28 Nisan 2024 Pazar

Birgün KÖŞEBAŞI - 28 Nisan 2024 -

 

AKP’nin ‘Türkiye Yüzyılı Maarif’ farkı (Gözde Bedeloğlu)

Almanya Cumhurbaşkanı Frank Walter Steinmeier, Almanya ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin 100’üncü yılı kapsamında Türkiye’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Görüştüğü isimlerden biri de CHP Genel Başkanı Özgür Özel’di. Steinmeier, kendisini Almanca konuşarak karşılayan Özel’in dile hakimiyekini ‘mükemmel’ olarak niteledi. Özel, her ne kadar konuşma pratiğini kaybettiğini söylese de, Alman Cumhurbaşkanının övdüğü Almanca bilgisini çok küçük yaşlarda, ilkokuldan hemen sonra girdiği İzmir Bornova Anadolu Lisesi’nde (BAL) edinmişti. 

                                                          *** 

Maarif Koleji adıyla tohumu 50’lili yıllarda atılan Anadolu Liseleri’nin öncelikli amacı ülkeye iyi derecede yabancı dil bilen insan kazandırmaktı. 1955’te Türkiye’de 6 Maarif Koleji açıldı. O zamanki adı İzmir Koleji olan Bornova Anadolu Lisesi de onlardan biriydi.

1975 yılında Maarif Kolejleri’nin hepsi Anadolu Lisesi’ne dönüştürüldü ve sayıları artırıldı. Anadolu Liseleri’ne öğrenciler ilkokul sonrası sınavla alınıyordu. Eğitim, dil ağırlıklı 1 yıllık hazırlık sınıfıyla başlayıp, 3 yıl ortaokul ve 3 yıl da lise ile devam edip toplamda 7 yılda tamamlanıyordu. Ücretsiz olmasının yanında, çevre illerden gelen çocuklara yatılı okuma imkânı da sunulmuştu. Bu sayede, Manisa doğumlu Özgür Özel de İzmir’e gelip eğitimini BAL’da tamamlayabilmiş ve bugün kendisine avantaj sağlayan Almanca ve İngilizce’yi küçük yaşta öğrenme fırsatı bulmuştu. 

                                                            ***

İyi derecede yabancı dil öğretme amacının yanında bilimsel ve laik eğitimi hedefleyen Anadolu Liseleri’ne ilk darbeyi 1997’de 28 Şubat ekibi vurdu. Zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılmasıyla İmam Hatip Liseleri ile birlikte Anadolu Liseleri’nin ortaokul bölümleri kapatıldı. Böylece yabancı dilin en kolay ve hızlı öğrenildiği yaş aralığına denk gelen bu dönemden alınabilecek maksimum verim heba edildi. 4+4+4 eğitim sistemine geçildikten sonra ortaokulların yeniden açılma imkanı doğduysa da bu sadece İmam Hatipler için değerlendirildi. Eğitimin, gözle görülür kötü sonuçları nedeniyle, AKP’nin üzerine en çok kafa yorduğu konu olduğu söylenemez. Uzun vadeli programlama gerektiren bu alan her Bakan değişiminde sil baştan yeniden yapılandırılmaya çalışıldı. Anadolu Liseleri, hem ücretsiz olması hem de eğitim kalitesinin yüksekliği bakımından öğrencilerin en çok gitmek istedikleri okullardı. Mezunların çoğu, eğitimine Türkiye’nin en iyi üniversitelerinde devam edebilme şansı buluyordu. Ancak, AKP’nin eğitim politikaları her geçen yıl kalitenin düşmesine neden oldu. 

                                                          ***

AKP’nin 2016 yılında Anadolu Liseleri’ni içine alan ‘proje okullar’ hamlesi tartışmalara neden olmuştu. Okullara yapılacak öğretmen atamaları ve yönetici görevlendirmeleri doğrudan Bakanlığa bağlanmış ve seçkin liselerden onlarca öğretmen merkeze çekilmişti. Geçen yıl da ders programında yapılan değişiklikle yabancı dil dersleri azaltılmış ve ikinci yabancı dil dersi hazırlık hariç diğer sınıflarda tamamen kaldırılmıştı. Bunun yerine Din, Ahlak ve Değer grubundaki derslerin sayısı çoğaltılmıştı. Daha iyi bir eğitim ve yabancı dil öğrenmek için yıllarca zorlu bir sınava hazırlanan öğrenci ve veliler duruma tepki göstermişti. Öyle ya, çocuklarının daha çok din dersi almasını tercih edenler için çokça İmam Hatip yok muydu zaten ülkede? 

                                                              ***

AKP’nin bütün okulları İmam Hatip’e çevirme arzusu sır değil. Sistemde ve müfredatta yapılan her değişiklikte bunun ibareleri görülüyor. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) üzerinde çalıştıkları son müfredat değişikliğine dair taslağı açıkladı. Söz konusu müfredatın 2024-2025 eğitim öğretim yılından itibaren okul öncesi, ilkokul 1’inci, ortaokul 5’inci ve lise 9’uncu sınıflarda kademeli şekilde uygulanmaya başlanacağı belirtildi. Eğitim-Sen yeni müfredat çalışmasını, siyasal ve ideolojik olarak iktidara yakın çevrelerin müdehalesiyle daha da gerici hale getirilerek; donatıldığı dini ve milli referanslarla, bilime ve aydınlanma düşüncesine karşı bir bayrak açma operasyonu olarak yorumladı. Ders kitaplarında bir süredir ‘sadeleştirme’ adı altında bilim, felsefe, tarih ve sanat dersleri hedef alınıyor ve ünitelerdeki ağırlıkları azaltılıyordu. 

MEB, müfredatı ‘Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’ başlığıyla duyurdu. Bu, 50’li yıllarda çeşitli yabancı dillerin öğretilmesini amaçlayan ve bilimsel eğitimi öne çıkaran Maarif Koleji projesinin vizyonuyla taban tabana zıt. AKP’nin dünyaya kapanan yüzyılı ile Cumhuriyet’in dünyada açılan yüzyılı arasındaki fark, bugün ülkede tarihi görülmemiş düzeydeki beyin göçünün de sebebi. 

                                                                 /././

Şimşek’in Programı: İşsizlik, borçluluk, daha fazla yoksulluk (Hayri Kozanoğlu)

Cumhur ittifakından çıkan çatlak seslere rağmen Mehmet Şimşek öncülüğünde uygulanan “kemer sıkma” programına cumhurbaşkanı Erdoğan’ın desteği sürüyor. Son IMF-Dünya Bankası bahar toplantısında Şimşek’in IMF’nin de onayını aldığı anlaşılıyor. Bir ülkede; IMF ve Dünya Bankası’nın böyle melek gibi sunulmasının, ortodoks kemer sıkma reçetelerinin bu denli övülmesinin, her faiz artışının alkışlarla karşılanmasının, asgari ücretin neden artırılmaması gerektiği ezberini tekrarlamanın iktisat ilmine vâkıf olmanın kanıtı sayılmasının başka örneği var mıdır bilemiyorum! 

Uygulanan programı değerlendirmeden isterseniz, Mehmet Şimşek’in oyun planını kısaca analiz etmeye çalışalım. Baştan beri vurguladığı gibi birinci öncelik, yabancı dövizlerini ülkeye çekmek.

Körfez monarşilerinden propagandası yapılan büyük fonlar gelmediğine göre, bunun yolu faizleri yükselterek lira yatırımlarının cazibesini artırmaktan geçiyor. Böylelikle döviz rezervlerinin takviye edilmesi sağlanacak, liranın reel değer kaybının önlenmesiyle enflasyon düşürülebilecek. Tabii ki Şimşek yüksek faiz ve sıkı para politikasıyla ekonominin hızla soğuyacağını, mal ve hizmetlere talebin aniden düşeceğini biliyor. 

Enflasyonda Sinsi Plan 

Bu nedenle işveren örgütleriyle diyaloglarında sürekli dış âleme yönelmelerini, ihracata öncelik vermelerini öğütlüyor. Bu noktada liranın reel anlamda değer kazandığı bir süreçte ihracatçıların rekabet gücü kaybolmaz mı diye düşünülebilir. Şimşek’e göre bu sorun asgari ücreti temmuzda sabit tutarak, yani ucuz işgücü maliyetiyle ihracata destek sağlayarak giderilebilir. Temmuz döneminde haliyle emeklilere ve kamu çalışanlarına 6 aylık enflasyona paralel zam yapılacak. Bu konuda da sinsi bir plan söz konusu: Birincisi, elektrik, doğalgaz ve diğer kamu zamlarını erteleyerek, 2024’ün ilk yarısı enflasyonunu görece düşük çıkartıp, maaş artışının hemen ertesinde faturaları şişirmeyi düşünüyorlar. İkincisi, 2023’teki Temmuz %9,49, Ağustos %9,09 enflasyonun devreden çıkacağı aylara zamları yedirmek daha akılcı. Böylelikle mayıs sonu enflasyonun %80’e dayanması da önlenmiş olacak. 

Peki şu anda kemer sıkma programının neresindeyiz? 25 Nisan’da politika faizinin %50’de tutulduğu Merkez Bankası toplantısının karar metni tabloyu açıkça ortaya koydu. Birincisi, enflasyon mücadelesinde işler yolunda gitmiyor. Özellikle lokanta-kafe fiyatlarıyla gündeme gelen hizmetler sektöründe yüksek enflasyon sürüyor. Tüketim deseni gıdada %70,4, kirada %124, ulaşımda %94,4 artışla üç temel kaleme sıkışan dar gelirlilerin enflasyonu, TÜİK’in manşet %68,5 oranının hayli üzerinde seyrediyor. 

İkincisi, enflasyonun düşmemesi daha keskin bir sıkılaştırmayı talep ediyor. Bu da ekonomide şok bir soğuma tehlikesi yaratıyor. Merkez Bankası aslında bankaları faiz koridoru yoluyla %53’ten fonluyor. Brüt döviz rezervlerinin düşük görünmesi pahasına swap yolu borçlanmayı azaltıyor, böylelikle piyasaya daha az likidite sağlıyor. Bu sayede mevduat faizlerinin artmasını bekliyor. Gerek bireysel gerekse de ticari kredilere uygulanan %2 kredi genişleme tavanı da devreye girince, ihtiyaç kredisi faizleri %80’in, ticari kredi faizleri de %70’in üzerine sıçrıyor. 

Üçüncüsü, öncelikle bireysel krediler 3 trilyon lirayı aştı. Toplam bakiyeden önemlisi, 2023 seçimleri öncesi ucuz krediden yararlanan tuzu kuru kesimler büyük ölçüde bu alanı dar gelirlilere terk etti. İhtiyaç kredisine erişemeyenler kredi kartına yükleniyor. Bireysel kredi kartı borç bakiyesi 1,4 trilyon lirayı geçerken, aylık %4,5 vade farkı da aslında önemli bir faiz maliyetine işaret ediyor. Hele bir de enflasyon, öngörüldüğü gibi düşerse bu borçların reel yükleri artar, ana para ve faizler şirketler ve bireyler için iyice ödenemez hale gelir. 

Gidişatı Emekçilerin İtirazı Şekillendirecek 

Türkiye ekonomisinde gelir ve servet dağılımının giderek bozulduğunu herkes kabul ediyor. Zaten resmî istatistikler de bunu ortaya koyuyor. Mevduata yüksek faiz ödeyerek talebi yavaşlatmaya dayalı bir politika, rantiye kesimlere borçluların sırtından servet aktarılması sonucunu doğurur. Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapar. Dar gelirli kesimler faiz yüksek olsa da yine de tasarruf edemezler, olsa olsa tüketimlerini kısmak, daha az et, peynir, sebze, meyve almak zorunda kalırlar. 

