30 Nisan 2024 Salı
KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 30 NİSAN 2024 -
soL KÖŞEBAŞI -30 Nisan 2024 -
Siyaset alanında gelişmeler (Oğuz Oyan)
Sermayenin programına karşı tek alternatifin, emeğin programını savunan sosyalist bir seçenek olduğu giderek daha fazla billurlaşacaktır.
31 Mart Yerel Seçimlerinde irtifa kaybeden iktidar bloğunun normal olarak anayasayı değiştirme gündeminin zayıflaması gerekirdi. Ancak iki nedenle bunun tam tersi olmak üzere.
Birincisi, ekonominin ağır bir fiyat istikrarsızlığı ve kamu maliyesi krizine sürüklenmesindeki sorumluluğunu tartışılmaz kılmak isteyen, sonra bunun bedelini üç-dört yıl daha tüm emekçi kitleler üzerine yıkacak bir ekonomik programı dayatan, şimdi de bu programa oluşabilecek siyasal/toplumsal tepkileri asgaride tutmak isteyen bir çapaçul iktidar anlayışının, anayasa (ve belki bir dış politika ortaklığı) üzerinden hem kendini temize çekme hem de gündemi istediği gibi bükme fırsatı yaratmakta başarılı olma yolunda ilerlemesidir. Peki buna fırsat verilirse kim kazanır?
İkincisi, iktidarın anayasayı değiştirme gündemine muhalefetten ciddi bir karşı çıkış beklenmiyor olmasıdır. Ciddi dediğim karşı çıkış, “Anayasayı paspas, yasamayı ‘bypass’ eden, yargıyı yürütmenin sopasına dönüştüren bir anlayışla ne masaya oturulur ne de müzakere edilir” diyebilmekten geçiyordu. Meclis’teki sağ siyasetlerin (ki milletvekili sayıları dışında hiçbir seçmen karşılığı olmayan bu siyasetlerin bir bölümü zaten AKP türevidir) böyle bir duruşları olması zaten beklenemez. Kürt siyasi hareketi ise, Anayasayı da kapsayan müzakere masalarında yer kapmak için çok hevesli olduğunu zaten her vesileyle belli ediyor. Anamuhalefet partisi de “müzakere-mücadele” çerçevesi içine yerleştirerek masaya yanaşıyor.
'Makama saygı' nereye kadar?
Anamuhalefet partisi liderinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile diyalog kanalını açık tutmanın bir dayanağını da “makama saygı” üzerinden formüle etmesi ise doğrusu oldukça sorunludur. Bir kere idari “makamların” onu işgal eden kişilerden bağımsız bir siyasi varlığı ve saygınlığı olamaz. O makamda şu an oturmadığı halde saygınlığını her daim koruyan 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bunun tersten kanıtıdır.
Ettiği tarafsızlık yemininin tam tersi bir siyasi konuma yerleşerek iktidardaki siyasi partinin genel başkanlığını yürüten, Anayasayı ve YSK’yi zorlayarak hakkı olmadan üçüncü kez Cumhurbaşkanı adayı olarak o koltuğu kapan bir zihniyetin temsilcisine makama bağlı bir saygınlık atfetmek ne etik ne de politik değerlere sığar. O koltuğu işgal eden kişi Cumhurbaşkanlığı makamına saygı duysaydı, Anayasa m.103 ve m.104/2’ye aykırı olarak (ve Anayasal yargının zaaflarına sığınarak) bir siyasi partinin genel başkanlığını üstlenmezdi. Kendi makamına (yani o makamın gerektirdiği siyasi tarafsızlığa ve etiğe) saygı duymayan birine, sırf işgal ettiği makam gereğince saygı duyulmasını telkin etmek, absürt bir çelişkidir.
Kaldı ki, iktidara talip olan ve potansiyel iktidar adayı olan bir anamuhalefet partisinin yöneticilerinin duracağı yer her zaman bir “siyasi meydan okuma” konumu olmalıdır. İlla Süleyman Demirel’in 1970’lerde Başbakan Ecevit’e, 1980’lerde başbakan Özal’a “başbakan” demek yerine “hükümetin başı” şeklindeki hitap biçimlerini benimsemek gerekmez, ama Demirel’in o hitap biçimlerinde makamı politikacının kimliğinden ayıran üslubu ve bunun ona politik getirisi de görmezden gelinemez. Dolayısıyla burada “yürütmenin başı” türü bir formül öneriyor değiliz, ama içi boş bir “makama saygı” yaklaşımının da fazla zorlanmaması gereğinin altını çiziyoruz.
Tuzağın içine çekilmemek gerekir
Anayasa gündemini dayatırken iktidarın avadanlığında iki kullanışlı alet olacaktır. Birincisi sivil ve özgürlükçü anayasa aldatmacasıdır. Her iki bakımdan da aldatıcıdır. Bir kere, 12 Eylül Anayasası 19 kez değiştirildi ve bunun 12’si AKP döneminde yapıldı. Dolayısıyla 12 Eylül Anayasası önemli ölçüde sivil siyasi yönetimlerin ve özellikle AKP’nin etkisini taşır. Üstelik, 2007, 2010 ve 2017 anayasa değişiklikleri, tek adam rejimine doğru yürüyüşün ve yargının siyasal İslamcı iktidarın emrine sokulmasının önemli basamaklarıydı. Hatta bunlardan Nisan 2017 Anayasası, güçler ayrılığı ilkesine fiilen son veren bir “başkancı sistem” oluşturarak sadece 1982 Anayasasından değil, hem 1961 Anayasasından hem de Türkiye’nin parlamenter sisteme dayalı tüm anayasal gelişim sürecinden bir kopuş anlamına gelmekteydi. Bu bakımdan da bir “ikinci cumhuriyet anayasası” olarak nitelendirilecek ölçüde bir makas değişimidir. Şimdi AKP bu Anayasayı kendi bedenine göre biraz daha kesip biçmek istiyor.
Öte yandan, “özgürlükçü” aldatmacası her zaman kullanışlı bir alettir. Cumhuriyet iktidarlarının en despotik dönemini temsil eden bir tiranlık rejiminin, her kapıyı açan bir “özgürlükçülük” maymuncuğuna ihtiyaç duymasından daha ideolojik ne olabilirdi?
İkincisi CHP’nin önüne konulacak ilk dosyalardan biri, 24. Yasama döneminde bir Anayasa değişikliği geçici komisyonu vasıtasıyla belirli bir noktaya kadar ilerletilen müzakerelerde üzerinde anlaşma sağlanan maddeler listesi olacaktır. CHP müzakerelere girsin girmesin bu dosya üzerinden iktidar siyasetçileri ve gazetecileri tezvirata başlamaya hazırdır. Bilindiği gibi o anayasa komisyonu, komisyonun benimsediği ilkelere aykırı olarak AKP’nin bir “başkancı sistem” önermesi üzerine dağılmıştı. (2016 darbe girişimi sonrası tam tersi pozisyonu benimsemesine rağmen o zaman muhalefette olan MHP de “başkancı sistem” önerisini kabul etmemişti). Şimdiki CHP yönetiminin “o dönemin komisyonunda benimsenmiş maddelerden devam edilmesi” şeklinde formüle edilebilecek bir tuzağa da düşmemesi gerekir. Zaten o komisyonun dağılmasından sonra AKP’nin Fethullahçı iktidar ortağının darbeye teşebbüs etmesi ve bunun verdiği istimle despotik bir 2017 Anayasası yapılmış olması gibi gelişmeler bile “AKP ile Anayasa yapılmaz” duruşunu sonuna kadar haklı çıkarmıştır.
