Toplumsal yaşamın kalbi Lenin Kütüphanesi'nde atarsa (III)
Odaların camlarından Kremlin manzarası görülüyor. En büyük ve en ünlü odalardan bir tanesinde, uzunca yolun sonunda, kitap okuyan büyük bir Lenin heykeli duruyor. Her iki yanında ise Marx ve Engels heykelleri Lenin’in arkasındaki tabloyu ortalıyor. Duvarlarda ise diğer büyük yazarların, edebiyatçıların, düşünürlerin büstleri masalarda oturanları çevreliyor.
Farklı bir kenti, kültürü tanımak ilk bakışta kendi kültürümüzden ve kentimizden hareketle ‘farklıların’ ayırdına varma yolculuğu gibidir. Genelde ‘egzotik’ bulduğumuz hafızamıza yer eder: “Arabalar yayalara yol veriyor”, “Salyangoz yiyorlar”, “Eve ayakkabıyla giriliyor”, “Trafik ışıkları yok”, “Erkekler selamlaşırken öpüşmüyor”… Kendimizi de bu gözlemlerle daha iyi tanırız, evrensel sandığımız bazı şeylerin belli bir coğrafyaya ait olduğunu görürüz, daha önce fark etmediğimiz detayları keşfederiz.
Mesela bugün Fas içinde yer alan Tanca kentinden 14. yüzyılda yola çıkan gezgin İbn Battuta, ‘Anadolu’nun gördüğü en güzel memleket olduğunu, ancak insanlarının haddinden fazla esrar kullandığını’ dile getirir. Belki gerçekten de o dönem Anadolu’da esrar sık tüketilmiştir ancak buradaki ‘fazla’, Batutta’nın şahsi deneyimi ve bakış açısıyla belirlenir, bir bağlayıcılığı yoktur. Asıl mesele, her ne kadar kendisi dile getirmese de çift taraflı bir değerlendirme yapıyor oluşudur. Yani Tancalı Battuta “Anadolu’da esrar çok içiliyor” diyorsa eğer kendi kentinde ya da gördüğü yerlerde “daha az içildiği” anlamını da çıkarabiliriz.
Bizden ‘faklı’ olduğunun ayırdına vardığımız bir deneyim, bizim başka kültürlerle yakınlığımızı fark etmemizi sağlayabilir. Bunu isterseniz ‘kendi kimliğimizi oluşturmak için ihtiyacımız olan öteki imgesi’ ile de özetleyebilirsiniz.
‘Biz’ sınırı bazen kentimize, bazen bölgemize, bazense çok daha geniş bir sahaya yayılabilir. Pek çok anlamda alışık olmadığımız bir kimliğe sahip Moskova, bize ‘Akdenizli’ ya da ‘Güneyli’ olduğumuzu hissettiren bir kent. Üstelik bunu soğuk havasıyla değil, soğuk havasının şehir sokaklarında yarattığı kültürel bileşenlerle yapıyor.
Örneğin sokakların iç içe girdiği, dükkanların dışarılara taştığı, plansız, eğilip büküle şekil almış bir şehir merkezi düşünelim. Alışık olduğumuz bu haritada yolumuzu nasıl bulacağımızı biliyoruz; yemek yenecek yerler nerededir, bir şey içmek istesek ne tarafa gitmeliyiz, hangi mekan bizi içeri davet ediyor, hangi sokak tehlikeli görünüyor… İzmir’de, Atina’da, Tunus’ta, Napoli’de ya da Beyrut’ta üç aşağı beş yukarı benzer bir radarla yol alabiliriz. Ancak kuzeye doğru çıktıkça haritaya olan ihtiyacımız da artıyor. Restoranlara, kafelere, barlara kaçamak bir bakışla süzüp giremiyorsunuz çünkü bu yerler genelde yerin altında bulunuyor ve aşağıya doğru inen dik bir merdivenle ulaşılabiliyor. Sokak hizasında da pek çok yer var ancak buralarda da hayat sokağa taşmıyor. Üstelik bu ‘yer yüzündeki’ mekanların da önemli bir kısmı eski binaların dışarıdan pek de davetkar görünmeyen avluları içinde yer alıyor.
