18 Nisan 2024 Perşembe

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 18 Nisan 2024 -

 

Baskın yapılan evden çıkan hâkim (Barış Terkoğlu)

“En kötüsü de sahip olmadığın şeylere ait olmaktır” sözleriyle yabancılığını anlatıyordu Kafka, Milena’ya Mektuplar’ında...

Yat yere, yat, yat, yat!

Kaç baskın görüntüsünde izledik o emri. Polisler girdikleri evde içeriye bir anda dalıyor, tehlikeyi bertaraf ediyorlardı. Bu kez öyle olmadı. Girdikleri ev başlarına dert açtı. Bakanlardan bürokratlara kadar, devletin yetkili isimleri günlerdir özür diliyor, yanlış oldu diyor ama kriz çözülemiyor.

EVDEN HAKİM ÇIKTI 

Aslında hedef, sahte kanser ilaçları sebebiyle çocuk ölümlerine neden olan bir örgüttü. Operasyonu İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul Emniyeti ile birlikte yürütmüştü. 26 Aralık’ta düğmeye basıldı. Toplam beş ilde 37 kişi gözaltına alındı. Baskınlarda piyasa değeri 4 milyon lira olan sahte ilaç ele geçirildi. Operasyonun ardından 20 kişi tutuklandı. Gözaltına alınan isimlerin benzer suçlardan toplamda 127 suç kaydı vardı. 128. kez işlem görüyorlardı.

Gelelim krize...

Operasyonda hedef alınan kişilerden biri Necati Zaman’dı. Zaman’ın kasten öldürmeden nitelikli yağmaya, uyuşturucu ticaretinden tehdide kadar birçok dosyası vardı. Polise göre tehlikeli bir hedefti. Gelgelelim, Zaman’ın resmi adresi de telefonunun sinyal verdiği adresler de hep Ankara’daydı. Ankara Emniyet Müdürlüğü ile irtibatla, Zaman’a operasyon yapılmaya çalışıldı. “Çalışıldı” diyorum, çünkü operasyon günü, sabah 7.20’de özel harekât polislerinin baskın yaptığı ev Zaman’ın çıkmamıştı!

Kimin mi çıktı?

Polisler, kadın hâkim Ş.G.K. ve devletin kritik bir kurumunda çalışan eşi R.K. ile karşılaştı

SEHVEN SORUŞTUMA BAŞLADI

Durun, hemen aklınıza kötü bir şey gelmesin. Aslında yaşanan tam bir “sehven” vakasıydı. Gönderilen adreste “Birdal Sitesi Yolu Caddesi” yazarken Ankara’daki polisler “Birdal Sitesi”ne girmiş, operasyonu orada yapmıştı. Kısacası adresteki benzerlik nedeniyle polis yanlış eve girmişti.

Baskında bir de tutanaklara yansıyan tartışma yaşandı. Hâkim ve eşinin tutanağa düştüğü şerhi aktarayım: “İkamette bulunan şahısların kimliklerini ibraz etmelerine rağmen eve özel harekât unsurlarının girdiği...” Nitekim tutanakta polisler de eve girerek “kaba arama yapıldığı”nı kabul ediyordu.

Sıradan birinin evine girilse, muhtemelen karakolda günlerce “vallahi Zaman’ı tanımıyorum” diye derdini anlatmak zorunda kalacaktı. Ama bu kez “sehven” hikâyesi sert taşa çarpmıştı. Hâkim ve devletin kritik kurumunda çalışan eşi, meselenin peşini bırakmadı. Devreye önemli isimler girdi. Yıllardır duyduğumuz “sehven” vakalarının bu kez sorumlusu arandı.

EMNİYET'TE SEHVEN GERİLİMİ

Sehven soruşturması derinleşti. Uzun yazışmalar yapıldı. Olayın iç yüzü araştırıldı. Aslında Zaman’ın resmi adresi bambaşkaydı. Ancak resmi adresinden telefonu hiç sinyal vermiyordu. Bunun üzerine İstanbul polisi, Zaman’ın aboneliklerini araştırmış, bir tek internet abonesi olduğunu görmüştü. İnternet şirketinden adresini istedi. Burada Zaman’ın başvuruda beyan ettiği adres yazıyordu. Bilinçli mi saklanma yöntemi mi yoksa yanlışlık mı bilinmez, yazan adresteki sokak aslında olmayan bir sokaktı. Hâkimin ve eşinin oturduğu evin adresine çok benziyordu. Muhtemelen interneti bağlayanlar da Zaman’ı telefonla arayarak bulmuştu. İşin özeti buydu.

Soruşturmada Ankara Emniyeti İstanbul’u, İstanbul Emniyeti Ankara’yı suçladı. Ankara Emniyeti kendisine gelen adresin gerçekte olmadığını, olası en yakın adrese gittiğini söyledi. İstanbul Emniyeti ise Ankara’daki bir adres detayına vâkıf olamayacaklarını, Ankara Emniyeti’nin yeterince çalışma yapmadan baskın yaptığını, üstelik posta kutusunda farklı bir fatura görmek gibi detayları es geçerek eve girdiğini, girerken de yanına komşulardan tanık almamak gibi bir hata yaptığını ifade etti.

Operasyonu yapan polislerin WhatsApp yazışmalarına bakıldı. Sonradan yakalanan Zaman’a adresindeki tuhaflık soruldu.

MİLLETİ YERDEN KİM KALDIRACAK

Sadece bu kadar değil. Devletin pek çok kritik ismi hâkim ve eşini arayarak özür diledi. Ama kriz, bu yazı yazılırken halen bitmemişti. Polisler, “Bir hata olmuş, özür diledik, daha ne yapalım” havasındaydı.

Dosyayı kapadıktan sonra “işte burada” dedim. Son dönemde seçim nedeniyle sıkça duyduğumuz “muhasebe”nin ve “hesaplaşma”nın asıl adresi burası. Hayır, yanlış anlamayın. Evi yanlışlıkla basılan hâkim ve devlet görevlisi eşi, sabah sabah yaşadıkları korkunun hesabını sormakta son derece haklı. Mesele bu değil. Ancak son yıllarda sürekli duyduğumuz “sehven” vakaları herhangi bir vatandaşın hayatına denk gelince sonuç “ayıkla pirincin taşını” oluyor. Çakarlı arabalarla gezen, ardında korumalarla dolaşan, pahalı sofralarda devletçilik oynayan adamlar yükselirken ülkenin asıl sahibi yurttaş önemsizleştirildi. Sürülen, dövülen, yargılanan, yerde tekmelenen oldu. Kırılmış, örselenmiş bir millete yüz yıl sonra nasıl yeniden “ne mutlu” dedirtiriz? Herkesin asıl muhasebesine buradan başlaması lazım.

“Eğer gerçekten insanlar mutluluktan ölebilselerdi benim çoktan ölmüş olmam gerekecekti” demişti ya ruhu yükseldiği anda Kafka... Belki gerçek bir yaşam, korkularından ve ayrıcalıklarından kurtulmuş bir milletin huzurundadır.

                                                 /././

‘Ekonomik-jeopolitik’ krizler döngüsü yeni savaşlara hazır olun diyor (Ergin Yıldızoğlu)

Dünya ekonomisi, finansal krizden bu yana durgunluk içinde patinaj yapmaya devam ederken üzerine pandeminin, Ukrayna savaşının en son olarak da Hamas’ın 7 Ekim çılgınlığının, Siyonist faşistlerin soykırım girişiminin, İsrail-İran çatışmalarının ağırlığı yüklendi.

UZUN DURGUNLUK - KRONİK YOKSULLAŞMA

IMF Başkanı Georgieva’ya göre “Dünya ekonomisinin önünde 10 yıllık bir yavaş büyüme ve toplumsal hoşnutsuzluklar dönemi var”, “Enflasyon denetim atına alınamadı”“Finansal krizi önleme araçları tükendi, borç stoku büyüdü”. Bu durum “Birçok ülkede kamu maliyesine büyük riskler getirdi. Gündemdeki, çok sayıda genel seçim, son yıllarda artan anksiyete, bu borçları azaltacak önlemleri almayı zorlaştırıyor”.

Jeopolitik gerginlikler “Dünya ekonomisinin parçalanma riskini artırıyor”. IMF’ye göre 39 gelişmiş ülkede borç stoku 1950’lerde ulusal hasılanın yüzde 110’undan 2022’de yüzde 278’ine yükselmiş. Son yıllarda banka dışı finans kurumlarının elindeki varlıklar 2007/8 krizinin ertesinde yüzde 25’den 2022’de yüzde 47.2’ye yükselmiş. Financial Times’dan John Plender’e göre “Karmaşık finansal enstrümanların fink attığı bu finansal ‘macera oyunu parkında’ ne gibi risklerin biriktiğini kimse bilmiyor”.