Özelde asgari ücretlilerin, genelde emeğiyle geçinenlerin ve emeklilerin hız kesmeyen enflasyonla her geçen ay satın alma güçleri zayıflıyor. Eğer temmuz ayında asgari ücret artırılmazsa hem geçim sıkıntıları artacak hem de borçlanma gereksinimleri daha da belirginleşecek. Borçlanma maliyetlerinin yükselmesi iyice bellerini bükecek. Hem düşen talep hem de ağırlaşan borç yükü kaynaklı olarak birçok küçük şirket kapanacak. Kepenk indiren veya üretimini kısan firmalar nedeniyle işsizlik artacak, istihdamını koruyanlar da geçmiş krizlerde olduğu gibi eksik ve geç ödenen ücretler sonucu hak kayıplarına uğrayacak. 

Elbet bu karamsar tablo, emek kesimlerinin sessiz ve itirazsız bu kaderi kabul etmeleri anlamına gelmez. Aksine, işçi direnişleri yaygınlaşabilir, zaten aktif durumda hak arayan emekliler hareketinin yanına, işsizler inisiyatifleri ve borçlu örgütlenmeleri de eklenebilir. 31 Mart 2024 yerel seçimlerinin verdiği cesaret ve umutla toplumsal muhalefet yükselebilir. 

SOL Parti’nin 10 maddede özetlediği çözüm önerileri, muhalefet cephesinde emekten yana seçeneklerin tartışılması için bir başlangıç noktası oluşturabilir. 

                                                               /././

Ne Gazze’ye gidebildi ne de Beyaz Saray’a (İbrahim Varlı)

Sıcak para arayışında olan ve Ortadoğu’da roller kapmak isteyen Erdoğan’ın Beyaz Saray düşü bir kez daha yarım kaldı. Erdoğan 4 yıldır Beyaz Saray'a gitmek istiyordu. İptal edilen programa dair çeşitli rivayetler var.

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD Başkanı Biden ile 9 Mayıs'ta Beyaz Saray'da yapmayı planladığı görüşme iptal edildi. İptale dair rivayetler muhtelif. Beyaz Saray’dan ertelemeye dair, “Programlarımızı uyumlu hale getiremedik ve şu anda duyuracağımız bir ziyaret yok” denildi. 

Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli de ziyaretin programların uyuşmaması nedeniyle, her iki taraf için uygun olacak ileri bir tarihe ertelendiğini belirtti. 

İki liderin 9-11 Temmuz’da Washington'ta düzenlenecek NATO zirvesinde bir araya gelmesi bekleniyor. Erdoğan ile Biden en son geçen yıl Temmuz ayında NATO Liderler Zirvesi için Litvanya'nın başkenti Vilnius'ta bir araya gelmişti. 

BİDEN YÜZ VERMİYOR 

Dışişleri kaynakları ve AKP cephesi ziyareti kendilerinin iptal ettiği yönünde propaganda yapsa da tersi söz konusu. Ziyaretin tarihini günler öncesinden duyuran Ankara, diplomasi trafiğini sürdürüyordu. Sandığa etkisi olur beklentisiyle 31 Mart seçimlerinden önce Erdoğan’ın Washington’a gideceği bildirilmiş, ancak resmi açıklama yapılmamıştı. Son günlerde artan spekülasyonlar Beyaz Saray sözcülerinden John Kirby’nin 25 Nisan’da “planlanmış bir şey yok” açıklamasıyla hız kazanmıştı. 

Erdoğan uzun yıllardır Beyaz Saray’a çıkmak için uğraşıyor. Joe Biden işbaşına geldiği tarihten bu yana pek çok dünya liderini ağırladığı Beyaz Saray’a Erdoğan’ı davet etmedi. Bırakınız davet etmeyi BM ve NATO Zirveleri’ndeki “zorunlu” buluşmalar haricinde Erdoğan ile poz vermekten kaçındı. Bu durum Erdoğan’ın defalarca sitemine yol açtı. 

Amerikan emperyalizminin dümenindeki Biden’ın Erdoğan ile yan yana gelmekten kaçınmasının nedeni, iki başkent arasında bölgelesel konularda yaşanan görüş ayrılıkları. Biden kendince Erdoğan’ı cezalandırıyor. Erdoğan ise Beyaz Saray’a ayak basarak uluslararası toplum nezdinde meşruiyetini bir kez daha sağlama arayışında. 

NİYE GİTMEK İSTİYORDU? 

1-Ekonomik destek, sıcak para arayışı: Saray rejimi derin ekonomik kriz nedeniyle dört bir koldan sıcak para ve yatırımcı arayışında. Körfez Arap ülkelerinden istenilen paranın gelmemesi nedeniyle rota zorunlu olarak Batı’ya kırıldı. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek batılı başkentlerden çıkmazken Erdoğan da destek arayışında. Emekli Büyükelçi Selim Kuneralp da ziyaretin önemli nedenlerinden birisinin ekonomi olduğu görüşünde: “Para nerden gelecek ABD’den, Batı’dan. Körfez ülkelerinden artık para gelmiyor, akış kesildi. Bu nedenle ziyaret önemseniyordu.” 

2- Ortadoğu’da rol alma hevesi: Saray rejimi Ortadoğu’da daha aktif bir pozisyon almak için de ABD ile ilişkileri geliştirmek istiyor. Irak’a askeri harekat ve Suriye başta olmak üzere bölgede Türkiye’ye alan açılması için Washington seferi önemseniyordu. Tel Aviv’in Gazze saldırıları, Netanyahu’nun savaşı Ortadoğu’ya yayma girişimleri ve İran-İsrail gerilimi nedeniyle bölge oldukça hareketli. İran’ın bölgede artan gücü ve İsrail’le çatışması karşısında role hazır olan Erdoğan yönetimi, temaslarını uzun süredir sürdürüyor. 

ARADAKİ SORUNLAR 

İki ülke arasında Hamas’tan Irak’a, Suriye’den Rusya’ya kadar pek çok konuda görüş ayrılıkları var. 

•Hamas meselesi: Hamas lideri İsmail Haniye’nni İstanbul’da ağırlanması Yahudi lobisinin güçlü olduğu ABD’nin tepkisine yol açtı. 

•İsrail krizi: Tel Aviv ile ticareti sürdüren Erdoğan yönetiminin meydanlardaki Tel Aviv karşıtı söylemleri de Biden yönetimi açısından rahatsızlık nedeni. Ankara, ABD’nin İsrail’a silah satışından Washington ise Ankara’nın söylemlerinden hoşnut değil. 

•Rusya ile ilişkiler: Washington ile Ankara arasındaki bir diğer kriz de Rusya’yla ilişkiler. Saray rejiminin Moskova ile teması ABD’de rahatsızlık konusu. Türkiye ABD ile Rusya arasındaki kapışmadan yararlanmaya çalışıyor. Ancak bu durum ABD’nin işine gelmiyor. NATO üyesinin daha net tavır almasını bekliyor. 

•F-16 ve F-35 uçakları: Ankara, İsveç’in NATO üyeliğine onay verse de F-16 ve F-35 savaş uçakları konusunda istediği sonucu alabilmiş değil. Sıkı pazarlıklar ve restleşmeler devam ediyor. 

İSVEÇ’E KARŞILIK DAVET

Biden’ın daveti, Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğini onaylamasıyla birlikte gelen F-16 satış anlaşmasını takiben söz konusu olmuştu. 

Emekli diplomat Engin Solakoğlu ziyaretin iptal edilme nedeninin “gündemin belirlenmesi”ne yönelik anlaşmazlık ve “dışarıya verilecek mesajlar”la ilişkili olduğu görüşünde. Solakoğlu, “Sorunların listelenmesinde iki başkent arasında anlaşmazlık söz konusu. Örneğin Filistin meselesinden Irak’a askeri operasyona, Ukrayna’dan F-35’e kadar pek çok konuda anlaşmazlık var. Ankara’nın öncelediklerini ABD tarafı gündeme getirmek istemedi. Ziyareti sunma şekli önemli. Taraflar kendi gündemleriyle bunu yapmak istiyorlardı” dedi. 

Emekli büyükelçi Selim Kuneralp, ziyaretin İsveç üyeliğine karşılık koparıldığını belirterek şöyle diyor: 

Biden Türkiye’deki demokratik gidişattan rahatsız. Bu nedenle kendince Erdoğan ile görüşmeye sıcak değil. Ankara bunun farkında. Ziyaret İsveç’in NATO üyeliğine vize verilmesine karşılık bir paket program dahilindeydi. Ankara tarafından F-16’lar gibi Washington’a empoze edildi.” 

OLMAYACAK HAYALLER 

Erdoğan’ın sıcak para arayışı ve Ortadoğu’daki denklemde rol kapma arayışı Beyaz Saray sevdasının devam edeceğini gösteriyor. Jeopolitik koşulların yarattığı fırsatlardan yararlanmak isteyen Erdoğan arayışları sürecek. Yıllar yılı dillendirdiği Gazze ziyaretini gerçekleştiremeyen Erdoğan’ın Washington ziyareti de olmayacak. Biden’ın seçim öncesinde Erdoğan ile görüme niyeti yok gibi. 

                                                                 /././

Ekonomik politikalar ve bütçe (Oğuz Oyan)

Sermaye kesiminin faaliyet dışı kâr alanlarından biri de Hazine’ye borç vermektir. Sermaye, ödediği Kurumlar Vergisi kadar faiz geliri elde etmektedir! Üstelik kurumlar vergisinin yüzde 50’si kadar vergi teşvikinden yararlanmayı da ihmal etmeden!

Seçimler sonrasında beklenen oldu. Yeni ekonomi yönetimi, AKP iktidarının bir önceki “ekonomi” üçlüsünün (Erdoğan-Nebati-Kavcıoğlu) enflasyonu azdırma, bütçe açıklarını zirveye taşıma, döviz rezervlerini eritme, kamu dış borçlanmasını patlatma, dövize endeksli iç borçlar ve KKM gibi kamu maliyesini felce uğratan yeni kara delikler yaratma gibi günahlarını; ayrıca bu enflasyonist ortamda sermayenin tekelci fiyatlama davranışına (kârlarını keyfi olarak artırmasına) daha fazla yol açmış olmasını, gelir ve servet dağılımını daha da bozmasını hiç dikkate almadan, sorumluluğu ücret artışlarına havale edip sınıfsal tercihini ortaya koymuş durumda. 

Sınıfsal saldırıya uzlaşmacı yanıtlar 

Peki, böylesine gerçekdışı gerekçelerle sorumluluğu geniş halk kesimlerine yüklerken güvendikleri nedir? Soruyu şöyle de sorabiliriz: 31 Mart seçimlerinde halktan güçlü bir tepki almalarına rağmen emek karşıtı bir programda ısrar etmeleri neye bağlıdır?  

Erdoğan kritik açıklamayı hemen yapmamış mıydı? Mealen yazarsak “31 Mart’taki yerel seçimlerdi, ama Mayıs 2023 seçimlerinde merkezî iktidar bize verildi ve hâlâ bizde”. Bu aynı zamanda, “gerekirse belediye başkanlarının ömrünü de biz tayin ederiz” yaklaşımıdır. Dolayısıyla, sosyal zorlamanın (güvenlikçi devlet ile sınıfsal yargı sisteminin) dozunu artırmayı ima eden despotik yönelimli bir iktidarın tavrını ortaya koymakta. 

Yukarıdaki iki soruya dönelim: İktidar ne siyasi muhalefetten ne emek cephesinden sandık tepkisi dışında kitlesel tepkiler beklememektedir. Peki neden? Siyasi cepheye bakılırsa, CHP ve onun Meclis’e taşıdığı AKP türevi partilerin ve İYİP’in ekonomiye yaklaşımları, “Altılı Masa” örneğinde görüldüğü gibi, mevcut uygulamalara bir doz “sosyal devlet” sosu eklenmiş halinden başka bir şey değildi. Yani ortodoks (ve de eskimiş) neoliberal politikalara siyasi bir karşıtlık geliştirilmemişti. Şimşek yönetimindeki politikaların ve yürürlükteki Orta Vadeli Programın (2024-2026) aslında tutarlı bir istikrar programı bile önermiyor olması, “ücret artışları sebep, enflasyon neticedir” sığ saplantılarıyla hareket ediyor olması buradaki konumuz değildir. Şimşek ekibinin uyguladığı politikalara bütüncül bir alternatif oluşturma hazırlığı olmamasıdır.  

