Tasarruf Paketi açıklandı. Kamunun araç edinmesine kiralamasına, yeni kurum kurma faaliyetlerine de birçok kısıtla birlikte sınır geldi. Derken iki gün sonra Meclis'te Dışişleri Teşkilatı Güçlendirme Vakfı kurulmasına dair kanun teklif görüşüldü. "Nasıl bir bağlantı" derseniz şöyle: Bu Vakıf, Hazine'nin aktaracağı 10 milyon TL ile kurulacak ve sonra hem ticaret yapacak, hem arsa arazi, araç kiralayabilecek hem de üniversite kuracak.
Vakfın amacı, "daha donanımlı uzman diplomat yetiştirmeye katkıda bulunmak diye açıklanıyor ama araç kiralamanın, ipotek tesisinin, hisse senedi alıp satmanın uzman diplomat yetiştirme amacıyla nasıl bir alakası var sorusuna tutarlı ve doyurucu bir yanıt verilemiyor.
Tıpkı, "Madem amaç uzman ve donanımlı diplomat yetiştirmek. Yine sizin kurduğunuz bir Diplomasi Akademisi zaten var. Yeterli mi gelmedi?" sorusuna tutarlı bir yanıt verilemediği gibi. Şimdiden "Paralel Dışişleri" diye nitelenmeye başlanan Vakıf girişiminin, üç yıllık tasarruf genelgesinden bir kaçış olduğu açık. Ama bu kadarla kalmıyor tabii. Vakfın faaliyet alanlarına bakılacak olursa, köklü bir geleneğe sahip temel bir devlet kurumunun kalıcı biçimde bütçe birliğinden uzaklaşması, Sayıştay denetiminden çıkması için için kanun görünümünde nasıl ince bir "mühendislik" yapıldığı da net olarak görülebilir.
Vakıf ticaret yapıp üniversite açacak
Geçen Çarşamba TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda görüşülen kanun teklifi, muhalefetin yoğun itiraz ve eleştirileri altında kabul edildi. (Zaten başka bir ihtimal yok bildiğiniz gibi. Saray mutfağında hazırlanan ancak TBMM üyesi vekillerin imzalarını taşıyan bir kanun teklifi, Cumhur İttifakı aritmetiği gereği el mahkûm kabul edilecek.)
"Dışişleri Teşkilatını Güçlendirme Vakfı" yasasının getirenler ve savunanlar, bunun, Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı, Adalet Teşkilatını Güçlendirme Vakfı, Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı gibi vakıflarla benzer özellikler gösterdiğini ifade ediyor. Amacın bakanlık mensuplarına kişisel imkanlar sunmak olmadığını söylüyor. Ancak taşınmaz alım satımı, takas, trampa yapmanın, bina inşa etmenin kira sertifikası alıp satmanın, ticari şirket kurmanın Dışişleri Bakanlığı'na ve ülkeye nasıl yararlar sağlayacağını net olarak anlatamıyor. En azından okuduğum, kanun teklifinin görüşüldüğü TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu tutanaklarında Dışişleri Vakfı'na yüklenene ticari faaliyetlerin kamu yararı bağlantısını kuramadım.
Sayıştay denetimi dışı
Vakfın Sayıştay denetimi dışında olmasının, hiç denetlenmeyeceği anlamına gelmediği de ifade edildi görüşmelerde. Bunun anlamı ise şu: Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne tabi olacağı için yine denetlenecek. Bu noktada biraz durmak gerekiyor. Siz bir vatandaş olarak hesaplarını, bilançosunu, gelir kaynaklarını ve neyi nasıl harcandığını merak ettiğiniz hangi vakfın güncel faaliyet raporlarına ulaşabilirsiniz? İlgili makamlara sorsanız bunu saydam biçimde açıklarlar mı? Dolayısıyla -kuruluşu eli kulağında olan- Dışişleri Teşkilatını Güçlendirme Vakfı'nı Sayıştay'ın denetleyemeyeceği biçimde kurgulamak, o vakfı diğer pek çok vakıf gibi bir kapalı kutu haline getirmek anlamına gelir.
Gerçi, Vakfın mütevilli heyetinin başkanlığına Dışişleri Bakanı getirileceği ve diğer üyeleri de Bakan seçeceği için, Bakan'ın bu denetimi "her zaman denetleme yetkisin sahip olacağı" da ifade edilmiş Komisyon görüşmelerinde. Siyasi bir pozisyona sahip bir bakanın bu denetimi, kariyer esasından gelen bir denetçi gibi yapabileceği söyleniyorsa ne âlâ. Kamu kaynağından yana kimsenin endişesi olmasın o zaman.
2024 yılı bütçesinden Dışişleri için ayrılan bütçe yaklaşık 31,4 milyar TL. Komisyon'un CHP'li üyesi Aşkın Türeli, "İhtiyaç varsa, hepimiz Parlamento olarak yurt içi veya yurt dışına bütçeye o rakamları koyalım. Koymalıyız" diyerek yeni bir Vakıf kurulmasına dair soru işaretlerini netleştiriyor. Ama sonucu değiştirmeye yetmiyor. Sonuç ne derseniz, yasa teklifi kabul edildi. Yakında Genel Kurul'dan da geçerek yasalaşır.
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in Tasarruf Paketi'nin "dostlar alışverişte görsün" planı olduğu bir kez de Dışişleri Vakfı yasasıyla tescil edilmiş olur.
Odağına ticareti koyan bir vakfın diplomasiye ve kamu yararına yüksek katkılarını herhalde ileri zamanlarda daha iyi görürüz.
/././
İnce ayarlı Kobani kararı: AİHM yok, JİTEM yok, çözüm süreci yok, Kürt sorunu yok (Gökçer Tahincioğlu)
DEP Milletvekilleri Leyla Zana, Ahmet Türk, Orhan Doğan gibi isimlerin Meclis’ten cezaevine götürülmelerine ilişkin görüntüler uzun yıllar hafızalardan çıkmadı. Kararın açıklandığı sırada TBMM’yi yöneten Başkanvekili Sırrı Süreyya Önder’in tüm suçlamalardan beraat etmesi, Meclis’ten cezaevine götürüleceği bir görüntünün oluşturulmaması bile yapılan ince ayarı gösteriyordu.
