AKP’nin ‘Türkiye Yüzyılı Maarif’ farkı (Gözde Bedeloğlu)
Almanya Cumhurbaşkanı Frank Walter Steinmeier, Almanya ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin 100’üncü yılı kapsamında Türkiye’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Görüştüğü isimlerden biri de CHP Genel Başkanı Özgür Özel’di. Steinmeier, kendisini Almanca konuşarak karşılayan Özel’in dile hakimiyekini ‘mükemmel’ olarak niteledi. Özel, her ne kadar konuşma pratiğini kaybettiğini söylese de, Alman Cumhurbaşkanının övdüğü Almanca bilgisini çok küçük yaşlarda, ilkokuldan hemen sonra girdiği İzmir Bornova Anadolu Lisesi’nde (BAL) edinmişti.
***
Maarif Koleji adıyla tohumu 50’lili yıllarda atılan Anadolu Liseleri’nin öncelikli amacı ülkeye iyi derecede yabancı dil bilen insan kazandırmaktı. 1955’te Türkiye’de 6 Maarif Koleji açıldı. O zamanki adı İzmir Koleji olan Bornova Anadolu Lisesi de onlardan biriydi.
1975 yılında Maarif Kolejleri’nin hepsi Anadolu Lisesi’ne dönüştürüldü ve sayıları artırıldı. Anadolu Liseleri’ne öğrenciler ilkokul sonrası sınavla alınıyordu. Eğitim, dil ağırlıklı 1 yıllık hazırlık sınıfıyla başlayıp, 3 yıl ortaokul ve 3 yıl da lise ile devam edip toplamda 7 yılda tamamlanıyordu. Ücretsiz olmasının yanında, çevre illerden gelen çocuklara yatılı okuma imkânı da sunulmuştu. Bu sayede, Manisa doğumlu Özgür Özel de İzmir’e gelip eğitimini BAL’da tamamlayabilmiş ve bugün kendisine avantaj sağlayan Almanca ve İngilizce’yi küçük yaşta öğrenme fırsatı bulmuştu.
***
İyi derecede yabancı dil öğretme amacının yanında bilimsel ve laik eğitimi hedefleyen Anadolu Liseleri’ne ilk darbeyi 1997’de 28 Şubat ekibi vurdu. Zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılmasıyla İmam Hatip Liseleri ile birlikte Anadolu Liseleri’nin ortaokul bölümleri kapatıldı. Böylece yabancı dilin en kolay ve hızlı öğrenildiği yaş aralığına denk gelen bu dönemden alınabilecek maksimum verim heba edildi. 4+4+4 eğitim sistemine geçildikten sonra ortaokulların yeniden açılma imkanı doğduysa da bu sadece İmam Hatipler için değerlendirildi. Eğitimin, gözle görülür kötü sonuçları nedeniyle, AKP’nin üzerine en çok kafa yorduğu konu olduğu söylenemez. Uzun vadeli programlama gerektiren bu alan her Bakan değişiminde sil baştan yeniden yapılandırılmaya çalışıldı. Anadolu Liseleri, hem ücretsiz olması hem de eğitim kalitesinin yüksekliği bakımından öğrencilerin en çok gitmek istedikleri okullardı. Mezunların çoğu, eğitimine Türkiye’nin en iyi üniversitelerinde devam edebilme şansı buluyordu. Ancak, AKP’nin eğitim politikaları her geçen yıl kalitenin düşmesine neden oldu.
***
AKP’nin 2016 yılında Anadolu Liseleri’ni içine alan ‘proje okullar’ hamlesi tartışmalara neden olmuştu. Okullara yapılacak öğretmen atamaları ve yönetici görevlendirmeleri doğrudan Bakanlığa bağlanmış ve seçkin liselerden onlarca öğretmen merkeze çekilmişti. Geçen yıl da ders programında yapılan değişiklikle yabancı dil dersleri azaltılmış ve ikinci yabancı dil dersi hazırlık hariç diğer sınıflarda tamamen kaldırılmıştı. Bunun yerine Din, Ahlak ve Değer grubundaki derslerin sayısı çoğaltılmıştı. Daha iyi bir eğitim ve yabancı dil öğrenmek için yıllarca zorlu bir sınava hazırlanan öğrenci ve veliler duruma tepki göstermişti. Öyle ya, çocuklarının daha çok din dersi almasını tercih edenler için çokça İmam Hatip yok muydu zaten ülkede?
