28 Mayıs 2024 Salı

soL KÖŞEBAŞI - (28/Mayıs/2024) -

9 çocuk öldü, patronlar MESEM'e doymadı: İTO Başkanı’ndan ahlaksız teklif (Burcu Günüşen)

İTO Başkanı patronların isteğini ahlaksız teklifle açık etti: “Memnun olduğumuz çocuk işçilere daha fazla ödeme yapalım, prim, vergi de öderiz, yeter ki daha çok çocuk çalışsın.”

Milli Eğitim Bakanlığı’nın Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) eliyle çocuk işçiliğini meşrulaştırdığı uygulamayı sermaye sınıfı çok sevdi, daha fazlası için yasal düzenleme yapılmasını istedi.

MESEM kapsamında 1 gün okulda, 4 gün fabrikalarda, atölyelerde, inşaatlarda ağır koşullar altında çalıştırılan yüz binlerce çocuktan 9’u iş cinayetlerinde yaşamını yitirmişti.

Bu çocuklardan biri de 14 yaşındaki Arda Tonbul’du. Arda bir metal fabrikasında MESEM kapsamında çalışırken başının makineye sıkışması sonucu hayatını kaybetmişti.

İstanbul Ticaret Odası Başkanı Şekib Avdagiç’in dün Ekonomi gazetesinde yayımlanan söyleşisindeki sözleri patronların daha fazla çocuğu istihdam etmek için yasal düzenleme beklentisini ortaya koydu.

Sanayide “ara eleman sorunu”na çözüm olarak "yabancı işçi istihdamı" tartışmasından ziyade “içeriye” bakılmasını öneren Avdagiç, hedeflerinin "ne eğitimde ne istihdamda olan 3 milyon genç" olması gerektiğini söyledi. 

TÜİK’e göre ne istihdamda ne eğitimdeki genç nüfus 15 ile 24 yaş arasını kapsıyor. Yani 18 yaşın altında çocuklar patronların hedefinde…

‘Devlete vergi, prim ödemeye hazırız’

Ekonomi gazetesi, “Mesleki Eğitim Merkezleri’nin (MESEM) önemine değinen Avdagiç, burada eksik gördükleri bir hususa dikkat çekti” ifadeleriyle Avdagiç’in sözlerini şöyle aktardı:
 “MESEM’lerden gelen bir çocuğun ücretinin belli kısmını devlet, belli kısmını da firma ödüyor. Ancak siz çocuktan memnunsunuz, destek vermek ve teşvik etmek için daha fazla ücret vermek istediğinizde o çocuğa devlet kabul etmiyor, veremezsiniz diyor. Oysa bunun önü açılsa, ben ödediğim fazla ücret kadar zaten devlete vergi ve SGK primi ödemeye hazırız. Ama bu ödemeyi yapmak için yasal düzenleme bekliyoruz”.

MESEM kapsamında 1 gün okulda, 4 gün fabrikalarda, atölyelerde, inşaatlarda ağır koşullar altında çalıştırılan yüz binlerce çocuktan 9’u iş cinayetlerinde yaşamını yitirmişti.

Bu çocuklardan biri de 14 yaşındaki Arda Tonbul’du. Arda bir metal fabrikasında MESEM kapsamında çalışırken başının makineye sıkışması sonucu hayatını kaybetmişti.

İstanbul Ticaret Odası Başkanı Şekib Avdagiç’in dün Ekonomi gazetesinde yayımlanan söyleşisindeki sözleri patronların daha fazla çocuğu istihdam etmek için yasal düzenleme beklentisini ortaya koydu.

Sanayide “ara eleman sorunu”na çözüm olarak "yabancı işçi istihdamı" tartışmasından ziyade “içeriye” bakılmasını öneren Avdagiç, hedeflerinin "ne eğitimde ne istihdamda olan 3 milyon genç" olması gerektiğini söyledi. 

TÜİK’e göre ne istihdamda ne eğitimdeki genç nüfus 15 ile 24 yaş arasını kapsıyor. Yani 18 yaşın altında çocuklar patronların hedefinde…

‘Devlete vergi, prim ödemeye hazırız’

Ekonomi gazetesi, “Mesleki Eğitim Merkezleri’nin (MESEM) önemine değinen Avdagiç, burada eksik gördükleri bir hususa dikkat çekti” ifadeleriyle Avdagiç’in sözlerini şöyle aktardı:
 
MESEM’lerden gelen bir çocuğun ücretinin belli kısmını devlet, belli kısmını da firma ödüyor. Ancak siz çocuktan memnunsunuz, destek vermek ve teşvik etmek için daha fazla ücret vermek istediğinizde o çocuğa devlet kabul etmiyor, veremezsiniz diyor. Oysa bunun önü açılsa, ben ödediğim fazla ücret kadar zaten devlete vergi ve SGK primi ödemeye hazırız. Ama bu ödemeyi yapmak için yasal düzenleme bekliyoruz”.

                                                                   /././

CHP'li belediyeden 'normalleşme' turu: Menzil, İsmailağa, İlim Yayma Cemiyeti (Emre Alım)
AKP'den CHP'ye geçen Gaziosmanpaşa Belediyesi cemaatler ve tarikatlarla kurulan ilişkiyi bozmadı. Belediye başkanı cemaatlerin ayağına gitti, "hoş sohbet" etti.

İktidar ve düzen muhalefetinin "yumuşama" siyaseti, yerel yönetimlere de sirayet etti.

İstanbul'da AKP'den CHP'ye geçen Gaziosmanpaşa Belediyesi, cemaatler ve iktidara yakın dini dernekleri ihmal etmedi.

Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı Hakan Bahçetepe, dün Menzil Cemaati'ne yakın Serhendi Derneği'ni ziyaret etti.

Ziyareti Bahçetepe'nin başdanışmanı Halil Hayta sosyal medya hesabından duyurdu. Paylaşıma "İlçemizi daha nasıl güzel yönetirize çözüm bulmaya devam" notunu düştü.

Menzil Cemaati liderinin ölmesinin ardından üç oğlu ayrılığa düşmüştü. Bu isimlerden Muhammed Saki, cemaatin vakıf ve dernekleriyle ilişkisini kesip, Serhendi Derneği'ni kurmuştu. Saki'nin cemaat içerisinde en fazla müridi olan isim olduğu tahmin ediliyor. 

                               Hakan Bahçetepe Menzil'e yakın Serhendi Derneği'nde.

Kuran kursuna belediye daveti

Belediye Başkanı Bahçetepe, geçtiğimiz gün de Muharrem Cami Kız Kuran Kursu Kermesi'ne katıldı. Bir sonraki kermese ev sahipliği yapmak istediğini ileten Bahçetepe "Bir daha belediyenin bahçesine kurdurtalım" dedi. Bahçetepe'nin ziyaret ettiği Diyanet'e bağlı kursta ilkokul çağındaki kız çocuklarına türban giydiriliyor ve hafızlık eğitimi veriliyor.
            Kurstaki çocuklara "Vahyin Mirasçıları" adı verilen bir proje kapsamında hafızlık eğitimi veriliyor. 

Hangi CHP?

Teğmen Kubilay'ın gericiler tarafından katledilişinin yıldönümünde Menemen'de konuşan CHP Genel Başkanı Özgür Özel, cemaat ve tarikatlara ilişkin şu ifadeleri kullanmıştı:

"Her sırtını sıvazladığınız cemaat ve tarikat, Milli Eğitim’de yapılanarak sonra dönüp adalet sisteminde yapılanarak, en nihayetinde silahlı kuvvetler içinde yapılanarak, er ya da genç içindeki Cumhuriyete olan kinini kusacak, namluyu bu millete çevirecektir."

İsmailağacılarla 'hoş sohbet'

Belediye Başkanı Bahçetepe'nin 22 Mayıs'taki adresi Sarıgöl mahallesindeki SARDER oldu. Dernek üyeleriyle çekilen fotoğraf "Hoş sohbetlerle ve istişarelerle geçen güzel zamanlardı" mesajıyla paylaşıldı.

SARDER'in yakın olduğu KIYAMDER, İsmailağa Cemaati'ne ait en büyük kurumlardan biri.

                                 Hakan Bahçetepe İsmailağa Cemaati'ne yakın SARDER'de.