Merkez-sağ bir siyaset oluşturma sevdası
İyi Parti’deki yönetim değişikliği etrafında yeniden tartışmalara açılan bir konu da genellikle İYİP’ten kopmuş olanların dillendirdiği bir “merkez-sağ parti oluşturma” meselesidir. İYİP Genel Kurulunun MHP kökenli başkan adayları yarışına sahne olmasının da gösterdiği gibi, artık İYİP’in bu arayışa karşılık gelmesi zordur. Peki buradan kopanlar ve kopacak olanlar yeni bir siyasi kutup oluşturabilirler mi? Pek güç.
Burada açıkça belirtmekten kaçınmayalım: Türkiye’de “merkez-sağ” denilen ama dinciliğe ve milliyetçiliğe her zaman kapıları açık olan siyasi hareketlerin son kullanım vadesi dolmuştur. Esasında, 1990’larda dinci ve milliyetçi sağın yükselişiyle birlikte “merkez-sağ’da aşınma süreci hızlanmaya başlamış ve 2002’de kemale ermişti. 2002 seçimlerinin sonuçları, aslında üç yıldır uygulanmakta olan IMF/DB programına da bir tepkiydi. Ama emperyalizmin mali kurumları bu tepkilerin dinci bir siyaset üzerinden saptırılmasını ve mevcut sermaye düzeninin iç ve dış sermayenin talepleri doğrultusunda kurtarılmasını başarmışlardı. Sonrasında 22 yıla yaklaşan bir AKP dönemi yaşanmış ve dinci siyaset “merkez-sağ” partileri ve seçmenleri büyük ölçüde kendi bünyesinde eritmiştir. Dolayısıyla şimdi İYİP’in bölünmesi üzerinden bir “merkez-sağ” hareket doğması olasılığı bulunmamaktadır.
“Merkez-sağ” denilen bir hareketin siyaseten doğması ancak AKP’nin parçalanması üzerinden gerçekleşebilir. Ama bu da “düşük yapan” bir doğum olur. Başka deyişle, siyaseten kurulur ama sistemin ekonomik taleplerini karşılayamaz ve kısa vadede sönümlenir. Çünkü sermayenin sert bir sınıf saldırısını içeren ekonomik programının uygulanması, bugün 12 Eylül askeri rejimi gündemde olmadığına göre, gene şiddete dayalı kolluk/yargı baskılarını örgütleme kapasitesine sahip bir despotik iktidar eliyle olabilecektir. Bunun karşısına uzlaşmacı “merkez-sağ veya merkez-sol” hareketlerin çıkarılması, havanda su dövmekten farksızdır. Sermayenin programına karşı tek alternatifin, emeğin programını savunan sosyalist bir seçenek olduğu giderek daha fazla billurlaşacaktır. Bunun gerçekleştirilmesi ise ayrı bir mücadele başlığıdır.
1 Mayıs
CHP’nin 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasına sahip çıkması, eğer buna gerçekten ciddi bir kitlesel katılımı örgütleyerek girişecekse, sonuç alınmasa da sonuç alınacak bir eylem olur. Çünkü CHP yönetimi ve tabanı, sermaye iktidarı ve sermaye sınıfının çıkarlarıyla karşı karşıya gelmenin sonuçlarıyla yüzleşmiş olur.
Bu da az kazanç sayılmaz. Her iki karşıt sınıfı birden idare etme döneminin geçmiş olduğu daha iyi anlaşılabilir. CHP’nin son kanun teklifinde olduğu gibi yılda 4 asgari ücret ayarlaması istemek doğru bir tutumdur. Ama hem bunu talep etmek hem de sermaye ile uyumlu iş götürmek imkanı yoktur. Bir yerden ters teper ve sistemin ideolojik ağları sizi kuşatmakta gecikmez. Emek yanlısı politikalar, sermayeye de hoş görünmekle bir arada yürütülemez. Kendi partinizde bile -her kesimi temsil etme iddiasındaki bir kitle partisinde- iç tartışmalara yol açar. Bunu kaldırabilecek bir parti yapısının olduğu kuşkuludur.
Her durumda 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı’nın 2024 yılında sermaye saldırısına karşı yeni mücadelelerin dönüm noktası olmasını dileyelim ve alanlarda emekçilerle buluşalım.
/././
Ankara'dan Kübalı çocuklar geçti: La Colmenita'nın bıraktığı iz (Özkan Öztaş)
23 Nisan vesilesiyle Küba'dan Türkiye'ye gelen La Colmenita Çocuk Tiyatrosu, Mamaklı çocukları tiyatroyla tanıştırdı. Çocuklar Mustafa Kemal Atatürk ve José Marti heykellerine birlikte çiçek bıraktı.2008 yılında Devlet Tiyatroları’nın, 2010’da José Marti Küba Dostluk Derneği’nin davetlisi olarak Türkiye'ye gelen dünyaca ünlü Küba Çocuk Tiyatrosu Kumpanyası La Colmenita (Küçük Arı Kovanı) bir kez daha 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı vesilesiyle Türkiye'deydi. Kumpanya, İstanbul ve Ankara'da bir dizi gösterim ve etkinlikte yer aldı.
Hayatında ilk kez tiyatroya giden yüzlerce çocuğun sevincine ortak olan La Colmenita ekibi Ankara'da Küba Büyükelçiliği'nin ev sahipliğini yaptı buluşmanın ardından Küba'ya dönmek üzere yola çıktı.
Mamaklı çocuklar ilk defa tiyatro izledi
Devlet Tiyatroları'nın 23 Nisan kapsamında düzenlediği 19. Küçük Hanımlar Küçük Beyler Tiyatro Festivali kapsamında sahne alan La Colmenita'nın gösterimlerine Semt Evleri'nden de katılımlar oldu. Mamak'taki Doğukent Semt Evi'nin organizasyonu ile tiyatroya giden çocukların bir kısmı daha önce hiç böylesi bir etkinliğe gitmemişti. Hayatlarındaki ilk tiyatro gösterimine La Colmenita ile katılma şansı bulan çocukların gözlerindeki heyecan ise görülmeye değerdi.
En çok gösterim yapan ekiplerden biri
La Colmenita aynı zamanda neredeyse her gün sahneye çıkarak, Türkiye'ye gelen ekipler arasında en çok sahne alan grup oldu. The Beatles ve Külkedisi Müzikali ile sahne alan La Colmenita yedi ayrı gösterim ve iki farklı içerik ile her gün sahneye çıkarak binlerce çocukla buluştu. Tüm çocukların Tin diye seslendiği ve Ankaralı çocukların da kalbini fetheden La Colmenita'nın kurucusu ve direktörü Carlos Alberto Cremata, daha önce soL'a verdiği mülakatta uluslararası alanda bilinen tiyatro eleştirmenlerinin La Colmenita için “çocuk oyuncular” değil “oynayan, eğlenen çocuklar” ifadesini kullandıklarını söylemişti. Bu heyecan hızlıca sahneden seyirciye ulaşarak, izleyen çocukların da dahil oldukları bir programı var etti tüm etkinliklerde.