31 Mart yerel seçimlerinin ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in görüşme yapmalarıyla ortaya atılan “yumuşama” iddiasının, kamuoyuna yönelik bir balans ayarından ibaret olduğu Kobani davasına bakan Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararıyla iyice netleşti. Mahkeme, neredeyse bütün kanıtların apaçık ortada olduğu JİTEM davasının beraatle sonuçlandırıldığı bir ortamda, Türkiye’yi Avrupa Konseyi nezdinde zora sokan AİHM kararını da beklendiği gibi yok sayarak, çözüm sürecinin HDP ayağını aktif yürüten dönemin siyasetçilerini ağır bir biçimde cezalandırdı. Kararda, cezaevinde tutulmaları tepki çeken bir bölüm siyasetçinin tahliye olabilecekleri bir aralıkta cezaya mahkûm edilmeleri, buna karşılık başta Erdoğan olmak üzere iktidarın bütün olarak tepki gösterdikleri Selahattin Demirtaş başta olmak üzere bir bölüm siyasetçinin çok ağır biçimde cezalandırılmaları dikkat çekiciydi. Çözüm sürecinin önemli aktörlerinden olan ve kararın açıklandığı sırada TBMM’yi yöneten TBMM Başkanvekili Sırrı Süreyya Önder’in tüm suçlamalardan beraat etmesi, Meclis’ten cezaevine götürüleceği bir görüntünün oluşturulmaması bile yapılan ince ayarı gösteriyordu. Karar, HDP kapatma davasının sonucu konusunda da net ipuçları verdi.
Erdoğan’ın önce “buzdolabına kaldırdıklarını” söylediği sonra da “Kürt sorunu yoktur” sözleriyle orada bırakılacağını açıkladığı çözüm sürecinin izlerini bütünüyle silme çabası, Kobani davasının ilk gününden itibaren kendini gösterdi. Aslında davanın ağır cezalarla biteceği ilk günden bu yana tahmin ediliyordu. Ancak yerel seçimden sonra, AKP’nin özellikle Doğu ve Güneydoğu’da aldığı düşük oy oranının politika değişikliğine yol açabileceği de iddia ediliyordu. 31 Mart’tan sonra ortaya atılan, “yumuşama” söylemleri de küçük de olsa Kürt siyasetinde bir umut yaşanmasına neden olmuştu. Ancak Kobani kararları, tabloyu net biçimde ortaya koydu.
Dokunulmazlıkların kaldırılması
Kararı yorumlamadan önce davanın nasıl açıldığını anımsamakta yarar var. Çözüm sürecinin devam ettiği dönemde IŞİD, Suriye’de, YPG’nin kontrolündeki Kobani’ye saldırdı. Bu süreçte Kuzey Irak’tan Kobani’ye destek verilmesi için Türkiye’den koridor açması talep edildi. Hükümet, bu koridoru uzun süre açmadı. HDP Merkez Yürütme Kurulu da bu konuda çağrı yaptı. Bu süreçte, 6–8 Ekim tarihleri arasında Doğu ve Güneydoğu’daki pek çok kentte eylemler yapıldı. Çıkan olaylarda 46 kişi yaşamını yitirdi. İddianame, bu ölümlerin sadece 37’sini konu aldı ve aralarında Yasin Börü’nün de olduğu 6 kişinin ölümünden siyasetçileri sorumlu tuttu.
Diğer insanların kim tarafından, nasıl öldürüldüğüne yönelik araştırma yapılması talepleri ise ısrarla geri çevrildi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, o dönem yaptığı konuşmalarda, 6-8 Ekim 2014’teki Kobani olaylarından Demirtaş’ı sorumlu tuttu. Demirtaş’ın halkı sokağa dökerek ölümlere neden olduğunu iddia etti. Ankara Başsavcılığı, çözüm sürecinin devam ettiği o dönemde, HDP MYK üyeleri hakkında soruşturma açtı ve milletvekili olan isimlerle ilgili fezleke hazırlayarak Meclis’e gönderdi. Demirtaş hakkındaki 31 nolu fezleke, Kobani olayları ile ilgiliydi. Dokunulmazlıkların kaldırılmasından sonra “terör örgütü üyeliği, yöneticiliği” suçlamasıyla bu fezlekeden de işlem yapıldı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın konuşmaları ve Kobani olayları nedeniyle HDP'yi suçlamasının ardından dokunulmazlıkların kaldırılması tartışması başladı. CHP'nin, "anayasaya aykırı ama 'evet' diyeceğiz" açıklamasının ardından, hazırlanan düzenleme Meclis'e getirildi. 20 Mayıs 2016'da TBMM, hakkında fezleke hazırlanan isimlerin dokunulmazlıklarını kaldırdı ve siyasetçiler tutuklandı.
Diyarbakır Başsavcılığı, Ankara’dan gelen fezlekeyi diğer fezlekelerle birlikte iddianameye dönüştürdü. 2017’de yargılama başladı. AİHM ise bu davada ağır bir hak ihlali kararı verdi. Aynı dönemde Demirtaş’ın bir konuşması nedeniyle açılan dava hızla bitirildi. Demirtaş, bu dava nedeniyle hükümlü hale geldi. Cezası bittiğinde ise tahliyesi gerekirken hızla yeni bir soruşturma açıldı ve zaten yargılandığı Kobani davası, ayrı bir dosya haline getirildi. Demirtaş ve Yüksekdağ yeniden tutuklandı ve cezaevinde kalmaları sağlandı. 30 Aralık 2020’de, 108 sanık hakkında ayrı bir Kobani davası açıldı.
Bu sürecin önemi büyük. Dava açılırken siyasetin de yargının da gündeminde, davanın özellikle olaylarda yaşanan ölümler nedeniyle önemli olduğu söyleniyordu. Davanın dayanağını Yasin Börü dahil hayatını kaybedenler oluşturuyordu.
İnce ayar
Yargılama sürecinde tartışılacak onlarca başlık var. Ancak karara odaklanmak gerekirse mahkemenin nasıl bir ince ayar yaptığı net biçimde görülebilir. Karar, yargılama sürecinin anlaşılmasını da sağlayabilir.
Mahkeme, soruşturma ve dava aşamalarında verdikleri ifadelerle cezaevinden kurtuldukları iddiası sıkça dile getirilen ve siyaseten HDP çizgisinden bütünüyle kopan Altan Tan ve Ayhan Bilgen için beraat kararı verdi. Beklendiği gibi ceza almadılar.