CHP'nin kazandığı yerel seçimin ardından iktidara yakın İlim Yayma Cemiyeti, Gaziosmanpaşa Belediyesi'ne "hayırlı olsun" ziyaretinde bulundu. 

ÇYDD: Laik cumhuriyete tehdit

CHP'li başkanın cemaat ve tarikat ziyaretlerine tepki Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Gaziosmanpaşa Şubesi'nden geldi. 

Yapılan açıklamada söz konusu cemaat ve tarikatların cumhuriyete ve laikliğe düşman olduğu hatırlatılarak şunlar söylendi:

"Laik cumhuriyete ve Atatürk devrimlerine karşı en büyük tehdit kabul edilen tarikat yapılanmalarıyla söz konusu belediye başkanının kurduğu ilişkiyi kınıyoruz. Yetkili mercilerin bu konunun gerektirdiği yasal işlemleri uygulamasını bekliyor, her daim takipçisi olacağımızı yineliyoruz."

Başdanışmanın siyasi kariyeri: AKP, DEVA, CHP

soL'a konuşan ÇYDD Gaziosmanpaşa Eski Kurucu Başkanı Özge Çamcı, ziyaretlerin Hakan Bahçetepe'nin başdanışmanı Halil Hayta tarafından organize edildiğini belirtiyor. 

Hayta 2019'da AKP'den belediye meclis üyesi adayı olmuş, daha sonra DEVA Partisi'nde ilçe başkanlığı yapmış ve yerel seçimler öncesinde CHP'ye geçmişti.

Cemaat ve tarikatlara karşı mücadelenin kesintisiz sürdürüleceğinin altını çizen Çamcı, söz konusu yapıları "hükümsüz" olarak niteliyor:

"Belediye başkanı belki oy için gidip onlarla görüşüyordur ama bize göre bu yapılar hükümsüzdür. Verdikleri fotoğraflar yanlış. 'Türkiye şeyhler, dervişler ülkesi değildir' diyen Ata'mızın kurmuş olduğu CHP'de bu tarz ziyaretlerin yapılmaması gerektiğini savunuyoruz. ÇYDD olarak bu yapılarla yıllardır mücadele veriyoruz."

                                                              /././                                                               

İktidar saldırırken normalleşme arayışı (Oğuz Oyan)

AKP açısından bu “normalleşme” girişimi çok kullanışlı bir araca dönüşmek üzeredir. Birkaç neden üzerinde duralım.

soL Haber’de yer alan son iki yazımda başlıktaki konuya kenarından köşesinden bir biçimde değindim. Ama öyle anlaşılıyor ki bu konuya daha fazla odaklanmamız gerekecek.

Öncelikle “normalleşme” ile kastedilen nedir ona bakalım. Bununla murat edilen, kutuplaştırıcı siyaset yerine diyaloğa ve zaman zaman işbirliklerine açık bir siyasi iklimin (“yumuşamanın”) geçmesi oluyor. Peki ama kutuplaştırma dili ve eylemi nereden kaynaklanıyordu? Doğrudan doğruya iktidarın siyasi bileşenlerinden! Oysa şimdiki normalleşme/yumuşama hamlesi daha çok anamuhalefet partisi üzerinden geliyor. Anamuhalefet partisi, AKP iktidarı boyunca onun Cumhuriyet karşıtı siyasi projelerine, emek karşıtı ekonomik programına cepheden bir muhalefeti hiçbir zaman örgütlemediğine göre, hatta hep alttan alıcı/ödün verici bir çizgiyi benimsediğine göre, bu hamlesinin siyasi oportünitesi yerinde midir veya bunun anlamlı bir siyasi karşılığı olabilecek midir?

Temel soru budur. Öyle anlaşılıyor ki anamuhalefet, bu hamlesinin toplumun hakemliğinde kendi lehine seçmen desteği olarak döneceğinin hesabını yapmaktadır. Ancak bu çok naif bir beklentidir ve seçime odaklı bir siyaset anlayışına hapsolmak demektir. Oysa ilk sorudan çıkarılabilecek çeşitli türev sorular bulunmaktadır. İşte onlardan biri: İktidar bloğunun karşı devrimci ve emek karşıtı niteliği verili iken, “yumuşama/ normalleşme” denilen şey bu özelliklerinin peşinen kabulüne, pekiştirilmesine ve meşrulaştırılmasına hizmet etmeyecek midir? 

İktidara yeni fırsatlar sunmak

Diğer bir türev soru da şu olabilirdi: Nereden itibaren başlayacaktır bu normalleşme? Örneğin AKP’nin kendi dinci rejimini inşa etme gündeminden güçlü geri adımlar atmasından itibaren değilse, tam tersi sonuçlar vermesi siyasetin doğasına daha uygun olmayacak mıdır? Tam da bu nedenle AKP açısından bu “normalleşme” girişimi çok kullanışlı bir araca dönüşmek üzeredir. Birkaç neden üzerinde duralım.

Birincisi ve en güncel olanı, 31 Mart seçimleri sonucunda ilk kez ikinci önem sırasına gerilemiş olan bir “rejim dönüştürücü siyasi hareketin”, kendi yolunda ilerleyebilmek açısından zamanı ve hareket alanı daralmışken, yeni bir “Allah’ın lütfu” olarak kendisine bir can simidi atılmış durumdadır. Üstelik bu can simidinden geminin kaptanlığına yeniden yükselme arasındaki mesafe hayli kısadır. 

İkincisi, dinci-despotik rejim kendi gerici programını hızlandırmak ihtiyacı içindeyken ve bunun için de devletin sosyal zorlama uygulamalarını kolluk/yargı baskıları üzerinden sertleştirmeye, açık bir meydan okumaya dönüştürmeye hazırlanırken, bütün bu niyetlerini geçici de olsa perdeleyecek, toplumdan ve siyasi düzlemden yükselebilecek başlangıç tepkilerini yumuşatacak aldatıcı bir normalleşmeden daha fazla neyi isteyebilirdi? Üstelik, anamuhalefet normalleşme derken hiçbir şart da koşmamaktadır! Örneğin “Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatı” olarak adlandırdığı damardan Cumhuriyet ve Anayasa karşıtı bir uygulamadan herhangi bir geri adım atmaya dönük ne bir talep ne de bir niyet beyanı bile ortada yoktur! Eh, iktidarın laiklik karşıtı uygulamalarına karşı çıkmak 2010’dan beri siyasetin mayınlı alanı olarak kabul edilerek (veya, laik seçmenine ihanet etme pahasına, toplumun dini duygularının “incitilmemesi” oportünizmine yaslanılarak) bu alan tamamen terkedildiğine göre, şaşılacak bir durum da yoktur.

Üçüncüsü, iç ve dış sermayenin talepleriyle tamamen uyumlu ama tam cepheden emek ve halk karşıtı bir istikrar programını uygulayabilmek açısından da iktidarın devletin sosyal zorlama araçlarını harekete geçirmesi gerekirdi. Önce şunun altını çizelim: 2016-2022 döneminde emek aleyhine kuvvetli bir bölüşüm şokuna sebep olduktan sonra, iktidar şimdi de 2023 Haziran’ında başlattığı ve 2024 Nisan’ından itibaren dozunu iyice arttırmaya koyulduğu yeni bir bölüşüm şokunu emekçi kesimlere kabul ettirme derdindedir. 

Toplam olarak bakılırsa, 2016 sonrasında emek aleyhine gelir dağılımı bozulmalarının 1980’lerdeki tarihi bozulmanın çok ötesine taşınmış olduğu ve bundan böyle daha da şiddetleneceği anlaşılır. Bu bağlamda 1980’lerle karşılaştırmaya şu hatırlatma da eklenmelidir: 1980’lerde 24 Ocak Kararlarının öngördüğü sert sınıf saldırısı ancak 12 Eylül askeri rejimi aracılığıyla (sendikaların ve siyasi partilerin yasaklandığı, yöneticilerinin tutuklandığı bir konjonktürde) uygulanma imkânı bulabilmişti. Gerçi emekçi sınıfların örgütlenme düzeyi ve mücadele kararlılığı bugün o dönemle karşılaştırılamayacak kadar geridedir. Ama gene de bugünkü sermaye iktidarının işi şansa bırakacak, sendikaları sarılaştırmakla yetinecek durumu olamaz. Her an her şeyin kontrolünden çıkabileceğini hesaba katmak zorundadır. Bu nedenle de iktidarının faşist yönelimlerini berkitmesi, şiddete dayalı kolluk/yargı baskılarını örgütleme kapasitesini pekiştirmesi gerekmektedir.