***
AKP’nin bütün okulları İmam Hatip’e çevirme arzusu sır değil. Sistemde ve müfredatta yapılan her değişiklikte bunun ibareleri görülüyor. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) üzerinde çalıştıkları son müfredat değişikliğine dair taslağı açıkladı. Söz konusu müfredatın 2024-2025 eğitim öğretim yılından itibaren okul öncesi, ilkokul 1’inci, ortaokul 5’inci ve lise 9’uncu sınıflarda kademeli şekilde uygulanmaya başlanacağı belirtildi. Eğitim-Sen yeni müfredat çalışmasını, siyasal ve ideolojik olarak iktidara yakın çevrelerin müdehalesiyle daha da gerici hale getirilerek; donatıldığı dini ve milli referanslarla, bilime ve aydınlanma düşüncesine karşı bir bayrak açma operasyonu olarak yorumladı. Ders kitaplarında bir süredir ‘sadeleştirme’ adı altında bilim, felsefe, tarih ve sanat dersleri hedef alınıyor ve ünitelerdeki ağırlıkları azaltılıyordu.
MEB, müfredatı ‘Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’ başlığıyla duyurdu. Bu, 50’li yıllarda çeşitli yabancı dillerin öğretilmesini amaçlayan ve bilimsel eğitimi öne çıkaran Maarif Koleji projesinin vizyonuyla taban tabana zıt. AKP’nin dünyaya kapanan yüzyılı ile Cumhuriyet’in dünyada açılan yüzyılı arasındaki fark, bugün ülkede tarihi görülmemiş düzeydeki beyin göçünün de sebebi.
/././
Şimşek’in Programı: İşsizlik, borçluluk, daha fazla yoksulluk (Hayri Kozanoğlu)
Cumhur ittifakından çıkan çatlak seslere rağmen Mehmet Şimşek öncülüğünde uygulanan “kemer sıkma” programına cumhurbaşkanı Erdoğan’ın desteği sürüyor. Son IMF-Dünya Bankası bahar toplantısında Şimşek’in IMF’nin de onayını aldığı anlaşılıyor. Bir ülkede; IMF ve Dünya Bankası’nın böyle melek gibi sunulmasının, ortodoks kemer sıkma reçetelerinin bu denli övülmesinin, her faiz artışının alkışlarla karşılanmasının, asgari ücretin neden artırılmaması gerektiği ezberini tekrarlamanın iktisat ilmine vâkıf olmanın kanıtı sayılmasının başka örneği var mıdır bilemiyorum!
Uygulanan programı değerlendirmeden isterseniz, Mehmet Şimşek’in oyun planını kısaca analiz etmeye çalışalım. Baştan beri vurguladığı gibi birinci öncelik, yabancı dövizlerini ülkeye çekmek.
Körfez monarşilerinden propagandası yapılan büyük fonlar gelmediğine göre, bunun yolu faizleri yükselterek lira yatırımlarının cazibesini artırmaktan geçiyor. Böylelikle döviz rezervlerinin takviye edilmesi sağlanacak, liranın reel değer kaybının önlenmesiyle enflasyon düşürülebilecek. Tabii ki Şimşek yüksek faiz ve sıkı para politikasıyla ekonominin hızla soğuyacağını, mal ve hizmetlere talebin aniden düşeceğini biliyor.
Enflasyonda Sinsi Plan
Bu nedenle işveren örgütleriyle diyaloglarında sürekli dış âleme yönelmelerini, ihracata öncelik vermelerini öğütlüyor. Bu noktada liranın reel anlamda değer kazandığı bir süreçte ihracatçıların rekabet gücü kaybolmaz mı diye düşünülebilir. Şimşek’e göre bu sorun asgari ücreti temmuzda sabit tutarak, yani ucuz işgücü maliyetiyle ihracata destek sağlayarak giderilebilir. Temmuz döneminde haliyle emeklilere ve kamu çalışanlarına 6 aylık enflasyona paralel zam yapılacak. Bu konuda da sinsi bir plan söz konusu: Birincisi, elektrik, doğalgaz ve diğer kamu zamlarını erteleyerek, 2024’ün ilk yarısı enflasyonunu görece düşük çıkartıp, maaş artışının hemen ertesinde faturaları şişirmeyi düşünüyorlar. İkincisi, 2023’teki Temmuz %9,49, Ağustos %9,09 enflasyonun devreden çıkacağı aylara zamları yedirmek daha akılcı. Böylelikle mayıs sonu enflasyonun %80’e dayanması da önlenmiş olacak.