Çözüm sürecinin önemli aktörlerinden Sırrı Süreyya Önder hakkındaki karar merakla bekleniyordu. Zira yeniden vekil seçilen Önder, TBMM Başkanvekilliği görevini de yürütüyordu ve 7 kez ağırlaştırılmış müebbet hapsinin istendiği davada kararlar açıklanırken TBMM’yi yönetiyordu.
DEP Milletvekilleri Leyla Zana, Ahmet Türk, Orhan Doğan gibi isimlerin Meclis’ten cezaevine götürülmelerine ilişkin görüntüler uzun yıllar hafızalardan çıkmadı. Önder’in de ağır ceza alması halinde tutuklanması söz konusu olacaktı. Önder, tüm suçlamalardan beraat etti. Üstelik Meclis kürsüsünden defalarca bu davanın siyasi olduğunu, tüm arkadaşlarıyla aynı eylemlere imza attığını açıklamasına, hepsinin beraat etmesi gerektiği yönündeki isyanına ve yeniden vekil seçilmeden önce ağır cezaevi koşullarında yeniden yıllarca yatmış olmasına rağmen…
Gültan Kışanak başta olmak üzere bazı siyasilerin hukuki durumları uzun süredir tahliyelerini gerektiriyordu. Bu isimlere de örgüt üyeliği ile sınırlı cezalar verildi ve tahliyeleri kararlaştırıldı. Mahkeme toplamda 12 kişi için beraat kararı verirken, 5 kişinin tahliyesine hükmetti. Tahliyeler ve bazı beraat kararları, “adaletli davranıldığı görüntüsünün verilmesi amaçlandı” yorumlarına yol açtı. 108 sanıktan 72’sinin dosyası ise ayrıldı.
Ağır cezalar
Mahkeme, dönemin HDP Eş Başkanları Selahattin Demirtaş'a 42 yıl, Figen Yüksekdağ'a 32 yıl 9 ay hapis cezası verdi. Bu cezalar aslında açılan onlarca davada verilen kararlarla oluştu. Sadece Demirtaş hakkında 47 ayrı suçlama vardı. Demirtaş ve Yüksekdağ bu davaların önemli bir bölümünden beraat etse de bu kadar yüksek bir ceza aldılar. Mardin Belediye Başkanı olan, 1982’den bu yana üç kez tutuklanarak yıllarca cezaevinde tutulan Ahmet Türk'e 10 yıl, Alp Altınörs'e 22 yıl 6 ay, Sabahat Tuncel’e 12 yıl ceza verildi. Toplamda 30 kişi onlarca yıl cezalar aldı. Bu cezalar, kararın onanması durumunda Demirtaş başta olmak üzere çözüm sürecinde HDP’de siyaset yapan etkili isimlerin onlarca yıl daha cezaevinde kalmaları anlamına geliyor.
AİHM kararı yok
Mahkemenin kararında AİHM’nin Demirtaş hakkında, bu dava nedeniyle verilen hak ihlali kararına ise tek satır olsun değinilmedi. Anayasanın 90. Maddesine göre AİHM kararlarının uygulanması zorunlu olmasına rağmen, dava sürecinde olduğu gibi AİHM yok sayıldı.
Yasin Börü ve ölümler
Davanın en ilginç yanlarından biri Demirtaş ve diğer sanıkların yaptıkları açıklamalarla aralarında Yasin Börü’nün de olduğu 6 kişinin ölümüne yol açtıkları, bu nedenle de ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edilmeleri gerektiği yönündeki savcılık iddiasıydı. Toplumsal meşruiyet de önemli ölçüde bu isimlerin ölümüne dayandırıldı. Ancak mahkeme, ölümlerle ilgili suçlamalardan tüm sanıklar hakkında beraat kararı verdi. Zira bu suçlardan mahkumiyet kararı verilebilmesini sağlayacak tek bir kanıt da yoktu.
Kapatma davası
Kobani davası, HDP aleyhine açılan kapatma davasının da çekirdeğini oluşturuyor. Anayasa Mahkemesi için mahkeme kararları kapatma davalarında bağlayıcı değil ancak önemli bir kanıt niteliğinde. Bugüne kadar davayı bitirmeyen AYM’nin, Kobani davasını beklediği söyleniyordu. Ağır cezalar içeren karar, kapatma davasının akıbeti konusunda da net ipuçları taşıyor. Sanıkların devletin birliğini bozmaya yardım gibi ağır bir suçtan ceza almaları, kapatma davası açısından doğrudan, önemli bir kanıt niteliğinde…
İstinaf ve Yargıtay
Savcının, ağır cezalara rağmen, karara itiraz etmesi, daha ağır cezalar talep etmesi bekleniyor. HDP’li siyasetçilerin de itiraz edecekleri karar, önce istinaf mahkemesine, ardından Yargıtay’a gelecek.
/././
Tasarruf paketinde olmayanlar (Mustafa Durmuş)
Açıklanan "kamuda tasarruf ve verimlilik paketi" süslü cümlelerle kamuoyuna sunulan ama öz itibarıyla tasarrufu sağlamaktan uzak ve eklektik bir paket olduğu gibi, sınıfsal karakteri itibarıyla faturayı emekçi halklara ödettirecek olan bir pakettir.
Bugünlerde gündem kamuda uygulanacak olan tasarruf tedbirleri. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, "Tasarruf ve Verimlilik" adlı paketin açıklanmasından önce yaptığı sunumda, tüm kamuyu kapsayan bir çalışma yapıldığını, TBMM hariç bütün kamu kurum ve kuruluşlarının tasarruf paketine uymasının zorunlu kılınacağını açıkladı. (1)
Yani açıklamaya göre, tasarruf paketi tüm kamu kurum ve kuruluşlarının yanı sıra KİT'leri, döner sermayeleri, fonları ve yerel yönetimleri de kapsıyor (bu durum istihdam yaratamama bağlamında, muhalefete geçen yerel yönetimler için ciddi bir sorun oluşturacaktır).
Etki analizine yer verilmeyen bir paket
Pakette, alınacak önlemlerin sayısal büyüklüğü, enflasyon, bütçe açığı ve ekonomik büyüme gibi makroekonomik değişkenler üzerindeki etkileri gibi önemli hususların yer almaması pakete yönelik eleştirilerin başında geliyor. Çünkü bu paketin, enflasyonla mücadele (dezenflasyon sürecine destek), verimli kaynak kullanımı ve sürdürülebilirlik gibi amaçlarla hazırlandığı ileri sürülüyor.
