27 Nisan 2024 Cumartesi

Moskova Yazıları (I+II+III) - Kavel ALPASLAN / duvaR

 

Toplumsal yaşamın kalbi Lenin Kütüphanesi'nde atarsa (III)

Odaların camlarından Kremlin manzarası görülüyor. En büyük ve en ünlü odalardan bir tanesinde, uzunca yolun sonunda, kitap okuyan büyük bir Lenin heykeli duruyor. Her iki yanında ise Marx ve Engels heykelleri Lenin’in arkasındaki tabloyu ortalıyor. Duvarlarda ise diğer büyük yazarların, edebiyatçıların, düşünürlerin büstleri masalarda oturanları çevreliyor.

Farklı bir kenti, kültürü tanımak ilk bakışta kendi kültürümüzden ve kentimizden hareketle ‘farklıların’ ayırdına varma yolculuğu gibidir. Genelde ‘egzotik’ bulduğumuz hafızamıza yer eder: “Arabalar yayalara yol veriyor”, “Salyangoz yiyorlar”, “Eve ayakkabıyla giriliyor”, “Trafik ışıkları yok”, “Erkekler selamlaşırken öpüşmüyor”… Kendimizi de bu gözlemlerle daha iyi tanırız, evrensel sandığımız bazı şeylerin belli bir coğrafyaya ait olduğunu görürüz, daha önce fark etmediğimiz detayları keşfederiz. 

Mesela bugün Fas içinde yer alan Tanca kentinden 14. yüzyılda yola çıkan gezgin İbn Battuta, ‘Anadolu’nun gördüğü en güzel memleket olduğunu, ancak insanlarının haddinden fazla esrar kullandığını’ dile getirir. Belki gerçekten de o dönem Anadolu’da esrar sık tüketilmiştir ancak buradaki ‘fazla’, Batutta’nın şahsi deneyimi ve bakış açısıyla belirlenir, bir bağlayıcılığı yoktur. Asıl mesele, her ne kadar kendisi dile getirmese de çift taraflı bir değerlendirme yapıyor oluşudur. Yani Tancalı Battuta “Anadolu’da esrar çok içiliyor” diyorsa eğer kendi kentinde ya da gördüğü yerlerde “daha az içildiği” anlamını da çıkarabiliriz.

Bizden ‘faklı’ olduğunun ayırdına vardığımız bir deneyim, bizim başka kültürlerle yakınlığımızı fark etmemizi sağlayabilir. Bunu isterseniz ‘kendi kimliğimizi oluşturmak için ihtiyacımız olan öteki imgesi’ ile de özetleyebilirsiniz.

‘Biz’ sınırı bazen kentimize, bazen bölgemize, bazense çok daha geniş bir sahaya yayılabilir. Pek çok anlamda alışık olmadığımız bir kimliğe sahip Moskova, bize ‘Akdenizli’ ya da ‘Güneyli’ olduğumuzu hissettiren bir kent. Üstelik bunu soğuk havasıyla değil, soğuk havasının şehir sokaklarında yarattığı kültürel bileşenlerle yapıyor.

Örneğin sokakların iç içe girdiği, dükkanların dışarılara taştığı, plansız, eğilip büküle şekil almış bir şehir merkezi düşünelim. Alışık olduğumuz bu haritada yolumuzu nasıl bulacağımızı biliyoruz; yemek yenecek yerler nerededir, bir şey içmek istesek ne tarafa gitmeliyiz, hangi mekan bizi içeri davet ediyor, hangi sokak tehlikeli görünüyor… İzmir’de, Atina’da, Tunus’ta, Napoli’de ya da Beyrut’ta üç aşağı beş yukarı benzer bir radarla yol alabiliriz. Ancak kuzeye doğru çıktıkça haritaya olan ihtiyacımız da artıyor. Restoranlara, kafelere, barlara kaçamak bir bakışla süzüp giremiyorsunuz çünkü bu yerler genelde yerin altında bulunuyor ve aşağıya doğru inen dik bir merdivenle ulaşılabiliyor. Sokak hizasında da pek çok yer var ancak buralarda da hayat sokağa taşmıyor. Üstelik bu ‘yer yüzündeki’ mekanların da önemli bir kısmı eski binaların dışarıdan pek de davetkar görünmeyen avluları içinde yer alıyor.

İKİ İSİMLİ KÜTÜPHANE

Masa-sandalyeden yoksun, fazlasıyla düzenli geniş yollar ve kaldırımlar bize ‘soğuk’ bir izlenim veriyor. Ancak şehri kenti ritmiyle dinleyecek olursak eğer tüm bunlar yaşamın dışarıda değil içeride devam ettiğini söylüyor. Bir önceki yazıda Moskova’nın metro istasyonları üzerinden şehrin yer altındaki güzelliğinden bahsetmiştik. Bugün de rotamızı yine bir dört duvar arasına çeviriyoruz ve eski adıyla V. I. Lenin SSCB Halk Kütüphanesi yeni adıyla Rusya Devlet Kütüphanesi’ne gidiyoruz.

Eski adıyla V. I. Lenin SSCB Halk Kütüphanesi yeni adıyla Rusya Devlet Kütüphanesi

Gerçek anlamda ‘yabancısı’ olduğumuz bu kentin kapalı mekanlarda atan nabzını tutabilmek için önceden sağlam bir araştırma yaparak rota çizmek dışında pek bir şansımız yok. Moskova hakkında biraz interneti kurcalarken Lenin Kütüphanesi hakkında ‘Dünyanın bilmem kaçıncı en büyük kütüphanesi, Avrupa’nınsa en büyük kütüphanesi’ gibi bir ifade görünce burayı ‘belki geçerken uğrarız’ başlığı altına aldık.

Eğer özel bir ilginiz yoksa, yeni bir kent ile tanıştığınızda onun kütüphanelerini gezmek akla gelmez. “Nasıl gelmez?” diye sitem etmeye gerek yok, sahiden neden sayılı gününüzü kütüphane seyahatiyle harcayasınız ki? Fakat kütüphane Moskova’nın merkezinde olunca uğramak iyice kolaylaşıyor ve fazla bir beklenti içine girmeden yola koyuluyoruz. Hâlâ Lenin Kütüphanesi ismini taşıyan metro istasyonunda indikten sonra kütüphane ihtişamlı siyah sütunlarıyla karşımıza çıkıyor. Tıpkı metro istasyonunda olduğu gibi giriş kapısındaki sütunların üzerinde de Lenin’in ismine rastlıyoruz.

Rusya’da neredeyse her kapalı mekanda bulunan ‘vestiyer’ bölümüne eşyalarımızı bırakırken buradaki kalabalık gözümüze çarpıyor. Kütüphanenin kafesi de aynı şekilde hareketli. Daha sonra kısa bir kayıt işlemi yaptırdıktan sonra içeriye giriyoruz. Tam da bu sırada onlarca odası olan devasa bir yere geldiğimizi fark ediyoruz. Geçmişi 1862’ye kadar uzanan bu kütüphanede 47 milyon kitap, belge ve çeşitli diğer eser bulunuyor. Yıllık 800 binden fazla kişi tarafından kullanılıyor. Fakat yine asıl etkileyici olan rakamlar değil; bu bilmem kaç yüz bin kişinin demografik aralığı ya da ‘nasıl/ne amaçla’ kullandığı da bir o kadar önemli.

BİR SOSYAL YAŞAM MEKANI

Kütüphaneye kim gider? Elbette herkesten çok öğrenciler, araştırmacılar gider ancak bu grubun dışında pek de kimse gidip tek başına bir şeyler okumak, arşivden bir şeyler karıştırmak için şuncacık boş zamanını kütüphanede harcamaz. Yanlış anlaşılmasın, derdimiz ilkokul öğretmeni sitemi ile “insanlarımız artık okumuyor” mesajı vermek ya da “çok cahiliz” diyerek bireysel konumumuzu herkesten yukarılara taşımak falan değil. Sadece Lenin Kütüphanesi içerisindeki sosyal yaşamın farklarını aktarmak. Çünkü burada küçüklü büyüklü odaların içerisinden geçerken dikkatimizi masalarda oturanların farklı yaş ve meslek gruplarından oluşu çekiyor.

Elbette burada da öğrenciler muhtemelen çoğunluktadır. Fakat kesinlikle bizim bildiğimiz örneklerdeki kadar ezici bir çoğunluk değil bu. Masasındaki sayfaları sararmış düzinelerce kitabı karıştıran farklı yaşlardan insanı görmek mümkün. Ya da çok ama çok yaşlı bir amcanın o günün gazetesini alıp bir masaya oturduğunu, ancak gözleri görmediği için gazeteye yapışarak harfleri takip ettiğini gözlemleyebilirsiniz. Koridorlardaki ‘sesli’ okuma ve çalışma alanlarında kısa film çeken gençler, sergi gezmeye gelen arkadaş grupları, ilgi alanlarına göre detaylıca düzenlenmiş kitaplık odalarında gezinenler… Kütüphanenin burada kesinlikle ‘sosyal’ bir anlamı var.

Sovyet dönemi karikatürleri sergisi

ODALAR, KORİDORLAR, MERDİVENLER

İçerideki sosyal hayatın canlılığı ve çeşitliliği ilk dikkatimizi çeken şey olsa da yapının ta kendisini es geçmeyelim. Her katta karşınıza onlarca dev kapı çıkıyor, kapıların odalara, odaların merdivenlere, merdivenlerin koridorlara açıldığı bu labirentte konsept olarak bambaşka yerlerin içine dalıyorsunuz. Kütüphanenin bu bölümleri bir tasarım harikası.

Çoğu çalışma/okuma odasının camlarından Kremlin manzarası görülüyor. Her bir odanınsa farklı bir konsepti var. En büyük ve en ünlü odalardan bir tanesinde, uzunca yolun sonunda, kitap okuyan büyük bir Lenin heykeli duruyor. Her iki yanında ise Marx ve Engels heykelleri Lenin’in arkasındaki tabloyu ortalıyor. Odanın tamamı ahşap kitaplıklarla ve balkonlarla çevrili. Duvarlarda ise diğer büyük yazarların, edebiyatçıların, düşünürlerin büstleri masalarda oturanları çevreliyor.

Kitap okuyan Lenin heykeli. 

Baş döndürücü helezonik merdivenlerden geçerek bazen kendinizi odalar arasında yer alan bir uzun koridorda buluyorsunuz. Burada biz gittiğimizde Sovyet dönemi karikatürlerine dair çok hoş bir sergi vardı. Serginin ardından ‘sesli’ çalışma alanlarından geçip başka çalışma odalarına giriyoruz. Kimi odalar ‘canlı bitki’ konseptiyle tasarlanmış; her çalışma odasında farklı bitkiler yer alıyor. Kimilerindeyse merkezde yer alan bir tablo etrafında masalar şekilleniyor, odadan odaya kullanılan ahşap türleri de değişebiliyor. Hemen hemen her odada kütüphanenin ismiyle orantılı bir şekilde Lenin’in bir heykeli ya da portresi bize eşlik ediyor. En dikkat çekici odalardan biri de 1942 yılında çocuk okuma odası olarak kullanıma açılan yer. Çift katlı ahşap ağırlıklı bu oda küçük olmasına karşın kütüphanenin en güzel yerlerinden biri. Tüm bu odalarda ve hollerde kurcalayabileceğiniz pek çok kitaplık bulunuyor.

Lenin Kütüphanesi, Çocuk Okuma Odası

                                                        *

Bir mekan insanı okumaya, yazmaya, düşünmeye ne kadar teşvik edebilirse o kadar teşvik olmuş şekilde kütüphane ‘gezimizin’ sonuna geliyoruz. Güzelliğini beklenmedik yerlerde bize gösteren Moskova, bir kez daha bizi şaşırtıyor ve yolumuzu sokaklardan çok, kapalı kapıların içine doğru çevirmemiz gerektiğini söylüyor. Güneyli filtrelerimizle bu kenti gerçek anlamda tanıyamayacağımızı, Lenin Kütüphanesi’nin sürprizlerle dolu kapılarıyla öğreniyoruz. Görünüşe göre bir sonraki Moskova yazımızda şehrin farklılıklarına şaşırırken kendimize dair de bir şeyler bulmaya devam edeceğiz.(27/04/2024)

Bir sonraki istasyon: Sosyalist gerçekçilik (II)

Böyle depresif, dejenere bir dünyada birinin ötekine benzemediği renkli, alt metni derin Moskova Metrosu tasarımları; tek desturu kâr hırsı olan günümüzün, monoton ve gri şehircilik anlayışına kılıç çekiyor. Gündelik hayatın nasıl tam içine engin bir ufkun sığabileceğini hatırlatıyor.

