Kurtulmak: Yamalı darbe anayasasından mı, düzenden mi? (Ali Rıza Aydın)
Kurtulunması gereken emeği metalaştıran, halkın olanı talan eden, toplumu gericileşme içine hapseden sömürücü düzen.
DEM Parti, AKP’nin yeni anayasa çağrısına “yamalı 12 Eylül darbe anayasasını hep birlikte değiştirelim” demiş. Yamalı derken, 2 Eylül 1980 darbesinin 1982 Anayasası ve 12’si AKP döneminin ürünü olan 19 değişiklikten söz ediliyor.
Kurtulmayı isteyenlerin oranı, 1982 Anayasasına evet diyen % 91,37 kadar olmasa da hayli yüksek. Öncülüğü, varlığını 1982 Anayasasına borçlu, ekonomi politiği ve gericiliği 12 Eylül düzenine koşut ama Anayasayı istediği zaman istediği gibi kullanan ya da kullanmayan, cumhuriyetin niteliklerini değiştiren, laikliği ortadan kaldıran AKP yapıyor. Düzen içi partiler de sıraya giriyor.
Darbe anayasasından hangi toplumsal ilişkilerle kurtulunacak? Yerine hangi toplumsal ilişkileri yansıtan anayasa konulacak?
Bir metne anayasa denilebilmesi için anayasal gelişme tezleriyle olgunlaşan, eşit kullanılan hak ve özgürlükleriyle birlikte halkı merkeze oturtan, din ve soy gibi etkileri içine taşımayan, toplum içinde devleti, devlet içinde siyasal iktidarı sınırlandıran, hukuksuzluğa yol vermeyen nitelikler sıralanır. Devletin üniter veya federal durumu da anayasayla belirlenir. Egemenlik ulusa aittir ama halk bu egemenliği kullanamaz, anayasanın belirlediği yetkili organlar kullanır. Burjuvazi bunu demokratik, laik, sosyal hukuk devleti gibi ilkelerle tanımlar.
Yeni anayasa isteyenlerden bir kısmının önerileri bu genel tablo içinde oynamak, daha iddialı tavırla 21. Yüzyıla gelen anayasal gelişme tezlerinin içinde “en iyi anayasa” örneklerinden derleme yaparak anayasa yapmak. Yetmez…
Yeni dedikleri anayasanın “ekonomi politiği” değişmedikçe, ekonomi politiği sömürü olan kapitalizm ve emperyalizm, -istendiği kadar yenilensin- anayasa içinden sökülüp atılmadıkça, burjuvazinin en iyi örneklerinin derlenmesiyle yapılanlar yetmez.
“Yetmez ama evetçiler”in toplumun başına ördükleri çorap gibi anayasa değişir ya da yenilenir ama sömürüsüz toplum gelmez. Gelmez çünkü sömürüsüz toplumu anayasa getirmez, sömürüsüz toplum anayasasını getirir.
Yeni anayasa diyenlerin olası iyi niyetlerinin sınırı var: ekonomi politik…
Sömürücü düzenin içinde toplumsal üretim araçlarının özel mülkiyetini, sermayenin girişim özgürlüğünü, sözleşme serbestisini, özelleştirmeleri, -din dahil- her türlü özgürlüğü, genel anlatımla sınıflı toplumu ve sermaye sınıfının egemenliğini savunarak, burjuva demokrasisine sığınarak daha iyi bir anayasa ve hukuk getirilemez.
Sömürüyü ve gericiliği güvence altına alan söz ve özle daha iyi bir anayasa ve hukuk beklemeye yatmak düzenin en büyük tuzaklarındandır.
Anayasa konusu Türkiye Halk Temsilciler Meclisi (THTM) İkinci Genel Kurulunda değerlendirilirken, yeni/sivil anayasa girişiminin “hem halkın ilgisini hayat pahalılığı ve geçim derdinden uzaklaştırmak hem de Türkiye’de 2002’den bu yana gerçekleşen karşı devrimci dönüşümleri öz itibarıyla kalıcılaştırmak amacıyla” gündemde tutulduğu vurgulandı. Gayet öz ve açık vurgulama.