Saray'ın harcamaları?
Her ne kadar TBMM dışında tüm kamu kuruluşlarının tasarruf tedbirlerini uygulayacağı ileri sürülse de, Saray'ın harcamalarının bu tedbirlerin kapsamında olup olmayacağının muallakta olması da haklı bir diğer eleştiri konusu.
Ayrıca paketin asıl olarak harcamalardaki kesintilerle ilgili olması, örneğin vergisel tasarruf tedbirlerine ("kayıt dışılıkla mücadele" gibi yıllardır söylenenler dışında) yer verilmemesi de eleştiriliyor.
Gerçi bu paketin bir ilk olduğu ve bunun devamının geleceğinin açıklanması ileride vergilerle ilgili düzenlemeleri de gündeme getirecektir. Buradaki sorulması gereken soru, "hangi sınıf ya da kesimlerin vergisinin artırılarak vergi geliri artışının sağlanacağı" sorusu olmalıdır.
Pakette öne çıkan tasarruf tedbirleri
Pakette sekiz başlık altında sıralanan tasarruflarla ilgili olarak emekçilerin gözüne çarpması gereken ilk tedbir (beklendiği gibi) "Personel Harcamaları", yani kamu emekçileriyle ilgilidir. Zira pakete göre, kamuda yeni personel alımı üç yıl boyunca emekli olan kişi sayısıyla sınırlandırılacak.
Böylece işsizliğin gerçek anlamda artmaya başladığı bir dönemde kamunun istihdam yaratma kapasitesi iyice daraltılıyor. Bu tedbirin faturasını en çok da üniversite mezunu olup da kamuda işe girmeyi bekleyen gençlerin (başta atama bekleyen öğretmenler olmak üzere), kadro bekleyen taşeron işçilerinin ödeyeceği çok açık.
İkinci tasarruf kalemi bütçede "Cari Harcamalar" olarak geçen piyasadan mal ve hizmet alımlarıyla ve "Yatırım Harcamaları" olarak bilinen kamu yatırımlarıyla ilgili. Buna göre, deprem için harcanacak olan ödenekler hariç, mal ve hizmet alımı ödeneklerinin yüzde 10'u ve yatırım ödeneklerinin yüzde 15'i kesiliyor.
Savunma, güvenlik hizmetleri ve KÖİ projeleri istisna tutuluyor
Böylece, savunma ve ambulans alımı gibi alanlar hariç, üç yıl süreyle yeni araç satın alma ve kiralama yapılamayacak. Savunma ve güvenlik hariç, toplu taşıma olan yerlerde servis sözleşmeleri sonlandırılacak. Ayrıca yeni kamu binası, lojman ve sosyal tesis alımı, yapımı, kiralanması süresiz olarak durduruluyor. Keza savunma ve güvenlik amacıyla kullanılanlar hariç, binalar "ekonomiye kazandırılmak" adı altında özel şirketlere ve şahıslara satılacak (bu satışların kimleri zengin edeceği ise merak konusu).
Bir hesaplamaya göre, mal ve hizmet alımlarından 68 milyar TL ve yatırımlardan 95 milyar TL olmak üzere toplamda 164 milyar TL'lik bir tasarruf sağlanacak. Bu miktar GSYH'nin yüzde 0,4'üne denk düşüyor. (2)
Pakette köprüler, otoyollar ve şehir hastaneleri gibi döviz cinsinden ya da kura endeksli gelir garantilerine ilişkin bir tasarruf tedbirine rastlanmazken, kamu emekçilerinin sayısının sınırlandırılması, servis araçlarının kaldırılması ya da lojman sayısının azaltılması, aslında bir kemer sıkma tedbiri olan söz konusu kamusal tasarrufların sınıfsal karakterini de ortaya koyuyor.
Özetle, şu ana kadar ki israf düzeninin, bütçe açığının ve iktidar blokunun yanlışlarının bedelini yine emekçiler ödeyecek.
Kamu harcamalarındaki tasarruf miktarı ne olmalı?
Peki, kamuda yapılması gereken tasarruf ihtiyacı, pakette önerildiği gibi 200 milyar TL'nin altında mıdır? Yoksa bunun çok üstünde midir?
Eski Hazine Müsteşar Yardımcısı R. Hakan Özyıldız'ın hesaplamasına göre, önlem paketinin, enflasyonla mücadele programına destek verebilmesi için, büyüklük olarak en azından 1,5 trilyon lira (milli gelirin yüzde 3,5'i) civarında bir büyüklükte olması gerekiyor.
Aksi halde kamu bankalarından borçlanacak ve 1 trilyon TL'yi aşan böyle bir borçlanmanın tamamı baskılanmış faiz oranından kamu bankalarından karşılanamayacağı için, bu durum faiz oranlarının artmasıyla, bu da faiz harcamalarının ve bütçe açığının büyümesiyle sonuçlanacaktır.
Bir TEPAV çalışmasına göre ise, aslında 2024 için toplam 1 trilyon 45 milyar TL'lik tasarruf alanı ve ayrıca alınacak tedbirlerle 300 milyar 309 milyon TL'lik gelir artışı imkânı var. (3)
Faiz harcamaları?
Saray'ın harcamalarının dışında, iktidarın tasarruf yapamayacağı harcama kalemlerinin başında kuşkusuz faiz ödemeleri geliyor.
Bilindiği gibi, 2024 yılı Merkezi Yönetim Bütçesi'nde faiz ödemeleri için 1 trilyon 254 milyar TL'lik, 2025 için 1 trilyon 809 milyar TL'lik ve 2026 için 2 trilyon 295 milyar TL'lik bir kaynak ayrıldı. Yani 2024-2026 dönemini kapsayan üç yıllık süreçte faiz için bütçeden 5 trilyon 358 milyar TL ödeme yapılacak ve böylece faiz giderlerinin bütçedeki payı yüzde 10,5'ten yüzde 14,3'e çıkacak.
NAS gerekçe gösterilerek 2021 yılında başlatılan faiz indirimlerine rağmen kamunun üzerindeki faiz yükünün (deyim yerindeyse) patlaması ayrıca sorgulanmalı ve bunun siyasal sorumluları hesap vermelidir.
Faiz ödemeleri bütçe açığının yüzde 53'ü kadar
Üstelik faizle ilgili durum faiz oranlarının tekrar yükseltilmeye başlandığı M. Şimşek'in son döneminde de kötüleşerek sürüyor.