Günümüzde güzel bir kenti tescillemenin ölçütü, baş döndürücü bir fotoğraf karesidir. İstanbul, Paris ya da Venedik gibi ‘fotojenik’ kentler, pidecilerin duvarlarını süsler. Ya da bir şehrin ‘şahin tepesine’ çıkıp çektiğimiz fotoğrafları arkadaşlarımıza gösteririz ve “Bak,” deriz “ne de güzel bir şehir burası”. Oysa güzellik çoğu zaman kusursuz bir kadrajın ötesindedir.

Moskova, kesinlikle bu şehirlerden biri. Bir meydan, bir katedral, nehir kenarından çekilmiş bir saray panoraması şüphesiz bize alışıldık bir ‘güzellik’ tablosu çizer. Fakat Moskova tablosunda tüylerimizi diken diken eden güzellikler, en beklenmedik yerlerinde kendisini gösteriyor.

Kütüphaneler, metro istasyonları, mezarlıklar, yerin hep metrelerce altında bulunan lokantalar… Bunlar, popüler tatil destinasyonları lunaparkında ‘gezdiğini’ zanneden bir turist için pek de albenisi olan yerler değil. Ancak alelade bir şehrin gezi rehberine asla girmeyecek yerler, burada şehrin kalbini bize işaret ediyor: Güzelliğini gözlerden uzak muhafaza etmeyi başaran Moskova’yı anlamak için, onu kendi ritmiyle gezmemiz gerekiyor.

                                                            Devrim Meydanı Eskiz

Rotamızın ilk durağı, metro durakları. Moskova’ya geldiğinizde bir gününüzü sadece metro duraklarını gezmeye ayırın desek yeridir. Dünyanın en büyük metro hatlarından birine sahip olan Moskova’da toplam 300 durak bulunuyor. Fakat Moskova Metrosu’nu ilginç kılan, nicel büyüklüğü ya da ‘en’leri değil; ayrıntılı tasarımı. Sovyetler Birliği’nin 1930’larda kullanıma açtığı metronun her bir durağı bambaşka bir kompozisyona sahip.

BİR ANIT OLARAK METRO DURAĞI

Her şey metronun ‘dışında’ başlıyor. Özellikle eski metro hatlarına, yer üzerindeki gösterişli yapılardan giriliyor. Kimisi neoklasik, kimisi konstrüktivist, kimisi gotik, kimisi klasik izler taşıyan bu girişler, Moskova Metrosunun bize sunacağı renkli maceranın sanki bir fragmanı gibi.

Kropotkinskaya (sol üstte), Krasnye Vorota (sol altta),  Arbatskaya (sağda)

İçeri girer girmez alışılmışın dışında bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Örneğin kentin biraz dışında kalan Partizanskaya Durağı’ndaki merdivenlerin başında gösterişli bir Partizan anıtı ile burun buruna geliyorsunuz. Durağın adından da anlaşıldığı üzere burası Nazilere karşı savaşan partizanlar anısına inşa edilmiş. Kimi yolcular bu anıtın altına çiçek bıraktıktan sonra peron katına iniyorlar.

Partizanskaya Durağı

Aşağıda bir tarafta 18 yaşındayken kurşuna dizilen genç komünist Zoya Kosmodemyanskaya’nın heykeli bulunuyor. Diğer yakada ise Nazilere mihmandarlık yaparken onları tuzağa sürükleyen ve böylece canından olan 83 yaşındaki köylü Matvey Kuzmin’in heykeli bizi karşılıyor.

Partizanskaya Durağı peronları, köylü Matvey Kuzmin’in heykeli (solda), Zoya Kosmodemyanskaya heykeli (sağda)

Sütunların üzerinde ise, orak tutan bir kadın ile çekiç tutan bir erkek figürünün arasında partizanlar selamlanıyor.

DEVRİMİN DÜNDEN GELECEĞE SEYRİ

Sırada belki en ünlü metro durağı olarak görebileceğimiz Ploshchad Revolyutsii yani Devrim Meydanı var. Yine görkemli sütunların içerisinden girerek merdivenlere ulaştığınız durağın girişinde önce Lenin’in mozaik portresiyle karşılaşıyoruz. Fakat asıl sürpriz peron katında. Kırmızı mermerden kemerlerin altında toplam 76 bronz heykel bulunuyor.

Devrim Meydanı Metro Girişi 

Merdiven inip peronun sonuna doğru yürüdüğünüzdeyse kronolojik bir anlatının içerisine giriyorsunuz. Öyle ki ismini Ekim Devrimi’nden alan bu istasyonda, devrim öncesi Rusya’sından o günün Sovyetlerine doğru bir geçiş yapıyorsunuz. Finalde ‘geleceğin Sovyetlerine’ ait figürlerle bu gotik yolculuğun sonuna geliyorsunuz. Her kemerde iki farklı figür bulunuyor. Aynı figürler sütunun diğer köşelerinde tekrar ediyor.

Devrim Meydanı

Kronolojiyi daha açık bir şekilde anlatmak gerekirse heykelleri sırasıyla tanıtabiliriz: İşçi ve asker devrimciler, çiftçiler ve denizciler, kadın pilot, köpekli bir keşif askeri (ki en ünlü heykel budur) ve kadın keskin nişancı, erkek ve kadın çiftçiler, erkek ve kadın öğrenciler, erkek futbolcu ve kadın atlet, mayolarını giymiş anne ve baba, çocuklar.  

Devrim Meydanı

METRO ‘ANKSİYETESİNE’ ALTERNATİF BULMA ÇABASI

Şehrin kalbinde yer alan bu metro, 1938 yılında kullanıma açılır. Mimarı ise Moskova metrosunda büyük izler bırakan Alexey Duşkin’dir. Duşkin’in mimarisindeki kilit nokta ise ‘metro anksiyetesiyle’ mücadeledir. Çünkü 1930’larde, henüz metro toplum hayatında son derece yeni bir ulaşım aracıdır. Trenlerin yer altından gidiyor oluşu da haliyle çoğu kişide insani bir ‘kaygıya’ neden olur.

Şöyle bir düşünecek olursak, toprak üstünde yaşamaya alışmış biz insanlar için yer altında olmanın ilk bakışta çekince uyandırması kadar anlaşılabilir bir şey olamaz. Hatta bırakalım 1930’ları ve çağımızı ele alalım. Örneğin, on yıllardır İstanbul’da metro olmasına karşın suyun altından giden Marmaray ilk açıldığında kimileri denizin altından gitme fikrine tedirginlikle yaklaşmıştı ve insanların alışması zaman almıştı. Başlı başına metronun toplum hayatında yeni bir şey olduğu zaman uyanacak hisleri siz düşünün!

İşte bu yüzden Duşkin’in mimariye kattığı bazı yeniliklere rastlıyoruz. 1930’larda mimarlar kemerli kolonları daha ‘ince’ göstermenin insanlardaki kaygıyı azaltacağını düşünür. Duşkin ise bu kemerli kolonların köşelerine koyduğu heykellerle aynı algının sağlanabileceğini savunur, nitekim Ploshchad Revolyutsii’de bunun örneğini verir.

Mayakovskaya Eskizi
YERALTINDAN GÖKYÜZÜNE AÇILAN PENCERELER

Duşkin’in bir diğer ünlü metro durağı tasarımı olan Mayakovskaya Durağı’nda da benzeri bir anksiyete azaltma kaygısına rastlıyoruz. Ancak bu sefer sadece biçimsel olarak değil aynı zamanda ‘içerikte’ de bir ferahlık arzusunu görüyoruz.

Öncelikle bu durak adını fütürizmin öncü isimlerinden şair ve sanatçı Vladimir Mayakovski’den alıyor. Şairin şiirlerinden dizeleri metro istasyonunun girişinde tavanda bulunuyor. Ancak Mayakovski’nin şiirlerinde kullandığı ‘çelik’ gibi imgelere de dolaylı olarak rastlamak mümkün. Burada kemerlerde paslanmaz çelik dikkatimizi çekiyor. Nitekim Moskova Metrosu’nun ‘neoklasik’ mimarisi burada yine Mayakovski’nin kendisiyle uyumlu şekilde avangart bir dokunuş kazanıyor.

Mayakovskaya Girişi

Peronların arasında 33 görünür kubbeler ise bize hem Mayakovski’nin sanatını hem de ferahlık hissini düşündürüyor. Kubbenin tam orta yerinde Sovyet ressam Alexander Deineka’nın ‘Sovyet Gökyüzünde Bir Gün’ isimli mozaik eserleri yerleştirilmiş. Bu eserler Mayakovski’nin de işlediği temalardan esinlenirken aynı zamanda insana kubbenin üzerinde toprak değil de bir gökyüzü olduğu hissini veriyor.

Mayakovskaya Tavan mozaikleri

Uçaklar, fabrikalar, paraşütler, ağaçlar, dalgıçlar, biçerdöverler, çiçekler, elektrik telleri, top oynayan çocuklar… Tüm tablolar bakanın kendini yere uzanmış hissettiği bir perspektifle işlenmiş. Dolayısıyla kubbe adeta yeryüzüne açılan bir cammış gibi hissediyorsunuz.

Mayakovskaya çıkışı

İşin daha da ilginci Naziler Moskova’ya yaklaştığında bu durağın en önemli sığınaklardan biri oluşudur. Şüphesiz o günlerde kubbelerin pek çoğunda yer alan uçaklar, Moskovalıların içerisine daha farklı duygular serpmiştir.

Mayakovskaya Metro Durağı İkinci Dünya Savaşı sırasında sığınak olarak kullanılmış (1941)
GELENEKSELİN YENİLİKÇİLİĞİ

Böylece yine taşıdığı isimle kazandığı konsept ile bize uyumlu oyunlar oynayan Mayakovskaya’dan ayrılıp başka duraklara durağa geçiyoruz. Yeri gelmişken söylemeden geçmeyelim: Metrolar dakikada bir geldiği için metro durağını treni beklerken incelemek her zaman mümkün olmuyor. O nedenle birkaç seferi kaçırmayı göze alarak peronları geziyoruz.

Novoslobodskaya Durağı

Her ne kadar her metro durağı birbirinden farklı olsa da Moskova Metrosu’nun estetiği dediğimizde herkesin aklına gelen bir ‘gelenek’ bulabiliriz. Bu da geleneksel Rus mimarisinin şiddetli bir şekilde hissedildiği bazı duraklarda karşımıza çıkıyor. Bağlamları farklı olsa da devasa avizeler, süslü kolonlar ya da parlak renkli tavanlar bize Moskova’nın toprak üzerindeki merkezinde gördüğümüz geleneksel mimariyi hatırlatıyor. Novoslobodskaya Kiyevskaya yada Komsomolskaya bu tarzdaki istasyonlara örnek olarak sayılabilir.

Komsomolskaya Durağından bir kesit

Ancak ‘geleneksel’ diyorsak yanlış anlaşılmasın, buradaki ‘gelenek’ metrolara ait bir gelenek değil. Kültüre ait bir gelenekselden bahsediyoruz. Kulağa paradoksal gelse de geleneğin böylesi bir şekilde metroya aktarımı ‘yenilikçi’ bile sayılabilir. Zira dünyada eşine rastlamıyoruz.

