26 Nisan 2024 Cuma

T24 KÖŞEBAŞI - 26 Nisan 2024 -

 

İGA A.Ş, yurt dışına açılmak için holding olmuş (Çiğdem Toker)

İGA A.Ş’nin holding yapılanması için şirket bünyesinde yoğun bir hazırlık içinde olduğunu öğrendim

İstanbul Havalimanı’nı, Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle yapılan ihale sonrası inşa edip beş yıldır işlettiği halde, devlete bir milyar Euro’nun üzerinde kira borcu 2043’e ertelenen İGA Havalimanı A.Ş şirketiyle ilgili kritik yapısal değişimi bir önceki yazımda duyurdum.

Şirketin, başlangıçtaki beş şirketten kalan iki ortağı Kalyon Havacılık ile Cengiz İnşaat’ın, paylarını düşürüp yine kendilerinin kurduğu İGA Holding’e devretmeleri sonucu ortaya çıkan yeni yapıda, İGA Holding A.Ş, yüzde 43 ile büyük ortak haline gelmişti.

Bu gelişmenin yol açtığı tartışma sürerken, yazımla ilgili olarak havacılık sektöründen bilgi vermek amacıyla ulaştığını belirten kaynaklar, asıl amacın, yeni ana sözleşmede yazan ve yazımda duyurduğum eğitim ve sağlık vakıflarına katılım olmadığını ifade etti. Şu anda bile İGA’nın herhangi bir vakfa sponsor olmasında yasal bir engel bulunmadığını, bunun için özel maddeye ihtiyaç olmadığını belirten kaynaklar “Eğer öyleyse neden böyle bir madde konuldu?” sorusuna, “Holding yapılanmasındaki ana sözleşmelerde bunun tip bir madde olduğu, aynen aktarıldığı” yanıtını vermekle yetinirken, bir numaralı amacın, yurt dışındaki uluslararası havalimanlarından İGA’ya gelen talepler olduğunu ifade etti.

İGA A.Ş, sadece İstanbul Havalimanı için var

Uluslararası bazı havalimanlarından İGA’ya pek çok sahada hizmet satın alma talebi geldiği belirtilirken, havalimanını işletmenin yanı sıra, güvenlik, bilgi işlem, yiyecek-içecek gibi spesifik alanlarda da İGA yönetimine birçok teklif geldiği belirtiliyor.

Holding kurulmadan önceki İGA Havalimanı A.Ş’nin bu talepleri yasal olarak karşılayamayacağı, çünkü 10 yıl önceki ihale şartnamesine göre İGA A.Ş’nin yalnızca İstanbul Havalimanı’yla ilgili iş yapabileceği, bunun zorunluluk olarak konulduğu ifade ediliyor.

Bu bilgide bir tereddüt yok. Çünkü zaten KÖİ modeliyle yaptırılan bir altyapı projesinde, “Özel Amaçlı Şirket” adı verilen bir şirket kurulur ve inşaat ile işletmeyi üstlenir. 11 yıl önce İstanbul Havalimanı ihalesine girdikten sonra beş ortakla kurulan İGA A.Ş’nin yasanın gerektirdiği bir Özel Amaçlı Şirket olduğunu biliyoruz.

Holding’in kuruluş amacını Ana sözleşmesinden iki gün önceki yazımda aktarmıştım:

"Esas amacı, kurulmuş ve kurulacak şirketlerin sermaye ve yönetimine katılarak, bunların yatırım, finansman, organizasyon ve yönetim meselelerini toplu bir bünye içinde ve ekonomik dalgalanmalara karşı yatırımların güvenilirliğini arttırmak ve böylece şirketlerin sağlıklı şekilde ve milli ekonominin gereklerine uygun olarak gelişmelerini ve devamlılığını teminat altına almak ve bu amaca uygun ticari, sınai ve mali girişimlerde bulunmak."

TAV örneği

Anlaşılan o ki, yurt dışındaki uluslararası havalimanlarından gelen hizmet satın alma talepleri, yukarıdaki paragrafın sonunda yer alan “bu amaca uygun ticari, sınai ve mali girişimlerde bulunmak” bölümüyle ifade edilmiş.

Sektör kaynakları İGA’nın bu amaçla holding haline gelmesini, sektördeki diğer büyük oyunca TAV’ın, dünyadaki pek çok uluslararası havalimanındaki işletme pozisyonuna benzeterek, amacın bu olduğunu ekliyor. Ancak ilk yazım üzerine aktarılan bu bilgilere rağmen, şu iki sorunun cevabı hâlâ net değil:

Neden borcunu ödemiyor?

  • Yurt dışındaki birçok uluslararası havalimanından hizmet talebi gelen İGA; ekonomisi bu kadar zorda olan, kaynak sıkıntısı çeken devlete olan kira borçlarını 2043’e erteletmek yerine neden ödemeyi, borcunu yapılandırmayı denemiyor?
  • Vakıf ve sandıklara katılım konusu: İhtiyaç olmadığı vurgulansa bile sonuçta bu madde ana sözleşmeye konuldu. Yarın İGA Holding, iktidara yakın bir vakfa katılırsa bundan vatandaşların haberi olacak mı?
  • İGA A.Ş’nin holding yapılanması için şirket bünyesinde yoğun bir hazırlık içinde olduğunu, yeni logo ve amblem belirleneceğini, sonbaharda da medyaya bir tanıtım planlandığını da öğrendim.

Yukarıdaki ve daha pek çok sorunun yanıtını öğrendikçe, yeni sorularla birlikte aktarmayı sürdüreceğim.

Nihayetinde özel şirketler işletse de İstanbul Havalimanı’nın kamu kaynaklarına dayalı, kamu kaynakları üzerinde yükselen ve devlete milyarlarca borcu olan bir proje olduğunu, bugün doğan bir bebek 19 yaşına gelince borcun ödeneceğini unutmadan.

                                                                /././

IMF ve Dünya Bankası küresel kapitalizmin hizmetinde (Mustafa Durmuş)

Faiz indirimi kararlarında frene basıldı, bunun azgelişmiş ülkeler için önemli sonuçları olacak

Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın (WB) 2024 Bahar ana toplantıları 17-19 Nisan, yan toplantıları ise 15-20 Nisan günleri arasında Washington’da yapıldı.

Bu yılki toplantılarda, resesyona yol açmaksızın enflasyonu düşürme bağlamında, “yumuşak iniş stratejisinin sonuçlarının değerlendirilmesi”, “artan iklim finansmanı ihtiyaçlarının karşılanması” ve “yüksek küresel borç stokları” gibi konular ele alındı.

İkizlerin nisan toplantılarının gündemi

Ayrıca her iki kurum, Orta Doğu ve Tayvan Boğazı da dâhil olmak üzere artan küresel gerilimlerin, şu anda beklenenden daha iyi görünen ekonomik gidişatı nasıl kesintiye uğratabileceği konusunu da ele aldılar.

Bu gerilimlerin, temel gıda, enerji-petrol ve yarı iletkenler gibi önemli küresel ürünlere yönelik ciddi küresel tedarik zinciri kesintilerine neden olabileceği ve bunun da arz yönlü olarak enflasyonu tetikleyebileceği hususu üzerinde duruldu.

Ancak uzmanlara göre, her iki kurumun da kredi verme kapasitelerinin arttırılması çabaları da dâhil olmak üzere, bu bahar toplantılarında büyük reformlar konusunda önemli bir gelişme sağlanamadı. (1) Yani bu kurumların reforma tabi tutulması gibi asıl önemli konuları ele almak başka bir bahara kalmış gibi görünüyor.

IMF ve Dünya Bankası raporları ne diyor?

Bu toplantılar sürerken, bir yandan da, iki kurumca hazırlanan düzenli raporlar peş peşe açıklandı. Bunlardan IMF’nin “Dünyanın Ekonomik Görünümü” başlıklı raporunda, dünyaya, çeşitli bölgelere ve ülkelerin ekonomilerine ilişkin gelecekle ilgili olarak, başta ekonomik büyüme ve enflasyon olmak üzere, çeşitli makroekonomik tahminler yapılıyor.

Örneğin IMF, dünya ekonomisinin 2024 ve 2025 yıllarında ortalama yüzde 3,2 büyürken, enflasyon oranlarının aynı yıllar için ortalama yüzde 2,8 ve yüzde 2,4 olacağını, bunda da izlenmekte olan yumuşak iniş politikalarının etkili olacağını öngörüyor. (2)

ABD dünya ekonomisinin lokomotifi, Avrupa durgunlukta

IMF, “ABD ekonomisi pandemi öncesi trendini çoktan aşmış durumda” tespitini yaparak, ABD ekonomisinin dünyanın büyümesinde lokomotif görevi üstleneceğini düşünüyor.

Zira en gelişmiş yedi kapitalist ekonomi (G7) arasında ABD ekonomisinin büyüme hızının 2023’te yüzde 2,5’ten 2024’te yüzde 2,7’ye yükselmesini bekliyor. Bu oran diğer G7 ülkelerinin ekonomik büyüme hızlarının yaklaşık iki katı. “Fransa, Almanya, İtalya, Japonya ve Birleşik Krallık ise yüzde 1’in altında bir büyüme ile durgunluk içinde kalmaya devam edecekler”, tespiti yapılıyor.

Bu durum, ABD’de yılsonundaki başkanlık seçimlerinde Trump’ın yeniden başkan seçilmesinin güçlü bir ihtimal olduğu dikkate alındığında, şaşırtıcı olmalı. Zira genelde, pro-faşist liderlerin ve partilerin ekonomide işler iyiye giderken yükselişe geçmediği, aksine ekonomik koşulların kötüleşmesi durumunda popüler hale geldikleri görülüyor.

“Yükselen ve Gelişmekte Olan Ekonomiler” olarak adlandırılan ülkeler arasında ise Hindistan ekonomisinin yılda yüzde 6’nın üzerinde bir hızla büyümesi beklenirken, Çin ekonomisindeki büyümenin yüzde 5’in altına düşmesi öngörülüyor.