Öyle ki Merkezi Yönetim Bütçesi açığı bu Nisan ayında yüzde 34,2 artarak 177,8 milyar liraya yükselirken, ilk dört aydaki açık yüzde 81 artışla 691,3 milyar liraya ulaştı. Ancak bu dört aylık dönemde faiz harcamaları yüzde 170 oranında artış kaydetti. Böylece faiz harcamaları toplam bütçe açığının yüzde 53'ünü oluşturdu. (4)
Faiz ödemelerinin bütçe açığındaki bu yüksek payı düşürülemediği sürece, bütçe açığının da, enflasyonun da artmaya devam edeceğini, böylece açıklanan bu tasarruf tedbirlerinin sonuç vermeyeceğini öngörmek için "ekonomist" olmaya gerek yok sanırız.
Vergisel teşviklere dokunulmuyor
22 yıllık AKP iktidarlarınca sermaye kesimine doğrudan kamu harcaması yoluyla destekler veriliyor (yüksek fiyatlı kamu ihaleleri, garantiler, piyasadan mal ve hizmet alımları gibi yollarla).
Ayrıca 'vergi harcamaları' adı altında bu kesimden vergi alınmayarak da bu destek dolaylı olarak sürdürülüyor. Uygulamanın adı da (vergi harcaması) bu işlev konusunda her hangi bir fikir vermediğinden, sermaye sınıfına yapılan böyle bir destek kolayca toplumdan gizlenebiliyor.
Nitekim 2024 yılı Bütçe Kanunu'nda bu rakam 2 trilyon 210 milyar TL olarak belirlendi. Dahası 2024-2026 dönemini kapsayan üç yılda bu tutar 8 trilyon 211 milyar TL'yi bulacak.
Pakette, vergi indirimi, muafiyeti ve istisnalarını içeren ve yüzde 90'ından sermaye kesiminin faydalandığı bu alanda önerilen somut bir tasarruf tedbiri mevcut değil (sadece bu ay içinde mevduat faizi gelirlerindeki stopaj oranları bir miktar artırıldı).
KÖİ projeleri ve şehir hastanesi ödemeleri kapsam dışı
Sermayeye verilen destekler bunlarla da sınırlı değil. KÖİ projeleri ve Şehir Hastanelerinin bütçeye çok ciddi bir yükü olmasına rağmen, pakette bu alana ilişkin de her hangi bir tasarruf tedbiri mevcut değil. Aksine bu alanda kullanıcı ücretlerine yüzde 60'a varan zamlar yeni yapıldı.
Örneğin sadece bu yıl bu projeler için 163 milyar TL civarında bir ödeme yapılacak. Yani iktidarın yapacağı tasarruflardan elde etmeyi beklediği miktar kadar bir para bu tartışmalı projeler için harcanacak.
Savunma ve güvenlik harcamalarında tasarruf yok!
Son olarak, bu pakette kayırılan harcamaların başında gelen bir diğer harcama kaleminin "savunma ve güvenlik harcamaları" olduğunun altını çizelim. Gariptir ki sağcısı, solcusu, muhafazakârı ya da liberali hiçbir yorumcu bu konuya hiç girmiyor, yorumda bulunmuyor.
Oysa yukarıda da belirtildiği gibi, diğer alanlardaki kamu personelinin servisleri ve lojmanları azaltılıp, genel olarak deprem ve zorunlu harcamalar hariç cari harcamalar düşürülürken, savunma ve güvenlik amaçlı olarak ayrılan ödeneklere dokunulmayacak. Yani mevcut rejime damgasını vuran güvenlikçi politikalar açıklanan tasarruf tedbirlerinde de kendini gösteriyor zira bu alan tedbirlerin dışında bırakılıyor.
Öte yandan, yine hatırlatalım önümüzdeki üç yılda savunma ve kamu düzeni/güvenlik harcamalarına bütçeden ayrılan pay yüzde 11,2'den yüzde 11,8'e yükselecek (faiz ödemeleri dışarıda tutulduğunda bu pay yüzde 12,6'dan yüzde 13,7'ye çıkacak).
Böylece 2024-2026 yıllarını kapsayan üç yılda bu harcamalar için bütçeden toplam 4 trilyon 869 milyar TL ödenek ayrıldı. Üstelik bu harcamalara Savunma Sanayi Destekleme Fonu'nun (SSDF) kaynakları dâhil değil.
Bazı kıyaslamalar
Türkiye'deki askeri harcamaların durumunu görebilmek için bazı kıyaslamalar yapmak yararlı olabilir.
Örneğin, NATO ülkeleri arasında en fazla askeri personele sahip ülkeler sıralamasında Türkiye, ABD'den sonra ikinci sırada yer alıyor. Ayrıca NATO üyesi ülkelerde askeri harcamaların kişi başı milli gelire oranı ile ilgili yapılan sıralamada Türkiye 7'nci sırada bulunuyor (bu oran Türkiye için 2023 yılında yüzde 0,016). Askeri harcamaların GSYH içindeki payı itibarıyla ise yüzde 1, 22 ile 9'uncu ülke konumunda. (5)
Son olarak, Türkiye 11.702 adet tank ile dünyada en fazla tanka sahip bulunan 4'üncü ülke. İlk sırada 60,937 tank ile ABD, ikinci sırada 23.928 tank ile Rusya ve 3'üncü sırada 20,254 tank ile Çin gelirken; dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip ülkesi olan Hindistan'ın 8.309 ve nüfusu 90 milyona yaklaşan İran'ın sadece 2,878 tankı bulunuyor. (6)
Sonuç olarak
Açıklanan "kamuda tasarruf ve verimlilik paketi" süslü cümlelerle kamuoyuna sunulan ama öz itibarıyla tasarrufu sağlamaktan uzak ve eklektik bir paket olduğu gibi, sınıfsal karakteri itibarıyla faturayı emekçi halklara ödettirecek olan bir pakettir. Bu paketin adil bir vergilemeye dayalı bir kamu gelir ayağı ise mevcut değildir.
Bu paketi başka tasarruf paketlerinin izleyeceğinin açıklanması ise iktidar blokunun örtülü bir IMF kemer sıkma politikasını hayata geçirmeye başladığının bir itirafı niteliğindedir.
