25 Nisan 2024 Perşembe

Kısa Kısa GÜNDEM - 25 Nisan 2024 -

Çorlu Tren Katliamı davasında karar verildi (Birgün)

Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde 25 kişinin hayatını kaybettiği ve 300’den fazla kişinin yaralandığı tren kazasına ilişkin 13 sanığın yargılandığı davada karar açıklandı. 4 sanık beraat ederken sanıklardan Mümin Karasu 17 yıl 6 ay, Turgut Kurt 16 yıl 3 ay, Nihat Aslan ise 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sanıklar hakkında verilen cezalar şöyle: 
Dönemin TCDD Birinci Bölge Müdürü Nihat Aslan'a 15 yıl, dönemin TCDD Bakım Müdürü Turgut Kurt'a 16 yıl 3 ay hapis cezası verildi. Bakım Servis Müdürü Mümin Karasu'ya verilen 21 yıl hapis cezası adli sicilden dolayı takdir indirimi ile 17 yıl 6 ay hapis cezasına düşürüldü.

Bakım Servis Alanlarından Sorumlu Müdür Yardımcısı Levent Meriçli'ye verilen 11 yıl hapis cezası adli sicil kaydına göre takdir indirimi uygulanarak 9 yıl 2 aya indirildi. TCDD Birinci Bölge Bakım Müdür Yardımcısı Nizamettin Aras'a 8 yıl 4 ay, TCDD mühendisleri Tevfik Baran Önder'e 10 yıl, Deniz Parlak ve Kubilay Başkaya'ya 9 yıl 2 ay hapis cezası verildi. Çerkezköy Yol Bakım ve Onarım Şefi Özkan Polat'a verilen 11 yıl hapis cezası 'bilinçli taksirle ölüme sebebiyet verme' suçundan önce 16 yıla, ardından da adli sicil indirimi uygulanarak 13 yıl 9 ay hapis cezasına indirildi. Özkan Polat, Mümin Karasu, Nihat Aslan ve Turgut Kurt hakkında hükümle beraber tutuklama kararı verildi. 

                                                                /././

ABD'nin "2023 Türkiye İnsan Hakları Raporu"na Dışişleri Bakanlığı tepki gösterdi (T24)

"ABD'nin insan hakları konusunda kendi siciline odaklanması ve terör örgütleriyle kurduğu ortaklıklar ile insan hakları konusunda izlediği çifte standartlı politikayı sonlandırması çağrımızı yineliyoruz"(https://t24.com.tr/haber/abd-nin-2023-turkiye-insan-haklari-raporu-na-disisleri-bakanligi-tepki-gosterdi,1161886)

ODTÜ'lüler geleneklerine sahip çıkıyor: Şenlik ODTÜ'nün, ODTÜ bizimdir!(soL)
ODTÜ'nün tarihsel bir geleneği olan Bahar Şenliği'ne Rektörlük müdahalesi, ODTÜ'lüler tarafından protesto ediliyor. Öğrenciler nöbette. Öğrenciler bugün okulda büyük bir yürüyüş düzenledi. Türkiye Komünist Gençliği ODTÜ'nün paylaşımına göre öğrencilerin Rektörlük önünde eylem yapacağını öğrenen Verşan Kök, eylemden saatler önce makamından ayrıldı.

Bini aşkın öğrenci hep bir ağızdan Verşan Kök'ün Rektör olamayacağını haykırdı ve “Verşan sussun, Devrim konuşsun!” sloganları attı.  (https://haber.sol.org.tr/haber/odtululer-geleneklerine-sahip-cikiyor-senlik-odtunun-odtu-bizimdir-393081) 

Özgür Özel AKP'ye 'Taksim'de 1 Mayıs'ı biz hizaya sokarız' dedi, TKP'den tepki geldi: İzin vermeyiz (soL)

TKP Merkez Komitesi Üyesi Senem Doruk İnam “Özgür Özel de AKP iktidarı da işçilerin iradesinin üzerinde bir güçleri olduğunu sanıyorlarsa fena halde yanılıyorlar” dedi. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in bugün partisinin grup toplantısındaki konuşmasında 1 Mayıs’la ilgili açıklamasına Türkiye Komünist Partisi’nden tepki geldi. CHP’nin 1 Mayıs gündemine DİSK’i de yanına alarak ev sahipliği yapmaya çalıştığını belirten TKP Merkez Komite Üyesi Senem Doruk İnam “Özgür Özel de AKP iktidarı da işçilerin iradesinin üzerinde bir güçleri olduğunu sanıyorlarsa fena halde yanılıyorlar” dedi. Senem Doruk İnam 1 Mayıs'ta Taksim açılacaksa bunun, patronların kemer sıkma önerilerinin AKP'ye birlikte en büyük destekçisi olan CHP yönetiminin kefil olmasıyla değil işçi sınıfının, devrimcilerin, komünistlerin mücadelesiyle olacağını vurguladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/ozgur-ozel-akpye-taksimde-1-mayisi-biz-hizaya-sokariz-dedi-tkpden-tepki-geldi-izin-vermeyiz)

Dünya Bankası ile imzalanan kredi anlaşmasında yeni detaylar ortaya çıktı: Kaynaklar sığınmacılara (Mustafa Çakır-Cumhuriyet)

Dünya Bankası ile imzalanan sığınmacılara istihdam şartının da yer aldığı kredi anlaşmasında “sığınmacı” detayı tepki çekmeye devam ediyor.(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/dunya-bankasi-ile-imzalanan-kredi-anlasmasinda-yeni-detaylar-ortaya-2199763)

Prompter ile dua okuyan Diyanet Başkanı: Erdoğan'ın has adamlarından Erbaş'ı nasıl tanıyoruz? (soL-Özel)

Arapça bilmemesi tartışılan Ali Erbaş'ın "dolu dolu" özgeçmişine rağmen külliyata hakim olmadığı iddiaları aslında yeni değil. Erbaş daha önce de prompter ile dua okumuştu. Peki niye bu görevde?(https://haber.sol.org.tr/haber/prompter-ile-dua-okuyan-diyanet-baskani-erdoganin-has-adamlarindan-erbasi-nasil-taniyoruz)

soL KÖŞEBAŞI - 25 Nisan 2024 -

 

Kurtulmak: Yamalı darbe anayasasından mı, düzenden mi? (Ali Rıza Aydın)

Kurtulunması gereken emeği metalaştıran, halkın olanı talan eden, toplumu gericileşme içine hapseden sömürücü düzen. 

DEM Parti, AKP’nin yeni anayasa çağrısına “yamalı 12 Eylül darbe anayasasını hep birlikte değiştirelim” demiş. Yamalı derken, 2 Eylül 1980 darbesinin 1982 Anayasası ve 12’si AKP döneminin ürünü olan 19 değişiklikten söz ediliyor. 

Kurtulmayı isteyenlerin oranı, 1982 Anayasasına evet diyen % 91,37 kadar olmasa da hayli yüksek. Öncülüğü, varlığını 1982 Anayasasına borçlu, ekonomi politiği ve gericiliği 12 Eylül düzenine koşut ama Anayasayı istediği zaman istediği gibi kullanan ya da kullanmayan, cumhuriyetin niteliklerini değiştiren, laikliği ortadan kaldıran AKP yapıyor. Düzen içi partiler de sıraya giriyor.  

