beldenin hemşerisidir. Hemşerilerin belediye işlerinde reye, intihaba, belediye idaresine iştirake ve belde idaresinin devamlı yardımlarından istifadeye hakları vardır” ifadeleri yer almıştı. Belediyeler üzerindeki katı denetimi göreceğimiz alanlardan birisi de başkanların halkın oyu ile değil, atama veya merkezin belirlediği meclis üyelerinin oylarıyla göreve getirilmesiydi. Bu ‘gelenek’ 1960’lı yıllarda kırılmıştı.

BELEDİYECİLİKTE MERKEZE ‘KAFA TUTMAK’

1960’lı yıllarda belediye başkanlarının halk tarafından seçilmesiyle birlikte, merkeze bir ölçüde itiraz eden bir yeni belediyecilik tecrübesi ortaya çıkmıştı. 1973’te İstanbul, Ankara ve İzmir’de belediye başkanlarının politikaları ve bazı uygulamaları, merkezi yönetimlerle gerilimlere konu olmuştu. Başkanlar ilk kez merkezi politikalara itiraz edebiliyor ve çalışma alanlarını geliştiriyorlardı. Bu durum hem CHP’li hem de sol-sosyalist başkanların toplumcu belediyecilik deneyimlerini siyasetin merkezine taşımıştı. Bu yeni eğilim 1977 seçimlerinde CHP’nin tarihinde alacağı en yüksek oy oranına ulaşmasında da etkili olmuştu.

Bugün hala isimlerini büyük saygıyla andığımız bazı belediye başkanları tam da bu itirazın sesi oldukları için iz bırakmışlardı. Ankara’da Vedat Dalokay, İstanbul’da Ahmet İsvan, İzmit’te Erol Köse belediyeciliği kentlerin çoğunda CHP’li başkanlara ilham olmuştu. Fatsa’da Terzi Fikri bütün diğer adayların toplamından daha fazla oy alarak başkan seçilmiş ve yepyeni bir belediyecilik deneyimine imza atmıştı. Aynı şekilde Kürt şehirlerinde Cumhuriyetin ilanından beri ilk kez Kürt kimliği ile seçime girip kazanan adaylar olmuştu ki 1977 seçimlerinde Diyarbakır’da belediye başkanı seçilen Mehdi Zana bunun örneğiydi.

Belediyeler artık liberalden radikale muhalefetin ilgi alanındaydı. Yerel seçimleri kazanmak, muhalif grupların her biri için aynı zamanda merkezi iktidara hazırlık ve bir tür deneme imkânı veriyordu.

1980’LERDEN BUGÜNE YENİ BELEDİYECİLİK DENEYİMLERİ

1980’li yıllarda Türkiye’de askeri darbenin her belediyeye bir asker başkan ataması ve onların da belediyeleri pazartesi ve cuma günleri İstiklal Marşı ile açıp kapatmaları gibi militer uygulamalar görülse de belediyecilik daha farklı bir sürece evrilmişti. Bu dönem belediyeleri hem küresel sermaye için hem de milliyetçi/ırkçı olumsuz mirasın aşılması için önemli bir imkân ve dinamik olabilirdi.

Bu dönem belediyeciliğinde küresel sermayeye eklemlenme arzusuna uygun olarak vizyon, misyon ve mega projeler vurgusu öne çıktı. Sanayinin kentin dışına çıkarılması, küresel şirketlerin kente yerleşmesini teşvik edecek iş ve finans merkezlerinin inşası, turizme yönelik yatırımları ve kentlerin imarını yeniden düzenlemek gibi toplumsal ve mekânsal sonuçları olan bir dizi karar alınıyordu. Bu projelerle sermaye için cazibe merkezileri inşa ediliyordu. ‘Marka şehirler’ bu dönemin söylemiydi.

1989 yerel seçimleri ve sonrasında sosyal demokrat ve küçük yerleşimlerdeki sol-demokrat belediyeleri dışarıda tutarsak, bu dönem belediyeciliği kentleri bütünüyle sermayeye teslim eden ve oradan da kendi çevresi için maksimum yarar üreten muhafazakâr belediyecilik deneyimleri ile yüklüdür. Uzun yıllar süren bu muhafazakâr belediyecilik deneyimi sözcüğün gerçek anlamında şehirlerin canına okudu.