Devletlerin sosyal sınıflar karşısında tarafsız olmadığı bir gerçektir. Bu nedenle de devleti yönetenlerin hayata geçirdikleri bu tür tedbirler de tarafsız olamaz. Nitekim açıklanan paket sermayeyi, faiz lobilerini, yüksek kâra dayalı büyük alt yapı projelerini hayata geçiren yerli ve yabancı yatırımcıları koruyan, diğer yandan emekçileri zarara uğratan, işsiz ve yoksul bırakan bir pakettir.
Son olarak, bu paket devleti yönetenlerin militarist, güvenlikçi, otoriter karakterlerini de ortaya koymaktadır. Zira hemen her türden sosyal harcama kısılırken, savunma ve güvenlik harcamaları bu tasarruf tedbirlerinin dışında bırakılmaktadır. Bu durum emek, demokrasi ve barış mücadelesinin bir arada yürütülmesi gibi bir zorunlu görevi önümüze koymaktadır.
Dipnotlar:
- https://www.youtube.com/watch?v=UWpKu_FPuqU (15 Mayıs 2024).
- https://www.ekonomim.com/ekonomi/kamuda-tasarrufa-uymayana-ceza-surprizi-haberi (14 Mayıs 2024).
- Nasıl bir tasarımda yapısal ve mali nitelikli tedbir önerileri düşünülebilir? (Değerlendirme Notu / H. Hakan Yılmaz), https://www.tepav.org.tr (10 Mayıs 2024).
- https://www.hmb.gov.tr/2024-nisan-ayi-butce-gerceklesme-sonuclari (16 Mayıs 2024).
- https://www.statista.com/chart/14636/defense-expenditures-of-nato-countries (21 July 2022).
- https://www.visualcapitalist.com/visualized-top-15-global-tank-fleets (15 March 2024).
/././
Emniyet’te gizli tanık skandalında yeni gelişmeler: Darbe girişimi emniyette biliniyor muydu, Garson listesine karşı MİT’e operasyon mu var? (Tolga Şardan)
Eğer emniyet içinde darbe girişimde bulunan bir ekip varsa MİT’in ulusal güvenlik çerçevesinde bilgilendirilmesi ve müdahale etmesinin sağlanması gerekirdi. İşte bu ortamda, MİT’in yeni verilerinden rahatsız olan bir kısım polis yöneticisinin “aradan bu işin çıkarılması” sağlamak amacıyla MİT’e dolaylı operasyon yapılmasının önünü açtığı iddiası mevcut.
Ankara Emniyeti Organize Suçlarla Mücadele Şubesi’nce yürütülen Ayhan Bora Kaplan ve ekibiyle ilgili soruşturma çerçevesinde yaşananları, geçen cuma ve pazartesi kaleme aldığım iki ayrı Büyüteç’te aktardım.
Her iki yazının linkini meraklıları için bıraktım.
Büyüteç’te yazının başlığından anlaşılacağı üzere süreci yakından ilgilendiren yeni bilgileri paylaşıyorum bugün.
Siyasi değerlendirmeye geçmeden önce, yaşananların adli ve idari boyutu kapsamında edindiğim yeni bilgileri vereyim.
Öncelikle MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “17 – 25 Aralık 2013” süreciyle benzeştirdiği olaylar zincirinin, dosyanın firarisi ve gizli tanığı Serdar Sertçelik’in açıklamalarıyla ortaya çıkmadığını söyleyebilirim.
Mevcut Ankara Emniyet Müdürü Engin Dinç’in göreve gelmesiyle beraber Ankara Emniyeti bünyesinde gerçekleştirdiği atama ve tayinlerden sonra “kurumsal tuhaflıklar” başladı. Henüz Ayhan Bora Kaplan ve ekibine yönelik suç örgütü operasyonu başlamamıştı, krizin ilk işaretleri alındığında.
Peşinden Kaplan ve grubuna yönelik operasyonlar için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca çalışma başlatıldı. Önceki Başsavcı Yüksel Kocaman döneminde Kaplan ve adamlarına yönelik verilen takipsizlik kararları kaldırılarak dosyanın kapağı açıldı.
Süreç devam ederken, Ankara Emniyeti İstihbarat Şubesi, Kaplan’ın Almanya’ya gideceğini tespit etti. Bu bilgi, İstihbarat Şubesi’nce, bizzat şube müdürü düzeyinde Organize Suçlarla Mücadele Şubesi’ne aktarıldı. Kaplan’ın yola çıkacağı gecenin öncesinde polisi alarma geçirdi.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nda acil toplantı yapıldı. Başsavcı Ahmet Akça, Başsavcı vekili Ahmet Yıkılmaz, Savcı Mustafa Kaya, Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Murat Çelik, Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Kerem Öner ve İstihbarat Şube Müdürü Gökhan Yücel bir araya geldi. Yücel, suç örgütü hakkında sunum yaptı. Toplantıdan, gözaltına alınması kararı çıkınca, Kaplan, Esenboğa Havalimanı’nda gözaltına alındı.
Kaplan’ın gözaltına alınmasıyla beraber, suç örgütü faaliyetleri kadar siyasi ve bürokratik bağlantıları ön plana çıkıverdi bir anda.
İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Kaplan ve ekibine yönelik ilk iddianamenin hazırlıkları sırasında Emniyet içinde başlayan kriz, bir anda kontrol edilemez şekle dönüştü.
Siyaseti karıştıran, Cumhur İttifakı’nın ortaklarını karşı karşıya getiren Sinan Ateş cinayeti dosyasından sonraki ikinci büyük soruşturmada ortaya çıkan skandal sonrasında görev alan Mülkiye Başmüfettişleri, hazırlayacakları rapora koyacak önemli bilgilere ulaştı.
Edindiğim bilgilere göre; müfettişlerin ulaştığı bilgi, belge ve bulguların bir bölümü ve ortaya atılan iddialar şöyle:
İddiaya göre, adli kolluk olarak hiçbir yetkisi olmayan Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Murat Çelik, dosyaya “tam hakim” olabilmek amacıyla benzer süreçlerde pek görülmeyen bir çalışma yöntemi oluşturdu.
Çelik, Konya’dan bizzat Engin Dinç tarafından Ankara’ya ataması yaptırılan Şevket Demircan’la çalışmaya başladı.
Ortaya çıkan tablo, bir süre sonra Organize Suçlarla Mücadele Şubesi’nde özellikle Ayhan Bora Kaplan dosyasının hazırlanmasında huzursuzluk yarattı.