Ama bunun için de elini yeni baskılama düzenlemeleriyle güçlendirmesi gerekir. İşte bu nedenle yargı paketini hazırlamakta, içine “kara propaganda” kodlamasıyla “etki ajanı” gibi hukuk-dışı muğlak suçları dahil etmektedir. Her türlü muhalif sesi bastırmaya dönük düzenlemeler bunlarla da sınırlı kalmamakta, Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği üzerinden -legal siyasi partilerin mitingleri de dahil olmak üzere- iktidarın sınıfsal saldırısına karşı anayasal direniş haklarını kullanmak isteyecek tüm toplumsal kesimleri kriminalize etmeye hazırlanmaktadır. Emekli TSK personeline medyada konuşma/yazma yasağı getirilmesi (iktidar siyasetinin parçası olanlar bunun elbette dışında tutulacaktır) gibi keyfi ve baskıcı düzenlemeler de sıradadır. RTÜK’ün iktidarın işine gelmeyen haberleri “BİP” uygulaması ile sansürlemek istemesi de iktidarın faşist yüzünü sergilemekten kaçınmayacağının yeni işaretlerindendir.

Sonuç

Şimdi büyük siyasi stratejiymiş gibi “normalleşme” adımları atan ve Erdoğan’ın Haziran başında yapılacağı duyurulan karşı ziyaretine hazırlanan anamuhalefet partisi yönetimine de bir çağrımız olsun. “Gezi tutuklularının serbest bırakılması” gibi nokta hedeflere yönelen ve buradan alınabilecek kısmi bir başarıyla (ki bu defa çok daha zordur) yetinen bir muhalefet anlayışı, faşizme sürüklenen bir Türkiye’de doğru politika ekseni olamaz. 

Hadi azami talepleri bir yana bırakalım. Anamuhalefet partisi, uzlaşmacı siyasetinin karşılığı olarak, hiç olmazsa iktidar cenahından “Maarif Müfredatı”, “etki ajanı” ve “Seferberlik… Yönetmeliği” gibi gerici/despotik girişimlerinden vazgeçmesini önkoşul olarak talep edemez miydi? Edemeyeceğini biliyoruz, iktidarın da geri adım atmayacağını biliyoruz, ama biz gene de çağrımızı yapmış olalım. Siyaset bir meydan okuma işidir ve geçici kazanımlardan fazlasını hedeflemeyi gerektirir.

                                                                    /././ 

Ali Koç'un başkanlığı, Ömer Koç'un vegan restoranı…(Selahattin Kural)

Koç’un topun ağzına gelmeden ülkenin en zengin ailesi olma özelliğini elinde tutmasının nedeni görünmeden işleri yürütebilmeleriydi.

Pazar günü Galatasaray’ın şampiyonluğu elde etmesinin üzerine en çok gündeme gelen konu Ali Koç'un istifasının istenmesi oldu. Fenerbahçe taraftarlarının tepkisi büyüktü. Hatta maç bittikten hemen sonra taraftarlar Koç'un başkan adaylığı reklamlarını parçaladılar.

Verilen tepki ne sınıfsaldı, ne de siyasi. Şampiyonluğun kazanılamamasından dolayı ortaya çıkan bir öfkeydi tamamen. Fenerbahçe şampiyonluğu kazansaydı yüksek olasılık Ali Koç ellerde taşınacak, yakın zamanda yapılacak seçimlerde başkanlığı garantileyecekti. Bu kadar.

Ancak Ali Koç ve temsil ettiği sermaye grubu ne bir taraftar, ne de bir futbol kulübünün başkanlığından ibaret.

Koçlar, Türkiye'nin büyük sermayesi, siyasete yön verendir. Yüz yıldır ülkeyi kendi çıkarları doğrultusunda yöneten, patronların düzenini temsil eden amiral gemidir. Bunu yapabilmesinin en büyük nedenlerinden biri kendi yaşamları üzerinden gündeme gelmiyor oluşları ve bu vesileyle toplum nezdinde yarattıkları "saygınlığı" koruyor olabilmeleriydi.

Ali Koç'un barda garsonla alay etmesi ya da mafya babası gibi Galatasaray stadını basıp yöneticilere tehditler savurması, yarattıkları "saygın imajın" sorgulanmasına neden oluyor. Bu algı onları daha dokunulur kılıyor. Çok da iyi oluyor.

Koç Holding'in en büyük özelliği Türkiye burjuvazisinin gelişmesinde öncü rol üstlenmiş bir sermaye grubu olmasıdır. Her daim ülkenin gerçek sahibi rolündedirler. Bunda Türkiye tarihi ile barışık, ülkenin kurucu önderi Atatürk'e saygı duyan, kurucu değerlerle uyumlu bir bağ kurmuş olması ve bu bağlamda verdiği görüntü etkili olmuştur. Ne kadar riyakarca da olsa bu algının oluşması bir başarıdır.

Türkiye sermaye sınıfı için Koçlar bir sermaye aklını temsil eder. Büyük bir zenginlik yaşarlar ama vergilerini verirler. Çok lüks yaşamları vardır ama topluma göstermemeye dikkat ederler. Yoksulluk ve hayat pahalılığı olduğunda toplumun tepkisinden çekinirler. Toplumun önüne hayırsever patron, iyi insan, kültür elçisi, işçilere zam yapan patron şeklinde çıkmayı tercih ederler. Bunun eğitimini alırlar.

Örneğin büyük abi Ömer Koç, koleksiyoncudur. Sergiler açar. Sanatla ilgilenir. En son Telezzüz adında pahalı bir vegan/vejeteryan restoranı açtı. Patron kişiliklerinden çok olumlu özelliklerle gündeme gelmek isterler.

Bu “saygın imaj”, Koç Holding'in ülkeyi sömürmesinde elde ettiği bir kalkandır.

İki kardeşi birbiriyle kıyaslamıyorum ikisi bir bütündür, birbirini tamamlarlar. 

Henüz 6-7 yıl önce Ali Koç’un başkanlık meselesi gündeme geldiği ilk zamanlar baba Rahmi Koç'un başkan olmasını istememesindeki gerekçe de buydu.

Sömürü ile isimleri yan yana gelmeden ülkeyi, insanları sömürebilmek patronların elinde büyük bir başarıdır. Koç’un topun ağzına gelmeden ülkenin en zengin ailesi olma özelliğini elinde tutmasının nedeni görünmeden işleri yürütebilmeleriydi. Kendilerini istediği zaman, istediği gibi gösterebilme yetenekleriydi.

Erol Toy'un 1973 yılında basılan İmparator adlı kitabı Koç Holding'in imparator gibi büyümesini, yaptığı işleri, siyasetle kurduğu ilişkiyi, ülkeyi nasıl sömürdüğünü anlatır. Vehbi Koç bu kitabı adamlarına parayla satın aldırarak piyasada bitmesini sağlar. Kitap yeni baskılar yapar ve Vehbi Koç toplatmaktan vazgeçer. Vehbi Koç'un korktuğu o zenginleşirken emekçilerin kötü gözle bakmasıdır. Hayırsever patron, babacan patron imajı zedelensin istememesidir. Ancak zamanı geldiğinde de kendisi anılarını, iş hayatında verdiği kararları, siyasetle ilişkisini anlatılması gerektiği kadar anlattığı kitaplar bastırdı. Dokunulur olmaktan çekindi. 

Mesela Türkiye'de yoksulluğun en büyük nedeni olacaksınız ama hiçbir şekilde toplumda böyle anılmayacaksınız. Şirketlerinizde bazı eğitimli yöneticilere yüksek maaşlar vereceksiniz iyi patron olarak anılacaksınız. Ülkede en büyük sömürüyü yapacaksınız ama hiç sizden bahsetmeyecekler. Kolin, Limak, beşli çete diyecekler. Türkiye'de bu algıyı yaratabilmiş holdingler var. Koç bu holdinglerin başını çekendir.

Türkiye burjuva sınıfının oluşmasına karakter veren bu aile, yıllarca ülkeyi istediği gibi görünerek yönetti. Toplumun tepki eşiklerini, kültürünü, yaşam biçimini bilip ona uygun hareket ettiler.