Darbe anayasasından hangi toplumsal ilişkilerle kurtulunacak? Yerine hangi toplumsal ilişkileri yansıtan anayasa konulacak?

Bir metne anayasa denilebilmesi için anayasal gelişme tezleriyle olgunlaşan, eşit kullanılan hak ve özgürlükleriyle birlikte halkı merkeze oturtan, din ve soy gibi etkileri içine taşımayan, toplum içinde devleti, devlet içinde siyasal iktidarı sınırlandıran, hukuksuzluğa yol vermeyen nitelikler sıralanır. Devletin üniter veya federal durumu da anayasayla belirlenir. Egemenlik ulusa aittir ama halk bu egemenliği kullanamaz, anayasanın belirlediği yetkili organlar kullanır. Burjuvazi bunu demokratik, laik, sosyal hukuk devleti gibi ilkelerle tanımlar. 

Yeni anayasa isteyenlerden bir kısmının önerileri bu genel tablo içinde oynamak, daha iddialı tavırla 21. Yüzyıla gelen anayasal gelişme tezlerinin içinde “en iyi anayasa” örneklerinden derleme yaparak anayasa yapmak. Yetmez… 

Yeni dedikleri anayasanın “ekonomi politiği” değişmedikçe, ekonomi politiği sömürü olan kapitalizm ve emperyalizm, -istendiği kadar yenilensin- anayasa içinden sökülüp atılmadıkça, burjuvazinin en iyi örneklerinin derlenmesiyle yapılanlar yetmez. 

“Yetmez ama evetçiler”in toplumun başına ördükleri çorap gibi anayasa değişir ya da yenilenir ama sömürüsüz toplum gelmez. Gelmez çünkü sömürüsüz toplumu anayasa getirmez, sömürüsüz toplum anayasasını getirir. 

Yeni anayasa diyenlerin olası iyi niyetlerinin sınırı var: ekonomi politik… 

Sömürücü düzenin içinde toplumsal üretim araçlarının özel mülkiyetini, sermayenin girişim özgürlüğünü, sözleşme serbestisini, özelleştirmeleri, -din dahil- her türlü özgürlüğü, genel anlatımla sınıflı toplumu ve sermaye sınıfının egemenliğini savunarak, burjuva demokrasisine sığınarak daha iyi bir anayasa ve hukuk getirilemez. 

Sömürüyü ve gericiliği güvence altına alan söz ve özle daha iyi bir anayasa ve hukuk beklemeye yatmak düzenin en büyük tuzaklarındandır. 

Anayasa konusu Türkiye Halk Temsilciler Meclisi (THTM) İkinci Genel Kurulunda değerlendirilirken, yeni/sivil anayasa girişiminin “hem halkın ilgisini hayat pahalılığı ve geçim derdinden uzaklaştırmak hem de Türkiye’de 2002’den bu yana gerçekleşen karşı devrimci dönüşümleri öz itibarıyla kalıcılaştırmak amacıyla” gündemde tutulduğu vurgulandı. Gayet öz ve açık vurgulama.

Artık yama tutmayan Anayasanın yerine yeni anayasa önerenler, iktidarı ve muhalefetiyle sömürünün derinleşmesine, cumhuriyetin ve laikliğin yok edilmesine ortaktır. Piyasacı ve gerici düzeni pekiştirmek isteyenler sömürü gerçeğini saklayarak kapitalist/emperyalist düzenin istediği ve gereksinim duyduğu düzenlemeleri yapmak, artık vazgeçilmez gördükleri başkanlı rejimi düzene uygun duruma getirmek hedefinde. 

Anayasa kurgularında emekçilerin yeri: sömürü… Sömürünün ve gericiliğin egemen olduğu anayasa isteniyor. 

AKP ve 28. Dönem Meclisi yeni bir anayasa hazırlama ve yapma meşruiyeti olmadığı halde toplumu sorunlarından ve gerçeklerden uzaklaştırarak kendi gerici bataklarına itiyorlar.

Düzen içi siyasetin 31 Mart seçimlerinden sonra kol kola girmeleri “barış” adı altında halkı kandırmaktan başka bir şey değil. Barış dedikleri piyasacı ve gericilerin barışı, egemen sermaye sınıfının barışı. 

Göndermeyi de "Cumhuriyetin ikinci yüzyılında krizlerden çıkışın yolu 1920 ruhuyla 1921’de yapılan toplumsal mutabakatın güncellenmesinden geçmektedir" şeklinde yapıyorlar. Büyük tuzak… Ayrıca yazacağız.  

Kurtulunması gereken Anayasa mı, bu Anayasayı ve yamalarını yansıtan siyaset ve ilişkiler mi? 

Kurtulunması gereken emeği metalaştıran, halkın olanı talan eden, toplumu gericileşme içine hapseden sömürücü düzen. 

Yapılması gereken açık: AKP ve düzen içi siyasetle herhangi bir anayasa tartışmasına girmemek, emekçi halkın sorunlarını gidermek amacıyla çözüm önerileri üretip yaşama geçirilmesi için devrimci savaşım vermek. 

Emekçiler “anayasanın kurucu unsuru” oldukları zaman yeni, toplumcu anayasa da gelecektir.

                                                              /././

‘Ortodoks ekonomi’ tarikatının vaizleri (Nevzat Evrim Önal)

Emeğiyle geçinen, ücret karşılığı çalışanlar Nebati döneminde kaybetti, Şimşek’in kemer sıkma politikaları uygulandıkça da kaybedecek.

Geçtiğimiz haftaki başlangıç yazımızda, bu köşedeki temel işimizin Türkiye’nin entelektüel dünyasını egemenliği altına almış “okumuş karanlık” ile mücadele etmek olacağını söylemiştik. Bu hafta, bu tanıma uyan en zararlı öbeklerden birinden bahsedeceğiz.

Konumuz Mehmet Şimşek’in temsil ettiği ekonomi anlayışından yana olanlar ve bunu tek, tartışılmaz doğru diye halka sunanlar, örneğimiz ise Özgür Demirtaş.

                                                         ***

Demirtaş, Hazine ve Maliye Bakanlığı’na Mehmet Şimşek atandıktan sonra “Ekonomiye ne olacak?” başlıklı bir video yayınladı. Bu videoda, Nurettin Nebati’nin bakanlığı döneminde uygulanan ekonomi politikasını “Nas modeli”, Mehmet Şimşek’in temsilcisi olduğu neoliberal ekonomi politikalarını ise “Ortodoks ekonomi modeli” olarak isimlendiriyor ve ne kadar birincisinden uzak ve ikincisine yakın bir ekonomi politikası uygulanırsa ekonominin o kadar düze çıkacağını, bu yüzden herkesin Mehmet Şimşek’e destek vermesi gerektiğini söylüyordu.