Artık yama tutmayan Anayasanın yerine yeni anayasa önerenler, iktidarı ve muhalefetiyle sömürünün derinleşmesine, cumhuriyetin ve laikliğin yok edilmesine ortaktır. Piyasacı ve gerici düzeni pekiştirmek isteyenler sömürü gerçeğini saklayarak kapitalist/emperyalist düzenin istediği ve gereksinim duyduğu düzenlemeleri yapmak, artık vazgeçilmez gördükleri başkanlı rejimi düzene uygun duruma getirmek hedefinde.
Anayasa kurgularında emekçilerin yeri: sömürü… Sömürünün ve gericiliğin egemen olduğu anayasa isteniyor.
AKP ve 28. Dönem Meclisi yeni bir anayasa hazırlama ve yapma meşruiyeti olmadığı halde toplumu sorunlarından ve gerçeklerden uzaklaştırarak kendi gerici bataklarına itiyorlar.
Düzen içi siyasetin 31 Mart seçimlerinden sonra kol kola girmeleri “barış” adı altında halkı kandırmaktan başka bir şey değil. Barış dedikleri piyasacı ve gericilerin barışı, egemen sermaye sınıfının barışı.
Göndermeyi de "Cumhuriyetin ikinci yüzyılında krizlerden çıkışın yolu 1920 ruhuyla 1921’de yapılan toplumsal mutabakatın güncellenmesinden geçmektedir" şeklinde yapıyorlar. Büyük tuzak… Ayrıca yazacağız.
Kurtulunması gereken Anayasa mı, bu Anayasayı ve yamalarını yansıtan siyaset ve ilişkiler mi?
Kurtulunması gereken emeği metalaştıran, halkın olanı talan eden, toplumu gericileşme içine hapseden sömürücü düzen.
Yapılması gereken açık: AKP ve düzen içi siyasetle herhangi bir anayasa tartışmasına girmemek, emekçi halkın sorunlarını gidermek amacıyla çözüm önerileri üretip yaşama geçirilmesi için devrimci savaşım vermek.
Emekçiler “anayasanın kurucu unsuru” oldukları zaman yeni, toplumcu anayasa da gelecektir.
/././
‘Ortodoks ekonomi’ tarikatının vaizleri (Nevzat Evrim Önal)
Emeğiyle geçinen, ücret karşılığı çalışanlar Nebati döneminde kaybetti, Şimşek’in kemer sıkma politikaları uygulandıkça da kaybedecek.
Geçtiğimiz haftaki başlangıç yazımızda, bu köşedeki temel işimizin Türkiye’nin entelektüel dünyasını egemenliği altına almış “okumuş karanlık” ile mücadele etmek olacağını söylemiştik. Bu hafta, bu tanıma uyan en zararlı öbeklerden birinden bahsedeceğiz.
Konumuz Mehmet Şimşek’in temsil ettiği ekonomi anlayışından yana olanlar ve bunu tek, tartışılmaz doğru diye halka sunanlar, örneğimiz ise Özgür Demirtaş.
***
Demirtaş, Hazine ve Maliye Bakanlığı’na Mehmet Şimşek atandıktan sonra “Ekonomiye ne olacak?” başlıklı bir video yayınladı. Bu videoda, Nurettin Nebati’nin bakanlığı döneminde uygulanan ekonomi politikasını “Nas modeli”, Mehmet Şimşek’in temsilcisi olduğu neoliberal ekonomi politikalarını ise “Ortodoks ekonomi modeli” olarak isimlendiriyor ve ne kadar birincisinden uzak ve ikincisine yakın bir ekonomi politikası uygulanırsa ekonominin o kadar düze çıkacağını, bu yüzden herkesin Mehmet Şimşek’e destek vermesi gerektiğini söylüyordu.
İşin teorik kısmına geleceğiz, ama önce Demirtaş’ın savunduğu tarafı övmekte kullandığı cümleleri aktarmak istiyorum:
“Ortodoks para politikası demek, rasyonel olan demek. Yani kitabi, yani biz bilim insanların test edip onayladığı, bizim bildiğimiz, yüzyıllardır test edilen, dünyanın bu alandaki en zeki, en bilinen akademisyenlerinin onayladığı modele ortodoks ekonomi modeli, kitabi ekonomi modeli, akıl dolu ekonomi modeli, rasyonel ekonomi modeli diyoruz arkadaşlar.”
Bu dil size, bir bilim insanının dili gibi mi geliyor, yoksa bir vaizin dili gibi mi?