Siyasete doğrudan girmek yerine aracılar kullanmayı tercih ettiler. Ülkenin asıl sahibi rolüyle dışarıdan bir ağırlık oluşturup, yönettiler. Türkiye'de sermaye sınıfına bu rolü kazandıran Koç Holding olmuştur. Siyasete müdahalesiyle, toplumu şekillendirmesiyle ülkeyi yönetmiştir. Ancak görünmez olup, göz önünde tuttukları onların belirledikleri hükümetler olmuştur. Aynı 22 yıl önce AKP’yi belirledikleri gibi.

Ülkenin NATO’ya girmesi, ABD ve AB’yle işbirlikleri, darbeler, suikastler, iktidar değişiklikleri gibi müdahalelerin hepsinde ellerinde taşıdıkları kalkanlarla kendisini koruyan Koçlar ve işbirlikçileri var. 

Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan dünyada eşitsizliklerin arttığı bir dönem yaşıyoruz demişti. Evet bugün eşitsizliklerin çığ gibi büyüdüğü bir dönem. Birileri aşırı zenginleşme içindeyken milyonlarca emekçi derin bir yoksullaşmayla karşı karşıya. Emekliler açlığa terk edilmiş durumda. İşçiler düşük ücretlerle çalışmak zorunda.

Tüm bunların sebebi patronların sürekli kâr elde etmeleridir. Taraftarların verdiği tepkinin sınıfsal olması, bu sömürü düzenine dur demesi için Koçların saygın imajının silinmesi ve önlerindeki perdenin kalkıp daha dokunulur olması gerekiyor. O zaman sınıf kavgasında emekçiler patronlarla mutlaka burun buruna gelecek. O zamana kadar saflarımızı sıklaştıracağız.

                                                               /././

Afyon’da dağların ve derelerin isyanı var: Halk kuruyan derenin kıyısında eylem yaptı (Yusuf Yavuz)

Türkiye’nin önemli su havzalarından biri olan Afyon Akarçay Havzası madencilik tehdidi altında. Sultandağı Doğancık köyünde bir araya gelen yöre halkı, yıkıcı madenciliğin durdurulmasını istedi.

Türkiye’nin dört bir yanında devam eden vahşi ve yıkıcı madencilik projelerine karşı halkın tepkisi de yükseliyor. Dağlar, dereler, verimli ovalar ve meyve bahçeleri madenciliğin kıskacı altında. Ege Bölgesi’nin çatısı olarak bilinen Afyonkarahisar’daki Sultandağları da madencilik tehdidinden etkilenen bölgelerden biri. Sultandağı ilçesine bağlı Doğancık köyünde toplanan yöre halkı, yıkıcı madenciliğe karşı dağların, derelerin ve suların isyanını dile getirdi. Gelincik Ana ve Dort Deresi Koruma Platformu’nun ortak açıklamasında, “Sorumsuz, hukuk tanımaz, bilime kulak vermez yöneticilerin izin verdikleri bu kötü işlere karşı açtığımız davaların duruşmalarında üstün kamu yararını anlatamayanların kulağına da küpe olması dileğiyle, atalarımızın kanıyla sulanan bu topraklar, bu dağlar, dereler bizimdir, bizim kalacak!” denildi.

Ege'nin çatısında yıkıcı madenciliğe isyan var

Afyon ve Isparta sınırlarındaki Sultandağları Ege’nin çatısı olarak biliniyor. Bu bölgeden çıkan su kaynakları, bir yandan Akarçay Havzası’nı beslerken bir yandan da Akdeniz’e kadar uzanan yüzey suları ve gölleri besliyor. Havzadaki Akşehir Gölü tamamen kururken, Eber ve Karamık gölleri ise can çekişiyor. Kimisi sezonluk akışa sahip derelerin üzerine yapılan gölet ve barajlar ise suyun ekolojik döngüsünü bozan bir etkiye sahip. Sultandağlarının kuzeyindeki vadilerin benzersiz ekosistemi, bozkır coğrafyasına açılan bu bölgede üç ayrı iklim tipinin hüküm sürdüğü mikro-klima alanları yaratıyor. Toros sediri ile yabani fındık bu mikroklima sayesinde aynı vadide yetişebiliyor.

Afyon'un yüzde 52'si ruhsatlı, Gelincik Ana tehdit altında

Sulak alanlar yönünden de zengin olan Afyonkarahisar coğrafyasının yüzde 52’sinin maden ruhsatlarıyla kuşatıldığı düşünülünce bölgenin yakın gelecekte vahşi madenciliğin daha çok etkisinde kalacağı öngörülüyor. Sultandağlarının zirvelerinden biri olan Gelincik Ana, yöre halkı tarafından kutsal olarak görülüyor. Ancak kentin coğrafyasını kuşatan maden ruhsatlarından biri de Gelincik Ana bölgesinde. Geçtiğimiz yıl arama izni verilen maden firmasının yaptığı tahribat tepkiyle karşılanmıştı.

Yöre halkı kuruyan dere kıyısında eylem yaptı

Eber Gölünü besleyen su kaynaklarını da tehdit eden madencilik yıkımının bir başka ayağı da göletlerle kurutulan dere yataklarındaki malzemeyi ganimet olarak gören kum ve çakıl ocakları. Sultandağı’na bağlı Doğancık köyündeki Dort Deresi de bunlardan biri. Sel ve afet riski taşıyan bölgedeki dere yataklarında usulsüzce malzeme alımı yapılmasına karşı yöre köylüleri hukuki mücadele yürütüyor. Seslerini duyurmak için Doğancık köyünde bir araya gelen yöre köylüleri, sömürge madenciliğine karşı eylem yaptı.

Dereler ve dağlar halkın tepkisiyle dile geldi

Eber, Doğancık, Yakasenek ve Deresinek köylüleri ile civar ilçelerden gelen vatandaşların katıldığı eylemde Gelincik Ana ve Dort Deresi Koruma Platformu’nun açıklaması okundu.

“Yatağı tahrip edilmiş Dort Deresi’nin etrafında toplanma nedenimiz; sadece, doğa rantçısı kum-çakıl tüccarlarının dere yatağımızı tahrip edip, bizleri sel felaketine ve susuz kalma riskine maruz bırakmalarına karşı itirazlarımızı dile getirmek için değildir” ifadelerine yer verilen açıklamada şöyle denildi: “Aynı zamanda, gelincik ana zirvesindeki ruhsat sahasında, ruhsat sahasının dışına çıkılarak, dere yatakları doldurularak açılan derin sondaj kuyularından içeriğinin ne olduğu bilinmeyen renkli su çıkışlarına neden olunarak yürütülen, yetkililerce denetlenmeyen hukuksuz maden arama ve sondaj faaliyetlerine karşı da sesimizi yetkililere duyurabilmek için toplandık. Bilindiği gibi, bölge halkının yaşam hakkını yok sayıp, biz Doğancık halkının görüşünü dahi alma gereği duymaksızın, hukuka ve bilime aykırı olarak verilmiş kum-çakıl ocağı- kırma-eleme tesisi projesine onay veren karara ve ayrıca ruhsata karşı dava açmış bulunmaktayız.

Dağlar ve dereler için hukuk mücadelesi sürüyor

Ne yazık ki ruhsat iptali davamız, bize göre hukuki olmayan gerekçelerle Afyon İdare Mahkemesince reddedilmiştir. Karara karşı önümüzdeki günlerde istinaf yoluna başvuracağız. Diğer davamızın 22.05.2024 günlü duruşması ise şimdilik belirsiz bir tarihe ertelenmiştir. Önümüzdeki günlerde yeni bir duruşma günü verilince, o davamız da karara çıkacaktır. Bilindiği gibi, bölgemize can veren, Ege Bölgesi’nin çatısı Sultan Dağları’nın Gelincik Ana zirvesinde, değerli maden araması ve sondaj çalışması yapan Anazon adlı yabancı şirkete, yine halktan habersiz olarak izin veren MAPEG’e karşı da ZMO, Deresinek, Eber ve Yakasenek köylerinden 143 kişi ile birlikte ruhsat iptali davası açmış bulunmaktayız. Bu davamızın duruşması ise 29.05.2024 tarihinde, saat 09.30’da yapılacaktır. Öncelikle sizlerden, bu davalarımızın duruşmalarına katılmanızı ve haklı hukuk mücadelemizde destek olmanızı beklediğimizi ifade etmek istiyoruz.