Gelişmiş ekonomiler, özellikle ABD ve İngiltere büyüyebilmek için borçlanmaya devam ediyorlar. Kimi araştırmalar, 1980’lerden bu yana dünyada yatırımların finansmanının hane halkı tasarruflarından çok, giderek artan oranda, şirket tasarruflarına dayandığını gösteriyor. Elinde en çok nakit birikenlere bakınca karşımıza “muhteşem yediler” denen Google, Amazon, Apple gibi teknoloji şirketleri çıkıyor. Bunların tasarrufları, 2010’da yaklaşık 50 milyar dolar düzeyinden 2023’te 300 milyar doların üzerine çıkmış (Plender). Diğer bir deyişe şirketler yatırabileceklerinin çok üzerinde biriktirmeye devam ediyorlar. Harcanabilir gelirin en zenginlere giden kısmı artmaya devam ediyor. Bunlar da bu serveti yatırım yapmak, iş yaratmak, artık-değer ürettirmek yerine “depoluyorlar”, yoksul yoksullaşmaya devam ediyor. Toplumsal huzursuzluklar da artmaya...

Kamunun borcu da gelişmiş ekonomilerde, 2000’lerde ulusal hasılanın yüzde 76.8’inden 2022’de yüzde 113’e yükselmiş. Finansal sektör dışındaki şirketlerde de benzer bir durum var: 2008-2021 döneminde borçları ikiye katlanarak 16.6 trilyon dolara ulaşmış. “Geçmiş sermaye birikiminin stokları ... yeni sermaye yaratmak yerine, ekonomik büyümeyi besleyen borçları yeniden finanse ediyor. Küresel varlık piyasalarının birincil işlevi artık zor zamanlarda şirketlerin batmasını önleyecek kaynakları sunmaya dönüştü”. Plender’e göre bu borçlar böyle artmaya devam edemez. Ancak bu borçlar büyümeyi besleyen tüketimi finanse ettiğinden, azaltılması da ekonomik ve siyasi olarak çok riskli.

REKABET VE JEOPOLİTİK

ABD ve AB ekonomileri büyümeyi destekleyen tüketici talebini borçlarla sürdürmeye çalışırken özellikle Çin’den gelen rekabet bu talebi artan oranda kendine çekiyor. Çin ekonomisi öncelikle sanayi yatırımlarına dayanarak yüzde 5+ hızıyla büyümeye devam ediyor, fabrikaların ürettiği arz birçok sektörde iç talebin kapasitesini aşıyor. Üretim fazlası da rekabetçi fiyatlarla ihraç ediliyor. Bu ihracat, ABD ve Avrupa imalat sanayi, özellikle de otomotive sektörü (elektrikli taşıtla) üzerinde gittikçe artan bir basınç yaratıyor. Bu sektörün ekonomik büyümeye ve istihdama katkıları ABD ve AB’de sırasıyla yüzde 3 ve yüzde 5 ile yüzde 7 ve yüzde 6 civarında olduğunu düşününce, Çin sanayisinin (ve ekonomik modelinin) rekabet gücünün neden bir stratejik tehdit olarak algılandığı da anlaşılıyor.

Dünya ekonomisi ABD ve AB’de aşırı birikim, Çin’de aşırı üretim sorunun basıncı altında patinaj yaparken dünya ticaretinin yüzde 12’sinin geçtiği, Süveyş Kanalı ve petrol tüketiminin yüzde 21’inin geçtiği Hürmüz Boğazı coğrafyasında, çatışmalar terörizm, soykırım, etnik temizlik, İsrail ve İran arasında doğrudan savaş olasılığını içeren jeopolitik kriz enerji ve deniz taşıma maliyetleri üzerinden, aşırı birikim ve aşırı üretim sorunlarının kaynağındaki kâr oranları gerileme eğilimini güçlendiriyor.

Tarih bize, kapitalizmin kriz dinamikleriyle beslenen “emperyalist rekabetin” vekâlet savaşları ve bir “Büyük Savaş” olasılığını güçlendirdiğini söylüyor.

                                                  /././

Bahçeli büyük oyunu çözdü! (Mehmet Ali Güller)

İran füzeleri İsrail semalarında görüldüğü andan itibaren, yine o koro harekete geçti; “tiyatro” dedi, “oyun” dedi, “danışıklı dövüş” dedi...

Olaylara bu tür yaklaşım tutumu son yıllarda fazlasıyla yaygınlaştı. Hiçbir şeye inanmıyorlar, her şey kurgu onlara göre. “Büyük resmi” görüyorlar, “büyük oyunu” çözüyorlar hep.

ABD destekli FETÖ darbe yapmaya kalkıyor, hemen “tiyatro” diyorlar. Böylece tersinden bilerek-bilmeyerek darbedeki “erken doğuma zorlama” konusunu perdelemiş oluyorlar. COVID-19 çıkıyor, “Çin işi” diyorlar, tutmayınca “dünyayı yöneten ailelerin kontrollü nüfuz temizliği” olduğunu savunuyorlar. Aşısı bulununca, “Ne çabuk?” diyerek komplo teorilerine dayanak yapıyorlar. Aynı virüs ailesi grubu nedeniyle aşı çalışmasının yıllar önce başladığını söylediğinizde de “Bill Gates aşıyla vücudumuza çip sokacak” diyorlar. “Bill Gates bilgisayarla evimize, telefonla cebimize zaten çip sokmuş” demeniz nafile!

Çünkü onlar “büyük oyunu” çözebiliyorlar, çünkü onlar “büyük resmi” görüyorlar, çünkü onlar “dünyayı aslında beş ailenin yönettiğini” biliyorlar!

HÜKÜMET MEDYASININ MANŞETLERİ

Mesele sadece “onlar” olsaydı üzerinde durmazdım. Ama onlara önemli bir isim eklendi: MHP Genel Başkanı Devlet Başkanı.

TBMM grup toplantısında İran’ın İsrail’e saldırısını yorumlayan Bahçeli şöyle diyor: “Gazze katliamının perdelenmesi için iki devletin ön planda olduğu tiyatro gösterisi sahnelenmiştir.” (AA, 16.4.2024)

Böylece İran’ın ilk kez İsrail topraklarını doğrudan vurmasına “tiyatro” diyenler kervanına Bahçeli de katılmış oluyor. Aslında hükümete yakın medyanın manşetlerine bakınca, bunun “ortak bir siyasi tutum” olduğu anlaşılıyor. Kimi “İran İsrail’i vurmuş gibi yaptı”, kimi “savaş tiyatrosu”, kimi de “tam bir fiyasko” diye manşet attı.

DEVLETLER İRAN’IN FİGÜRANI MI YANİ?

Peki ABD’den AB’ye, Çin’den Rusya’ya pek çok ülkenin alarma geçmesi, ulusal güvenlik konseylerini toplaması, dışişleri bakanlarının gece ve gün boyunca temaslar kurmaları, istihbarat şeflerinin arka kapı trafiği de mi tiyatro? Hepsi bir oyunun parçası mı? “Acem oyunu”nun figüranı mı?

Geçiniz. Ne olduğu ortada. İran, toprağı niteliğindeki diplomatik temsilciliğine yapılan İsrail saldırısına yanıt verdi. O yanıtı da “bölgesel savaş” isteyen Netanyahu’ya koz vermeyecek ama İsrail topraklarını da vurabileceğini gösterecek şekilde seçti.

Yaşanan tiyatro değildi. Tiyatro olmadığı için CIA Başkanı Burns, MİT Başkanı Kalın’ı arayıp arabuluculuk yapmasını istedi, tiyatro olmadığı için ABD Dışişleri Bakanı Blinken Dışişleri Bakanı Fidan’ı arayıp “devrede olmasını” istedi.

Madem devlet tecrübesi olan Bahçeli büyük oyunu çözdü ve tiyatro olduğunu saptadı, neden Kalın ve Fidan’ı uyarıp “boşuna temas aramayın” demedi!

AKP-MHP’NİN DÖRT GEREKÇESİ

Cumhur İttifakı’nın meseleyi “tiyatro” olarak açıklamasının elbette nedenleri var:

1) Cumhur İttifakı’nın tabanı açısından, konunun “İran’ı Gazze için öne çıkan asıl ülke göstermemek” yanı var. Çünkü sürekli “Gazze’ye en çok sahip çıkan biziz” propagandası yapıyorlar.

2) Cumhur İttifakı’nın liberalleri açısından, konu zaten NATO ortağı İsrail ile İran arasında; haliyle Kürecik Radarı’ndan gazete manşetlerine kadar NATO üyeliğinin gereği yapılıyor.

3) Cumhur İttifakı’nın siyasal İslamcıları açısından, konunun Şii-Sünni rekabet zemini var.

4) Cumhur İttifakı’nın milliyetçileri açısından, konunun “Güney Azerbaycancılık” boyutu var.

Bu dört nedenle, İran’ın İsrail topraklarında havaalanları gibi seçilmiş hedefleri vuran ölçülü saldırısını “tiyatro” göstermeye çalıştılar.