Kiyevskaya Durağı
GÜNDELİK HAYATI SIRADIŞI KILMAK

Moskova’da gezilecek, hikayesini kazıdıkça bizi şaşırtacak daha o kadar fazla metro istasyonu var ki bir yazıya sığdırmak imkansız. Turumuzu burada sonlandıralım. Eğer yolunuz Moskova’ya düşerse, sadece rastgele metro istasyonları gezerek bir gününüzü geçirin. İnanın bu gezinizde aklınıza pek çok farklı soru gelecektir.

Taganskaya Durağı

Örneğin neden bugün benzeri bir özgünlükten uzaktayız? Büyükşehirlerde yaşayanların gün içerisinde kamusal alanda belki en fazla içerisinde bulunduğu mekanlar metro istasyonları. Buna rağmen neden metro istasyonları sermaye tarafından sömürülen monoton yaşamlarımızın, bir o kadar kasvetli yansımaları olarak karşımıza çıkıyor? Bırakın ruhsuzluğu, hiçbir hikayesi olmayan metro istasyonlarının isim hakkı bile satılığa çıkartılabiliyor. 

İşte aradığımız ve bulduğumuz güzellik burada, yerin altında. Hem en çok bulunduğumuz hem de en umursamadığımız mekanda. Böyle bir depresif, dejenere bir dünyada birinin ötekine benzemediği renkli, alt metni derin Moskova Metrosu tasarımları; tek desturu kâr hırsı olan günümüzün, monoton ve gri şehircilik anlayışına kılıç çekiyor. Gündelik hayatın nasıl tam içine engin bir ufkun sığabileceğini hatırlatıyor.(25/04/2024)

Dünyaya ait kurtuluş mesajı, bir kenti nasıl şekillendirdi? (I)

Ekim Devrimi’nin açtığı ufuk ne Şablovski’ye, ne Şuhov’a ne Moskova’ya ne de sadece mimariye has. Sınıfsız, sınırsız bir dünyaya doğru yola çıkan bir deneyimin hayatın ve dünyanın her alanına nüfuz etmesi şaşırtıcı değil; şaşırtıcı olan bu deneyimin sıra dışı izlerini bir kentin sokaklarında takip edebiliyor oluşumuz.

Kentlerin iskeletleri önce coğrafya tarafından şekillenir. Engebe, su yolları, deniz, toprağın bereketi, bataklıklar… Daha sonra ise bu iskelete göre başta ekonomik olmak üzere beşeri eklemler dahil olur: Liman, tarım, ticaret rotaları, sanayi, hayvancılık, madencilik. Yollar ya da mahalleler hep bu iskelet ve eklemler üzerinde inşa edilir. Geriye kalan tali unsurlar ise kentlerin eti olur. Zaman içerisinde çarşıların pazarların yerleri değişir, mahalleler yıkılır, mahalleler yapılır… Fakat kent kabuk değiştirse de iskeleti ve eklemleri büyük ölçüde sabit kalır.

Fakat öyle bir kent var ki eti diğer tüm kentlerden farklı bir şekilde yoğrulmuştur. Rusya’nın başkenti Moskova bu anlamda eşsiz bir kent. Öyle ki Ekim Devrimi ile birlikte Moskova’nın sırtına bir başkentten çok daha fazlası yüklenir: Burası artık sadece bir nehrin şekil verdiği bir kent değildir; aynı zamanda tüm dünya için alternatif sunan yeni bir uygarlık kurma iddiasında bir başkenttir. İşte sırf bu yüzden bile Moskova, başlı başına gezmeye, tanımaya değer bir kent.

Moskova denince akla hep Kremlin ya da Aziz Basil Katedrali gelir. Ancak bugün kentin turistik kısımlarını pas geçerek, Moskova’yı sıra dışı kılan yerleri gezelim. 

DEVRİMİN İLK YAPISI, İLK MESAJI

Geçtiğimiz yüzyılda Moskova’yı şekillendiren her ne kadar devrimin yenilikçi ruhu olsa da burası aslında uzun yıllar Rusya’nın Ortaçağını temsil eden bir kenttir. Şehirle aynı ismi taşıyan nehir kenarında kurulan ve Rusya’nın ortaçağ tarihi boyunca önemli rol oynamış Moskova’nın pabucu, 18. yüzyılın başında Baltık Denizi kıyısında Çar I. Petro’nun sıfırdan Petersburg’u inşa ettirmesiyle birlikte dama atılır. Yıllar içerisinde siyasi ve ekonomik önemini kaybetmemiştir tabii. Ancak 1917 yılındaki Ekim Devrimi ile birlikte kent yeni bir çehre kazanır. Bolşevikler iktidarı ele geçirdikten bir yıl sonra Lenin başkenti Petrograd’dan Moskova’ya taşır. Artık Moskova, Sovyet yönetiminin kalesidir. Ve göndereceği sınıfsız, sınırsız bir dünya için mücadele mesajı sadece kendi sınırlarına değil tüm dünyaya ulaşacaktır.

İşte bu dönüşümün izini sürmek üzere kentin güneyinde son derece sembolik bir yapıyla karşılaşıyoruz. Karşı devrimci güçlerle savaş halinde olan Sovyet yönetiminin inşa emri verdiği ilk büyük proje, bir radyo kulesine aittir. Lenin’in emriyle 1919 yılında yapımına başlanan kuleyle birlikte diğer bölgelerle iletişim hedeflenir. Ayrıca bu kuleden yapılacak yayınla devrim mesajının dünyaya yayılması amaçlanır.

                                                         Şuhov Kulesi

Rus mühendis Vladimir Şuhov tarafından tasarlanan ve 1919-1922 yılları arasında inşa edilen heybetli yapı, birçok avangart sanatçıyı etkileyen modern malzemelerin keşfiyle tanımlanan bir hareketin simgesidir. Yaklaşık 160 metre boyunda olan kule, toprağa monte edilir ve daha sonra kasnaklar ve vinçler kullanılarak yerine oturtulmuş bölümler halinde inşa edilir. Yapı, Şuhov tarafından icat edilen bir yöntem olan dairesel bir dönüşle oluşturulmuş kafes çelik bir kabuktan oluşur.

Bugün kulenin yanına geldiğimizde belki yüksek binalara alışmış gözlerimiz için Şuhov Kulesi alelade bir yapıdır. Onu asıl özel kılansa devrimci mimarisiyle zamanında tüm dünyaya taşıdığı devrimci mesajların uyumudur. Proletaryanın inşa edeceği yeni bir dünyanın müjdesi, ancak böyle bir kuleden dünyaya görünmez dalgalar halinde yayılabilirdi. Nitekim dönemin Sovyet konstrüktivist sanatçıları da Şuhov kulesine büyük bir heyecanla yaklaşır. Aleksandr Rodçenko’nun 1929 yılına ait fotoğrafları, bu mesaj-mimari uyumunu gözle görülür hale getiriyor.

Aleksandr Rodçenko, Şuhov Kulesi'nde.

Bugün bu fotoğrafların açısıyla kuleye alttan bakmak istesek de maalesef yanına yaklaşmak mümkün değil. Hatta kısa bir süre önce Rusya’da artık atıl bir vaziyette duran Şuhov Kulesi’nin yıkılıp yıkılmaması gerektiğine dair ciddi bir tartışma yaşandı. Her ne kadar henüz yıkım kararı çıkmadıysa da restorasyona yönelik de bir adım atılmadı.

İLK TOPLU KONUTLAR: ŞABOLOVSKİ

Şuhov Kulesi’nden ayrılmadan önce en yakındaki metro durağını aramak üzere haritayı açıyoruz. Ancak kroki adeta dile geliyor ve mahalleyi terk etmeden önce uğramamız gereken bir yer olduğunu çok net bir şekilde gösteriyor. Kulenin hemen yanında, kuşbakışı çarpıcı bir görüntüye sahip yapılara rastlıyoruz. Aslında bulunduğumuz konuma gelirken yolumuz bu yapıların yanından geçmişti, ancak özgünlüğünü fark edebilmek için yukarıdan bir görüntüye ihtiyaç varmış. Böylece ‘Şabolovski’ ismiyle bilinen bu mahallede gezintiye çıkıyoruz.

Şablovski Konutları

Zigzaglar çizen bu yapılar, konstrüktivist bir mimariye sahip olduğu için pek eskiymiş gibi durmuyor. Gelgelelim burası, Sovyetler Birliği’nin ilk büyük toplu konut projelerinden biridir. Ekim Devrimi ile birlikte barınma hakkı gerçek anlamda güvence altına alınır (Sovyetler Birliği’nde barınma hakkını daha önce işlemiştik). Ancak genç Sovyet yönetimi kaba bir şekilde bu hakkı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda devrimci bir şehir plancılığına soyunur. Normal şartlarda kâr hırsı nedeniyle hesaba katılmayan pek çok insani ihtiyaç, avangart bir tasarımla buluşur. Tasarlanan konut planlarında mahalle sakinlerinin dışarıya hiç çıkmadan tüm ihtiyaçlarını içeride sağlayabilmeleri amaçlanır: Dükkanlar, okullar, enstitüler, yurtlar, fabrikalar ve hatta krematoryumlar… Tüm bu birimler aynı yerleşke içerisinde toplanır. Ancak ortada bir cümbüş hali yoktur, tersine binalar ana caddeye 45 derecelik açılarla konumlanır. Böylesi bir konumlandırma tüm binaların eşit derecede ve bol miktarda ışık almasını sağladığı gibi kapalı avlu bolca yeşil alan imkanı sunar. Şablovski Konutları bu anlamda 1920’lerin Sovyet toplu konut anlayışına dair harika bir örnek.

Şablovski Konutları 

Şablovski Konutları’nın orta yerinde Avangart Merkezi bulunuyor. Sergi ve enstitü olarak kullanılan merkezde bir de mahalle hakkında bir müze yer alıyor. İçeride mahallenin erken dönem Sovyetler’inde nasıl bir devrimci model olduğunu gösteren pek çok bilgi yer alıyor. Böylece meselenin sadece radyo kulesi ve konutlarla sınırlı olmadığını, aynı zamanda pek çok başka deneyimin de önce Şablovski’de vücut bulduğunu görüyoruz. Örneğin Bolşeviklerin bir dönem hayata geçirmeye çalıştıkları, ‘komünal evler’in Moskova’daki ilk örneğini de Şuhov Kulesi ile Şablovski Konutları arasında buluyoruz. ‘Yeni Sovyet insanına’ uygun bir komünal yaşam tarzı için tasarlanan bu bina yine bize hem mimari hem de içerik olarak devrimci bir bütünlük sunuyor.

Komün Ev

                                                           *

Ekim Devrimi’nin açtığı ufuk ne Şablovski’ye, ne Şuhov’a ne Moskova’ya ne de sadece mimariye has. Sınıfsız, sınırsız bir dünyaya doğru yola çıkan bir deneyimin hayatın ve dünyanın her alanına nüfuz etmesi şaşırtıcı değil; şaşırtıcı olan bu deneyimin sıra dışı izlerini bir kentin sokaklarında takip edebiliyor oluşumuz. Bu şehri özel kılan yerleri keşfetmek üzere bir sonraki yazıda Moskova’nın daha farklı mahallelerine seyahat edeceğiz.(23/04/2024)

Kavel ALPASLAN / duvaR


Birgün KÖŞEBAŞI - 27 Nisan 2024 -

 

Çocuk kitaplarının dili (Atilla Aşut)

Çocuk kitapları, yayıncılar açısından kazançlı bir alan olarak görülüyor. Bu kitaplar için bandrol zorunluluğu olmaması da yayıncıların iştahını kabartıyor sanki. Piyasadaki hareket biraz da bu yüzden bereket kazanmışa benziyor...

Peki, bu kitapları yazan ve basanların çocuk pedagojisi ile ilgileri nedir? Uzman denetiminden geçiyor mu çocuk yayınları?