Peki şu anda kemer sıkma programının neresindeyiz? 25 Nisan’da politika faizinin %50’de tutulduğu Merkez Bankası toplantısının karar metni tabloyu açıkça ortaya koydu. Birincisi, enflasyon mücadelesinde işler yolunda gitmiyor. Özellikle lokanta-kafe fiyatlarıyla gündeme gelen hizmetler sektöründe yüksek enflasyon sürüyor. Tüketim deseni gıdada %70,4, kirada %124, ulaşımda %94,4 artışla üç temel kaleme sıkışan dar gelirlilerin enflasyonu, TÜİK’in manşet %68,5 oranının hayli üzerinde seyrediyor.
İkincisi, enflasyonun düşmemesi daha keskin bir sıkılaştırmayı talep ediyor. Bu da ekonomide şok bir soğuma tehlikesi yaratıyor. Merkez Bankası aslında bankaları faiz koridoru yoluyla %53’ten fonluyor. Brüt döviz rezervlerinin düşük görünmesi pahasına swap yolu borçlanmayı azaltıyor, böylelikle piyasaya daha az likidite sağlıyor. Bu sayede mevduat faizlerinin artmasını bekliyor. Gerek bireysel gerekse de ticari kredilere uygulanan %2 kredi genişleme tavanı da devreye girince, ihtiyaç kredisi faizleri %80’in, ticari kredi faizleri de %70’in üzerine sıçrıyor.
Üçüncüsü, öncelikle bireysel krediler 3 trilyon lirayı aştı. Toplam bakiyeden önemlisi, 2023 seçimleri öncesi ucuz krediden yararlanan tuzu kuru kesimler büyük ölçüde bu alanı dar gelirlilere terk etti. İhtiyaç kredisine erişemeyenler kredi kartına yükleniyor. Bireysel kredi kartı borç bakiyesi 1,4 trilyon lirayı geçerken, aylık %4,5 vade farkı da aslında önemli bir faiz maliyetine işaret ediyor. Hele bir de enflasyon, öngörüldüğü gibi düşerse bu borçların reel yükleri artar, ana para ve faizler şirketler ve bireyler için iyice ödenemez hale gelir.
Gidişatı Emekçilerin İtirazı Şekillendirecek
Türkiye ekonomisinde gelir ve servet dağılımının giderek bozulduğunu herkes kabul ediyor. Zaten resmî istatistikler de bunu ortaya koyuyor. Mevduata yüksek faiz ödeyerek talebi yavaşlatmaya dayalı bir politika, rantiye kesimlere borçluların sırtından servet aktarılması sonucunu doğurur. Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapar. Dar gelirli kesimler faiz yüksek olsa da yine de tasarruf edemezler, olsa olsa tüketimlerini kısmak, daha az et, peynir, sebze, meyve almak zorunda kalırlar.
Özelde asgari ücretlilerin, genelde emeğiyle geçinenlerin ve emeklilerin hız kesmeyen enflasyonla her geçen ay satın alma güçleri zayıflıyor. Eğer temmuz ayında asgari ücret artırılmazsa hem geçim sıkıntıları artacak hem de borçlanma gereksinimleri daha da belirginleşecek. Borçlanma maliyetlerinin yükselmesi iyice bellerini bükecek. Hem düşen talep hem de ağırlaşan borç yükü kaynaklı olarak birçok küçük şirket kapanacak. Kepenk indiren veya üretimini kısan firmalar nedeniyle işsizlik artacak, istihdamını koruyanlar da geçmiş krizlerde olduğu gibi eksik ve geç ödenen ücretler sonucu hak kayıplarına uğrayacak.
Elbet bu karamsar tablo, emek kesimlerinin sessiz ve itirazsız bu kaderi kabul etmeleri anlamına gelmez. Aksine, işçi direnişleri yaygınlaşabilir, zaten aktif durumda hak arayan emekliler hareketinin yanına, işsizler inisiyatifleri ve borçlu örgütlenmeleri de eklenebilir. 31 Mart 2024 yerel seçimlerinin verdiği cesaret ve umutla toplumsal muhalefet yükselebilir.
SOL Parti’nin 10 maddede özetlediği çözüm önerileri, muhalefet cephesinde emekten yana seçeneklerin tartışılması için bir başlangıç noktası oluşturabilir.