                                                  /././

Kamu hizmeti bir çadırda da verilebilir...(Orhan Bursalı)

Şaşaa, görmemişlik, kamu kaynaklarını har vurup harman savurmaktır ülkeyi bitiren... Sancaktepe Belediyesi’nin AKP’lilerce yaptırılan bir saray yavrusu belediye binası neden bugüne kadar gündeme gelmedi, bilmiyorum. Belki yazan olmuştur. Ama bir halkın parasının nasıl har vurup harman savrulduğunun, şaşaanın, görmemişliğin, açgözlülüğün, yiyiciliğin bir simgesi olarak tarihe geçmiştir. CHP’li yeni belediye başkanı bir üniversiteye teklif edeceklerini söylüyor binayı, o kadar yani!!!

Çok önemli bir laf daha etti, özetle “Biz herhangi bir binada da iş görürüz...”

AKP zihniyeti için bu ne mümkün!

Tam bu söz üzerine düşünürken bir okurum telefon etti sabah sabah... Hukuk fakültesini bitirmiş. Sıddık Sami Onar’ın öğrencisi olmuş. Amme hukuku, şimdiki adıyla Kamu Hukuku dersiyle ilgili bir anısını anlattı. Kamu hukuku devlet ile yurttaşlar arasındaki ilişkileri düzenleyen başlı başına bir hukuk dalı.

Prof. Onar, saymış saymış ve en son söz olarak “Bakın kamuya hizmet için en önemli konu şudur, hizmetin nerede yapılacağı önemli değildir, bir çadırda da verilebilir...”

Bu söz çok önemli. İçinde neler saklı!

Milletin parası... doğru harcanması... önemli olan hizmetin kalitesi...

Memurların, seçilmiş olsun atanmış olsun, milletin hizmetkârları olduğu vb...

22 YILDIR SARAY VE YAVRUCAKLARI

Ama maşallah, 21 yıldır inşa etmedikleri saray yok. İmam kendine birkaç saray ederse, altındakiler de yavrucuklarına paraları akıtırlar. Kendilerini seçen yurttaşlara hiç sormazlar. Zaten millet de hey ne yapıyorsun diye sormaz, çünkü oyunu vermiş ve yurttaşlık görevi bitmiştir. Beş yıl sonraya Allah kerim.

Sancaktepe’ye o koskoca şaşaalı binayı konduran belediye başkanına yine koşar oy verir. Aklından bile geçmez, “Yahu oy verdim ama bizim paralarımızı bu koskoca binaya harcadı, oysa ilçemizde onca insan açlık çekerken, yapılacak kreşler varken, yuh olsun, nah sana oy” demek. Ve hatta çevresini de seferber etmek!... Bizim adamdır, der ve gider tıpış tıpış oy verir..

Yurttaşlık bilincini ara ki bulasın.

NEDEN BATTINIZ ACABA?

Denizli Büyükşehir’in belediye başkanı saçını başını yoluyor, iktidarın eski başkanı 11 milyar TL borç takıp gitmiş. Paralar torbalarda taşınıyormuş, sağ sola dağıtmak için. Onlarca yerel internet sitesine milyonlar dağıtılmış durmadan... İnanılmaz şeyler anlatıyor.

Ey CHP, AKP’den devraldığınız belediyelerin hali pürmelalini önce o kentlerin yurttaşlarına sonra tüm ülkeye anlatmalısınız. Bu başlı başına millete borçlu olduğunuz bir konu, önemli bir amme hizmetidir.

Önemli konularda CHP yurttaşların düşüncesini de öğrenmelidir.

Bu ülke, seçilen veya atanan ama o çoook değerli popolarının altına altından şey etme yeri yapmış iktidarın adamlarını da gördü.

                                                  ***

Saray araştırıyormuş neden battık diye. Belediyeleri peşkeş çekme merkezleri olarak kullandıkları hiç akıllarına gelmiyor.

Hepsi ne yaptıysa Ankara’da Saray’a bakarak yaptı. Yıllarca Saray hiçbirine hey ne yapıyorsunuz diye sormadı, hepsini de kendileri seçerek oralara yerleştirdi.

Not: Gazetemizde AKP’nin oyunu yüzde 35.5 gibi gösteren yazılar çıkıyor. Bu oyun içinde MHP oyu var ve ayıkladığında yüzde 28 oy görülüyor. Son yapılan bir anketin sonucu da ilginçti, bu pazar seçim olsa hangi partiye oy verirsiniz sorusuna verilen yanıtlarda AKP oyu da yüzde 28 çıkmaz mı!

(Cumhuriyet)

soL KÖŞEBAŞI - 18 Nisan 2024 -

 

Paket Mezarlığı (Ali Rıza Aydın)

Yargı paketleri, yargının içine gömüldüğü bataktan kurtarılması savlarıyla hazırlanıyor ama yargı, paket sayılarıyla ters orantılı içerik taşımaktan geri kalmıyor.

“Bağımsız” diyorlardı “tarafsız”ı eklediler, piyasacı ve gerici kadrolaşmayı yaygınlaştırdılar, yandaş olan yargı mensuplarını ödüllendirip olmayanları kıyıma uğrattılar, güveni sarstılar, parti-devlet içinde parti-yargıyı kurdular, yargıyı sınıfsallık içinde egemen sermaye sınıfının sınırsız tahakküm aracı yaptılar. 

Önce Fethullah Gülen kadrolarına teslim ettiler, sonra o kadroları ve yanında onlardan olmayanları ihraç edip cezalandırdılar. Biat edenleri ödüllendirdiler. Bu çürütme ve yıkıma koşut olarak yıllarca yargı reformu paketleri, seri yargı paketleri çıkardılar. 2019’a geldiklerinde “Yargı Reformu Stratejisi” kapsamında sıralamaya başladılar paketleri. Sıralamaya devam ediyorlar, 9. Paket yolda.

Yargı paketlerini gençler arasında oynanan “paket oyunu”na benzettik yıllar boyu. Kocaman, cicili bicili bir paket çıkarılır. Armağanı alan, sevinç içinde açmaya başlar. Büyük paketin içinden bir paket daha çıkar. O da açılır, bir paket daha, sonra bir paket daha. Paket içinde paket… Paketler küçüldükçe küçülür, merak arttıkça artar. Son paket açılır; içinde “yalancı meme”… 

Eşitsiz ve adaletsiz düzenin içinde adalet aramak isteyenler, eşitsiz ve adaletsiz hukuku uygulamaya kalkışarak adalet dağıtma savında olan, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinde “adil yargılanma hakkı” ihlal başvurularında birinci sıradaki yargı organıyla karşı karşıya. 2012’den bu yana Anayasa Mahkemesi Bireysel Başvuru kurumu çalıştığı halde İHAM önünde en fazla davaya sahip ülke unvanından övgü çıkaranlar var mıdır?

Burjuvazi kendi içindeki uyuşmazlıkları çözecek yasaları ve organları oluştururken, emekçiler, aydınlar, sanatçılar, gazeteciler üzerinde daha etkin kural ve kurumları oluşturmada hayli becerikli. Yasaları istediği gibi çıkartıyor, yargıya gitmeden tahkim, arabulucuk gibi yöntemleri yaşama geçiriyor, yargı birazcık adalet dağıtmaya kalkışırsa da örgüt yasalarıyla, kadrolarla, usul yasalarıyla oynuyor. Yargıtay kararları ile AYM bireysel başvuru kararlarında olduğu gibi “iki benzemez” karşılaştırması yaptırıyor. AYM başkanını kolayca çözerken, Yargıtay başkanında örgüt (tarikat, cemaat, etnik grup) çatışmalarının içinde boğuluyor. 

Bağımsız ve tarafsız yargıdan, büyük, görkemli paketlerin içinden halka kalan yalancı meme… Hak ihlalleri devam ediyor, düşman ceza hukuku ve yargısı devam ediyor, cezasızlık iklimi devam ediyor. İstediği yargı kararına uyan, istemediğini tanımayan uygulama devam ediyor. Anayasayı ihlal edenler yasaları, yargı kararlarını daha kolay ihlal ediyor. 

Yargı paketleri geldikçe halkın savunmanları daha çok susturuluyor, savunmanın önü daha çok tıkanıyor. 

Güvenlik güçlerince yazılan iddianameler ve adil yargılama hakkı ihlalleri dünyasındayız. 

Uzun tutukluluk yaygınlığı, hükümlülerin durumu ortada. Gardiyanlar kendilerine “paşam” dedirtiyorlar. 

Karşı düşüncenin adı “terörist”, sömürüyü ve gericiliği övmenin adı “düşünce özgürlüğü” oldu. Silahların eşitliği yok ediliyormuş, hak ve özgürlükler ihlal ediliyormuş, kimin umurunda…

Reform ya da paket denilenler, egemen siyasetin isteklerini meşrulaştırma araçları.

Yargı paketleri, yargının içine gömüldüğü bataktan kurtarılması savlarıyla hazırlanıyor ama yargı, paket sayılarıyla ters orantılı içerik taşımaktan geri kalmıyor. Yargı gömüldükçe paket çıkarılıyor, paket çıkarıldıkça yargı gömülüyor. 