Son 30 yılın en zayıf büyümesi önümüzde: Verimlilik artışları yavaş, küresel borçlar dağ gibi!

Ancak Covid-19 pandemisinden önceki beş yılda küresel büyüme ortalama yüzde 3,4 gibi kayda değer bir oranda gerçekleşmişti. Diğer yandan IMF’nin bu raporda, önümüzdeki beş yıldaki ekonomik büyümenin muhtemelen otuz yılı aşkın bir sürenin en zayıfı olacağı konusunda ülkeleri uyardığını da belirtmekte yarar var.

Keza dünya ekonomisine ait göreceli iyimserliğin, zayıf verimlilik artışı, artan ticaret savaşları ve yoksul küresel Güneydeki borç krizini gizlediğinin de altının çizilmesi lazım. Nitekim her iki kuruluşun raporları da bu duruma dikkat çekerek finansal risklerin sürmekte olduğuna vurgu yapıyorlar. Kısaca içinde bulunduğumuz bu 10 yılı, en iyi ihtimalle, “ılımlı yıllar” olarak nitelendiriyorlar.

Savaşlar ve ekonomik milliyetçilik büyümenin önünde engel

Nitekim Bloomberg, dirençli gibi görünen küresel ekonominin artan borç ve küresel eşitsizliği maskelediğini ileri sürüyor. Ona göre dünya ekonomisi bu yıl ancak yüzde 2,9 büyüyebilecek ve dünya bir krizden kurtulmuş gibi görünse de, savaşlar ve ekonomik milliyetçilik pek çok ülkeyi daha kötü durumda bırakacak.

Yani “2024’ün giderek daha umut verici hale gelen iktisadi hikâyesi, yumuşak bir inişe doğru giden ancak aynı zamanda daha tehlikeli, bölünmüş, borçlu ve eşitsiz hale gelen bir dünyadan oluşuyor”. (3)

Dünya ekonomisinin bu hali bize, kâr oranlarındaki bir düşüş ile birlikte ilerde,   tıpkı 1929-33 ve 2008-2009 kapitalist krizleri gibi bir kriz sürecine girilebileceğini ve bu gerçekleştiğinde yeni bölgesel savaşların ya da gerilimlerin hatta dünya çapında bir savaşın da ortaya çıkabileceğini düşündürüyor.

Enflasyon küresel olarak düşüyor ancak

Fiyat istikrarı anlamında IMF büyük gelişmiş ekonomilerin çok uzak olmayan bir gelecekte yumuşak bir iniş yapacağı konusunda iyimserliğini koruyor. IMF, ayrıca G7 ülkelerinde enflasyonun uzun vadeli ortalama ve hedef seviye olan yüzde 2’ye (üstelik 2025 gibi kısa bir sürede) dönmesini ve bu arada nispeten yavaş da olsa ekonomik büyümenin devam etmesini bekliyor.

Ancak bu öngörü çok iyimser zira İsrail ve İran arasında tırmanan gerilimin de ortaya koyduğu gibi, siyasal ve jeopolitik risklerle dolu bir dünyada bu olayların başta enflasyon olmak üzere bazı ekonomik sonuçlarının olması kaçınılmaz. Ukrayna-Rusya savaşı bunun en somut örneği.

Yoksulluk ve eşitsizlikler arttı

Dünya Bankası raporunda ise 2022 yılında dünyada 712 milyon insanın aşırı yoksulluk içinde yaşarken (günde 2,15 dolardan daha az bir gelirle geçinenler) bu sayının 2019 yılındakinden 23 milyon daha fazla olduğuna dikkat çekiliyor.

IMF Başkanı Georgieva, düşük gelirli olarak sınıflandırılan 69 ülkenin toplam gayrisafi yurtiçi hasılasının, eğer Covid-19 pandemisi yaşanmasaydı ortaya çıkacak olan büyüklüğünden yüzde 10 daha az olduğunu ve ekonomilerin hükümet bütçelerini tüketen borç ana para ve faizi geri ödeme maliyetleri nedeniyle zorlandığını ileri sürüyor.

Ayrıca “büyümenin bundan böyle yavaş olma ihtimalinin yüksekliği nedeniyle yoksul ülkelerin diğerleriyle arayı kapatma şansının daha da azaldığına, gerçekten ölüm kalım savaşı veren, ekonomik ve sosyal zorluklarla karşı karşıya olan ülkelerin varlığına” dikkat çekiyor.

Faiz indirimi kararlarında frene basıldı, bunun azgelişmiş ülkeler için önemli sonuçları olacak

Hükümetler, işletmeler ve yatırımcılar için bir diğer endişe kaynağı ise bu yılın faiz indirimleri yılı olması gerekirken, bunun tam olarak gerçekleşmemesi. Zira gelişmiş ekonomilerdeki bazı merkez bankaları, fiyat baskılarının devam ettiğini gösteren raporlar ışığında, daha temkinli bir yaklaşım benimsiyorlar. Örneğin ABD’de son dönemde enflasyonda görülen artış, bazı FED yetkililerinin faiz indirimi için gelecek yıla kadar bekleyebileceklerini öne sürmelerine neden oldu.

Küresel merkez bankalarının faiz indirimi konusundaki suskunluğunun borç batağına saplanmış bir dünya için çok önemli sonuçlar doğuracağı çok açık. Öyle ki IMF’ye göre bazı düşük gelirli ülkeler GSYH’lerinin yüzde 13’ünü borç servisi için harcıyor. Birleşmiş Milletler (UN) ise, 3,3 milyar insanın, hükümetlerin eğitim ya da sağlıktan çok faize harcama yaptığı ülkelerde yaşadığını tahmin ediyor.

Trump, Modi: Kaotik bir dünya!

Ancak iktidarlar ekonomik milliyetçiliği pompalamaya devam ettikçe durum daha da kötüleşebilir. D.Trump’ın ABD’deki başkanlık seçimlerine gidilirken yapılan anketlerde önde gitmesi, diğer pro- faşist ya da aşırı sağcı popülist liderlerin Avrupa’da zemin kazanması ve Hindistan’da N. Modi gibi bir pro-faşist liderin başkanlık seçimlerini üçüncü kez kazanacağına kesin gözüyle bakılması, barış isteyen herkes için umutlu olmaktan ziyade belirsiz ve potansiyel olarak kaotik görünüyor.

Türkiye ekonomisi yüksek büyümeyi sürdüremeyecek

Raporların Türkiye ekonomisi ile ilgili olarak söyledikleri en önemli şey,  önümüzdeki yıllarda Türkiye ekonomisinin eskiden olduğu kadar yüksek büyüme hızları ile büyüyemeyecek olması.

Örneğin IMF raporuna göre, Yükselen Ekonomiler ve Gelişmekte Olan Ekonomiler sırasıyla; 2024’te yüzde 4,2 ve 2025’te yüzde 4,2 büyüyecekler. Türkiye ekonomisi ise bu ortalamanın altında olmak üzere; 2024 yılında yüzde 3,1 ve 2025 yılında yüzde 3,2 büyüyecek ve büyüme hızı ancak 2029 yılında yüzde 3,5’e çıkabilecek.

Dünya Bankası da benzer biçimde, Hazine ve Merkez Bankası tarafından hayata geçirilen makroekonomik konsolidasyon çabalarının iç talebi baskılamasına atıfta bulunarak, Türkiye ekonomisindeki büyümenin bu yıl yüzde 3’e gerileyeceğini öngörüyor.

2009’dan bu yana en düşük büyüme serisi önümüzde

Bu, Covid-19 pandemisinden etkilenen yıllar hariç olmak üzere, 2009’dan bu yana ekonomik büyümede en düşük seviye demek oluyor (o yıl ekonomi 2008 krizinin etkisiyle yüzde 4,7 oranında küçülmüştü). Bir başka anlatımla, ekonomik büyüme 2025 yılında yüzde 3,6’ya ve 2026’da yüzde 4,3’e çıksa da, ekonomi eskisi canlı olmayacak.

Kuşkusuz ekonomik büyümedeki bu yavaşlamanın gelir dağılımı, işsizlik ve yoksulluk başta olmak üzere önemli sosyal olumsuz etkileri olacak, bu da son yılların en büyük ekonomik hak ve refah kayıplarına uğramış olan başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin nesnel olarak mücadelelerinin artmasına, sınıf mücadelesinin keskinleşmesine neden olacaktır.

Ayrıca bu gelişmenin bazı önemli siyasal sonuçlarının olması da beklenebilir. Öyle ki, kimlik meselelerini ön plana çıkaran siyaset ekonomi iyi giderken işe yarıyor, buna karşılık kalıcı yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı sırasında pek işe yaramıyor. Büyüyen ekonomi her zaman Erdoğan’ın popülaritesinin en büyük parçasıydı, kimlikler üzerinden yürütülen kutuplaştırıcı siyaset de bu popülerliğin devamını sağlıyordu. Ancak son 22 yıldır Erdoğan’ın en büyük gücü olan canlı ve büyüyen ekonomi şimdi onun zayıf karnı haline geldi (İsrail ile olan ticaretin sürmesinin neden olduğu taban kaybına ilave olarak). 31 Mart yerel seçimlerinde iktidar blokunun aldığı yenilgi bunun somut bir kanıtı.

Dünya Bankası kredileri borç stoklarının artmasıyla ve daha fazla sömürü ile sonuçlanıyor

IMF ve Dünya Bankası'nın Bahar Toplantılarında, sayıları milyarları bulan insanın hayatını değiştirecek (genelde kötü yönde) önemli küresel ekonomik kararlar alınıyor. İşin ironik yanı bu kurumların, dünyada aşırı yoksulluğu gidermek için çaba gösterdiklerini ilan etmeleri. Öyle ki örneğin Dünya Bankası'nın resmi web sitesinde böyle yazıyor:

“Dünya Bankası'nın rolü, yoksul üyelerinin hükümetlerine ekonomilerini iyileştirmeleri ve halklarının yaşam standartlarını yükseltmeleri için borç para vererek yoksulluğu azaltmaktır.”