Gelişim çağındaki çocuklara yönelik kitapların, biçim ve içerik yönünden onların düzeylerine uygun olması gerekir. Pedagoik eğitimi olmayan insanların çocuk kitabı yazmaları, çocuklara yarar yerine zarar verir. Bazı kitaplar ise çocukların düş dünyasını, düşlem gücünü geliştirmek şöyle dursun, kafalarını karıştırıp ruhlarını karartabilir…

Daha da kötüsü, gerici yayınevlerinin bu alanı ideolojik amaçla kullanıyor olmaları. Örneğin kimileri, “çocuk gelin” faciasını özendirmek için “Ben de gelinlik giymeyi hayal ediyorum” gibi sözler söyletebiliyor minik kız çocuklarına…

Eğitimci yazar Mahiye Morgül, yıllardır uğraşır bu konularla. Ayrıca çocuklar için hazırlanıp Milli Eğitim Bakanlığı’nca salık verilen ders kitapları hakkında açtığı sayısız dava da vardır.

Çocuk kitaplarında sayfa düzeninden görsel öğelere ve harf karakterine değin her bir ayrıntı önem taşır. Resimlerle içerik arasındaki uyum da çok önemlidir. Genellikle çeviri kitaplarda görsellikle içerik uyumuna pek özen gösterilmiyor. Sözgelimi kitabın adı “Fareli Köyün Kavalcısı” ama çizimlerde kavalcı yok, borazan öttüren bir genç var! Böyle bir şey olabilir mi?

Bu kitaplar ciddi dil ve yazım sorunları da içeriyor. Sözgelimi, 4 E Yayın Dağıtım’ın Kültür Bakanlığı sertifikalı bir kitabının kapağında “çocuk” sözcüğü  “ÇocuQ”  biçiminde yazılmış! Kitabın 8. sayfasında “Fareler de peşinden geldiler”  tümcesindeki “de” bağlacı bitişik! 16. sayfadaki “Piper de çocukları bıraktı”  tümcesindeki “de” bağlacı ise “Piper’de” biçimde yazılmış. Çocuklara Türkçeyi böyle mi öğreteceğiz?

Bir başka yayınevinin “Yemekte Fare” adlı kitabında da fareler, yalnız yaşayan bir arkadaşlarını delikten çıkarmaya uğraşırken, “lezzetli peynir parçalarıyla, doğum günü davetiyeleriyle… gelirlermiş” deniyor. Oysa burada sözkonusu olan “doğum günü davetiyesi” değil “doğum günü daveti”dir. Kitabın bir başka yerinde ise “vejetaryen” sözcüğü “vejeteryan” olarak yazılmış. Bu Fransızca sözcüğü üstelik yanlış yazmak yerine “etyemez” diye çevirselerdi o yaştaki çocuklar için daha anlaşılır olmaz mıydı?

Dilbilgisi ve Türkçe bilinci, çocuklara küçük yaşta aşılanırsa kalıcı olur. O nedenle çocuk kitaplarında Türkçenin doğru, güzel ve anlaşılır kullanımı büyük önem taşıyor. Anlatım düzgün olmalı, sözcükler yanlışsız yazılmalıdır. Noktalama imleri de yerli yerinde kullanılmalıdır…

HAFTANIN NOTU

Taksim, 1 Mayıs Alanı’dır!

Emekçilerin uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs yaklaşırken, iktidar yine “yasakçı” yüzünü gösterdi. Oysa aynı iktidar, 2009 yılında 1 Mayıs’ı “Emek ve Dayanışma Günü” ilan edip ardından Taksim yasağını kaldırırken çok böbürlenmişti. Yandaş gazeteler de o günlerde AKP iktidarını öve öve bitirememişlerdi. Bugün tam tersi çizgide yayın yapan iktidar yandaşlarına o günkü manşetlerini anımsatmak isterim...

Örneğin Sabah gazetesi, 2 Mayıs 2010 tarihli manşetinde, Taksim Alanı’nın işçilere dar geldiğini yazıyor ve “32 yıl sonra işçiye açılan Taksim’de 1 Mayıs coşkusu meydandan taştı” diyordu. Aynı tarihli Yeni Şafak gazetesinin “TABU YIKILDI” manşetinin altında şu satırlar okunuyordu: “Türkiye, taksim korkusuyla yüzleşmeyi başardı. 1977’deki kanlı 1 Mayıs’ta 37 kişinin hayatını kaybettiği Taksim Meydanı, 33 yıl sonra AK Parti iktidarında kutlamalara açıldı. Yüz binler içi bayramını barış içinde kutladı.” O günkü Akşam gazetesinin birinci sayfası ise boydan boya 1 Mayıs kutlamalarına ayrılmış ve gazetenin manşetinde “Taksim’ine Bayram Gelmiş Memleketin” ifadesi yer almıştı…

Gelin görün ki aynı iktidar döneminde Taksim, on dört yıldır yine kapalı emekçilere…

Ama yerel seçimlerden sonra ülkede siyasal iklimin değişmekte olduğuna ilişkin bir inanç doğdu. O yüzden bu yıl 1 Mayıs’ı Taksim Alanı’nda kutlama konusunda işçi sınıfında, sendikalarda, demokratik kitle örgütlerinde ve çeşitli toplum kesimlerinde çok güçlü bir istenç olduğu görülüyor.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, daha önce Taksim Alanı’nın işçilere kapatılmasının hak ihlali olduğuna karar vermişti. Anayasa Mahkemesi’nin de aynı doğrultudaki kararıyla bu durum artık tartışmaya yer bırakmayacak biçimde kesinleşmiştir. Ne var ki Saray rejiminin Anayasa’yı ve Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımama yolundaki hukuk dışı tutumu da sürüyor. Nitekim İstanbul Valisi Davut Gül“1 Mayıs bu yıl da Taksim’de kutlanmayacak” açıklamasıyla toplumda yeni bir gerilimin fitilini ateşlemiş bulunuyor.

Bu yanlıştan hemen dönülmeli ve Anayasa Mahkemesi kararına uyularak Taksim Alanı, 1 Mayıs’ta işçilere açılmalıdır.

                                                             /././

Geldi yine anayasa mevsimi (Berkant Gültekin)

Türkiye yine bir anayasa tartışmasına doğru sürükleniyor. Önümüzdeki süreçte yazılı ve görsel medyada bol bol yeni anayasa üzerine yürütülen polemiklere şahit olacağız. Hukukun, adaletin ve bağımsız yargının mumla arandığı ülkede, harıl harıl anayasa teorisi, anayasacılık tarihi konuşulacak.

AKP’nin temel argümanı, Türkiye’nin 12 Eylül’ün vesayetçi anayasasından kurtulması ve sivil-özgürlükçü bir anayasa yapması gerektiği… Erdoğan şöyle diyor: “Dünyada birçok alanda değişimden söz ediliyor. Sosyolojiler, teknolojiler, iklimler ve daha birçok zemin çok hızlı değişiyor. Buna ayak uydurmak için de Türkiye’nin eskinin darbe ruhunu özünde barındıran anayasa metninden kurtulup yenilikçi ve özgürlükçü bir anayasaya kavuşma zamanı gelmiştir.”

Bu sözleri Erdoğan değil de anayasaya saygısından şüphe duyulmayacak bir siyasi söylese sorun olmayabilirdi. Ancak Erdoğan’ın ismi ve anayasa kelimesi arka arkaya telaffuz edilince kulağa tuhaf geliyor. Zira Erdoğan, kendi için imal edilen bir anayasaya bile riayet etmiyor. Türkiye demokrasisindeki büyük sorunların da şahsi iktidarının anayasanın üstünde denetimsiz ve kontrolsüz bir güce ulaşması gerçekliğinden türediğini göremiyor. Daha doğrusu görüyor ama “sivil anayasa”yı, sivil iktidarın istediği her şeyi yapması, “vesayeti” de siyasi erki sınırlayan her türlü hukuki kaide olarak algılıyor.

MUHALEFETİN TUTUMU

Muhalefetin yeni anayasa konusunda nasıl bir tutum alacağı merak konusu. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, önümüzdeki hafta Erdoğan ile bir araya gelecek ve bu görüşmede çok muhtemel ki anayasa da konuşulacak. Özel, yeni anayasa konusunda yaptığı açıklamada, önce Erdoğan’ın mevcut anayasaya uyması gerektiğini belirterek Can Atalay’ın tutsaklığı, AİHM ve AYM kararlarına uyulmaması gibi birtakım hukuksuzlukları sıraladı. Aynı zamanda müzakereye ve diyaloğa da açık olduğu yönünde bir görüntü veren Özel, başta partisinin eski lideri Kılıçdaroğlu olmak üzere bazı kesimlerden eleştiri aldı. Ancak gerek Özel’in siyaset stratejisi gerekse de son demeçlerinden yola çıkılarak söylenebilir ki, CHP Lideri’nin, partisini AKP ile anayasa yapan bir pozisyona getirme ihtimali oldukça zayıf. AKP ve CHP arasında yapılan anayasa görüşmeleri, tarafların kendi taslaklarını birbirlerine aktardığı toplantılardan öteye gitmeyecektir.

DEM Parti’den de yeni anayasayla ilgili mesajlar verildi. Partinin Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, Meclis’te yaptığı konuşmada, “İktidar Kürt meselesinde güvenlikçi anlayışa çakılı kaldıkça geçmişteki partiler gibi kaybetmeye mahkûmdur. Gelin yamalı 12 Eylül darbe anayasasını hep birlikte değiştirelim, hep birlikte yeniden inşa edelim” dedi. Bu sözler kimi çevreler tarafından, Kürt hareketinin iktidarla anayasa değiştirmeye istekli olduğu şeklinde yorumlandı. Ancak tek başına Hatimoğulları’nın bu mesajı, DEM Parti’nin anayasa sürecinde AKP’ye destek beyanı olarak ele alınmamalı. Hatimoğulları o sözleriyle partisinin genel olarak anayasa perspektifini ortaya koydu. Anayasanın değişmesini istemek ile anayasayı AKP’yle ortaklaşarak değiştirmek aynı şey değil. Bununla birlikte DEM Parti’nin sürece tamamen kapıyı kapatmayacağı da düşünülebilir. Ancak Kürt hareketi, sürece destekleyici bir noktadan dahil olacaksa (kısmi ya da bütünsel) hükümetten bazı adımlar bekleyecektir. Böylesi uç bir senaryo, Türkiye siyasetinde denklemin değişmesi ve ortaya bugünkünden çok farklı dinamiklerin çıkması anlamına gelecektir.

AKP-MHP blokunun anayasa meselesinde İYİ Parti’den özel bir beklentisi olduğu söylenebilir. Meclis’te toplam 315 vekille temsil edilen iktidar kanadının tek başına anayasayı değiştirme ya da anayasa değişikliğini referanduma götürme şansı bulunmuyor. Anayasa değişikliği için en az üçte iki çoğunluk (400 vekil), referandum için ise en az beşte üç çoğunluk (360) gerekiyor. Cumhur İttifakı, Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’un oy hakkı olmadığından, anayasa değişikliğini referanduma götürmek için diğer 46 vekilin desteğine ihtiyaç duyuyor. Eğer AKP, İYİ Parti’yi de yanına çekebilirse eksik parçanın yüzde 80’ini tamamlamış olacak. Meclis’te İYİ Parti’den istifa eden 4 bağımsız vekilin bulunduğunu da hatırlatalım. Bu durumda iktidar, Gelecek ve DEVA partilerinden alacağı katkılarla referandum için gereken sayıya ulaşabileceğini düşünüyor.

ERDOĞAN AMACINA ULAŞIR MI?

Anayasa, 22 yıl boyunca AKP iktidarı için işlevsel bir araç oldu. 2010 ve 2017’deki anayasa değişiklikleri, kurumsallaşma yolunda rejimi birer basamak daha yukarıya çıkardı. Erdoğan şimdi de anayasa sürecini bir kaldıraç olarak kullanmak istiyor.

Yeni anayasadan muradı, daralan hegemonyasını tamir ederek siyasette yeniden belirleyici konuma gelmek, iddiasını/amacını kaybeden hareketinin üzerindeki ölü toprağını atmak ve bir kez daha cumhurbaşkanı adayı olmasının önündeki yasal engeli kaldırarak başkanlık rejimiyle eline geçirdiği siyasal gücü pekiştirmek.