Dediğim gibi, teorisini ayrıca tartışacağız. Ama ilk altının çizilmesi gereken garabet, bugün ülkemizde en heyecanlı temsilcisi Özgür Demirtaş olan neoliberal iktisat modelinin, kendisini skolastik düşünce ile bire bir aynı yöntemlerle savunması. Onun söyledikleri doğrudur, çünkü kitapta onun söyledikleri yazmaktadır, çünkü okulda onun kitabı okutulmaktadır. Başka her önermenin doğruluğu, onun okulunda okuttuğu kitapta yazana uygun olup olmadığına göre değerlendirilir.
Orta çağda Katolik kilisesi de dogmasını böyle savunuyordu. Tek bir gerçek inanç vardı, gerçek inanç onun vaaz ettiğiydi, başka herhangi bir inanç ise ya küfür ya sapkınlıktı. Zamanla, daha gelişkin düşünceler yükselip de dogmayı sorgular hale geldiğinde, engizisyon kurup insan yakmaya başladılar.
Neoliberal iktisat politikaları da egemen hale geldikçe aynı yolu izledi. Bu politikaların başlıca uygulayıcılarından İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher “Başka yol yok!” diyordu ve bu vurgu o denli sık kullanılıyordu ki, İngilizcesinin kısaltması olan TINA (“There is no Alternative”) ile anılmaya başlandı. Bu politik egemenliğe paralel olarak üniversiteler buna aykırı düşüncelerden temizlendi. Neoliberal iktisatçılar şirketlerin yönetim kurullarında oturup, danışmanlıklar kapıp para içinde yüzerken diğer teoriler İktisat Tarihi derslerine tıkıştırıldı, bu teorileri çalışan akademisyenler üniversiteden dışlandı. Neoliberal olan, böylece tek “kitabi olan” haline geldi.
Yeri gelmişken, Özgür Demirtaş da zamanında kendisini eleştiren bir doktora öğrencisine “akademik çalışmalarını takip edeceğim, bakalım gelecekte nasıl iş bulacaksın” minvalinde bir yanıt yazıp, sonra tweeti silmişti.
***
Yöntem eleştirisi böyle, gelelim içeriğe.
Herhangi bir para politikasının “yüzyıllardır test ediliyor” olmasının imkânsızlığı gibi detaylara hiç girmiyorum. Çok daha basit bir yerden başlayacağım. Demirtaş’ın iddia ettiğinin aksine, serbest piyasa ekonomisinde herkese kazandıran bir politika da, herkese kaybettiren bir politika da tasarlanması mümkün değildir. Felaketin en büyüğü bile birilerine fırsattır ve her şeyin yolunda gittiği zamanlarda bile mutlaka kaybedenler vardır.
Demirtaş çok basit bir düşünsel üçkâğıtçılık yapıyor. Bir tarafa palyaço kılıklı Nurettin Nebati’yi, diğer tarafa kendini koyup, “ondan ne kadar uzak olursan doğruya o kadar yakın olursun” diyor. Bu siyah-beyaz ikilisini kabul ettiğiniz andan itibaren Demirtaş’ın beyazına koşarsınız, çünkü aklı başında kim Nebati ile aynı yerde olmak ister ki?
Oysa dünya böyle bir ikilikten oluşmuyor. Nebati dönemi politikalarının kazananları ve kaybedenleri vardı; Şimşek’in ekonomi politikalarının da kazananları ve kaybedenleri olacak.
İşin önemli kısmı ise şu: Emeğiyle geçinen, ücret karşılığı çalışanlar Nebati döneminde kaybetti, Şimşek’in kemer sıkma politikaları uygulandıkça da kaybedecek. Nebati döneminde düşük faiz yüksek enflasyon ortamında mal ve hizmet fiyatları ücretlerden hızlı artıyor, ama işsizlik artmadığı ve faizler düşük olduğu için insanlar borçlanarak da olsa yaşamaya devam edebiliyor, bu arada şirketler ise olağanüstü kârlar elde ediyordu. Bu dönemde reel ekonomik büyüme de sürdüğüne, yani üretilen toplam değer büyüdüğüne göre, demek ki emekçiler kaybediyor ve sermaye kazanıyordu.