Paketlerde, “aksayan yönlerin düzeltilmesi”, “AYM’nin iptal kararlarının gereğinin yerine getirilmesi” gibi olumluluklar da yer almasına karşın özlenen, beklenen adil yargılama ve adalet gelmek bilmiyor.  Yürürlükte olan sekizinci, son yargı paketine eklenecek önemli notlardan biri, Can Atalay kararlarıyla gündeme gelen “bireysel başvuru” kurumuna frenin bu paketle getirilmesi, bireysel başvurudan önce koşul olarak “Tazminat Komisyonu”nun devreye sokulması. Yargısı yetkisinin bağımsız mahkemelerce yerine getirilmesinin önüne konulan “komisyon” koşulu, tıpkı arabuluculuk gibi yargıya el atmanın örneklerinden biri olarak yasada yerini aldı. Türkiye Barolar Birliğinin uyarıları dikkate alınmadı.

Cumhuriyet ve laiklikten uzaklaşılırken, hukuksuzluk içine gömülürken, sömürü derinleştirilirken çıkarılan yargı paketlerinin bu düzenden kopuk olduğu düşünülemez. Paketler sömürünün kılıfı olmaya devam ediyor. Anlamı emekçilerin eşitlik, özgürlük ve adalet savaşımlarının kırılmasıdır.  

Paket mezarlığı sermaye sınıfının adaleti uğruna emekçileri adaletsizliğe itenlerin olsun.

                                                            /././

CHP belediyesi takviyeli AKP Türkiyesi (Alpaslan Savaş)

Uzun lafın kısası… AKP 31 Mart seçimlerini kaybetti ama kazananları kendisine benzetti. Yeni tek adam adaylarımız 2028 için sıraya dizilmiş durumda. Kimse hesap vermiyor, kimseden hesap sorulmuyor.

Seçimden iki gün sonraydı. Beşiktaş’ın yerleşik mahallelerinin birinde, apartmanların iki kat altına adeta gömülerek yerleştirilmiş büyük bir gece kulübünün tadilatı sırasında yangın çıktı. Alevler kulübün o an açık bulunan tek çıkış kapısını hızla kapladı. İçeride kısılıp kalan 29 işçi, kimisi yanarak kimisi dumandan boğularak, oracıkta can verdi.

Beşiktaş’taki yangın, her benzer olayda olduğu gibi gündemden düşürülmüştü ki, bu sefer Antalya’dan bir başka felaket haberi geldi. Belediyeye ait bir sosyal tesise gün boyu insan taşıyan teleferik hattının taşıyıcı direklerinden biri kırılıverdi. Devrilen direğin çarptığı kabinin altı koptu, içindeki 8 kişi aşağıya düştü. Biri öldü, diğerleri yaralandı. Asılı kalan kabinlerin içindeki 174 kişi havadan sürdürülen 23 saatlik çalışma sonucunda kurtarılabildi.

Beşiktaş gece kulübü yangını 31 Mart seçimlerinin iki gün, Antalya teleferik kazası iki hafta sonrasıdır. Yani her iki kaza da AKP’nin kaybettiği, CHP’nin birinci parti olduğu, pek çok belediyenin muhalefet partilerinin eline geçtiği seçim sonuçlarının “Türkiye baharı” olarak yorumlandığı günlerde meydana geldi.

Elbette kimse seçimin ertesi gün memlekette her şeyin birdenbire düzeleceğini ummuyor. AKP iktidarının ülkede yarattığı tahribatı ortadan kaldırmak emekten, halktan yana bir iktidarın kısa olmayan zorlu görevlerinden olacak. İnsanlar 31 Mart’ta AKP’nin “yenilmesinden” mutlu oldular, bundan umutlandılar. Bunda herhangi bir fenalık yok.

Fena olan umut diye pazarlanan şeyin, umutlanan halkın kurtulmak istediği şeye benzemesi.

Peki benzerlik nerede?

Her iki olayda iktidar kadar CHP’li Beşiktaş ve Antalya belediyeleri de sorumlu. Beşiktaş’taki ölüm diskoteğine çalışma ruhsatı veren Beşiktaş Belediyesi, Antalya’daki teleferiği kelle koltukta işleten Antalya Büyükşehir Belediyesi’dir. Üstelik CHP bu iki kenti 31 Mart seçimlerinden öncesinde de yönetiyordu.

Ama esas benzerlik bunlarda değil.

Beşiktaş gece kulübü yangını da Antalya teleferik kazası da -tabiri caizse “AKP tipi” olaydır. Yirmi bir yıllık iktidarında benzer onlarcasına tanık olduğumuz, her seferinde kayış gibi yetkili suratı görmekten bıktığımız, istifa edene hiç rastlamadığımız, hiçbir sorumlunun hesap vermediği, yetmezmiş gibi her birinin korunup kollandığı, en yetkili ağzın konuyu her seferinde “kader-fıtrat” diye bağladığı nicesi gibi… Oluş biçimi ve ihmalleri bir kenara bırakalım, her iki olayda da sorumluların davranış biçimleri ile CHP’li siyasetçilerin konuya yaklaşımları AKP’nin benzer olaylardaki klasik tutumuyla aynı.

Abartılı değerlendirmeler mi bunlar?

Buyurun, siz karar verin…

Teleferiği işleten şirketin genel müdürü Mesut Kocagöz, Kepez ilçesinin 31 Mart’ta CHP’den seçilen çiçeği burnunda belediye başkanı. Şirketin başına 2019 yılında Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı olarak seçilen Menderes Türel tarafından getirilmiş. Son beş yıldır teleferiği işleten belediye şirketini o yönetiyor. Yani Metin Kocagöz, Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin teleferik işletmesini teslim ettiği en yetkili kişi. Hatırlatmış olalım, en yetkili olan en çok sorumluluğu olandır. Bu bir.

Kocagöz aslında bir AKP transferi. 2004 sonrası on yıl AKP’li Kepez Belediyesi’nde başkan yardımcısı, sonraki beş yıl aynı belediyenin AKP’li meclis üyesi. 2019’da AKP’den ihraç edildiğinde CHP’ye transfer ediliyor. Yani aslında Kocagöz bir AKP tipi siyasetçi. Bu iki.

Olaydan sonra Kocagöz gözaltına alındı ve tutuklu yargılanmak üzere cezaevine gönderildi. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, bu durumu bir siyasi komplo olarak niteledi. Özel, onlarca benzer olayda tek bir kamu görevlisi hakkında bırakın tutuklamayı, soruşturma dahi açılmamış olmasını haklı olarak eleştiriyor ve Çorlu’da 2018 yılında meydana gelen tren kazası örneğini veriyor. 25 yurttaşın yaşamını yitirdiği bu kazadan sonra TCDD Genel Müdürü hiçbir şey olmamış gibi makam koltuğunda oturmaya devam etmişti.

Tren kazasında TCDD’yi yönetenlerden hesap sorulmamış olması, bir AKP Türkiyesi rutinidir. Peki ana muhalefet partisinin, teleferik kazasında belediye şirketini yönetenlere aynı muamelenin yapılmasını istemesi hangi Türkiye’nin rutinidir? Özel, Erdoğan’a “sen adamlarına dokunmuyorsan, benim adamlarıma da dokunamazsın” demiş olduğunun farkında mıdır?

Bu bir anomali değilse şayet, iktidarıyla, muhalefetiyle düzen siyaseti AKP Türkiyesi’ne yatmış durumdadır.

Bununla bitmiyor ki anomali olsun. Bu arada kaza sonrası yapılan ön bilirkişi raporundaki bulgulardan teleferiğin bakım işlerinin taşeron firmaya verildiğini, bu firmanın tesise sağlıklı bir bakım yaptığının son derece şüpheli olduğunu anlıyoruz. Neresinden tutsanız orası elinizde kalıyor.

Beşiktaş’taki gece kulübü yangınında da durum farklı değil.

Burada da 8 kişi tutuklandı. İşyeri mesul müdürü, kulübün ortakları, tadilatı yapan şirket ve şürekası şu anda içeride.

Peki kamu adına hesap veren var mı?

Yok.

Yıldız Posta’nın göbeğinde, yerin iki kat altında 1987 yılından bu yana faaliyetteki bu gece kulübü, bugüne kadar mahalleyi ateşe vermemişse, tanrı korumuş mu diyeceğiz? Burada merkezi ve yerel iktidar açısından kamu adına kimsenin sorumluluğu bulunmuyor mu?

AKP Türkiyesi’nde bulunmadığını biliyoruz. Ama görünen o ki AKP Türkiyesi, AKP’den ibaret olmaktan çoktan çıkmış.

Diskoteği o mahallenin ortasına kim koydurmuş bilmiyoruz ama iki apartmanın bodrumuna gece kulübü çalıştırma ruhsatını Beşiktaş Belediyesi’nin verdiğini biliyoruz. Hem de iki kez. Biri 2018, diğeri 2020 yılında.