Eğer başkanlık sistemini ana hatlarıyla muhafaza eden bir anayasaya, birkaç “yumuşama” adımına aldanarak meşruiyet kazandırılırsa, bu hem parlamenter sistemi savunan CHP, hem “Darbe anayasasından kurtulalım” diyen DEM Parti, hem de bu rejimi değiştirmek amacıyla bir önceki seçimde yan yana gelmiş diğer tüm muhalefet partileri açısından büyük bir çelişki olur.

Milyonlarca insanın geçim sıkıntısı çektiği, genç kuşakların geleceksizleştirildiği, emeklilerin sefalete mahkûm edildiği, sosyal ve ekonomik problemlerin günden güne derinleştiği Türkiye’de acil ihtiyaç, anayasaya uymamayı alışkanlık haline getiren bir siyasi iradenin elinden çıkacak yeni anayasa mıdır? Tüm yetkiyi tek elde toplayan, ülkenin başına gelen birçok musibetin birinci derecede sorumlusu olan başkanlık sisteminin ana akslarına dokunmayan bir anayasa değişikliği, Türkiye’yi gerçekten aradığı demokrasi, özgürlük ve refah ortamına ulaştırabilir mi?

Muhalefet partileri bu sorular üzerine düşünmeli ve doğru cevaplarla memleketin geleceği için net bir siyasi tutum almalı.

                                                                 /././

Yolsuzluk ve siyaset (İlhan Cihaner)

Türkiye’de siyasetin toplumsal rahatsızlıkları ortaya çıkarmasına, örgütlemesine, dönüştürücü dinamik yaratma anlamında “kriz” çıkararak öncülük yapmasına pek alışık değiliz. Genellikle siyasetin, bıçağın kemiğe dayanması aşamasına gelen kitlelerin “kendiliğinden” tepkilerinin yanında durmasına ve takip etmesine alışığız. O nedenle olsa gerek yerel seçim sonuçları birçok yorumcu tarafından ¨seçmenin¨ müdahalesi olarak değerlendirildi. Seçim sonuçları enine boyuna tartışıldı, daha da tartışılacak. Ben yerel seçim süreci ve sonrasında ortaya çıktığını düşündüğüm bir dinamik üzerine yazmak istiyorum.

Öteden beri yolsuzluk iddialarının halkta yankı bulmadığı, hatta espri ile olsa da “iş bilirlik!” anlamında seçmen tarafından olumlu karşılandığı söylenir. Haliyle seçmenin tercihinde belirleyici olmadığı düşünüldüğü için de siyasi mücadelenin konusu haline getirilmez. Üst düzeyde israf eleştirileri yapıldı ise de geniş tanımlı yolsuzluk kapsamında değerlendirilmesi gereken uygulamaların “israf “ parantezine alınması kısmen meşrulaştırıcı ve yolsuzluğun ahlaki ve kriminal yönünü perdeleme işlevi gördü. Ancak yerel seçim süreci ve sonuçları seçmenin önemli bir kısmında yolsuzluk iddialarının belirleyici olabileceği yönünde güçlü işaretler barındırıyor. En son ıstakoz ve Roleks saat tartışmaları yüzeysel de olsa bunu gösterdi.

HALKIN TEPKİSİ ARTTI

Gelir dağılımındaki bozulma, artan yoksulluk, siyasi muktedirlerin her yerden fışkıran lüks ve şatafatlı yaşamları, damlama ekonomisinin iyice gerilemesi geniş kesimlerin yolsuzluklara olan farkındalıklarını ve tepkilerini artırdı, daha da artıracaktır. Türkiye’de Osmanlı’dan beri yolsuzluk iddiaları, rejim/sistem değişiklikleri, darbeler gibi siyasi altüst oluşlar sonrasında cumhuriyet fikri ve hukuk devletinin gerilemesi sonrası yükselmiş. Her gelen, kimi zaman yerli ve milli sermaye yaratmak için, kimi zaman kendi çetesinin sermayedarını yaratmak için yağmalamış kamuyu. Ancak Özal’la başlayan ve onun mirasçısı olduklarını gururla söyleyen AKP ile devam eden dönem tam bir yağma dönemi oldu. Kamu özel ortaklıkları, devleti küçültme, özelleştirmeler, fon oluşturma, davet usulleri vs. gibi yöntemler ülkeyi yolsuzluk batağına çevirdi. Üstelik bu yağmaya uluslararası finans da ortak edildi.

CHP’li Belediye Başkanlarının mal beyanı açıklamaları, yaşanan lüks ve şatafatı ifşa etmeleri, bilançoları açıklamaları yolsuzlukla sistematik mücadelenin yapılabilmesi için bir fırsat barındırdığı gibi kendilerine bundan sonrası için de sorumluluk yüklüyor. Siyasallaştırılmış, siyasi mücadelenin üst başlıklarından birisi haline getirilmiş bir yolsuzluk mücadelesi aynı zaman da yanlış zeminde kamplaşmış kesimlerin arasındaki duvarları da yıkma potansiyelini barındırıyor. Sağ iktidarların yolsuzlukları meşrulaştırma mekanizmaları eskisi kadar işlevsel değil. Bu durum sol/sosyal demokrat/laik kesimlerle sağ/muhafazakar/İslamcı kesimlerin yolsuzluk algılarını ve verdikleri tepkiyi ortaklaştırabilir. Her ne kadar yolsuzlukla ilgili ölçümlerde her yıl daha vahim bir noktaya düşüyorsak ve durum sahiden vahim ise de kimlik ve kültür eksenli farklı tutumlar aşılır ise gelecek adına büyük kazanımlar elde edilebilir. Ortaya çıkan iddialarla ilgili kişiler ve yandaşların meşrulaştırma ve inkar çabaları ahlaki zeminin hala yok olmadığının da göstergesi bence.

MUHALEFETE DÜŞEN

17-25 Aralık gibi devasa yolsuzluk iddiaları sonrasında toplumun artık duyarsızlaştığı, yolsuzluğun artık tabana yayılarak içselleştirildiği yorumları yapıldı ise de 17-25 Aralık soruşturmasının Fethullahçı kadrolarca yürütülmesi ve zaman zaman kanun dışı yöntemlere dayandırılmış olması belirleyici faktörlerden birisiydi. Aynı zamanda iktidarın meşrulaştırma enstrümanları işlevseldi. Artık o noktada değiliz.

CHP’li belediyelere sorumluluk düştüğünü söylemiştim. Doğal olarak ilk sorumluluk şeffaf ve temiz bir yönetim tarzını benimsemeleri. Ancak en az bunun kadar yapılmış yolsuzlukların ifşası ve yasal gereğinin takipçi olunması önemli. “Senin yolsuzun benim yolsuzum” demeden, başta kent suçları olmak üzere hiç bir yolsuzluğa izin vermemeleri gerekir. Doğal olarak en büyük sorumluluk partinin karar alıcılarına düşüyor: Topyekün ve sistematik bir yolsuzlukla mücadele programını hayata geçirip siyasi mücadelenin üst sıralarına taşımaları gerekir. İster doğru olan olduğu için, ister seçmen nezdinde karşılığı olacağı için olsun...

(BİRGÜN)

soL GÜNDEM - 27 Nisan 2024 -

 Patiswiss 'vakası' hakkında şimdiye kadar tüm bildiklerimiz

Sosyal medyada tüketiciyi, fabrikada işçiyi azarlayan; nasıl bu kadar çabuk büyüdüğüyle ilgili bilinmezlikler evreninde süzülen Patiswiss vakasına tümüyle bakmak gerek.

"Küflü çikolata" paylaşımı karşısında Patiswiss markasının hem patronu hem de CEO’su olan Elif Aslı Yıldız Tunaoğlu'nun tehdit dolu paylaşımı, bir dizi skandalı da ortaya döktü. Aylar önce defalarca işçi ve sendika düşmanı tavırlarıyla soL'un gündeme getirdiği Patiswiss ve sahibi Elif Aslı Yıldız Tunaoğlu'nun öde(me)diği vergi, al(ma)dığı diploma ve hızlı yükselişi merak konusu.

"Ankara’dan dünyaya gitme" iddiasında olan Patiswiss’in çalışanları sefalete giden yolda yaşadıkları baskı, mobbing ve düşük ücretin hikâyesini defalarca anlatmıştı. Öyle ki, işçiler Ocak ayında verdikleri demeçte şunları söylemişti:

“Patronumuz Elif Hanım egosu çok yüksek bir insan. Bunu anlamak için fabrikada çalışmaya gerek yok. İnternete biraz bakan biri bile anlar. Zamanında üretim alanına gelip işçilere bağırıp çağırdığına, azarladığına bizzat şahit oldum.”

Bir LinkedIn kullanıcısının küflenen Patiswiss çikolatasını paylaşması üzerine, Patiswiss patronu Tunaoğlu tüketiciyi tehdide varan saldırganlıkta yorum yapmış ve Türkiye gündeminde 1. sıraya yerleşmişti.

Migros, Carrefour ve ürün satışını sürdüren mağazalar ürünü çektiklerine dair açıklama yaptılar, şimdilik.

Yönetim kurulu başkanlığından istifa etti ama yerine eşi geçti

Tunaoğlu önce özür dilemiş, sonra da paylaşımlarını ve hatta sosyal medya profillerini silmişti. Tepetaklak gidişi özürlerle toparlayamayacağını anlayan patron Tunaoğlu yönetim kurulu başkanlığı görevinden istifa etmek zorunda da kaldı.

Bu istifa gelen tepkileri durdurmak içindi çünkü Tunaoğlu zaten şirketin sahibi. Yönetim Kurulu üyelerinden, aynı zamanda da Aslı Elif Yıldız Tunaoğlu'nun eşi olan Ali Sinan Tunaoğlu, şirketin Yönetim Kurulu Başkanı oldu. Ali Sinan Tunaoğlu hâlâ Karel Elektronik Sanayi ve Ticaret A.Ş.'de Yönetim Kurulu Başkanı olarak görevine devam ediyor. Tunaoğlu ile Elif Aslı Yıldız 2022’de evlenmişti. Elif Aslı Yıldız, Tunaoğlu ile evlenmeden önce Karel Elektronik Sanayi ve Ticaret A.Ş.'de mühendis olarak çalışıyordu.

Yüksek lisans tarihleri kafaları karıştırdı

Tunaoğlu'nun LinkedIn hesabındaki paylaşıma göre, 2011 yılında Hacettepe Üniversitesi’nde Endüstri Mühendisliği bölümünde yüksek lisans yapmış. 2013 senesinde de yüksek lisansını bitirmiş. Ancak Hacettepe Üniversitesi’nin sitesindeki bilgilere göre Tunaoğlu’nun yüksek lisansı o tarihler arasında yapmış olması soru işareti yarattı.

                                                        Elif Aslı Yıldız Tunaoğlu'nun LinkedIn hesabı 

Sitedeki bilgiler şöyle:

“2004 yılında kurulmuş olan Hacettepe Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü, Beytepe Kampüsü'nde kendisine 2007 yılında tahsis edilen ve toplam 4 kat ve yaklaşık 900 m2 kullanım alanına sahip olan binasında hizmet vermektedir. 2012-2013 eğitim-öğretim yılı Bahar döneminde yüksek lisans eğitimine başlanmıştır.

İsviçreli çikolata firması Patiswiss: Marka ihlalinden yasal işlem başlatılmıştır

İsviçreli çikolata firması Patiswiss'ten de peşi sıra bir açıklama geldi. Patiswiss AG, CEO'nun imzasının yer aldığı duyuruyu Linkedin üzerinden paylaşarak, Türkiye’de aynı isimle faaliyet gösteren markayla herhangi bir ilgileri olmadığı ilan edildi. Hatta defalarca davalık olduklarını da eklediler sözlerine.