Büyükelçiliğin ev sahipliğinde çocuklarla buluşma
Programın son aşamasında hem La Colmenita, hem Türkiye'den programa katılan çocuklar hem de Kübalı misafirleri ağırlayan aileler Ankara Küba Büyükelçiliği'nin davetlisi olarak bir araya geldi.
Programda konuşan Küba Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği Birinci Sekreteri Oscar Redondo Ramos, şu ifadeleri kullandı:
"Bugün burada ne söylesem gördüklerimin ve duyduklarının ötesine geçemeyecek. Burada Küba'dan gelen çocuklarla ilgilenen ailelere çok teşekkür ederek başlamak istiyorum. La Colmenita'nın en büyük başarısı bizler için bu kurulan bağlar ve dostluklar. La Colmenita hakkında söylenecek çok şey var ama iki şeye değinmek istiyorum. İlk söylemek istediğim şey çocukların ortaya koyduğu sanatın kalitesi ve derinliğidir. Türkiye'de izlecilerin karşısına çıkıp, Küba'da verilen duyguyu yansıtmak gerçekten çok zor bir şey. Ama bu çocuklar bu başardı. Yani Küba'da izlediğiniz gösterimlerde de Türkiye'deki gösterimlerde de aynı hissiyatı alabiliyor olmak çok güzel bir şey. Çünkü zaten bizim vermek istediğimiz duygular bu çocukların yansıttığı duygulardı.
İkincisi La Colmenita'nın vermek istediği mesajdır. Çünkü La Colmenita'nın yıllar önce kuruluşu bizlerin ülkemize olan sevgimizin bir ifadesiydi. Fidel'e olan sevgimizin ve José Marti gibi uluslararası alanda bilinen kahramanlarımıza olan sevgimizin ifadesidir. José Marti'ye bakınca uluslararası alanda bilinen bir lideri görüyoruz. Tıpkı Türkiye'ye baktığımızda Mustafa Kemal Atatürk'ü gördüğümüz gibi. Her ikisi de aynı şeyleri hissettiriyor. Bu vesile ile Tin'e yani La Colmenita'nın kurucusu ve direktörü Carlos Alberto Cremata'ya ve bizlere yardımcı olan dostlarımıza çok teşekkür ederiz."
Ankara'daki José Marti heykeline çiçek bırakıldı
Küba'dan ve Türkiye'den çocukların bir araya geldiği buluşmaların biri de Ankara gezisiydi. José Marti Küba Dostluk Derneği ve Küba Büyükelçiliği tarafından yapılan programlarda Anıtkabir ve Ankara Anadolu Medeniyetler Müzesi gezildi; miniklerin hazırladığı çiçekler Mustafa Kemal Atatürk ve José Marti heykellerine bırakıldı. José Marti Küba Dostluk Derneği'nin ev sahipliği yaptığı bir dizi etkinlikte Kübalı çocuklar Türkiye'deki arkadaşlarıyla beraber gün boyu devam eden etkinliklerde bir araya geldi.
Seremoni sırasında José Marti'nin şiirlerini seslendiren çocuklar etkinliğin ardından tekrar buluşmak dileğiyle Türkiye'deki dostlarıyla vedalaştı.
/././
Önünde sonunda (Salih Bostancı)
"Hakları için, inandıkları için omuz omuza mücadele edecek örgütlü binlerce Defneli var, bu kazanımdır."
Son dönemlerde "Kazanım siyaseti" çok telaffuz edildi, ilk bakıldığında pek iddialı gibi görünüyor. Ama daha dikkatli bakıldığında aslında sosyalizm, devrim hedefini silikleştirmeyi, düzen partileri ile girilen pazarlıkları, ilkesiz ittifakları, tam boy düzen içileşmeyi örten sihirli bir örtü olduğunu, ciddi bir iddia yitimi olduğunu görüyoruz.
Bu yanlış kimi değerlendirmeler ya da dünyayı ve ülkeyi yanlış okumayla ilgili değil. Oldukça bilinçli bir yönelim, dünyada ve Türkiye'de taşlar yerinden oynuyor, devrim ve sosyalizm iddiasını, inancını büyük oranda yitiren sol yeni kurulacak için, içinde olacak şekilde kendini konumlandırıyor, oynanacak oyunda rol arıyor.
Devrimci mücadelede kazanmak da vardır kaybetmek de, başarı da vardır başarısızlık da, hatta bazen ağır yenilgiler. Ama son yerel seçim süreci de gösterdi ki; Türkiye'de sol devrimci bir mücadelenin, bir kavganın parçası olmak istemiyor. Bunun yerine "başarının" bir parçası olmak istiyor. Üstelik "başarının" ne olduğunun çok da bir önemi yok.
Bu Syriza'nın seçim sonucu da olabilir, Piro'nun bir iki puan önde olması ya da bir yalancı bahar da olabilir. Oysa bir devrimci, komünist yapının, Parti'nin başarısı esasında devrim ve işçi sınıfı iktidarı hedefini gerçekleştirmesi ile ve buna kadar da bu doğrultudaki bu hedefi silikleştirmeyen, bu hedefi merkeze koyan çalışma ve kararlı duruşuyla ve işçi sınıfının örgütlülüğünü artırmak ile sınanır. Bunun için belli planlamalar yaparsınız, bazı hedefler belirlersiniz. Bu bir sektörde yaygınlaşma, derinleşme de olabilir, bir bölgede hegemonik güç olmak da olabilir. Ya da seçimde bazı belediyeleri kazanmak olabilir. Bu hedeflere ulaşılabilir veya ulaşılamaz ama önemli ve kalıcı mevziler edilir, kazanım denilecek kalıcı bir örgütlenme sağlanabilir.
***
Bu yerel seçim sürecinde de Defne tartışmalarında kazanım, başarı, başarısızlık üstünden 10 yıl öncesine kadar gidildi. Belli ki bir moral bozukluğu, karamsarlık, bir umutsuzluk oluşturmak ve yaymak için 10 yıl önce TKP'nin Defne'de aldığı seçim sonucu yazıldı, çizildi, dillendirildi. Hatta "ben o dönem bağış yapmıştım ama parti Defne'yi kazanamadı" diyen bile çıktı. Oysa biz o süreçte umut görüyoruz, çünkü o süreçte de tıpkı bugün Defne'de olduğu gibi gerçek bir kavga ve mücadele vardı. Çünkü devrimciler, komünistler İmamoğlu'nun, CHP'nin aldığı oyda, düzen partileri ile kurulan ittifaklarda değil, gerçek bir kavgada gerçek bir mücadele umut görürler.
İlk olarak; TKP 2014 seçimlerinde Defne'de ilkesiz ittifaklarla, kimsenin kanatları altına girmeden, "Olanağımız çoktur, verin vekillik başkanlık" diyen güçlere yaslanmadan, CHP'nin lütfu ile değil kendi öz gücü ve çalışmasıyla, oldukça kısıtlı imkanlarla %7,63 oy almıştır, değerlidir.
Ama asıl değerli olan başkadır, bugüne tekrar dönmek üzere, biz de 10 yıl öncesine hatta daha öncesine gidelim.
***
Emperyalizm cihatçı barbarlar eliyle Suriye'de büyük bir kıyım yapıyordu, kadınlar kafeslere koyulup pazarlarda satılıyordu, Suriye kan gölüne dönmüştü, bir benzetme değil gerçekten nehirler kırmızı akıyordu. AKP Hatay'ı adeta, bu vahşi cihatçı çetelerin üssü haline getirmişti. Hatay'da her tarafta batılı ülkelerin ajanları ve cihatçı barbarlar dolaşıyordu.