İşin teorik kısmına geleceğiz, ama önce Demirtaş’ın savunduğu tarafı övmekte kullandığı cümleleri aktarmak istiyorum: 

“Ortodoks para politikası demek, rasyonel olan demek. Yani kitabi, yani biz bilim insanların test edip onayladığı, bizim bildiğimiz, yüzyıllardır test edilen, dünyanın bu alandaki en zeki, en bilinen akademisyenlerinin onayladığı modele ortodoks ekonomi modeli, kitabi ekonomi modeli, akıl dolu ekonomi modeli, rasyonel ekonomi modeli diyoruz arkadaşlar.”

Bu dil size, bir bilim insanının dili gibi mi geliyor, yoksa bir vaizin dili gibi mi? 

Dediğim gibi, teorisini ayrıca tartışacağız. Ama ilk altının çizilmesi gereken garabet, bugün ülkemizde en heyecanlı temsilcisi Özgür Demirtaş olan neoliberal iktisat modelinin, kendisini skolastik düşünce ile bire bir aynı yöntemlerle savunması. Onun söyledikleri doğrudur, çünkü kitapta onun söyledikleri yazmaktadır, çünkü okulda onun kitabı okutulmaktadır. Başka her önermenin doğruluğu, onun okulunda okuttuğu kitapta yazana uygun olup olmadığına göre değerlendirilir.

Orta çağda Katolik kilisesi de dogmasını böyle savunuyordu. Tek bir gerçek inanç vardı, gerçek inanç onun vaaz ettiğiydi, başka herhangi bir inanç ise ya küfür ya sapkınlıktı. Zamanla, daha gelişkin düşünceler yükselip de dogmayı sorgular hale geldiğinde, engizisyon kurup insan yakmaya başladılar.

Neoliberal iktisat politikaları da egemen hale geldikçe aynı yolu izledi. Bu politikaların başlıca uygulayıcılarından İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher “Başka yol yok!” diyordu ve bu vurgu o denli sık kullanılıyordu ki, İngilizcesinin kısaltması olan TINA (“There is no Alternative”) ile anılmaya başlandı. Bu politik egemenliğe paralel olarak üniversiteler buna aykırı düşüncelerden temizlendi. Neoliberal iktisatçılar şirketlerin yönetim kurullarında oturup, danışmanlıklar kapıp para içinde yüzerken diğer teoriler İktisat Tarihi derslerine tıkıştırıldı, bu teorileri çalışan akademisyenler üniversiteden dışlandı. Neoliberal olan, böylece tek “kitabi olan” haline geldi.

Yeri gelmişken, Özgür Demirtaş da zamanında kendisini eleştiren bir doktora öğrencisine “akademik çalışmalarını takip edeceğim, bakalım gelecekte nasıl iş bulacaksın” minvalinde bir yanıt yazıp, sonra tweeti silmişti.

                                                           *** 

Yöntem eleştirisi böyle, gelelim içeriğe. 

Herhangi bir para politikasının “yüzyıllardır test ediliyor” olmasının imkânsızlığı gibi detaylara hiç girmiyorum. Çok daha basit bir yerden başlayacağım. Demirtaş’ın iddia ettiğinin aksine, serbest piyasa ekonomisinde herkese kazandıran bir politika da, herkese kaybettiren bir politika da tasarlanması mümkün değildir. Felaketin en büyüğü bile birilerine fırsattır ve her şeyin yolunda gittiği zamanlarda bile mutlaka kaybedenler vardır.

Demirtaş çok basit bir düşünsel üçkâğıtçılık yapıyor. Bir tarafa palyaço kılıklı Nurettin Nebati’yi, diğer tarafa kendini koyup, “ondan ne kadar uzak olursan doğruya o kadar yakın olursun” diyor. Bu siyah-beyaz ikilisini kabul ettiğiniz andan itibaren Demirtaş’ın beyazına koşarsınız, çünkü aklı başında kim Nebati ile aynı yerde olmak ister ki? 

Oysa dünya böyle bir ikilikten oluşmuyor. Nebati dönemi politikalarının kazananları ve kaybedenleri vardı; Şimşek’in ekonomi politikalarının da kazananları ve kaybedenleri olacak. 

İşin önemli kısmı ise şu: Emeğiyle geçinen, ücret karşılığı çalışanlar Nebati döneminde kaybetti, Şimşek’in kemer sıkma politikaları uygulandıkça da kaybedecek. Nebati döneminde düşük faiz yüksek enflasyon ortamında mal ve hizmet fiyatları ücretlerden hızlı artıyor, ama işsizlik artmadığı ve faizler düşük olduğu için insanlar borçlanarak da olsa yaşamaya devam edebiliyor, bu arada şirketler ise olağanüstü kârlar elde ediyordu. Bu dönemde reel ekonomik büyüme de sürdüğüne, yani üretilen toplam değer büyüdüğüne göre, demek ki emekçiler kaybediyor ve sermaye kazanıyordu. 

Emekçi kitleler için işsizlik, yoksulluktan çok daha korkunçtur. Nebati’nin yoksulluğu derinleştiren ama işsizliği yükseltmeyen politikaları, uzun vadede sürdürülemez olsa da AKP’ye 2023 seçimlerini kazandırdı ve sonlandırıldı. Şimdi Şimşek diyor ki, “parayı kısacağız, iç talebi daraltacağız, kamu harcamalarını keseceğiz, enflasyonu düşüreceğiz.” Yani enflasyonu geriden de olsa takip eden asgari ücret ve emekli maaşı artışları yapılmayacak, yoksulluğa yönelik (örneğin hanelerde kullanılan doğalgaz ve elektrik ücretlerindeki) sübvansiyonlar daraltılacak, geçimini aydan aya kredi kartı borcu çevirerek sürdürenler icralık olacak, ama ekonomi düze çıkacak.

Ve bu olurken, enflasyonun yükselmeye başladığı 2020’den bu yana kasalarını tıka basa doldurmuş şirketler, bu şirketlerin sahipleri en ufak bir bedel ödemeyecek. 

Demirtaş’ın videosunda lafı dolandırarak da olsa doğru söylediği tek bir cümle var: “Zengine bir şey olmuyor.” En temel yalanı ise şu: Demirtaş, Şimşek’in ekonomi politikasını överken iddia ettiğinin aksine herkesin ortak çıkarını falan savunmuyor. Tarafı olduğu tekelci holding sermayesinin çıkarlarını savunuyor. Zira eğer iddia ettiği gibi Nebati dönemi bir irrasyoneliteden ibaretse, adalet gereği bu irrasyonelite düzeltilirken bu dönemde kaybedenler daha da kaybetmemeli, kazananlar kaybetmelidir.

Mesela Nebati’nin bakanlık yaptığı 2022 yılında önceki yıla göre kârını yüzde 396 artıran, Demirtaş’ın Yönetim Kurulu üyesi olduğu, Sabancı Holding’in bankası Akbank kaybetmelidir. 