Mevcut adli sistem göre adli kolluk amiri olması gereken Şube Müdürü Kerem Öner’in yerine Çelik’in adliye ile birebir temasta bulunması, başta Serdar Sertçelik konusu olmak üzere farklı gelişmelerle sonuçlandı.
Şubedeki huzursuzluktan bir süre sonra Ankara Emniyet Müdürü Engin Dinç haberdar oldu. Fakat Dinç, yöntemin devamından yana tercihini kullandı.
Hatta bu dönemde Dinç, Şube Müdürü Kerem Öner’le görüşerek görevine devam etmesi yönünde telkinde bulundu.
Bu arada şube içinde huzursuzluk devam ederken, Çelik’in referanslarıyla bazı polislerin Organize Suçlarla Mücadele Şubesi’ne tayinleri çıkartıldı. Müfettişlerin incelemesinde şubeye alınan personelinin bir bölümünün tayininde Şube Müdürü Öner’in imzasının olmadığı anlaşıldı.
Atamaları yapılan personelin referanslarında Çelik ve Demircan’ın yoğunlaştığı müfettişlerce tespit edildi.
Hatta bunlardan birisi şubenin kalbi olarak tanımlanan, telefon dinlemeleri ile teknik takiplerin gerçekleştirildiği özel birimin başına yapılan atamaydı. Emniyet Müdürü Dinç, görevde bulunan polisin yerine, Murat Çelik’in önerdiği polisin görev almasına onay verdi.
Süreçte, adli sorumluluğu olmamasına karşın sadece idari yönetim yetkisi olan Çelik, şube üzerindeki etkisini arttırdı.
Dediğim gibi, Çelik’in adli kolluk amiri konumunda adliye karşı hiçbir görev ve sorumluluğu yoktu.
Ortaya çıkan kaotik durum, önce İstihbarat Müdürü Gökhan Yücel’e, ardından da Ankara Valiliği’ne aktarıldı. Böylece, Kaplan dosyasını yürüten birimdeki huzursuzluk ilk kez başka birim ve kurum tarafından öğrenildi.
Her iki devlet kurumuna yapılan bilgilendirmelerden olumlu sonuç alınmayınca, yaşanan sıkıntılar bu kez Organize Suçlarla Mücadele Şubesi’nin aynı zamanda idari olarak da bağlı olduğu Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Başkanlığı’na (KOM) yansıdı.
Benzer bilgilendirme Emniyet İstihbarat Başkanlığı yapıldı, aynı günlerde.
Şimdi bu noktada ilginç bir tablo karşımıza çıkıyor kuşkusuz.
MHP Genel Başkanı’nın iddia ettiği gibi bir darbe girişimi varsa eğer, bu girişimden Emniyet teşkilatının en önemli birimlerini yönetenler bilgi sahibiydi. Aynı zamanda, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’ya sürecin aktarılmadığı yönünde bakanlık kulislerinde değerlendirmeler var.
Bu yaşanan süreçten Emniyet’in kilit noktalarında görev yapan üst yöneticiler haberdarsa, o zaman bu yaşananların neden önlen(e)mediği büyük soru işareti olarak karşımıza çıkıyor.
Müfettişler özel odayı buldu
Öte yandan şubede inceleme yapan müfettişler önemli bir tespit daha yaptı.
Şubenin bulunduğu yerleşkede, halen gözaltında bulunan şube müdür yardımcısı Şevket Demircan’ın, kendi makam odasının hemen karşısında özel bir görüşme odası tefriş ettiği ve bazı özel görüşmeleri söz konusu odada yaptığı anlaşıldı.
Odanın, neden burada kurulduğu da araştırılıyor.
Şahin Turgut, Çelik’in makamında
Kaplan dosyasıyla ilgili çalışmaların devam ettiği günlerde, Organize Suçlarla Mücadele Şubesi’nin dikkat çekici konuğu vardı.
Daha önceki dönemde Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Alp Aslan’ın ekibindeki polislerce hastanelik oluncaya kadar dövülen Ankara’nın yeraltı dünyasının önemli isimlerinden Şahin Turgut’un şubeye gelerek Çelik tarafından makam odasında ağırlandığı ortaya çıktı.
Kaplan ve eski polis müdürlerinden şikayetçi olmak amacıyla Emniyet’e gelen Turgut’un, emniyet müdür yardımcısının makamında ağırlanmasının, pek aşina olunan durum olmadığını söylemekte fayda var.
Soruşturma çerçevesinde şubeye gelen Turgut’un, dosyayı yürüten polis ekiplerince muhatap alınması gerekirdi.
MİT’e Garson operasyonu
Bu arada Emniyet kulislerine yansıyan diğer bir iddia ise aynı kapsamda MİT’e de bir operasyon yapılmasının amaçlandığı.
İddianın temelinde, MİT’in bir süre önce yeni tespit ederek Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gönderdiği FETÖ’nün mahrem imamı Garson kod adlı kişiden elde edilen veriler var.
İddiaya göre, MİT’in gönderdiği veri tabanında -ki daha önce de konu etmiştim- halen Emniyet Genel Müdürlüğü’nde bazı üst düzey polis müdürlerinin de yer alması ve veri tabanında önceki konumlarının değişmesi huzursuzluk yarattı.
Eğer emniyet içinde darbe girişimde bulunan bir ekip varsa MİT’in ulusal güvenlik çerçevesinde bilgilendirilmesi ve müdahale etmesinin sağlanması gerekirdi.
İşte bu ortamda, MİT’in yeni verilerinden rahatsız olan bir kısım polis yöneticisinin “aradan bu işin çıkarılması” sağlamak amacıyla MİT’e dolaylı operasyon yapılmasının önünü açtığı iddiası mevcut.
Bu isimler arasında önemli birimlerde görev yapan üst yöneticiler var. Şimdilik isimlerini açıklamak doğru olmayacak. Zira yaşananlardan sonra Emniyet’te yeni bir tasfiye hareketi için düğmeye basılacak.
Murat Çelik’in oğluna koruma kararı
Aynı konu kapsamında ilginç bir bilgiye daha ulaştım.
Halen Ankara Emniyeti Tem Şube’de Gözaltında bulunan Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Murat Çelik’in oğlu için koruma kararı aldırdığı ortaya çıktı.
Çelik’in oğlu için kendi koruması olarak görev yapan polis memuruna talimat verip, tehdit altında olduğuna dair özel ifade aldırdığı ve bu ifadeyle koruma kararı alınmasını sağlayarak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan karar aldırdığı iddia ediliyor.