Tüm bunlar yaşanırken; kadın deyince mangalda kül bırakmayanlar, barış denince hemen bir güvercine dönüşenler, sorsan solculuğu bin okka gelenler AKP ile bir koro, bir ittifak olmuş, bu katliama Arap Baharı, hatta devrim diyordu. İlerleyen zamanlarda pek barış "minnoşu" bulunacak biri "Lazkiye alınırsa, denize ulaşılabilir" bile demişti.
TKP ise "Ne baharı, ne devrimi Suriye'de emperyalizmin, cihatçı barbarların katliamı var" diyerek, mücadele bayrağını çekmişti. İttifak ve koro hemen atıldı "ulusalcı TKP, sekter TKP, Esad'çı TKP" diye. Ne derseler desinlerdi. Hatay'da Uluslararası Barış Konferansları düzenlendi, on binlerce Hataylının katıldığı mitingler, yürüyüşler düzenlendi. Cihatçı yapılar Hatay'daki TKP'lileri hedef gösteriyordu, AKP ve cihatçılar Hatay halkına meydan okuyordu, Armutlu Mahallesi'ne bile cihatçıların propagandası yapan afişler, pankartlar asılıyordu, buna cevap verilmesi gerekiyordu.
TKP Şam'da Suriye Haber Ajansının sunucusunu Defne belediye başkan adayı yaptı. Bu AKP ve cihatçıların meydan okumasına karşı büyük bir devrimci meydan okumaydı, Sevra onlarca cihatçı çetenin tehdidine karşın büyük bir özveri ve yüreklilikle bu meydan okumanın parçası ve taşıyıcısı oldu. Ayrıca bu dönemde TKP Armutlu direnişinin en etkin unsurlarındandı. Tüm bu süreçte halk ayağa kalktı, birlikte büyük bir dayanışma gösterildi, ciddi bir örgütlülük oluşturuldu. Ve AKP'nin birçok hedefi, provokasyonu halkın duvarına çarpıp darmadağın oldu. Cihatçılar Hatay'dan gitti, geride ayağa kalkmış Hatay halkı kaldı.
Bu kazanım mıdır? Kazanımdır!
Başarı mıdır? Başarıdır!
Başarıyı, önlerine atılan birkaç vekillik koltuğunu kapmak, CHP'li belediyelerin şirketlerinde 3-5 kadro ayarlamak, bayramlıklarını giyip düzen siyasetçilerinin şatafatlı odalarında ağırlanmak olarak görenlerin ne dediğinin önemi yoktur.
***
Gelelim bugüne.
Deprem öncesinde tanışılmıştı Hizam Hasırcı'yla. Depremden sonra arabasına doldurduğu dayanışma malzemeleriyle mahalleden mahalleye, çadırdan çadıra, insandan insana yetişmeye çalıştığı sırada epeyce kesişti yollarımız. Sonrasında epeyce konuşuldu, "Madem, Defne için, halkımız için bir görev tamam, kabul" dedi.
Çalışmaya başlandı hep birlikte, ilk önce önemsenmedi, küçümsendi. "3-5 puan oy alırlar" dendi.
Bir süre sonra bakıldı ki iş ciddi, bir araya gelmeyenler bir araya geldi. Kaçakçısı, rantçısı, mafyasıyla TKP ve Hizam Hasırcı kazanmasın diye harami ittifakı kuruldu. Ne söylerse söylesinler SOL Parti ve TİP adayları da objektif olarak bu ittifakın parçası oldu.
Mesele aday olmak ya da olmamak, destek vermek ya da vermemek değil.
Mesele Hizam'a karşı "Sanki 10 yıldır Defne'yi biz yönetiyoruz" dedirtecek kadar, bahsi geçen parti ve adaylarının, seçimin son gününe kadar Hizam'ı ve TKP'yi hedef almalarıydı. Aylar boyunca TKP'nin kullandığı sloganın nerdeyse aynısının kullanılmasıydı. Genel başkanı bir önceki seçimde CHP'den belediye başkan adayı olan adayın, "bunların içinde CHP'liler var" diye kapı kapı dolaşmasıydı. Çıktıkları TV programında, CHP adayını övüp Hizam'ı hedef almalarıydı. Yalanlar ve iftiralardı. Seçim gününe kadar, genel başkanın dâhi katılımıyla süren, olmayan ya da sahte anketler üzerinde yürütülen organize manipülasyondu.
Alacaklarını aldılar, vereceklerini verdiler ne diyelim aynılar aynı yere.
Harami ittifakı ise AKP güçlü olduğu yerlerde ne yapıyorsa onu yaptı. Depremzede insanları işiyle ekmeği ile tehdit etti. Tehditler, takipler, göz dağı girişimleri, destekçilerin evlerinin önünde silah ateşlemeler, mezhepsel istismarlar, yalanlar, iftiralar... Belki de en ahlaksızcası olanı da muhtemelen binlerce insana verilmiş işe alma sözleri, depremzedeliğin, yokluğun, yoksulluğun, çaresizliğin yalanla istismar edilmesiydi.
Tüm bunlara rağmen Defne halkının önemli bir bölümü boyun eğmedi bunlara! Umudu örgütlendi, sokak sokak, ev ev.
Yapılabileceği, olabileceği görüldü. Kendine inandı halk ve o harami ittifakına karşı kendisi bir ittifak oldu. Eğilmeden, bükülmeden, birilerinin kanadı altına girmeden, pazarlıksız, ilkelerden taviz vermeden de yapılabilir olanı gösterdi. Hatay'ın kodamanlarının eteğinde solculuk oynayıp, "burası bizden sorulur, biz ne dersek o olur" diyen siyaset sosyetesinin niyetlerini ifşa, kendilerini darma duman etti. İhalecesini, tefecisini, rantçısını, mafyasını tir tir titretti bu çalışma.
Başarı mıdır? Başarıdır!
Kazanım mıdır? Elbette bundan sonraki mücadelenin de konusu bu ama hakları için, inandıkları için omuz omuza mücadele edecek örgütlü binlerce Defneli var. Bu bir kazanımdır.
Pazarlıklarla alınmış olan her şeyden değerlidir, çünkü birilerinin lütfu ile değil halkın umudu, emeği ile alınmıştır.
Bu süreçte de, bu yazıda da başarı ne, kazanım ne çok yazıldı.
Ama aslolan sözümüz ve hedefimizdir. İşte o zaman için söz verdik: "Rantın çocukları değil, halkın çocukları yönetecek"
Önünde sonunda!
/././
Emekçilerin baharı için kemer sıkmıyoruz (Selahattin Kural)
1 Mayıs'ta sömürüye karşı olmadan, özelleştirmelere, eğitimin ve sağlığın paralı hale gelmesine, holdinglerin egemenliğine, tarikat ve cemaatlere karşı olmadan 1 Mayıs kutlanamaz.
1 Mayıs işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki mücadelenin keskinleştiği, safların belirginleştiği bir gün.
150 yıldan fazladır, tüm dünyada işçiler haklarını patronlardan almak, refah bir toplumda yaşamak için mücadele ediyor. 1 Mayısların en temel gündemleri, emeklilik hakkı, işsizliğe, düşük ücretlere, iş cinayetlerine karşı mücadele oldu. Ama hiçbir zaman bu taleplerle sınırlı kalmadı.