                                                          ***

Bu da bizi son konuya getiriyor. Tüm bunlara ek olarak, ortada çok ağır bir etik ihlal var. Bir tıp doktorunun hem bir ilaç şirketinin yönetim kurulunda olup hem de halk sağlığı için kendi şirketinin ürettiği ilaçların kullanılmasını önermesi ile, Demirtaş’ın bir yandan Akbank’ın yönetim kurulunda olup diğer yandan ekonomi politikaları önermesi arasında hiçbir fark yok.

2001 krizinden önce de adları yaptıkları televizyon programından dolayı “Ekovole iktisatçıları”na çıkmış bir çete vardı. Demirtaş ile aynı ekonomi modelini savunuyorlardı. İçlerinden bilhassa Deniz Gökçe’nin adap ve üslubu da Demirtaş’a bayağı benziyordu. 2001 krizi patladıktan sonra, içlerinden bazılarının televizyonda halka söyledikleri ile danışmanlık yaptıkları şirketlere verdikleri finansal tavsiyeler arasında büyük farklar, hatta taban tabana zıtlıklar olduğu ortaya çıkmıştı.

Bugün benzer bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye’de büyük şirketler, elde ettikleri muazzam kazanımlara hiç dokunulmaksızın, biriken ekonomik çelişkilerin bedelini işçiler, emekliler ve esnaf ödesin istiyor. Ve bir kez daha, bu şirketlerle iltisaklı bir neoliberal iktisatçılar tarikatı kamuoyuna kendi modellerini “Başka yol yok!” diye vaaz ediyor.

“Ortodoks ekonomi” tarikatının vaizlerinin kim olduğunu merak ediyorsanız, kolayı var. Görünüşe göre Demirtaş kendisini İsa benzeri bir mesih zannediyor (en azından üslubu kesinlikle bunu çağrıştırıyor) ki, videosunun ortalarına doğru kendisi dışında on iki de havari sayıyor. Tümü tanıdık isimler, tümü bir yıldır her gerektiğinde küresel sermaye memuru Mehmet Şimşek’in önüne baraj kuruyor. Zaten Twitter’da birini takip ettiğinizde site hemen size diğerlerini de öneriyor.

Sesi en yüksek çıkanın Demirtaş olduğu bu tarikat, emekçi halka tekelleşmiş şirketlerin, büyük sermayenin çıkarını herkesin çıkarı gibi gösteriyor. Bu yüzden Demirtaş videosuna “bu videoyu ilkokul, ortaokul, lise, üniversite mezunlarının izlemesini istiyorum (…) bu videoda her kesim için bir parça var” diyor (devamında hızını alamayıp “sokaktaki hayvanların anlayacağı basitlikte anlatacağım” da diyor). Çünkü bu modern ruhban sınıfının iş tanımı bu; Mehmet Şimşek’in deyimiyle “yerlileri” kendi çıkarlarına olmayan politikalara ikna etmek.

Ama iktisat politikası alternatifleri Nebati ile Şimşek’inkilerden ibaret değil. Emekçi halkın çıkarlarına öncelik veren iktisat politikaları da mümkün. Holdinglerin, tekelleşmiş sermayenin elindeki zenginlikleri devletleştiren ve bu kaynakları emekçi halkın çıkarları doğrultusunda kullanan bir iktisat politikası da mümkün. Bu yüzden, şimdi de Devlet Bahçeli’den laf yedi diye Mehmet Şimşek’in akılcı ya da uygar olduğunu düşünmemek gerekiyor. Ve aynı sebepten dolayı, tekellerin yönetim kurulu odalarından vaaz edilen iktisat politikalarını benimsememek, “en azından kötünün iyisi” zannetmemek gerekiyor.

                                                              /././

Parayla her tür ayıp örtülür mü? (Savaş Sarı)

Emekçilerin sermayedarların bu “yardımseverlik” teklifini ellerinin tersiyle itmekten başka çareleri yok.

İki gün önce 23 Nisan’dı ve çocukların yaşam koşullarına dair bir dizi istatistik, veri ve bilgi paylaşıldı basında. Ne dünya ne de Türkiye çocukların bugünü ve yarınına dair çok parlak bir manzara sunmuyor. Denk geldiğim bir haberde bu manzaraya dair kimi sayı ve verilere değiniliyor devamında ise Türkiye’de kaç şirketin çocuklara dönük yardım projeleri hayata geçirdikleri ve bunların detayları büyük bir övgü ile anlatılıyordu.

Çocukların karşı karşıya oldukları sorunlara dair soL Haber Potalı’nda da bu hafta önemli yazı, haber ve değerlendirmeler yayınlandı. Ben ise sermayedarların “yardımseverliği” konusuna değinmek istiyorum. Çeşitli dönemlerde ve kimi vesilelerle basın kuruluşlarında haberlere denk geliriz. Şu sermaye kuruluşu ya da onun desteklediği şu sivil toplum kuruluşu şu kadar yardımı ihtiyaç sahiplerine ulaştırdı; gençler için, kadınlar için, çocuklar için, engelliler için, depremzedeler için diye. Bu örnekler bazen kimi toplumsal kesimlerin ötesine geçer ve dünyaya, ülkeye, doğaya karşı sorumluluğun gereği olan faaliyetler olarak da sunulur.

Bunda ne var, ne güzel diye düşünenleriniz vardır belki...

Sermayedarların bu “yardımseverliklerinin” sorgulanması gereken bir dizi anlamı var. Kastettiğim bu sayede hangi vergi indirimlerini aldıkları, hangi cezalardan kurtardıkları da değil.

Yardımlaşma kavramından başlamak gerek sanırım. İnsanların birbiriyle dayanışması, birbirlerine, yani parçası oldukları topluma sahip çıkmaları hem çok değerli hem de zorunlu. İnsan toplumsal bir varlık, toplum olarak hareket etme kabiliyetini eksilten her şey onun varlık koşullarını da aşındırıyor. Yardımlaşma bu anlamda bir birliktelik, kader ortaklığı, karşılıklı bir ilişkilenme anlamını da barındırıyor.

Sermayedarların “yardımseverliğinin” ise yardımlaşma ve dayanışma kavramlarının çağrıştırdıklarıyla hiçbir alakası yok.

Onlar ortada duran bir dizi sonuçla, toplumsal ve doğal hayatta ortaya çıkmış kimi mağduriyet konularıyla ilgili güya kimi yardım projeleri hayata geçiriyorlar. Ve bunu yaparken de o kadar özgüvenli ve pişkinler ki yeri geldiğinde kapitalizmin dünyayı ne hale getirdiğini dillendirmekten bile çekinmiyorlar. Bu düzenin üzerine kurulduğu temel eşitsizliği ve onun sonucu olarak ortaya çıkan eşitsizlik ve sorunların kökeninin sorgulanmaması için ise ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. “Yardımseverlik”, “sosyal yardım” vb. kavram ve projeler de tam burada devreye giriyor.

Çocukların karşı karşıya olduğu sorunlara yukarıda da değindik; çocuk işçiliğinden, çocuk gelinlerden, tarikatların çocuklarımıza nasıl musallat olduğundan dem vurabiliyorlar. Ama fason işletmelerde, merdiven altı atölyelerde ya da çocuk işçiliğinin yoğun olduğu başka ülkelerde açtıkları fabrikaların sorumluluğunu asla taşımıyorlar. Toplumun boyun eğmesinde etkili bir unsur olarak kullandıkları, iç içe geçtikleri, el altından fonladıkları, bağlarını her daim sıkı tuttukları tarikatlarla asla köprüleri atmıyorlar.