Bununla birlikte şehirlerin kendi kültürel hafızalarını yeniden üretmek, tek dilli toplumsal inşaya karşı kendi kimlikleriyle şehirlerin yönetimine talip olma eğilimi bu dönemde daha da gelişti. Fakat yine de Türkiye’nin belediyeciliği küresel sermaye için alan açma konusunda çok cüretkar, kendi kimliklerinin sesi olma konusunda ise çok tutuk davrandı. Sadece Kürt şehirlerindeki belediyecilik deneyimleri bu eğilimin dışında kaldılar. Bu şehirlerde dil başta olmak üzere kaybedilmiş kültürel gelenekler adım adım inşa edildi. Çok dilli kreşler, çok dilli belediyecilik, kimlik mekanlarının inşası, yer isimlerinin değiştirilmesi vb. Ancak onlar da ne yazık ki ağır bedeller ödediler ve neredeyse tamamına kayyum atandı.

SONUÇ: BELEDİYECİLİKTE KRİTİK DÖNEM

2015 yılında askeri darbe girişimiyle birlikte Türkiye’nin tek parti rejimine geçmesi ve itiraz hakkının iyice kısıtlanması, yanısıra pandemi ve ekonomik kriz koşulları, belediyeleri daha özel ve önemli kurumlar haline getirdi. Zira iktidar partisi ve ortağının dışındaki belediyeler yoksullaşmanın getirdiği cenderede erişilebilecek yegane kurumlar oldular. Bu yeni dönemde geniş kitlelerin (ücretli kesimler, emekliler, işsizler, tarımsal alanda çalışanlar vb.) sesini duymak, onlara gündelik zor hayatın üstesinden gelebilmeleri için el uzatmak çok önemli bir belediyecilik görevi olarak öne çıktı.

                 Melih Gökçek (Fotoğraf: AA)

Belediyeler, bu ülkede tek parti rejiminin üstesinden gelebilmek için belki de yegâne imkan ve araca dönüştüler. Bu yüzden 2019’da CHP’nin öncülük ettiği ittifaklarla pek çok şehirde belediyelerin yönetimine gelmek büyük ilgi ve destek gördü. CHP’nin bugünkü başarısında o politikaların ve dolayısıyla o belediyelerin beş yıllık başarılarının da büyük etkisi vardır.

CHP başta olmak üzere muhalefet partilerinin Mart 2024 seçimlerinde elde ettiği başarı, bu ülkenin siyasal geleceği için daha büyük/önemli bir kapı açtı. Türkiye, geleceğini belediyeler aracılığıyla yeniden kurmaya çalışıyor. 2028’de yapılacak genel seçimde muhalefetin başarılı olması, büyük ölçüde muhalefet belediyelerinin performansları ile ilgili olacaktır. Bu yüzden bugünkü belediyeler ve belediyecilik, hiç olmadığı kadar yerel ötesi anlam ve öneme sahip.

                                                      /././

92 milyar TL’lik operasyonlar (Timur Soykan)

28 Mayıs 2023 seçimlerinden sonra organize suç örgütlerine yönelik operasyon dalgaları başlamıştı. İçişleri Bakanlığı istatistiklerine göre bu operasyonlar sonucunda el konulan malvarlığı değeri şoke edici: 92 milyar TL.

İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre, Ali Yerlikaya’nın göreve geldiği 1 Haziran 2023 ile 8 Nisan 2024 tarihleri arasında organize suç örgütlerine 1.187 operasyon yapıldı.

Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanı olduğu 2022 yılının tamamında organize suç örgütlerine yapılan toplam operasyon sayısı 488 olmuştu.

1.187 OPERASYON, 8 BİN 52 GÖZALTI

1 Haziran 2023-8 Nisan 2024 tarihleri arasında yapılan 1.187 operasyonda 8 bin 52 kişi gözaltına alındı. Bu şüphelilerden 3 bin 36’sı tutuklandı. 1.751 şüpheli ise adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Operasyonlarda 242 uzun namlulu silah, 5 bin 970 tabanca, 3 bin 593 çek-senet ele geçirildi.

Ali Yerlikaya’nın 10 aylık İçişleri Bakanlığı döneminde bu operasyonlarla çökertilen organize suç örgütü sayısı ise 436 olarak kayıtlara geçti. Bunların 38’i ulusal boyutta faaliyet yürüten suç örgütleri, 73’ü ise bölgesel faaliyet gösteren çeteler. Operasyonlarla tamamen dağıtıldığı açıklanan yerel organize suç örgütlerinin sayısı ise 310 oldu.

13 ULUSLARARASI BARONA OPERASYON

Bu istatistikte çökertilen uluslararası suç örgütü sayısı çok dikkat çekici: 14. Üstelik bunların 13’ü, yani biri dışında hepsi uyuşturucu kaçakçılığı yapıyordu. Narkotik Suçlarla Mücadele Şubesi’nin operasyonlarıyla yakalandılar. Bunların arasında Hollandalı uyuşturucu baronu Leijdekkers, Avustralya merkezli Komançero, Sırp, Hırvat, İspanyol ve Alman uyuşturucu kaçakçıları vardı. Bir uluslararası mafyaya ise Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şubesi operasyon yaptı.