Açıklamada isim hakkı konusunda Türkiye'deki firmaya dava açtığını belirten Patiswiss AG ayrıca "Patiswiss AG İsviçre'nin ticari markası birçok ülkede tescil edildiğinden, geçmişte de birkaç kez Patiswiss Çikolata'ya karşı ticari marka kanunu kapsamında marka ihlalinden yasal işlem başlatılmıştır. Tek üretim tesisimiz İsviçre'nin Gunzgen şehrinde bulunmaktadır. Şirket ayrıca yenilenmeyi, güvenliği ve hoşgörüyü temsil ediyor" dedi.

Hızla büyüdü: Ödüller, TV programları, dergilerde söyleşiler

Elif Aslı Yıldız Tunaoğlu ile evli olan Ali Sinan Tunaoğlu'nun kurucusu olduğu Karel firması, devlet firmalarıyla önemli ilişkiler kuran bir şirket. Patiswiss'in 3 işletmesinde 2 sene önce toplamda 200'e yakın işçi çalışırken bugün 1000'den fazla çalışanı var. Hızlı bir şekilde büyüyen Patiswiss’in kazancının arkasında işçilerin emeği, sermayenin örgütlülüğü yatıyor.

Patiswiss, 2004 yılında kurulmuş Türkiye merkezli bir çikolata ve tatlı üretimi şirketi. Şirket, 2017 yılında Elif Aslı Yıldız Tunaoğlu tarafından satın alındı. Yıllar öncesinde yaptığı söyleşilerde hayalinin pastanecilik olduğunu açıklayan Tunaoğlu daha önce Ankara'da "Karameli" isimli bir pastane açmıştı.

Tunaoğlu basamakları ikişer ikişer tırmanırken hem dergilerde hem de etkinliklerde boy göstermeye başladı. Bununla sınırlı kalmıyordu tabii ki, A Haber'den NTV'de canlı yayınlara konuk olan Tunaoğlu, kakaodaki üretim sıkıntısıyla ilgili bilirkişi olarak Sözcü'nün haberlerine de görüş vermeye başlamıştı. Katarlı sermayenin sahibi olduğu Bein Medya'da da 'Elif'in Çikolata Fabrikası' isimli bir program yapan Tunaoğlu şatafatlı 'kariyeri'ne ödüllerle devam etti. 

2023 yılında Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), TOBB Kadın Girişimciler Kurulu (KGK) ve Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) gerçekleştirdiği Türkiye’nin Girişimci Kadın Gücü Yarışması’nda yüzde 1114 büyüme oranı sebebiyle yılın en hızlı büyüyen Kadın Girişimci Şirketi ödülü almıştı. Yine Denebunu Awards’da da ödül alan Patiswiss’in de Elif Aslı Yıldız’ın da son yıllarda aldığı ödül sayısı bol.

Ancak, son aldığı ödüller ses getireni. Sendikal hakları için mücadele veren Patiswiss işçisi, Tunaoğlu’na üç ayrı ödülü layık görmüştü. İşçilerden Tunaoğlu'na; "Kadın işçileri en inovatif sömüren patron", "Yılın en itici PR çalışması" ve "Sosyal medyada en hızlı laf yetiştiren patron ödülü" verilmişti.

35 ülkeye ihracat

Tüm hızıyla büyüyen şirket Mayıs 2023'te ABD pazarına açıldı, sendikayı fabrikadan uzak tutmak için de elinden geleni yaptı. Ekim 2023'te Yıldız Tunaoğlu, şirketin halka arz edilmek istendiğini ve arz tarihinin yakın zamanda açıklanacağını duyurmuştu. Yıldız Tunaoğlu, Aralık 2023'te Patiswiss’in ABD, Rusya ve İngiltere başta olmak üzere 35 ülkeye ihracat gerçekleştirdiklerini, cirolarının yüzde 10'unun bu ihracatlardan geldiğini açıkladı.

Firmanın Ostim'deki üretim tesisi haricinde; Sincan'daki Malıköy Başkent Organize Sanayi Bölgesi ve Malıköy Anadolu Organize Sanayi Bölgesi'nde üretim tesisleri yer alıyor.

Vergi bilmecesi: Memurun vergisi firmadan fazla

Patiswiss’in sermayesinde çarpıcı bir artış yaşandı, 28 milyonluk sermaye sadece 8,5 ayda 200 milyona yükseldi. Patiswiss Çikolata Gıda Sanayi ve Ticaret A.Ş’nin sermayesi bu sürede içerisinde yüzde 700 arttı. Şirketin 18 Nisan 2023’te 28 milyon 750 bin lira olan sermayesi 2 Ocak 2024 tarihinde 200 milyon lira oldu. T24'ün haberine göre, 200 milyonluk sermayenin 160 milyon lirası Elif Aslı Yıldız’a, 20 milyon lirası Yıldız’ın eşi Ali Sinan Tunaoğlu’na, 20 milyon lirası da Yıldız’ın kardeşi Mustafa Nazif Yıldız’a yazıldı.

Peki bilmece bununla sınırlı kalıyor mu? Hayır. Şirketin "250 milyon dolarlık ciro yapmasına karşı 3 yılda yalnızca 73 bin liralık vergi ödediği" de iddia edildi. Elif Aslı Yıldız Tunaoğlu'nun bir söyleşisine dayandırılan "250 milyon dolarlık ciro" aslında sehven yapılan bir hata. Aynı haberin başlığında "250 milyon lira" yazılırken, metninde "250 milyon dolar" yazılmış. Öte yandan 2023 yılında yapılan açıklamada da istifa eden eski Patiswiss CEO'su şunları söylüyor:

“Üretimimizin yüzde 10'unu ABD, Rusya, İngiltere başta olmak üzere 20 ülkeye ihraç ediyoruz. Yılı 250 milyon lira ciroyla kapatıyoruz. Gelecek yıl hedefimiz bu sayıyı 500 milyon lira çıkarmak. Bunları yaparken kadınlara yönelik birçok proje de yürütüyoruz."

Birçok haberde hâlâ "2022 cirosu 250 milyon dolar" olarak yazılmaya devam ediyor, ancak gerçek böyle değil.

Patiswiss'in cirosunda emeğini sömürdüğü ve hakkını vermediği işçilerin payı çok büyük ve verdiği vergi bir o kadar da küçük. Öyle ki ödenen vergi, maaşlı bir çalışanın bile ödediği miktar kadar veya daha az.

250 milyon liralık ciro yapılan 2022 yılında Patiswiss’e tahakkuk edilen vergi miktarı 41 bin lira. Ciroyla net kâr aynı şey değil ve vergi net kâr üzerinden alınıyor. Öte yandan, ihracat yapan firmalara vergi indirimi de uygulanıyor. Kabaca bir kurumlar vergisi hesabı yapılırsa eğer şirketin kâr olarak gösterdiği rakam 2022 yılında 300 bin liranın biraz üzerinde olması gerekiyor. Bugün en düşük memur maaşıyla hayatını idame ettiren bir vatandaşın ödediği gelir vergisi 71 bin 500 lira. Yani Elif Aslı Yıldız Tunaoğlu’nun patron olduğu Patiswiss’in ödediği vergiden daha da yüksek. 

                                                                  Tahakkuk fişi

Kadın işçiler anlatmıştı: 'İşçilere bağırıp çağırdığına, azarladığına bizzat şahit oldum'

Bu yıl ilk şikayetler Ocak ayı sonunda konuşan iki işçiden gelmişti. İki kadın işçinin şikayetlerinin en başında bağırıp çağırma ve azarlamalar yer alıyordu. İşçiler arasında birlik olmadığı için bu davranışlara güçlü bir karşılık sergilenemediğini anlatıyordu iki kadın işçi.

Üzerlerinde sürekli bir baskıyla, çok düşük ücretlerle, sürekli daha fazla çalışmaya zorlanan işçiler, Patiswiss’te çok sayıda depremzedenin işe alınmasının Elif Aslı Yıldız Tunaoğlu tarafından sosyal medyada bir reklam malzemesi olarak kullanıldığını da anlatmıştı. 

Şirketin "kadın", "eşitlik" sözlerini düzenli olarak reklam malzemesi olarak kullandığını da anlatan işçiler “Bırakın kadın haklarını, insan haklarını tanımıyor” diyordu ve patron Tunaoğlu’nun "İnsan hakları vardır ama bu fabrika duvarının arkasında” dediğini aktarıyordu.

Maaşlarının ancak kredi kartı borçlarını ödemeye yettiğini dile getiren işçiler “Elif Hanım eşitlikten bahsetmeyi çok seviyor ama böyle bir eşitlik olmaz. O lüks bir hayat yaşıyor ve bunu paylaşmaktan çekinmiyor. Bizim böyle bir isteğimiz yok ancak emeğimizin karşılığını almak istiyoruz” diyerek tepki gösteriyordu.

İşçilerin haklılığı belgelendi: IFFCO patronu işçileri taşeron üzerinden çalıştırmış

IFFCO'da şirketin, sendikanın yetkisini düşürmek için usulsüz olarak işçileri taşeron firmalar üzerinden çalıştırdığı, bu nedenle çok sayıda işçinin özlük haklarının zarar gördüğü belgelendi.

İzmir'in Çiğli ilçesindeki Organize Sanayi Bölgesi’nde faaliyet gösteren Dubai merkezli IFFCO Türkiye’de çalışan 5 işçi sendikalaştıkları için Şubat ayı sonunda haksız nedenlerle işten atılmıştı. 

Bir yıldır Tek Gıda-İş Sendikası'nda örgütlenme çabasına girdiklerini ancak şirketin gerekli çoğunluğun sağlanıp sendikanın yetki kazanmasının ardından, önce sendikalaşma sürecini uzatmak için adımlar attığı, sonra da sendikalaşma çabasında olan işçileri düzenli olarak istifaya zorlayıp mobbinge maruz bıraktığı biliniyor.

IFFCO işçilerinin direnişinin 54. gününde önemli bir gelişme yaşandı.

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) müfettişleri fabrikada incelemede bulundu ve işçilerin taşeron firmalar üzerinden gösterildiği belgelenmiş oldu.

Çok sayıda işçinin özlük hakları zarar görmüş

Tek Gıda İş Sendikası’na bağlı işçiler SGK’ye başvuruda bulunmuş, şirketin sendikanın yetkisini düşürmek için usulsüz olarak işçileri taşeron firmalar üzerinden çalıştırdığını, bu nedenle çok sayıda işçinin özlük haklarının zarar gördüğünü belirtmişti.

Şirketle ilgili işlem yapılacak

Patronların Ensesindeyiz'de yer verilen bilgilere göre, bu başvuru kapsamında 24 Nisan 2024 Çarşamba günü SGK müfettişlerinin fabrikada incelemede bulunduğu ve çok sayıda taşeron işçiyle görüştüğü bildirildi. SGK’nin usulsüzlük yapan işyeri hakkında işlem yapacağı öğrenildi.

IFFCO işçilerinin direnişi, sendikalı olduğu için işten çıkarılan işçilerin geri alınması ve sendikanın yetkisinin tanınması talepleriyle devam ediyor.

Türkiye’deki üniversiteler ‘Filistin’ konusunda ABD’yi kınadı: Türkiye’de farklı olan ne?(YEKTA ARMANC HATİPOĞLU)

7 Ekim 2023 tarihinde Filistinli kurtuluş örgütlerinin İsrail’e karşı başlattıkları Aksa Tufanı Operasyonu’nun ardından İsrail, Filistin’e yönelik saldırılarını artırdı. Altı ayı aşkın süredir devam eden İsrail saldırılarında binlerce sivil hayatını kaybederken, yaşam alanları da yok ediliyor.

Operasyonun ilk gününden bu yana dünyanın çeşitli bölgelerindeki halklardan Filistin’e destek geliyor. İsrail’in en büyük destekçisi ABD’de de protestolar ilk günden bu yana sürüyor. Son olarak New York’ta bulunan Columbia Üniversitesi’nde başlayan protestolar Yale, Harward ve ülkedeki diğer üniversitelere yayıldı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu protestolarla ilgili açıklama yaptı ve Yahudi karşıtı bir dalganın yükselişe geçtiğini, protestolara karşı harekete geçilmesi gerektiğini söyledi.