Yoksulluktan, işsizlikten ve açlık tehdidinden söz ediyorlar. Ama insanların emeğinin karşılığını alması ya da belli temel haklara sahip olmasını ekonomi için bir tehdit olarak sunmaktan çekinmiyorlar. Hakkını arayan emekçilere aba altından sopa göstermekten, işçilerin emeğinin hakkını istemesini açgözlülük diye karalamaktan geri durmuyorlar.

Doğal yaşamın tahribatı konusunda da ya üç maymunu oynuyor ya da yine karşımıza kimi maliyet hesapları ve ülkenin bekası gibi palavralarla çıkıyorlar. Kendi aç gözlülükleri ile ülke kaynaklarının yağmalanmasını, daha çok kâr elde etmek için büyük bir arsızlıkla doğanın tahrip edilmesini kendilerinde hak görüyorlar.

Ortada sermayedarlar adına büyük bir ikiyüzlük ve utanmazlık olduğu açık. Aslında bu düzeni temsil eden ve savunan tüm unsurlar açısından bu böyle. Dünyayı, doğayı, insanı, insani olan her şeyi akıl almaz bir arsızlıkla yok ediyorlar.  Sonra karşımıza çıkıp  “iyilik” adına “yardımseverlik” kampanyaları düzenliyorlar. Onların ifadeleriyle “farkındalık” yaratmak üzere sorunlara parmak basıyorlar.

Elbette sermayeninin ya da daha genel ifadesi ile ezenlerin bu “yardımseverlik” pratikleri sadece bugünün konusu değil. Kapitalizmin tarihi benzer örneklerle dolu: Sömürgeci güçlerin sömürge topraklarında dinsel örgütlenmeler üzerinden yürüttüğü misyoner faaliyetleri, 18. yüzyıl Avrupa kıtasında emekçi mahallelerinde yaygın olarak faaliyet yürüten aş evleri... Örnekler çoğaltılabilir.

Bunların karşısında ise işçi ve emekçilerin insanca yaşayabilmek için verdiği mücadeleler, bu mücadeleler sonucunda elde edilen hak ve kazanımlar var.

Sermaye düzeni ise hâlâ emekçilere “yeter ki mücadele etme ben senin mağduriyetlerin konusunda yardımcı olurum gerekirse” diyor.

Emekçilerin sermayedarların bu “yardımseverlik” teklifini ellerinin tersiyle itmekten başka çareleri yok.

İki gün önce Lezita işçisi kadınlarla Kadın Dayanışma Komiteleri’nin İzmir’de gerçekleştirdiği etkinlikte Lezita işçisi bir kardeşimizin hangi koşullarda çalıştığını aktaran sözleri sermayedarların nasıl bir iki yüzlülük içinde olduğunu ve işçilerin yanıtının ne olması gerektiğini çok açık özetlemiyor mu?

Lezita işçisi Ayfer Gedikbaş: “10 senelik kesimhane işçisiydim. Hep iş çok ama eleman az. Son günlerde biz bittik artık. Günde 3 yere 4 yere geçirdikleri oluyordu bizi. Arkadaşlarımız hasta oluyor, rapor alıyor, 'neden rapor aldın' diye soruyorlar. Bize hep böyle baskı uyguladılar. Kararımı verdim, greve çıkacağım hakkımı arayacağım dedim. Zaten biz 10 senede bitmiştik.”

Bitmemek, insanlığımızı tamamen yitirmemek için mücadele etmemiz gerekiyor. 

Sermayedarların sadaka ve yardımlarıysa en fazla işledikleri suçları örtmeye hizmet ediyor.

(soL)

T24 KÖŞEBAŞI - 25 Nisan 2024 - (+ İbretialem için: Yunusemre Belediyesi'ne seyahat-Yalçın Doğan)

 

Gündem, TCMB faiz kararı (Binhan Elif Yılmaz)

Yerel seçimin ardından kurdaki hareketlilik yerini sakinliğe bıraktı, net döviz rezervlerinde iyileşme başladı.

Türkiye, G20 ülkeleri arasında Arjantin’den sonra en yüksek yıllık enflasyona sahip ülke. TÜİK verilerine göre mart ayı aylık enflasyonu yüzde 3,16 ve yıllık yüzde 68,5. Enflasyon oranının önümüzdeki aylarda aylık yükselişini devam ettirerek mayıs ayında yüzde 75’e yakın bir seviyeye çıkacağını tahmin ediyorum. 

TCMB’nin nisan ayı faiz kararı oldukça kritik önem sahip. Bankanın şubat ayında politika faizini yüzde 45’te sabit tuttuktan sonra mart ayındaki toplantıda 500 baz puan arttırarak yüzde 50’ye çıkardığını hatırlayalım. Banka faiz koridoru uygulamasına devam ediyor ve şu anda piyasada gecelik faizler koridorun üstü olan yüzde 53’te.  

Son faiz artırımındaki en önemli etkenler, yerel seçim öncesinde kurda yaşanan hareketlilik ve uluslararası kuruluşların faiz artırımına ilişkin görüşleriydi. 

Ancak yerel seçimin ardından kurdaki hareketlilik yerini sakinliğe bıraktı, net döviz rezervlerinde iyileşme başladı. 

Seçimin ardından para ve maliye politikasında sıkılaşmaya yönelik açıklamalar gelmeye devam etti. TCMB tarafından para politikasının enflasyonda belirgin ve kalıcı bir bozulma öngörülmesi durumunda sıkılaştırılacağı ve likidite arttırıcı adım atılmayacağı yönündeki açıklamalar, mevduat faizlerini yukarı çekip enflasyonla mücadeleyi daha etkin kılar. Ayrıca maliye politikasında da kamu harcamalarında tasarruf ile sıkılaşmanın devam edeceğine ilişkin açıklamalar, -geçen yılın yaz dönemindeki gibi- vergi artışlarının enflasyonist etkisinin ortaya çıkmasını engeller. O nedenle bu söylemlere bakınca da TCMB bu ay faiz arttırmayabilir.  

Tabi söylem dışında gerçekler var. Örneğin kur artışı her zaman olduğu gibi enflasyonla mücadelenin önünü kesecek bir etken. TEPAV’ın hesaplamalarına göre 2024 yıl sonu tüketici enflasyonun yüzde 40’ın altına inmesi için aylık kur artışlarının yılın kalan döneminde yaklaşık yüzde 2 ve daha az olması gerekiyor. O nedenle TCMB kontrollü kur politikasına devam edecekse politika faizini arttırma ihtiyacı hissetmeyebilir. Ancak bu politikanın sürdürülemez olduğuna daha önce de şahit olduk.  