İKİ İSİMLİ KÜTÜPHANE
Masa-sandalyeden yoksun, fazlasıyla düzenli geniş yollar ve kaldırımlar bize ‘soğuk’ bir izlenim veriyor. Ancak şehri kenti ritmiyle dinleyecek olursak eğer tüm bunlar yaşamın dışarıda değil içeride devam ettiğini söylüyor. Bir önceki yazıda Moskova’nın metro istasyonları üzerinden şehrin yer altındaki güzelliğinden bahsetmiştik. Bugün de rotamızı yine bir dört duvar arasına çeviriyoruz ve eski adıyla V. I. Lenin SSCB Halk Kütüphanesi yeni adıyla Rusya Devlet Kütüphanesi’ne gidiyoruz.
Gerçek anlamda ‘yabancısı’ olduğumuz bu kentin kapalı mekanlarda atan nabzını tutabilmek için önceden sağlam bir araştırma yaparak rota çizmek dışında pek bir şansımız yok. Moskova hakkında biraz interneti kurcalarken Lenin Kütüphanesi hakkında ‘Dünyanın bilmem kaçıncı en büyük kütüphanesi, Avrupa’nınsa en büyük kütüphanesi’ gibi bir ifade görünce burayı ‘belki geçerken uğrarız’ başlığı altına aldık.
Eğer özel bir ilginiz yoksa, yeni bir kent ile tanıştığınızda onun kütüphanelerini gezmek akla gelmez. “Nasıl gelmez?” diye sitem etmeye gerek yok, sahiden neden sayılı gününüzü kütüphane seyahatiyle harcayasınız ki? Fakat kütüphane Moskova’nın merkezinde olunca uğramak iyice kolaylaşıyor ve fazla bir beklenti içine girmeden yola koyuluyoruz. Hâlâ Lenin Kütüphanesi ismini taşıyan metro istasyonunda indikten sonra kütüphane ihtişamlı siyah sütunlarıyla karşımıza çıkıyor. Tıpkı metro istasyonunda olduğu gibi giriş kapısındaki sütunların üzerinde de Lenin’in ismine rastlıyoruz.
Rusya’da neredeyse her kapalı mekanda bulunan ‘vestiyer’ bölümüne eşyalarımızı bırakırken buradaki kalabalık gözümüze çarpıyor. Kütüphanenin kafesi de aynı şekilde hareketli. Daha sonra kısa bir kayıt işlemi yaptırdıktan sonra içeriye giriyoruz. Tam da bu sırada onlarca odası olan devasa bir yere geldiğimizi fark ediyoruz. Geçmişi 1862’ye kadar uzanan bu kütüphanede 47 milyon kitap, belge ve çeşitli diğer eser bulunuyor. Yıllık 800 binden fazla kişi tarafından kullanılıyor. Fakat yine asıl etkileyici olan rakamlar değil; bu bilmem kaç yüz bin kişinin demografik aralığı ya da ‘nasıl/ne amaçla’ kullandığı da bir o kadar önemli.
BİR SOSYAL YAŞAM MEKANI
Kütüphaneye kim gider? Elbette herkesten çok öğrenciler, araştırmacılar gider ancak bu grubun dışında pek de kimse gidip tek başına bir şeyler okumak, arşivden bir şeyler karıştırmak için şuncacık boş zamanını kütüphanede harcamaz. Yanlış anlaşılmasın, derdimiz ilkokul öğretmeni sitemi ile “insanlarımız artık okumuyor” mesajı vermek ya da “çok cahiliz” diyerek bireysel konumumuzu herkesten yukarılara taşımak falan değil. Sadece Lenin Kütüphanesi içerisindeki sosyal yaşamın farklarını aktarmak. Çünkü burada küçüklü büyüklü odaların içerisinden geçerken dikkatimizi masalarda oturanların farklı yaş ve meslek gruplarından oluşu çekiyor.
Elbette burada da öğrenciler muhtemelen çoğunluktadır. Fakat kesinlikle bizim bildiğimiz örneklerdeki kadar ezici bir çoğunluk değil bu. Masasındaki sayfaları sararmış düzinelerce kitabı karıştıran farklı yaşlardan insanı görmek mümkün. Ya da çok ama çok yaşlı bir amcanın o günün gazetesini alıp bir masaya oturduğunu, ancak gözleri görmediği için gazeteye yapışarak harfleri takip ettiğini gözlemleyebilirsiniz. Koridorlardaki ‘sesli’ okuma ve çalışma alanlarında kısa film çeken gençler, sergi gezmeye gelen arkadaş grupları, ilgi alanlarına göre detaylıca düzenlenmiş kitaplık odalarında gezinenler… Kütüphanenin burada kesinlikle ‘sosyal’ bir anlamı var.