Önlem alınmazsa Eber Gölü de yok olacak

Bilindiği gibi, bölge halkı olarak genel olarak tarım, hayvancılık ve arıcılıkla uğraşıyoruz ve hepimizin geçimi bu faaliyetlere bağlı. Eber gölü de eskiden kamışıyla, balığıyla bölge halkının geçim kaynağı iken, hatalı su politikaları, etrafındaki bölgede yürütülen vahşi madencilik faaliyetleri ile tarlalarda kontrolsüzce açılan sondaj kuyuları, gölün suyunun tarım alanlarına kaçak olarak aktarılması, derelerin üstüne yapılan baraj ve göletler nedeniyle suyunu hızla kaybetmiş; küçük bir bölümü hariç gölün suyu çekilmiştir. Kıyılarından çürümeye de yüz tutan göl, kötü kokular ve sivrisinek üreten bir suya dönüşmüştür. Önlem alınmazsa, diğer birçok gölümüz gibi, uluslararası sözleşmelerle korunan Eber gölü de kuruyacak, endemik Eber Sarısı yok olacaktır.

‘Firmalar su haklarımıza kast ediyorlar’

Köy halkının içme ve kullanma suyunun temin edildiği Dort Deresi’nde açılmasına izin verilen kum-çakıl ocağı-kırma-eleme tesisini işleten Ali Afyon ve Gelincik Ana Tepesi’ni delik deşik etmesine, sularımızı, dağımızı kirletmesine, dere yataklarının akışını kesmesine, ormanlık alanda canının istediği yerde sondaj ve arama faaliyetleri sürdürmesine izin verilen, yaptıkları usulsüz ve hukuka aykırı çalışmaları denetlenmeyen Anazon maden anonim şirketi, elbirliğiyle Eber Gölü’nün yok olma sürecini hızlandırmaktadırlar. Bu iki firma doğa üzerinden kazandıkları ve kazanmayı planladıkları para uğruna, sadece doğal dengeyi bozmakla kalmayıp, sağlıklı bir çevrede yaşama, su ve üretme haklarımıza da kastetmektedirler.”

‘Ruhsat veren yetkililer hakkında kamu davası açılmalı’

Bölgede yaşayan insanlarla canlıların yaşam haklarını yok sayan firmalara izin veren yetkililerin de suç işlediği iddiasına yer verilen Platform açıklamasında şöyle denildi: “İçme ve kullanma suyu temin edilen Dort Deresi’nde sürdürülen faaliyeti yasaklayan yasal düzenlemelere rağmen verilen ruhsat ve izin, suça konu nitelikte idari işlemlerdir. Benzer şekilde, hukukun açık hükümlerine ve daha önce kazanılmış Emirdağ altın madeni davasındaki karara rağmen iptal edilmeyen, ÇED gerektirdiği halde ÇED’siz işletilen bir süreç sonunda verilen ruhsat da suça konudur. Her ikisi de savcılık makamınca sorgulanmalı ve yetkililer hakkında kamu davası açılmalıdır.

‘Suyumuzu, ormanımızı maden uğruna heba ettirmeyeceğiz’

Anayasal temelli ve haklı mücadelemiz, her iki firma da sahadan çekilip, sahipleri uslu uslu evlerinde oturmak üzere gidene kadar devam edecektir. Bizler, Erzincan İliç’te veya efem çukurunda ya da Cerattepe’de yıkıma uğratılan dağ ve dereler gibi, Gelincik Ana Dağımızı daha fazla yıkıma uğratmayacağız, Anazon adlı şirketin çıkaracağı değerli maden uğruna yaşamlarımızı, tarım alanlarımızı, suyumuzu, gölümüzü, ormanımızı heba ettirmeyeceğiz!

‘Dere yatağı çevresindeki toprakları da kum diye sattılar’

Doğadaki geyiklerle beraber suyunu içip kullandığımız ve kullanma hakkı öncelikle bize ait Dort Deresi’nin yatağını da daha fazla tahrip ettirmeyeceğiz. Derenin etrafındaki verimli alüvyon toprakları kum diye alıp satanlara, dere yatağını oya oya su borularımızı açığa çıkaranlara daha fazla izin vermeyeceğiz! Ali Afyon adlı kişi para kazanıp cebini dolduracak diye çok da güçlü olmayan bir sağanak yağış sonrasında 29.04.2024 günü meydana gelip, dere yatağındaki su borularımızı patlatan sel felaketi gibi ya da daha büyük bir yağışta tüm bölgeyi etkileyecek bir sel felaketi daha yaşamamak için mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğiz!

‘Bu dağlar, bu dereler bizimdir, bizim kalacak’

Bilinmelidir ki, bu iki firmanın kazanacağı para biz insanların ya da dağda yaşayan bir kızıl geyik yavrusunun veya bir tavşanın yaşam hakkından; hatta Eber Gölü kıyısında tüm ülkeye ve dünyaya sarı sarı açarak güzellik yayan Eber Sarısı’nın yaşam hakkından da üstün değildir. Sorumsuz, hukuk tanımaz, bilime kulak vermez yöneticilerin izin verdikleri bu kötü işlere karşı açtığımız davaların duruşmalarında üstün kamu yararını anlatamayanların kulağına da küpe olması dileğiyle, ‘atalarımızın kanıyla sulanan bu topraklar, bu dağlar, dereler bizimdir, bizim kalacak!’ diyerek sözlerimize son veriyor ve mücadelemize destek veren, gücümüze güç katan herkese saygılarımızı ve teşekkürlerimizi sunuyoruz.”

(soL)

Sırp ‘savaş tanrısı’ ve Çorum-Kiev arası silah ticareti iddiası - Bahadır Özgür / duvaR

 

Sırp özel silah şirketi SOFTAG’ın, ‘savaş tanrısı’ Tesic’in kızı ile bağlantısı olduğu belirlendi. Ayrıca Tesic ve ailesi ile ilişkili başka şirketlerin de yaptırım listesinde olmasına rağmen ABD’li şirketlerle silah ticareti yaptığını gösteren ciddi bulgular yayınlandı. Bütün bu iddialara bir de Türk şirketinin adı karıştı işte. Çorum’da üretime başladığını duyduğumuz, kısa süre içinde Pentagon’un mühimmat tedariğini kapan, ardından Ankara’da fabrika arazisi alan bir şirket…

Sırp Slobodan Tesic, Bosnalıların soykırıma uğradığı savaşın karanlığından doğmuş bir silah baronu. 2. Dünya Savaşı sonrası açılmış ilk savaş suçları davasıyla beraber popüler oldu. Uluslararası Ceza Mahkemesi, 1997-2003 arası Liberya’nın devlet başkanlığını yapan Charles Taylor’u, Sierra Leone’deki katliam ve ‘kanlı elmas’ ticaretinden 2012 yılında mahkum etti.

İşte o davada adı geçenlerden birisi Tesic’ti. Yaptırımlara uğradı. Ama nerede bir çatışma varsa hâlâ altından çıkıyor. Suriye’de ÖSO’ya sevkiyatta da adı geçiyordu, Ermenistan-Azerbaycan savaşında da. Şimdi Ukrayna ile yine gündemde. En son 2017’de yayınlanan ABD’ninki dahil, Batı ülkelerinin yaptırım listelerinin çoğunda yer alıyor. İşin tuhafı Tesic’in silah ticaretinin ucunun, Pentagon ile çalışan ABD’li şirketlere de uzanması.

Kirli savaşların baş aktörlerinin oynadığı rolü merak edenlere bir film önerelim. Nicolas Cage’in başrolde olduğu 2005 tarihli Savaş Tanrısı (Lord of War), karmaşık silah ticaretini anlamak için kolay bir eğitim kılavuzu gibi.

Ve gelelim konunun bizi ilgilendiren kısmına. Meşhur Tesic’in adı yakın zamanda Türkiye ile de anıldı. Üstelik Sırbistan parlamentosuna taşınan çok önemli bir iddianın parçası olarak…

                                                      ***

Bu köşede bir süredir jet hızıyla büyüyen yerli ve milli bir silah şirketi konu ediliyor. Tamamen açık kaynaklardan elde edilen bilgileri merak edenler şu iki yazıya bakabilir. (155 mm’lik mermiyle büyüyen yeni ‘savaş tüccarı’ kim? ve Dev Fabrika Arazisini Kim Aldı)

Konunun ana aktörü Pentagon’un, Ukrayna’ya gönderilecek mühimmatın önemli kısmını taşere ettiği Arca Savunma. Pek kimsenin duymadığı, iki yıl önce kurulmuş şirketin sahibi, eski bir AKP’li yönetici. Makine Kimya Endüstrisi ile ilişkilerine dair bazı önemli iddiaları CHP ve İYİ Partili vekiller Meclis’e taşımıştı. Şirket en son Ankara’daki dev bir gayrimenkul alışverişinde görüldü.