/././
Ne Gazze’ye gidebildi ne de Beyaz Saray’a (İbrahim Varlı)
AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD Başkanı Biden ile 9 Mayıs'ta Beyaz Saray'da yapmayı planladığı görüşme iptal edildi. İptale dair rivayetler muhtelif. Beyaz Saray’dan ertelemeye dair, “Programlarımızı uyumlu hale getiremedik ve şu anda duyuracağımız bir ziyaret yok” denildi.
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli de ziyaretin programların uyuşmaması nedeniyle, her iki taraf için uygun olacak ileri bir tarihe ertelendiğini belirtti.
İki liderin 9-11 Temmuz’da Washington'ta düzenlenecek NATO zirvesinde bir araya gelmesi bekleniyor. Erdoğan ile Biden en son geçen yıl Temmuz ayında NATO Liderler Zirvesi için Litvanya'nın başkenti Vilnius'ta bir araya gelmişti.
BİDEN YÜZ VERMİYOR
Dışişleri kaynakları ve AKP cephesi ziyareti kendilerinin iptal ettiği yönünde propaganda yapsa da tersi söz konusu. Ziyaretin tarihini günler öncesinden duyuran Ankara, diplomasi trafiğini sürdürüyordu. Sandığa etkisi olur beklentisiyle 31 Mart seçimlerinden önce Erdoğan’ın Washington’a gideceği bildirilmiş, ancak resmi açıklama yapılmamıştı. Son günlerde artan spekülasyonlar Beyaz Saray sözcülerinden John Kirby’nin 25 Nisan’da “planlanmış bir şey yok” açıklamasıyla hız kazanmıştı.
Erdoğan uzun yıllardır Beyaz Saray’a çıkmak için uğraşıyor. Joe Biden işbaşına geldiği tarihten bu yana pek çok dünya liderini ağırladığı Beyaz Saray’a Erdoğan’ı davet etmedi. Bırakınız davet etmeyi BM ve NATO Zirveleri’ndeki “zorunlu” buluşmalar haricinde Erdoğan ile poz vermekten kaçındı. Bu durum Erdoğan’ın defalarca sitemine yol açtı.
Amerikan emperyalizminin dümenindeki Biden’ın Erdoğan ile yan yana gelmekten kaçınmasının nedeni, iki başkent arasında bölgelesel konularda yaşanan görüş ayrılıkları. Biden kendince Erdoğan’ı cezalandırıyor. Erdoğan ise Beyaz Saray’a ayak basarak uluslararası toplum nezdinde meşruiyetini bir kez daha sağlama arayışında.
NİYE GİTMEK İSTİYORDU?
1-Ekonomik destek, sıcak para arayışı: Saray rejimi derin ekonomik kriz nedeniyle dört bir koldan sıcak para ve yatırımcı arayışında. Körfez Arap ülkelerinden istenilen paranın gelmemesi nedeniyle rota zorunlu olarak Batı’ya kırıldı. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek batılı başkentlerden çıkmazken Erdoğan da destek arayışında. Emekli Büyükelçi Selim Kuneralp da ziyaretin önemli nedenlerinden birisinin ekonomi olduğu görüşünde: “Para nerden gelecek ABD’den, Batı’dan. Körfez ülkelerinden artık para gelmiyor, akış kesildi. Bu nedenle ziyaret önemseniyordu.”
2- Ortadoğu’da rol alma hevesi: Saray rejimi Ortadoğu’da daha aktif bir pozisyon almak için de ABD ile ilişkileri geliştirmek istiyor. Irak’a askeri harekat ve Suriye başta olmak üzere bölgede Türkiye’ye alan açılması için Washington seferi önemseniyordu. Tel Aviv’in Gazze saldırıları, Netanyahu’nun savaşı Ortadoğu’ya yayma girişimleri ve İran-İsrail gerilimi nedeniyle bölge oldukça hareketli. İran’ın bölgede artan gücü ve İsrail’le çatışması karşısında role hazır olan Erdoğan yönetimi, temaslarını uzun süredir sürdürüyor.
ARADAKİ SORUNLAR
İki ülke arasında Hamas’tan Irak’a, Suriye’den Rusya’ya kadar pek çok konuda görüş ayrılıkları var.