Emekçi kitleler için işsizlik, yoksulluktan çok daha korkunçtur. Nebati’nin yoksulluğu derinleştiren ama işsizliği yükseltmeyen politikaları, uzun vadede sürdürülemez olsa da AKP’ye 2023 seçimlerini kazandırdı ve sonlandırıldı. Şimdi Şimşek diyor ki, “parayı kısacağız, iç talebi daraltacağız, kamu harcamalarını keseceğiz, enflasyonu düşüreceğiz.” Yani enflasyonu geriden de olsa takip eden asgari ücret ve emekli maaşı artışları yapılmayacak, yoksulluğa yönelik (örneğin hanelerde kullanılan doğalgaz ve elektrik ücretlerindeki) sübvansiyonlar daraltılacak, geçimini aydan aya kredi kartı borcu çevirerek sürdürenler icralık olacak, ama ekonomi düze çıkacak.
Ve bu olurken, enflasyonun yükselmeye başladığı 2020’den bu yana kasalarını tıka basa doldurmuş şirketler, bu şirketlerin sahipleri en ufak bir bedel ödemeyecek.
Demirtaş’ın videosunda lafı dolandırarak da olsa doğru söylediği tek bir cümle var: “Zengine bir şey olmuyor.” En temel yalanı ise şu: Demirtaş, Şimşek’in ekonomi politikasını överken iddia ettiğinin aksine herkesin ortak çıkarını falan savunmuyor. Tarafı olduğu tekelci holding sermayesinin çıkarlarını savunuyor. Zira eğer iddia ettiği gibi Nebati dönemi bir irrasyoneliteden ibaretse, adalet gereği bu irrasyonelite düzeltilirken bu dönemde kaybedenler daha da kaybetmemeli, kazananlar kaybetmelidir.
Mesela Nebati’nin bakanlık yaptığı 2022 yılında önceki yıla göre kârını yüzde 396 artıran, Demirtaş’ın Yönetim Kurulu üyesi olduğu, Sabancı Holding’in bankası Akbank kaybetmelidir.
***
Bu da bizi son konuya getiriyor. Tüm bunlara ek olarak, ortada çok ağır bir etik ihlal var. Bir tıp doktorunun hem bir ilaç şirketinin yönetim kurulunda olup hem de halk sağlığı için kendi şirketinin ürettiği ilaçların kullanılmasını önermesi ile, Demirtaş’ın bir yandan Akbank’ın yönetim kurulunda olup diğer yandan ekonomi politikaları önermesi arasında hiçbir fark yok.
2001 krizinden önce de adları yaptıkları televizyon programından dolayı “Ekovole iktisatçıları”na çıkmış bir çete vardı. Demirtaş ile aynı ekonomi modelini savunuyorlardı. İçlerinden bilhassa Deniz Gökçe’nin adap ve üslubu da Demirtaş’a bayağı benziyordu. 2001 krizi patladıktan sonra, içlerinden bazılarının televizyonda halka söyledikleri ile danışmanlık yaptıkları şirketlere verdikleri finansal tavsiyeler arasında büyük farklar, hatta taban tabana zıtlıklar olduğu ortaya çıkmıştı.
Bugün benzer bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye’de büyük şirketler, elde ettikleri muazzam kazanımlara hiç dokunulmaksızın, biriken ekonomik çelişkilerin bedelini işçiler, emekliler ve esnaf ödesin istiyor. Ve bir kez daha, bu şirketlerle iltisaklı bir neoliberal iktisatçılar tarikatı kamuoyuna kendi modellerini “Başka yol yok!” diye vaaz ediyor.
“Ortodoks ekonomi” tarikatının vaizlerinin kim olduğunu merak ediyorsanız, kolayı var. Görünüşe göre Demirtaş kendisini İsa benzeri bir mesih zannediyor (en azından üslubu kesinlikle bunu çağrıştırıyor) ki, videosunun ortalarına doğru kendisi dışında on iki de havari sayıyor. Tümü tanıdık isimler, tümü bir yıldır her gerektiğinde küresel sermaye memuru Mehmet Şimşek’in önüne baraj kuruyor. Zaten Twitter’da birini takip ettiğinizde site hemen size diğerlerini de öneriyor.
Sesi en yüksek çıkanın Demirtaş olduğu bu tarikat, emekçi halka tekelleşmiş şirketlerin, büyük sermayenin çıkarını herkesin çıkarı gibi gösteriyor. Bu yüzden Demirtaş videosuna “bu videoyu ilkokul, ortaokul, lise, üniversite mezunlarının izlemesini istiyorum (…) bu videoda her kesim için bir parça var” diyor (devamında hızını alamayıp “sokaktaki hayvanların anlayacağı basitlikte anlatacağım” da diyor). Çünkü bu modern ruhban sınıfının iş tanımı bu; Mehmet Şimşek’in deyimiyle “yerlileri” kendi çıkarlarına olmayan politikalara ikna etmek.