Biraz da ana muhalefetin, “ekonomiyi onlar bozdu, bırakalım bu anti-popüler programla iyice yıpransınlar” beklentisine girmesidir. Dolayısıyla muhalefetin mevcut uygulamalara cepheden karşı çıkamayacağı ve fırsatçı bir beklentiye girmiş olduğu anlaşıldığı için, iktidarın siyasi cepheden sıkıştırılmaktan korkacak durumu yoktur. Bu arada Erdoğan’ın CHP başkanıyla görüşmesi Meclis içi tepkileri yumuşatma çabası olduğu kadar Meclis’in ve toplumun bir Anayasa değişikliği gündemine sıkıştırılmak istenmesi amaçlıdır. Bunlara bir de dış politika bunalımı eklenirse ekonomik programa muhalefet iyice gündem dışına itilebilir.  

Sendikal tepkilerin sınırlılığı 

Öte yandan işçi ve memur sendikaları konfederasyonları üzerinden de meydanlara taşacak tepkiler beklenmemektedir. Bu konfederasyonların yönetimleri, DİSK hariç, öteden beri bu iktidarı üzmeyecek “yanlı” tutumlara sahiptir. Emek kesiminin değil de sermaye iktidarının taleplerine duyarlı hale getirilmişlerdir; o kadar ki Şimşek programını kaçınılmaz görmeye daha yatkındırlar. Yöneticileri, sert bir muhalefet yapmaları halinde iktidarın hışmıyla karşılaşacaklarının ve kariyerlerini kaybedeceklerinin kaygısıyla hareket etmektedir. Dolayısıyla genel yönelimleri solda konumlanmadığı gibi, 1988-99 döneminde olduğu kadar bile toplumsal tepkileri örgütleyebilecek durumda değillerdir.  

Şu karşılaştırmayı da yapmak gerekir: Emek karşıtı programlar IMF güdümlü olarak hem 24 Ocak 1980 Kararlarıyla 1980’lerde hem de 2000’lerde uygulanmıştı. Aradaki fark şudur: 1980 öncesinden gelen güçlü işçi sendikacılığı ve sol siyasetler ortamında 24 Ocak Kararlarının uygulanması sert sınıf tepkilerine çarpacaktı. Bunu bildikleri için 12 Eylül faşist darbesi tüm muhalefeti ve sendikaları ezdi, faaliyetlerini sona erdirdi, birçok siyasetçi ve sendikacıyı tutukladı. 2000’de başlayan sert IMF/DB programlarının uygulanabilmesi ise kitle tepkilerini din üzerinden uyuşturan bir siyasal İslamcı iktidara ihtiyaç duydu. AKP, IMF programını sadakatle sürdürdü. Hem dış kaynak girişlerinin artışı hem de kitlelere geniş borçlanma olanaklarının sunulmasıyla –yoğun özelleştirmelere rağmen– tepkiler sınırlandırılabildi.  

AKP’nin 22 yıllık iktidarı boyunca sosyal zorlama uygulamalarının tavan yapması ve genel bir korku ikliminin yaratılması sonucunda bugün gelinen noktada emek karşıtı programa emeğin tepkisinin örgütlenmesi gene kısıtlanmış durumdadır. Tabii geniş toplumsal tepkilerin ne zaman patlak vereceği çok kestirilemez, ama siyasal/sendikal örgütlülük temelinde olmasının önü kesilmiştir. 

Bölüşüm ilişkilerinin aynası: 2024 Bütçesi 

Örnek vaka olarak 2024 Bütçesini alalım. 2024 Bütçesi 2 trilyon 651 milyar 900 milyonluk  bir büyük açıkla bağlandı. Bunun 11,089 trilyonluk  bütçe büyüklüğe oranı yüzde 23,9’dur; GSYH’ye oranla da yüzde 6,4’tür. Tarihsel bir açıktır. Üstelik, 2023 açığına göre 2024 açığındaki artış yüzde 92,9’dur, yani enflasyondaki artış hedefinin 2,5 katıdır. Bütçe açığı 2023’te başlangıç hedefi olan 659,4 milyarın 2,1 kat (veya yüzde 108) üzerinde 1,375 trilyon  olarak gerçekleşti. Açıkta bir patlamaydı, 2024 bunun üzerine yüzde 92,9’luk yeni bir patlama öngörüyor. Üstelik bu hedef dahi yıl sonunda aşılabilir. 

Öte yandan 2024’ün ilk çeyreğindeki bütçe gerçekleşmeleri şimdilik daha ılımlı gidiyor. İlk çeyrekte bütçe açığının 513,5 milyar TL olması çok konuşuldu; kuşkusuz ilk çeyrek artışı olarak bir rekordur. Ama sonuçta yıllık açık öngörüsünün yüzde 19,4’üdür; bunun nedeni ilk çeyrekte hem harcamaların hem gelirlerin bütçe hedefine göre aynı yüzde 19,4 oranına demir atmasıdır. 

Eğer bütçe gerçekleşmeleri yıla eşit dağılıyor olsaydı yüzde 25 dolayında çeyreklik gerçekleşmeler görülürdü. Ama iyi biliniyor ki, bütçe gerçekleşmeleri yılın son çeyreğine yığılır; hatta 2023’te anormal bir biçimde yılın son ayına yığılmıştı. 

Yürütmeye bütçe açıkları kadar borçlanma yetkisi verilir (ama son zamanlarda bunun aşılması âdetten olmuştur). Hazinenin borçlanması bütçeye faiz gideri olarak yansır. 2024 faiz gideri öngörüsü 1,254 trilyon TL’dir. Sermaye kesiminin faaliyet dışı kâr alanlarından biri de Hazine’ye borç vermektir. Sermaye, ödediği Kurumlar Vergisi kadar faiz geliri elde etmektedir! Üstelik kurumlar vergisinin yüzde 50’si kadar vergi teşvikinden yararlanmayı da ihmal etmeden!  

Böylece işin çözümü, her zaman sermaye lehinedir. Bütçeden sermaye lehine yapılan transfer harcamaları (ki Aralık 2023’te aylık temelde tavan yapmıştı) dışında bütçe cari ve yatırım harcamalarının mevcut ihale düzeninde sermayeye yeni kâr alanları sunduğu açıktır. Buna karşılık, bütçe personel giderinin bütçedeki payı bütçe yüzde 23 oranıyla bütçe açığının bile gerisindedir. Fransa’da personel ödeneği/bütçe oranı yüzde 45’tir. Bu, Memur-Sen gibi sendikaların da marifetidir.  

Demek ki, halka dönük bir bütçenin önce kendi personeline verdiği değer artmalıdır. Sonra eğitim ve sağlık gibi toplumsal hizmetler asla piyasaya bırakılmamalıdır. Diğer sosyal harcamalar da OECD ülkeleri düzeyine getirilmelidir. Bunun ön koşulu ise sermaye iktidarlarının kesintisiz tahakkümünden kurtulmaktır.

(Birgün) 

                                                             

soL GÜNDEM - 28 Nisan 2024 -

Rüzgardan rant çıkarmak: Karaköy-Kabataş hattında İstanbul Boğazı (Efe Ardıç-soL/Görüş)

Karaköy ile Kabataş iskeleleri arasındaki kıyı hattı boyunca yürürseniz, aşağı yukarı 100 adımlık alan haricinde boğazı görebildiğiniz, rüzgarını hissedebildiğiniz bir alan kalmadığını göreceksiniz.

Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, bugünkü adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi. İlginçtir, Türkiye’ninki gibi üniversite adlarının sık geçtiği bir yakın politik tarih yazımında adına pek de sık rastlanmayan bir kurum. 

İnsan hayret ediyor. 100 yıllık cumhuriyet tarihi boyunca hiç mi dert edinmemiş bu akademinin öğrencileri memleket meselelerini? Hiç mi yüreklerinde hissetmemişler aydınlık bir Türkiye arzusunu? Ya da hiç mi isyan etmemişler çini mürekkebine, tuval fiyatlarına gelen zamlara?

Durum böyle değil tabii ki. İstanbul’un göbeğinde, ülkenin genel politik atmosferinden izole kalabilen bir kampüs, binasının da eski Meclis-i Mebûsan binası olduğunu hesaba katarsak, hayli trajikomik bir durum olurdu.

Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri de özellikle 1960 ve 1970’lerin güçlenen yurtsever ve aydınlanmacı damarından pek tabii nasiplerini almışlardır. 

Az iş midir akademiyi faşist saldırılardan korumak? Ya da kampüs önünde, Meclis-i Mebusan caddesinde trafiği kesip Amerikan bayrakları yakmak?

Hem derdini geniş kitlelere anlatmak isteyenler için eli sanat işlerine yatkın olanların özel bir önemi vardır. Akademi öğrencileri hiç uykusuz kalmamış olabilirler mi teksir makinalarının başında bildiri çoğaltılan gecelerde? Pankart boyarken atölyeyi kaplayan boya ve tiner kokusundan hiç yanmamış olabilir mi gözleri?

                                                          ***

1960’ların sonlarına geldiğimizde o öğrencilerden biri de Ferhan Şensoy’du. Taşkışla’da öğrenci forumlarına katılan, eylemlerde Türkiye’nin tam bağımsızlığı için haykıran, bildiri ve afişleri hazır etmek için dernek odalarında sabahlayan bir Akademi mimarlık öğrencisi.

O öğrenci 12 Mart Muhtırası ardından bir sabah, kapısında polislerin, askerlerin beklediği akademinin damına çıkıyor.

Kendisinden iki sene önce Türkiye’nin ilk pandomim sanatçılarından olan Ergin Kolbek’in çıktığı ve cebindeki ödenememiş senetleriyle birlikte atlayarak intihar ettiği dam.

Şensoy çıkıyor ve tam da Kolbek’in kendini boşluğa bıraktığı noktadan elindeki Dev-Genç bildirilerini savuruyor gökyüzüne. Bildiriler boğaz rüzgârı ile savruluyor. 12 Mart karanlığını delip ulaşıyor İstanbul’a. Tabii o zamanlar, İstanbulluların hâlâ daha bir boğaza sahip olduğu zamanlar.

                       Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarı

                                                          ***

Bugün Güzel Sanatlar Üniversitesi'ni de içinde barındıran Karaköy İskelesi ile Kabataş İskelesi arasındaki kıyı hattı boyunca yürürseniz, Karaköy iskelesinden çıktıktan sonraki aşağı yukarı 100 adımlık alan haricinde boğazı görebildiğiniz, rüzgarını hissedebildiğiniz bir alan kalmadığını göreceksiniz. İskeleden çıktıktan kısa bir süre sonra karşınıza lüks Peninsula oteli, hemen ardından üniversiteye kadar olan alanın tamamını kaplayan dev AVM Galataport çıkıyor.

Galataport projesi neredeyse AKP iktidarı ile yaşıt. Beyoğlu ve çevresini turizm ve kâr ekseninde dönüştürmeyi hedefleyen geniş bir talanın parçası. Projenin önü Beyoğlu Kentsel SİT Alanı Koruma Amaçlı İmar Planı ile açılmıştı. Aynı plan Taksim Gezi Parkı’nda Topçu Kışlası’nın yeniden inşasının zeminini de oluşturan plandır. Haliyle pek de cevapsız bırakılmış bir talan değildir bahsettiğimiz.