Bu sözler kulağa hoş gelse de, bir ülkeyi daha da borç batağına iterek ülke insanı ve ekonomisi yoksulluktan kurtarılamaz.  Tam tersine daha fazla dış borç demek alan ülkelerin bağımsızlığının yitirilmesi, bu da merkez ülkelerdeki sermaye birikiminin önünün açılması demektir. Kısaca Dünya Bankası azgelişmiş ülkelere yardım amacıyla bu programları hayata geçirmiyor, merkez ülkelerdeki sermaye ve servet birikiminin hızlanması için bir yol olarak bunlara aracılık ediyor.

Bu konuda sadece aşağıdaki örnek bile bu kuruluşun gerçekte neye hizmet ettiğini ortaya koymaya yeterlidir. (4)

Kalkınma adına Bugala Adası yağmalandı

“Uganda'nın Kalangala bölgesindeki Bugala Adası adlı uzak bir bölgede yaşayan topluluklar, bölgelerinin Uganda Hükümeti tarafından büyük bir fabrikanın kurulacağı yer olarak seçildiği haberini aldıklarında, elektrik, daha iyi yollar ve su taşımacılığı altyapısı, hastane, daha iyi okullar ve hatta gençler için iş vaatleri nedeniyle bunu büyük bir heyecan ve coşkuyla karşıladılar. Ancak bunun hiç bitmeyecek bir kâbusun başlangıcı olacağını, çocuklarının topraklarını ve miraslarını kaybedeceklerini, evlerinin ve bahçelerinin köşelerinde ustalaşmış görme engelli çocuklarının ve yetişkinlerinin yeni sınırları yeniden öğrenmek zorunda kalacaklarını bilmiyorlardı.

Kalangala Oil Palm Uganda Limited (OPUL) Projesi adı verilen bu proje 1998 yılında Dünya Bankası ve Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu'nun (IFAD) teknik ve mali desteğiyle Uganda Hükümeti tarafından bir Kamu Özel Ortaklığı (PPP) olarak başlatıldı. Projenin amacı Uganda'nın en ücra ve en yoksul bölgelerinden birinde kalkınmayı teşvik etmekti. Dünya Bankası Uluslararası Finans Kurumu (IFC) sponsorluğundaki proje, BIDCO Africa Limited ve BIDCO Uganda Limited ile OPUL arasında doğrudan bir bağlantı var. Çünkü IDCO Africa Limited, Oil Palm Uganda Limited'in (OPUL) yüzde 90’ına sahip olan BIDCO Uganda’nın önemli bir hissedarı.

Bu şirket, 10.000 hektarı Victoria Gölü'ndeki Kalangala Adaları'nda olmak üzere 40.000 hektardan fazla doğal orman arazisini palm yağı plantasyonları kurmak üzere satın aldı. Ancak halk bundan mutlu değil, pek çok topluluk, ellerinden alınan araziler için hala tazminat talep ediyor. Dahası, bu topluluklar, özellikle de kadınlar ve gençler, herhangi bir araziye sahip olmadıkları veya herhangi bir araziyi kontrol etmedikleri için küçük arazi tazminatından yararlanamadılar. Söz verilen işler bir türlü gelmediği için işsizlikle, toprak kaybı nedeniyle gıda üretiminin etkilenmesi sonucu gıda güvensizliğiyle, işsiz ve yoksul insan sayısındaki artış nedeniyle güvensizlikle, özellikle şirketin plantasyonlarda ve endüstride çalışmak üzere bölge dışından ve ülke genelinden insanları getirmesiyle nüfus arttığı için HIV/AIDS yaygınlığındaki artışla boğuşmaya devam ediyorlar”. (5)

Özetle, Dünya Bankası, Uganda’nın en yoksul bölgelerinden birinde bir palmiye yağı plantasyonunu projesine finansman sağladı, bunu yaparken de yerli halka altyapı, iş ve refah vaat etti. Halkın elde ettiği şeyler ise emek sömürüsü, toprak gaspı ve kalıcı sağlık sorunları oldu.

Sonuç olarak

Bu örnek Dünya Bankası'nın gerçek işlevinin ne olduğunu göstermeye yetiyor: Zenginler için servetlerini büyütmek, mevcut yeni sömürgeci statükoyu sürdürmek ve ekonomik krizin faturasını emekçi halklara ödetmek. Temsil ettikleri emperyalist çıkarları karşılandığı sürece hem Dünya Bankası hem de IMF küresel ekonomide asla radikal değişiklikler yapmazlar ki her iki kurumda da etki anlamında, başta ABD olmak üzere batı emperyalizminin belirleyiciliği çok açıktır.

Ayrıca, borçlu ülkelerin Dünya Bankası gibi kuruluşlara olan borçlarını geri ödeyebilmeleri için (sadece reel ücretleri baskılamak değil), halka dönük kamusal hizmetleri ve kamu harcamalarını da kısmaları gerekiyor.

Nitekim yüksek bir enflasyon ve yoksulluk olmasına rağmen asgari ücretin bu yıl ikinci kez artırılmayacağının açıklandığı Türkiye’de imzalanan 18 milyar dolarlık ek Dünya Bankası kredisinin ardından Bakan Şimşek kamu harcamalarında kısıntı yapılacağını açıkladı. (6)

Bu da işçiye-memura-emekliye daha da düşük ücret artışı, işsizlere daha az işsizlik yardımı, öğrencilere daha kötü eğitim ve hastalara daha yetersiz sağlık hizmetleri ve ekonomi için daha zayıf bir altyapı anlamına geliyor.

Sağcı neo-liberal düşüncenin özellikle de 12 Eylül askeri darbesi sonrasındaki süreçte hâkim ideoloji haline gelmesi yüzünden, bugün başta liberaller olmak üzere (hatta bir kısım solcu) IMF ve Dünya Bankası’nı kurtarıcı olarak görüyor.

Oysa bu iki kurumun kuruldukları yıl olan 1944’ten bu yana işlevlerinde özde bir değişiklik yok: O yıllarda kurulan yeni dünya düzeninin yeni efendisi olan ABD ve onun müttefiki Avrupa emperyalizmine hizmet etmek görevleri bugün de aynen sürüyor. Bugün NATO nasıl askeri olarak emperyalist-kapitalist sistemin aracı ise, IMF, Dünya Bankası (ve Dünya Ticaret Örgütü/WTO) aynı sistemin iktisadi ve mali araçlarıdır.

Ezcümle, emperyalizme (Japon, Rus ve Çin emperyalizmi de dâhil olmak üzere), NATO, IMF, WB ve WTO gibi örgütlere ve bunların ülke içindeki yerli işbirlikçilerine ve kuşkusuz kapitalist sisteme karşı uluslararası işçi sınıfının ve dünyanın tüm ezilen halklarının birlikte mücadelesini örmekten başka kalıcı bir kurtuluş yolu görünmüyor.

                                                               /././

Bir trafik kazasının anatomisi: 35 saatte belirlenemeyen kimlik ve soruşturmada yaşanan gariplikler (Tolga Şardan)

"Sürecin başından itibaren haklarında ceza istenilen polislerin, bu kadar küçük ve basit ceza verilmesi, iki polise ceza verilmemesi ve bizim yaşadıklarımızla dosyaya müdahale edildiğini görmüş olduk"

TÜİK verilerine göre, her yıl ortalama beş bin kişi yaşamını yitiriyor ülkede.

Her ölüm de olduğu gibi, trafik kazalarında yaşanan ölümlerde de büyük acılar ve dramlar kalıyor geriye.

Hele ki, bir genç insanın, alkollü olduğu iddia edilen sürücünün kullandığı aracın çarpmasıyla yaşamını yitirmesi, adli ve idari soruşturmalar ile soruşturmada ihmali olanlara yönelik süreçlerden sonuç elde edilememesi, geride kalan acının katlanmasına sebep oluyor kuşkusuz.

Son dönemde böylesi iki olay, kamuoyunda oldukça tartışıldı. İlki, Somali Cumhurbaşkanı’nın oğlu Muhammed Hasan Şeyh Mahmud, İstanbul’da geçen kasımda kullandığı araçla motokurye Yunus Emre Göçer’in öldürdü.

Diğeri ise, yazar Eylem Tok’un 17 yaşındaki oğlu T.C., yine İstanbul’da Oğuz Murat Aci’ye çarparak ölümüne neden oldu.

Gizemcan Yolcu

Şüpheli trafik kazasıyla başlayan gariplikler

İki olayın yankıları devam ederken, Büyüteç’te bugün Ankara’da, Ağustos 2019’da yaşanan ve Gizemcan Yolcu’nun yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan olaylar zincirini aktaracağım.

Yaşananları okurken; Yolcu Ailesi’nin yaşadıklarına, süreçte dosyanın kapatılmaya çalışılmasındaki “tuhaf” ve “dikkat çekici” gelişmelere tanık olacaksınız.

Önce genç kızın ölümüyle sonuçlanan trafik kazasını anlatayım.

Ankara Üniversitesi Biyoloji Bölümü son sınıf öğrencisi Gizemcan Yolcu, 4 Ağustos 2019’u, 5 Ağustos’a bağlayan gece saat 02.10 sıralarında başkentin önemli arterlerinden Yıldızevler semtindeki evinden sigara almak amacıyla ayrıldı.

O günlerde ailesinin şehir dışında bulunması nedeniyle evinde yalnız yaşayan Yolcu, yakındaki büfeden alacağı sigara için Turan Güneş Bulvarı’nı geçti. Saat 02.20 sıralarında içinde Beytullah Ay’la birlikte dört kişinin bulunduğu araç, evine dönmek için bir kez daha aynı bulvarı geçmeye çalışan Yolcu’ya son sürat çarptı.

