22 Mayıs 2024 Çarşamba

Birgün KÖŞEBAŞI (22 Mayıs 2024)

 

Endişeli muktedirler (Berkant Gültekin)

Günler geçtikte Erdoğan’ın ortaya attığı “yumuşama süreci”nin sınırları, neyi içerip neyi dışladığı yavaş yavaş netleşiyor. İktidar blokunun yumuşamayı, demokrasiye nefes aldırıp hak ve özgürlükleri genişletmeye dönük bir vaat olarak değil, ülkede sosyal ve ekonomik sorunların yoğunlaştığı bir konjonktürde muhalefeti ehlileştirmeye dönük bir gündem olarak kurgulamaya çalıştığı yapılan her açıklama, atılan her adım sonrası daha iyi anlaşılıyor.

Öncelikle, siyasi iradenin “yumuşama” söyleminin, paradoksal olarak yargının vereceği kararlarla anlam kazanabileceğini ümit edenlerin hayal kırıklığına uğradığını belirtmek gerek. Gezi Davası’nda müebbet hapse mahkûm edilen ve 6 yılı aşkın süredir cezaevinde tutulan Osman Kavala’nın yeniden yargılanma talebi geçen hafta üçüncü kez, üstelik oybirliğiyle ilgili mahkemece reddedildi. Rejimin siyasi ajandasına uygun olarak yürütülen Kobani Davası’nda da sürpriz yaşanmadı.

Dün, 1 Mayıs operasyonlarının üçüncü dalgası gerçekleştirildi ve Anayasal haklarını kullanarak 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak isteyen yurttaşlardan yaklaşık 30’u daha gözaltına alındı. Öncesinde 49 kişi tutuklanmıştı. “Yumuşayalım” diyen iktidar hem Taksim’i hukuksuz bir şekilde kapattı hem de bu haksızlığa itiraz edenlerin özgürlüklerini elinden aldı.

Erdoğan ise önceki günkü grup konuşmasında Kobani Davası’nda yargının verdiği ağır mahkûmiyet kararlarını sahiplendi. 6-8 Ekim eylemleri için “bölücü terör örgütü unsurlarının doğrudan devleti hedef alan isyan girişimi” ifadelerini kullanan Cumhurbaşkanı, HDP’li siyasetçilere tamamen siyasi açıklamalarından dolayı verilen cezaları “hakkın yerini bulması” olarak nitelendirdi ve mahkemenin hükmünden “memnuniyet duyduklarını” söyledi.

Bahçeli’nin dünkü açıklamalarının da Erdoğan’ın sözlerinden aşağı kalır yanı yoktu. Sanıklar hakkında verilen onlarca yıllık hapis cezalarını yetersiz bulan Bahçeli, “Bu iş bitmelidir; HDP ve devamı sözde parti kapatılmalıdır” diyerek büyük arzusunu tekrarladı. MHP lideri, eski AYM Başkanı Zühtü Arslan üzerinden Yüksek Mahkeme’ye seslenerek, “Bay Zühtü’nün gitmesinden sonra AYM'nin elini tutan, önüne geçen, karar süreçlerine tıkaç olan sanıyorum kalmamıştır” mesajını verdi.

Bu arada “yumuşama” ile eş zamanlı olarak gündeme bir de 9. Yargı Paketi kapsamındaki “etki ajanlığı” konusu girdi. Yeni yargı paketinin en geç Haziran başında Meclis’e gelmesi bekleniyor ve anlaşıldığı kadarıyla hükümet, bir yandan “yumuşama süreci başlatalım” derken diğer yandan medya üzerindeki baskıyı daha katmerli hale getirmenin yollarını arıyor.

REJİM BEKLENTİ YARATAMIYOR

“Eskiye göre ne değişti” diye bakılırsa, Erdoğan’ın 28 Şubat generallerinin cezalarını kaldırması ve anamuhalefet liderine “Bey” diye hitap etmesi dışında pek bir gelişmenin olduğunu söylemek güç. İşte “yumuşama”nın maksimum çapı da bu kadar. Çünkü rejim, baskıya ve zorbalığa, yumuşamanın müsameresini bile oynamayacak kadar ihtiyaç duyuyor. Beklenti yaratacak bir kapasite bile kalmamış.

AKP, iktidarının ilk yıllarında siyasi ve ekonomik ajandasını, başka ambalajlara gizleyerek pazarlayabiliyordu. Mili Görüş gömleğini çıkaran yeni nesil siyasal İslamcılar 2002’de zaten toplumun merkez siyasi partilere tepkisi nedeniyle iktidara gelmişlerdi ve gerek küresel gerekse de yerel dinamikler, onlara ideolojik ve ekonomik avantajlar sağlıyordu. Liberal bir rüzgârdan da faydalanıyorlardı. “Demokratikleşme”, “sivilleşme” “askeri vesayetle hesaplaşma”, “yargı bağımsızlığı” gibi argümanlarla eski yapıyı tasfiye ederek rejimi dönüştürme yolundaki keskin virajları alabildiler.

15 Temmuz’dan sonra Erdoğan son kozunu oynadı. Fetullahçı çeteyle bozulan ittifak, liberal desteğin yitirilmesi, Batı’yla ilişkilerin gerilimli bir hal alması ve kırılganlaşan toplumsal hegemonya, Erdoğan’ı bir tercihle karşı karşıya bıraktı. Ya esneyip gücünü paylaşacaktı ya da güvenlikçi, militarist bir kulvara girecekti. İkincisinde karar kıldı ve MHP ile ittifak yaparak iktidarını başkanlık sistemiyle muhafazaya aldı. Propagandasının ana eksenine İslamcılığı ve milliyetçiliği oturttu. Böylece partisinin tükenen tarihsel ömrünü, liderlik becerileri ve muhalefetin bir dizi hatasıyla uzatabildi.

Kimilerine göre Erdoğan, Bahçeli ile ters düşmemek için sertlikten vazgeçemiyor. “AKP, MHP’yi sırtından atsa neler yapar neler” deniyor. Elbette ittifakın ideolojik ihtiyaçlarının da bu yıkıcı siyasetin izlenmesinde ciddi payı var ancak unutulmamalı ki devleti bu hatta çeken Bahçeli değil, Erdoğan’dı. Baskıya ve şiddete, iktidarını kaybetmemek için başvurdu. Yani Erdoğan, Bahçeli’den kurtulamadığı için böyle davranıyor değil, böyle davranmaya mecbur kaldığı için Bahçeli’yle beraber yürüyor.

İktidarı süresince görüldü ki Erdoğan’ın pragmatizmini ve esneme kabiliyetini hafife almamak gerek. Bu yönde yapılan değerlendirmelerin de doğruluk payı var. İktidarını korumanın yolu, bugün “düşman” dediklerine tolerans geliştirmekten geçiyorsa, Erdoğan bir saniye bile tereddüt etmez. Ancak Saray’ın böyle bir imkânı var mı? Topluma ne sunabilir, ne vadedebilir? Artık Erdoğan’ın, ülkeyi demokratikleştirme, özgürleştirme konusunda alabileceği bir kredi kaldı mı? Onca olan bitenden sonra imajını tazeleyebilmesinin yeni bir yolunu bulabilir mi? Toplumsal ve siyasal zeminde buna inanacak, Erdoğan’la iş tutacak aktörler var mı?

MUHALEFETE İPUCU

Şimdilik böyle bir niyetin ve ihtimalin olmadığı apaçık ortada. Sinan Ateş iddianamesinin ve Ayhan Bora Kaplan dosyasına çekilen ayarın gösterdiği gerçek bu. Erdoğan da Bahçeli de halinden gayet memnun. Sahip oldukları gücü, aralarındaki küçük anlaşmazlıklara kurban etmiyorlar.

En büyük endişeleri ise ülkedeki krize karşı aşağıdan bir basıncın oluşması. Ücretli emeğin, emeklilerin, gençlerin, kadınların, yani toplumun geniş kesimlerinin, sistematik yoksullaşmaya, politik baskı ve sindirmeye örgütlü şekilde tepki göstermesinden çekiniyorlar. Çünkü ittifak içi dengeler anca böyle bir etkenle sarsılabilir. Muhalefeti “yumuşama” ile çevreleyerek, en azından süreci tartıştırıp zaman kazanarak ve böylece Meclis muhalefeti ile toplumsal memnuniyetsizlik arasındaki kontağı keserek bu dinamiği bertaraf etmeye çalışıyorlar.