Beyoğlu ve çevresi diyoruz, Galataport AKP’nin kötü şöhretli Beyoğlu Kültür Yolu projesinin başlangıç noktası olarak tarif ediliyor. E kötü şöhretli diyoruz çünkü Atatürk Kültür Merkezi'ne kadar uzanan yol, geçtiği yerlerde kentin kültürel mirasının yıkımına yol açtı. 

                                                                   Galataport

Galataport da farklı değil. AVM’nin yapımı için tarihi Karaköy Yolcu Salonu ve Paket Postanesi yıkılmıştı. Yıkılmayanlara da el koydu Galataport. Tophane-i Amire Sancak Kulesi mesela artık AVM sınırları içerisinde kalıyor, boğazın havasıyla birlikte…

“Aman canım sen de” demeyin, “boğaz havası almak isteyen girer Galataport’a alır havasını”. Öyle olmuyor işte. Konu kentin doğal akışında boğazın kapladığı yer ile alakalı zaten. 

İnsan hissediyor nerede misafir olup olmadığını. Kamuculuk o yüzden de gerekli ya zaten, insan kendi şehrinde misafir hissetmesin diye. İki güvenlik kontrolünden geçerek alınan boğaz havası ne İstanbul’a aittir ne de İstanbullulara. Ait olmadığını da hissettiriyor zaten. Hiçbir şey değilse evinden kendi semaverini getiren amcaların yokluğu işkillendiriyor insanı.

                                                          ***

Kültür yolundan bahsetmişken Galataport’un sahipleri de pek memnun yaşattıkları kültür-sanat deneyiminden. İstanbul Modern’e ek olarak İstanbul Resim Heykel Müzesi (İRHM) de AVM’nin bünyesinde bulunuyor. 

                                                     İstanbul Resim Heykel Müzesi

İRHM ülkenin önemli müzelerinden. Yönetimi pek gergin. Güvenlikleri daha gergin. Müzenin nerede bittiği, AVM’nin nerede başladığı belli değil. Turist kafilelerinin AVM’nin kahvecilerinde otururken müzenin içine bıraktıkları yığınla çantalardan, AVM’ye ulaşmak için müzenin içinden geçen ayaklara… AVM’nin en ulaşılabilir tuvaletinin müzenin içinde olması da pastanın üzerindeki çilek! Müşteriyi mi memnun edeceksin? Müzedeki koleksiyonunu mu koruyacaksın? Gergin olmamak elde değil. Müzecilikle AVM'cilik pek de uyuşmuyor birbirine.

                                                          ***

Galataport’un sınırları üniversiteye varınca bitiyor. Buraya kadar olan AKP’nin hikayesi. Üniversiteden sonra Kabataş’a doğru devam ettikçe İmamoğlu’nun hikayesi başlıyor. Üniversitenin hemen bitişiğinde avuç içi kadar bir park ve bu “turizm coğrafyasıyla” uyumlu lüks bir kahvaltıcı bulunuyor. Yolun kalanında size üstü İmamoğlu afişleri ile kaplı tahta şantiye duvarları eşlik ediyor. Sonunda iskeleye varmadan önce yeni açılan Kabataş Meydanı’na varıyorsunuz. İlk bakışta Kent Lokantaları ile kamucu bir düzenleme gibi gözüken meydan, bölge için tasavvur edilmiş turizm tasarımından kendini koparamıyor. Boğaz’ın kentten koparılmasının bir diğer adımı oluyor sadece. Meydan düzenlemesinin parçası olarak yükselen yapıya tırmanmadan boğazı göremiyorsunuz. 

Tırmanıp boğaza bakabildiğiniz alan dar bir alan. Uzun vakit geçirebileceğiniz bir alan değil. Ancak yükseklik daha güzel bir manzara sağlıyor. Yani yapı, boğazı kentten kesip turistik bir fotoğraf çekilme alanı olarak bizlere geri sunuyor. AKP de CHP de aynı sermaye aklı ile kenti elden geçiriyor.

                                                          ***

                                      Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fındıklı Kampüsü

Hiç şaşmaz, her eğitim-öğretim yılının başında Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde Fındıklı Kampüsü'nün taşınacağına dair dedikodular çıkar. Dedikodular ne kadar asıllıdır bilmesi zor. Ancak kıyı hattına dair belli bir doğrultu gözlemlenebiliyor.

Boğaz birilerinin turizm üzerinden edeceği kâr için, İstanbul’un bu bölgesinden koparıldı. Artık Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencileri için de kampüslerinde bulunan rıhtım, içinde yaşadıkları kent bütünlüğünün bir parçası değil, ondan kopuk bir ayrıcalık olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor. 

                                                         ***

İstanbul, emekçilerine bir kent yaşantısı sunmayı her geçen gün daha da beceremez hale geliyor. Ortak yaşam-eğlence, kültür sanat alanlarının pahalılıktan erişilemez hale gelmesi, iş/okul ile evler arasındaki mesafelerin gittikçe artması… 

Sabah işe gitmek için “şehre inen”, okuldan çıkınca uyumaya “köyüne dönen” milyonların şehri artık İstanbul. Yüksek konut kiralarından fahiş tiyatro ücretlerine, temel sorun kent yaşamının kimin çıkarına göre planlandığı. İstanbul’da çalışan-okuyan milyonlara göre mi? Yoksa boğaz havasından bile elde edecekleri kârı hesaplayan patronlara göre mi? Bu temel soru kapıya dayandığında ne bu örnekte ne de kentin kalanında muhalefet, iktidardan farklı bir duruş sergileyemiyor.

                                                                 /././

Hepsi parayla birbirine bağlı: Cemaatlerin kontrolündeki dernekleri Diyanet mi denetleyecek? (Aslı İnanmışık-soL/Özel)

Diyanet'in stratejik planında yer alan "Cami dernekleri Diyanet’e bağlanmalı" sözleri, cemaatlerin güdümündeki yapıların, idari ve mali açıdan kontrol altına alınmak istendiği yorumlarına neden oldu.

Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), 2024-2028 Stratejik Planı'nı geçtiğimiz günlerde yayımladı. Planda pek çok konuda Diyanet'in durumu tespit edildi, yeni "hedefler" belirlendi.

Raporda skandal ifadelere yer verildi. 

Sekülerleşmenin "toplum üzerinde olumsuz etkisi" olduğunun iddia edildiği ve bunun bir risk olarak değerlendirildiği raporda, "Seküler anlayışın toplum üzerindeki etkilerinin geleneksel değerlerimizin gelecek nesillere aktarılmasında olumsuz yansımaları olmaktadır" denildi.

Diyanet'in strateji planında eğitimin dinselleştirilmesine yönelik adımlar öne çıktı. Daha fazla çocuğa dini eğitim vermeyi, daha fazla Kuran kursu ve öğrenci yurdu açmayı hedeflediğini açıklayan Diyanet, 4-6 yaşları arasındaki 1 milyon 322 bin 388 çocuğa dini eğitim verildiğini ve bu sayıyı 3 milyon 122 bin 388'e çıkarmayı hedeflediklerini de ilan etti.

'Cami dernekleri Diyanet’e bağlanmalı'

Planda dikkat çeken başka bir bölüme daha yer verildi. Cami derneklerinin Diyanet’in denetimine açık olmamasının "problemler yaşanmasına neden olduğu" belirtildi. “Cami ve Kuran Kursu dernek, vakıf ve teşekküllerinin yürüttüğü iş ve işlemlerin denetiminin Başkanlığın yetkisinde olmaması” bir tehdit olarak değerlendirildi. Planda, “Cami derneklerinin de Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olması ve idari ve mali açıdan Başkanlıkça denetlenmesi hususunda gerekli mevzuat çalışmalarının yapılması gerekmektedir” ifadeleri kullanıldı.

                          Diyanet'in 2024-2028 Stratejik Planı'nda konuya böyle yer verildi.

Cemaatler 'kurumsallaşarak' zenginleşti

Diyanet'in bu açıklaması akla cemaatleri getirdi. İktidardan aldıkları destekle Gülen Cemaati'nden boşalan yerleri yıllar içerisinde dolduran pek çok cemaat giderek güçlendi. Tarikatlar, AKP'nin kendilerine sunduğu imtiyazlarla kurumsallaştı.

"Eğitim kurumu" açmalarının önü açıldı. Çoğu, doğrudan bağları olduğunu kabul etmediği dernekler eliyle yaygınlaştı. Bu derneklerin bir bölümü "kamuya yararlı" statüde sayıldı, vergiden muaf oldu. Vakıf kuran cemaatler kağıt üzerinde nüfuzlu hale gelmekle kalmadı; yayınlar, medya kuruluşları, şirketler yoluyla bağış toplayarak zenginleşti. Bu kuruluşlara bağlı şekilde her kentte açtıkları "eğitim kurumları" için izin alma gereği bile duymadan yurtlar, konaklama alanları inşa edildi. Çocukları gerici zihinlerinin kıskacına aldılar.

Söz konusu derneklerin bir bölümüyse doğrudan cami dernekleri.

Cemaatler kendi camileri ve onlara bağlı dernekleriyle anılıyor

Bugün pek çok cemaat, kendi camisi ve ona bağlı dernek-vakıflarıyla anılıyor. İsmailağa, İskenderpaşa en bilinen örneklerinden. 

Binlerce kişiyi kontrol eden cemaatlerin kapısı seçimlerde de iktidar temsilcileri tarafından sıkça çalınıyor.

Erdoğan ve AKP’nin yerel seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olan Murat Kurum, seçimden bir gün önce İsmailağa Cemaati'ni ziyaret etmişti.

Ancak özellikle son seçimde bazı tarikatların doğrudan AKP'ye ya da Cumhur İttifakı'na destek açıklamaması, seçim sonuçlarındaki başarısızlığın tarikatlara da yüklendiği yorumlarını beraberinde getirmişti. 

Hakimler ve Savcılar Kurulu, AKP’nin oy kaybında ve bazı yerlerde belediyeleri kaybetmesinde etkili olduğu iddia edilen Süleymancılar’la fotoğraf veren başsavcıya soruşturma açmıştı.

'Cami dernekleri Diyanet'e bağlanamaz'

Cami ve Kuran Kursu Dernekleri Federasyonu Başkanı Recep Kıyak'a planda yer alan ilgili bölümü sorduk. soL'a konuşan Kıyak "Cami dernekleri Diyanet'e bağlanamaz" dedi. Diyanet'in yalnızca imamlardan sorumlu olduğunu, derneklerin İçişleri Bakanlığı'nın Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüklerine bağlı olduğunu söyledi.

Söz konusu kararla ilgili adım atılmasının büyük tepki çekeceğini belirten Kıyak, "Her yıl gelir ve giderlerin hepsi fatura karşılığında yapılır. Her yıl sonunda il valiliklerine beyanname veririz. Böyle bir adım atılması tepki çeker" ifadelerini kullandı.

'Diyanet, dernekleri doğrudan doğruya kendisine bağlamak istiyor olabilir'

İlahiyatçı yazar Cemil Kılıç ise dini alanda faaliyet gösterdikleri için bu derneklerin zaten fiilen denetlenmediğine dikkat çekti. "Diyanet de denetlenmiyor mali açıdan" diyen Kılıç şöyle konuştu: 

"Öyle anlaşılıyor ki, cami dernekleri üzerinden maddi anlamda bir takım kanunsuz işler yapılıyor. Bu açıklama böyle bir şüphe doğuruyor. 'Bazı yolsuzluklar mı yapılıyor acaba' sorusunu akıllara getiriyor. Konu bir bu açıdan önemli, bir de bu cami dernekleri genellikle çeşitli cemaat ve tarikatlar tarafından kurulup yönetiliyor. Cami Diyanet'e bağlı olsa da cami dernekleri cemaatlerin kontrolünde olabiliyor. Diyanet, dernekleri cemaatlerin kontrolünden, güdümünden çıkarmak istiyor, doğrudan doğruya kendisine bağlamak istiyor olabilir." 