Ayrıca kur artışını engellemek için yabancı sermayeye ihtiyaç var. Seçim öncesi hisse senedi ve DİBS piyasasından yabancı sermaye çıkışı gerçekleşirken, seçim sonrası yabancı sermaye için ortam hazırlanmaya çalışılıyor. Bunun yolu da faiz arttırımından geçiyor. Hem de Ortadoğu gerilimi ve jeopolitik risklere rağmen.

Enflasyonla mücadelenin önünde başka bazı önemli engeller var: Bunlardan biri, TL mevduat faizlerinin yükselişine rağmen dolarizasyonda arzu edilen düşüşün gelmemesi. Sıkı parasal duruş halen hem döviz dönüşümlü KKM’de hem de DTH’daki azalışı beraberinde getirmekte kısmen etkisiz. 

Çoğu banka mevduat faizlerini özellikle yüksek meblağlar söz konusu olduğunda arttırıyor. Bu da daha düşük meblağlardaki gönüllü tasarrufların artmasını engellerken iç talepteki beklenen baskıyı geciktiriyor. 

Bir diğeri ve en önemlisi, enflasyon beklentilerinin çıpalanamaması. TCMB’ye göre yıl sonu enflasyon tahmini yüzde 36. Oysa geçen hafta açıklanan nisan ayı piyasa katılımcıları anketine göre yıl sonu enflasyon beklentisi yüzde 44,19. Bir önceki anket döneminde beklenti yüzde 44,16’ydı. Dolayısıyla TCMB mart ayı PPK toplantısında politika faizini 500 baz puan arttırmasına rağmen, katılıcıların beklentileri yüzde 36’lık yıl sonu TÜFE tahminine halen yakınlaşmamış. 

Yine aynı anket verilerine göre; 12 ay sonrası TÜFE beklentisi bir önceki anket döneminde yüzde 36,7 iken, nisan ayında yüzde 35,17’ye çok sınırlı gerilemiş durumda. 24 ay sonrası TÜFE beklentisi mart ayı anket döneminde yüzde 22,67 iken nisan ayında ise yüzde 22,05. 

Enflasyon beklentilerindeki bozulma, enflasyonun gelir dağılımında ortaya çıkardığı adaletsizlikleri daha önce de yazdım. Ama hafta sonundaki restoran boykotu enflasyonla başımızın ne kadar dertte olduğunun göstergelerinden biri. TCMB’nin enflasyonla mücadelede etkinliğini ortaya koyması beklenir ancak faiz kararı hizmet enflasyonuyla ilgili nasıl bir çözüm üretecek? Politika faizindeki artışın işletmelerin kredi ve finansman maliyetlerini yükselterek yeniden fiyat artışlarını besleme olasılığı yüksek. Bu durumu bertaraf edecek “yol”, maalesef emek maliyetini minimize etmekten, yani ücretlerin baskılanması, ardından işsizlik ve yoksulluktan geçecek gibi görünüyor.

                                                              /././

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Başdanışmanı Saral'ın, 11. Cumhurbaşkanı Gül'ü de suçladığı o fotoğrafta ne var, ne yok? (Candan Yıldız)

“Manidar” bulunan kareye ilişkin bazı bilgileri düzeltelim…

Her fotoğraf yorumlanabilir. Hele ki siyasete ilişkin fotolar… Kadraja bilerek ya da bilmeyerek girenler ya da kadrajda olanlar, zorlama da olsa, yorumlara muhatap olabilirler. Çünkü her fotoğraf yoruma davetiyedir de…

Eski AKP milletvekili, Cumhurbaşkanlığı Yerel Yönetim Politikaları Kurulu Üyesi ve Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Oktay Saral, Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in Türkiye gezisi kapsamında, İstanbul-Tarabya’da büyükelçiliğin yazlık konutuna davetli olan konuklardan bazılarını özellikle yazma ihtiyacı duymuş. 

Almanya Büyükelçiliği’nin resmi Twitter hesabından da paylaşılan resepsiyon fotoğrafına bakarak bazı isimler hakkında yorum yapmış Oktay Saral. 

“Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier’ın İstanbul gezisine eşlik edenler; Ekrem İmamoğlu, Abdullah Gül ve HDP Eşbaşkanı Mithat Sancar… Kare gayet manidar! Hasbi duruşları olmayanların hesabi duruşları oluyor.”

“Manidar” bulunan kareye ilişkin bazı bilgileri düzeltelim… Türkiye ziyaretinin İstanbul ayağında Alman Cumhurbaşkanı’na eşlik edenler arasında bildiğim kadarıyla Abdullah Gül ve Mithat Sancar yok.  Bu isimler resepsiyona davetli olanlar. İmamoğlu’na gelince… İBB Başkanı, Alman Cumhurbaşkanını belediyede ağırladı.  Almanya’ya işçi göçünün sembolik mekanı Sirkeci Garı’ndaki sergi gezisinde Steinmeir’e e eşlik etti.

AKP’nin kurucu çekirdek ekibinden 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Ekrem İmamoğlu’nun yan yana olduğu karede Dışişleri Bakanlığı’nın uzun süre müsteşarlığını yapmış, Türkiye’nin BM Daimi Temsilciliği görevinde bulunmuş Feridun Sinirlioğlu da var. 

Oktay Saral nedense kadraja giren isimler arasında Sinirlioğlu’nu anmamış. 

Sinirlioğlu’nu Türkiye’nin dış politikasında etkili bir isim olduğunu, biliyoruz. Mavi Marmara krizinden sonra İsrail-Türkiye ilişkilerini normalleştiren “Tazminat” anlaşmasının mimarlarından biri…

Prof. Mithat Sancar’ın HDP Eş Başkanı olarak tanımlanması da hala aktif siyasette algısı oluştururken, HDP’nin artık olmayan bir parti olduğunu hatırlatmak isterim. Almanya’da doktorasını yapmış bir akademisyen Mithat Sancar. 

Kültür Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ve İstanbul Valisi Davut Gül’ün de konuk olduğu resepsiyona ilişkin tek bir kadrajın öne çıkarılması asıl “manidar” konu olsa da 31 Mart seçimlerinin ve 2028’e giden yolun güçlü aktörü Ekrem İmamoğlu’na dikkat çekilmesi anlaşılır. Zira İmamoğlu, Batı’nın sadece radarında olan bir siyasetçi değil artık; ilişki kurulan, vakit geçirilen, fikirleri merak edilen bir siyasetçi… 

                                                              /././

Kırıkhan’daki büyük skandal açığa çıktı: Yoğun bakım hastaları boğularak öldü, “doğal ölüm” belgesi düzenlendi (Gökçer Tahincioğlu)

Depremde yıkılan birçok hastanede unutulan hastaların hayatını kaybettiğini öğrendik. İlk kez yıkılmamış, faal bir hastanedeki hastaların ölüme terk edildiklerini de öğreniyoruz. Ve bunun nasıl itinayla gizlendiğini de görüyoruz

Deprem, Hatay’ın tamamını sallamıştı.

Binlerce ev yıkılmış, binlerce kişi ölmüştü ve depremden yara almadan kurtulan şanslılardan biri olan Murat Şafak’ın, o kadar da şanslı olmadığını anlamasına günler vardı.