Aslında iktidarın korkusu, muhalefete de ne yapması gerektiğinin ipuçlarını veriyor.

                                                       /././

Yasıyoruz bu hayatı (Kaan Sezyum)

Yaşadığımız hayata bir bakalım. Günümüzle ve halimizle bir selfi çekelim. İran’ın lideri, gerici, ilkel fikirlere sahip, radikal dinci mollası geçirdiği bir kaza sonucu hayatını kaybetti. Peki kendi ülkesinde halkının hayatını kaydıran, beğenmediği vatandaşlarını meydanlarda asmak için onay veren, akıl ve mantıktan uzak, korkunç bir gerici kafaya sahip bu insanın hayatının kaybetmesi bizi nasıl etkileyebilir? Başka bir ülkede petrolden aldığı güçle kemikleşen ve değişemeyen korkunç bir idarecinin hayatını kaybetmesi bizim gündelik yaşamımıza nasıl yansır?

Açtım Anayasa’ya baktım. Tabii bizimkiler pek Anayasa sevmiyor ama yine de hâlâ orada yazıyor. Sonuçta yasalar toplumların bir arada insanca yaşayabilmesi için uydukları ortak kurallar bütünü. Bunlara ülkede herkesin uyması gerekiyor normalde. Bizim vizyonsuz elitlerimiz ise tabii ki ayrıcalıklar dünyalarında başka kafalar yaşıyor… Neyse geçelim Anayasa’ya:

II. Cumhuriyetin nitelikleri

Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde,

insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

∗∗∗

Bunu böyle yazmış bulunalım. Anayasa’daki gösteri ve yürüyüş hakkımız da patlak bu aralar ama aklımızda bulunsun. Bu kanunlar hala burada, bunları uygulamamak uzun vadede ve kısa vadede suç. Notumuzu alalım, gericilikle devam edelim.

İran’ın gerici, insanlıktan uzak mollasının hayatını kaybedince bizde birden bire bir günlük yas ilan edildi. Bizimkiler yas ilan etmeyi çok seviyor. Kalpleri temiz olmalı. Dostlarına, sevdiklerine hep üzülüyorlar. Sevmediklerine ise zerre değer vermiyorlar. Sevmedikleri bir şey olsa kılları kıpırdamıyor. Mesela Audiyanetimizin değerli başkanı, görevde olduğu süre boyunca bir kez ülkenin kurucusunu ziyaret etmemiş. Hani vampirler gündüzleri güneş ışığı altında kalamıyor ya, acaba bazı insanlar da bazı yerlerde aynı duyguları mı yaşıyor diye düşünmeden edemiyorum. Bir cumhurbaşkanımız vardı, her milli bayramda enfeksiyon kapardı. Belli ki sağlık durumu bazı şeyleri kaldıramıyordu o zamanlar. Kendisine İBB’nin kiraladığı uçakla şifalar yolluyorum. Şifaların tüm harcamalarını cepten verdim. Kafanız rahat olsun…

Ne diyordum, hah evet bizimkiler sevdikleri insanlara karşı çok hassaslar. Çok duygusallar. Duygusal olmak iyidir, insanı insan yapan şeylerden biri de duygulardır. Mesela hayvanlar aleminde açgözlü hayvan bulamazsınız. Doyduktan sonra çatlayana kadar yiyen birkaç hayvan olsa bile uzun vadede doğal seçilimle bu davranışları sergileyen canlıların zürriyeti kurur. Oysa insan öyle mi? İnsan için açgözlülük ve güç birbirini besleyen, birbirinin kuyruğunu yiyen iki yılan gibidir. Bizimkiler çok duygusal işte. Geçenlerde Suud kral öldü mesela onda da üç gün yas patlattık. Sevdiğine çok sevecen, sevmediğine mesafeli bizimkiler işte.

∗∗∗

Mesela Soma’da 301 işçi toprak altında kaldı, “İyi öldüler”, “Güzel öldüler” denildi, “Uykusuzum” diyen bakan gördük, işçilerimizi toprağın altına gömdük ama bir yas göremedik. Sevdiğine kadar var bizimkilerin yası da sevgisi de. Adaletin bu mu ilahi?

Ülkenin yaşadığı en korkunç olay oldu, 11 il yıkıldı, daha kaç kişinin öldüğünü bile bilemiyoruz, depremden sonra gözüne fener tutulmuş geyik gibi hareketsiz kaldı önce bizimkiler. Ölenler öldü, canlar kayboldu, onbinlerce hayat soldu gitti. Ne bir özür, ne bir af, ne bir yas. Bizimkilerin yası da sevdiklerine işte.

Denetimsizlikten ve rant hırsından toprak bile değil, dağın altında kaldı canlarımız. Ama ne bir yas gördük, ne bir ses işittik.

Ülkenin başkentinde canlı bombalar patladı, yerde yatan yaralıların yardımına ambülanstan önce biber gazı geldi. Çünkü bizimkilerin yası da sevgisi de kendilerine kadar. Adalet mi? İlahi çocuk.

Bugün komedyen arkadaşım Serkan Altuniğne’nin gösterisi ülkemizde milli yas ilan edildiğinden iptal edildi. Korkunç bir gerici idarecinin ölümünün, onun gibi olmak bile istemeyenlerin yaşadığı bir ülkede hayatı nasıl etkilediğine şaşırıyoruz. Yaşımız 100’ü geçti, hala akıllanmadık.

Hah, son olarak Ekrem İmamoğlu, Ertuğrul Özkök gibi bir komedyen yerine yurt dışında beni gezdirsin. En azından daha az masraf olur. Ağustos’a kadar da Şengenim var.

                                                         /././

Cumhuriyetin muhafazakâr ‘aile’si (Şükrü Aslan)

Bazı olgular genellikle yıl dönümleri vesilesiyle yoğun tartışmaya konu olurlar ama gündemin neredeyse hiç değişmeyen kimi mevzuları da vardır. ‘Aile’ onların başında gelir ve bu nedenle hükümetlerin söyleminde daima merkezi bir yer almıştır. Tıpkı ‘milletçe birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde’ diye başlayan o meşhur söylem gibi. Ailenin korunması da bu bağlamda bir tür ulusal görev olarak anlatılmıştır.

Geçtiğimiz hafta Uluslararası Aile Günü vesilesiyle ilgililerin politik demeçlerine daha fazla konu olan ailenin, muhafazakâr ve modern söylemde paralel biçimde işlenmesi ilgi çekicidir. Mesela 1930’lu yılların metinlerinde “içtimai bünyemizin temelini teşkil eden aile kurumu, kahramanlıkların ve inkılapların en gücünü başarmış olan milli seciyemizin en sağlam ve en şerefli doğum yeri; Türkün ebedi yurdunun her bucağında tüten itminan ocağıyla kurulmuş bu yuva aradığımız mabedin ta kendisi’ olarak tarif edilmişti. Dönemin politikacıları gibi sosyal bilimcileri de aileye dair hemen hemen aynı dili kullanmışlardı. Bu söylem neredeyse tümüyle muhafazakâr aile anlatısının da merkezinde yer almıştır.

Türk modernleşmesinin sonraki yıllarda muhafazakâr kesimlerle girdiği sert münakaşaların konularından biri olan ‘erken evlilik’ gibi tartışmalar da aile ile ilgiliydi ve Cumhuriyetin ilk dönem metinlerindeki görüşler, muhafazakâr çevrelerin söylemlerinden hiç de farklı değildi. 1930’lu yılların yazılarından birinde şunlar yer almıştı: “Erkek ve kadındaki olgunluk devri tabii yolda ırki ve coğrafi şartlara göre değişir. Erkekler on ikiden on yediye, kızlar ondan yirmiye kadar tahavvül eden ırk ve iklim farkları gösterirler. Bizde bu olgunluk erkeklerde 13-15, kızlarda 11-14 yaş arasındadır.” Sonraki yıllarda benzerlerini muhafazakâr çevrelerden çokça dinlediğimiz ‘analizler’ Cumhuriyet dönemi metinlerinin olağan yazılarıydı. O yıllarda bu tür ‘analizler’ resmi açıklamalarla da destekleniyordu. Çünkü nüfusu artırmak gibi ulusal görevler belirlenmişti ve ondan kaçınılamazdı. Bu yüzden mesela “normal evsaf ve şeraiti haiz olup da üstün nesil verebilmek istidadında olanların baba olmak vazife ve şerefinden uzak kalmaları, milli borca biganelikten doğan bir hata” ve ‘ulusal suç’ olarak nitelenmişti. Aynı yaklaşımla çok çocuk sahibi olmak da türlü biçimlerde teşvik edilmişti.