Bazı cemaatler içerisindeki pastadan pay kapma kavgalarının su yüzüne çıktığı, Menzil, İsmailağa gibi önemli tarikatların bölünmeyle karşı karşıya olduğu bu dönemde mali gücü sürekli gündeme gelen Diyanet'in ve başkanı Ali Erbaş'ın söz konusu adımı atıp atmayacağı belirsiz ancak açıklama şimdiden tartışma yaratmış gibi görünüyor.

                                                               /././

Esas yargı krizi burada: Savunma, sefalet tarifesine karşı yürüyor (İrem Yıldırım-soL/Özel)

Avukatlar sokaklarda savunmanın adalet arayışı için ses yükseltirken yalnızca kendileri için değil, yurttaşın savunma hakkını da koruyor.

Verilen eğitimin niteliği, kötü çalışma koşulları, ücret tarifesinin harcanan emeğe kıyasla düşüklüğü, mesleğin itibarsızlaştırılması için her şeyin yapılması, güvenlik kaygısı yüksek bir şekilde yerine getirilen görevler, patronların sömürüsü…

Türkiye’de herhangi bir meslekte çalışan herkes için benzer sorunları sıralayabilmek mümkün. Son dönemde bu sorunları ağır biçimde yaşayan meslek gruplarından biri de avukatlar.

Bu sebeple de “savunma” bugün Ankara’da "Büyük Savunma Mitingi”nde bir araya geldi. Türkiye Barolar Birliği (TBB) çağrısıyla düzenlenen miting “Şiddete ve angaryaya karşı meslek onurumuzu ve emeğimizi savunmak için buluşuyoruz” şiarıyla düzenleniyor. Yani savunma, kendi hakları için bir kez daha ses yükseltiyor.

81 baro katılıyor: Bir meslek grubunun sesini yükseltmek için buradayız

“Şiddete ve angaryaya karşı meslek onurunu ve emeği savunmak için” düzenlediği Büyük Savunma Mitingi öncesinde, Türkiye Barolar Birliği önünde toplanan avukatlar, Anıtpark’a doğru yürüdü.

“CMK ücretleri AAÜT'ye eşitlensin”, “AYM kararları uygulansın”, “Adli yardım ödeneği artırılsın”, “avukata şiddete hayır”, “genç avukatlara güvence”, “demokratik, laik, mücadeleci baro” gibi taleplerin yer aldığı yürüyüşe 81 baro katılım sağladı.

Yürüyüş sırasında açıklamalarda bulunan TBB Başkanı Erinç Sağkan, “Bugün uzun zamandır itibarsızlaştırılmaya çalışılan, yoksulluğa itilen, görevini yapmasına engel olunan bir meslek grubunun sesini yükseltmek için buradayız” dedi.

Avukatlar, yürüyüşte sık sık “Savunma susmadı, susmayacak”, “Eşit işe eşit ücret”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz” sloganları attı.

Binlerce avukatın kaldığı mitingde konuşan TBB Başkanı Erinç Sağkan, “Biz hukuk devleti diye haykırırken kanun devleti bile olmaktan uzaklaşılıyor, anayasasızlaşmaya doğru yol alınıyor. Ülkemizde bağımsız yargının, adil yargılanma hakkının, hukukun üstünlüğünün en güçlü savunucusu her zaman biz avukatlar olduk. Yine bugün de hukuk devleti için, yargı bağımsızlığını savunmak için buradayız” dedi.

CMK ücretlerine değinen Sağkan, “Meslektaşımın eline geçen net ücretleri veriyorum: Soruşturma aşamasındaki görevlendirmelerde 1.528 TL, Asliye Ceza görevlendirmesinde 2.640 TL, Ağır Ceza görevlendirmesinde 4.700 TL..! Öyle her ay cebine havadan giren paradan değil, yıllarca sürecek, maddi manevi yükü olan bir dosya için meslektaşımızın emeğinin karşılığı olarak reva görülen miktardan söz ediyoruz. Peki, aylık olarak ödenen en düşük Bağ-Kur primi ne kadar? 6.900 TL! Bugün biz, bu sefalet ücretlerinin ayıbını üstlenmeyeceğimizi göstermek için buradayız! Ailelerimizle, çocuklarımızla, sevdiklerimizle geçireceğimiz zamanlardan feragat ederek adalet adına üstlendiğimiz onurlu görevin karşılığının bu olamayacağını haykırmak için buradayız!” ifadelerini kullandı.

Ücret tarifesi tepki çekmişti

TBB Başkanı Erinç Sağkan talepleri özetlerken, “Avukatın güçlendirilmesi, sosyoekonomik olarak güçlendirilmesi, hukuk fakültelerinin akreditasyon kriterlerinin YÖK tarafından belirlenmesi suretiyle niteliğin artması yönünde somut taleplerimiz var. Bir diğer unsur, avukata dönük şiddet vakaları son yıllarda inanılmaz derecede artmış durumda” diyor.

Hükümetin Ocak ayında Ceza Muhakemeleri Kanunu (CMK) 2024 Ücret Tarifesi'ni açıklamasının ardından aslında ilk işaret fişeği atılmıştı ancak fişek cılızdı, ışık hızla söndü. Avukatların yaşadığı hem hukuki hem ekonomik hem de siyasal problemler çok uzun süredir bilinen bir gerçek. Ocak ayında belirlenen ücret tarifesi de avukatların büyüyen sorunlarının üstüne tuz biber oldu.

Avukatlar arasında kısaca "CMK" denildiğinde genellikle kanun değil, bu kanun kapsamında savunma hakkı için avukat tutacak parası olmayan vatandaşlara devlet ödemesiyle avukat atanması sistemi kastediliyor. Türkiye'de halkın adalet sisteminden faydalanması için en kritik unsurlardan biri, bu sistem. Uzun yıllardır devletin avukatlara verdiği CMK ücretleri düşüyordu, bu yıl enflasyonun çok altında bir zam yapılması bardağı taşırdı.

Ücret tarifesinin açıklanmasıyla TBB tarifenin iptali için dava açmış, bazı barolar bu tarifenin meslek onuruna ve emeğe saygısızlık olduğunu belirterek CMK atamalarını bir aylığına durdurma, yani bir nevi grev kararı almıştı. Ki bu eylemin sonucunda da AKP-MHP iktidarının hukuk alanına müdahale ve meslek örgütlerini güçsüzleştirme adımlarından biri olan “çoklu baro” uygulamasının meyvesi olan Ankara 2 No’lu Barosu, grev kırıcılığa devam edeceğini açıklamıştı. Bu uzun süre tartışılan bir başlıktı.

‘Olumlu ancak geç bir adım’

Avukatlar için her sene yenilenen ve benzer bir söylemin çıktığı ancak bir sene sonra yine çok düşük CMK ücret tarifeleriyle karşı karşıya kaldıkları bir döngü bu. Öyle ki avukatlar yoksulluğa, yurttaşlar da adaletsizliğe terk ediliyor. Doğal olarak koşulların iyileştirilmemesi savunma hakkının devamlılığına hasar vermekte.

Yurtsever Hukukçular adına avukat Mert Doğan “Bugün yapılan miting olumlu bir adım ancak, geç atılan bir adım” değerlendirmesi yaptı.

Av. Doğan, bugün Yurtsever Hukukçular'ın da miting alanında avukatlara adalet için yerlerini aldığını söyledi. Geç kalınmışlığın arkasında yatan sebepleri şöyle açıkladı:

“Barolar uzun zamandır sokakta bir mücadele örgütleme güçlerini kaybetti. Bu sebeple de ya basın açıklamalarıyla kamuoyu oluşturmak ya da hukuki yolları tercih ederek bir yol izlemeyi tercih ediyorlar. Baroların CMK tarifeleri açıldıktan sonra bir eylemlilik kararı almamış olması bir eksiklik. Bugün yapılan miting olumlu bir adım ancak, geç atılan bir adım. Ücret tarifesi duyurulduktan sonra bir ihtar eylemi olarak gerçekleştirilebilirdi oysa ki. Ocak ayı yerine Nisan ayına bırakılan bu mitingin avukatlar nezdinde de katılımı azaltmış oluyor, kamuoyunda da etkililiği azalıyor. Baroların avukatları harekete geçirebilme, hukuk mücadelesini sokağa taşıma kabiliyeti son derece azaldı. Bu zayıflama da avukatların yani savunmanın güçsüzleşmesine neden olan etkenlerden en önemlisi.”

‘Baro yönetimleriyle avukatlar arasında sınıfsal bir açı var’

Savunmanın güçsüzleşmesi aslında yurttaşın da güçsüzleşmesine neden oluyor. Yargıya zaten siyasal baskının ve müdahalenin arşa çıktığı, yüksek mahkemeler arasında çıkan krizlerin ortasında savunmanın da hem hukuki hem siyasal hem de sınıfsal krizi var. Av. Doğan o sınıfsal krizi anlatırken meslek odalara dikkati çekiyor:

“Artık Türkiye’de baro yönetimleriyle avukatlar arasında sınıfsal bir açı var. Yönetimlere bakıyoruz, hepsi patron avukatlar. Avukatlar arasında sınıfsal farklar hep vardı, ama son dönemde değişen şey avukatların çoğunluğunun işçileşmesi oldu. Avukatların sorunları da işçi sınıfının sorunlarıyla eş değer bir şekilde başkalaştı. Artık baro yönetimlerinin hem geçmişte meslek odası oldukları için karşılaştıkları sorunların yanı sıra sınıfsal bir farklılaşma nedeniyle var olan sorunları anlayamadıkları bir tabloya dönüştü.”

Mücadele sokaklarda varlık göstermeli

Mesleğin niteliksizleşmesi eğitimin niteliksizleşmesiyle ilintili. Savunma bugün tüm sorunlarını haykırmak için zaten Ankara sokaklarında. İşin sınıfsal kısmına geri dönecek olursak yine ücret tarifelerine değinmek gerekiyor. Ocak ayında bir aylığına başlayan CMK grevinin neden etkisiz olduğu önemli bir soru, şöyle yanıtlıyor:

“Genç avukatların büyük bir çoğunluğu CMK ücretleri üzerinden hayatlarını idame ettirmeye çalışıyorlar. Serbest çalışan avukatlar, CMK işlerini almak zorunda. Avukatların bu denli yoksullaştığı bir durumda tek gelir kaynakları olan CMK grevinin sürdürülebilirliği sağlanamaz. Çünkü, ‘Ben nasıl geçineceğim o zaman?’ sorusuna bir cevap veremeyiz. Bu da bu grevin temel çelişkisiydi. Grev zaten 1 ay süreyle yapılmıştı.”

Sorunlara karşı hem siyasi hem de hukuki bir mücadele verilmesi için adliyelerden sokaklara çıkan bir varlığın gerekliliği apaçık bir gerçek olarak karşımızda. Avukatlar bugün sokaklarda savunmanın adalet arayışı için ses yükseltirken yalnızca kendileri için değil, yurttaşın savunma hakkını da koruyor.

                                                               /././

İzmir kitap fuarında Kürtçe kitaplara keyfi engelleme: 'Kitaplar gözaltına alındı' (Özkan Öztaş-soL/Özel)

İzmir'deki kitap fuarında Kürtçe kitaplara yapılan engellemeler gündemde. Sorunlara maruz kalan PirkukaKurdî sorumlusu ve kitabın yazarları soL'a konuştu.

19 Nisan'da başlayan ve 28 Nisan'a kadar sürecek olan İzmir kitap fuarında Kürtçe kitapların yer aldığı PirkukaKurdî standına yapılan polis baskını gündem olmuştu. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından bandrollenmiş, mevzuata uygun kitaplar adeta yangından mal kaçırılır gibi toplatıldı ve bir stant görevlisi de gözaltına alındı. 