Netanyahu üniversitelerdeki protestolarla ilgili yayımladığı videolu mesajda “Amerika’nın üniversite kampüslerinde yaşananlar korkunç. Antisemitik çeteler prestijli üniversiteleri ele geçirdiler. İsrail’in yok edilmesi çağrısında bulunuyorlar, Yahudi öğrencilere saldırıyorlar” diyerek yaşananların “1930’larda Alman üniversitelerinde olanlara benzediğini” söyledi. Üniversitelerdeki protestolarda yüzlerce öğrenci gözaltına alınırken, üniversite yönetimleri öğrencileri askerî bir güç olan Ulusal Muhafızları çağırmakla tehdit etti.  

Üniversitelerde başlayan gösterilerden sonra Türkiye’deki bazı üniversiteler ABD’de yaşananları kınadıklarını söyleyen bir açıklama yayımladı. Aralarında Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Anadolu Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi’nin olduğu okullar kendi sosyal medya hesaplarında yayımladıkları ortak açıklamada “Eylemlerde öğrenciler gözaltına alınıyor, üniversiteler protestoları durdurmak için uzaktan eğitime geçiyor. Üniversite öğrencilerinin gösterdiği barışçıl tepkiye karşı gösterilen orantısız tepkiyi temel insan hakları ve akademik özgürlüğe vurulmuş bir darbe olarak kabul ediyor, derin bir üzüntü duyuyor ve şiddetle kınıyoruz” sözlerini kaydetti.

Açıklama akıllara Filistin konusunda ABD’yi kınayan bu üniversitelerin temel insan hakları ve akademik özgürlüğü ne kadar önemsediği sorularını getirdi.

Polis saldırılarına ve AKP’ye boyun eğmeyen bir okul: ODTÜ’lüler ‘Devrim’i bırakmıyor

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) ile özdeşleşen Devrim Stadyumu’nun toplu etkinliklerde kullanımı, rektörlük tarafından sıkça kısıtlanıyor.

ODTÜ’lülerin Devrim’i savunduğu olaylardan biri de bugünlerde yaşanıyor. Rektörlüğün Bahar Şenliği’ni iki güne indirmesi ve Devrim Stadyumu’nun şenlik için kullanımını yasaklamasına tepki gösteren öğrencilerin direnişi sürüyor. ODTÜ’nün X hesabından yaptığı “ABD kınaması” açıklamasına yapılan yorumlarda ODTÜ öğrencilerinin direnişi hatırlatılıyor.

2022 ve 2023 yıllarında yapılan mezuniyet törenlerinin ise Devrim Stadyumu’nda yapılabilmesi öğrencilerin kararlılığı sonucu gerçekleşti. Geçtiğimiz her iki senede de rektörlük, Devrim Stadyumu’nu çeşitli bahanelerle öğrencilere kapatmaya çalıştı.

2010’ların başında yoğun polis saldırısına maruz kalan ODTÜ öğrencileri, 2012’nin aralık ayında düzenledikleri “ODTÜ ayakta, AKP’ye direniyor” eylemleriyle Haziran Direnişi’ne giden sürecin parçası oldu.

Öğrenci intiharını gizleyen rektörlük, Filistin’in yanında dururken ne kadar samimi?

2023 yılının ekim ayında Anadolu Üniversitesi Matematik Öğretmenliği Bölümü öğrencisi, 21 yaşındaki Resul Alan, kendisini üniversitenin yemekhanesindeki trabzanlara asarak yaşamına son vermişti. Alan, arkasında bıraktığı intihar notunda “Keşke ülke daha iyi bir durumda olsaydı. Belki bu kadar genç çocuk intihar etmezdi. Neyse söyleyecek pek bir şey kalmadı. Fazla üzülmeyin, unutmaya çalışın sizden sadece bunu istiyorum” sözlerini kaydetmişti.

Rektörlük, gece saatlerinde yaşanan intihar vakasını başta gizlemeye çalışmış, ardından olay ortaya çıkınca saatler sonra açıklama yapmıştı. Yüzlerce öğrenci, Anadolu Üniversitesi’nde “Bu düzen bize bir yaşam borçlu. Bir arkadaşımızı daha kaybetmek istemiyoruz” diyerek yürümüştü.

Üniversitenin X ve Instagram hesabından yaptığı Filistin paylaşımına yorum yapan öğrenciler, Resul Alan’ın intiharından sonra rektörlüğün sessizliğini hatırlattı. Öğrenciler, rektörlüğün Filistin konusunda ne kadar samimi olduğunu sorguladı.

Faşistler polislerle el ele solcu öğrencilere saldırdı: Öğrenciler sınava giremedi

Filistin protestoları nedeniyle ABD’yi kınayan üniversitelerden biri de Ankara Üniversitesi. Bu senenin ocak ayında Cebeci Kampüsü’nde sınava giren öğrencilere faşist bir grup saldırmış, öğrenciler sınava girememişti.

Bir süredir bu sorunu yaşadıklarını belirten öğrenciler, can güvenliklerinin olmadığını söylemişti. Bir öğrenci “Burada öğrenciler sınavına giremiyor, eğitim hakkımız engelleniyor. Can güvenliğimiz tehlikede” sözlerini kaydetmiş; kampüse alınan polis, faşistlerle beraber solcu öğrencilere saldırmıştı.

Bir diğer saldırı olayı da 2021 yılında yaşanmıştı. Geçim sorununa odaklanacak bir forum düzenlemek için bir araya gelen Ankara Üniversitesi öğrencilerine önce faşistler bıçakla saldırmış; ardından, ileri bir tarihte düzenlenmesi planlanan foruma polisler saldırmıştı. Saldırıda pek çok öğrenci gözaltına alınmış, eli bıçaklı faşistlere işlem uygulanmamıştı.

Boğaziçi’nde iki farklı Filistin protestosu: Birinde çevik kuvvet tehlikesi, diğerinde rektörlük desteği

ABD’de yaşananlarla ilgili henüz açıklama yapmayan Boğaziçi Üniversitesi, geçtiğimiz yıl bir gün arayla yapılan iki farklı Filistin protestosuna sahne olmuştu.

Boğaziçi Üniversitesi İslam Araştırmaları Kulübü’nün düzenlediği Filistin eylemine rektörlük destek verirken, sonraki gün solcu öğrenci gruplarının düzenlediği Filistin eylemine çevik kuvvet ve sivil polis gelmiş; okula giriş çıkışlar sıkı denetime tabi tutulmuştu.

Hukuk, adalet ve Çorlu Tren Kazası davası kararı: Yanıtsız kalan sorular (*NEVAL OĞAN BALKIZ)

Çorlu’da 8 Temmuz 2018’de meydana gelen kaza sırasında TCDD Genel Müdürü olan İsa Apaydın neden yargılanmadı? 2014 den bu yana 35 kamu ihalesini nasıl alabildi?

Çorlu’da, 2018'de 7’si çocuk 25 kişinin hayatını kaybettiği, 300’den fazla kişinin yaralandığı Çorlu Tren Kazası davasında nihayet karar açıklandı! 

Altı yıl süresince; mağdurlar, onların acısını duyumsayanlar, yönetsel ihmal ve kusurların her birimizin yaşam hakkını tehdit eden riskler oluşturduğunun bilincinde olanlar ve elbette adalet savunucuları, etik bilinç ve ortak toplumsal duyunun sesi olarak, “adalet” isteğimizi, hakikatin gizlenmemesi gerektiğini her ortamda savunduk. Kazada her türlü sorumluluğu bulunanların cezalandırılmasını, "cezasızlık ilkesi" ile tahrip edilen hukuki güvenlik hakkımızın yerine getirilmesini, oluşan zararların maddi ve manevi olarak eksiksiz telafi edilmesini, bir daha böyle kaza ve risklerin yaşanmayacağı bir denetim ve liyakat sisteminin oluşturulmasını, mağdurların hak arama, adalet isteme arayışları karşısında onları yalnızlaştırma, engelleme ve suçlu muamelesi yapılması girişimlerinden vazgeçilmesini, acının ve kayıpların toplumun ortak bir acısı olduğu duygusunun inşası için, simgesel semboller oluşturulmasını yüksek sesle, her platformlarda talep ettik. Ortak mücadele, dayanışma ve adalet istencinde iradeli, kararlı bir azim, altı yıl sonra da olsa, adalet olgusu anlamında önemli sayılabilecek bir kazanım sağladı! 

Dün açıklanan karar ile; Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD) Bölge Bakım Müdürü N.A. on beş yıl (tutuklandı); TCDD Bölge Bakım Müdürü M.K. on yedi buçuk yıl (tutuklandı); dönemin TCDD Bölge Müdür Yardımcı L.M.Ü. dokuz yıl iki ay (adli kontrolle serbest); dönemin 1’inci Bölge Müdürlüğü’nde görevli demiryolu bakım müdürü T.K. on altı yıl üç ay (tutuklandı); yol bakım ve onarım şefi Ö.P. on üç yıl dokuz ay (tutuklandı); mühendis D.P. dokuz yıl iki ay (adli kontrolle serbest); mühendis K.B. dokuz yıl iki ay (adli kontrolle serbest); altyapıdan sorumlu 1’inci Bölge bakım servis müdür yardımcısı N.A. sekiz yıl dört ay (adli kontrolle serbest); mühendis T.B.Ö. on yıl (adli kontrolle serbest) hapis cezası aldılar. 

Şüphesiz, önemli bir karar!

Zira:

"Hukuk, en geniş anlamda toplumsal ve siyasal ilişkilerin düzenlenmesini, kurulmasını ve yürütülmesini, başka belirleyicilere göre değil, adalet fikrine göre düzenlemeyi istemenin ifadesidir".

"Hukukla ahlak bağlantısını kuran değer" olarak adalet; "hakkın ve hukukun gerçekleşmesi, yerini bulması" bağlamında ele alınır. Ve ister bireysel bir erdem ilkesi olarak, ya da eşit olanaklara erişim ilkesi olarak kabul edilsin, Vecdi Aral hocamızın dediği gibi; "hukukun gerçekleştirmeyi amaçladığı temel değer olarak, çatışan çıkarlar arasında bir değerlendirme yaparken, bunlardan bazılarını diğerlerine üstün tutarken temel aldığı ölçüdür. Toplumsal yaşamın çerçevesini oluşturmaya yönelik, ahlaki bir ölçü." 

Bu ölçü her birimiz için hak öznesi varlığımızın ve sürdürülebilir toplumsal yaşamın güvencesidir.

Bu anlamda kararın önemi ortadadır! Ancak, Türkiye'de ulaşım politikasına karar verenler; Türkiye Devlet Demiryollarını bir kurum olarak  "kamucu aklın", "devletçi politikanın" uygulaması olarak niteleyen, liberal ekonominin, serbest piyasanın kâr mantığına, eklemlendiği neoliberal ekonomipolitiğin çıkarlarına, işleyiş ve kurumsal yapısına aykırı bulan, dolayısıyla yatırım, geliştirme ve alt yapı düzenleme önceliklerinin dışında tutan, liyakatsız atamalarla ihmal eden (onun yerine, karayollarına öncelik veren, ihale mantığıyla "yandaş" kayırma, rant oluşturma önceliği ile hazineden doğrudan ya da dolaylı yollarla karayolları için milyonlar aktaran) siyasal islamcı anlayışın temsilcileri, yöneticileri ve bunların yetkili bakanları, genel müdürleri bu yargılananlar arasında olmadı! “Kanuni emri” verenler değil, daha çok “emri yerine getirmekle görevli” konumunda olan 'tali sorumluların' yargılandığı ve ceza aldığı bir süreci yaşamış olduk.

Toplum olarak soruyoruz!

1) Tekirdağ Çorlu’da 8 Temmuz 2018’de meydana gelen bu kaza sırasında Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD) Genel Müdürü olan İsa Apaydın neden yargılanmadı? 19 Eylül 2019’da görevden alınmış olan Apaydın, kurduğu Deha Altyapı isimli şirketiyle, 2014 den bu yana toplam bedeli 11 milyar 520 milyon 713 bin TL olan 35 kamu ihalesini nasıl alabildi? 