/././
Bunu bile gördük: Yasa geriye işliyor!.. (Yalçın Doğan)
"Geçmişe dönük yürütülen o madde, kooperatiflerde faal ortak oldukları halde, yükümlülüklerini yerine getirmemiş olanlara yeni bir alan açıyor, böylece eski kuralın içerdiği yaptırım önlenmek isteniyor"
Çaylar sokaklara dökülüyor, çay üreticisinin kendisi döküyor.
En az 25 lira beklerken, AKP iktidarı çaya 19 lira alım fiyatı verince, Giresun'dan Rize'ye, Ordu'dan Artvin'e çay üreticisi protestosunu ürettiği çayı sokaklara dökerek gösteriyor.
Yollara, köprülere, geçitlere zamlar birbirini kovalar, doğalgaz ve elektrik zammı pusuda beklerken...
Halkbank devreye giriyor.
Esnafa verdiği kredilerin faizine zam yapıyor.
Vadesine göre, yüzde 7.5 olan faiz yüzde 17'ye, yüzde 8.5 olan faiz yüzde 18'e yükseliyor. Halkbank son yılların modasına uygun, faiz zammını "güncelleme" diye duyuruyor.
Maliyetini karşılayamayan üretici çayı dökerken, bazı esnaf kepenk kapatmak zorunda kalıyor.
Asgari ücretli, işçi, memur, emekli kitlesine üretici ve esnaf da katılıyor.
Geçinemeyenler kervanında, ağır ekonomik yükün çarpmadığı kimse kalmıyor.
Üst gelir grubu hariç.
Üretici fiyatları
Yüksek enflasyon gıda ürünlerinde, ulaştırmada, eğitimde, kiralarda baş edilmez hale geliyor.
Zamlar birbirini kovalarken, TÜİK dün "tarımda üretici fiyat endeksini" açıklıyor:
"Üretici fiyatlarıyla tarımdaki enflasyon yüzde 60.69".
Tarımda bu anormal maliyete nakliye ve kârlar eklendiğinde...
Gıda ürünlerinde enflasyonun düşme ihtimali hayal bile değil!..
"Fahiş fiyat artışı"
Bu durumda AKP iktidarı ne yapıyor?.. Bir yasa teklifi hazırlıyor, şöyle:
"Fahiş fiyat artışı ve stokçuluğa karşı denetimlerin düzenlenmesi, para cezalarının arttırılması..."
Hukukta ve ekonomide yapısal reformlar yerine, her alanda gerçek tasarruf yerine...
Polisiye önlemlere başvuruyor.
Hani, geçen yıl soğan ve patates depoları basılmıştı ya!..
Telefonlarla marketler tehdit edilmişti ya!... Bunu şimdi para cezalarını arttırarak, yapmayı deniyorlar.
Sanki küçük üretici ve esnaf sorumlu imiş gibi!..
Geriye dönük işleyecek
Meclis'te halen bir torba yasa görüşülüyor. Torba, yani içinde hangi yasa varsa, var.
O torbadaki tekliflerden biri Ticaret Kanununda değişiklikler öngörüyor. Fahiş fiyat artışına ceza artırmak o teklifte yer alıyor.
Ama, orada bir başka madde daha var ki...
Son yedi yılda yara bere içinde kalan hukuk devleti şimdiye kadar görmediğimiz bir darbe ile karşı karşıya.
O teklifteki bir madde geriye dönük işliyor!..
Hukuk fakültelerinin birinci sınıflarında, ilk derslerinde anlatılan evrensel bir hukuk kuralı var.
"Yasalar geriye dönük işlemez."
Şimdi bu kural da çiğneniyor.
Prof. Özbudun anlattı
Gelecek Parti milletvekili Anayasa profesörü Serap Yazıcı Özbudun Meclis'te üç gün önce bu madde üzerine söz alıyor:
"Getirdiğiniz bu teklifte evrensel hukukun temel ilkelerini altüst eden bir hüküm var. Diyor ki, bu kanunun 1. maddesi 26 Nisan'dan itibaren uygulanır."
26 Nisan mı?..
Oysa, teklif 14 Mayıs'ta görüşülüyor. En iyi ihtimalle gelecek hafta yürürlüğe girebilir. Ama, önce yasa çıkıyor, bir maddesinin yürürlüğü geriye doğru işliyor!..
Prof. Özbudun tamamlıyor:
"Hukuk fakültelerinde Hukuk Başlangıcı derslerinde okutulur. Kanunlar geçmişe yürütülemez. Çünkü, kanun yapmanın amacı toplumsal düzeni sağlamaktır. Yurttaşlardan kanunlara uymasını ancak ileriye dönük düzenlenen kurallar için bekleyebilirsiniz. Hiçbir yurttaş, 'hangi kanun geçmişe yürütülebilir' diyerek, hayatını planlayamaz.
Bu apaçık, hukuk devletinin ihlalidir. Hukuk düzenini altüst eder.
Anayasa'nın 2. maddesine açıkça aykırıdır."
Nedir o madde?
Geçmişe dönük yürütülmesi istenen madde nedir?..
Bunu Prof. Dr. Serap Yazıcı Özbudun'a soruyorum, önce bir genellemede bulunuyor:
"Bırakın ortalama yurttaşları, mesleği hukuk olanların bile anlaması imkansız düzenlemeler yapılıyor. Bu düzenlemeler iktidara yakın çevrelerin özel çıkarları için yapılıyor. Tekliflerin altında imzası bulunan iktidar milletvekilleri bile, bunların ne anlama geldiğini muhtemelen anlamıyor."
Sonra ekliyor:
"Geçmişe dönük yürütülen o madde, kooperatiflerde faal ortak oldukları halde, yükümlülüklerini yerine getirmemiş olanlara yeni bir alan açıyor, böylece eski kuralın içerdiği yaptırım önlenmek isteniyor."
Neden 26 Nisan?..
Kimse bilmiyor!.. Muhtemelen "bazı kişi veya kişiler için özel bir madde!.."
Osmanlı hukukundan kalan ünlü bir deyim var:
"Kanunlar makabline şamil olamaz".
Yani, yasalar geçmişe dönük uygulanamaz.
Şer'i hukuk dışında, 1839 Tanzimat Fermanı ile başlayan yaklaşık iki yüz yıllık Osmanlı hukuku bile geride kalıyor!..
(T24)