PirtukaKurdî koordinatörü Bawer Berşev ve kitabı toplatılan araştırmacı yazar Sedat Ulugana yaşananları soL'a değelendirdi. 

'Kitaplar tehlikeli olabilir'

Geçen hafta cumartesi günü yaşananlar hakkında soL'a konuşan Bawer Berşev, yasal ve bandrollü kitaplar için "terör kitapları" denilerek standa polislerin geldiğini ifade ediyor:

"Geçtiğimiz hafta Cumartesi günü sabah erkenden iki-üç polis standımıza gelip, 'Hakkınızda şikayet var terör kitapları satıyorsunuz' dedi. Biz de bahsettikleri içerikte bir kitap satmadığımızı, kitaplarımızın yasal bandrollü olduğunu kendilerine ilettik. Sonra, kitaplarımızı incelemek istediler. İncelediler, kitapların fotoğraflarını çektiler. Daha sonra da gittiler. Akşama doğru yine bu sefer beş-altı polis birden geldi. Gün içinde sürekli gidip geldi polisler. Her seferinde de sayıları arttı. Son örnekte 12 sivil polis standımıza geldi ve 'Kürdistan Hükümeti' adlı kitapla ilgili toplatma kararı olduğunu söylediler. Standımızda duran arkadaşımız kitabın yasak olması ile ilgili kendilerinde bir bilgi olmadığını ama bununla ilgili ellerinde resmi bir yazı varsa kaldırabileceklerini söyledi. Ardından polisler diğer kitapları da tek tek incelediler. Düşünün, 3 saat boyunca 12 tane polis standımızı işgal etti ve satış yapmamızı engellediler. Amaçları elbette korkutmaktı. Amed'e (Diyarbakır) geri dönmemiz için baskı kurdular. Daha sonra yasaklı dedikleri kitap dışında, kitapların adında ya da içinde Kürdistan kelimesi geçen iki kitabı daha tehlikeli olabilir düşüncesiyle incelemek bahanesiyle topladılar. Tüm nüshalarını aldılar. Hiçbir alakası olmamasına rağmen stant görevlisi arkadaşımızı da Terörle Mücadele birimine götürdüler."

'Daha önce böyle bir sorunla karşılaşmamıştık'

Daha öncesinde de defaatle İzmir'deki kitap fuarlarına katıldıklarını belirten PirtukaKurdî koordinatörü Bawer Berşev, böyle bir uygulama ile İzmir'de ilk kez karşılaştıklarını anlatıyor:

"İzmir kitap fuarına üçüncü ya da dördüncü katılışımız bu. Daha önce hiç böyle bir şey yaşamadık. Yani sıkıntı olacağını da hiç düşünmemiştik açıkçası. Bu tür vakalarla ilk defa karşılaşıyoruz. Ancak Kürt yayıncıları Bursa'da, Kocaeli'de, İstanbul'da benzer sıkıntılar yaşadı. Özellikle bazı Kürt yayınevlerine ekstra bir baskı uygulanıyor. Aram Yayınları buna bir örnek. Ama biz ilk defa böyle bir şeyle karşılaştık."

Siyasi iklime göre tarife: Aynı kitaplar bir yasaklı bir serbest

Bawer Berşev, kitapların bazen yasaklı bazen serbest olduğundan, bazen dolaşımına ve dağıtımına engelleme geldiğinden bazen ise teşvik edildiğinden bahsediyor. Anlaşılan o ki siyasi iktidarın iklimine göre kitaplar da etkileniyor. 

Bawer Bey bu süreci şu sözlerle anlatıyor: "Konjonktürle alakalı bir durum. Bundan 7-8 sene önce, yani çözüm süreci zamanında, Abdullah Öcalan'ın kitapları bile çok rahat satılabiliyordu. Hiçbir problem yoktu. Hatta cezaevlerine, yayınevleri ya da kitapçılar, setlerini dahi gönderebiliyordu. Hiçbir problemle karşılaşmıyorduk. Ancak çözüm süreci bittikten sonra kitaplara ekstra sansür uygulanmaya başlandı. Bundan Kürtlerle ilgili, Kürt tarihi ile ilgili, Kürdistan ile ilgili kitaplar daha çok etkileniyor haliyle. Özellikle de Aram Yayınları'nın bu süreçten daha çok etkilendiğini söyleyebilirim."

Kürtçe kitaplar serbest, Türkçeler yasak: Anlayabildiklerine yasak koyuyorlar

Bawer Berşev yapılan yasaklamaların belli bir içerik, konu, ya da teknik nedenlerden değil, o an ilgili memurun dikkatini çeken içerik üzerinden gerçekleştiğine dikkat çekiyor:

"Kitapların Kürtçe olmasının hiçbir önemi yok. Hatta Kürtçe kitaplar neredeyse daha az yasaklanıyor diyebilirim. Çünkü bilmiyor, içeriğini anlamıyorlar. Bilmedikleri için de Kürtçe yasaklanan kitap sayısı Türkçe yasaklanan kitaplardan çok daha az. Hatta bazen kitabın kapağındaki bir görsel ya da tasarım yüzünden bile yasaklayabiliyorlar. İçeriğine bakmadan, sırf kitabın kapağında onlar için siyasi bir içerik var diye yasaklanabiliyor kitaplar. Yasaklanan kitapların yüzde 90 siyasi, yüzde 10'u da Kürt tarihi ile ilgili kitaplar."

88 yıl önce yasaklanan kitap bu sefer toplatıldı

Kitapları toplatılan yazarlardan biri de Kürt tarihçi Dr. Sedat Ulugana. Paris'te araştırmalarına devam eden Ulugana, Kürt tarihi ile ilgili ortaya çıkardığı belgelerle ve araştırmalarıyla biliniyor.

Sedat Ulugana'nın kaleme aldığı "Dêrsim'in İmdadına Giden 'Kürdistan Fedaisi' Muşlu Hilmi Yıldırım" kitabı da keyfi toplatılan kitaplar arasında. Konuyla alakalı soL'a konuşan Ulugana, kitabın teknik olarak "gözaltına alındığını" ifade ediyor. 88 yıl önce yasaklanan kitabın yazarı hakkında yapılan araştırmanın aradan geçen neredeyse 100 yılın ardından toplatılmasına tepki gösteriyor.  

Ulugana konuya dair düşüncelerini şu sözlerle anlatıyor:

"2018’de Fransa’nın Nantes arşivinde doktora tezim için araştırma yaparken Osmanlıca kaleme alınmış olan bu iki kitap ile tesadüfen karşılaştım. Kısa bir süre sonra her ikisini de Latinize ettim. Ekseriyetle kendisine 'Kürdistan Fedaisi' diyen Muşlu Hilmi Yıldırım’ın hikayesinin peşine düştüm. Hikayesini kitap haline getirdim. Kitabın adı da haliyle 'Dersim’in imdadına giden Kürdistan Fediaisi Muşlu Hilmi Yıldırım' oldu.

Kitap çok kısa bir sürede tükendi. İkinci baskı için biraz beklemek zorunda kaldım çünkü hikayenin bazı hususları hâlâ belirgin değildi. Sağ olsun sayın Mahmut Akyürekli, Sayın Selim Temo ve Sayın Orhan Kaya'nın arşivlerinden ve Hilmi Yıldırım'ın yakınlarından edindiğim belgeler sayesinde bu muğlak hususlar netleştirildi ve ortaya daha nitelikli bir çalışma çıkmış oldu.

Velhasıl kitap geçen haftalarda tekrar baskıya verildi ve birkaç gün önce de İzmir Kitap Fuarı'nda satışa sunuldu. Lakin kalabalık bir sivil polis grubu, kitabın bulunduğu Dara Yayınevi standını basarak hiçbir hukuki ve yasal gerekçe göstermeden kitabın bütün nüshalarına el koydu. Gerekçeleri ise 'Tehlikeli ve zararlı olabilir' idi... Zira kitabın isminde tırnak içinde 'Kürdistan Fedaisi' sözcüğü geçiyordu.

Kürdistan kelimesini görünce adeta kırmızıyı gören boğaya dönüşen cenah şunu unutmamalı ki, Kürdistan   coğrafi ve idari bir terim olarak en az bin yıldır kullanılıyor. Şayet künyesinde Kürdistan bulunan kitaplara el koyacaklarsa, 1020'li yıllarda yazılan Edesalı Matheus’un tarih kitabına (ki Türkçesi Türk Tarih Kurumu tarafından neşredilmiştir), yine aynı yıllarda yazılan ve Türkçe’nin ilk dilbilgisi kitabı olan Divan-ı Lügat'it Türk'e, Yavuz’dan Vahdettin’e kadar bütün Osmanlı padişahlarının bazı ferman, beraatlarına, Mustafa Kemal’in Nutuk’una ve İlk Meclis’in tutanaklarına da el koymalılar. 

88 yıldan bahsediyoruz… 88 yılda Türkiye'de Kürdoloji'ye dair tavırda hiçbir şeyin değişmemiş olması son derece üzücüdür. Ekseriyetle tek parti dönemini eleştiren, bütün kötülüklerin anası olarak gördüğü tek parti rejiminin yasakladığı kitabı 88 yıl sonra tekrar toplatan günümüz siyasi iradesi bu şekilde kendisi ile çelişiyor.

Öte yandan, bir kurban olarak Hilmi Yıldırım'ın yegane mirası olan bu kitaplara karşı sorumluluk hissediyorum. Adorno'nun da dediği gibi 'Katledilenleri unutmak, anımsamamak onları tekrar katletmektir'.

Benim Hilmi Yıldırım'ı tekrar katletmeye niyetim yok."

Yaşanan benzer olayların Kürtçe ve Kürt tarihi ile ilgili üretim yapan yayın evlerini doğrudan etkilediğini ifade eden Bawer Berşev bu tür örneklerin, kitapların okuyucuya ulaşma süreçlerini de kötü etkilediğini söylüyor. Kürt okurların kitaplara daha çok sahip çıkası gerektiğini ifade eden Berşev, daralan okur kitlesine ek olarak yasaklamaların süreci zorlaştırdığını belirtiyor.

                                                               /././

Demonte: Parçaların bütününden fazlasıdır hayat (BUĞRAHAN AYDIN-sol/kültür)

“Demonte”, hayatın montajına dair sorular soruyor.

Daha önce “Güzel Son” oyunuyla Afife Tiyatro Ödülleri'nde Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü'ne layık görülen Hakan Tabakan’ın kaleme aldığı, Işıl Kasapoğlu'nun yönettiği, Nilay Erdönmez ve Cem Zeynel Kılıç'ın sahnelediği Demonte, Fişekhane’de izleyicileriyle buluşuyor.

"Parçaları bir araya getirmek zannettiğimiz kadar kolay olmayabiliyor veya kurduğumuz, arzuladığımızla benzer bile olmaz ya da insan insanın kurgusu bile değildir" diyen oyun, gerçekçiliği ve iyi oyunculuk performanslarıyla, evli bir çiftin hikâyesi üzerinden kurduğumuz ilişkileri ve bu ilişkilerde neleri yapıp neleri yapmadığımızı sorgulatıyor.

Oyunda otuzlu yaşlarının sonunda olan Aliye ile Yalçın, o gün ve akşamında, hatta gece boyunca çok eğleneceklerini düşünerek yeni taşındıkları evlerine demonte mobilya alıyorlar. Oyun boyunca bir araya getirmeye çalıştıkları parçalar, ilişkilerinin derinine indikçe bir araya gelmemekte inat etmeye başlıyor.

Demonte’de hamile Aliye’nin monte etme arzusu ve çabasını, Yalçın’ın beceriksizliklerini izliyor, kurmaya çalıştıkça dağılan demonte mobilyaların aslında bir eve sıkışmış hayatları olduğunu görüyoruz. Hayatın her zaman demonte mobilyaların olduğu gibi bir kullanım kılavuzunun olmadığını, birbirimizden çok farklı olduğumuzu düşündüğümüz noktalarda karşımızdakiyle aslında aynı sayfada olabileceğimizi Aliye ve Yalçın'la birlikte hatırlıyoruz.