-Karayolları Genel Müdürlüğü, depremlerin en çok etkilediği Hatay Samandağ’da hasar alan yolların onarımı ihalesini, (3 Ocak’ta) 1 milyar 277 milyon TL’ye pazarlık usulüyle Apaydın’ın ticari temsilcisi olduğu Deha Altyapı Anonim Şirketi hangi koşullarla, nasıl aldı? 28 Şubat’ta, Mersin ile Aydıncık arasında bulunan Erdemli-Silifke ve Taşucu yolunun ikmal yapımı için 6 milyar 910 milyon 910 bin 910 TL’lik kamu ihalesi de hangi koşullarda bu şirkete verildi? Buradaki kamu yararı nedir?

-Aynı şekilde, TCDD’nin Gaziantep’te deprem nedeniyle hasar almış kesimlerin onarımı için 20 Kasım 2023’te gerçekleştirdiği, 298 milyon 382 bin bedelli ihaleyi Deha Altyapı Anonim Şirketi’nin almış olması rastlantı mıdır? 

-Çorlu tren faciasının yaşandığı dönemde TCDD Taşımacılık AŞ Genel Müdürü ve Yönetim Kurulu Başkanı olan Veysi Kurt, kazadan yedi ay sonra 15 Şubat 2019’da görevinden alındı. Ancak, görevi döneminde 5 kazada (Çorlu faciasının haricinde, 2017'de Ankara-Kırıkkale'de vagonun devrilmesi sonucu 1 işçi hayatının kaybettiği kaza, aynı yıl Elazığ'da yük treninin devrildiği ve 2 makinistin hayatını kaybettiği kaza, 2018’de Ankara'da 3'ü makinist 9 kişinin hayatını kaybettiği kaza ile 2019’da Bilecik'te 2 makinistin yaşamını yitirdiği kaza yaşandı) 39 kişi öldü. Tek bir kez dahi yargılanmadı. Üstelik, Cumhurbaşkanı kararı ile 23 Şubat 2024 tarihinde, TCDD Genel Müdürü ve Yönetim Kurulu Başkanı olarak atandı! Bu atamanın, ‘yasal usule uyularak yapılmış olması’, onu  hukuken ve ahlaken de meşru kılabilir mi? “Kamu hizmetlerine atamada liyakat dışında herhangi bir unsur aranmaz” ilkesine uygun hale getirebilir mi? Siyasi etik açısından, toplum bilincinde ve kamu vicdanında geçerli kılmaya yeter mi?

Server Tanilli’nin deyimiyle “hukuk; bir yandan iktidarı örgütler, kurumlaştırır, yönetilenler gözünde meşru da göstermeye yarar.” Biri hukuksal (kanunsallık), diğeri sosyolojik (meşruiyet) olan iki koşulun bir arada gerçekleşmesine olanak yaratır. F.Pollock, hukukun siyasal, ekonomi-politik özelliğini açıklarken de; “Hukuk, bir bakıma toplumun egemen ideolojisini hem yansıtır; hem de bekçiliğini yapar. Birey, grup ve sınıflar arası ekonomik, sosyal ve siyasal çıkar çatışmalarının bir sonucu, daha doğrusu geçici dengesidir.” der. Marx’a göre de; “Hukuksal ilişki, kendisinde ekonomik ilişkilerin yansıdığı bir iradeler ilişkisinden başka bir şey değil”dir. Bu saptamalar çerçevesinde şu soruları sormak kaçınılmazdır: Hukuk, birey, grup ve sınıflar arası ekonomik, sosyal ve siyasal çıkar çatışmalarının bir sonucu, daha doğrusu geçici dengesi ise bu denge bir kısım bireyler, gruplar veya sınıfların lehine veya aleyhine bozulursa ne olacaktır? Ya da; kendisinde ekonomik ilişkilerin yansıdığı bir iradeler ilişkisi olan hukuksal ilişkide, bu iradelerden biri diğerini tahakküm altına alırsa ne olacaktır? 

Bu soruların yanıtını oluşturacak ilkelerden oluşan bir hukuku kurumsallaştırmadan, bunun mücadelesini vermeden ‘adalet’ arayışına girmek, "adaleti" birilerinin kişisel ahlak anlayışlarına, ahlak diye anladıkları yargılara bırakmak anlamına gelir! 

Dolayısıyla;

-Soma ve Erzincan İliç 'te yaşanan, birçok işçinin ve madencinin yaşamını yitirdiği, çevreye korkunç zarar veren olaylarda ihmalleri, kusur ve sorumlulukları bütün sorumluların yargılanması,

-Deprem sırasında halka çadır satan Kızılay yetkililerin kusur ve ihmalleri nedeniyle yargılanmaları,

-6 Şubat depremlerinde yıkılan, onlarca yüzlerce kişiye mezar olan bina inşaatlarında kusur ve ihmalleri olan (Kahramanmaraş’ta 35 kişiye mezar olan Ezgi Apartmanı, Dulkadiroğlu ilçesinde 44 kişiye mezar olan Saitbey Sitesi, Gaziantep ‘te 51 kişiye mezar olan Furkan Apartmanı, Adıyaman’da çoğu çocuk/öğrenci 72 kişinin öldüğü İsias Otel ile dönemin Kızılay Şube Başkanı M. M. Bulut’un müteahhidi olduğu 70 kişinin öldüğü Süeda Kent sitesi, Adıyaman Besni’de 123 kişinin öldüğü Üzümkent sitesi, Hatay’da 1000 kişinin hayatını kaybettiği Rönesans sitesi, 1200 kişinin hayatını kaybettiği “600 Evler sitesi”, 106 kişi yaşamını yitirdiği Farklı Yaşam Rende sitesi, onlarca kişinin öldüğü Eser Apartmanı, 48 kişinin hayatını kaybettiği Güçlü Bahçe sitesi) sorumlulara yönelik soruşturma ve davalar da, 

Gezi eylemleri davasında vb. yargılamalarda adalet, ancak bu bilinçle verilecek toplumsal mücadele ile kazanılacak bir değer olacaktır!

*Hukukçu/Akademisyen

Filistinli gazeteci Tahravi: 'Gazze'de gazeteci olmak ölüme yakın olmak demek' (ÖZKAN ÖZTAŞ)

Türkiye'de gerçekleştirilen 2024 Medya Konferansı'na katılan Filistinli gazeteci Hasan Tahravi, Gazze'de yaşananlara dair bir sunum yaparken süreci gazetecilerin gözünden değerlendirdi.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) tarafından gerçekleştirilen ve birçok basın meslek örgütünün katıldığı Medya Konferansı 2024 programı Ankara'da Türkiye Barolar Birliği'nin (TBB) ev sahipliğinde bugün başladı. TGC ve TBB başkanlarının açılış konuşmasını yaptığı konferansın ilk konuşmacılarından birisi de Filistinli gazeteci Hasan Tahravi oldu. 

Kendisinin de Gazzeli olduğun belirten Tahravi özellikle gazetecilerin gözünden yaşananlara dikkat çeken konuşmasında İsrail'in uluslararası hukuku tanımadığının ve suç işlediğinin altını çizdi. 

'Ölenler sayıdan ibaret değil, her birinin hikayesi var'

Filistin'de 7 Ekim tarihinden bu yana yaşanan İsrail saldırılarında ölenlerin sayısının 34 bini aştığını söyleyen Hasan Tahravi, ölenlerin sayıdan ibaret olmadığını ve yaşamını kaybeden herkesin aynı zamanda bir hikayesinin, ailesinin, umutlarının ve hayallerinin olduğunu ifade etti:

"Saldırıların bir tarafında sayılar, rakamlar yer alıyor. Gazze'den, 2 milyon 300 bin kişinin yaşadığı bir yerden söz etmekteyiz. Burası 17 yıldır abluka altında. Tek bir sınır kapısından sağlanıyordu giriş ve çıkışlar. Hastaların, insanların giriş çıkışı yalnızca İsrail'in iznine tabi olarak yapılabiliyordu. Yani öncesinde de durum pek iç açıcı değildi.

7 Ekim'den sonra yani İsrail'in saldırılarından sonra Gazze'de yaşananlar farklı bir yere geldi. Ben de Gazzeliyim. Yaşadığım şehrin saldırılardan sonra yaşanmaz bir hale geldiğini söyleyebilirim. Yıkılan binalar, hastaneler, enkaza dönen bir şehir... Şu ana kadar İsrail güçleri 34 bin Filistinli öldürüldü. 34 bin."

"Bu bir sayı değil. Bunu bir rakam olarak göremeyiz. Ölen her insanın bir hayali, bir hikayesi vardı. Ölenler arasında çocuklar, kadınlar ve gazeteciler de var" diyen Tahravi, İsrail'in özelikle gazetecileri hedef aldığını da dile getirdi. 

                                                     Filistinli gazeteci Hasan Tahravi

'Dün bir Filistinli gazeteci daha öldürüldü'

İsrail'in, gazetecileri, gerçekleri gizlemek için hedef aldığını belirten Filistinli gazeteci Hasan Tahravi, saldırıların aynı zamanda gazetecilik faaliyetlerine, araçlarına ve ekipmanlarına da zarar verdiğini söyledi. Tahravi saldırıların sadece savaş döneminde değil, öncesinde de olduğunu belirtirken, 7 Ekim öncesinde öldürülen gazetecileri hatırlattı:

"Daha dün bir gazeteci daha öldürüldü. Bu örnekle birlikte 7 Ekim'den bu yana toplamda 141 gazeteci öldürüldü. Yüzlercesi yaralı. Birçoğu tutuklandı. Filistinli gazetecilerin de diğer gazeteciler gibi amacı gerçeği atlatmak ve gerçeği ortaya çıkarmak. Ama İsrail gerçeklerin ortaya çıkmasını engellemek için gazetecileri öldürüyor. Temel hedefleri de bu. Gerçekleri ve yaşananları uluslararası kamuoyundan gizlemeye çalışıyorlar. Üstelik bu saldırlar yalnızda 7 Ekim'den sonra başlamadı. Öncesi de var.

Hatırlarsınız. Bundan daha önce Şirin Ebu Akile öldürülmüştü. Cenin'de. Filistinlilerin sorunlarını anlatmak için orada olan Şirin Ebu Akile, gazeteciydi. Üzerinde 'Basın' yeleği vardı. Yanlışlıkla değil hedef gözetilerek öldürüldü."

Şirin Ebu Akile. Filistinli gazeteci Akile, İsrail Savunma Kuvvetleri tarafından Cenin'e düzenlenen bir baskını haber yaparken 11 Mayıs 2022'de silahla vurularak öldürüldü. Şirin Ebu Akile, Al Jazeera kanalının 25 yıllık muhabiriydi.

'İsrail açıkça suç işliyor çünkü yaptırımsız kalacağını biliyor'

İsrail'in açıkça suç işlediğini ifade eden Tahravi, İsrail'in bu cesaretini, "yaptıklarının görmezden gelinmesine ve yaptırımsız kalmasına" bağladı.

Tahravi, gazetecilik faaliyetlerine yapılan saldırılar için şunları söyledi: 

"Biliyoruz ki Filistin'de gazeteci olmak ölüme yakın olmak demek. Zira İsrail bir şeyin farkında: Öldürdüğünde yargılanmıyor. Uluslararası kuralları ve kanunları tanımıyor, herhangi bir yaptırımla da karşılaşmıyor. İsrail yalnızca gazetecileri öldürmekle kalmıyor, aynı zamanda basın yayın faaliyetini engelleyecek adımlar da atıyor. Basın-yayın binaları bombalanıyor, araçlar ortadan kaldırılıyor. Yayın araçları hedef alınıyor. Uluslararası gazetecilerin Gazze'ye girmesini engelliyor. Çünkü işledikleri katliamlar ve suçlar kimse tarafından bilinmesin istiyor.

Ama Filistinli gazeteciler her şeye rağmen mücadele ediyor. Çünkü haklıyız. Haklı olduğumuz için de mücadeleye devam ediyoruz. Ve mutlaka kazanacağız."

(soL)