Cumhuriyetin ilk yıllarında çocuk düşürmek, doğum kontrolü ve kısırlık gibi edimlerin sert şekilde cezalandırılmaları gerektiği sık sık ilgili yazında yer almıştı. Dönemin bir metninde şu ifadeler yer almıştı: “Bazı şehirlerimizde milli ve cem’i durumumuza musallat olup ırki vasıflarımızı bozabilmeğe yeltenen müstekreh göreneklerin yarattığı şımarıklar ve iğrenç itiyatlarla bozulan erkek ve kadınlar, kasdi kısırıklık veya çocuk düşürme gibi milli hıyanet içindedirler. Hiç makbul özre dayanmadan yalnız eğlence ve sefaatlerinin aşkı ile olan bu düşüklüklere nihayet vermek hiç değilse müsamahakar olmamak zaruridir. Nesli verime kıyan, bu gibi cinayetlere alet olmak cüretinde bulunan seciye yoksulu bazı değersizlerin, Türk varlığını can evinden vurmak suretiyle, irtikab ettikleri cinayetlerle iğrenç hayatlarını sürdüren bu uğursuzlardan sakınacağız. Bunların bizim kanımızdan olmaları imkanı yoktur. Bunlar kendilerini çoktan vatandaş olma şerefinden silmişlerdir. Türk cumhuriyetinin adil kanunları bu şerefsizlerin cezasını vermelidir’.

Şimdi olduğu gibi o yıllarda da bu politik düşünce, tutum ve tercihlerin referansı yine ‘milli’ kaygılardı. Aynı şekilde günümüzün muhafazakarları ile Cumhuriyetin modernistleri arasında aile mefhumuna dair gördüğümüz bu düşünsel/politik paralelliklerin temelinde, nüfus-etnisite politikaları geliyordu. O kadar ki bu politikanın dili ve ifadeleri bile genellikle benzerdi.

Türkiye akademisinin de henüz yeterince göremediği bu paralelliklerin ve sürekliliklerin en temelinde ise belki de tek parti rejimi olgusu ve doğası gelmektedir. Zira görünürde çok parti olmasına karşın, bugünkü rejim de aslında bir tek parti rejimidir ve özellikle metodolojisi bakımından öncekine benzeyen, hatta ona öykünen bir hali olduğunu görmek mümkündür.

                                                                /././

Ayhan Bora Kaplan olayında 20 skandal (Timur Soykan)

Ayhan Bora Kaplan olayındaki skandallar sadece bir devlet krizini değil, devletin çürüdüğünü gözler önüne seriyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli operasyonu kumpas olarak nitelendirdi. Ancak Erdoğan darbe ve kumpas iddialarına katılmadı. “Hatta bürokratik vesayet” diyerek belki de “darbe” diyenleri işaret etti.
Suç örgütü lideri Ayhan Bora Kaplan’a operasyon yapan polis müdürlerine siyasi iktidara darbe suçlamaları yöneltildi ve tutuklandılar. Acaba polis mi siyasilere operasyon yapacaktı yoksa mafya mı polise operasyon düzenledi? Sinan Ateş davasında hedef olan MHP ortağı AKP’ye karşı hamle mi yapıyor? Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’yı mı hedef alıyor? Sorular çoğaltılabilir. Ama Ayhan Bora Kaplan olayındaki skandallar sadece bir devlet krizini değil, devletin çürüdüğünü gözler önüne seriyor. Bir mafya operasyonuna 20 büyük skandal sığıyor.

1- 15 TEMMUZ’DA SIR GÖRÜŞME

15 Temmuz darbe girişimi gecesi, Ayhan Bora Kaplan ve adamları, TRT önünde uzun namlulu silahlarıyla poz verdi. O dönem Çalışma Bakanı olan Süleyman Soylu’nun, kuzeni Sadık Soylu’nun telefonundan Ayhan Bora Kaplan’ı arayarak çağırdığı ve bu konuşmanın dinlemeye takıldığı iddia edildi. Ayhan Bora Kaplan’ın yeraltı dünyasında hızlı yükselişi başladı.

2- "POLİS TEHDİT ETTİ, SAVCI KAYDA GEÇİRMEDİ"

20 Temmuz 2016: Eski AKP Ankara İl Başkan Yardımcısı Barış Kurt’un eski çalışanı Erkan Doğan’ı kaçırdılar. İki gün boyunca işkence yaptılar. Erkan Doğan şunları söyledi:

“Karakolda bir polis gelip Ayhan Bora Kaplan’ı tanıdığını söyledi ve beni tehdit etti. Ayhan Bora Kaplan’ın adamı gelip polis müdürü N.A.Ç ile tokalaştı sonra bana ‘Dışarıda büyük abi bekliyor’ dedi. Esat Karakolu’na gitmeden önce şikayetçi olmadığıma dair ifadem hazırlanmıştı, korkup imzaladım. Savcı ifade verirken dinledi ama kayda geçmedi.”

3- ÇİFTE CİNAYET KARANLIKTA

1 Ekim 2016: Mahfuz Tatar arkadaşlarıyla Ayhan Bora Kaplan’a ait Albüm Bar’a gitti. İçeri alınmayınca küfretti. Buradan gittiği Loop Bar’ın önünde Muhammed Kaplan ve Semih Arslan tarafından öldürüldü. 3 gün sonra tetikçilerden Muhammed Kaplan teslim oldu. Bundan 6 saat sonra Semih Arslan ölü bulundu. Arslan’ın ailesi ve bazı tanıklar, Ayhan Bora Kaplan’ın Tatar Aşireti ile anlaşma uyarınca Semih Arslan’ın ölüm emrini verdiğini öne sürdü. Bu olay hakkında takipsizlik kararı nasıl verildi? Barda Süleyman Soylu’nun kuzeni Sadık Soylu’nun oğlunu döven 3 bodyguardın Ayhan Bora Kaplan tarafından bacaklarından silahla vurduğu iddia edildi. Ancak bu olay da karanlıkta kaldı.

4- CİNAYETLER VE TAHLİYELER

Ayhan Bora Kaplan, 2011 yılında kasten öldürme suçundan 7,5 yıl hapis cezası aldı. 3 yıl 4 ay sonra tahliye oldu. Suç örgütünün iki numarası Serdar Sertçelik, 2008’de cinayetten hapse girdi, 6 yıl sonra tahliye oldu. 15 suçtan kaydı var. Mahfuz Tatar’ı 2016 yılında öldüren Muhammed Kaplan ise 2020 yılında serbest kalmıştı ve çetedeki faaliyetlerine devam ediyordu.

5- EMNİYETTEN ADAM KAÇIRDILAR

Muhammet Sağ, 20 Eylül 2021’de Serdar Sertçelik ve Koray Özdöl ile buluştu. Bu kişilerce kafasına silah dayanıp zorla çekleri ve otomobilleri alındı. Sağ, şikayetçi olmak için Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne gittiğinde onu Ayhan Bora Kaplan ve adamları karşıladı. Sertçelik, karnına silah dayadı ve otomobil bagajında kaçırıldı. Kaçırıldığı araçta karekodlu kartlar vardı ve çevirmelere takılmadan geçtiler.

Balkonda oynayan çocuğunun videoları gösterilerek tehdit edildi, darbedildi.

Yurt dışına kaçtı, CİMER’e şikayette bulundu, Marsilya Konsolosluğu’na yönlendirildi. Konsolos, “Türkiye’ye dön hakkını ara. Türkiye bir hukuk devleti” dedi.

Antalya Havalimanı’nda telefonunu açar açmaz Kaplan aradı. Muhammet Sağ, bu kez Almanya’ya kaçtı.  2021’de Antalya Başsavcılığı’na yaptığı suç duyurusu işleme bile konulmadan sümen altı edildi.