Oyunun iddiası, Woody Allen’ın dediği gibi, “bütün cevaplarınıza sorularının olması”. Demonte'nin 3 Mayıs ve 24 Mayıs tarihlerinde Fişekhane'de ilişkilerimizi oluşturan dinamiklere, yargılarımıza, peşin algılarımıza dair izleyicilerine sunduğu soruları var.

(soL)


İki dünya Üç Cisim Problemi - (I+II) - Asaf Güven Aksel / soL

 

(I)

Dizi, 1966 yılında, Kültür Devrimi’nin “hercümerç”liği içindeki Çin’de bir üniversitenin avlusundaki toplu eylem sahnesiyle açılıyor.

Dizinin tek düğümü, tek derdi var: Babası, Çin Devrimi’nin bir parçası olan Kültür Devrimi “hezeyanı”nda gözlerinin önünde öldürülmüş Ye Wenjie’nin, sosyalist düzende yaşadıkları sebebiyle nefret içinde olması ve ileri bir uygarlığın işgaliyle, Dünya’nın yok olması “temizliği”ne çağrıda bulunması…

Netflix, bulduğu her çatlaktan sızıp, “yeminle bak, tam senlik” vurgusuyla önerdikçe, merak edip, neymiş bu “Üç Cisim Problemi” diye, konusuna bir göz atmak istedim. İlk satırlarda bir ürperdim laf aramızda. Vay be, ortam dinlemeydi, GBT’lerin açılıp saçılmasıydı, olan olmuş, Netflix, köküme inip, “Maoculuğu” belgelemiş de, “tam senlik” derken bıyık altından tehditvari sırıtıyor gibi geldi. Öyle demeyin, çok tehlikeli bir şey bu… Hatırlayın, sevgili Uğur Mumcu az mı anlatırdı, 12 Mart faşizminin devrimcileri ünlü suçlamasını: “Marksist, Leninist ve hatta Maoist!” Ve hatta! Düşünün örgütlerin, gençlerin anarşik raydan çıkmışlığının boyutunu, hani Marksistlik, Leninistlikle de kalmamış, o korkunç Maoistliğe vardırmışlardı işi!

Netflix’e haksızlık etmişim, okudukça anladım ki, “tam benlik” olan, işin fantastik temasıymış. Sadece ilgi alanlarımı deşifre etmişler meğer. Gene de rastlantı bu ya, dizinin bir fizik-uzay kurgusuna, Çin Kültür Devrimi’yle fon kurması, cazibesini katladı. Herhalde Fatih Yaşlı’ydı, “dizinin, uyarlandığı romandaki felsefî derinlikten uzak olduğunu” “tvit”leyince,  (artık X’leyince mi deniyor, o iş n’ooldu?) merakıma bir kişisel yön daha eklendi. Oturdum, baktım. Sekiz bölüm baktım … Sekiz uzun bölüm.

Artık bilmeyen kalmamıştır ya, girizgâh âdetindendir: Çin bilimkurgu edebiyatının “en önemli” yazarı, bol ödüllü Liu Cixin’in (yaratıcı yazarın mahlası da Cixin Liu’ymuş, Çin’de ad soyad sıralaması… neyse…) 2015’te yayımlanan ve Hugo Ödülü’nü aldığı romanından uyarlanmış dizi.

Bu ünlü yazarın, kendisini en çok etkileyen isimler olarak George Orwell ve Arthur C. Clarke’ı göstermesini bir imle geçip, konuya girsek mi artık?

Hakkaniyet adına, kuşkusuz, bütünlüklü bir değerlendirme yapabilmek için, üç ciltlik bu romanı da okumak gerektiğini, Amerikan sosuyla Netflix’in “standart ilkeleri”ne uyarlanmış dizi halinin, romandan farklılıklar taşıdığının epey yorumcu tarafından söylendiğini ekleyelim. Ama, izlemeye zor dayanırken, bir de okumak hiç içimden gelmedi açıkçası. Sonuçta, “Savaş ve Barış”ı bir saatlik televizyon filmine  sığdırmaya benzediğini sanmam, temel izlek itibariyle. Yazarının itiraz etmediği ve basılı kitabın aksine ekrandan “geniş kitlelere” ulaşan halinden devam o yüzden….

Dizi, 1966 yılında, Kültür Devrimi’nin “hercümerç”liği içindeki Çin’de bir üniversitenin avlusundaki toplu eylem sahnesiyle açılıyor. Mao’nun kızıl kitabını ellerinde sallayan gençler, (yayınlanalı iki yıl olmuş ve okuyup yanında bulundurmak, “kutsal yurttaşlık ödevi “ olarak zorunlu kılınmış ne de olsa… yani öyle söylenir, ben de okumuştum…) okuldaki ÇKP’li öğrenci liderlerinin yönlendirmesinde, “revizyonist, karşı-devrimci” öğretim görevlilerini, profesörleri, hocalarını yargılıyor.  Zinhua Üniversitesi, fizik bölümünde, Kültür Devrimi, geçmişle ve otoriteyle yüzleşiyor. Kafalarında karşı-devrimcileri halka teşhir için kullanılan külahlarla kimi vakur, kimi af için “özeleştiri” vererek yalvaran bilimciler, hazırlık sınıflarında okuyan çocuk yaştaki öğrencilerince “şiddetli eleştiri”ye tabi tutuluyor. Yansıtılan hezeyan tam “ve hatta Maoist”lik.  Tüyleriniz ürperirken, atılan “İsyan Adildir, Devrim Haklıdır” (“İsyan Haktır” dizide böyle olmuş. Mao Zedung’un Kültür Devrimi konuşmalarından türetilmiştir) sloganından nefret ettiriliyorsunuz. İsyan, devrim… ve hatta! Fizik profesörü Ye Zhetai’nin, ABD emperyalizmine atom bombası veren Einstein, bilinemezci, bireyci izafiyet teorisi ve zaman öncesini yanıtlamayıp Tanrı’ya kapı açan big-bang teorisi üzerinden “yargılanırken”, boyun eğmemesi ve pişmanlık göstermeden öğrettiklerini savunması öfkeyi büyütüyor. Ye Zhetai, yine fizikçi olan ama geçmişinden “pişman” karısı Shao Lin’in de ithamları arasında dövülerek öldürülüyor. Öğrenciler arasında, bu olan biteni çaresizlikle izleyen kızları, başarılı fizik öğrencisi Ye Wenjie de var…

Biraz uzun oldu farkındayım, izlemeyen de yoktur üstelik. Ama neden bu üniversiteden bir sahneyle verilmiş Kültür Devrimi “vahşeti” diye düşünen oldu mu? Yani ülkenin her yerinde sürdüğü aşikâr “cinnet”in fonu niye bu avlu?

1900 yılında, Çince’de adı “Haklı Yumruklar Birliği”  anlamındaki bir örgütlenme, (İngilizce”de bildiğiniz Boxer- Boksör) işgale ve emperyalist sömürüye karşı ayaklanmaya öncülük etti. Bu isyan, ABD, Japonya ve Batı ülkelerinin (Sekiz Devlet İttifakı) askerî müdahalesiyle ezildi. Ve Çin çok ağır tazminata mahkûm edildi. Asya pazarına çengel atan ABD, tazminattaki payını, yerleşeceği ülkede şirin okullar, dispanserler filan açarak kullandı.

Zİnhua (Xinhua) Üniversitesi de 1911’de bu fonla kurulmuştu. Amerikancı bir üstyapı tesisinin “en önemli kurumu” olarak görülüyor, mezunları ve parlak öğrencileri ABD’de ek eğitimden geçerek yeniden buraya yönetici ya da öğretim görevlisi olarak dönüyordu. 1949’a kadar ABD ve Kuomintang denetiminde olan ve teknisyenler, akademisyenler eliyle buralara hizmet eden Zinhua, devrimden sonra Çin Komünist Partisi’nin öncelikli “arındırma” müdahalesinin konusu olduysa da, burada temel eğitimlerini almış olan, okulun ÇKP’li akademisyen kadroları arasında “sosyalist inşa”ya kuşkulu bakanların ağırlığı  nedeniyle sürekli bir mücadele başlığı oldu.

İşte, dizinin 1966’daki açılış sahnesindeki Zinhua, bu niteliğiyle, başlangıcı 1965 olarak bilinen Kültür Devrimi’nin öncü ve şiddetli çarpışma alanlarının başında geliyordu.

Dizinin yönetmenine bir şey diyemem, bu sahneleri vereceği mesaja uygun, istediği gibi kurguladığı için ve Mao Zedung öldüğünde delikanlı çağına gelmiş olan roman yazarının içinde yaşadığı kadar bilemeyebilir Kültür Devrimi tarihini.

Dizinin ve muhtemelen romanın, Çin'de yürütülen gizli bir askerî proje üzerinden, devasa vericilerle, uzaylılarla temas kurmak için boşluğa sinyaller göndermesi, bir başka uzaylı uygarlığının sinyali yakalaması ve kendi gezegenleri yerine  Dünya'yı işgal etmeyi planlaması olarak her yerde özetlenen izlek kısmının, belirleyici, şaşırtıcı, yaratıcı bir yönü yok, bilimkurgu açısından.

“Kurgubilim” itibariyle de, Güneş, Dünya ve Ay arasındaki kütle çekim ilişkisini, efendim, eliptik yörüngeyi, kütle hareket, zaman ve yön eğilimlerini kestirebilmeyi içeren, fiziğin ünlü “3 cisim problemi”ne (bu problemin yüzyıllardır süregelen çözümsüzlüğünü birkaç yıl önce iki İsrailli bilim adamı bitirdi diyorlar, hiç anlamam ki…) yaklaşımın ve “parçacık çarpıştırıcı” çalışmalarının bileşkesi, sanmam ki, yeni ufuklar açsın.

Haa, bakın, uzaydan gelecek üstün varlıklar şu berbat dünyayı resetlesin diyen “işbirlikçi”lerle, kötü mötü, bizim dünya bu, işgal edilmesine karşı  direnelim diyenler arasındaki “felsefî-politik” tartışma ilgi çekici diyorsanız, en az 30 yıldır, her gün “dış uzay”dan bağımsız olarak bunun analizine yol açacak olgularla yatıp kalkıyoruz. Dünya’yı işgali planlayanlar, aynı zamanda “insan ırkı”nı yalancı bulup, gelmekten vazgeçecek, irtibatı kesecek kadar “erdemli” mi yoksa bu “yalancılarla bir arada yaşayamayız”, insanı yeryüzünden silme bahanesi mi, isteyen böyle oyalansın.

Özetle, eğer, intihar eden, öldürülen fizikçilerle ilgili polisiye soruşturma, başka uzaylıların, bu fizikçileri çıldırtan bir geri sayım illüzyonunu parçacık çalışmalarını engellemek üzere göndermesi filan heyecan vericiyse, eh, size kalmış.

Ama dizinin tek düğümü, tek derdi var bence: Babası, Çin Devrimi’nin bir parçası olan Kültür Devrimi “hezeyanı”nda gözlerinin önünde öldürülmüş Ye Wenjie’nin, sosyalist düzende yaşadıkları sebebiyle nefret içinde olması ve ileri bir uygarlığın işgaliyle, Dünya’nın yok olması “temizliği”ne çağrıda bulunması. Yani, “Marksist, Leninist ve hatta Maoist” bir dünyanın yol açtığı kötülüklere, “uygar dünya” panzehiri önermenin, Çinli yazar nezdinde ödüllendirilmesi.