Bizim son birkaç ayda adını sıkça duyduğumuz şirket, çok daha önce Sırbistan’da gizemli bir silah ticareti iddiası ile gündeme geldi aslında. İddialar şöyleydi:

2023 yılının Şubat ayında Rus yanlısı bir medya kuruluşu, Slovakya’nın başkenti Bratislava’daki bir silah deposunda çekilmiş görüntüleri yayınladı. Görüntülerde Sırbistan’ın devlet şirketinin ürettiği Grad roketatarlarının mühimmatı olan 3 bin 500 adet roketin, sevkiyat için hazırlandığı görülüyordu. Ardından bazı tescil ve ihracat belgeleri yayınlandı. Buna göre füzeler, Sırbistan’daki özel şirket SOFTAG’a aitti. Şu sıralar harıl harıl Ukrayna’ya gönderilen silahların sevkiyatını üstlenen Kanadalı JNJ Export-Import adlı bir şirketin üzerinden, Arca Savunma’ya satılmıştı.

                               Bratislava’da bir depoda çekildiği iddia edilen görüntüler.

Fakat resmi olduğu ileri sürülen bazı belgeler, roketlerin bu sefer Arca Savunma sertifikaları ile tersi istikamette hareket ettiğine işaret ediyordu: Füzeler önce Arca tarafından ABD’li Global Ordnance’a ihraç edilmiş, ardından Slovakya’daki depoya gönderilmiş ve nihayetinde Ukrayna Savunma Bakanlığı’na teslim edilmişti. Yani Sırp, Kanadalı, ABD’li ve Türk şirketleri kapsayan bir zincir söz konusuydu.

Buraya kadar olan bilgileri okuyanlar haklı olarak şu soruları soracaktır: “Eee, ne var bunda? Devletler dahil nice özel şirket tonlarca silah satıyor. Kaldı ki, Türkiye resmi anlaşmalarla bir sürü Selçuk Bayraktar SİHA’sını Ukrayna’ya satmadı mı?” Lakin dev tekeller, NATO, AB milyarlarca dolarlık silahı gözümüzün önünde Ukrayna’ya gönderirken, 3 bin 500 füzenin niye gizemli bir şekilde ulaştırıldığı da haklı bir soru.

Somut bazı gelişmeler yanıtı veriyor bize.

İddialar gündeme düşünce muhalefet partilerinin sorularıyla sıkıştırdığı Sırbistan Savunma Bakanı Milos Vucevic, 27 Şubat günü yaptığı resmi açıklamada, “Kararımız açık. Sırbistan’ın resmen Ukrayna’ya da Rusya’ya da silah satması yasak” dedi. Bazı üçüncü tarafların Sırbistan üzerinden böyle ticaret yapabileceklerini de ima etti. Silah ticareti Sırbistan’da gerçekten ciddi tartışmalara sebep oluyor. Hele iki hafta önce “Kiev’e tek kurşun satmayacağım” diye propaganda yapan sağcı lider Slovakya Başbakanı Robert Fico’nun suikasta uğraması, tartışmaları bambaşka boyuta sıçrattı.

Neyse; bizim gündemimiz değil diyelim ve şu meşum silah ticaretine dair ortaya çıkan başka bilgileri de paylaşalım.

TESCİLLİ BARONLAR İŞİN İÇİNDE

Siyasetçilerin ve şirketlerin yozlaşmış ilişkilerine dair araştırmalar yapan Balkaninsight, Organize Suç ve Yolsuzlukları Araştırma Projesi (OCCRP) gibi uluslararası araştırmacı gazetecilerin kurduğu yayın kuruluşları, silah ticaretine bulaşmış şirketlerle alakalı oldukça önemli bilgileri ortaya çıkardı. Neydi bunlar?

Sırp özel silah şirketi SOFTAG’ın, ‘savaş tanrısı’ Tesic’in kızı ile bağlantısı olduğu belirlendi. Ayrıca Tesic ve ailesi ile ilişkili başka şirketlerin de yaptırım listesinde olmasına rağmen ABD’li şirketlerle silah ticareti yaptığını gösteren ciddi bulgular yayınlandı. Yine zincirin halkalarından olan ABD’li Global Ordnance'ın ise Pentagon’un, IŞİD’e karşı savaştıkları gerekçesi ile Suriye’deki cihatçı örgütlere silah tedarik eden, Suriye silah pazarının karanlık aktörlerinden Mark Morales’e ait olduğu anlaşıldı. Bu şirket, Ukrayna dahil pek çok çatışma bölgesine yönelik silah ticaretinde ABD’li şirketler ve Pentagon ile ortak çalışıyordu.

                               Suriye’deki cihatçılara silah satan Mark Morales

Yüzlerce belgeye dayalı onlarca araştırma Balkanlar merkezli ve Tesic’de düğümlenen, Suriye, Ukrayna ve daha başka çatışma bölgelerine uzanan; ABD’li, Kanadalı şirketlerin dahil olduğu, karmaşık, kocaman bir silah ticareti ağını ortaya koyuyor. Buraya aktarabildiklerimiz, okyanusta damla sayılabilecek düzeyde. Meraklısı, yazının sonuna eklenen haber kaynaklarından daha fazlasını da öğrenebilir.

Bütün bu iddialara bir de Türk şirketinin adı karıştı işte. Sırbistan’daki skandal sonrasında aniden Çorum’da üretime başladığını duyduğumuz, kısa süre içinde Pentagon’un mühimmat tedariğini kapan, ardından Ankara’da fabrika arazisi alan bir şirket…

                                                     ***

Belli ki çatışmalar tüm dünyanın tescilli silah baronlarını daha da dokunulmaz kılıyor, yeni yeni savaş zenginleri yetiştiriyor. Dün kara para, uyuşturucu veya kamu ihalesi olarak karşımıza çıkan siyasi yozlaşma, bugün silah ticareti kılığına bürünüyor. Ve bazen de dev tekellerin oluşturduğu silah pazarının yerin altındaki karanlık kısmına dair minicik bir ipucu, aniden bir mafya davasında beliriveriyor.

Dolayısıyla yerüstü ile yeraltı ekonomisi, bir paranın iki yüzü gibidir. Her ikisine birden aynı anda bakmadan olan biteni anlamak güç. Haliyle yüzeyde gözükenden daima şüphelenmek, sürekli üzerini kazımak lazım.


MERAKLISI İÇİN İZ SÜRÜLEBİLECEK BAZI KAYNAKLAR:

https://easternherald.com/2023/03/01/telegram-channels-write-about-the-supply-of-serbian-missiles-to-ukraine-the-belgrade-official-denies-this-what-we-know/

https://www.occrp.org/en/investigations/sanctions-havent-stopped-notorious-serbian-arms-merchant-slobodan-tesic

https://www.krik.rs/en/sanctions-havent-stopped-notorious-serbian-arms-merchant-slobodan-tesic/

https://balkaninsight.com/2022/08/08/bangs-for-bucks-serbian-arms-dealer-makes-mockery-of-us-sanctions-again/

https://en.vijesti.me/world/Europe/652069/what-is-known-and-not-known-about-the-export-of-Serbian-weapons-to-Ukraine

https://balkaninsight.com/2023/04/12/serbian-minister-dismisses-us-report-of-arms-exports-to-ukraine/

Bahadır Özgür / duvaR

T24 KÖŞEBAŞI (28 Mayıs 2024)

 


Sinan Ateş'in ablası: Bahçeli samimiyse elimizdeki bütün belgeleri vermeye hazırız, katilleri birlikte yakalayalım (Candan Yıldız)

Beş yıl önceki anmada, Bahçeli’nin arkasında Sinan Ateş’in bulunurken,
bu yılki törende Ateş cinayetinde adı geçen Ülkü Ocakları Genel Başkanı Ahmet Yiğit Yıldırım yer aldı

Bahçeli'nin her zamanki üslubuyla üstü kapalı mesajı ve dolaylı anlatımının muhatabı kimdi? MHP lideri, cinayete adı karışanlarla mı yoksa cinayetin ortaya çıkması için çaba sarf edenlerle “hesaplaşmaktan” söz ediyordu?