•Hamas meselesi: Hamas lideri İsmail Haniye’nni İstanbul’da ağırlanması Yahudi lobisinin güçlü olduğu ABD’nin tepkisine yol açtı.
•İsrail krizi: Tel Aviv ile ticareti sürdüren Erdoğan yönetiminin meydanlardaki Tel Aviv karşıtı söylemleri de Biden yönetimi açısından rahatsızlık nedeni. Ankara, ABD’nin İsrail’a silah satışından Washington ise Ankara’nın söylemlerinden hoşnut değil.
•Rusya ile ilişkiler: Washington ile Ankara arasındaki bir diğer kriz de Rusya’yla ilişkiler. Saray rejiminin Moskova ile teması ABD’de rahatsızlık konusu. Türkiye ABD ile Rusya arasındaki kapışmadan yararlanmaya çalışıyor. Ancak bu durum ABD’nin işine gelmiyor. NATO üyesinin daha net tavır almasını bekliyor.
•F-16 ve F-35 uçakları: Ankara, İsveç’in NATO üyeliğine onay verse de F-16 ve F-35 savaş uçakları konusunda istediği sonucu alabilmiş değil. Sıkı pazarlıklar ve restleşmeler devam ediyor.
İSVEÇ’E KARŞILIK DAVET
Biden’ın daveti, Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğini onaylamasıyla birlikte gelen F-16 satış anlaşmasını takiben söz konusu olmuştu.
Emekli diplomat Engin Solakoğlu ziyaretin iptal edilme nedeninin “gündemin belirlenmesi”ne yönelik anlaşmazlık ve “dışarıya verilecek mesajlar”la ilişkili olduğu görüşünde. Solakoğlu, “Sorunların listelenmesinde iki başkent arasında anlaşmazlık söz konusu. Örneğin Filistin meselesinden Irak’a askeri operasyona, Ukrayna’dan F-35’e kadar pek çok konuda anlaşmazlık var. Ankara’nın öncelediklerini ABD tarafı gündeme getirmek istemedi. Ziyareti sunma şekli önemli. Taraflar kendi gündemleriyle bunu yapmak istiyorlardı” dedi.
Emekli büyükelçi Selim Kuneralp, ziyaretin İsveç üyeliğine karşılık koparıldığını belirterek şöyle diyor:
Biden Türkiye’deki demokratik gidişattan rahatsız. Bu nedenle kendince Erdoğan ile görüşmeye sıcak değil. Ankara bunun farkında. Ziyaret İsveç’in NATO üyeliğine vize verilmesine karşılık bir paket program dahilindeydi. Ankara tarafından F-16’lar gibi Washington’a empoze edildi.”
OLMAYACAK HAYALLER
Erdoğan’ın sıcak para arayışı ve Ortadoğu’daki denklemde rol kapma arayışı Beyaz Saray sevdasının devam edeceğini gösteriyor. Jeopolitik koşulların yarattığı fırsatlardan yararlanmak isteyen Erdoğan arayışları sürecek. Yıllar yılı dillendirdiği Gazze ziyaretini gerçekleştiremeyen Erdoğan’ın Washington ziyareti de olmayacak. Biden’ın seçim öncesinde Erdoğan ile görüme niyeti yok gibi.
/././
Ekonomik politikalar ve bütçe (Oğuz Oyan)
Seçimler sonrasında beklenen oldu. Yeni ekonomi yönetimi, AKP iktidarının bir önceki “ekonomi” üçlüsünün (Erdoğan-Nebati-Kavcıoğlu) enflasyonu azdırma, bütçe açıklarını zirveye taşıma, döviz rezervlerini eritme, kamu dış borçlanmasını patlatma, dövize endeksli iç borçlar ve KKM gibi kamu maliyesini felce uğratan yeni kara delikler yaratma gibi günahlarını; ayrıca bu enflasyonist ortamda sermayenin tekelci fiyatlama davranışına (kârlarını keyfi olarak artırmasına) daha fazla yol açmış olmasını, gelir ve servet dağılımını daha da bozmasını hiç dikkate almadan, sorumluluğu ücret artışlarına havale edip sınıfsal tercihini ortaya koymuş durumda.
Sınıfsal saldırıya uzlaşmacı yanıtlar
Peki, böylesine gerçekdışı gerekçelerle sorumluluğu geniş halk kesimlerine yüklerken güvendikleri nedir? Soruyu şöyle de sorabiliriz: 31 Mart seçimlerinde halktan güçlü bir tepki almalarına rağmen emek karşıtı bir programda ısrar etmeleri neye bağlıdır?