Ama iktisat politikası alternatifleri Nebati ile Şimşek’inkilerden ibaret değil. Emekçi halkın çıkarlarına öncelik veren iktisat politikaları da mümkün. Holdinglerin, tekelleşmiş sermayenin elindeki zenginlikleri devletleştiren ve bu kaynakları emekçi halkın çıkarları doğrultusunda kullanan bir iktisat politikası da mümkün. Bu yüzden, şimdi de Devlet Bahçeli’den laf yedi diye Mehmet Şimşek’in akılcı ya da uygar olduğunu düşünmemek gerekiyor. Ve aynı sebepten dolayı, tekellerin yönetim kurulu odalarından vaaz edilen iktisat politikalarını benimsememek, “en azından kötünün iyisi” zannetmemek gerekiyor.
/././
Parayla her tür ayıp örtülür mü? (Savaş Sarı)
Emekçilerin sermayedarların bu “yardımseverlik” teklifini ellerinin tersiyle itmekten başka çareleri yok.
İki gün önce 23 Nisan’dı ve çocukların yaşam koşullarına dair bir dizi istatistik, veri ve bilgi paylaşıldı basında. Ne dünya ne de Türkiye çocukların bugünü ve yarınına dair çok parlak bir manzara sunmuyor. Denk geldiğim bir haberde bu manzaraya dair kimi sayı ve verilere değiniliyor devamında ise Türkiye’de kaç şirketin çocuklara dönük yardım projeleri hayata geçirdikleri ve bunların detayları büyük bir övgü ile anlatılıyordu.
Çocukların karşı karşıya oldukları sorunlara dair soL Haber Potalı’nda da bu hafta önemli yazı, haber ve değerlendirmeler yayınlandı. Ben ise sermayedarların “yardımseverliği” konusuna değinmek istiyorum. Çeşitli dönemlerde ve kimi vesilelerle basın kuruluşlarında haberlere denk geliriz. Şu sermaye kuruluşu ya da onun desteklediği şu sivil toplum kuruluşu şu kadar yardımı ihtiyaç sahiplerine ulaştırdı; gençler için, kadınlar için, çocuklar için, engelliler için, depremzedeler için diye. Bu örnekler bazen kimi toplumsal kesimlerin ötesine geçer ve dünyaya, ülkeye, doğaya karşı sorumluluğun gereği olan faaliyetler olarak da sunulur.
Bunda ne var, ne güzel diye düşünenleriniz vardır belki...
Sermayedarların bu “yardımseverliklerinin” sorgulanması gereken bir dizi anlamı var. Kastettiğim bu sayede hangi vergi indirimlerini aldıkları, hangi cezalardan kurtardıkları da değil.
Yardımlaşma kavramından başlamak gerek sanırım. İnsanların birbiriyle dayanışması, birbirlerine, yani parçası oldukları topluma sahip çıkmaları hem çok değerli hem de zorunlu. İnsan toplumsal bir varlık, toplum olarak hareket etme kabiliyetini eksilten her şey onun varlık koşullarını da aşındırıyor. Yardımlaşma bu anlamda bir birliktelik, kader ortaklığı, karşılıklı bir ilişkilenme anlamını da barındırıyor.
Sermayedarların “yardımseverliğinin” ise yardımlaşma ve dayanışma kavramlarının çağrıştırdıklarıyla hiçbir alakası yok.
Onlar ortada duran bir dizi sonuçla, toplumsal ve doğal hayatta ortaya çıkmış kimi mağduriyet konularıyla ilgili güya kimi yardım projeleri hayata geçiriyorlar. Ve bunu yaparken de o kadar özgüvenli ve pişkinler ki yeri geldiğinde kapitalizmin dünyayı ne hale getirdiğini dillendirmekten bile çekinmiyorlar. Bu düzenin üzerine kurulduğu temel eşitsizliği ve onun sonucu olarak ortaya çıkan eşitsizlik ve sorunların kökeninin sorgulanmaması için ise ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. “Yardımseverlik”, “sosyal yardım” vb. kavram ve projeler de tam burada devreye giriyor.