ODALAR, KORİDORLAR, MERDİVENLER
İçerideki sosyal hayatın canlılığı ve çeşitliliği ilk dikkatimizi çeken şey olsa da yapının ta kendisini es geçmeyelim. Her katta karşınıza onlarca dev kapı çıkıyor, kapıların odalara, odaların merdivenlere, merdivenlerin koridorlara açıldığı bu labirentte konsept olarak bambaşka yerlerin içine dalıyorsunuz. Kütüphanenin bu bölümleri bir tasarım harikası.
Çoğu çalışma/okuma odasının camlarından Kremlin manzarası görülüyor. Her bir odanınsa farklı bir konsepti var. En büyük ve en ünlü odalardan bir tanesinde, uzunca yolun sonunda, kitap okuyan büyük bir Lenin heykeli duruyor. Her iki yanında ise Marx ve Engels heykelleri Lenin’in arkasındaki tabloyu ortalıyor. Odanın tamamı ahşap kitaplıklarla ve balkonlarla çevrili. Duvarlarda ise diğer büyük yazarların, edebiyatçıların, düşünürlerin büstleri masalarda oturanları çevreliyor.
Baş döndürücü helezonik merdivenlerden geçerek bazen kendinizi odalar arasında yer alan bir uzun koridorda buluyorsunuz. Burada biz gittiğimizde Sovyet dönemi karikatürlerine dair çok hoş bir sergi vardı. Serginin ardından ‘sesli’ çalışma alanlarından geçip başka çalışma odalarına giriyoruz. Kimi odalar ‘canlı bitki’ konseptiyle tasarlanmış; her çalışma odasında farklı bitkiler yer alıyor. Kimilerindeyse merkezde yer alan bir tablo etrafında masalar şekilleniyor, odadan odaya kullanılan ahşap türleri de değişebiliyor. Hemen hemen her odada kütüphanenin ismiyle orantılı bir şekilde Lenin’in bir heykeli ya da portresi bize eşlik ediyor. En dikkat çekici odalardan biri de 1942 yılında çocuk okuma odası olarak kullanıma açılan yer. Çift katlı ahşap ağırlıklı bu oda küçük olmasına karşın kütüphanenin en güzel yerlerinden biri. Tüm bu odalarda ve hollerde kurcalayabileceğiniz pek çok kitaplık bulunuyor.
*
Bir mekan insanı okumaya, yazmaya, düşünmeye ne kadar teşvik edebilirse o kadar teşvik olmuş şekilde kütüphane ‘gezimizin’ sonuna geliyoruz. Güzelliğini beklenmedik yerlerde bize gösteren Moskova, bir kez daha bizi şaşırtıyor ve yolumuzu sokaklardan çok, kapalı kapıların içine doğru çevirmemiz gerektiğini söylüyor. Güneyli filtrelerimizle bu kenti gerçek anlamda tanıyamayacağımızı, Lenin Kütüphanesi’nin sürprizlerle dolu kapılarıyla öğreniyoruz. Görünüşe göre bir sonraki Moskova yazımızda şehrin farklılıklarına şaşırırken kendimize dair de bir şeyler bulmaya devam edeceğiz.(27/04/2024)
Bir sonraki istasyon: Sosyalist gerçekçilik (II)
Böyle depresif, dejenere bir dünyada birinin ötekine benzemediği renkli, alt metni derin Moskova Metrosu tasarımları; tek desturu kâr hırsı olan günümüzün, monoton ve gri şehircilik anlayışına kılıç çekiyor. Gündelik hayatın nasıl tam içine engin bir ufkun sığabileceğini hatırlatıyor.
Günümüzde güzel bir kenti tescillemenin ölçütü, baş döndürücü bir fotoğraf karesidir. İstanbul, Paris ya da Venedik gibi ‘fotojenik’ kentler, pidecilerin duvarlarını süsler. Ya da bir şehrin ‘şahin tepesine’ çıkıp çektiğimiz fotoğrafları arkadaşlarımıza gösteririz ve “Bak,” deriz “ne de güzel bir şehir burası”. Oysa güzellik çoğu zaman kusursuz bir kadrajın ötesindedir.