Sovyet yurttaşları emperyalist dünyaya karşı ülkeleri Sovyetler Birliğini korumak, sosyalizmi güçlendirmek ve komünizmi kurmak için 1 Mayıslarda meydanları doldurdu. Küba halkı Amerika Birleşik Devletleri'nin ülkelerine karşı uyguladığı ablukaya karşı 1 Mayıs’ta caddeleri taşırdı. Bir bütün olarak Latin Amerika'da işçiler darbelere, diktatörlüklere karşı savaştı. Ülkemizde emperyalizme, sömürüye, her türlü dinci gericiliğe karşı işçilerin mücadele ettiği gün oldu.
Özetle 1 Mayıs, sömürücülere, kapitalist düzene, savaşlara, iş cinayetlerine, gerici ideoloji ve siyasete karşı işçilerin mücadeleyi büyüttüğü bir anlam taşıdı.
Ancak aradan geçen onlarca yıl sonra işçi sınıfı haklarında kayıplar yaşandı. Bu durumun oluşmasında işçi sınıfının siyaseten savunmasız bırakılması etkili oldu. Partili olmak, örgütlü olmak kötüymüş gibi gösterildi. Siyaset kişilere indirgendi, kahramanlar arayışına girildi. Emperyalizme, tarikatlara, patronlara karşı mücadele önemsizleştirildi.
Yerel seçimlerin ardından düzen siyaseti, işçileri sömürü düzenine bağlamak, eşitsizliklerin üzerini örtmek, kemer sıkma politikalarını halka dayatmak için bir “yalancı bahar” yarattı.
Tüm bu süreçte işçilerin gerçek gündemleri önemsizleştirildi.
Geçtiğimiz yıl en az 1932 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Bu her gün en az 5 işçinin patronların kârları için öldüğü anlamına geliyor. Kredi kartı borcu olmayan işçi neredeyse yok. İşçiler borcunu ödeyemediği için yaşam umudunu kaybediyor, yalnızlaşıyor. Geniş tanımlı işsizlik verilerine göre her 4 kişiden biri işsiz. Emekliler verilen sadaka ücretlerle yaşamak zorunda bırakılıyor. İşçiler 14-15 saati bulan mesai saatleri altında baskıyla çalıştırılıyor. İşyerlerinde hakları için mücadele eden işçiler, işten atılıyor.
Emekçiler açısından bu durumun fazlası var aşağısı yok. Ya patronların!
Onların sadece yıldan yıla kârlarını nasıl birkaç katına katladıklarını, özelleştirmelerle nasıl zenginleştiklerini, halkın gereksinimlerini nasıl paraya çevirdiklerini söyleyelim.
Tüm bu eşitsizliklerin, hak kayıplarının temelinde işçilerin örgütsüzlüğü yatıyor.
İşçilerin örgütsüzlüğünü fırsat bilip, "hepimiz aynı gemideyiz" yalanına ikna etmeye çalışan düzen siyasetinde yatıyor. AKP iktidarının sermaye sınıfı için açtığı sömürü yolunun istikrarlı bir şekilde devam etmesi arayışı yatıyor.
Evet ağır bir kemer sıkma politikası ile karşı karşıyayız.
Hayat pahalılığının iyice arttığı, işsizliğin, geleceksizliğin katlanarak devam ettiği bir dönem. Patronlar kâr elde etmeye devam etsin diye bütün yükünü işçilere taşıttığı bir dönem. Üstelik bu iktidar partisiyle, düzen muhalefetiyle birlikte yapılacak. Buna izin vermek veya vermemek işçilerin mücadelesi ile belli olacak.
Yarın 1 Mayıs. 1 Mayıs'ta sömürüye karşı olmadan, özelleştirmelere, eğitimin ve sağlığın paralı hale gelmesine, holdinglerin egemenliğine, tarikat ve cemaatlere karşı olmadan 1 Mayıs kutlanamaz.
Bu sesin güçlenmesi için her yerde sömürüye, sermaye sınıfının egemenliğine karşı alanlarda olacağız. İşçi sınıfının sömürü düzenine karşı mücadelesini güçlendireceğiz. Kemer sıkma politikalarını yırtıp atacak gücün safını kuvvetlendireceğiz.
Yaşasın 1 Mayıs.
(soL)
T24 KÖŞEBAŞI - 30 Nisan 2024 -
Gabonlu Dina’nın ölümüyle ilgili ırkçılık iddialarına mahkeme başkanının yorumu: Yükümüzü ağırlaştırıyorsunuz (Candan Yıldız) Fotoğraf: Candan Yıldız
“Gidip geliyoruz ama Gabon’a sonuç almadan dönüyoruz. Kızım Karabük’te öldürüldü. Okumaya gönderdiğim kızımı tabutla geri aldım.”
Tereddüt Çizgisi filmi iyi anlatıyor taşrada adaletin nasıl seyrettiğini… Sistemin dışına azıcık da olsa kafasını çıkaranların nefes almakta zorlandığı, boğucu taşrada bir kadın avukatın “hayatı değersiz görülen” genç bir işçiyi savunurken tosladığı düzeni anlatır film…
Taşrada olmak, taşrada hakikat ve adaleti aramak zordur. Zira kurumları temsil edenlerin karşılıklı çıkar ve bağımlılık ilişkileri, söz konusu yargı olunca kaygıları derinleştirir. “Hayatı değersiz görülenlerin” hakkını arayanlar hep var oldu bu topraklarda. Gabonlu Dina için hakikat-adalet arayışını kilometrelerce yol gelerek sürdüren, Dina’nın anne ve babasını yalnız bırakmayan Dina İçin Feministler grubu olmasaydı Karabük’ün Karadeniz’e has puslu havası nasıl olurdu bilinmez…
İşçi, esnaf ve aynı zamanda bir öğrenci kenti olan Karabük, Türkiye’nin ırkçılık laboratuvarı gibi… Seçimlere bir hafta kala HIV ve HPV vaka artışları iddiası, ki sonradan yalanlandı, Karabük Üniversitesi’ne okumaya gelen Afrikalı öğrencileri hedef aldı. Karabük Üniversitesi, teşvik politikasının bir sonucu olarak göçmen öğrenciler için odak bir üniversite. Yıllar içinde öğrencisi sayısının 50 bine, göçmen öğrencisi sayısının 10 bine çıktığı Karabük’te farklı Afrika ülkelerinden gelen öğrencilerin yaşadıkları 17 yaşındaki Gabonlu Dina’nın ölümüyle görünür oldu. 26 Mart 2023’te Filyos Çayı’nın kenarında cansız bedeni bulunan Teknoloji Fakültesi Enerji Sistemleri Mühendisliği öğrencisi Dina nasıl öldü?
Bu sorunun peşine düşen Dina İçin Feministler grubu olmasaydı soruşturmadaki yüzeysellik, ifadelerdeki çelişkiler, nitelikli delil olabilecek olguların araştırılmaması, ‘ırkçılık’ ihtimalinin zinhar konu edilmek istenmemesi gibi noktalar açığa çıkmayacaktı.
Nitekim davanın üçüncü duruşmasında bu davayı politik olarak takip eden kadın avukatlardan birinin göçmen düşmanlığına dikkati çeken sözlerine mahkeme başkanının “Bunlar sosyal işler, yükümüzü ağırlaştırıyorsunuz” yorumu “ırkçılık” gerçeğine kapı aralamayan bir bakışı yansıttı.