Devlet Bahçeli27 Mayıs Ülkücü Şehitleri Anma Günü'nde Sinan Ateş'in adını yine anmadan, cinayete ilişkin açıklamalar yaptı.

MHP lideri, eski Ülkü Ocakları Başkanı ve akademisyen Sinan Ateş'in görevden alınması sonrası yerine atanan Ahmet Yiğit Yıldırım'ı yanına alarak bir mesaj verdi aslında...

Zira Sinan Ateş'in eşi Ayşe Ateş, gazeteci İsmail Saymaz'a " Eşim, Olcay Kılavuz ve Ahmet Yiğit Yıldırım beni öldürmek için kiralık katil arıyor dedi" iddiasında bulundu ve sonrasında da bu karenin verilmesi manidardı...

Cinayet sonrası aileden Ülkücü Sinan Ateş'in adını hiç telaffuz etmeyen Devlet Bahçeli, Ankara Kızılcahamam'daki anmada dedi ki "...elinde ve vicdanında Ülkücü kanı taşıyan alçaklarla kesin bir hesaplaşmayı buradan teklif ediyor, buna da hazır olduğumuzu söylüyorum.”

Bahçeli'nin her zamanki üslubuyla üstü kapalı mesajı ve dolaylı anlatımının muhatabı kimdi? MHP lideri, cinayete adı karışanlarla mı yoksa cinayetin ortaya çıkması için çaba sarf edenlerle “hesaplaşmaktan” söz ediyordu?

Sinan Ateş'in ablası Selma Ateş'e sordum Bahçeli'nin konuşmalarını...

Selma Ateş Bahçeli'ye açık bir çağrı yaptı ve "Gelin işbirlikçileri ve azmettirenleri birlikte yakalayalım.  Bu cinayeti birlikte çözelim. El uzatın ki size inanalım. Samimiyse elimizdeki bütün belgeleri vermeye hazırız. Partiyi pisliklerden temizleyelim” dedi.

Bahçeli aynı anmada “… Gazete ve televizyonlarda yurt içinden ve yurt dışından katılarak itibar cellatlığına soyunan, haksız ve hayasız iddialarda bulunan, şerefsizliğin kisvesine bürünen kimler varsa mahkemede dinlenmelerini, ifadelerinin alınmasını, şayet varsa bilgi, belge ve bulguları mahkemeye sunmalarını istiyoruz” ifadelerini de kullandı.

Şunları hatırlatalım…

Sinan Ateş cinayeti iddianamesinde Ayşe Ateş’in ifadesine üç cümle yer verildi. Oysa Ayşe Ateş 17 sayfalık ifade vermişti.

Yine Sinan Ateş’in yakın arkadaşı ve yurtdışından gelerek ifade veren Ömer Zengin’nin tanık ifadesi de iddianamede yoktu. Oysa Zengin yurtdışından gelerek ifade vermişti.

Sinan Ateş’in yakın arkadaşı Haluk Türk’ün tanık ifadesi de iddianamede yer almadı.

Örneğin, cinayetten bir gün önce Sinan Ateş’le İstanbul’da birlikte olan, “Ülkücü değilim, Sinan kadim dostumdu, başkanlıktan ayrıldıktan sonra sürekli yanındaydım” diyen Erdal Yılmaz’ın da tanıklığına başvurulmadı şu ana kadar.

Sinan Ateş cinayeti soruşturmasına ilişkin şüphe ve soru işaretleri yaratan gelişmeler bunlar… Bu nedenle Bahçeli’nin “ifadeleri alınsın” çağrısı,  ya soruşturmaya yönelik bir eleştirinin ya da yukarıda sözünü ettiğim tablodan habersizliğinin bir göstergesi… Diğer yandan Selma Ateş, eski Mersin Ülkü Ocakları Başkanı Çağrı Ünel’in davasını takip etmek için gittiği Mersin’de takip edildiğini belirterek aracına kamera taktırdığını, takip edenleri çektiğini, olumsuz bir durumda elindeki kayıtları paylaşacağını söyledi.

Sinan Ateş cinayetinin 22 sanıklı dosyası iddianameye dönüştü. 17 kişiyle ilgili soruşturma ise ayrı bir dosya üzerinden yürüyor. İşte bu dosyanın akıbeti siyasi gelişmelere bağlı… Daha doğrusu Cumhur İttifakı’nın geleceğine…

                                                                 /././

Sinan Ateş dosyasının bilirkişisi polise ne oldu? Emniyet YDK'da "emeklilik" krizi! (Tolga Şardan)

Ayhan Bora Kaplan soruşturmasında görevden alınan polisin aynı zamanda Sinan Ateş dosyasındaki bilişim verilerini inceleyen bilirkişi olduğu ortaya çıktı. Bu polisin Kaplan dosyası çerçevesinde değil, aslında Ateş soruşturmasında "kritik" görev yapması nedeniyle "bazı çevrelerin" hedefi olduğu anlaşıldı

Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş'in öldürülmesiyle ilgili hazırlanan iddianameye yönelik tartışmalar devam ediyor.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nca yürütülen soruşturma sonucunda kaleme alınan iddianame, Ülkücü camia içindeki ayrıştırmayı gün yüzüne çıkarmak bir yana, olaya adı karışanların ellerindeki kartları açmasına zemin hazırladı kuşkusuz.

Ateş'in eşi Ayşe Ateş başta olmak üzere, ailesi ve yakınları olayın üzerinin kapatılacağından eminler.

Ayşe Ateş, iddianame açıklandığından bu yana süreçle ilgili tüm bildiklerini kamuoyuyla paylaşıyor. İddianameye girmeyen ifadesinden daha öte açıklamalar yapıyor.

Keza, Sinan Ateş'in yakınında yer alan isimler de benzer bilgileri aktarıyorlar farklı mecralarda.

Örneğin, Ateş'le beraber bir dönem MHP ve Ülkü Ocakları'nda görev yapan Ömer Zengin'in anlattıkları önemli.

Hafta sonunda katılacağı bir televizyon programından önce Berlin'de dört kişinin saldırısına uğrayan Zengin, sonrasında bağlandığı yayında kimi parti yöneticilerinin isimlerini açıklamaktan geri durmadı. 

Zengin'in, "Olcay Kılavuz, İzzet Ulvi Yönter ve Semih Yalçın tarafından öldürülmekten korkuyor. Olcay cinayetin kilit ismi. Aşağıda torbacılar var, tetikçiler var. Cinayetin anatomisi Olcay'dan sonra başlıyor. Olcay, emniyet müdürlüğü, emniyet müdürleri ve İçişleri Bakanlığı diye gider" sözleri dikkat çekici.

Zengin'in suçladığı isimlerden MHP'li Olcay Kılavuz ise, "Her şeyden evvel böyle şerefsiz bir olayın içerisinde bulunacak kadar şerefsiz biri değilim. Böyle bir olayın içerisinde zerre dahlim olsa ben kafama sıkar kendimi öldürürüm. Sinan Ateş için ben de adalet istiyorum. Devletimiz gerekeni yapsın" dedi.

Kılavuz; Gazeteci Seyhan Avşar'a konuşurken, "Devlet Bahçeli konuşmalarında Sinan Ateş'ten bahsediyor. Herkesten daha çok bu olayın her yönüyle açığa çıkmasını ben isterim. Ben zaten olayın olduğu gün memleketim Niğde'deydim. Olaydan birkaç gün önce de öyle. Herkes ile alakalı iddialar var. Ama gerçeklere bakmak lazım" açıklamasını yaptı.

Bu noktada, olayın içinde yer alan ve tutuklu yargılanan Tolgahan Demirbaş'ın, Kılavuz'a ait olduğu belirtilen evde polisçe gözaltına alındığı gerçeğini değiştirmiyor maalesef.

Hele ki; Kılavuz'un, her önemli olay ve sonrasında dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'yu ziyaret edip birlikte çektirdiği fotoğrafları sosyal medyadan yayımlamasının ve Soylu'nun ekibindeki polis müdürleriyle -kendisine son model bir binek otomobil hediye edildiği iddiasına kadar- içli dışlı olmasının da açıklaması vardır sanırım.