Yangından hemen sonra İmamoğlu gece kulübüne geldi. Söyledikleri, son yirmi bir yıldır olay mahalline gelen “yetkililerden” duyduklarımızdan pek de farklı değildi. Savcılık gerekli soruşturmayı yapmaktaydı. Sorumlular bu sürecin sonunda elbette hesap verecekti. Kendileri ise yangının etkilediği binada hasar olup olmadığını hızla kontrol edecek, gerekirse komşularımızın güvenli olacakları yerlere tahliyesi için destek olacaklardı.

Diskoteğe ruhsatı veren ya da teleferiği işleten bir AKP’li belediye olsa Erdoğan bundan farklı ne söylerdi? Mutlaka “fıtrat” diye ekler ama tıpkı İmamoğlu gibi siyasi ya da idari tek bir sorumluluğa işaret etmezdi.

Uzun lafın kısası… AKP 31 Mart seçimlerini kaybetti ama kazananları kendisine benzetti.

Yeni tek adam adaylarımız 2028 için sıraya dizilmiş durumda. Kimse hesap vermiyor, kimseden hesap sorulmuyor. Halkın payına iş cinayetleri, felaketler, ekonomik kriz düşmeye devam ediyor.  31 Mart sonrası baharmış! Bu ülkede bahar patronlara. Bahar diye yutturulan AKP Türkiyesi. Üstelik bu kez CHP belediyesi takviyeli.

                                                              /././

Bir meşale yakmak (Nevzat Evrim Önal)

Bu köşede, bu “okumuş karanlıkla”, yaladığı mürekkebe tepeden tırnağa bulanmış halk düşmanlığıyla kavga edeceğiz. Çünkü bu günler bir yalancı bahar ve yakında fırtına kopacak.

Bir soruyla başlayalım: Aydınlanma, bilgilenme midir?

Mesela Aziz Nesin’i aydın yapan şey bilgili ve okurlarını bilgilendirmiş olması mıydı? 

Yoksa onu hayatı boyunca bir meşale yapan, Zübük’ü yazmasını, 12 Eylül karanlığında Aydınlar Dilekçesi’ne öncülük edebilmesini sağlayan şey, başkalarının da benimseyebileceği, takip edebileceği ya da feyz alabileceği aydınlık bir dünya görüşüne sahip olması mıydı?

Ben ikincisinin doğru olduğunu düşünüyorum. Aziz Nesin’i ve başka nice kıymetli insanı aydın yapan; halkın çıkarına olan ve halk tarafından kavranıp benimsenebilecek, aydınlık bir dünya görüşü geliştirmiş ve hayatlarını bu aydınlığı toplumsallaştırmaya adamış olmalarıydı.

Bu, bilgili ya da entelektüel olmaktan çok daha fazlasıdır. Aydınlık bir dünya görüşü bilgiye ihtiyaç duyar ama kendisi bir yorum ve bir doğrultudur. Ansiklopediler durdukları yerde aydın doğurmaz. 

Hatta tersi örnekler verilebilir. Anadolu topraklarının doğurduğu en kıymetli insanlardan Aşık Veysel, bilgisi Celal Şengör’le karşılaştırılsa, cahil zannedilebilir. Ama büyük ozan Veysel, bencil entelektüel Şengör’ün tenezzül etmediği, hatta tiksindiği halkını örnek alınabilecek bir sevgiyle kucaklamış, üstelik onu kendisine düşman okumuşlara karşı “Aldanma cahilin kuru lafına (...) cahil okur amma alim olamaz” diye uyarmıştır. 

İkisinden aydın olan Aşık Veysel’dir; çünkü halkına, toprağına sevgi doludur. Aydın olamayan entelektüel ise ne kadarcık ışığı varsa kendisine saklamaya çalışır. Bilgisinin bireysel bir üstünlük olduğunu, kendisine ayrıcalıklar sağlaması gerektiğini (daha sık rastlanan durumda zaten sahip olduğu ayrıcalıkları meşrulaştırdığını) düşünür. Sağa sola “çok cahilsin keşke ölsen” diye yargı dağıtırken tek yaptığı kendini alkışlamak ve alkışlatmaya çalışmaktır.

Ayrıcalık isteyen ve ayrıcalıklarını çok sevenin yeri halkının değil egemenlerin yanıdır. 

Halkının yanında olmayan, aydın değildir.

***

Dilerseniz, buradan devam edelim: Başka kim aydın değildir?

Aydın sadece halkının yanında değil, aynı zamanda ona öncü olandır. Dolayısıyla halkın zararına olan düşünce ve doğrultuları halka benimsetmeye çalışan; mesela emperyalizme kapıkulluğu yapan, aydın değildir.

Örnek olarak taban tabana zıt iki Kemal geliyor aklıma.

Bir yanda “Avrupa ile zıt gitmek, hele tepişmek bu devlete hiçbir zaman fayda temin etmedi, lakin daima zararlar iras eyledi.” diye milli mücadeleye karşı çıkan Ali Kemal. 

Diğer yanda ise hayatı boyunca onurlu yaşamış, kalemini kâğıda her koyduğunda halkını kurtuluşa çağırmış, biz okumuşlara da “Olma kula kul; öpme el ayak, kirlenmesin ağzın. Ya ver canını insan için, ya da etme kalabalık dünyamıza” öğüdünü bırakıp aramızdan ayrılmış Orhan Kemal.

Bu ikisinden de yalnızca biri aydındır.

Bütün kariyerini el ayak öperek yapmış Ali Kemal, çağına göre gayet okumuş olsa da, aydın falan değildir. Bir avuç halkını ve yurdunu sevmeyen liberal hariç herkes tarafından nefretle anılır. Orhan Kemal ise öldüğünde cenazesi hemşerisi işçiler tarafından bir minibüsün önüne yapıştırılmış “Biz işçiler, hâtıran önünde saygı ile eğiliyoruz.” pankartıyla kucaklanmış, sadece toprağa değil kalplere gömülmüştür.

Bu yüzden Ali Kemal gibiler hep Orhan Kemal gibilerden nefret eder. Çünkü halkın sevgisine, takdirine asla o onurlu, sade insanlar gibi mazhar olmayacaklarını bilirler. 

***

Lafı ilk günden çok uzatmamak için, son bir şey söyleyip, bu bahsi kapatalım.

Halkına karşı sorumsuz ve kayıtsız olan, aydın değildir. Aydın, cümle alem terliğini, topunu, mangalını kapmış pikniğe koşuyorken “yağmur yağacak” diyen, bunun uyandıracağı öfkeyi ve getireceği yalnızlığı göze alan, bunlardan kaçınmayandır. Ama aydın aynı zamanda halkını derinden seven, ona karşı kendisini sorumlu hisseden, yalnız kalıyorsa da buna başka halk düşmanı yalnızların alkışlarını toplamak için değil, halkının iyiliği için katlanandır.

İşte ortalığın Celal Şengör ve Ali Kemal özentilerinden geçilmediği bugün, böyle bir aydınlığa hava gibi, su gibi ihtiyacımız var. İhtiyacımız var, çünkü halkın aklını yalnızca Said Nursî özentisi yobazlar karartmıyor, halk düşmanı okumuşların yalanları ve yarı doğruları da bulandırıyor. Çünkü herkes cebindeki telefondan Vikipedi’ye erişilebilir hale gelse de, aydına ve aydınlığa olan ihtiyaç azalmadı. Aksine, insanlığın bilgiye erişimi arttıkça, yalanların çeşidi ve ikna ediciliği de arttı. 

Ve bilginin kendisi, durduğu yerde kimseyi aydınlatmıyor. İçinde yaşadığımız çağda, ülkemizde, karınlar geçmişe göre daha tok olabilir, ama zihinler çok daha aç. Üstelik Said Nursîlerin de, Ali Kemallerin de gösterdiği doğrultu karanlık bir uçuruma gidiyor ve halk önünü görebilmek için bir meşaleye muhtaç.

Bu satırları okuyup, “işte solcu kibiri” diye bağıranlar olacaktır. Aldanmış ve kendisini aldatan düşünceleri papağan gibi tekrarlayanlar hariç, alayı halk düşmanıdır. Halkın aydınlığa olan ihtiyacını aydın kibiri diye reddedenler, karanlıktan beslenenlerdir.

Bu köşede, bu “okumuş karanlıkla”, yaladığı mürekkebe tepeden tırnağa bulanmış halk düşmanlığıyla kavga edeceğiz. İşimiz çok ve acelemiz var, çünkü bu günler bir yalancı bahar ve yakında fırtına kopacak. Ama öfkemiz ve umudumuzla, el birliğiyle bir meşale yakabiliriz.

Bu heyecanla, tüm soL okurlarına, tekrar merhaba!

                                                           /././

Kobane davası: Arka planı neydi, olaylar nasıl gelişti, taraflar ne diyor? (Özkan Öztaş)

Yıllara yayılan Kobane Davası bir kumpas olarak yorumlanıyor. Duruşmalar birer miting kürsüsüne dönüşürken genel kanı yargılama sürecinin siyasi olduğu yönünde. Kobane davasına yakından bakıyoruz.