6- MAFYAYA KAMU BANKALARI KREDİ VERDİ

Ayhan Bora Kaplan çetesine kamu bankalarından 1 milyar 300 bin TL kredi verildiği iddia edildi. İddianamede ise kredi skandalı bir cümleyle geçiştirildi. Bazı şirketlere bankalarca kredi verildiği ve bu kredilerin şirket alımlarında ya da şirketlerin sermayelerinde kullanıldığı anlatıldı. Ancak bu kredileri veren bankalar ve kredi miktarı, MASAK raporunda olmasına karşın yazılmadı. Çetenin çöktüğü sicili temiz şirketlere teminatsız 700 milyon lira veren bir kamu bankasının yetkilisinin görevden alındığı öne sürüldü. Bu kişinin Muhammet Sağ’ın kafasına silah dayayarak çek ve araçlarını gasp eden Koray Özdöl’ün kardeşi olduğu iddia edildi. Banka ise görevden almanın bu olayla ilgili olmadığını açıkladı.

7- AYHAN BORA KAPLAN: RÜŞVET İSTEDİLER

Ayhan Bora Kaplan, Esenboğa Havalimanı girişinde gözaltına alındıktan sonra savcılıkta rüşvet iddialarında bulundu. 2017’de Albüm isimli barı işletirken Ankara Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Alp Arslan’ın kendisinden 250 bin dolar rüşvet istediğini ama vermediğini savundu. Asayiş şubede çalışan Serdar isimli polisin de haftalık 30 bin TL rüşvet istediğini öne sürdü. Gizli tanık Serdar Sertçelik de Alp Aslan’a 500 bin TL’lik iki çek verdiğini söyledi. Asayiş Şube Müdürü Oben Özay’ın da arasında olduğu polislerin Ayhan Bora Kaplan ile görüştüğünü iddia etti. Bir çete mensubu ise Ayhan Bora Kaplan’ın bir polis müdürü ile iki kez İstanbul’a gidip her seferinde 10’ar kilo kokain ile döndüğünü iddia etti.

8- ‘BAŞSAVCIYA VİLLA ALDIM’

Ayhan Bora Kaplan emniyetteki kayıt dışı mülakatta, dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcısı, bugün ise Yargıtay üyesi olan Yüksel Kocaman’a Ankara Çayırbaşı’nda villa ve bir ev aldığını söyledi. ‘M7’ kodlu gizli tanık Serdar Sertçelik, Ayhan Bora Kaplan’ın Başsavcısı Yüksel Kocaman’ın mobilyalarını aldığını, lüks otomobilini aynı marka sıfır araçla değiştirdiğini öne sürdü. Halk TV’den Seyhan Avşar’a konuşan Yüksel Kocaman iddiaları yalanladı. Operasyonu yapan polisleri, kripto FETÖ’cü olmakla suçladı. Süleyman Soylu’nun hedef alındığını iddia etti.

9- MAFYA BABASININ TAKİPSİZLİK FIRTINASI

Yüksel Kocaman, 2017-2020 yılları arasında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı yaptı. Bu dönemde Ayhan Bora Kaplan hakkında çok sayıda takipsizlik kararı verildi. Ayhan Bora Kaplan hakkında 56 soruşturma açılmıştı. 2017, 2018 ve 2019’da açılan uyuşturucu kaçakçılığından hırsızlığa, parada sahtecilikten suç örgütü kurmaya kadar suçlar yönetilen tüm dosyalar kapatılmıştı. Bu takipsizlik kararları son iddianamede eleştirildi. Suç delillerinin göz ardı edildiği ve operasyon yapılmadığı anlatıldı. Polis fezlekeleri bile beklenmeden takipsizlik kararları verildiği belirtildi.

10- KARA PARA TRAFİĞİNE KİMLER GÖZ YUMDU?

İddianamedeki MASAK raporuna göre; Ayhan Bora Kaplan ve suç örgütünün yöneticilerinin mal varlıkları 2019-2020 yıllarında açıklanamayacak düzeyde arttı. Kaplan’ın 32 şirketinin bulunduğu belirtildi ve bunlara el konuldu. Çuvallarla paranın çete ile bağlantılı bir kuyumcuda paranın aklandığı öne sürüldü. Kaplan’ın oğlunun sünnet düğününden sonra 1 Eylül 2023 günü bankaya sünnette takıları olarak 27,8 milyon TL yatırdığı anlatıldı. Kendisine ait lüks otomobil bile 4 gün içinde kağıt üzerinde 6 kez satılarak para aklandığı öne sürüldü. Bu para trafiği MASAK radarına nasıl takılmadı?

11- AYHAN BORA KAPLAN’IN VIP FİRAR PLANI

7 Eylül 2023: Ayhan Bora Kaplan, Türkiye’den kaçmak için Ankara Esenboğa Havalimanı’na geldi. İddiaya göre; kendisine operasyon yapılacağına dair bilgiyi birileri ona sızdırmıştı. Ayakkabısının içine 50 bin euro gizlemişti ve yanında emekli uzman çavuş koruması vardı. Uçak biniş kartı ve pasaport işlemlerini VIP’te görevli bir Devlet Hava Meydanları İşletmesi görevlisi ve yer hizmetleri firması personeli tamamlamıştı.

12- POLİSLER CEZAEVİNDEN MASAJ SALONUNA GİTTİ

Ankara Organize Şube’de görevli komiser Metehan İlkyaz ve 3 polis, İzmir Cezaevi’ndeki Ayhan Bora Kaplan’ın ek ifadesini aldı. İddiaya göre daha sonra Ayhan Bora Kaplan’ın avukatıyla yemek yediler. Buradan bir masaj salonuna gittiler. Bu görüşmeler MİT ve İzmir Emniyet İstihbarat tarafında takip edildi ve görüntülendi. Polisler hesapları kendilerinin ödediğini savundu. Ayrıca bir emniyet müdürünün, Ayhan Bora Kaplan’ın avukatından 300 bin dolar rüşvet aldığı iddia edildi. Hatta bu polis müdürünün “Rüşvet değil, Menzil Cemaati’ne bağış aldım” dediği öne sürüldü.

13- ÖRGÜTÜN İKİ NUMARASI NASIL BIRAKILDI?

Ayhan Bora Kaplan yakalandığı sırada suç örgütünün iki numarası Serdar Sertçelik, KKTC’deydi. Bir aracı vasıtasıyla polislerle temasa geçti ve ifade vermek için Türkiye’ye gelmek istediğini söyledi. 7 Ekim 2023’te Ankara’ya geldi ve 9 Ekim 2023’te gizli tanık M7 koduyla 19 sayfalık ifade verdi. Davanın iki numaralı sanığı olacak ve müebbet hapsi istenecek Serdar Sertçelik, ev hapsi şartıyla serbest bırakıldı. Hakkında bu kadar ağır suçlamalar olan bir şüphelinin etkin pişmanlıktan faydalandırılmak yerine gizli tanık yapılarak bırakılması olacak iş değil.

14- GİZLİ TANIĞIN GİZLENEN İFADELERİ

Serdar Sertçelik, ifadesinde Ayhan Bora Kaplan’ın çok sayıda suçunu sıraladı. Kaplan’ın uyuşturucudan kazandığı parayla Ankara’da mekanlar satın aldığını anlattı. Kendisinin suçlarını bile itiraf etti. AKP’li, MHP’li siyasilerin, bakanların ismini vermedi. Sadece eski AKP Çankaya İlçe Başkanı Barış Kurt’un, Kaplan ile ortaklığını anlattı. Ancak dönemin Ankara Başsavcısı Yüksel Kocaman ve Ankara Emniyeti’ndeki bazı müdürlerin rüşvet aldığını öne sürdü. Buna karşın iddianamede ne Kocaman ne de bu müdürler hakkındaki iddialar yer aldı. Bu iddialar neden gizlendi?

15- ADALET BAKAN YARDIMCISININ FOTOĞRAFLARI

İsmail Saymaz’ın haberine göre; Adalet Bakan Yardımcısı Akın Gürlek’e Ayhan Bora Kaplan soruşturmasını yürüten polislerin bir iftar yemeğinden sonra avukatlarla fotoğraflarını çektiği iletildi. İddiaya göre; polisler Ayhan Bora Kaplan’a çok yakın bir isim olan Avukat Fatih Atalay’ı takip ediyordu. Gizli tanık ifadelerinde Atalay’ın Kaplan’ın sorunlarını çözdüğü öne sürülüyor. Ama Fatih Atalay davada sanık değil.