Dina’yı ölüme götüren süreç bütünüyle araştırılsın talebi üçüncü duruşmada da karşılığını bulmadı. Dina’nın ölü bulunduğu pazar gününün (23 Mart 2023) saatler öncesinde yani cumartesi gecesi arkadaşlarının evinin bulunduğu Han Apartmanı’nın bodrum katından Dina çığlıklarla, ayakları çıplak bir şekilde kaçtı. Bu olayın tanıkları var. Görüntülerle de can havliyle kaçtığı sabit. Görgü tanığı kişi, Dina’yı iki kişinin bodruma doğru çekmeye çalıştığını söyledi ilk duruşmada. “Ne yapıyorsunuz, polisi arayacağım” diye bağırmasa belki Dina o gece kaçamayacaktı.
İşte Dina için adalet arayan kadın avukatlar Karabük 1. Ağır Ceza Mahkemesi heyetine ısrarla, o bodrumda yeniden ve etkin bir keşif yapılmasını talep etti. Çünkü o bodrumda Dina’nın cep telefonu ve bir tutam saç bulundu. O saçın kime ait olduğuna ilişkin DNA incelemesi yapılmadı. Üstelik Dina’nın bodrum katından kaçtığı anda orada bulunduğu HTS kayıtlarıyla da sabit olan iki erkeğin tanık olarak da dinlenmesi talep edildi. Dina neden kaçıyordu, kimden kaçıyordu, kaçarken imdat istediği ve arabasına bindiği Dursun Acar’la bodrumdaki o iki kişinin bir bağlantısı var mıydı ? Bu soruların sorulması ve bu sorulara yanıt bulunmak istenmesi etkin ve adil bir yargılamanın gereği değil mi? Mahkeme bu talepleri üçüncü celsede de reddetti. Filyos Çayı’nda yeniden bir keşif yapılması, kabul edilen tek talep oldu. Dosyada tek sanık var. Adı Dursun Acar ve tutuklu. “Kendini savunamayacak durumda olan kişiyi, suçu gizlemek ya da yakalanmamak amacıyla kasten öldürme” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis ve 'cinsel istismara teşebbüs' suçundan 15 yıla kadar hapsi isteniyor.
Dursun Acar
60 yaşlarında olan Dursun Acar, Dina’nın bodrum katından çıktıktan sonra önüne çıkan otomobili kullanan kişi. Duruşmaya SEGBİS’le katıldı. Kendi ifadesine göre Dina ondan yardım isteyerek hastaneye gitmek istedi çünkü ellerinde kan vardı. Her nedense yol üzerindeki en yakın hastaneye değil de daha uzakta olan devlet hastanesine doğru götürdü Dina’yı o gece… Dina her nedense hastaneye varmadan bir anda araçtan indi ve karşı yola geçip Filyos Çayı’nın kenarına doğru gitti. Kısa bir savunma yapan Acar, Dina’yı merak ettiği ve şeker hastası olduğu gerekçesiyle tuvalet ihtiyacını gidermek için Dina’nın gittiği yöne doğru gittiğini iddia etti. Feminist avukatlar bu ifadeye karşın “Yol boyunca o kadar tuvalet varken Filyos Çayı’nın kenarını tercih etmesinin şüphe uyandırdığını” savundu. Dursun Acar’ın daha önce Dina’nın arkasından gitmediği yönündeki yalan beyanını hatırlattı. Dursun Acar’ın müdafileri ise müvekkillerinin işçi emeklisi olarak aklına devlet hastanesinin geldiğini, o nedenle en yakın hastaneye götürmeyi düşünemediğini öne sürdü.
Duruşmayı ilk kez Gabon Büyükelçisi de takip etti
Gabon Dışişleri Bakanlığı’nın görevlendirmesiyle duruşmayı Gabon Ankara Büyükelçisi de takip etti. Mahkeme, Büyükelçi’nin Gabon öğrenci temsilcisi iki öğrencinin de duruşma salonuna alınmasını istedi. Mahkeme başkanı talebi kabul etti. Duruşma çıkışında sorularımızı yanıtlayan Büyükelçi, Türkçe nedeniyle duruşmayı anlayamadığını söylemekle yetindi. Afrikalı öğrencilerin Karabük’teki durumuyla ilgili fikrinin olmadığını ifade ederken, diplomatik bir krize neden olmak istemediği çok hissediliyordu. Konuşmak istemedi.
Dina'nın annesi ve babası Jessica ve Guy Serge, fotoğraf: Candan Yıldız
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın da müdahil olduğu davada bakanlığı temsilen katılan avukat da duruşmada hazır bulundu.
“Kızımızı üniversiteye gönderdik, tabutu geldi”
Anne Jessica ve baba Guy Serge yine üzerlerinde kızlarının gülen fotoğrafının baskısının olduğu tişörtü giyerek geldiler duruşmaya. Onlar da dosyada ilerleme görmek istediklerini söyledi:
“Gidip geliyoruz ama Gabon’a sonuç almadan dönüyoruz. Kızım Karabük’te öldürüldü. Okumaya gönderdiğim kızımı tabutla geri aldım.”
Annenin bir köşede yüzünü elleriyle kapattığı, babanın ise kızının hakkını aramak için kararlı ve dikkatli cümleler sarf ettiği duruşma salonunda, başkalarının acısına bigane kalan bir tavır vardı mahkeme heyetinde.
Dina’nın dosyasında bu celsede kritik bir ilerleme olmadı.
Sanık Acar’ı savunan avukatlar müvekkillerinin mağdur edildiğini savunarak tahliyesini ve beraatini talep etti. 1. Ağır Ceza, sadece Filyos Çayı’nda yeniden keşif yapılmasını, Dina’nın arkadaşlarının yurt dışına çıkıp Türkiye’ye dönüp dönmediğinin tespit edilmesine karar verdi. Tahliye talebini de reddetti. Bir sonraki duruşma 5 Ağustos’ta…
“Afrikalı öğrenciler için artık marsık ifadesi kullanılıyor”
Adalet için atılan her adım Karabük’teki diğer Afrikalı öğrencileri de ilgilendiriyor.
Zira HIV ve HPV bulaştırdıkları söylentisiyle hedef alınan Afrikalı öğrenciler o günlerde 2-3 gün evlerinden çıkamamışlar. Çünkü Afrikalı öğrencilerin yoğun yaşadığı Yüzüncü Yıl Mahallesi’nde bir grup, bu söylentileri gerekçe yaparak Afrikalı öğrencileri hedef alan bir eylem yapmışlar. Adını vermek istemeyen Afrikalı Müslüman bir erkek öğrencinin aktardıkları ilginç:
“Her şeyin politik olduğunu biliyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Karabük’e geldiği gün HIV ve HPV söylentileri dolaşıma sokuldu. Çünkü AKP’li adayın kazanmaması çıkarıldı o söylentiler. Afrikalı öğrencilerin buranın kültürünü değiştirmek burada kalıcı olmak gibi bir derdi yok. Okulumuzu bitirip gideceğiz.”