Bilirkişinin başına gelenler

Büyüteç'in asıl konusuna sıra geldi.

Sürekli okurlar hatırlayacaktır; bir süre önce Ayhan Bora Kaplan soruşturmasında görev yapan siber suçlarla mücadelede görevli bir polisin, Kaplan'a yakınlığıyla bilinen bir avukata bilgi sızdırdığı iddiasıyla görevden alındığını duyurdum.

Emniyet'te geçmişte örnekleri yaşanan pek çok olay gibi bu görevden almanın altından yine çapanoğlu çıktı!

Siber suçlar konusunda uzman polisin aynı zamanda Sinan Ateş dosyasındaki bilişim verilerini inceleyen bilirkişi olduğu ortaya çıktı.

Uzman polisin hazırladığı ve dosyaya giren bilirkişi raporu, Ateş'in öldürülmesinde yer aldıkları gerekçesiyle tutuklanan zanlıların tüm bağlantılarını ortaya koyması açısından önemli.

Dolayısıyla, işin çapanoğlu tarafında bu polisin Ayhan Bora Kaplan dosyası çerçevesinde değil, aslında Sinan Ateş soruşturmasında "kritik" görev yapması nedeniyle "bazı çevrelerin" hedefi olduğu anlaşıldı.

Uzman polisin "bazı çevrelerin" talebi doğrultusunda görevden alınmasına imza koyan polis müdürü Murat Çelik şimdi cezaevinde.

Bu arada, görevden alınmasının ardından söz konusu polisin başına ilginç olaylar geldi. Önce, kimliği henüz tespit edilemeyen iki kişi tarafından fiziki takip altına alındığı anlaşıldı. Sonrasında, kendisine yönelik geçtiğimiz günlerde fiziki müdahalede bulunuldu.

Ankara Emniyeti'nde yaşanan olaylar zinciri kapsamında değerlendirilen bu gelişmeler sonrasında uzman polis, korumaya alındı.

Sözün özü; Ankara'da "garip işler" olmaya devam ediyor!

Emniyet'te emeklilik krizi

Her gün yeni bir skandalla çalkalanan Emniyet'te geçen hafta yine çok tartışılan gelişmeler yaşandı. Tartışmalı süreç henüz bitmedi, bu haftaya sarktı.

Yaşananlara geçmeden önce olayın anlaşılabilmesi için küçük bir not aktarayım.

Emniyet teşkilatında görev yapan amir ve müdür konumundaki personelin terfileri ile emekliliklerini değerlendiren Yüksek Değerlendirme Kurulu (YDK) adlı özel bir kurul var.

Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki Yüksek Askeri Şur'a (YAŞ) benzeri bir organ.

YDK, yılda en az bir kez Emniyet Genel Müdürü başkanlığında, genel müdür yardımcıları, Polis Akademisi Başkanı, Teftiş Kurulu Başkanı, Özel Güvenlik Denetleme Başkanı, Birinci Hukuk Müşaviri Personel Başkanı, mevcut görevde olan ve seçim sonucu belirlenen iki il emniyet müdürü ve bir polis başmüfettişinin katılımıyla mayıs ayında toplanıyor.

Kurul, 2024 yılında Emniyet teşkilatında bir üst rütbeye terfi edecek emniyet amiri ve müdürler ile emekli edilecek müdürlerin tespiti ve kararların alınması için geçen salı bir araya geldi.

Çalışmaların ilk günü bir araya gelen kurul üyeleri, kendi aralarında kurulda yaşananların kamuoyuna ulaşmasının engellenmesi için yemin etmekten geri durmadılar. Hatta yeminin içine namus ve şeref kavramlarını koydular.

İlk gün bir üst rütbeye terfi edilecek personelin özlük dosyaları görüşüldü, uygunluk taşıyanların terfilerine karar alındı.

Fakat asıl gürültü, görevdeki emniyet müdürlerinin emekli edilmesine sıra geldiğinde koptu.

Zira gündemde, Önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu döneminde görev yaparken, görevden alınan başta dönemin Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Resul Holoğlu ve Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz ile aynı kadroda yer alan polis müdürleri vardı.

Kurul çalışmaları, söz konusu isimler üzerinde başlayan tartışma sonucunda kilitlendi.

Kurul üyelerinden, ki bunlar içinde son dönemde isimleri kamuoyuna yansıyan bazı isimlerin, Holoğlu ve Yılmaz'dan yana tavır koymaları üzerine diğer üyelerin tepki gösterdiğini öğrendim.

Bu tartışmayı alevlendiren diğer konu ise gizli tanık Garson'dan elde edilen yeni veriler sonrasında FETÖ'yle bağlantıları daha ciddi konuma gelen polis müdürleri hakkında karar verilmesi oldu.

Garson'un listesiyle ilgili daha önce Büyüteç'te bilgiler aktarmıştım.

Yeni veriler ışığında F kodu verilen yani "farklı hayat görüşünden olan, hayatının hiçbir döneminde FETÖ ile bağlantısı olmamış, FETÖ tarafından zararlı görülen, örgüte zarar verebileceği düşünülen" kişilerin, DA; yani düşman aktif olarak tanımlanan "daha önce örgüt derslerine gelip gitmiş olanlardan küsüp ayrılarak FETÖ aleyhinde çalışan, zarar vermek için çalışan" kişilere dönüşmesi, teşkilatta son dönemde en çok konuşulan konuların başında yer alıyor.

Kaldı ki, YDK'nın bazı üyelerinin bu konumda olduğu iddiası da işin diğer yönü.

YDK kararlarında "DA'lara ve C kodu taşıyanlara" yönelik alınacak herhangi bir kararın, F'den DA'ya dönüştüğü öne sürülen kurul üyelerini kapsayacak olması krizin ikinci ayağı.

Sonuçta kurul çalışmaları, üyelere "size haber vereceğiz" denilerek askıya alındı!

Geçen perşembeden bu yana kurul üyeleri, yönetimden haber bekliyor.

Bu arada, kuruldaki tartışmalarda neler yaşandığıyla ilgili ilginç bilgilere ulaştım. Kurul çalışmalarını bitirdikten sonra Büyüteç'te aktaracağım. 

Beşiktaş'ın kupasına gölge düşüren hareket

Büyüteç'in genelde konusu olmamasına karşın geçen hafta Beşiktaş camiasında yaşanan sportif başarıya gölge düşüren bir görüntü, siyah beyaza gönül vermiş bu satırların yazarının birkaç cümleyi kaleme almasını zorunlu hale getirdi ne yazık ki.

Türkiye Kupası Finali'nde rakibini yenerek kupayı kazanan Beşiktaş'ın mutlu sona ulaşması, ligin lideriyle arasında 46 puan farkı olmasının yarattığı üzüntüyü bir nebze olsun azalttı elbette.

Sevinen camiaya can sıkıcı haber, müsabakadan sonra sosyal medyaya düşen bir görüntüyle geldi.

Başkan Hasan Arat'ın yönetimde en yakın olduğu bilinen iki yönetici Kadir Kılıç ile Burak Aslan'ın, kendilerine yönelik olumsuz tavır gösteren Trabzonspor taraftarlarına yönelik yakışıksız tepkisiydi bu görüntü.

Her iki ismin, her ne kadar büyük tepki görseler de bu üzücü ve başarıyı gölgeleyen görüntüyü asla vermemeleri gerekirdi.

Başkan Arat'ın, seçime girerken üzerine basa basa seslendirdiği dikkat çekici yaklaşımlarından birisi "Süleyman Seba ekolünden geldiğini açıkladığı" sözleriydi.

Takımın başarısına gölge düşüren bu görüntüyü veren –ki şahsen tanıdığım– iki yöneticiyle ilgili Arat'ın nasıl bir tutum takınacağını merak ediyorum doğrusu.

Süleyman Seba ekolünün devamını olduğunu her defasında belirten Arat'ın, Seba'nın –gerçi onun döneminde yaşanmamakla birlikte– nasıl bir yaklaşımda bulunacağını hesap edip, aynı tutarlıkla Kılıç ve Aslan'la ilgili tasarrufta bulunması kaçınılmazdır.

Bu tasarrufu gerçekleştirmemesi halinde camianın nasıl bir tepki vereceğini de bilecek kadar Beşiktaşlıdır Hasan Arat.

(T24)