Yolcu’ya çarpan araç, hızı nedeniyle kaza yerine 100 metre uzakta ancak durabildi. Yolcu, olay yerinde yaşamını yitirdi.

Kazadan sonra Gizemcan Yolcu’nun yaşamını yitirmesi sebebiyle Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ekim 2019’da iddianame hazırladı.

İddianameye göre, aynı zamanda Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Başkanlığı ve Yıldızevler Polis Amirliği’nin hemen önünde olan kazaya polis müdahale ederken, aracın sürücüsü Beytullah Ay, olay yerinden kaçarak aracını yaklaşık bir kilometre ileriye park etti. Babası ve kardeşine telefonla ulaştı.

Kaza yerinde fren izi bulunamadı. Aracın bir plakası kazada düştüğü için aracın kiralık araç olduğu anlaşıldı.

Aracın içinde bulunan tanıklar, aracın Beytullah Ay tarafından kullanıldığını ifade etti. Ay’ın kazanın ardından aradığı kardeşi Ahmet Ay ile babası Zekeriya Ay olay yerine geldi. Ahmet Ay, Beytullah Ay’ın işlediği suçu üstlenme girişiminde bulundu!

İddianamede yer alan bilirkişi raporuna göre; aracın sürücüsü Beytullah Ay, birinci derecede kusurlu bulundu. Ay hakkında, “yayanın çarpıldıktan sonra havalanarak taşıt yoluna düştüğü görüldüğünde şüpheli sürücünün yüksek seyir hızına ve yaya geçidine yaklaşırken seyir hızını azaltmaması ve sola manevra ile kazayı önlemeye çalışmaması” tespiti yapıldı.

Gizemcan Yolcu’nun yaşamını yitirdiği kazanın üzerinden neredeyse beş yıl geçecek. Henüz, adalet yerini bulmuş değil

Kazada yaşamını yitiren Yolcu ise, “ikinci derecede kusurlu” bulundu, bilirkişi tarafından.

Savcılık, iddianamesinde, Ay kardeşler hakkında hapis cezası istendi.

İki yıldan fazla süren yargılama sonucunda, Kasım 2021’de Beytullah Ay, “taksirle ölüme sebebiyet vermek”ten 4 yıl hapis cezası, kardeşi Ahmet Ay’a ise, 6 ay hapis cezası verdi.

Yerel mahkeme kararı, Ay Ailesi’nce istinafa götürüldü. İstinaf, cezaların çok olduğu gerekçesiyle dosyayı yeniden yerel mahkemeye gönderdi.

Şimdilerde, yargı süreci devam ediyor. Yolcu Ailesi’nin avukatları, bu kez istinafın kararını temyize götürdü. Yargıtay yolu açıldı. Dosya halen Yargıtay’da bekliyor, yerel mahkeme de doğal olarak Yargıtay’ın vereceği kararı bekliyor.

Yolcu’nun yaşamını yitirdiği kazanın üzerinden neredeyse beş yıl geçecek. Henüz, adalet yerini bulmuş değil.

Tek evlatları Gizemcan’ı kaybeden Yolcu Ailesi, dört ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilen Ay’ın serbestçe dolaşmasına isyan ediyor, haliyle.

Gizemcan Yolcu'nun annesi Saniye Yolcu ve Tolga Şardan

Acılı anne anlatıyor

Bu noktada yaşananların daha iyi anlaşılabilmesi amacıyla bir bilgi daha vereyim.

Ay’ın aracıyla çarptığı Yolcu’nun ölümüyle ilgili iki ayrı süreç birlikte yürüdü.

Buraya kadar okuduklarınız, Ay kardeşlere yönelik adli soruşturma ve yargılama safhası.

Süreçle ilgili bir de olaya müdahale eden Yıldızevler Polis Amirliği’nde görevli polislere yönelik idari soruşturma boyutu var ki, “evlere şenlik” dedirten tarzda olaylar zinciri.

Bu arada Gizemcan’ın annesi Saniye Yolcu’nun emekli emniyet müdürü olduğunu belirteyim.

Saniye Yolcu, en üst meslek derecesiyle yani, birinci sınıf emniyet müdürü rütbesinde uzun süre polis başmüfettişi olarak görev yaptı. Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı’nda personelle ilgili soruşturmalara imza attı. Dolayısıyla hem polisliğin nasıl yapıldığını hem de polislerin nasıl suça karıştığını bilen yetkin bir emniyet müdürüydü, yakın zamana kadar. 

Bu ek bilgiyi vermemin gerekçesi şu; Saniye Yolcu, kızını kaybettikten sonra bir yandan adli yargılama sırasında adalet ararken, diğer yandan da evlat acısıyla beraber bir dönem aynı üniforma altında çalıştığı meslektaşlarının “görevlerini ihmal edip etmediklerinin” peşine düştü.

Haklarında şikâyet dilekçesi verip, Yıldızevler Polis Amirliği’nde görevli polislere yönelik Emniyet Genel Müdürlüğü’nce soruşturma açılmasını sağladı.

Kızını kaybeden Saniye Yolcu ile bizzat görüştüm. Yaşadıklarını bir polis müdürü olarak değil, acılı bir anne konumuyla uzun uzun anlattı.

4 Ağustos 2019 gecesi ve sonrasında meslektaşlarının görevlerini nasıl ihmal ettiklerini tek tek anlattı:

“Kızım Gizemcan’ın trafik kazası yaşadığını biz tam 35 saat sonra öğrenebildik. Polisler, kızımın kimliğini tespit edemediler bu kadar saat içinde. Oysaki, kızımın cep telefonu yanındaydı ve ölüm olaylarından sonra kimlik tespit edilmesini sağlamak amacıyla gereken mahkeme kararı Ankara Adliyesi’ndeki nöbetçi sulh ceza mahkemesi tarafından verilmişti. Buna karşın işlem yapılmadığını ortaya çıkardık.

Ayrıca, aracı kullanan Beytullah Ay’ın alkollü olduğu iddiası vardı. Polisler, alkol tespiti yapılması için gereken işlemi geciktirdiler. Kazaya adı karışan şüphelinin, alkol muayenesinin en yakın sağlık kurumunda yapılması gerekirken; Beytullah Ay ve Ahmet Ay, şehir dışında Gölbaşı Devlet Hastanesi’ne alkol muayenesi için götürüldü.

"Beytullah Ay’a yönelik hastane kayıtlarında sadece alkol muayenesi yapıldığı yazılı. Oysa ölümlü olaylarda kan incelemesi de yapılması lazım"

Polislerin yaptığı hatalar zinciri

Ağabeyinin suçunu üstlenmek isteyen Ahmet Ay aynı egece saat 04.20’de, asıl şüpheli Beytullah Ay ise, 06.27’de hastaneye götürüldü. Alkollü olduğu iddiası bulunan Beytullah Ay’ın bu süre içinde alkollü halinden kurtulma durumu vardı. Yoğun sarımsak ve nane kokusu taşıdığı iddia edildi. Alkol muayenesinde ‘sıfır’dı.

Beytullah Ay’a yönelik hastane kayıtlarında sadece alkol muayenesi yapıldığı yazılı. Oysa ölümlü olaylarda kan incelemesi de yapılması lazım. Polisler sadece alkol muayenesi yaptırdı.

Ayrıca, Beytullah Ay’ın polis amirliğinde bulunduğu sürede ölüme sebebiyet verdiğinden dolayı nezarette olması gerekirken, koridorda oturduğunu tespit ettik. Bu sırada Beytullah Ay’ın tanıdığı olduğunu tespit ettiğimiz ve olayla hiç ilgisi olmayan Yücel K. adlı polis, karakola gelip olaya müdahale etti. Bunu da belirledik.”

“Teftiş Kurulu Başkanı ile görüştüm”

Emekli Emniyet Müdürü Yolcu’nun anlattıkları bu kadarla sınırlı değil. Daha ilginç bilgiler aktardı.

Mesleği gereği olması gerekenleri bilen Yolcu, avukatları aracılığıyla polis merkezindeki polisler hakkında Emniyet Genel Müdürlüğü’ne şikâyette bulundu!

Ayrıca, olaya müdahale etmek amacıyla polis merkezine dışarıdan gelen polis memuru Yücel K. da şikâyet edilen polislerdendi.

Süreci yakından takip etti. Bu aşamada yaşadıklarını şöyle aktardı:

“Şikâyetim üzerine Emniyet Genel Müdürlüğü bir polis başmüfettişi görevlendirdi. Meslektaşım başmüfettişin çok titiz çalışma yaptığını söylemem lazım. Başmüfettiş A.D., ifadeleri aldı, belgeleri topladı. Hatta, polis merkezinin kamera görüntülerine ulaştı. Dudak okuma uzmanı bulmaya çalıştı. Ama bulamadı.

Sonuçta, dosyayı zamanında tamamlayıp kurul başkanlığına teslim etti. Bu arada müfettiş meslektaşımla görüştüğümde bana ‘dosya içinde bulunan dört polis hakkında meslekten ihraç talebinde bulunduğunu’ söyledi.

Ancak sonrasında garip gelişmeler oldu. Dosya, disiplin kuruluna girmesi gerekirken, Başmüfettiş A.D.’den alındı. B.E. adlı başka bir müfettişe verildi. Dosyanın içi birden değişti. Bunu öğrendim ve dönemin Teftiş Kurulu Başkanı Fenni Gürsel’i aradım. Telefonla görüştüm. ‘Bu dosyaya müdahale olduğunu tahmin ediyorum’ dedim, ‘dosyada kan var’ dedim.’

Bu görüşmeden sonra Gürsel ve ekibin bize bakışı değişti. Hatta bizi Emniyet Genel Müdürlüğü binasına bile almadılar. Avukatımız bir belge vermek için Teftiş Kurulu’na girmesi gerekti, binaya sokmadılar. Sonrasında Gürsel’in hakkımda şık olmayan bazı sözleri kurulda konuştuğunu duydum. Çok üzüldüm.