16- ELEKTRONİK KELEPÇEYLE GECE ALEMLERİNDEYDİ

Gizli tanık Serdar Sertçelik’in, elektronik kelepçeyle ev hapsindeyken 9 kez evi terk ettiği ortaya çıktı. 21 Kasım 2023 gecesi barlarda eğlenen Sertçelik, sosyal medya fenomeni Ece Ronay ile saat 05.00’te çorbacıya gitti. Burada bacaklarından vuruldu. Sertçelik, bunun kendisiyle ilgisiz bir çatışma olduğunu öne sürdü. Ama yetkililere göre; saldırgan Ayhan Bora Kaplan ile fotoğrafları olan bir suç örgütü üyesi. Bu skandalda Adalet Bakanlığı Elektronik Kelepçe İzleme Merkezi’nin de payı var. Bu kurum neden Serdar Sertçelik’in ev hapsini ihlal ettiğini bildirmedi?

17- EV HAPSİNİ İHLAL ETTİ, YİNE TUTUKLANMADI

Suç örgütünün iki numaralı isminin, ev hapsindeyken gece kulüplerine gitmesi ve çorbacıda vurulması büyük bir skandaldı ve Serdar Sertçelik’in tutuklanması gerekiyordu. Ancak gözaltına alınmamasına dayanak olacak doktor raporu alınarak yine evine götürüldü. Savcı, Mahfuz Tatar cinayetiyle ilgili ifadesinin evinde alınmasına karar verdi. İnsanların sedyede tutuklandığı bir ülkede elbette bu durum akıl alır gibi değil.

18- ELEKTRONİK KELEPÇE ALARMI GİZLENDİ

Serdar Sertçelik, ev hapsini defalarca ihlal etmesine karşın firar etmesine yönelik önlem alınmadı. 26 Kasım 2023’te evinde ifadesi alındı. 45 sayfalık ifadesinde yine siyasilerden, bakanlardan bahsetmedi. Bir gün sonra Ankara Başsavcılığı gözaltına alınmasına karar verdi ama iki ayağı alçıda olan ve elektronik kelepçe takılı Serdar Sertçelik kaçmıştı. Adalet Bakanlığı Elektronik Kelepçe İzleme Merkezi de Serdar Sertçelik kayıplara karıştıktan 8 saat sonra bilgi verdi. Oysa elektronik kelepçenin çıkartıldığı anda alarm vermesi gerekiyordu. Sertçelik’in tutuklanacağını önceden haber alıp kaçtığına kesin gözüyle bakılıyor.

19- SİNAN ATEŞ KATİLLERİYLE AYNI GÜZERGAH

Serdar Sertçelik’in firarıyla ilgili Ankara Organize Suçlarla Mücadele Şubesi’nde görevli komiser Metehan İlkyaz, eski Mamak Ülkü Ocakları Başkanı ve Kılıçdaroğlu’nun 2023 seçimi döneminde danışmanlığını yapan Ramazan Kubat ile Mustafa Çotuk isimli kişi suçlanıyor. Kubat ve Çotuk’un Sertçelik’i Ankara’dan İstanbul Şile’ye götürdüğü öne sürülüyor. Bu güzergah, Sinan Ateş’in katili Eray Özyağcı’nın kaçırılmasıyla hemen hemen aynı. Eray Özyağcı’yı kaçıranlar gibi Bolu’daki Highway Dinlenme Tesisi’ne uğruyorlar. Ardından Sertçelik’i Şile’de bırakıyorlar. Sinan Ateş cinayetinde keşif yapan Suat Kurt da olaydan sonra Şile’ye götürülmüştü. Ayrıca Doğukan Çep’in Şile’de mekanları vardı. Eray Özyağcı’nın Yunanistan’a geçtiği biliniyor. Yunan askerlerince Türkiye’ye geri gönderilmişti. Sertçelik, Yunanistan’a geçmeyi başardı. İsmail Saymaz’ın haberine göre; Serdar Sertçelik firar ettikten sonra GBT’ye girmiş. Ev hapsinde olan Sertçelik buna karşın yakalanmamış. Bu firara kimlerin yol verdiğini halen bilmiyoruz.

SONUÇ: DEVLETİN ÇİVİSİ ÇIKMIŞ

Tüm skandallar emniyette, yargıda yani devletteki çürümeyi de gözler önüne seriyor. Sonuçta MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli operasyonu kumpas olarak nitelendirdi ve 17-25 Aralık benzetmesi yaptı. Özellikle sosyal medyada ve Sabah ile ATV grubu yayınlarında bir darbe girişimi fırtınası başlatıldı. Gazeteci Uğur Dündar’ı asıl suçlamalarla linç etmeye çalıştılar. Sedat Peker’ın yıllar önce başlattığı belgeli ve itiraflar içeren ifşalarına kulaklarını tıkayanlar, Serdar Sertçelik’in açıklamalarına dört elle sarıldı. İşin garibi; Serdar Sertçelik’in M7 kod adıyla verdiği 19 sayfalık iddianamede ne AKP’lilerin ne MHP’lilerin ne de bakanların adı geçiyordu. Sonuçta tutuklanan 3 emniyet yöneticisinin nasıl darbe yapacağı halen anlaşılamadı. Ama özellikle MHP’nin Sinan Ateş cinayeti soruşturmasına karşı Ayhan Bora Kaplan olayını kullandığı iddia ediliyor. Aslında MHP’nin, AKP’ye karşı gücünü gösterdiği yorumu yapılıyor. Nitekim ne Erdoğan ne de İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, darbe ve kumpas iddialarına katıldı. Aksine ‘Bürokratik vesayet’ veya ‘FETÖ taktikleri’ derken net adres göstermediler. Belki de ‘Darbe’ iddialarını gündeme getirenleri işaret ediyorlardı.

Ancak devletin çivisinin çıktığını artık kimse gizleyemiyor.

(BİRGÜN)



Cumhuriyet KÖŞEBAŞI (22 Mayıs 2024)

 

Kayıp altın dosyasında garip işler (Barış Pehlivan)

“İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun Diyarbakır’a geldiğini, bu konuda valilikte bir masa kurduğunu ve devletin yıpranmaması adına birilerinin isimlerinin karıştırılmaması için çaba gösterildiğini düşünüyoruz.”

Yaklaşık 8 kilo altını kaybolan Bilan Söylemez’in avukatı anlatıyor bunu. Ne demek istediğini anlatacağım ama önce özet...

Tarih: 22 Haziran 2020.

Diyarbakır’da altın üreten Zerya Kuyumculuk’un sahipleri birden kayboldu. Yanlarına altınları, dövizleri ve bilgisayarı da alıp kaçtılar. Dükkânın boşaltıldığını gören 51 kişi dolandırıldıklarını düşünüp şikâyetçi oldu. “Dolandırıcı değiliz, iflas ettik” diyen şüpheliler yakalandı ama şüpheli bir kapı artık aralanmıştı...  

Zülfikar Ortaç, kardeşi Zülküf Ortaç ve Serdar Adıgüzel üç ortaktı. İnsanlardan aldıkları yüklü miktarda parayı ve altını işletiyorlardı. Kimine göre 350 kimine göre ise 800 milyon liralık vurgun söz konusuydu.

Meseleyi asıl çarpıcı kılan ise Zerya Kuyumculuk’a varlıklarını teslim edenler arasındaki nüfuzlu kişilerdi. Zira polislerden valilere, savcılardan hâkimlere kadar geniş bir ağ “müşteriler” arasındaydı. Devlet görevlilerinin FETÖ borsasından kazandığı paraları ve ihalelerden aldığı komisyonları bu saadet zincirine emanet ettiklerine dair iddialar yargılama sürecinde tartışıldı, durdu.

Lakin varlıkları kaybolduğu halde hiçbir bürokrat şikâyetçi olmadı. Acaba onlar da savcılıkta soluğu alsalardı, “Peki, sen bu mal varlığını nasıl edindin” diye sorulması ihtimalinden mi çekindi?

Keza...