Şafak, depremden 20 gün kadar önce babası İsmet Şafak’ı Kırıkhan Devlet Hastanesi’ne yatırmıştı. Ciğerleri su topluyordu ve bu nedenle yoğun bakımda tutulmasına karar verilmişti.

İsmet Şafak, ciğerlerinin güç toplayabilmesi için solunum cihazına bağlanmıştı.

Ancak gelen ziyaretçileriyle görüşebiliyor, çocuklarıyla sohbet edebiliyordu. Bilinci açıktı.

Olanları Murat Şafak anlatsın:

“Ben Reyhanlı’ya bağlı bir köyde yaşıyorum. Kendimize gelir gelmez, deprem gecesinin sabahı 08.30’da hastaneye, Kırıkhan’a gittim. Hasta bölümü, ziyaretçi bölümü tamamen kapalıydı. Bina sapasağlam ayaktaydı ama bu girişleri kapatmışlardı ve girişin yasak olduğunu söylediler. Arka tarafa geçtim, acil bölümüne geldim. Sadece acil bölümü açıktı. Depremden dolayı çok yoğundu. Kırıkhan Devlet Hastanesi ayakta kalan az sayıda hastaneden biri olduğundan, çok hasta getiriyorlardı. Hastamızı sorduk. Önce ‘Bilgi alamadık, bilmiyoruz’ dediler. Sonra yetkili biri geldi ve bekleyenlere, yoğun bakımdaki hastaların gemiyle Mersin’e götürüldüğü açıklaması yapıldı…

***

Üç gün sonra bir hemşire yakınımızı aradı. ‘Gelin, ölünüzü alın’ dediler. Yoğum bakım katına çıktık. Babam, bıraktığımız yatağında ölü vaziyette yatıyordu. Solunum cihazları devrilmiş, sadece babam değil, yatanların tamamı ölmüştü yataklarında. Bunu hastane çalışanları da biliyor. Babamı indirmek için şehir dışından gelen yakınlarımızı yukarıya çağırdım. Hepimiz şoktaydık. Götürüp defnettik.

                                                                  ***

Üç gün yoğun bakıma kimse girmemiş. Düşünün hastane açık, acil dışında hiçbir kata bakmamışlar. Doktorlar, hemşireler kaçıp gitmiş. Bir tek acil çalışıyor. Gerisi unutulmuş. Yaklaşık 20 kişilik bir yoğun bakımdı. Tamamı öldüler.”

İsmet Şafak'ın ölüm belgesi

Ancak bununla bitmiyor.

Şafak, babasının cenazesini 9 Şubat’ta almasına rağmen, ölüm belgesine ölüm tarihi olarak 6 Şubat yazıldı. Deprem günü.

Ancak bir farkla. Ölüm saatine, deprem saati yazılmadı. Depremden sonra kaderine terk edildiği için ölmemiş, doğal yollardan yoğun bakımda hayatını kaybetmiş gibi bir belge düzenlendi ve ölüm saatine 19.30 yazıldı.

Bu saatin neden yazıldığı sorulduğunda belgeye, “deprem sonrası gelişen çoklu organ yetmezliği” gibi garip bir ifade eklendi.

Resmi defin belgesi ise aylar sonra 23 Haziran’da verildi. Bu belgede de aynı ifadeler yer aldı.

***

Yoğun bakımda yatanlar sanki deprem günü, depremden bağımsız, doğal nedenlerle ölmüşler de hemen yakınlarına bildirilmiş sanmayın.

Ölüm günü belgede 6 Şubat olarak yazsa da defnedildiği tarihin 9 Şubat olduğu net.

Belgeler, İsmet Şafak’ın ve diğer hayatını kaybedenlerin ancak üç gün sonra fark edildiğini, kimsenin akıllarına bile gelmediklerini açıkça gösteriyor.

Sağlam kalan ve çalışan bir hastaneden söz ediyoruz. Bu insanlar enkaz altında ölmediler.

İsmet Şafak'ın ölüm belgesi

***

Şafak’ın avukatı Bülent Akbay, savcılığa suç duyurusunda bulundu ve Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın, Hatay Valisi Rahmi Doğan’ın, Hatay İl Sağlık Müdürü Mustafa Hambolat’ın, Kırıkhan İlçe Sağlık Müdürü Ahmet Yılmaz’ın, Kırıkhan Devlet Hastanesi Başhekimi İsmail Zeki Tekiş’in, Kırıkhan Devlet Hastanesi İdari ve Mali İşler Müdürleri ve uzmanlık konularına ve ilgili kanunlarına göre sorumlulukları bulunan her türlü teknik görevliler ile arama ve kurtarma çalışmalarının geç, eksik ya da hatalı başlaması neticesinde kayıpların artmasına sebep olan sorumluların cezalandırılmasını istedi.

Akbay’ın dilekçesi vahim tabloyu ortaya koyuyor.

Ve Akbay, bu insanların bilinçli biçimde doğal yollardan ölmüş gibi gösterildiklerini de savunuyor.

Zira depremde ölenlere yapılan yardımlardan bu insanların yakınları yararlandırılmadı. Akbay’ın dilekçesi tabloyu ortaya koyuyor:

“Boğularak öldü”

“Müvekkilim Murat Şafak’ın babası İsmet Şafak 06 Şubat 2023 tarihinde Kırıkhan Devlet Hastanesinin yoğun bakımında tedavi görmekteydi. Depremler nedeniyle Kırıkhan Devlet Hastanesi yıkılmadığı halde depremin hemen ardından jeneratör devreye girmediği ve 3 gün boyunca yoğun bakımdaki hastalara herhangi bir müdahalede bulunmadığı için diğer yoğun bakım hastaları gibi müvekkilin babası da boğularak vefat etmiştir.

“Hemşire mesaj attı, hasta yatağında buldu”

Müvekkilime depremin üçüncü günün sonunda bir hemşire mesaj atarak gelip babasının bedenini almasını istemiş ve müvekkil Kırıkhan Devlet Hastanesinin yoğun bakımına girdiğinde yoğun bakım ünitesindeki tüm hastaların ölü, tüm yoğun bakım aletlerinin devrilmiş olduğunu görmüş ve kendi imkanlarıyla babasını alarak hastaneden ayrılmıştır.

Müvekkile defin izni ve bildirim tarihi ancak 23.06.2023 tarihinde resmi olarak yapılmış ve ekli belgeden anlaşılacağı gibi 23.06.2023 tarihinde yapılmıştır.

“Doğal ölüm” yazıldı

Müvekkilin ölüm nedeni ise “Doğal Ölüm” olarak belirtilmiştir. Ölüm saati olarak 06.02.2023 tarihli depremin ardından aynı gün saat 19.30 olarak yazılmıştır. Ekli belgeden anlaşılacağı üzere müvekkil neye ve nasıl tespit edildiğini bilmediğimiz şekilde depremin ardından 15 saati aşkın süre yaşadığı ve ardından vefat ettiği kayıtlara geçmiştir. Müvekkil “neden deprem nedeniyle yazmadınız” şeklinde itiraz edince belgeyi veren doktor, “deprem sonrası gelişen çoklu organ yetmezliği nedeniyle vefat etmiştir” ibaresini eklemiştir. 