Moskova, kesinlikle bu şehirlerden biri. Bir meydan, bir katedral, nehir kenarından çekilmiş bir saray panoraması şüphesiz bize alışıldık bir ‘güzellik’ tablosu çizer. Fakat Moskova tablosunda tüylerimizi diken diken eden güzellikler, en beklenmedik yerlerinde kendisini gösteriyor.
Kütüphaneler, metro istasyonları, mezarlıklar, yerin hep metrelerce altında bulunan lokantalar… Bunlar, popüler tatil destinasyonları lunaparkında ‘gezdiğini’ zanneden bir turist için pek de albenisi olan yerler değil. Ancak alelade bir şehrin gezi rehberine asla girmeyecek yerler, burada şehrin kalbini bize işaret ediyor: Güzelliğini gözlerden uzak muhafaza etmeyi başaran Moskova’yı anlamak için, onu kendi ritmiyle gezmemiz gerekiyor.
Devrim Meydanı EskizRotamızın ilk durağı, metro durakları. Moskova’ya geldiğinizde bir gününüzü sadece metro duraklarını gezmeye ayırın desek yeridir. Dünyanın en büyük metro hatlarından birine sahip olan Moskova’da toplam 300 durak bulunuyor. Fakat Moskova Metrosu’nu ilginç kılan, nicel büyüklüğü ya da ‘en’leri değil; ayrıntılı tasarımı. Sovyetler Birliği’nin 1930’larda kullanıma açtığı metronun her bir durağı bambaşka bir kompozisyona sahip.
BİR ANIT OLARAK METRO DURAĞI
Her şey metronun ‘dışında’ başlıyor. Özellikle eski metro hatlarına, yer üzerindeki gösterişli yapılardan giriliyor. Kimisi neoklasik, kimisi konstrüktivist, kimisi gotik, kimisi klasik izler taşıyan bu girişler, Moskova Metrosunun bize sunacağı renkli maceranın sanki bir fragmanı gibi.
İçeri girer girmez alışılmışın dışında bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Örneğin kentin biraz dışında kalan Partizanskaya Durağı’ndaki merdivenlerin başında gösterişli bir Partizan anıtı ile burun buruna geliyorsunuz. Durağın adından da anlaşıldığı üzere burası Nazilere karşı savaşan partizanlar anısına inşa edilmiş. Kimi yolcular bu anıtın altına çiçek bıraktıktan sonra peron katına iniyorlar.
Aşağıda bir tarafta 18 yaşındayken kurşuna dizilen genç komünist Zoya Kosmodemyanskaya’nın heykeli bulunuyor. Diğer yakada ise Nazilere mihmandarlık yaparken onları tuzağa sürükleyen ve böylece canından olan 83 yaşındaki köylü Matvey Kuzmin’in heykeli bizi karşılıyor.
Sütunların üzerinde ise, orak tutan bir kadın ile çekiç tutan bir erkek figürünün arasında partizanlar selamlanıyor.
DEVRİMİN DÜNDEN GELECEĞE SEYRİ
Sırada belki en ünlü metro durağı olarak görebileceğimiz Ploshchad Revolyutsii yani Devrim Meydanı var. Yine görkemli sütunların içerisinden girerek merdivenlere ulaştığınız durağın girişinde önce Lenin’in mozaik portresiyle karşılaşıyoruz. Fakat asıl sürpriz peron katında. Kırmızı mermerden kemerlerin altında toplam 76 bronz heykel bulunuyor.
Merdiven inip peronun sonuna doğru yürüdüğünüzdeyse kronolojik bir anlatının içerisine giriyorsunuz. Öyle ki ismini Ekim Devrimi’nden alan bu istasyonda, devrim öncesi Rusya’sından o günün Sovyetlerine doğru bir geçiş yapıyorsunuz. Finalde ‘geleceğin Sovyetlerine’ ait figürlerle bu gotik yolculuğun sonuna geliyorsunuz. Her kemerde iki farklı figür bulunuyor. Aynı figürler sütunun diğer köşelerinde tekrar ediyor.