2014, IŞİD'in en etkili olduğu yıllardan biriydi. On yıl önce İslamcı örgüt Türkiye'nin güney kara sınırını neredeyse tamamen kuşatmıştı. Türkiye'nin sınırlar fiilen ortadan kalkmış, IŞİD militanlarının geçiş güzergahı haline gelmişti. 

İşte Arapça adıyla Ayn el Arab, Kürtçe adıyla Kobane de IŞİD'in Suriye'nin kuzeyinde, Kürtçe ifadesiyle Rojava bölgesinde IŞİD'in almak istediği kritik yerlerden birisini oluşturuyordu. IŞİD'in operasyonunu yürütmek için seçilen IŞİD komutanı da Ebu Hattab el-Kurdi adı verilen bir Kürttü. Kobane IŞİD için önemliydi. Çünkü ilçeyi ele geçirince hem sınırdan militan geçişini daha rahat sağlayacağı bir alanı var edecekti hem de sınırda Suriye kontrolünde olan Kamışlı dışındaki yerlerin tamamının denetimini sağlamak anlamına gelecekti. 

Kobane, YPG'nin temsil ettiği, Suriye'deki milliyetçi Kürt hareketi için de önemliydi. Sözde Arap Baharı sürecinde Suriye iç savaşa sürüklendiğinde ilk silaha sarılanlar, İslamcı örgütler olmuştu. Suriye hükümetiyle bunlar arasındaki çatışmada ilk haftalarda tarafsız kalan Kürt hareketi, çatışmaların yoğunlaştığı Halep'te muhalif güçlere lojistik destek vermekle yetiniyordu.

Ancak kısa süre sonra Suriye'deki Kürt hareketi, savaşın Suriye devleti aleyhine sonlanacağına kanaat getirdi ve ittifak siyasetini değiştirdi. İslamcı grupların bir kısmıyla çatışmadan kaçınıldı, ABD'yle ilişkileri geliştirmenin yolları arandı. Asıl değişiklikse Türkiye'de oldu. Devletle geliştirilen "çözüm süreci", zımni olarak Suriye'nin kuzeyinde kurulacak bir Kürt bölgesinin Türkiye'nin hakimiyet alanı içerisinde olmasını, böylece Türkiye devleti ve Kürtlerin birlikte "sınırlarını genişletmelerini" öngörüyordu.

Nüfus yapısı bakımından bu sırada "Rojava" olarak adlandırılabilecek, kesintisiz bir bölge yoktu. Üç büyük yerleşimde Kürt nüfus ağırlıklıydı, ancak bunlar arasında kalan bölgede diğer etnik grupların yoğun yaşadığı çok sayıda köy bulunuyordu. Kürt hareketi, çatışmalar döneminde buralarda da hakimiyet kurmanın yollarını aradı. Yine de en kritik parça Rojava'ydı.

Başka etmenlerin yanında IŞİD'in yükselişi bu tabloyu kökten değiştirdi.

      Kobane Urfa'nın Suruç ilçesine yürüme mesafesi sayılabilecek kadar yakın bir konumda yer alıyor.

Olaylar nasıl gelişti?

Kobane, Şanlıurfa'nın Suruç ilçesinde yaşayan Kürtlerle akrabalık ilişkileri içinde olan bir şehir. Üstelik ilgili kuşatma ve savaş, Suruç'a yürüme mesafesi sayılabilecek bir uzaklıkta yaşanıyordu. Haliyle bölge halkı yaşananlara sessiz kalamadı ve yardım koridoru oluşturulması, Kobane'de yaşayan sivillerin kurtarılması için eylem çağrısı yaparak sokaklara çıktı. 

Erdoğan'ın tam da bu günlere denk gelen, 7 Ekim 2014 tarihinde Islahiye'de yaptığı konuşmasında "Kobani düştü düşüyor" demesi üzerine, bölgede yaşayan halk yapılan yardım çağrılarının görmezden gelindiğine ve Kobanelilerin (yani Suruçluların sınırın Suriye tarafında kalan akrabalarının ve yakınlarının) gözden çıkarıldığını ve ölüme terk edildiğini düşündü. Bu haliyle bakıldığında eylemlerin ve protestoların fitilini Erdoğan'ın bu açıklamasının ateşlediği düşünülüyor. 

Recep Tayyip Erdoğan'ın Gaziantep mitingi sırasında "Kobani düştü düşüyor" demesi sokak eylemlerinin fitilini ateşledi.

Erdoğan'ın bu ifadesi üzerine öfkeyle sokaklara çıkan insanlar 35 il, 96 ilçe ve 131 yerleşim yerinde eylem ve protestolar yaptı. Yapılan eylemlerde sokağa çıkan 46 kişi hayatını kaybetti, 761 kişi de yaralandı.

Hükümet ve yargı makamları, tüm ölümlerin sorumlusunun dönemin HDP yöneticileri olduğunu iddia ediyor. Bu nedenle "Kobane Davası" sürecinde aralarında eski HDP Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş'ın da olduğu 18'si tutuklu 108 sanık yargılanıyor. Davanın iddianamesinde olayları organize edip yaymakla suçlananlar arasında Ayla Akat Ata, Gültan Kışanak, Sabahat Tuncel, Ayhan Bilgen, Sırrı Süreyya Önder, Emine Ayna, Ertuğrul Kürkçü gibi isimlerin yanı sıra Irak ve Suriye'deki silahlı örgütlerin yöneticileri Murat Karayılan, Salih Müslim gibi isimler de "firari sanık" olarak yer alıyor.

Mahkeme ne diyor? Neyi yargılıyor?

Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen iddianameye göre IŞID'in Suriye'deki Kobane kentine saldırmasının ardından, HDP ve PKK'nin ortak bir kararla "sokağa çıkın" talimatı verdiği ifade ediliyor ve ülke genelinde 35 il, 96 ilçe ve 131 yerleşim yerinde meydana gelen gösteri, eylem ve yürüyüşlerde yaşanan şiddet olayları soruşturmanın ana eksenini oluşturuyor. 108 sanık ise 6-8 Ekim 2014 tarihinde yaşanan bu olayların tamamından sorumlu tutuluyor.

3 bin 530 sayfa ve 324 klasörden oluşan iddianamede HDP'li siyasilere “devletin birliği ve ülke bütünlüğünü bozma” ve 37 kez “insan öldürme” suçlarından toplamda binlerce yıl ağırlaştırılmış hapis cezası talep ediliyor. Ceza talebine HDP resmi sosyal medya hesabından yapılan eylem çağrısı delil gösteriliyor. Bu paylaşımı ve ilgili tüm planlamaları PKK'nin yaptığı ve HDP'ye uygulaması için "tebliğ ettiği" iddia ediliyor. 

HDP (DEM Parti) ne diyor? 

İki yıl önce kabul edilen iddianame kadar yargılama sürecinin kendisi de epey tartışıldı. Mahkemede ifade veren kişilerin çelişkili beyanları, "ihbar edilen" ya da olayların sorumlusu olarak tarif edilen kişilerin olay yerinde olmamalarını görmezden gelen mahkeme heyeti, gizli tanık ifadelerinin bir tür bilirkişi raporu gibi ele alınması gibi pek çok husus eleştiri konusu oldu. 

HDP (DEM Parti) ise bu gerekçelerle yapılan yargılamanın hukuki değil siyasi bir yargılama olduğunu ifade ediyor ve ilgili yargılamaya "Kobane Davası" yerine "Kobane Kumpası" adını veriyor.

Zira yargılama sürecinde hukuki sınırları aşan birçok uygulamaya şahit olunurken, gece yarısı açıklanan tutanak kayıtları, savunma makamının susturulmak istenmesi ya da salonun dışına çıkmalarına zorlanması gibi örneklerle karşılaşıldı. 

HDP (DEM Parti) sokağa çıkma olaylarının Erdoğan'ın açıklamasından sonra geliştiğini ve yaygınlaştığını, süreç zarfında dönemin Eş Genel Başkanı Demirtaş'ın provokasyonlara dikkat çektiğini ve sükunet çağrısı yaptığını, yine dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala'nın "Kontrol edemediğimiz güçler var" dediğini hatırlatarak yargı makamının delillerden ziyade sahte beyanlar ve asılsız iddialar üzerine yargılamayı devam ettirdiğini savunuyor. Aynı zamanda eylemlerde yaşamını kaybedenler arasında balistik incelemeler sonucunda vücudunda polis kurşunu çıkan kişilerin de olması bu iddiaları kuvvetli hale getiriyor.