“Dosyaya bakan müfettiş emekli edildi”

İlginçtir, Başmüfettiş A.D., bizim dosyaya bakarken 2020 Temmuz’da söz konusu polisler hakkında ek disiplin soruşturma onayı istemiş. Bu onayı istedikten bir ay sonra dosyayı alıp B.E. adlı başmüfettişe vermişler. Zaten Başmüfettiş A.D.’yi de bir sonraki dönemde 2022’de re’sen emekli ettiler.

Avukatım bir süre önce Emniyet Genel Müdürlüğü’nden, soruşturma sonucunu bilgi olarak istedi. Gelen yanıtta, dosyada yer alan polis merkezinde görevli komiser için kınama, komiser yardımcısı için bir aylık maaş kesimi cezası verildi. Diğer iki polis içinse, ceza vermeye gerek olmadığı kararının disiplin kurulunca verildiğini öğrendik.

Sürecin başından itibaren haklarında ceza istenilen polislerin, bu kadar küçük ve basit ceza verilmesi, iki polise ceza verilmemesi ve bizin yaşadıklarımızla dosyaya müdahale edildiğini görmüş olduk.”

***

Şüpheli bir trafik kazasında kızını kaybeden ve üstelik emekli emniyet müdürü olan acılı bir annenin yaşadıkları böyle.

Ülkede her gün benzer onlarca olay oluyor, adaletli ve namuslu soruşturmalar yapılmadıkça, kayıp yakınlarının acılarına acı yükleniyor, maalesef.

                                                       /././

Gelin biraz da katrilyonlarca borç bırakan ‘kayyım rezaleti’ni konuşalım! (Tuğçe Tatari)

Kayyım atanan belediyeler adeta yağmalanmış, deniyor ya, hiç de boşa denmiyor o laf. Buyurun DEM Parti belediyelerine bırakılmış borç listesini alt alta koyalım. Eski para üzerinden tablodaki milyarları ‘katrilyon’, milyonları ‘trilyon’, binleri ‘milyar’ olarak da okuyun lütfen! Ülkeye, toprağa, insana, kaynağa yapılan ihaneti bir arada serelim ortaya. Öyle bir bir arada olabilelim ki, kimsenin bir daha ‘kayyım’dan söz dahi etmeye cesareti olmasın…

Muhalefetin topyekûn zafere ulaştığı belediye seçimleri ardından makamlarına oturacak yeni belediye başkanları büyük borç batakları ile karşılaştı.

CHP, AK Parti’den aldığı belediyelerin arkalarında bıraktıkları borçları tek bir listede, kalem kalem yayınladı. Tablo şüphesiz ki içler acısıydı.
“Belediyeler geçici başkanların babalarının malı gibi kullanılmış” denecek nitelikte harcamalar yapılmış.
Ülke ekonomik bir krizde değilmişcesine, bol keseden ve çoğu lüzumsuz harcamalar…
Ultra lüks saray yavrusu odalar, onlarca lüzumsuz özel araç ve benzeri örnekler zaten yayınlandı ve hepimiz zaten farkında olduğumuz bu ‘Lale Devri’ ile net bir şekilde yüzleşmiş olduk.

Şüphesiz ki; bu borçların her bir kuruşunun hesabı sorulmalı, peşi de asla bırakılmamalıdır.
Bu sözünü ettiğimiz belediyeler ‘kazanılmış’ belediyelerdi, vatandaşın tercihi bu yöndeydi, vatandaşın oy kullanarak yetkilendirdiği belediye başkanlarınca kamu kaynaklarının suistimal edilmiş olduğu da gözler önüne serildi.

Bu tablonun daha da vahimi kayyım atanan belediyeler için de söz konusu oldu.
Cumhurbaşkanı’nın bilgisi dahilinde yapıldığını bildiğimiz kayyım atamalarının amacı, söz konusu belediyelere el koymaktı aslında.
Devlet, mevcut yönetimde halkın çıkarlarına ters gidecek bir durum sezmiş ve yönetime el koymuştu! En azından iddia o yöndeydi.

Devlet ‘vatandaşı koruma’ iddiasıyla el koyduğu belediyelere atadığı kayyımlara şimdi ‘hortumlama’ davası açacak mı? Açmayacak mı? Merakla beklemekteyim!

Meselenin içinde halkın iradesi olmadığından, tepeden inme, el koyma, seçme-seçilme haklarını gasbetme durumları söz konusuyken arkada bırakılan borçlar, ancak o çok sevdikleri ve sık kullandıkları ‘vatan hainliği’ tanımıyla mı açıklanmalı sizce?

Seçimlerde ‘yeniden’ kazanılan Kürt illeri ve belediyelerinde emaneten koltuğa -yıllarca- oturmuş, oturtulmuş kayyımların arkalarında bıraktıkları borç batakları, borçtan çok ‘emanete ihanet’ olarak tanımlanabilir bana göre.
Sen, il, ilçe seçim kurulları ve nihayet Yüksek Seçim Kurulu’nun ‘seçilme yeterliliği’ni teyit ettiği seçilmiş belediye başkanlarını sonradan birtakım gerekçeler öne sürerek soruştur, dava et, tutukla, yerine uygun bulduğun kişileri koy ve o belediyeler adeta hortumlansın ve kimse de bunun hesabını soramasın!
Oh ne âlâ ama yok öyle yağma!

Özetle; Kürt illerinde yaşanan bu ‘yağmamsı’ borçlanmaların hesabı önce toplum önünde, ardından da hukuki süreçlerde sorulması beklenirken, bakıyorsunuz yine bir “vatan, bayrak, milliyet” üzerinden bir gündem oluşturuldu. Hemen ardından İçişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı ‘incelenecek, gerek görülürse yeniden kayyım atanabilir’ imaları yapmaya başladı.

Yaratılan zararın mahcubiyetini dahi hissetmeden hâlâ kayyım konuşabilmek, hâlâ aynı taktiklere başvurabileceğini dillendirebilmek çok acayip!
Nedir şimdi konuşturmaya, tartıştırmaya çalıştıkları konu; bazı belediyelerde görevi devralma töreni yapılırken İstiklal Marşı okumadılar, Türk bayrağı asmadılar gibi….

Oysa muhatap belediye başkanları tek tek bu iddiaların yersiz olduğunu, kandırmaca olduğunu açıklamalarına rağmen Kürtlük ve Türklük bu defa ısrarla belediyeler üzerinden karşı karşıya bırakılma çabasında.

Bir yandan ‘olası bir barış süreci ihtimali’ havası yaratıp, sürece karşı çıkanın sıkıntısını türkülerle dillendirdiği bir ortam…
Her şey fazlasıyla acayip, fazlasıyla belirsiz, fazlasıyla şüpheli ve her şey fazlasıyla ‘oynak…’
Ama sonuç tek!
O da kayyımların arkalarında bıraktıkları il, ilçe, mahallelerde inşa edilen maddi harabeler!

Kayyım nedir; devletin seçilmiş başkanların yerine, tedbir amaçlı atayarak görevlendirdiği yöneticidir.
Bu kayyımlar neden atanmıştır, temelinde şüphesiz ki iktidarın ve ortağının üzerinde mutabakata vardığı ‘vatan hainliği’ vurgusu yatmaktadır.

Kime ve neye ‘vatan haini’ denebilir burada bunu da biraz açmak gerekir diye düşünüyorum…

Vatan hainliğinin tanımı çok geniş, zaten farkındaysanız herkes birbirine kolayca bu vasfı yapıştırmakta bir beis duymamakta. Ucu açık, kapsamı geniş, anlamı derin bir tanım. Hiç de sevmem bu tanımı kullanmayı ama bazen karşıt dilden konuşmayı, daha net anlaşılması açısından da faydalı görüyorum. O yüzden de madem yerli-yersiz kullanılıyor, bari doğru kişiler ve olaylar üzerinde kullanılsın diyorum! ‘Vatan hainliği’ tanımı özünde vatana ihanetten gelir. Vatana ihanet basitçe; vatandaşın güvenini kötüye kullanmak, vatandaşı aldatmak, doğup büyüdüğü topraklara bile isteye kötü veya yanlış şeyler yapmak olarak da tanımlanabilir.
Vatandaşa yönelik gerçekleştirilen toplu kötülük vatana ihanettir, desek bu tanımın çok da uzağına düşmemiş oluruz!
Bu doğrultuda ‘yeniden kazanılan’ Kürt illerine atanmış, el konularak görevlendirilmiş kayyımların geriye bıraktıkları borç bataklarına ve bu borçları yaratan unsurlara iyice bakmak gerekir ki, ihanet ne tarafa düşüyor onu anlayabilelim, net ve görünür kılabilelim!

Kayyımların arkalarında bıraktıkları belediyelerin borç batakları yıllarca çalışıp, didinip kapanamayacak kadar yüksek. Listelerde 150 bin liralık kadayıf masrafı da var 600 bin liralık tekne harcaması da var, eşi/dostu/akrabayı belediyeden maaşa bağlamak da var, bazı kasalarda bulunan nakit paraların buharlaşmış olması ve belediyelere ait taşınmazları satmak, devretmek de var. Bir misal, koltuktan gitmeden hemen önce belediyelere ait arazilerin Milli Eğitim gibi kurumlara devredilmesi… İşin içinde, geldiğinde orada olan bir çaydanlığı, bir semaveri bile arkada bırakmadan, yanında alıp gitmek de var!
Yani kayyım atanan belediyeler adeta yağmalanmış, talan edilmiş deniyor ya, hiç de boşa denmiyor o laf.

Kayyımlardan borç kalan katrilyonlar!

Buyurun ulaşabildiğim kadarı ile Kürt illerinde kazanan DEM Parti belediyelerine bırakılmış borç listesini bir alt alta koyalım. Eski para üzerinden tablodaki milyarları ‘katrilyon’, milyonları ‘trilyon’, binleri ‘milyar’ olarak da okuyun lütfen!