Kronolojiyi daha açık bir şekilde anlatmak gerekirse heykelleri sırasıyla tanıtabiliriz: İşçi ve asker devrimciler, çiftçiler ve denizciler, kadın pilot, köpekli bir keşif askeri (ki en ünlü heykel budur) ve kadın keskin nişancı, erkek ve kadın çiftçiler, erkek ve kadın öğrenciler, erkek futbolcu ve kadın atlet, mayolarını giymiş anne ve baba, çocuklar.
METRO ‘ANKSİYETESİNE’ ALTERNATİF BULMA ÇABASI
Şehrin kalbinde yer alan bu metro, 1938 yılında kullanıma açılır. Mimarı ise Moskova metrosunda büyük izler bırakan Alexey Duşkin’dir. Duşkin’in mimarisindeki kilit nokta ise ‘metro anksiyetesiyle’ mücadeledir. Çünkü 1930’larde, henüz metro toplum hayatında son derece yeni bir ulaşım aracıdır. Trenlerin yer altından gidiyor oluşu da haliyle çoğu kişide insani bir ‘kaygıya’ neden olur.
Şöyle bir düşünecek olursak, toprak üstünde yaşamaya alışmış biz insanlar için yer altında olmanın ilk bakışta çekince uyandırması kadar anlaşılabilir bir şey olamaz. Hatta bırakalım 1930’ları ve çağımızı ele alalım. Örneğin, on yıllardır İstanbul’da metro olmasına karşın suyun altından giden Marmaray ilk açıldığında kimileri denizin altından gitme fikrine tedirginlikle yaklaşmıştı ve insanların alışması zaman almıştı. Başlı başına metronun toplum hayatında yeni bir şey olduğu zaman uyanacak hisleri siz düşünün!
İşte bu yüzden Duşkin’in mimariye kattığı bazı yeniliklere rastlıyoruz. 1930’larda mimarlar kemerli kolonları daha ‘ince’ göstermenin insanlardaki kaygıyı azaltacağını düşünür. Duşkin ise bu kemerli kolonların köşelerine koyduğu heykellerle aynı algının sağlanabileceğini savunur, nitekim Ploshchad Revolyutsii’de bunun örneğini verir.
YERALTINDAN GÖKYÜZÜNE AÇILAN PENCERELER
Duşkin’in bir diğer ünlü metro durağı tasarımı olan Mayakovskaya Durağı’nda da benzeri bir anksiyete azaltma kaygısına rastlıyoruz. Ancak bu sefer sadece biçimsel olarak değil aynı zamanda ‘içerikte’ de bir ferahlık arzusunu görüyoruz.
Öncelikle bu durak adını fütürizmin öncü isimlerinden şair ve sanatçı Vladimir Mayakovski’den alıyor. Şairin şiirlerinden dizeleri metro istasyonunun girişinde tavanda bulunuyor. Ancak Mayakovski’nin şiirlerinde kullandığı ‘çelik’ gibi imgelere de dolaylı olarak rastlamak mümkün. Burada kemerlerde paslanmaz çelik dikkatimizi çekiyor. Nitekim Moskova Metrosu’nun ‘neoklasik’ mimarisi burada yine Mayakovski’nin kendisiyle uyumlu şekilde avangart bir dokunuş kazanıyor.
Peronların arasında 33 görünür kubbeler ise bize hem Mayakovski’nin sanatını hem de ferahlık hissini düşündürüyor. Kubbenin tam orta yerinde Sovyet ressam Alexander Deineka’nın ‘Sovyet Gökyüzünde Bir Gün’ isimli mozaik eserleri yerleştirilmiş. Bu eserler Mayakovski’nin de işlediği temalardan esinlenirken aynı zamanda insana kubbenin üzerinde toprak değil de bir gökyüzü olduğu hissini veriyor.
Uçaklar, fabrikalar, paraşütler, ağaçlar, dalgıçlar, biçerdöverler, çiçekler, elektrik telleri, top oynayan çocuklar… Tüm tablolar bakanın kendini yere uzanmış hissettiği bir perspektifle işlenmiş. Dolayısıyla kubbe adeta yeryüzüne açılan bir cammış gibi hissediyorsunuz.
İşin daha da ilginci Naziler Moskova’ya yaklaştığında bu durağın en önemli sığınaklardan biri oluşudur. Şüphesiz o günlerde kubbelerin pek çoğunda yer alan uçaklar, Moskovalıların içerisine daha farklı duygular serpmiştir.