1 Haziran 2023 ile 8 Nisan 2024 arasında Türkiye’de Kırmızı Bülten ya da difüzyon (Kırmızı Bülten kararının çıkmasından önce vakit kazanmak için çıkarılan arama kararı) ile aranan 406 kişi yakalandı. Bunların 44’ü uyuşturucu kaçakçısıydı. 67’si çeşitli asayiş suçlamalarıyla aranıyordu. 231’i hakkında ise kaçakçılık ve diğer organize suçlarla ilgili Kırmızı Bülten ve difüzyon kararı çıkarılmıştı. 64’ü ise terör suçlamasıyla aranıyordu.

Çökertilen toplam 436 organize suç örgütünün 117’si uyuşturucu suçları işliyordu. 298’i kaçakçılık, çek-senet tahsilatı gibi organize suçların failiydi. Çökertilen 21 suç örgütü ise siber suçlar kapsamında soruşturuldu. 1 Haziran 2023 ile 8 Nisan 2024 tarihleri arasında 436 suç örgütü çökertilirken 2022’de bu sayı 133 olarak açıklanmıştı. Aradaki büyük fark dikkat çekiyor.

LÜKS REZİDANSLAR, OTELLER, OTOMOBİLLER

Yabancı uyuşturucu baronlarının, Türkiye’de kara parayla edindikleri mal varlıklarını defalarca kaleme aldık. Alman, İspanyol, Alman, Hırvat, Hollandalı, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Sırp uyuşturucu kaçakçıları, İstanbul’un merkezindeki gökdelenlerin rezidanslarından daireler, lüks sitelerden villa ve malikaneler alarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak için başvurmuştu.

İstanbul, Bodrum, Çeşme’de oteller satın almış, onlarca şirket kurmuşlardı. Külçe külçe altınları özel uçaklarla Dubai’ye götürmüşlerdi. Her operasyondan sonra milyonlarca dolarlık saatler, mücevher ele geçirilmiş, onlarca banka kasası anahtarı, evlerinde, araçlarında bulunmuştu. Bazıları banka hesabında yüz milyonlarca lira mevduatı tutacak kadar rahattı.

Ferrari, Lamborghini, Porsche, özel üretim Rolls-Royce, Bently otomobiller satın alarak kara paralarını aklamışlardı.

Operasyonlar sonucunda gökdelendeki dairelere, villa ve malikanelere, şirket hesaplarına, ele geçirilen saat ve mücevherlere, lüks otomobillere el konuldu.

BAKIM VE TAMİR İÇİN GÖNÜLLÜ DESTEK

Sadece Avustralya merkezli Komançero Çetesi mensuplarının 21 üst segment otomobilinin değeri 100 milyon TL’yi aşıyordu. Hollandalı baronun çetesinin kara para aklamak için satın aldığı onlarca lüks otomobilin toplam değeri çok daha fazlaydı. El konulan bu otomobiller, mahkeme kararıyla İstanbul Emniyet Müdürlüğü Trafik Şube’nin kullanıma verildi. İçişleri Bakanlığı kaynaklarından, bu otomobillerin bakım, tamirat gibi tüm masraflarının bazı otomotiv şirketleri tarafından gönüllü olarak yapıldığını öğrendim. Kaynaklar “Bu otomobillerin yakıt dışında devlete hiçbir masrafı yok” dedi.

Mafya üyeleri kara paralarını lüks arabalar alarak aklamışlardı.
Bu araçlara el konulmuştu. 

92 MİLYAR TL’LİK REKOR

Son 10 ayda organize suç örgütlerine yapılan tüm operasyonlarda MASAK aracılığıyla el konulan mal varlığı değeri ise şoke edici: 92 milyar TL, yani yaklaşık 3 milyar dolar. Bu dünya ölçeğinde çok büyük bir miktar.

Bu sayılar sadece son dönemdeki operasyonların başarısını ortaya koymuyor, geçmişte Türkiye’nin ne denli büyük bir mafya karanlığına sürüklendiğini de gözler önüne seriyor. Ayrıca bu operasyonlarda ele geçirilen yabancı uyuşturucu baronlarını yıllarca kimlerin koruduğu, Kırmızı Bülten ile aranmalarına karşın onlara T.C. vatandaşlığını kimlerin sağladığı karanlıkta kalıyor. Kravatlı çeteler ortaya çıkarılmazsa temiz devlet ve temiz toplum hayalden öteye gidemeyecek. Öte yandan siyasi destekle halen dokunulmaz olan bazı suç örgütü liderlerinin olduğunu da biliyoruz.

(Birgün)