Dolayısıyla, bu yazı, dizinin (muhtemelen romanın da) bu odak noktasına bir bakışla, Kültür Devrimi nedir, bu devrim hamlesini fizik yasalarıyla tanımlayabilir miyiz konusuyla devam etmeli…

(II)

“Devrim, ziyafet vermeye, yazı yazmaya, resim yapmaya ya da nakış işlemeye benzemez. Devrim, o kadar zarif, o kadar rahat ve nazik, o kadar ılımlı, müşfik, kibar, ölçülü ve alicenap olamaz.”

Devam edelim… “ ‘Üç Cisim Problemi’ dizisinin tek düğümü, tek derdi, Çin Devrimi’nin bir parçası olan Kültür Devrimi “hezeyanı”nda babası gözlerinin önünde öldürülen Ye Wenjie’nin, sosyalist düzende yaşadıkları sebebiyle nefret içinde olması ve ileri bir uygarlığın işgaliyle, bu Dünya’nın yok olması “temizliği”ne çağrıda bulunması,” demiştim geçen haftaki yazıyı bitirirken. “Yani, ‘Marksist, Leninist ve hatta Maoist’ bir dünyanın yol açtığı kötülüklere, ‘uygar dünya’ panzehiri önermesi”ydi amaç…

Burada tabii, sosyalizme karşı, ABD’nin başını çektiği kapitalizmin, bütün yıkıcılığına karşın olumlanması için kurulmuş bir metafor türünden, basit ve ilk akla gelen açıklamayla yetinmemekte fayda var.  “Seni gidi Liu Cixin, niye ödüllendirildiğin belli, hıh!” deyip burnumuzu havaya diker, yürür giderdik, yoksa. Anti-komünist milyon tane benzeri işten farkı olmazdı yani.

Dizinin belki de en izlenesi sahneleri arasındaki, bir çocuğu kurtarma izleğinde sürükleyiciliği olan sanal gerçeklik oyunlarında, San-Ti (Çince, Üç Cisim Halkı) uygarlığının “kaotik çağlar” döngüsüne yol açan “üç güneşli sistem”leri, toplu yok oluşa maruz kalışları ve “dehidrasyon” özellikleriyle hayata dönüş yetenekleri, çok eğlenceli politik zihin oyunlarına elveriyor.  Ama bu tali yön dışında, dizinin, uzayla sinyalleşilmesiyle başlayan istila tehdidi, fiziğin kütle çekim çalışmalarına bilimtrak yaklaşım, kriminal bir soruşturma, sosyolojik sürüleşme yatkınlığı, insanın “böcek”liği göndermeleri, politik entrikalar, “annecim, yapay zekâ” gibi çok sayıda katmanı itibariyle epey cılızlığıyla, böyle büyük ilgi görmesi, yankı uyandırması aklıma pek yatmıyor, o yüzden soruyorum: 

Çin Kültür Devrimi’nin ve o döneme ilişkin “eleştirel bakış”ın, günümüz prodüksiyonlarındaki genel anti-komünist histeride çok işlenmemiş bir tarihsel dilim olması, merak kışkırtmış olabilir mi?  Günümüzün süper gücü, hegemonya mücadelesinde ABD’nin en ciddi rakibi Çin’in “temelindeki günah”ların bizzat içeriden aktarımı ve bunun yine bizzat Çin’de gördüğü itibarla, 1980’lerden itibaren gelişen “Maosuzlaştırma üzerinden sosyalizme piyasa katma” sorunsalına bir katkı yönü mü, cazip gelen ki?

Bilmem. Umarım öyledir. Çünkü, eğer öyleyse, bu iyi bir şeydir!

Mao Zedung, 27 Şubat 1957’de, 11. Yüksek Devlet Konferansı’nda yaptığı ünlü konuşmanın “Halk İçindeki Çelişmelerin Doğru Ele Alınması Üzerine” başlıklı bölümünde soruyordu: “Kötü Şeyler, İyi Şeylere Dönüştürülebilir mi?” Yanıt “evet”ti ve bu diyalektikti. Nesnel analizle, değerlendirmede, ders çıkarmada ve eğitmede kullanmak için fırsat veriyorsa, “kötü şeyler”den yararlanabilirdik ve böylece yol açtıkları sonuçla, “iyi şeyler”e dönüşürlerdi.

Geleneksel Çin felsefesiyle, “Mao Zedung Düşüncesi” aktarımlı Marksizmin, çelişmeler diyalektiğinde, “birde iki anlayışı”nda sentezlenmesi, politik pratiğin formülasyonlaştırılmasında ve halka doğrudan iletilmesinde temel teşkil eden yaklaşımlarından biridir bu. 

Yani mesnetsiz kurguyla saldırılsa bile, Çin Kültür Devrimi sürecine dikkat çekilmesi, konunun gündeme gelmesi, aktarılanların sorgulanmasına, yanıtlanmasına, gerçekliğinin anımsatılmasına ya da öğrenilmesine, en azından yeniden tartışılmasına fırsat verebilir. Ama bu, hiç kolay değildir takdir edersiniz ki. Bağlam olarak muarız, eğlence sektörünün ideolojik yapıtaşlarından Netflix’in bir best-seller uyarlaması dizisidir. Ve Çin Devrimi de, Kültür Devrimi kesiti de, olanca karmaşıklığıyla, kendine özgü yön ve yöntemleriyle, “Asyaî kapalılığıyla” pek bilinmeyen, dahası dıştalanan, “köylü” damgalı bir olgudur çoğunlukla. Dolayısıyla, konuya bir köşe sınırında giriş bile mümkün değildir. Şöyle yapalım:

Fiziğin üç cisim problemi itibariyle, örneğin gezegenlerin hareketleri, çok eski zamanlardan beri gözlemlenebiliyor, zamansal olarak da ölçülebiliyordu. Bu gözlemlerin, Kepler, Galileo, Halley derken, Newton’un “Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri”yle teorileştirilmesi bile, tam olarak açıklamaya dönüşmüyordu. 

Dizinin, –ya da romanın yazarının diyelim– ilk kaçamağı da bu . Tüyler ürperten bir vahşet sahnesi gözlemliyoruz başlar başlamaz. Ama bunun açıklaması ne? Komünistler “burjuva kültürü aşmak”tan,”eskiyi yıkmak”tan bunu anlıyordu! Hmm…

Newton’un formülü, öngörüyü sağlamıyordu. Devrim formülasyonu, özgün pratiği kesip biçemiyordu…

Kamboçya’yı Kızıl Kmerler’in “gözlüklü herkesi aydın, her aydını da katli vacip gördüğü”nü anlatan “Ölüm Tarlaları”, “Önce Babamı Öldürdüler” gibi filmlerden bilenlerin, Pol Pot’la, Çaru Mazumdar’la, Lin Biao’yla, Liu Şao-Çi’yle, Mao Zedung’un ve Çin Komünist Partisi’nin çizgisi arasındaki farkları bilmeyen, hepsini aynılaştıranların gözünde, Kültür Devrimi dediğiniz de, en hayırhah yaklaşımla “hani şu Beethoven’in plaklarını kırdıkları” ilkellikti. Daha kibarcası, “gereksiz aşırılık”tı.

Doğrudur, milyarlık feodal Çin’de, emekçi iktidarının yaklaşık 15’inci yılında başlayan bir yığın “aşırılık”tır. Kışlık Saray’daki işçilerin Lunaçarski’yi üzen “aşırılıkları”dır kültürel planda yaşanan.  

Ama aşırılık barındırmayan devrim gördünüz mü tarihte? Görecek misiniz? Hani Engels sorar ya “anti-otorite”cilere: “Bu baylar (cinsiyetçi biraz) hiç devrim görmüşler midir? Devrim, … nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne … akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla dayattığı bir eylemdir.” Engels’in “terör”izminden uzun yıllar sonra, Mao Zedung’un “aşırılık”a bakışı benzerdir: “Devrim, ziyafet vermeye, yazı yazmaya, resim yapmaya ya da nakış işlemeye benzemez. Devrim, o kadar zarif, o kadar rahat ve nazik, o kadar ılımlı, müşfik, kibar, ölçülü ve alicenap olamaz. Devrim, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği şiddet hareketidir.”

Çok ürkütücü gerçekten! Hele 2024’te! 

Peki, sınıfsal devrim tamam da, Kültür Devrimi ne ola? Eğer Çin Devrimi’nin temel dinamikleri yoksa denkleminizde, bakıp bakıp “Dünya şuradan şuraya gelirken, bak Ay da iki adım sağa attı, eliptik eliptik” diyor da, nedenini bilmiyor, haliyle hareketi açıklayamıyorsanız, dizideki gibi ışık hızını aşarsınız. Yazarın yaptığı bu. Işık hızını aşınca, “zaman uzay bükülmesi”nde, sonucun sebepten önce meydana gelmesi şaşırtıcılığı! Öyle de bir sonuç ki, akla sebep sormak gelmiyor. Xinhua’yı geçen yazıda anlatmıştım kısaca. Şimdi:

1956’da, Çin-Sovyet ayrışması, Kruşçev-Mao tartışması başladı. Burada giremeyiz tabii bunun ayrıntılarına, sadece Kültür Devrimi “aşırılığı”nı anlamakla sınırlıyız. Gösterilen ve kabullenilmiş sonucun doğruluğunu yalanlığını, varlığını yokluğunu hiç dikkate almadan.

Bu ayrışma, çok daha önce teorileştirilmiş bir konuyu, “sosyalizmde sınıf mücadelesinin sürdüğü, yıkılmış burjuvazinin karşı-devrimci ayaklanmasının değil, yönetici partide yozlaşmayla oluşacak yeni ayrıcalıklı kastın, kapitalizmin restorasyonuna yol açabileceği” tezini temele oturttu. Bunu halkın her şeyi denetlemesi, ülkeyi tekrar tekrar fethetmesi önleyebilirdi (Mao’nun kendi yönettiği parti iktidarına karşı, “Karargâhı bombalayın!” aşırılığı da vakıadır).

Yani, “gerekliliği tartışmalı” değil, Çin’in devrimin güvenliği politikası ekseninde, bireycileşme ve yöneticiliği mutlaklaştırma eğilimlerini kırmaya, yeni bir proleter kültür yaratmaya yönelik kaçınılmaz “aşırılık”tı Kültür Devrimi, doğrusuyla, yanlışıyla. Üstelik bir iç kavganın, hesaplaşmanın da platformuydu. “Devrimin kızıl bayrağına karşı, “ultra-solcu” yıkıcı mevki düşkünlerinin kendi kara kızıl bayraklarını salladıkları”, “Dörtlü Çete”nin Kültür Devrimi’nde inisiyatifi Mao’nun ÇKP’sinin elinden alabildiği bir çalkantıydı…

Bir oyunun, mecazen değil, sahnelenen bir oyunun “Hay Juy Daireden Kovuldu”nun, 10 Kasım 1965’te eleştirilmesiyle başlayan Kültür Devrimi, bir “derin” görünümlü kıytırık diziyle, yeniden gündem olur mu dersiniz? Sanmam, ama olursa, kötü iyiye çevrilir…

Dünya’yı işgalciden kurtaracak “seçilmiş üçlü”deki YPG militanı (romanda bu tanımı yokmuş) ile Dünya’yı işgal çağrısı yapan Ye Wenjie’nin sona doğru iç hesaplaşması arasındaki bağıntı da yazılabilirdi belki…

Farkındayım, iki yazıya rağmen, dizinin değerlendirilmesi de, Kültür Devrimi konusu da çok yetersiz kaldı. Anti-komünist serbest atışın derdi bu. Hangi birini yanıtlayacaksın. 

En iyisi, 2024’te, hâlâ Orwell hayranı Liu Cixin’in fantezilerine bel bağlayan kısırlığa, vah, ne açacak yüz çiçeğiniz, ne yarışacak yüz düşünceniz var, sizi gidi kâğıttan kaplanlar, deyip burnumuzu havaya dikmek…

Asaf Güven Aksel / soL