GELENEKSELİN YENİLİKÇİLİĞİ
Böylece yine taşıdığı isimle kazandığı konsept ile bize uyumlu oyunlar oynayan Mayakovskaya’dan ayrılıp başka duraklara durağa geçiyoruz. Yeri gelmişken söylemeden geçmeyelim: Metrolar dakikada bir geldiği için metro durağını treni beklerken incelemek her zaman mümkün olmuyor. O nedenle birkaç seferi kaçırmayı göze alarak peronları geziyoruz.
Her ne kadar her metro durağı birbirinden farklı olsa da Moskova Metrosu’nun estetiği dediğimizde herkesin aklına gelen bir ‘gelenek’ bulabiliriz. Bu da geleneksel Rus mimarisinin şiddetli bir şekilde hissedildiği bazı duraklarda karşımıza çıkıyor. Bağlamları farklı olsa da devasa avizeler, süslü kolonlar ya da parlak renkli tavanlar bize Moskova’nın toprak üzerindeki merkezinde gördüğümüz geleneksel mimariyi hatırlatıyor. Novoslobodskaya Kiyevskaya yada Komsomolskaya bu tarzdaki istasyonlara örnek olarak sayılabilir.
Ancak ‘geleneksel’ diyorsak yanlış anlaşılmasın, buradaki ‘gelenek’ metrolara ait bir gelenek değil. Kültüre ait bir gelenekselden bahsediyoruz. Kulağa paradoksal gelse de geleneğin böylesi bir şekilde metroya aktarımı ‘yenilikçi’ bile sayılabilir. Zira dünyada eşine rastlamıyoruz.
GÜNDELİK HAYATI SIRADIŞI KILMAK
Moskova’da gezilecek, hikayesini kazıdıkça bizi şaşırtacak daha o kadar fazla metro istasyonu var ki bir yazıya sığdırmak imkansız. Turumuzu burada sonlandıralım. Eğer yolunuz Moskova’ya düşerse, sadece rastgele metro istasyonları gezerek bir gününüzü geçirin. İnanın bu gezinizde aklınıza pek çok farklı soru gelecektir.
Örneğin neden bugün benzeri bir özgünlükten uzaktayız? Büyükşehirlerde yaşayanların gün içerisinde kamusal alanda belki en fazla içerisinde bulunduğu mekanlar metro istasyonları. Buna rağmen neden metro istasyonları sermaye tarafından sömürülen monoton yaşamlarımızın, bir o kadar kasvetli yansımaları olarak karşımıza çıkıyor? Bırakın ruhsuzluğu, hiçbir hikayesi olmayan metro istasyonlarının isim hakkı bile satılığa çıkartılabiliyor.
İşte aradığımız ve bulduğumuz güzellik burada, yerin altında. Hem en çok bulunduğumuz hem de en umursamadığımız mekanda. Böyle bir depresif, dejenere bir dünyada birinin ötekine benzemediği renkli, alt metni derin Moskova Metrosu tasarımları; tek desturu kâr hırsı olan günümüzün, monoton ve gri şehircilik anlayışına kılıç çekiyor. Gündelik hayatın nasıl tam içine engin bir ufkun sığabileceğini hatırlatıyor.(25/04/2024)
Dünyaya ait kurtuluş mesajı, bir kenti nasıl şekillendirdi? (I)
Ekim Devrimi’nin açtığı ufuk ne Şablovski’ye, ne Şuhov’a ne Moskova’ya ne de sadece mimariye has. Sınıfsız, sınırsız bir dünyaya doğru yola çıkan bir deneyimin hayatın ve dünyanın her alanına nüfuz etmesi şaşırtıcı değil; şaşırtıcı olan bu deneyimin sıra dışı izlerini bir kentin sokaklarında takip edebiliyor oluşumuz.
Kentlerin iskeletleri önce coğrafya tarafından şekillenir. Engebe, su yolları, deniz, toprağın bereketi, bataklıklar… Daha sonra ise bu iskelete göre başta ekonomik olmak üzere beşeri eklemler dahil olur: Liman, tarım, ticaret rotaları, sanayi, hayvancılık, madencilik. Yollar ya da mahalleler hep bu iskelet ve eklemler üzerinde inşa edilir. Geriye kalan tali unsurlar ise kentlerin eti olur. Zaman içerisinde çarşıların pazarların yerleri değişir, mahalleler yıkılır, mahalleler yapılır… Fakat kent kabuk değiştirse de iskeleti ve eklemleri büyük ölçüde sabit kalır.