Şikâyetlerle başlayan operasyon sürecinde, dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun Diyarbakır’a gidip Zerya Kuyumculuk’a varlığını emanet edenlerden biri olan valinin makamında soruşturmaya yön verdiği de duruşmalarda konuşuldu.

Tüm şüpheleri giderecek yanıtlar ise bir bilgisayardaydı. Zira, resmi olmayanlar da dahil bütün emanetlerin listesi kuyumcunun bilgisayarında kayıtlıydı. Gelin görün ki 2020’de kaçırılanlar arasında tüm sırları çözecek o bilgisayar da vardı. O bilgisayar ki aradan dört yıl geçti ama halen bulunamadı.

ŞÜPHELİ DAVADA ŞÜPHELİ RAPOR

 İşte dördüncü yılına giren bu dava için bir bilirkişi raporu düzenlendi. 140 sayfalık o raporu okuyorum ama açıkçası tatmin olmuyorum. Zira, muallakta kalan çok nokta görüyorum. Özetle şu tespitler dikkatimi çekiyor:

- Müştekilerin beyanlarına göre sanıklara verilen altın ve döviz miktarının suç tarihindeki değeri 37 milyon 126 bin 100 lira 54 kuruş.

- Söz konusu altın ve para trafiği banka üzerinden yapılmadığı için, müştekilerin zararı tam olarak tespit edilemedi. Zira dosya kapsamında altın ve para alışverişine ilişkin “bilgi fişi”, “kartvizit”, “kâğıt” şeklinde belgelerin doğruluğu anlaşılamadı.

- Sanıklar müştekileri aldattıysa nitelikli dolandırıcılık, hile yapmadılarsa güveni kötüye kullanma söz konusu. (Halbuki mağdurlar bir “suç örgütünden” bahsediyor.)

- Sanıkların banka hesaplarındaki paraların tamamının çekilmesi, işyerindeki altın ve paranın alınarak, bilgisayar da dahil olmak üzere valize konulup işyerinden ayrılma eylemi kastın belirlenmesinde dikkate alınabilir.

Netice itibarıyla...

Şüphelerin giderilmediği Zerya Kuyumculuk davasında sona yaklaşılıyor. Yakın zamanda savcının esas hakkında mütalaasını vermesi bekleniyor. İki kişinin tutuklu, tahliye edilen bir ortağın ise kayıp olduğu davanın yeni duruşması 10 Haziran’da görülecek. 

                                                  /././

Kredi IMF ikizi Dünya Bankası’ndan (Öztin Akgüç)

II’nci Dünya Savaşı sonrası dünya ekonomik düzenini belirlemek, yönlendirmek amacıyla savaşın sonlanmasına yakın 1944 yılında ABD’nin Bretton Woods kasabasında toplanan konferansta 44 ülke uzmanının uzlaştığı plan Bretton Woods Sistemi olarak anılmaktadır. Sistemin uygulanması için ABD güdümünde iki finansman kurumun da oluşturulması kararlaştırılmıştır. 1946 yılında Bretton Woods ikizleri olarak nitelendirilen Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası olarak anılan Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD) faaliyete geçmiştir. 

Bretton Woods ikizlerinin ana işlevi, hedeflenen ekonomik düzene finansal destek sağlamaktır. IMF, dış ödemeler sorunu olan, süreğen, kronik cari işlemler açığı veren ülkelere görece kısa-orta vadeli krediler vermeyi, uluslararası likiditenin son kaynağı olma işlevini; Dünya Bankası da sosyal, ekonomik altyapı yatırımlarına ağırlıklı olarak proje bazında uzun vadeli kredi vermeyi üstlenmiştir. IMF ve Dünya Bankası kredileri de koşullu, kullanımı sınırlı kontrollü kredilerdir. Dünya Bankası kredileri, uzun vadeli görece düşük faizli uygun koşullu görünümlü olmasına karşın, kullanım koşulları dikkate alındığında kullanıcı ülkelere yükümlülükler getiren kredilerdir. 

“IMF’ye borç ödedik, borç veriyoruz, IMF defteri bir daha açılmayacak” söyleminden sonra tekrar IMF kapısına gitmek itibar kaybı olacağından ikizi Dünya Bankası’na IMF referansı, oluru ile gidilmektedir. 

Dünya Bankası kredisi kullanılabilir, efektif hale geldiğinde koşulları, şeffaf şekilde kamuoyuna açıklanmalı, kamuoyu bilgilendirilmelidir. Dünya Bankası kredileri düşük faizli görünmesine karşın, kredinin bir bölümü, danışmanlık, teknik yardım, proje hazırlama ve benzeri adlarda başlangıçta geri alınmakta; fiili kullanılan kredi, sözleşme tutarından daha az olduğundan faiz dolaylı olarak yükselmektedir. 

Günümüzün trajik bir insanlık sorunu da sığınmacı, düzensiz göç olgusudur. Hemen her an Meksika-ABD sınırında, Akdeniz ve Ege denizlerinde insanlık dramları yaşanmakta; duvar örmekten elektrik verilmiş dikenli tel döşemelere insancıl (!) çözüm aranmaktadır. Bu bağlamda bir öneri, uygulama da Batı’ya sığınmacı göçü tıkacı oluşturarak, tampon bölgelerde sığınmacılara işkoşulları, iyi yaşam koşulları sağlanarak “yerel halka” dönüştürmektir. Dünya Bankası kredilerindeki koşullar dikkate alınmalı, “Dış kaynak sağlıyoruz” övünmesiyle sığınmacılara iş yaratmanın, yerleşik hale getirmenin külfeti de ülkeye yükletilmemelidir. 

Sığınmacı konusunda Türkiye-AB ilişkileri şeffaf hale getirilmelidir. Sığınmacıların çok büyük bölümünün nihai amacı Türkiye’ye yerleşmek, ülkelerine geri dönmek değil, Batı’ya göçtür. Ellerindeki sınırlı parayı insan kaçakçısı yaratıklara kaptırarak, güvensiz botlarla ölümü göze alarak umutlarına açılmaları bunun kanıtıdır. 

Ülkede bir ara sığınmacıların Yunanistan sınırına yığılması üzerine, AB Konsey Başkanı Charles Michel ile komisyon başkanı Ursula von der Leyen apar topar Türkiye’ye Erdoğan’ı ziyarete geldiler. Komisyon, birliğin yürütme organı olduğundan başkanı başbakan statüsündedir. Ziyarette yaşanan protokol hatasına aldırmadılar; ziyaret sonrası Yunanistan sınırındaki sığınmacı yoğunluğu dağıldı. 

AB sığınmacı konusunda Lübnan’la da Ursula von der Leyen tarafından temsil edilerek anlaştı. Açıklamaya göre, teknik, eğitim yardım dışında AB, Lübnan’a 1 milyar Avro tutarında bir mali katkıyı yaşama geçirecek. Lübnan’a katkısı biliyor, Türkiye ile anlaşmalarını, taahhütleri bilmiyoruz. 

Türkiye, dış kaynak sağlanıyor övünmesiyle, yeni taahhütlere girmemeli, ülkenin başına yeni gaileler açılmamalıdır.

                                                     /././

İŞTE İHANETİN BELGELERİ 'Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının idam kararları' (Sinan Meydan)

Padişah-Halife Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) ve arkadaşları hakkında 4 ayrı idam kararını onayladı. Mustafa Kemal Paşa, Fevzi (Çakmak) Paşa, İsmet (İnönü), Refet (Bele) ve arkadaşları, boyunlarında idam fermanıyla Kurtuluş Savaşı’nı kazandılar. Bu vatan, sarayın/sultanın açık ihanetine rağmen kurtarıldı.

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nı yine ulusça büyük bir coşkuyla kutladık. Her 19 Mayıs’ta olduğu gibi bu 19 Mayıs’ta da birileri yine Mustafa Kemal Paşa’yı, Padişah-Halife Vahdettin’in, -Milli Mücadele’yi örgütlemesi için Samsun’a gönderdiği yalanını söyledi.

Birincisi: Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’a Padişah-Halife Vahdettin değil, İstanbul Saray Hükümeti (Damat Ferit Paşa Hükümeti) gönderdi. Padişah-Halife Vahdettin, bu kararı onayladı. Vahdettin, 1923’te Mekke’de yayımladığı beyannamesinde,  “Mustafa Kemal’i Samsun’a ben gönderdim” demiyor;  “Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderen kabineye uydum!” (1) diyerek bugünün Vahdettincilerini yalanlıyor.