Van Büyükşehir Belediyesi: 8,8 milyar TL

Mardin Büyükşehir Belediyesi: 3 milyar 502 milyon TL

Batman Belediyesi: 3 milyar 53 milyon 977 bin TL.

Muş Belediyesi: 1 milyar 4 milyon 966 bin 396 TL. (Muş’un yeni belediye yönetimi, borç tutarını, “Eski para ile 1 katrilyon 4 trilyon 960 milyar 396 bin TL” ifadesiyle ayrıca vurguluyor.

Siirt Belediyesi: 457 milyon TL.

Silvan Belediyesi: 90 milyon 835 bin 598 TL.

Muş-Bulanık Belediyesi: 165 milyon 226 bin 845 TL.

Van-Tüşba Belediyesi: 237 milyon 374 bin 774 TL.

Şanlıurfa-Halfeti Belediyesi: 460 milyon 601 bin 277 TL.

Hakkari-Yüksekova Belediyesi: 988 milyon 70 bin TL.

Van-İpekyolu Belediyesi: 1 milyar 123 milyon TL.

Ağrı-Patnos Belediyesi: 136 milyon TL.

Bulamadığım, ulaşamadığım, borç miktarını öğrenemediğim belediyeler de var. Eksik varsa bölgede çalışan arkadaşlardan da ricamdır, bu listeyi tamamlayalım ve tek bir parça halinde tarihe bırakalım.

Tarih derken, öyle çok da uzağı düşünmeyelim; önümüz baharsa şayet, hep beraber bahar. Değilse de hep beraber bu kışa mahkûmuz artık bunu anlayalım.

Ve Kürt illerine yapılmış bu kötülüğün hesabını da kendi hesaplarımızın yanına koyalım!
Ülkeye, toprağa, insana, kaynağa yapılan ihaneti bir arada serelim ortaya.
Öyle bir bir arada olabilelim ki, kimsenin bir daha ‘kayyım’dan söz dahi etmeye cesareti olmasın.
Bu borçların hesabını öyle bir bir aradalıkla soralım ki, bir daha hiç kimse, Kürtler özelinde de ‘nasıl olsa yapayalnızlar’ diye düşünemesin.
Öyle bir bir arada olalım ki, bu veya bundan sonraki iktidarlar siyasetlerini, söylemlerini, eylemlerini, dillerini yeniden kurmak zorunda kalsınlar!

(T24)

25 Nisan 2024 Perşembe

Birgün KÖŞEBAŞI - 25 NİSAN 2024 -

 

“Tabii ki” 1 Mayıs Taksim’dir (Gözde Bedeloğlu)

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamalarının en keyifli anlarından biri de siyasetçilerin koltuklarını çocuklara bırakma geleneği. Bu sayede hem yüzler gülüyor hem de Türkiye birkaç dakikalığına da olsa özgürleşiyor. Çocukların düğümleri çözen berrak bakışı sayesinde hayat ansızın kolaylaşıyor. Örneğin, bu yıl İstanbul Valisi Davut Gül’ün koltuğuna oturan Derin Mina, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasına izin verip vermeyeceğini soran gazetecilere “izin veririm tabii ki” dedi. “Tabii ki” vurgusu mühim; çünkü neden olmasın ki? Çocuk valimizin o “tabii ki” deyişinin altında, aslında mesele olmayanı mesele etmemek yatıyor. Ama sonra Derin makam koltuğundan kalktı ve biz sorun olmaması gereken sorunlarla dolu gündemimize geri döndük.  

Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) tarafından hazırlanan Küresel Haklar Endeksi raporuna göre Türkiye, 2022’de olduğu gibi 2023 yılında da işçi hakları açısından en kötü 10 ülke arasında yer aldı. 149 ülkeyi sendikal hakların durumuna göre sınıflandıran raporda Türkiye, ‘hakların güvence altında olmadığı ülkeler’ kategorisinde. Buna göre ülkemizde grevler bastırıldı, sendikacılar gözaltına alındı, tutuklandı, sendika etkinliklerine polis müdahale etti, şirketler sendika üyesi işçileri işten attı, sendika düşmanlığı sistematik hale geldi. Raporda, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) tarafından 26 Şubat 2023’te İstanbul’da düzenlenen depremzedelere yardım çabalarının engellenmesine yönelik eylemde, sendika yöneticisi ve üyelerinin gözaltına alındığına değinildi; Türk Tabipleri Birliği (TTB) Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın ‘terör örgütü propagandası yapmak’ iddasıyla tutuklandığı belirtildi.  

DİSK Birleşik Metal-İş Sınıf Araştırmaları Merkezi (BİSAM) tarafından hazırlanan Mart 2024 dönemine ait ‘Açlık ve Yoksulluk Sınırı Araştırması’ 15 Nisan’da yayımlandı. On gün içinde artmış olabileceğinden artık kimsenin kuşku duymayacağı rakamlara göre dört kişilik bir ailenin sağlıklı beslenebilmesinin aylık maliyeti 16 bin 646 lira. Buna sadece zorunlu gıda harcamaları dahil. Eğitim, sağlık, barınma, eğlence, ısınma, ulaşım gibi giderler eklendiğinde bir ailenin yapması gereken harcama 57 bin 578 lirayı buluyor. Tek başına yaşayan bir kişi için aynı harcamaların toplam tutarının en az 26 bin 517 lira olması gerektiği hesaplanmış. Buna karşın, 2024 yılı için net asgari ücret 17 bin 2 TL olarak açıklanmış ve “gelecek yıl inşallah enflasyonda gerileme olacak, tüm parametreler iyi gidiyor” diyen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan yıl içinde ikinci bir asgari ücret zammına gerek olmayacağını söylemişti. 31 Mart'ta, ortada iyi giden herhangi bir parametre olmadığı seçmen tarafından iktidara bildirildi.  

Küresel Haklar Endeksi’nin 2023 sonuçlarını değerlendiren ITUC Genel Sekreter Vekili Luc Triangle, raporun demokrasinin temellerinin saldırı altında olduğuna dair şok edici kanıtlar sunduğunu, işçi haklarının korunması ile herhangi bir demokrasinin gücü arasında açık bir bağlantı olduğunu ve birinin erozyonunun diğerinin bozulması anlamına geleceğini söylüyor ve ekliyor “hem yüksek gelirli hem de düşük gelirli ülkelerde, çalışan insanlar tarihi bir yaşam maliyeti kriziyle ve kurumsal açgözlülüğün yol açtığı enflasyon sarmalıyla karşı karşıya kalırken, hükümetler ücret artışlarını toplu olarak müzakere etme ve grev eylemi yapma hakkına baskı yaptı. İşçilerin çalışma haklarının korunmasına yönelik talepleri, işverenlerin muhalefetiyle ve hükümetin kayıtsızlığıyla karşılandı ve muhalefetleri, devlet güçlerinin giderek artan acımasız tepkileriyle karşılandı.”  

Türkiye'de maddi yetersizliklerin yanında iş kazaları ve işçi ölümleri de her geçen yıl artıyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 2023’te yayınladığı İş Kazaları ve Meslek Hastalıkları raporuna göre Türkiye, ölümlü iş kazası sayısı bakımından dünyada 15’inci sırada. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) yayınladığı rapora göre ise 2023’te 1929 işçi iş kazalarında hayatını kaybetti. Ölümlerin iş kollarına göre dağılımında ilk üç sırayı İnşaat-Yol, taşımacılık ve tarım alıyor. 39 yaşındaki motokurye Yunus Emre Göçer’in ölümüne sebep olan Somali cumhurbaşkanının oğlu Mohammed Hassan’ın ülkeyi terk etmesine izin verilmiş ve aldığı hapis cezası 27 bin 300 lira para cezasına çevrilmişti. Yine, İSİG Meclisi Çocuk İş Cinayetleri Raporu’na göre en çok çocuk işçi ölümü tarım iş kolunda gerçekleşti. 22 Nisan’da, Mardin’den Manisa’ya doğru yola çıkan aracın kaza yapması sonucu iki mevsimlik tarım işçisi çocuk, 6 yaşındaki Bünyamin Çakıl ve 13 yaşındaki Serkan Çakıl kardeşler hayatını kaybetti.  

Önümüz 1 Mayıs. Taksim, 2013’ten beri olduğu gibi bu yıl da bakanlık ve valilik kararıyla işçilere kapalı. Oysa ki bu acı tablo karşısında söyleyecek çok sözü olan işçilerin, toplanma ve gösteri yürüyüşü düzenlemekle birlikte bunu istedikleri yerde yapmak en temel Anayasal hakları. Kaldı ki Anayasa Mahkemesi, 2014 ve 2015 yılındaki 1 Mayıs kutlamalarının Taksim Meydanı’nda yapılmasının engellenmesine dair verdiği kararda, Anayasa’nın 34. Maddesi ile güvence altına alınan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının ihlal edildiğine hükmetmişti. Mahkeme ayrıca, “canım ne var onlar da başka yerde toplanıversinler” diyenlere cevaben, 1 Mayıs 1977'de 34 kişinin öldüğü Taksim'in başta sendika ve işçiler olmak üzere toplumun belli kesimleri için sembolik bir değer taşıdığını vurgulamış ve meydanın kuşaklar boyu aktarılması gereken ortak bir hafıza mekânı olduğunu belirtmişti. 

23 Nisan’da İstanbul Valisi Davut Gül’ün koltuğuna oturan çocuğun “tabii ki izin veririm” dediği 1 Mayıs Taksim buluşması, işte o “tabii ki” sözünün işaret ettiği kadar doğal bir talep ve tartışılmaz bir hak. Anayasa’ya aykırı olarak sürdürülen yasak da “tabii ki” işçi haklarının korunması ile demokrasinin gücü arasında açık bir bağlantı olduğunun kanıtı.  