Fakat öyle bir kent var ki eti diğer tüm kentlerden farklı bir şekilde yoğrulmuştur. Rusya’nın başkenti Moskova bu anlamda eşsiz bir kent. Öyle ki Ekim Devrimi ile birlikte Moskova’nın sırtına bir başkentten çok daha fazlası yüklenir: Burası artık sadece bir nehrin şekil verdiği bir kent değildir; aynı zamanda tüm dünya için alternatif sunan yeni bir uygarlık kurma iddiasında bir başkenttir. İşte sırf bu yüzden bile Moskova, başlı başına gezmeye, tanımaya değer bir kent.
Moskova denince akla hep Kremlin ya da Aziz Basil Katedrali gelir. Ancak bugün kentin turistik kısımlarını pas geçerek, Moskova’yı sıra dışı kılan yerleri gezelim.
DEVRİMİN İLK YAPISI, İLK MESAJI
Geçtiğimiz yüzyılda Moskova’yı şekillendiren her ne kadar devrimin yenilikçi ruhu olsa da burası aslında uzun yıllar Rusya’nın Ortaçağını temsil eden bir kenttir. Şehirle aynı ismi taşıyan nehir kenarında kurulan ve Rusya’nın ortaçağ tarihi boyunca önemli rol oynamış Moskova’nın pabucu, 18. yüzyılın başında Baltık Denizi kıyısında Çar I. Petro’nun sıfırdan Petersburg’u inşa ettirmesiyle birlikte dama atılır. Yıllar içerisinde siyasi ve ekonomik önemini kaybetmemiştir tabii. Ancak 1917 yılındaki Ekim Devrimi ile birlikte kent yeni bir çehre kazanır. Bolşevikler iktidarı ele geçirdikten bir yıl sonra Lenin başkenti Petrograd’dan Moskova’ya taşır. Artık Moskova, Sovyet yönetiminin kalesidir. Ve göndereceği sınıfsız, sınırsız bir dünya için mücadele mesajı sadece kendi sınırlarına değil tüm dünyaya ulaşacaktır.
İşte bu dönüşümün izini sürmek üzere kentin güneyinde son derece sembolik bir yapıyla karşılaşıyoruz. Karşı devrimci güçlerle savaş halinde olan Sovyet yönetiminin inşa emri verdiği ilk büyük proje, bir radyo kulesine aittir. Lenin’in emriyle 1919 yılında yapımına başlanan kuleyle birlikte diğer bölgelerle iletişim hedeflenir. Ayrıca bu kuleden yapılacak yayınla devrim mesajının dünyaya yayılması amaçlanır.
Şuhov KulesiRus mühendis Vladimir Şuhov tarafından tasarlanan ve 1919-1922 yılları arasında inşa edilen heybetli yapı, birçok avangart sanatçıyı etkileyen modern malzemelerin keşfiyle tanımlanan bir hareketin simgesidir. Yaklaşık 160 metre boyunda olan kule, toprağa monte edilir ve daha sonra kasnaklar ve vinçler kullanılarak yerine oturtulmuş bölümler halinde inşa edilir. Yapı, Şuhov tarafından icat edilen bir yöntem olan dairesel bir dönüşle oluşturulmuş kafes çelik bir kabuktan oluşur.
Bugün kulenin yanına geldiğimizde belki yüksek binalara alışmış gözlerimiz için Şuhov Kulesi alelade bir yapıdır. Onu asıl özel kılansa devrimci mimarisiyle zamanında tüm dünyaya taşıdığı devrimci mesajların uyumudur. Proletaryanın inşa edeceği yeni bir dünyanın müjdesi, ancak böyle bir kuleden dünyaya görünmez dalgalar halinde yayılabilirdi. Nitekim dönemin Sovyet konstrüktivist sanatçıları da Şuhov kulesine büyük bir heyecanla yaklaşır. Aleksandr Rodçenko’nun 1929 yılına ait fotoğrafları, bu mesaj-mimari uyumunu gözle görülür hale getiriyor.