İkincisi: Damat Ferit Paşa Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa’yı, Samsun’a, düşmana karşı direnişi örgütlemesi için değil, tam tersine başlamakta olan milli direnişi sonlandırması için gönderdi. Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu Müfettişi olarak görevi, dağıtılmamış orduları dağıtmak, silahları toplamak, şûralara son vermek ve Türk direnişini susturmaktı. (6 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa’ya verilen yönergeye bakınız.)

MİLLİ MÜCADELE’YE KARŞI İÇ SAVAŞ

Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya geçip de kendisine verilen görevin tam tersine milli direnişi örgütlemeye başlayınca, önce İngilizlerin isteğiyle İstanbul Saray Hükümeti 8 Haziran 1919’da Mustafa Kemal Paşa’yı İstanbul’a geri çağırdı; sonra 9 Temmuz 1919’da Padişah-Halife Vahdettin Mustafa Kemal Paşa’yı 9. Ordu Müfettişliği görevinden aldı. Aynı gün askerlikten istifa eden Mustafa Kemal Paşa’nın bir süre sonra tutuklanmasına karar verildi.

5 Nisan 1920’de kurulan 4. Damat Ferit Hükümeti Milli Mücadele’ye karşı bir “iç savaş” başlattı. (2)

11 Nisan 1920’de İstanbul Saray Hükümeti’nin Şeyhülislamı Dürrizade Abdullah, Sadrazam Damat Ferit’in isteği ve Padişah-Halife Vahdettin’in onayıyla “Kuvayı Milliyecilerin katli vaciptir” diyen bir fetva yayınladı.

11 Nisan 1920’de İstanbul Saray Hükümeti’nin sadrazamı Damat Ferit, milli hareketi, “fitne ve fesat”, millicileri ise “isyancılar” diye adlandıran bir “hükümet bildirisi” yayımlandı. Bildiride “pişman olanların affedileceği” milli harekete katılmaya devam edenlerin ise cezalandırılacağı belirtiliyordu.

Sadrazam Damat Ferit, 8 Nisan 1920’de Ahmet Anzavur’a “paşalık” rütbesi verip Balıkesir Mutasarrıflığı’na atadı. Anzavur, 16 Nisan’da Kuvayı Milliye kuvvetleriyle savaştı, ancak yenilerek geri çekildi. Böylece resmi iç savaşın ilk muharebesinde saray yenilgiye uğradı, ancak vazgeçmedi. (3) 10 Mayıs 1920’de Adapazarı’nı işgal eden Anzavur kuvvetleri, 22 Mayıs’ta Kuvayı Milliye’ye yenilip dağıldılar. 23 Mayıs 1920’de Adapazar’ı geri alındı.

İstanbul Saray Hükümeti, 18 Nisan 1920’de Kuvayı Milliye’ye karşı Kuvayı İnzibatiye’yi kurdu. Kuvayı İnzibatiye’nin iki önemli özelliği vardı: Birincisi, doğrudan doğruya Padişah Vahdettin’e bağlıydı. Bu nedenle “Halifelik Ordusu” adıyla anılıyordu. İkincisi, bu bir paralı orduydu. Kuvayı İnzibatiye için tam 1 milyon 250 bin 836 liralık olağanüstü bir ödenek ayrılmıştı. (4) 14 Haziran 1920’de Kuvayı İnzibatiye İzmit’te Kuvayı Milliye’ye saldırdı, yenildi; silahlarını İzmit’teki İngilizlere teslim edip İstanbul’a geri döndü.

İstanbul Saray Hükümeti, 28 Nisan 1920’de, Milli Mücadele’yi bastırmak için “Anadolu Fevkalade Müfettişi Umumiliği”ni kurdu.

İstanbul Saray Hükümeti ve Padişah-Halife Vahdettin, Milli Mücadele’ye karşı sadece fetvalar, bildiriler, Anzavur ve Kuvayı İnzibatiye tertipleri, müfettişlikler ile yetinmediler; bunlara ek olarak gıyabi idam kararları çıkardılar.

DİVANI HARBİ ÖRFİ VE NEMRUT MUSTAFA PAŞA

16 Aralık 1918’de İstanbul’da olağanüstü askeri mahkeme “Divanı harbi Örfi” kuruldu. Mahkemenin kuruluş amacı “tehcir suçlarına” bakmaktı.

Divanı Harbi Örfi, 8 Nisan 1919’da işgal kuvvetlerine yaranmak için düzmece deliller, yalancı tanıklarla Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in “tehcir suçlusu” diye idamına karar verdi. Kemal Bey, 10 Nisan 1919’da idam edildi. (5)

Sadrazam Damat Ferit, 16 Nisan 1920’de bu mahkemenin başkanlığına Nemrut Mustafa Paşa’yı getirdi. Damat Ferit’in, daha önce, 25 Eylül 1919’da Bursa Valiliği’ne tayin ettiği Nemrut Mustafa Paşa, Bursa’ya giderken yanında Anzavur’u da götürüp orada Milli Mücadele karşıtı bazı tertipler düzenlemişti. Nemrut Mustafa Paşa, Bursa Valiliği’nin onuncu gününde Bursa’dan kovulmuştu. Çünkü Bursa’da yaptığı bir konuşmada I. Dünya Savaşı’nda şehit düşen Türk subaylarının ve erlerinin “köpek ölüsünden” farkları olmadığını söylemişti. Nemrut Mustafa Paşa, buna benzer açıklamaları ve bazı suiistimalleri nedeniyle 20 Ocak 1920’de yargılanmaya başlanmış, ancak beraat etmişti. (6)

Nemrut Mustafa Paşa başkanlığındaki Divanı Harbi Örfi, önce eski Zor Mutasarrıfı Zeki Bey’i “tehcir suçlusu” diye 28 Nisan 1920’de “gıyaben” idama mahkûm etti. Sonra eski Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey’i, yalancı Ermeni şahitlerin iftiralarıyla 15 yıl kürek cezasına çarptırdı. Ancak Nemrut Mustafa Paşa bu kararı beğenmeyerek bazı mahkeme üyelerini değiştirdi, yeni yalancı şahitler buldu. Sonunda “tehcir suçlusu” ilan edilen Nusret Bey, 5 Ağustos 1920’de idam edildi. (7)

Divanı Harbi Örfi’deki suiistimalleri ayyuka çıkan Nemrut Mustafa Paşa ikinci kez yargılandı. 21 Aralık 1920’de sona eren yargılamada Nemrut Mustafa Paşa ve bazı arkadaşları suçlu bulundu. Nemrut Mustafa Paşa’ya 7 ay, arkadaşlarına da 3 ile 5 ay arasında hapis cezaları verildi. Divanı Temyizin de onayladığı kararı Padişah-Halife Vahdettin onaylamadı. Padişah Halife Vahdettin, 6 Şubat 1921’de söz konusu kişilerin tutukluluk sürelerini dikkate alarak cezalarını affetti. Oysaki Nemrut Mustafa Paşa ve arkadaşları sadece 85 gün tutuklu kalmıştı. (8)

Mahkeme kararlarını hiçe sayıp Nemrut Mustafa Paşa ve arkadaşlarının  cezalarını affeden Padişah-Halife Vahdettin, aynı Nemrut Mustafa Paşa’nın başkanlığındaki Divanı Harbi Örfi’nin Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları hakkındaki idam kararlarını ise affetmemiş, onaylamıştı.

MUSTAFA KEMAL PAŞA VE BAZI ARKADAŞLARININ İDAM KARARI

Daha önce sadece “tehcir” davalarına bakan Divanı Harbi Örfi, 23 Nisan 1920 tarihli bir kararnameyle Osmanlı’nın iç ve dış güvenliğini ihlal eden bütün suçlara bakacaktı. Mahkemenin kararları kesin olup temyiz edilemeyecekti. Mahkemeler kapalı yapılacak ve mahkemede avukat bulundurulmayacaktı. (9) Böylece Divani Harbi Örfi, ne tesadüftür ki tam da Ankara’da TBMM’nin açıldığı 23 Nisan 1920’de Milli Mücadele’ye karşı bir “hukuk silahı” haline getirildi.

25 Nisan 1920’de Ali Kemal, “İdam! İdam” diye haykıran bir yazıyla “Ankara’daki haydutlar” dediği “millicilerin” idamını istedi.