Sorularımıza kadın öğrenciler daha cesur yanıtlar verdi. Üstü kapalı konuşmadılar. Zira taciz ve rahatsız edilmeleri onlar daha çok yaşıyor. Bıçak kemikte gibi onlar için…
“Arabayla evlerimize kadar takip ediyorlar. Sosyal medyadan hakaret ediyorlar. Ama bunlar organize bir şekilde mi yapılıyor bilmiyoruz. Artık kendi kültürümüzün parçası olan eğlenceler düzenlemekten, ibadetlerimizi bile yapmaktan çekiniyoruz.”
Dayanışma için gelen Türk bir öğrencinin iddiaları Karabük’e ilişkin şüpheleri daha da perçinledi:
“Uyuşturucu ve fuhuş üzerinden işlerini yürüten bir mafya var Karabük’te… Esnaf da yerel halk da bunu biliyor. Bir öğrenci arkadaşımdan devlet yurdunun bahçesinde bile uyuşturucu satıldığını duydum.
Irkçılık öyle bir noktaya vardı ki, Siyah öğrenciler için artık ‘marsık’ kelimesi kullanılıyor. Bu kelime yaygınlaştı. Siyah öğrencilerin yüzüne de söylüyorlar. Bu son söylentilerden sonra arkadaş grupları dağıldı. Eskiden çok uluslu arkadaş grupları vardı ama artık yok. Herkes kendi arasında gruplaşmış durumda. Onların barındıkları yerde, Yüzüncü Yıl’da, sık sık onlara polis kontrolleri sıklaştı."
Eski Fransız sömürgesi Gabon, son aylarda askeri darbeyle uğraşıyor. Vatandaşı öğrenciler “beyaz” dünyanın tacizini yaşıyor. Dina’nın ailesi de bir umut çocuklarının ölümündeki gerçeğe ulaşmak için her duruşmada 5 bin kilometre yolu aşındırıyor.
*Marsık argoda kara renkli, kapkara demek ve aşağılamak amaçlı kullanılıyor.
CANDAN YILDIZ YAZDI - Öldürülen Gabonlu Dina’nın annesi: Türkiye biraz Allah’tan korksun!
/././
Özel Harekât'ta neler oluyor? (Tolga Şardan)
Spor ayakkabısı alımına müfettiş incelemesi, Özel Harekât'ın dikkat çeken ziyaretçileri, yemek ihalesindeki isim, hibe alınan zırhlı araçların hurdaya yakın çıkması ve dahası...
Emniyet teşkilatının en önemli birimlerinden Özel Harekât Başkanlığı'ndan ilginç bilgiler geliyor, bir süredir.
Emniyet üst yönetimi farkında mı? Emin değilim. Ancak, hem merkez hem de taşrada görevli Özel Harekât personelinde son dönemde dikkat çekici huzursuzluk haberleri geliyor.
Huzursuzluk kaynağını bulmak için biraz kaynaklarımı yokladım. İşin arka planını öğrenmek pek de zor olmadı doğrusu.
Birden fazla konu başlığı var bu süreç çerçevesinde.
Tek tek anlatmaya başlayım.
Emniyet teşkilatıyla bağlantısı bulunan hemen herkesin bildiği üzere, bir 'Garson' kabusudur sürüyor halen.
MİT Başkanlığı'nın sonradan elde ettiği yeni veriler ışığında Emniyet'te teni bir tasfiye süreci başlatıldı, yılbaşından bu yana.
FETÖ'nün gizli tanığının verdiği bilişim materyallerinin çözümlenmesinin ardından yaşananları daha önce de Büyüteç'te aktardım.
Bu yeni veriler sonrasında Özel Harekât kadrosundan bin 200'den fazla personel çıkarıldı. Bu çıkarılanların bir kısmının, Emniyet içinde "sarı liste" olarak bilinen FETÖ'yle bağı olanlar listesinde olduğu ifade ediliyor.
Halen 17 bin 600 dolayında personeli bulunan Özel Harekât kadrosundan çıkartılanlar içinde kıdemli polislerin yer aldığını belirteyim.
Bu uygulamanın başlamasıyla beraber özellikle sosyal medyadan yapılan paylaşımlarda, kadrodan çıkartılanlar arasında geçmişte hendek ve barikat operasyonları başta olmak üzere terörle mücadelede aktif görev alanların bulunduğu iddia ediliyor.
İçişleri Bakanlığı veya Emniyet Genel Müdürlüğü'nün bu konuda muhataplarına ve kamuoyuna bilgilendirme yapması şart.
Tabii Garson'dan elde edildiği belirtilen kodların, kimi isimler gündeme geldiğinde değiştirildiği iddiaları devam ediyor halen.
Böyle bir durum varsa süreç daha vahim boyutlara ulaşır ki, telafisi olmaz.
Spor ayakkabısı alımına müfettiş incelemesi
Özel Harekât'ta yaşanan ve personel tarafından dikkatle takip edilen diğer süreç, personele spor ayakkabı alınması.
Özel Harekât kadrosunda görev yapan personelin kullanımı için kısa süre önce ihale açıldı. İhale çerçevesinde 20 bin çift spor ayakkabısı, 87 milyon 890 bin lira karşılığında satın alındı.
Alım, Emniyet personelinin ortak olduğu Polis Sandığı üzerinden gerçekleştirildi.
Fakat ihaleden sonra, ihaleye giren bir firmanın şikayeti oldu. Emniyet Genel Müdürlüğü'nden sorumlu İçişleri Bakan Yardımcısı Münir Karaloğlu'nun devreye girmesiyle konu İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'ya aktarıldı.
Bakan Yerlikaya'nın talimatıyla birlikte bakanlık Mülkiye Başmüfettişleri, ihale süreciyle ilgili inceleme başlattı. Müfettişler, bir süredir Gölbaşı'daki Özel Harekât Başkanlığı'nda belge incelemesi yapıyor, ifade alıyor. Müfettişlerin raporu hazırlamasıyla sıkıntının ne olduğu daha iyi anlaşılacak.
Hibe alınan zırhlı araçlar, hurdaya yakın çıktı
Özel Harekât Başkanlığı, geçtiğimiz günlerde Ziraat Bankası'ndan hibe olarak zırhlı aracı envanterine katmak istedi.
Bankanın para taşımada kullandığı Ford Transit Custom modeli 25 araç Özel Harekât Başkanlığı'na alındı.
Amaç, bedavaya alınan araçları, modernize edip birimin çalışmalarında kullanmaktı. Bu konuda bakana da sunum yapıldı!
Ancak, işler pek yolunda gitmedi. Zira, hibe alınan araçların ekonomik ömrü tükenmek üzereydi. Zaten Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesindeki Destek Dairesi, on yılı geçmiş araçların hurdaya ayrılması yönünde uygulaması var.
Söz konusu zırhlı araçların da 2014 yılında üretilmiş olması ve her birinin ortalama 300 bin kilometre yapması, en geç yıl sonunda hurdaya ayrılacağı anlamına gelecek doğal olarak.
İşin özü, başka kamu kurumunun hurda araçları da Emniyet'e hibe edilmiş oldu!
Bu sebeple, Destek Dairesi Özel Harekât Başkanlığı'nın araçların modernizasyonu için gereken bütçeyi "kamu zararı oluşacağı" gerekçesiyle uygun bulmadı.
Şimdi, yaklaşık on milyon liralık bütçe için Polis Vakfı devreye sokulmak isteniyor. Vakıftan hurda sınıfına girecek araçlara yenileme bütçesi verilip verilmeyeceği önümüzdeki günlerde belli olacak.