Erdoğan kritik açıklamayı hemen yapmamış mıydı? Mealen yazarsak “31 Mart’taki yerel seçimlerdi, ama Mayıs 2023 seçimlerinde merkezî iktidar bize verildi ve hâlâ bizde”. Bu aynı zamanda, “gerekirse belediye başkanlarının ömrünü de biz tayin ederiz” yaklaşımıdır. Dolayısıyla, sosyal zorlamanın (güvenlikçi devlet ile sınıfsal yargı sisteminin) dozunu artırmayı ima eden despotik yönelimli bir iktidarın tavrını ortaya koymakta.
Yukarıdaki iki soruya dönelim: İktidar ne siyasi muhalefetten ne emek cephesinden sandık tepkisi dışında kitlesel tepkiler beklememektedir. Peki neden? Siyasi cepheye bakılırsa, CHP ve onun Meclis’e taşıdığı AKP türevi partilerin ve İYİP’in ekonomiye yaklaşımları, “Altılı Masa” örneğinde görüldüğü gibi, mevcut uygulamalara bir doz “sosyal devlet” sosu eklenmiş halinden başka bir şey değildi. Yani ortodoks (ve de eskimiş) neoliberal politikalara siyasi bir karşıtlık geliştirilmemişti. Şimşek yönetimindeki politikaların ve yürürlükteki Orta Vadeli Programın (2024-2026) aslında tutarlı bir istikrar programı bile önermiyor olması, “ücret artışları sebep, enflasyon neticedir” sığ saplantılarıyla hareket ediyor olması buradaki konumuz değildir. Şimşek ekibinin uyguladığı politikalara bütüncül bir alternatif oluşturma hazırlığı olmamasıdır.
Biraz da ana muhalefetin, “ekonomiyi onlar bozdu, bırakalım bu anti-popüler programla iyice yıpransınlar” beklentisine girmesidir. Dolayısıyla muhalefetin mevcut uygulamalara cepheden karşı çıkamayacağı ve fırsatçı bir beklentiye girmiş olduğu anlaşıldığı için, iktidarın siyasi cepheden sıkıştırılmaktan korkacak durumu yoktur. Bu arada Erdoğan’ın CHP başkanıyla görüşmesi Meclis içi tepkileri yumuşatma çabası olduğu kadar Meclis’in ve toplumun bir Anayasa değişikliği gündemine sıkıştırılmak istenmesi amaçlıdır. Bunlara bir de dış politika bunalımı eklenirse ekonomik programa muhalefet iyice gündem dışına itilebilir.
Sendikal tepkilerin sınırlılığı
Öte yandan işçi ve memur sendikaları konfederasyonları üzerinden de meydanlara taşacak tepkiler beklenmemektedir. Bu konfederasyonların yönetimleri, DİSK hariç, öteden beri bu iktidarı üzmeyecek “yanlı” tutumlara sahiptir. Emek kesiminin değil de sermaye iktidarının taleplerine duyarlı hale getirilmişlerdir; o kadar ki Şimşek programını kaçınılmaz görmeye daha yatkındırlar. Yöneticileri, sert bir muhalefet yapmaları halinde iktidarın hışmıyla karşılaşacaklarının ve kariyerlerini kaybedeceklerinin kaygısıyla hareket etmektedir. Dolayısıyla genel yönelimleri solda konumlanmadığı gibi, 1988-99 döneminde olduğu kadar bile toplumsal tepkileri örgütleyebilecek durumda değillerdir.
Şu karşılaştırmayı da yapmak gerekir: Emek karşıtı programlar IMF güdümlü olarak hem 24 Ocak 1980 Kararlarıyla 1980’lerde hem de 2000’lerde uygulanmıştı. Aradaki fark şudur: 1980 öncesinden gelen güçlü işçi sendikacılığı ve sol siyasetler ortamında 24 Ocak Kararlarının uygulanması sert sınıf tepkilerine çarpacaktı. Bunu bildikleri için 12 Eylül faşist darbesi tüm muhalefeti ve sendikaları ezdi, faaliyetlerini sona erdirdi, birçok siyasetçi ve sendikacıyı tutukladı. 2000’de başlayan sert IMF/DB programlarının uygulanabilmesi ise kitle tepkilerini din üzerinden uyuşturan bir siyasal İslamcı iktidara ihtiyaç duydu. AKP, IMF programını sadakatle sürdürdü. Hem dış kaynak girişlerinin artışı hem de kitlelere geniş borçlanma olanaklarının sunulmasıyla –yoğun özelleştirmelere rağmen– tepkiler sınırlandırılabildi.