                                                       /././

Araç harcamasında 13 yılda 35 kat artış (Nurcan Gökdemir)
Meclis Başkanı Kurtulmuş, servis otobüsü ile Anıtkabir’e giderek kamuoyuna “tasarruf” görüntüsü vermeye çalıştı. TBMM, Kurtulmuş döneminde 57’si lüks, 113 araç kiralamak için 376 milyon TL para harcadı.

AKP artık yurttaşın tasarruf tedbirlerini uygulama konusundaki samimiyetlerine olan inançsızlığını ortadan kaldırmak için farklı manevralar peşinde. Bunun için ilk görsel malzeme 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı dolayısıyla yapılan törenlerde kamuoyuna servis edildi. Fotoğrafta ailesiyle birlikte gerçekleştirdiği Mardin seyahatine devlete ait özel uçakla gittiği için eleştirilen TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un TBMM Başkanlık Divanı üyeleri ile birlikte otobüsle yaptığı yolculuk görünüyordu. TBMM’deki Atatürk Anıtı’na çelenk konulduktan sonra önceki başkanların ve çoğunluğu AKP’li Başkanlık Divanı üyelerinin makam araçlarını tercih ettiği Anıtkabir yolculuğu için Kurtulmuş servis otobüsü kullandı. Otobüsün ilk sırasına Kurtulmuş, koridorun diğer tarafındaki ilk sıraya da yüzbinlerce liralık saati nedeniyle eleştirilen AKP Manisa Milletvekili ve Grup Başkanvekili Bahadır Yenişehirlioğlu oturdu. Kurtulmuş’un “Trafikte sorun olabilir” diyerek otobüse hamle yapmasından sonra törene katılan Başkanlık Divanı üyeleri, bakanlar, milletvekilleri ve TBMM idari personeli de servis otobüsü kullanmak zorunda kaldı. Bir Başkanlık Divanı üyesi, hiçbir AKP’li başkanın önceki yıllarda servis otobüsü kullanmadığını makam otosunu tercih ettiğini, Başkanlık Divanı üyeleri arasındaki AKP’liler ile bakanlardan da otobüse binen pek olmadığını ifade etti.

Özel uçakla Mardin seyahati, yüzbinlerce liralık saat gösterilerek “Bu mu sizin tasarruftan anladığınız? Eleştirilerine yanıt TBMM ile Anıtkabir arasındaki birkaç kilometrelik yolda servis otobüsü kullanılarak verilmek istendi. Heyet Anıtkabir’deki törenin ardından Ulus’taki Birinci Meclis’e geçti oradan da TBMM’ye geri döndü ve herkes makam araçlarına kavuştu.

KİRALAMALAR ZİRVE YAPTI

AKP iktidarları tarafından yayımlanan tasarruf genelgelerinin uygulanmadığı, bizzat iktidar mensupları tarafından delindiğinin kanıtı olarak genellikle uçak, otomobil satın almalar ile kiralamalar örnek gösterilir. Kiralamaları sadece Kamu İhale Bülteni’ni satır satır inceleyerek tespit etmek mümkün ama buna gerek kalmadan iktidarın her yıl TBMM’ye sunduğu bütçenin gerekçesinden araç sayısını ve bütçe harcamaları içindeki kalemlerden de “Araç saltanatı” için yapılan harcamaları görmek mümkün.

“Servis otobüsü” şovu dolayısıyla öncelikle hemen her yıl araç kiralama ihaleleri açan, bu arada da araç satın almaktan geri durmayan TBMM’nin bu konudaki karnesine bakalım. BirGün Parlamento Muhabiri Mustafa Mert Bildircin’in “TBMM’ye yüz milyonlarca liralık filo” başlıklı haberinde, Destek Hizmetleri Başkanlığı’nın 8 Kasım’da düzenlediği  “Sürücüsüz Araç Kiralama” ihalesi kapsamında 57’si lüks binek otomobilden oluşan toplam 113 aracın kiralandığı yer aldı. Kiralanacak araçların, TBMM’yi ziyarete gelen yabancı ülke meclis başkanları ve beraberindekilerin ulaşım hizmetlerinin üç yıl boyunca yerine getirilmesi için kullanılacağı belirtilerek “İtibardan tasarruf yapılmaz” demek için de gerekçe yaratıldı. İhalenin sonuç ilanına göre, toplam 376,7 milyon TL ödenen araçlara aylık ortalama 92 milyon 603 bin TL, günlük ise 3 bin 86 TL kira ödemesi yapılacak.

115 BİN ARAÇLIK DEV FİLO

Bütçe teklifinde yer alan bilgilere göre devletin halen 115 bin 905 aracı bulunuyor ki bu rakamın içinde Milli İstihbarat Teşkilatı’nın kullandıkları ile kiralananlar yok. Son yıllarda özellikle de iktidara yakın şirketlerden dev tutarlı araç kiralamaları yapıldığı biliniyor.

Genel bütçeli idareler arasında 52 bin 430 aracı ile Emniyet Genel Müdürlüğü’nün güvenlik amacıyla kullanılanlar dolayısıyla ilk sırada olması anlaşılabilir, bunu 13 bin 691 araç Milli Savunma Bakanlığı, 5 bin 691 araçla da Jandarma Genel Komutanlığı izliyor.

İsraf harcamaları ile tartışılan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da envantere kayıtlı 408 aracı bulunuyor. Tabloya göre Cumhurbaşkanlığı’nın araç filosu 461, TBMM’nin ise 130 araçtan oluşuyor. Tüm TBMM Başkanlık Divanı üyeleri, partilerin grup yöneticileri, komisyon başkanları, idari personelin sayısı dikkate alındığında ihtiyacın büyük bölümünün kiralamalarla karşılandığı görülüyor. Bu, tüm kamu kurumları için geçerli.

İKİ YILDA 5 BİN YENİ ARAÇ

Ayrıca rastgele bir yılı dikkate aldığımızda bile aralarda yayımlanan tasarruf genelgelerine karşın alımların tüm hızıyla sürdüğünü görmek mümkün. Örneğin 2022 yılı başındaki taşıt sayısı 111 bin 122. Sadece iki yılda filoya 5 bine yakın yeni araç eklenmiş.

35 KAT ARTIŞ

Bu durumu gösteren en açıklayıcı veri, bütçeden kiralamalar ve satın almalar için yapılan harcamalar. Rakamlar bize her genelgeden sonra harcamaların daha da arttığını gösteriyor. 2006’da 314 milyon olan alım ve kiralama harcamaları, 2023 sonunda 35 kat artışla 11 milyar liraya fırladı. Bu arada tüketici fiyat endeksinin 14 kat arttığını da belirtelim.

Genelgelerin etkisi böyle, hiçbir genelge ile harcamalar hız kesmedi. Bakalım yasanın etkisi ne olacak? Lüks araçlarla gezmeye alışan AKP’liler araç tasarrufu yapabilecek mi? Yoksa tasarruf görüntüsü servis otobüsündeki tek karelik Numan Kurtulmuş fotoğrafı ile sınırlı mı kalacak?

∗∗∗

AKP’lİ YILLARDA LÜKS ARAÇ SEVDASI HİÇ BİTMEDİ

                                                             /././

Türkiye plastik sorununun neresinde? (Özgür Gürbüz)

Her yıl 400 milyon ton plastik üretiliyor ve 2040’a kadar bu rakamın iki katına çıkması bekleniyor. Üretilen plastik ürünlerin büyük bir bölümü yakılarak, gömerek ya da olduğu gibi bırakılarak doğaya karışıyor. Her yıl sadece nehir, deniz ve okyanuslara bırakılan plastik miktarı 19 ila 23 milyon ton civarında. Üretim arttıkça bu miktar da artıyor. Denizlerde balıklarla değil plastik şişeler ve torbalarla yüzmeye alışacağız. Beş milimetreden küçük mikroplastikler, gözle görülmesi çok zor olduğu için bizi su şişeleri kadar rahatsız etmiyor. Halbuki her yerdeler; suda, karada hatta vücudumuzda. Kanınızda bile mikroplastik bulunduğunu söyleyip konuyu kapatayım, sizi daha fazla üzmeyeyim.

∗∗∗

Plastik üretimini kontrol altına almak, toplanmasını sağlamak ve geri dönüşümü artırmak için uluslararası görüşmeler sürüyor. Hükümetlerarası Müzakere Komitesi (INC) şu sıralarda Kanada’da dördüncü toplantılarını yapıyor. Amaçları plastik sorununu çözmesi beklenen, bağlayıcılığı olan uluslararası bir anlaşma metnini yıl sonuna kadar yürürlüğe koymak. Kasım sonunda Güney Kore’nin Busan kentinde yapılacak beşinci toplantıda (INC-5) bunun olup olamayacağını göreceğiz.

İklim müzakerelerinde olduğu gibi burada da zamanla yarışıyoruz. Gerçek bir çözüm üretilmeden müzakerelerin uzaması, plastik sorununu daha da büyütecek. İklim meselesinde bu taktiği izlediler. Ne garip bir tesadüftür ki burada da karşımızda büyük petrol üreticileri var. Plastik üretiminin azalması petrol tüketiminin de azalması demek; petrol plastiğin hammaddesi. Plastik kullanımının artması iklim krizinin büyümesi anlamına da geliyor. Plastik üretiminin küresel seragazı emisyonlarının yüzde 5,3’ünden sorumlu olduğunu belirten araştırmalar var. Küresel sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutmak için içinde bulunduğumuz yıldan başlayarak her yıl plastik üretiminin yüzde 12 civarında azaltılması gerektiğini de söylüyorlar. Hem iklim krizi hem de plastik kirliliği petrol şirketlerinin üzerindeki baskıyı artıyor onlar da tüm güçleriyle süreci baltalamaya çalışıyor.