Yine eylemlerde hayatını kaybedenlerin önemli bir çoğunluğunun HDP üyesi ya da yöneticisi olması ve cinayet işleyen kişilere dair iki örnek dışında somut olarak herhangi bir kişinin yargılanmaması çelişkili durumlardan biri olarak görülüyor. Hayatını kaybeden eylemlerden sadece iki kişi hakkında "adam öldürme" davası açıldığını belirten Saruhan Oluç, diğer tüm cinayetlerin hukuken incelenmesi ve dava açılması için verdikleri soru önergelerinin de reddedildiğine dikkat çekiyor. 

HDP (DEM Parti) sokağa çıkma olaylarının Erdoğan'ın açıklamasıyla geliştiğini ve yaygınlaştığını, süreç zarfında dönemin Eş Genel Başkanı Demirtaş'ın provokasyonlara dikkat çektiği ve sükunet çağrısı yaptığını hatırlatıyor.

'Dedikodu' delil sayıldı

Mahkemede dikkat çeken bir diğer ayrıntı ise "dedikodu" ifadesi. Gizli tanık Ulaş ismiyle konuşan şahsa "HDP MYK toplantısına KCK'li olduğu iddia edilen kişiler katılıyor muydu?" sorusuna, gizli tanık ifadesinde "Bir konu hakkında dedikodu, söylenti varsa onun gerçeklik payı yarıya yakındır" cümlesini mahkeme heyeti veri kabul etmişti. Bu tür örneklerin mahkumların "tutukluluk devam gerekçelerine" veri oluşturmasına DEM Partili avukatlar itiraz ediyor. 

Gizli tanık ifadelerinin büyük kısmı verilerle çürütülmüş ve iddialar yalanlanmış olmasına rağmen, mahkeme heyetinin bu ifadeleri baz alarak süreci sürdürmesi, yargılama sürecinin hukuki değil siyasi bir içerikle sürdürüldüğüne dair verileri güçlendiriyor. Zira Kobane Davası'nın yargılama sürecini belirleyen kişilere dair HTS kayıtları ve tanık beyanları arasında ciddi çelişkiler olmasına rağmen mahkeme heyeti somut delilleri değil tanık ifadesini baz alıyor. 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi birçok örnekte yargılananlar lehine karar verse de Erdoğan, bu kararı tanımadığını dile getirmişti.

Siyasi kürsüye dönüşen duruşmalar ve Demirtaş'ın savunmaları

AKP'nin HDP'yi (DEM Parti) engellemek adına bir hikayeye ihtiyacı olduğunu belirten DEM Parti Milletvekili Meral Danış Beştaş, "Kobane Kumpas Davası" ile bu hikayenin yazıldığını ve tüm yargılama sürecinin hukuki değil siyasi olduğunu belirtiyor. Beştaş, AKP'nin Dem Parti'yi sıkıştırmak için böyle bir hikaye yarattığını ifade ediyor.

Tüm yargılama süreçlerinde de siyasi kararlar belirleyici olunca her duruşma da bir miting kürsüsüne dönüşüyor. Savunma yapan siyasiler de "hukuki olmayan siyasi bir davaya karşı siyaseten cevap verme" yaklaşımı sergiliyor. 

Bu savunmalardan en çok bilineni ve öne çıkanı ise HDP Eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın savunması oldu. Demirtaş'ın savunmasında siyasal İslam içerikli konuşması çok tartışılmış ve gündem olmuştu. Demirtaş ifadesinde: “Bu toprakların medeniyeti İslam medeniyetidir. Türkiye sosyalistinin bir kısmı bunları bilmez, bilmediği için de topluma ulaşamaz. Bizi var eden bu topraklarda İslam medeniyetidir. 1300 yıldır hepimizi var eden İslam medeniyetidir. İslam medeniyeti geri falan değildir" demişti.

                                                               /././

Bu ülkenin işçileri ‘düşman ordusu’ mudur? (Yiğit Günay)

Bir tarafta ekmeğinin derdinde işçiler. Diğer tarafta, jandarma erleri. Erler işçilerin üzerine giderken, kalkanlarına coplarını vuruyor. Savaş gibi. Bilgisayar oyunu gibi.

Lezita’daki grevin 41’inci günüydü dün. İşçiler, 41 gündür aynı eylemi yapıyordu. soL, 41 gündür yakından takip ediyor.

Dün jandarma işçilere saldırdı. Müdahale değil, saldırı. 8 işçi hastaneye kaldırıldı. 15 işçi ve 3 sendika yöneticisi gözaltına alındı.

Görüntüleri izliyordum. Öyle bir sahne var ki, bakakaldım.

Jandarma, tepeden tırnağa zırhlı, işçilerin üzerine yürüyor. Yürürken, ritmik şekilde coplarını kalkanlarına vuruyorlar.

Düşman ordusunun üzerine gider gibi. Gözdağı verircesine, saldırmaktan keyif alacaklarını duyurur gibi.

Karşılarında Turgutlu’dan, Kemalpaşa’dan gelmiş işçiler. Kendileri, ülkenin dört bir yanından erler.

Korudukları, Fethullahçılık’tan içeri alınmış, bir şekilde çıkmış Abalıoğlu Grup patronu.

Ne hakla? O jandarmaların komutanı, ne hakla o emri verir? Nasıl bu ülkenin işçisini düşman görür?

Bir anlık gaflet anı olduğunu, erlerin olayın heyecanına kendilerini kaptırdığını düşünmeyin. Belli ki, jandarma içinde birileri, işçileri düşman belletiyor.

Niye? İşçiler anlatıyor: Saldırıdan bir gün önce, yani grevin kırkıncı gününde, işçilerin arasına sivil jandarma görevlileri sokmuşlar.

Düşmana sızma harekatı yapar gibi.

Peki ne oldu kırkıncı gün de, jandarma “savaş açtı”? Çünkü Lezita’nın patronu, grev başladığından beri tam 483 kişiyi işe almış. Bu kanunen yasak. Grev kırıcılık suçu. Sendika mahkemeye başvurdu, mahkeme kabul etti, icra memurları ve sendika avukatları, grevi kırmak için işe alınan 483 işçiyi tutanak altına almak için içeri girdi. 

O sırada, arka kapıdan sokulan kaçak işçileri gördüler. Grevciler sokturmamak, yasaları uygulamak istedi. Jandarma yasaları ve mahkeme kararını uygulayacağına, grevci işçilere biber gazı ve coplarla saldırdı.

Lezita grevinde yaşananlar, bu ülkede esas sorun neyse onu yansıtıyor. Turgutlu Belediyesi CHP’nin elinde. Herkesin seçim sonrası büyük umutlar bağladığı CHP. Belediye başkanı, seçimden önce, “Ama içeridekiler de benim seçmenim, taraf olamam” diye greve destek olmayı reddetti. Bu arada içerideki kaçak işçilerin arasında Hintliler var. CHP lideri Özgür Özel, Öz Gıda-İş sendikasını kastederek, “Sizin sendikanız AKP’ye yakın” dedi, destek olmayı reddetti.

Patron, en azından “eski” cemaatçi, şimdi neci bilmiyoruz. Devlet, patron devleti. Muhalefet aman tadımız kaçmasıncı. Sonuç, işçilerin üzerine salınan jandarma erleri.

Somalı madencilerin yürüyüşünde sendikacı Kamil Kartal’ın “Öyle mi alay komutanı?” seslenişi çok konuşulmuştu.

Lezita’da yaşananlar, alay komutanlarının çok ötesini konuşmamız gerektiğini gösteriyor.

                                                                 /././

Kocagöz’ün ANET’teki yöneticiliği teleferiğin bakıma gireceği gün sona ermiş (Yusuf Yavuz)

Ticari Sicil Gazetesi kayıtlarına göre Mesut Kocagöz’ün ANET A.Ş’deki Yönetim Kurulu Üyeliği ve Genel Müdür olarak görevi 19 Şubat 2024 tarihinde sona eriyor.

Antalya’da 12 Nisan’da yaşanan teleferik kazasının ardından yürütülen soruşturmada, teleferiği işleten Belediye şirketi ANET’in önceki genel müdürü olan Kepez Belediye Başkanı Mesut Kocagöz de tutuklanmıştı.

Kocagöz, ifadesinde kendisine yönelik suçlamaları reddederek, “kazadan önce yapılan ağır bakım ve yıllık bakımlarla ilgili hiçbir bilgim bulunmamaktadır. Benim herhangi bir sorumluluğum var ise benim haricimde 4 kişi daha bulunmaktadır. Tek sorumlu benmişim gibi gösterildi. Ben bilgi alınacak diye adliyeye gelmiştim” dedi.

CHP yönetimi, İl Başkanlığı ve partililer tarafından protesto edilen Kocagöz’ün tutuklanmasının siyasi bir karar olduğu savunuldu.

‘Başkan kontenjanı geç bildirmiş’

Ancak Kepez Belediye Başkan adayı olmak için 28 Ekim’de ANET’ten istifa eden Mesut Kocagöz’ün şirketteki yönetici kaydının düşürülmesi 19 Şubat’ta gerçekleşiyor. Kocagöz, ifadesinde gün belirtmeden ticari sicil kaydının Şubat 2024’te sicilden düştüğünü ifade ediyor. Bunun gerekçesinin de Büyükşehir Belediye Başkanı tarafından ANET A.Ş’de eksilen bir kişilik kontenjanın geç bildirilmesi olduğunu savunuyor.