Padişah Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa ve bazı arkadaşları hakkında verilen gıyabi idam kararını onaylayan 24 Mayıs 1920 tarihli iradesi (BOA, İ.DUİT. 175 I 46 I 1, Takvimi Vekayi, 27.5.1336-1920)

Nemrut Mustafa Paşa başkanlığındaki 1 numaralı Divanı Harp, 11 Mayıs 1920’de Mustafa Kemal Paşa ve bazı arkadaşlarının gıyaben idamlarına ve mallarının haczine karar verdi. Karara göre suç, “Kuvayı Milliye” adı altında “fitne ve fesat” düzenlemek, buna özendirmek, ayrıca anayasaya aykırı olarak halktan zorla para ve asker toplamak, bu isteğe uymayanlara “işkence ve eza” yapmak ve “tahribi bilada” yani “ülkeyi yıkmaya” kalkışmaktı. İdam kararında Mustafa Kemal Paşa’dan “Üçüncü Orduyu Hümayun Müfettişliği’nden mazul ve askerlik mesleğinden çıkarılmış Selanikli Mustafa Kemal Efendi” diye söz ediliyordu. Mustafa Kemal Paşa, askerlikten istifa etmiş olmasına rağmen “askerlikten çıkarıldığı” ifade ediliyor ve Mustafa Kemal’e “paşa” değil, “efendi” deniliyordu. Karara göre Mustafa Kemal Paşa’nın yanında, eski 27. Fırka Komutanı İstanbullu Kara Vasıf Bey, eski 20. Kolordu Komutanı Salacaklı Ali Fuat Paşa, eski Ankara Mebusu ve Washington Sefiri Midillili Alfred Rüstem Bey, eski Sağlık Müdürü İstanbullu Dr. Adnan Bey, eski Darülfünun Batı Edebiyatı Öğretmeni İstanbullu Halide Edip Hanım da idama mahkûm ediliyordu. (10)

Alemdar gazetesi bu haberi, “Mustafa Kemal ve Hampalarının İdam Kararı” diye duyurdu. (Alemdar, 13.5.1336).

Padişah Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının idam kararını 24 Mayıs 1920’de onayladı. (Takvimi Vekayi, 27.5.1336). (11)

Vahdettinciler, Vahdettin’in bu idam kararını onaylayan iradesindeki “gıyaben verilen idam ve karar, tekrar yargılanmak üzere tasdik edilmiştir” cümlesine dayanarak Vahdettin’i aklamaya çalışır. Ancak birincisi, sanıklar ele geçirilemediği için yargılama mecburen “gıyaben” yapılmıştır. İkincisi, o zamanki Osmanlı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 382. maddesine göre gıyaben verilen kararlarda sanıklar yakalandığında yeniden yargılanmaları zorunludur. (12)

FEVZİ (ÇAKMAK) PAŞA’NIN İDAM KARARI

Divanı Harbi Örfi, 24 Mayıs 1920’de Fevzi (Çakmak) Paşa’yı da “gıyaben” idama mahkûm etti. Kararda, Fevzi Paşa’nın asilere katılmak üzere “firar ettiği”, asilerin meclislerine girip “fesat bir söylev” verdiği ve “Harbiye Nezaretini üstlenerek” hilafet ve saltanata karşı “bilfiil düşmanlığa kalkıştığı” belirtiliyordu. Padişah Vahdettin, bu idam kararını da 27 Mayıs 1920’de onayladı. (Takvimi Vekayi, 30.5.1336). (13)

İSMET (İNÖNÜ) VE BAZI ARKADAŞLARININ İDAM KARARI

Divanı Harbi Örfi, 6 Haziran 1920’de bir grup Kuvayı Milliyeciyi daha “gıyaben” idama mahkûm etti. İdamlıklar Miralay İzmirli İsmet (İnönü), 3. Kolordu Komutanı Miralay Hüseyin Selahattin, 12. Kolordu Komutanı Miralay Fahrettin, 14. Kolordu Komutanı Mirliva Yusuf İzzet, 10. Fırka Ahzı Aker Kalemi Reisi Miralay Yanbolulu Abbas Hilmi, 56. Fırka Komutanı Miralay Bekir Sami, Mütekait Ferik İsmail Fazıl, eski Erzurum Mebusu Celalettin Arif, Beyrut ve Halep eski valisi ve eski Amasya Mebusu Bekir Sami, eski Antalya Mebusu Hamdullah Suphi, eski Aydın Mebusu Cami, eski Isparta Mutasarrıfı ve eski Denizli Mebusu Hakkı Behiç, eski Sinop Mebusu Rıza Nur, Yusuf Kemal, yeni Eskişehir Mutasarrıfı Fatin, eski Karacabey Müftüsü Mustafa Fehmi ve eski Ankara Müftüsü Mehmet Rifat (Börekçi)’ydi. Padişah Vahdettin bu idam kararlarını da 15 Haziran 1920’de onayladı. (Takvimi Vekayi, 21.6.1336. Alemdar, 22.6.1336). (14)

İdamlıklar içinde Rauf (Orbay) ve Kazım (Karabekir) yoktu. Saray, belli ki Milli Mücadele’nin öncü kadrosu arasına “nifak sokmayı” hesaplıyordu. Ayrıca Rauf Bey Malta’ya sürüldüğü için onu İngilizler cezalandıracaktı.

REFET (BELE) VE BAZI SUBAYLARIN İDAM KARARI

Divanı Harbi Örfi, 14 Temmuz 1920’de aralarında Refet (Bele)’nin de olduğu çeşitli rütbelerden 63 subayı daha idama mahkûm etti. Padişah Vahdettin bu idam kararını 25 Temmuz 1920’de onayladı. (Takvimi Vekayi, 29.7.1336). (15)

19 Haziran 1921’e kadar tam 823 Kuvayı Milliyeciye çeşitli oranlarda cezalar verildi. Ancak “Mevcut Osmanlı hükümeti ve İslam hilafeti aleyhine çeşitli suçlar işleyen Mustafa Kemal’in ve onun hareketinin teşvikçisi olanların tutuklanıp idam edilmelerinin şart olduğu” vurgulandı. (ATASE Arşivi, İSH Koleksiyonu, 1085, 36, 36-1). (16)

Gerçek şu ki: İstanbul Saray Hükümeti ve Padişah-Halife Vahdettin, İngilizlerin desteği ile Milli Mücadele sırasında bir “iç savaş” başlattı. Saray, ihanet fetvaları, Anzavur ve Kuvayı İnzibatiye tertipleri yanında düzmece bir mahkemeyle Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını idama mahkûm etti. Bütün bu idam kararlarını,  Padişah-Halife Vahdettin onayladı. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları  boyunlarında halife padişahın idam fermanı ile onca iç isyanla boğuşarak Milli Mücadele’yi örgütleyip Kurtuluş Savaşı’nı kazandılar. Bu idam fermanları “ihanetin belgesi” olarak hep hatırlanmaya devam edecek.

KAYNAKLAR, DİPNOTLAR:

1. Turgut Özakman, Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, 6. Bas., Ankara 2007, s.246.

2. Sina Akşinİç Savaş ve Sevr’de Ölümİstanbul, 2010, s. 4

3. Akşin, s. 25, 26.

4. Akşin, s. 27, 28.

5. Bilal Şimşir, Malta Sürgünleri, Ankara, 2012, s. 101

6. Ferudun Ata, Süleymaniyeli Nemrut Mustafa Paşa ve Bir İşbirlikçinin Portresi, İstanbul, 2009, s.42, 45.48.49, 53-61.

7. Ata, s.64, 65.

8. Ata, s. 78.

9. Akşin, s. 30, Ata, s. 22, 85.

10. Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C.3, Ankara, 1995, s. 35,36. Akşin, s. 32,33, Ata, s.85, 86; Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C.III, İstanbul,1991, s.106.

11. Akşin, s. 32, Murat Bardakçı, Şahbaba, İstanbul, 2006, s.159.

12. Bardakçı, s.160,161

13. Akşin, s. 33. Sarıhan, C.3, s. 54, 58.

14. Sarıhan, C. III, s.72, Akşin, s. 33.

15. Akşin, s. 33.

16. Ata, s. 86.

(Cumhuriyet)