Yemek ihalesindeki isim
Bir başka konu başlığı ise, Gölbaşı'daki Özel Harekât Başkanlığı'nın yemek ihalesi meselesi.
Birimin yemek ihalesi, yıllık 80 milyon 845 bin lira karşılığında, merkezi Şırnak'ta bulunan Ş.N. adlı yemek firmasına verildi.
Firma, başkanlık personeline günde 4 bin 500 kalorilik yemek ihtiyacını karşılama çerçevesinde sözleşme yaptı.
Gelin görün ki; burada da işlerin yolunda girmediği bilgisine ulaştım.
Personel için çıkarılan yemeğin niteliğinin istenilen ölçüde olmaması nedeniyle, yine personel tarafından sık sık tutanak tutuluyor.
İşin ilginci Ankara'da yemek firması kalmamış gibi, ihalenin Şırnaklı bir firmaya verilmiş olması!
Yemek talebinin ihaleyle verilmiş olması kuşkusuz kurala uygun. İhale süreçleri belli.
Buna karşın, işin aslını araştırınca başka bir boyut karşıma çıktı. Firma sahibi M.İ.'nin AKP Şırnak Milletvekili Aslan Tatar'la yakınlığı bulunduğu iddia ediliyor.
Ve yemek ihalesinin söz konusu firmaya verilmesi için İçişleri Bakan Yardımcısı Mehmet Aktaş'ın devreye girdiği iddiası var. Bu konu bakanlıkta epeyce konuşuluyor.
Aktaş, Emniyet Genel Müdürü olmadan önce Şırnak Valisi olarak görev yaptı. Bakan yardımcısı olduktan sonra da Emniyet Genel Müdürlüğü'nün bağlı olduğu bakan yardımcısıydı yakın zamana kadar.
Bu konuyu da buraya not etmiş olayım.
Özel Harekât'ın dikkat çeken ziyaretçileri
Özel Harekât'ta yaşananlar bununla sınırlı değil.
Şimdi sizinle bazı fotoğraflar paylaşacağım. Kimi zaman bir fotoğraf sayfalarca yazıyı anlatır.
İlk fotoğrafın çekildiği yer Ankara Emniyet Müdürlüğü Özel Harekât Şubesi. Tarih ise, 2022 olması lazım.
Fotoğrafa dikkatli bakıldığında kamuoyunun yakından tanıdığı bir isim var.
Evet, Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş'in öldürülmesinde adı gündeme gelen Eski MHP Milletvekili Olcay Kılavuz.
Yanında ise, kamuoyunun çok da tanımadığı, ancak teşkilatın yakından tanıdığı bir polis şefi var.
Şimdi, diğer iki fotoğrafa sıra geldi.
Söz konusu iki fotoğrafın açıklamasından da anlaşılacağı üzere, çekildiği yer Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekât Başkanlığı'nın Gölbaşı'ndaki ana karargâhı.
Mesajları paylaşan ise, Galatasaray'ın tribün lideri Sebahattin Şirin. Ya da asıl ismiyle Muzaffer Şirin.
Şirin, destek verdiği Galatasaray'ın Ankaragücü maçı için geldiği başkentte yakın dostu olarak açıkladığı polis müdürünü ziyaret etti. Ve birlikte görüldüğü iki ayrı fotoğrafı da kendi adıyla kullandığı sosyal paylaşım sitesinden yayımladı.
Şirin'in misafiri olduğu Özel Harekâtçı polis müdürü, daha önce de MHP'li Kılavuz'a ev sahipliği yaptı.
Galatasaraylı olması sebebiyle sarı kırmızılı camiayı yakından tanıyan gazeteci Fatih Altaylı, Ocak 2023'te kaleme aldığı bir yazısında Şirin'in asıl isminin Muzaffer Şirin olduğunu açıkladı.
Altaylı, Şirin'in, FETÖ'yle bağı olmasının yanı sıra, Sinan Ateş cinayeti soruşturması çerçevesinde halen tutuklu bulunan Avukat Serdar Öktem'in aynı zamanda Sebahattin (Muzaffer) Şirin'in de avukatı olduğunu iddia etti. Şirin'in ayrıca İsmailağa cemaatiyle de bağının olduğunu öne sürdü.
Kaldı ki; yine Sinan Ateş cinayetinde kapsamında iki Özel Harekât Polisi'nin tutuklu konumunda cezaevinde bulunduklarını hatırlatayım.
Şimdi bu üç fotoğrafı beraberce nasıl okumak lazım sizce?
"Kimler, kimlerle beraber" demek yanlış olur mu?
Ve, her üç fotoğraftaki ortak kişi, halen Özel Harekât Başkanlığı'nda üst düzeyde görev yapıyor.
Tayine kimler, neden imza koydu acaba? Makul bir açıklamasının olabileceği kuşkusuz!
Yeri gelmişken geçmişten de bir örnek vereyim.
Fetullah Gülen cemaatinin henüz FETÖ olmadığı günlerde, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Kılıçlar'ın döneminde, şimdilerde FETÖ'cü olduğu için aranan futbolcu Hakan Şükür de Özel Harekât'ın müdavimlerindendi.
İşte o günlerden bir fotoğraf daha...
Şükür, dönemin Özel Harekât Dairesi Başkanı Cemil Tonbul ve ekibinin misafiri. Sık sık Gölbaşı'na gelen Şükür, bizzat başkan tarafından ağırlanıyordu.
Polisevinden Özel Harekât'a
Hep söylerim, uzun yıllardır yakından takip ettiğim Emniyet teşkilatı, hakikaten ilginç ve dikkat çekici bir kurum.
Kendisini yönetenleri / yönettiğini düşünenleri bir gecede vezir de eder, rezil de.
Gerçi bu kadar yaşanmışlıklara karşın rezil olanı pek de göremedim son dönemde ama neyse konumuz bu değil.
Son cümlelerde, mevcut Özel Harekât Başkanı hakkında birkaç not vereyim. Peşinen söyleyim, kendisi ile kişisel hiç bir sorunum olmaz, olamaz. Odak noktam, her zaman olduğu gibi sistem.
Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun ekibin tasfiyesi çerçevesinde Özel Harekât Başkanlığı'na getirilen yeni Başkan, uzun yıllar önce bu işi bırakmış durumdaydı. Özel Harekâtçı olmasına karşın yanlış hatırlamıyorsam 2010 ya da 2011'de ayrılmıştı.
Epeyce zamandır İzmir'deki polis evinin sorumlusuydu. Ve mevcut Emniyet Genel Müdürü Erol Ayyıldız'ın İzmir Valiliği döneminden tanıştıkları için Ayyıldız'ın tercihi olarak yeni görevine atandı. Tabii sadece Ayyıldız'ın referansının yeterli olmadığını söylememe sanırım gerek yok. Başka isimlerin de desteği var kendisinde.
Belki biraz garip örnek olacak; dün, polis evinin gıda başta olmak üzere lojistik ihtiyaçlarını karşılamakla görevli olan Başkan, bugün kamuflajı giyip yeni Özel Harekâtçıların eğitimini planlayıp organize ediyor, yeni teknolojileri öğrenmeye çalışıyor, yeni sistem silah ve mühimmat satın alıyor vs.
Liyakat standardının böylesi de ancak Emniyet'e yakışır! Tercih böyle olunca, yazının önceki bölümündeki yaşananlar da kaçınılmaz oluyor maalesef.
(T24)