Kocagöz’ün yöneticiliği 19 Şubat’ta düşürülüyor

Ticari Sicil Gazetesi kayıtlarına göre Mesut Kocagöz’ün ANET A.Ş’deki Yönetim Kurulu Üyeliği ve Genel Müdür olarak görevi 19 Şubat 2024 tarihinde sona eriyor. Kazanın ardından yürütülen soruşturma kapsamında alınan ifadelerde, teleferikte son bakımın 19 Şubat-4 Mart 2024 tarihleri arasında yapıldığı belirtiliyor. Bir başka deyişle resmi olarak ANET’teki kaydı 19 Şubat’ta düşürülen Kocagöz’ün sorumluluğunun kayıt üzerinde sürdüğü görülüyor.

Teknik ihmallerin yanında idari aksamalar da var

ANET yönetiminin zamanında toplanıp gereğini yapmaması, Kocagöz’ün deyimiyle Büyükşehir Belediye Başkanı’nın kontenjanı geç bildirmesi ve benzeri nedenler, kazaya neden olan teknik ihmaller yanında idari işleyiş yönünden de aksamaların olduğuna işaret ediyor.

Ahmet Buğra Samsunlu’nun görevine de bugün son verildi

17 Nisan 2024 tarihi itibariyle de ANET yönetimi toplanarak gözaltına alınan Genel Müdür Yardımcısı Ahmet Buğra Samsunlu’nun görevine son verdi. Aynı gün Ticari Sicil Gazetesi’nde yayımlanan görev değişikliği ile Samsunlu’nun görevi sona ererken Edip Kemal Bahadır 29 Mart 2025 tarihine kadar Yönetim Kurulu Başkanı olarak atandı.

Kocagöz’ün halkla ilişkiler personeli gibi

Mesut Kocagöz’ün 2019’da ANET’e Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdür olarak atanmasının ardından Ahmet Buğra Samsunlu’nun da Temmuz 2019’da şirket yönetim kuruluna alındığı ve işletme müdürü olarak atandığı görülüyor. Ahmet Buğra Samsunlu’nun kendi adıyla açtığı twitter hesabında, adeta Mesut Kocagöz’ün halkla ilişkiler görevlisi ya da iletişim danışmanı gibi hareket etmesi dikkat çekiyor.

Beş yılda 500’e yakın Kocagöz tweeti paylaşılmış

Buğra Samsunlu adına Şubat 2018’de açıldığı anlaşılan twitter hesabında, 10 Aralık 2023 tarihine kadar yapılan 491 paylaşımın tamamı Mesut Kocagöz’ün yaptığı paylaşımların yeniden gönderilmesinden ibaret. Az sayıda büyükşehir belediyesinin ya da başkan Böcek’in paylaşımları var.

Belediye şirketlerine atamalar her dönem tartışma konusu

ANET, Antalya Entegre Et Sanayi ve Tic. A.Ş adıyla Mart 1995’te kuruldu. Dönemin belediye başkanı Hasan Subaşı şirketin ilk yetkili temsilcisiydi. Belediye iştiraklerine yönelik atamalar her dönemde tartışma konusu oldu. Geçtiğimiz yıl Başkan Danışmanı Cem Oğuz’un birden fazla belediye şirketinin yönetiminde yer alması Sayıştay raporlarına da konu olmuş, kamuoyunun gündeminde tartışılmıştı.

        AKP'li Kocagöz, Kepez Belediye Başkan Yardımcısıyken Başkan Hakan Tütüncü ile. (Mart 2013)

Şirketlerde parti ayrımı gözetmeksizin ahbap-çavuş ilişkileri

ANET’in mevcut yönetimindeki bazı isimlerin de hem Başkan Muhittin Böcek’in hem de Mesut Kocagöz’ün seçim kampanyaları sürecinde yerel basında övgü dolu yazılar kaleme alması dikkati çekmişti. Belediye şirketlerinin dost, ahbap ve yakınlarla doldurulması siyasi parti ayrımı gözetmeksizin Türkiye’de yerel siyasetin bir gerçeği.

Teleferik kazasından ders alınır mı?

Antalya’daki teleferik kazasında bir cıvata, bu acı gerçekle bir kez daha yüzleşmemizi sağladı. Umarım bu yaşananlardan ders alınır ve uzmanlık gerektiren işlerde işin ehline emanet edilmesine neden olur. Siyaset yapanlar bu konuda çok uyanık ve becerikli olabilirler ancak teknik uzmanlık ve liyakat gerektiren işleri de hakkıyla yapabilene teslim etmek siyasetin de üstünde bir gerçeklik. Sonuçta işin ucunda can var.

Kocagöz’ün tutuklanma gerekçesi CHP’nin Kepez’i kazanması mı?

Teleferik kazasının ardından yaşanan bir başka tartışma da Mesut Kocagöz’ün tutuklanması oldu. Bu tutuklamanın siyasi olduğunu düşünmek için birçok neden var ortada. Ülkedeki benzer örneklerde yargının bu kadar hızlı davranmaması doğal olarak ve haklı biçimde sorgulanıyor. Ancak konunun “CHP’nin 30 yıl sonra Kepez’i kazanmasından kaynaklandığı” görüşü eksik yanlar içeriyor.

          Dönemin Kepez Belediye Başkan Yardımcısı Kocagöz, Hakan Tütüncü ile (Temmuz 2013)

AKP’li belediyede 10 yıl başkan yardımcılığı 5 yıl meclis üyeliği

Mesut Kocagöz, 2004-1014 arasında AKP’li Kepez Belediyesi’nin Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı. 2014-2019 döneminde de hem Kepez Belediyesi’nin hem de Büyükşehir’in AKP’li Meclis Üyesi görevini sürdürdü. Bu arada yine AKP saflarındayken ANET’te Yönetim Kurulu Başkanlığı ve müdürlük yaptı. Teleferik 2017’de Menderes Türel döneminde hizmete girdiğinde Mesut Kocagöz de aynı yılın Ağustos ayında ANET’in başına getiriliyor. Kasım 2018’de de bu görevi sona eren Kocagöz, 2019’da dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel tarafından tüm görevlerinden uzaklaştırılıyor. O dönem yerel basına yansıyan iddialara göre Kocagöz’ün görevden uzaklaştırılmasında, başka siyasi partilerle yaptığı etik dışı görüşmeler var.

Kocagöz’ün adı yerel siyasetin hep gündeminde

2019’da CHP’den Meclis Üyesi seçilen Mesut Kocagöz, Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek tarafından ASAT’ın başına getirilmişti. Kocagöz’ün, 31 Mart yerel seçimleri öncesinde henüz adaylar netleşmemişken Özgür Özel’in genel başkan seçilmesiyle “Böcek gitti, Ümit gelir gibi” şeklinde bir Whatsapp grubunda mesaj atması, ardından ise mesajı hemen silmesi de tartışma yaratmıştı. CHP’nin Antalya Büyükşehir Belediye Başkan adayının kim olacağı yönündeki tartışmaların sürdüğü bir dönemde partililerin olduğu grupta bu mesajı paylaşan Kocagöz, sonrasında da “şakaydı, emoji koymayı unutmuşum” açıklaması yapmıştı. Ancak Kocagöz’ün bu tavrı günlerce tartışıldı.

Başkanlık koltuğuna CHP rüzgârıyla oturmayı başardı

Özetlemek gerekirse Kocagöz 2004 yılından buyana Kepez Belediyesi’nde. Bu sürenin 15 yılı AKP çatısı altında, 10 yılı başkan yardımcılığı yaparak geçmiş. Bir başka deyişle Kocagöz, AKP’nin yıprandığı bir dönemde CHP ile yakalanan rüzgârı arkasına alarak bu kez de Kepez Belediye Başkanlığı koltuğuna oturmayı başardı. Bir başka deyişle, Kocagöz CHP ile Kepez’i kazandı. Göreve gelir gelmez yaşanan kazanın ardından sorumluluğu bulunduğu gerekçesiyle tutuklanan Kocagöz’ün başkanlık süreci, yargının önümüzdeki günlerde vereceği karara bağlı. Genel Başkan Özgür Özel’in de vurguladığı gibi sorumluluğu olan kim varsa gözünün yaşına elbette bakılmamalı. Ancak ne peşinen aklama, ne de peşinen karalama yapılması sağduyulu bir yol değil. Başta CHP genel merkez yöneticileri olmak üzere Büyükşehir yönetimi teleferik kazasından ders çıkarıp önümüzdeki 5 yıllık süreçte kazanılan belediyelerde “değişimin” ve liyakatli yönetim anlayışının farkını ortaya koymalı. AKP’nin yaptığı hataların çok daha kötülerini yaparlarsa bir sonraki seçimde seçmenin duvarına toslamak kaçınılmaz olacak.

(soL)