AKP’nin 22 yıllık iktidarı boyunca sosyal zorlama uygulamalarının tavan yapması ve genel bir korku ikliminin yaratılması sonucunda bugün gelinen noktada emek karşıtı programa emeğin tepkisinin örgütlenmesi gene kısıtlanmış durumdadır. Tabii geniş toplumsal tepkilerin ne zaman patlak vereceği çok kestirilemez, ama siyasal/sendikal örgütlülük temelinde olmasının önü kesilmiştir.
Bölüşüm ilişkilerinin aynası: 2024 Bütçesi
Örnek vaka olarak 2024 Bütçesini alalım. 2024 Bütçesi 2 trilyon 651 milyar 900 milyonluk bir büyük açıkla bağlandı. Bunun 11,089 trilyonluk bütçe büyüklüğe oranı yüzde 23,9’dur; GSYH’ye oranla da yüzde 6,4’tür. Tarihsel bir açıktır. Üstelik, 2023 açığına göre 2024 açığındaki artış yüzde 92,9’dur, yani enflasyondaki artış hedefinin 2,5 katıdır. Bütçe açığı 2023’te başlangıç hedefi olan 659,4 milyarın 2,1 kat (veya yüzde 108) üzerinde 1,375 trilyon olarak gerçekleşti. Açıkta bir patlamaydı, 2024 bunun üzerine yüzde 92,9’luk yeni bir patlama öngörüyor. Üstelik bu hedef dahi yıl sonunda aşılabilir.
Öte yandan 2024’ün ilk çeyreğindeki bütçe gerçekleşmeleri şimdilik daha ılımlı gidiyor. İlk çeyrekte bütçe açığının 513,5 milyar TL olması çok konuşuldu; kuşkusuz ilk çeyrek artışı olarak bir rekordur. Ama sonuçta yıllık açık öngörüsünün yüzde 19,4’üdür; bunun nedeni ilk çeyrekte hem harcamaların hem gelirlerin bütçe hedefine göre aynı yüzde 19,4 oranına demir atmasıdır.
Eğer bütçe gerçekleşmeleri yıla eşit dağılıyor olsaydı yüzde 25 dolayında çeyreklik gerçekleşmeler görülürdü. Ama iyi biliniyor ki, bütçe gerçekleşmeleri yılın son çeyreğine yığılır; hatta 2023’te anormal bir biçimde yılın son ayına yığılmıştı.
Yürütmeye bütçe açıkları kadar borçlanma yetkisi verilir (ama son zamanlarda bunun aşılması âdetten olmuştur). Hazinenin borçlanması bütçeye faiz gideri olarak yansır. 2024 faiz gideri öngörüsü 1,254 trilyon TL’dir. Sermaye kesiminin faaliyet dışı kâr alanlarından biri de Hazine’ye borç vermektir. Sermaye, ödediği Kurumlar Vergisi kadar faiz geliri elde etmektedir! Üstelik kurumlar vergisinin yüzde 50’si kadar vergi teşvikinden yararlanmayı da ihmal etmeden!
Böylece işin çözümü, her zaman sermaye lehinedir. Bütçeden sermaye lehine yapılan transfer harcamaları (ki Aralık 2023’te aylık temelde tavan yapmıştı) dışında bütçe cari ve yatırım harcamalarının mevcut ihale düzeninde sermayeye yeni kâr alanları sunduğu açıktır. Buna karşılık, bütçe personel giderinin bütçedeki payı bütçe yüzde 23 oranıyla bütçe açığının bile gerisindedir. Fransa’da personel ödeneği/bütçe oranı yüzde 45’tir. Bu, Memur-Sen gibi sendikaların da marifetidir.
Demek ki, halka dönük bir bütçenin önce kendi personeline verdiği değer artmalıdır. Sonra eğitim ve sağlık gibi toplumsal hizmetler asla piyasaya bırakılmamalıdır. Diğer sosyal harcamalar da OECD ülkeleri düzeyine getirilmelidir. Bunun ön koşulu ise sermaye iktidarlarının kesintisiz tahakkümünden kurtulmaktır.
(Birgün)