∗∗∗

Müzakerelerdeki temel ayrılık tarafların süreci ele alış biçimlerinden kaynaklanıyor. Taslak metindeki seçenekler bu ayrılıkları net bir şekilde gösteriyor. Petrol üreticisi ülkeler ve plastik sanayi tüketim miktarını azaltmak yerine geri dönüşüm gibi sorunu kökünden çözmeyen çözümleri öneriyor. Başta tek kullanımlık plastikler olmak üzere geri dönüşüm aslında bir yalan. Bir plastik şişe defalarca dönüştürülemediği gibi her geri dönüştürme işleminde daha kalitesiz bir ürüne (plastik kasa gibi) evriliyor ve bir noktada ya yakılıyor ya da mikroplastik olup doğaya karışıyor. O yüzden de gerçek çözümü savunanlar plastik üretiminin azaltılmasını, üretilmesi zorunlu ürünlerin daha dayanıklı olmasını, böylece tekrar tekrar kullanılabilmesini istiyor. Eskiden olduğu gibi açık bakliyat satışı yapılması, bizlerin de kutularıyla marketlere gitmesi veya su ve kahve gibi içecekleri kendimize ait termoslarla almak gibi çözümler Batı’da yaygınlaşıyor; yapılabilir gözüküyor.

Müzakerelere soldan bakanlar, plastiğin tüm yaşam döngüsünü içine alan bir çözüm istiyor. Üretimden atık yönetimine kadar tüm süreci kapsamalı diyor ve insan haklarıyla ilgili sorunlara da dikkat çekiyor. Atık işçilerinin ekonomik, sosyal ve kimi yerde ırkçılığa varan sorunlarının çözümünün, adil bir dönüşüm planıyla sonuç metninde yer almasını istiyorlar.

∗∗∗

Müzakerelerde atık ithalatına sınırlama getirilmesi, plastik vergisi konulması gibi konular da dillendiriliyor. Türkiye gibi Avrupa’nın çöplüğü olmuş bir ülkenin bu konuda müzakere sürecine nasıl ‘katkıda bulunacağını’ da merakla bekliyorum. Avrupa’dan en çok plastik atık ithal eden ülkeyiz. Aynı zamanda plastik üretiminde dünya altıncısı, Avrupa ikincisi konumundayız. Bu yüzden çevreci tedbirlerin çoğu, yıllık geliri 44 milyar doları bulan bu sektörün hışmına uğruyor. Hatırlayın, 2021’deki plastik atık ithalatı yasağı sekiz gün sonra kaldırılmıştı. Tek kullanımlık içecek ambalajlara getirilecek depozito uygulaması da yıllardır erteleniyor. Çevre Bakanlığı uygulamanın en son 2024’te zorunlu hale geleceğini söylemişti, yedi ay kaldı bekliyoruz. Aldığımız tedbirler ise çok sınırlı. Ücreti artık caydırıcılıktan çok uzak hale gelen paralı plastik poşetlerden başka bir önlem ortada yok. Sıfır atık hikayesini ciddiyetten uzak buluyorum.

Türkiye plastik ürünleri ve üreticileri için adeta bir cennet. Çevre Bakanı Özhaseki eksik söyledi. Sadece ağaçları yok edip, ormanlarımızı kel haline getirmedik, doğal alanlarımızı da plastikle doldurduk. Herkesin ortak malı olan doğamızı kaynağı gibi kullanan birkaç şirket kar ederken, hepimiz kaybediyoruz.

                                                                     /././

Bahçeli İYİP’ten ne bekliyor (Yaşar Aydın)
Akşener’in yolculuğu 9 yıl sonra başladığı yerde MHP’nin gölgesinde mi bitecek? (Fotoğraf: Depo Photos)

Bu haftanın en ilginç başlığı Devlet Bahçeli’nin Bakan Şimşek hakkında kullandığı sert sözler oldu. MHP Lideri’nin yaklaşımı esas olarak Erdoğan’ın batıya yakınlaşma girişimine karşı verilen ayar olarak değerlendirildi. Seçim sonrası gelişmeleri alt alta yazdığımızda hiç de yabana atılmayacak bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Ama Bahçeli’yi yakından takip edenler “batı” meselesinin tek başına bir neden olamayacağını bilir. Esas mesele 1 Nisan tarihi itibariyle AKP ve MHP arasında başlayan bilek güreşi. Biraz daha geriye gidersek de son bir yıl içinde iyice ortaya çıkan iktidar bloku içindeki milliyetçi-İslamcı gerilimin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yerel seçimle birlikte siyaseten ortaya çıkan tablo buna eklenince Bahçeli’nin acilen hamle yapmasını zorunlu kıldı.

Bahçeli’nin hamleleri ve İYİP kongresinin bağlantısına geçmeden yerel seçimin yarattığı yeni siyasi fotoğrafa bakmakta fayda var. Her ne kadar bahçeli ve Erdoğan yerel seçim sonuçlarının ülke siyasetinde belirleyici etkisinin olmayacağını söylese de durumun böyle olmadığının kendileri de fakında. Seçim sonuçları hem iktidar hem muhalefet cenahında yeni bir sürecin startı niteliğinde. Nitekim Erdoğan-Bahçeli ikilisi kamuoyu önünde farklı şey söylese de Van’daki mazbata sürecinden Şimşek vakasına kadar yapılan değerlendirmeler ve atılan adımlar iktidar cenahında önümüzdeki sürecin yol haritası için şimdiden adım atıldığını gösteriyor.

KONGREDE NE OLACAK?

Seçim sonrası geçen 3 haftanın bize gösterdikleri üzerinden bir değerlendirme yaparsak Bahçeli ve Erdoğan’ın muhalefeti hiç hesaba katmadan bir gelecek projeksiyonu oluşturduklarını söyleyebiliriz. Buna göre; Önümüzdeki dört yıl –erken seçim olmazsa- sandık kurulmayacak. Cumhurbaşkanlığı Kabinesi ve Meclis varlığını koruyacak. Siyaset kendine başka bir kanal açamazsa Saray ülkenin merkezinde kalmaya devam edecek. Bu projeksiyona göre Meclis, Cumhur İttifakı’nın iki partisi için de kritik bir konuma geldi. İşte Bahçeli’nin İYİP ilgisi de tam bu noktada depreşti diyebiliriz.

Milliyetçi oy patlaması değerlendirmelerinin havada uçuştuğu 14 Mayıs 2023 seçimlerinin üzerinden 10 geçti. 31 Mart seçimlerinde bırakın ikinci patlama neredeyse yarıya düşmüş bir oy var ortada. Bu oyların da neredeyse tamamı MHP’ye ait. Bu koşullarda Bahçeli’den beklenen, İYİP’te olan bitene çok aldırış etmeden herkesi MHP çatısı altına çağırmaktı. Ama öyle yapmadı. Akşener’i yerinde kalma çağrısıyla İYİP’e “kafanı mevziden dışarıya çıkarma” mesajı verdi.

Hatırlanacağı gibi Kasım 2015 Türkiye genel seçimleri sonrasında Bahçeli’nin seçim başarısızlığını eleştiren Akşener, Özdağ ve Oğan gibi isimlerin MHP’yi olağanüstü kongreye götürmek için başlattıkları süreç ihraçla noktalanmış, ardından da 25 Ekim 2017 tarihinde İYİP’in kurulmasıyla yeni bir sayfa açılmıştı. Yaklaşık 9 yıldır Bahçeli bu süreci ihanet olarak tanımladı ve çok net tavır aldı. İhanet cümlelerinin bugünlerde “eski arkadaşlar” olarak düzeltilmesinin arkasında hiç kuşku yok ki İYİP’in Meclis’te bulundurduğu milletvekili sayısı var. Meclis bu kadar etkisizken vekilleri bu kadar önemli kılan şey ise yerel seçimin yarattığı fırtına sonrası iktidar gemisinin rotasında değişiklik ihtimalinin belirmesi.

REJİMİN DİREKSİYONU

MHP lideri Bahçeli AKP’den yükselen sesleri duydu ve önlemini almaya başladı. Rejimin değişmeyeceği konusunun altını çok kalın şekilde çizdi. Tartışmayı başlamadan bitirdi. Ama Cumhur’un önünde tek başlık bu değil. Rejim ekonomik ve siyasal kriz yokmuş gibi, yerel seçim yaşanmamış gibi yoluna devam edemez.

Seçimden zayıflayarak çıkan Erdoğan’ı güçlü hissettirecek şey Anayasa’yı referanduma götürecek ya da erken seçim kararını alacak Meclis çoğunluğuna ulaşmış olmasıdır. Bunun için İYİP ve 5-6 vekilin Cumhur’a desteği yeterli olacak. Hatta MHP, CHP ve DEM olmadan bile bu sayıya ulaşması mümkün.

Bahçeli bugüne kadar yok saydığı partiye çağrı yaparak milliyetçileri bir hatta buluşturma hamlesi yaptı. Akşener ya da devamı bir çizgiyle bu süreci götürebileceğini düşünüyor. Bürokrasi, Çakıcı ve benzerleriyle birlikte Saray’a yerleştirdiklerine destek olacak Meclis gücü Erdoğan’ı istediği çizgide tutmak için yeterli olacağını düşünüyor. Önümüzdeki birkaç yıl -tabi sağlıkları elverdiği sürece- Bahçeli’yle Erdoğan arasında yaşanan bilek güreşini izlemekle geçecek. Bahçeli, İYİP kongresinin sonrasında Kürt sorunu ve demokrasi üzerinden bir hamle daha yaparak dengeyi lehine bozmak isteyecek. İpi gerecek ama koparmayacak. Çünkü ortaklığın bittiğinde rejimin devam edemeyeceğinin farkında. Şimdilik rejimin devamını istiyor. Ama işler kendisi için iyi gitmediğinde en net işaretin ondan gelmesi sürpriz olmayacak.

Bu yüzden İYİP kongresini bir de Bahçeli’nin gözünden takip etmekte fayda var.

(Birgün)