Oysa anılan depremin ardından üç gün boyunca yoğun bakım hastaları kaderine terk edildiği gibi üçüncü günün sonunda dahi elektrikler olmadığı gibi jeneratörler de hiç devreye girmemişti. Müvekkil hem bu duruma hem de yoğun bakım ünitesindeki diğer hastaların ölüme terk edilmişlikleri sebebiyle vefatlarına tanık olmuştur.

Söz konusu felaket sadece doğa kanunları veya takdir-i ilahi ile açıklanamaz. Deprem ve benzeri afetler karşısında hastanelerin hayat kurtarması beklenir. Hastaneler insanların ölümüne yol açamaz.

“Evinde olsa ölmeyecekti”

Müvekkilin babası deprem günü hastanede değil de müvekkilin deprem bölgesindeki evinde olsaydı depremde ölmeyecekti. Demek ki Hastanenin deprem gibi afetlere karşı hazırlıkları olması en doğal beklentidir.”

***

Depremde yıkılan birçok hastanede unutulan hastaların hayatını kaybettiğini öğrendik. İlk kez yıkılmamış, faal bir hastanedeki hastaların ölüme terk edildiklerini de öğreniyoruz. Ve bunun nasıl itinayla gizlendiğini de görüyoruz.

Bugüne kadar kamu görevlileri hakkında tek bir işlem yapmayan yargının, bu kez nasıl bir tutum alacağını da göreceğiz.

                                                       /././

İbretialem için: Yunusemre Belediyesi'ne seyahat (Yalçın Doğan)

Görgüsüzlük, doyumsuzluk, aç gözlülük, görmemişlik

Ankara’da Beştepe, İstanbul’da Beylerbeyi Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Vahdettin Köşkü, Huber Köşkü...
Van Ahlat’ta kışlık saray...
Marmaris Okluk Koyu'nda yazlık saray...
Bu saraylar Tayyip Erdoğan’ın yaşam alanı ve çalışma ofisleri.
Ayrıca, kurullar, danışmanlar, çalışan personel, çeşitli kalemlerde harcamalar...
Özel uçaklar...
Araçlar...
Bir yere giderken konvoyda pek çok araç, iki cankurtaran, tepede bazen helikopter.
Yurt dışına giderken ayrı bir uçakla gönderilen zırhlı araç, korumalar.
Debdebe, şatafat ki, almış başını gidiyor.

"Öncelik tasarruf"

Birkaç gündür ortalıkta bir nakarat dolaşıyor, “kamuda tasarruf”.
Erdoğan:
“Birinci önceliğimiz kamu harcamalarında tasarruf uygulamaktır. Tasarruftan kamuda gereksiz harcamaların ortadan kaldırılması, kamu kaynaklarının etkin kullanılması anlaşılmalıdır”.
Geçmiş bir yana, son bir yılda kaçıncı tasarruf lafı bu?..

Günde 33,6 milyon lira

Dünyanın her yerinde bir hukuk reformu, sağlık reformu, ekonomik reform yapılacaksa, buna o ülkeyi yönetenler öncülük ediyor.
CHP Lideri Özgür Özel Meclis’te açıklıyor:
“Beştepe’de Sarayın bir günlük maliyeti 33 milyon 600 bin lira. Dakikada 23 bin lira harcanıyor, bir asgari ücreti 40 saniyede tüketiyor. En düşük emekli maaşı on bin lirayı 27 saniyede harcıyor”.
İsraf işte bu!..
Saray’da gece boyunca yanan ışıklar, şaşaalı ağırlamalar, kiralanan araçlar, her türlü harcama.
2024 yılında Cumhurbaşkanlığı bütçesi 12 milyar 300 milyon lira. Dokuz bakanlık ile TBMM’nin mal ve hizmet alımından daha fazla.
Tasarrufun nereden başlayacağı belli.

Garantili geçişler

Kamuda en büyük kara delik, en büyük harcama, kamu - özel işbirliği denilen projeler.
Garanti ücret ödenen oto yollar, köprüler, şehir hastaneleri, hava alanları.
Anormal garantiler, üstelik 2045 yılına kadar.
Sadece bu yıl...
Garanti ödemelerin toplamı 164 milyar lira.
Verilen garantiler o köprülerin, yolların, hava alanların maliyetini birkaç kere katlıyor. Akıl alır gibi değil.
Madem tasarruf:
-Garanti edilen parayı azaltın!..
-Dolar ve Avro’dan TL’ye çevirin!..
-Garanti süresini kısaltın!..
Garanti geçişlerin ötesinde, dikkat çeken başka bir kalem var.
Son 27 ayda kamuda kiralanan araçlara ödenen para 5 milyar 700 milyon lira.
Tam araç saltanatı!..

Ve belediyeler

31 Mart yerel seçimleri bir başka kapıyı açıyor.
AKP’den CHP’ye geçen bazı belediyelerde lüks, şatafat, garip ihaleler, garip araç kiralamaları, bıraktıkları anormal borçlar, aslında düzenin aynası.
Nüfusuna göre, küçük - büyük demeden il ve ilçelerde babalarının parası imiş gibi, savrulan paralar, mal ve hizmet alımları.
Bu alımlar kimlerden?..
Baş döndüren harcamalar ve bırakılan borçlar karşısında CHP Şanlıurfa milletvekili Mahmut Tanal Meclis’e araştırma önergesi veriyor.
AKP ve MHP oylarıyla nasıl olsa reddedilecek bir önerge!..
Yine de, Meclis’te tartışma sırasında farklı gerçekleri öğrenmek açısından, bir fırsat.

Bir makam odası

 Yunusemre Belediye Başkanı'nın makam odası 

Borç batağına saplanmış o belediyelerden biri Manisa’nın Yunusemre Belediyesi.
Yeni seçilen CHP’li belediye başkanı Semih Balaban’ın açıklamasına göre, 260 bin nüfuslu ilçede AKP’li başkan 1 milyar 200 milyon lira borç bırakıyor. 68 milyon lira ödenerek, 48 araç kiralanıyor.
Kimler için kimlerden kiralanmış?..
Ama, asıl inanılmaz bir konu var:
AKP’li belediye başkanının ibretlik makam odası.
Geçen akşam Halk TV'de Başkan Balaban o odayı ayrıntılarıyla gösteriyor.
Çok değerli halılar, odanın ortasında iki ayrı Osmanlı usulü, belki pirinçten, kapaklı lüks iki mangal, kenarda çini bir soba, farklı odalara açılan kapılar, şatafatlı koltuklar, makam masası, v.s.
Görgüsüzlük, doyumsuzluk, aç gözlülük, görmemişlik.
Başka AKP’li belediyelerde benzerleri var ama, Manisa Yunusemre ilçesindeki belediye başkan makam odası eşsiz bir örnek.
Bana kalırsa...
Bir dönemi anlamak ve anlatmak açısından...
O makam odası olduğu gibi korunmalı.
Oraya turistik seferler düzenlenmeli.

(T24)