Bugün bu fotoğrafların açısıyla kuleye alttan bakmak istesek de maalesef yanına yaklaşmak mümkün değil. Hatta kısa bir süre önce Rusya’da artık atıl bir vaziyette duran Şuhov Kulesi’nin yıkılıp yıkılmaması gerektiğine dair ciddi bir tartışma yaşandı. Her ne kadar henüz yıkım kararı çıkmadıysa da restorasyona yönelik de bir adım atılmadı.
İLK TOPLU KONUTLAR: ŞABOLOVSKİ
Şuhov Kulesi’nden ayrılmadan önce en yakındaki metro durağını aramak üzere haritayı açıyoruz. Ancak kroki adeta dile geliyor ve mahalleyi terk etmeden önce uğramamız gereken bir yer olduğunu çok net bir şekilde gösteriyor. Kulenin hemen yanında, kuşbakışı çarpıcı bir görüntüye sahip yapılara rastlıyoruz. Aslında bulunduğumuz konuma gelirken yolumuz bu yapıların yanından geçmişti, ancak özgünlüğünü fark edebilmek için yukarıdan bir görüntüye ihtiyaç varmış. Böylece ‘Şabolovski’ ismiyle bilinen bu mahallede gezintiye çıkıyoruz.
Zigzaglar çizen bu yapılar, konstrüktivist bir mimariye sahip olduğu için pek eskiymiş gibi durmuyor. Gelgelelim burası, Sovyetler Birliği’nin ilk büyük toplu konut projelerinden biridir. Ekim Devrimi ile birlikte barınma hakkı gerçek anlamda güvence altına alınır (Sovyetler Birliği’nde barınma hakkını daha önce işlemiştik). Ancak genç Sovyet yönetimi kaba bir şekilde bu hakkı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda devrimci bir şehir plancılığına soyunur. Normal şartlarda kâr hırsı nedeniyle hesaba katılmayan pek çok insani ihtiyaç, avangart bir tasarımla buluşur. Tasarlanan konut planlarında mahalle sakinlerinin dışarıya hiç çıkmadan tüm ihtiyaçlarını içeride sağlayabilmeleri amaçlanır: Dükkanlar, okullar, enstitüler, yurtlar, fabrikalar ve hatta krematoryumlar… Tüm bu birimler aynı yerleşke içerisinde toplanır. Ancak ortada bir cümbüş hali yoktur, tersine binalar ana caddeye 45 derecelik açılarla konumlanır. Böylesi bir konumlandırma tüm binaların eşit derecede ve bol miktarda ışık almasını sağladığı gibi kapalı avlu bolca yeşil alan imkanı sunar. Şablovski Konutları bu anlamda 1920’lerin Sovyet toplu konut anlayışına dair harika bir örnek.
Şablovski Konutları’nın orta yerinde Avangart Merkezi bulunuyor. Sergi ve enstitü olarak kullanılan merkezde bir de mahalle hakkında bir müze yer alıyor. İçeride mahallenin erken dönem Sovyetler’inde nasıl bir devrimci model olduğunu gösteren pek çok bilgi yer alıyor. Böylece meselenin sadece radyo kulesi ve konutlarla sınırlı olmadığını, aynı zamanda pek çok başka deneyimin de önce Şablovski’de vücut bulduğunu görüyoruz. Örneğin Bolşeviklerin bir dönem hayata geçirmeye çalıştıkları, ‘komünal evler’in Moskova’daki ilk örneğini de Şuhov Kulesi ile Şablovski Konutları arasında buluyoruz. ‘Yeni Sovyet insanına’ uygun bir komünal yaşam tarzı için tasarlanan bu bina yine bize hem mimari hem de içerik olarak devrimci bir bütünlük sunuyor.
*
Ekim Devrimi’nin açtığı ufuk ne Şablovski’ye, ne Şuhov’a ne Moskova’ya ne de sadece mimariye has. Sınıfsız, sınırsız bir dünyaya doğru yola çıkan bir deneyimin hayatın ve dünyanın her alanına nüfuz etmesi şaşırtıcı değil; şaşırtıcı olan bu deneyimin sıra dışı izlerini bir kentin sokaklarında takip edebiliyor oluşumuz. Bu şehri özel kılan yerleri keşfetmek üzere bir sonraki yazıda Moskova’nın daha farklı mahallelerine seyahat edeceğiz.(23/04/2024)
Kavel ALPASLAN / duvaR