Çocukların karşı karşıya olduğu sorunlara yukarıda da değindik; çocuk işçiliğinden, çocuk gelinlerden, tarikatların çocuklarımıza nasıl musallat olduğundan dem vurabiliyorlar. Ama fason işletmelerde, merdiven altı atölyelerde ya da çocuk işçiliğinin yoğun olduğu başka ülkelerde açtıkları fabrikaların sorumluluğunu asla taşımıyorlar. Toplumun boyun eğmesinde etkili bir unsur olarak kullandıkları, iç içe geçtikleri, el altından fonladıkları, bağlarını her daim sıkı tuttukları tarikatlarla asla köprüleri atmıyorlar.
Yoksulluktan, işsizlikten ve açlık tehdidinden söz ediyorlar. Ama insanların emeğinin karşılığını alması ya da belli temel haklara sahip olmasını ekonomi için bir tehdit olarak sunmaktan çekinmiyorlar. Hakkını arayan emekçilere aba altından sopa göstermekten, işçilerin emeğinin hakkını istemesini açgözlülük diye karalamaktan geri durmuyorlar.
Doğal yaşamın tahribatı konusunda da ya üç maymunu oynuyor ya da yine karşımıza kimi maliyet hesapları ve ülkenin bekası gibi palavralarla çıkıyorlar. Kendi aç gözlülükleri ile ülke kaynaklarının yağmalanmasını, daha çok kâr elde etmek için büyük bir arsızlıkla doğanın tahrip edilmesini kendilerinde hak görüyorlar.
Ortada sermayedarlar adına büyük bir ikiyüzlük ve utanmazlık olduğu açık. Aslında bu düzeni temsil eden ve savunan tüm unsurlar açısından bu böyle. Dünyayı, doğayı, insanı, insani olan her şeyi akıl almaz bir arsızlıkla yok ediyorlar. Sonra karşımıza çıkıp “iyilik” adına “yardımseverlik” kampanyaları düzenliyorlar. Onların ifadeleriyle “farkındalık” yaratmak üzere sorunlara parmak basıyorlar.
Elbette sermayeninin ya da daha genel ifadesi ile ezenlerin bu “yardımseverlik” pratikleri sadece bugünün konusu değil. Kapitalizmin tarihi benzer örneklerle dolu: Sömürgeci güçlerin sömürge topraklarında dinsel örgütlenmeler üzerinden yürüttüğü misyoner faaliyetleri, 18. yüzyıl Avrupa kıtasında emekçi mahallelerinde yaygın olarak faaliyet yürüten aş evleri... Örnekler çoğaltılabilir.
Bunların karşısında ise işçi ve emekçilerin insanca yaşayabilmek için verdiği mücadeleler, bu mücadeleler sonucunda elde edilen hak ve kazanımlar var.
Sermaye düzeni ise hâlâ emekçilere “yeter ki mücadele etme ben senin mağduriyetlerin konusunda yardımcı olurum gerekirse” diyor.
Emekçilerin sermayedarların bu “yardımseverlik” teklifini ellerinin tersiyle itmekten başka çareleri yok.
İki gün önce Lezita işçisi kadınlarla Kadın Dayanışma Komiteleri’nin İzmir’de gerçekleştirdiği etkinlikte Lezita işçisi bir kardeşimizin hangi koşullarda çalıştığını aktaran sözleri sermayedarların nasıl bir iki yüzlülük içinde olduğunu ve işçilerin yanıtının ne olması gerektiğini çok açık özetlemiyor mu?
Lezita işçisi Ayfer Gedikbaş: “10 senelik kesimhane işçisiydim. Hep iş çok ama eleman az. Son günlerde biz bittik artık. Günde 3 yere 4 yere geçirdikleri oluyordu bizi. Arkadaşlarımız hasta oluyor, rapor alıyor, 'neden rapor aldın' diye soruyorlar. Bize hep böyle baskı uyguladılar. Kararımı verdim, greve çıkacağım hakkımı arayacağım dedim. Zaten biz 10 senede bitmiştik.”
Bitmemek, insanlığımızı tamamen yitirmemek için mücadele etmemiz gerekiyor.
Sermayedarların sadaka ve yardımlarıysa en fazla işledikleri suçları örtmeye hizmet ediyor.
(soL)