31 Mayıs 2024 Cuma

Evrensel KÖŞEBAŞI (31 Mayıs 2024)

Erdoğan, yeni bir ‘demokratik ve sivil anayasa’ girişimiyle neyi amaçlıyor? (İhsan Çaralan)

Cumhurbaşkanı Erdoğan ne zaman ekonomi ve siyasette sıkışsa, bu sıkılmışlığın nedeni kendisi, kendisinin izlediği politikalar değilmiş de Anayasa’ymış gibi, mevcut Anayasa’nın darbe anayasası oluğunu hatırlamakta, siyasetin dikkat merkezini anayasa tartışmasına çekemeye çalışmaktadır.

Elbette Erdoğan, 27 Mayıs 1960 darbesinin yıl dönümünü “sivil anayasa” girişiminin çağrısını yinelemenin vesilesi olarak kullanmadan geçemezdi. Öyle de yaptı. 27 Mayıs günü İstanbul 2 No’lu Barosunun Yassı Ada’da düzenlediği sempozyumda yaptığı konuşmada, “sivil anayasa” girişimiyle ilgili çağrısını yineledi.

Tabii öyle basitçe bir çağrı da yapmadı. Hazır 27 Mayıs’ın da yıl dönümüyken Cumhurbaşkanı Erdoğan; “Türk siyasi tarihinin en fazla darbe girişimine maruz kalan hükümetiyiz” dedikten sonra “Türkiye tarihinin en büyük demokrasi zaferlerini kazandırmış bir iktidar” olduğunu öne sürerek tarih çarpıtıcılığına katkı yapmaya da devam etti!

BUGÜNKÜ MECLİSİN ANAYASA YAPMA YETKİSİ YOKTUR!

Söz konusu anayasa yapma olunca şunu söylemeliyiz ki olağan yasama meclislerinin, “Madem yasama yapma yetkimiz var hadi bir de anayasa yapalım” diyerek anayasa yapmaları pek olağan bir tutum değildir. Tersine anayasalar genellikle devrimler ya da karşı devrimlerin sonucu olarak devrimi ya da karşı devrimi yapan güçler tarafından o güçlerin damgasını taşıyan metinler olarak yapılmıştır. Çünkü anayasalar sonuçta toplumun çeşitli kesimlerinin üstünde uzlaştıkları metinler olarak bir anayasa yapmak üzere özel olarak seçilmiş temsilcilerin oluşturduğu kurucu meclisler tarafından yapılagelmiştir. Bu temsilciler yasama meclisine milletvekili seçildiği gibi değil, sendikalar, emek ve meslek örgütleri, fabrikalar, hizmet kurumları anayasa yapımına katılacak sınıf ve tabakaların nasıl bir anayasa istedikleri tartışması üstünden temsilciler olarak seçilirler.

Elbette bu genel yaklaşımın her yerde ideal biçimde gerçekleştiği söylenemezse de işçi sınıfı ve halkın mücadeleye katıldığı ölçüde anayasa yapılması da bu ideal biçime yaklaşır.

Elbette ülkemizde ve pek çok Latin Amerika, Afrika ve Asya’da geri kalmış ülkelerde askeri darbeler sonrası darbeciler kendi anayasalarını yapsalar da bu anayasaların meşruiyeti daha yapıldıkları günlerden başlayarak tartışılmıştır. Örneğin cuntanın yaptığı 1982 Anayasası’nın meşruiyeti kabul edildiği günden beri tartışılmaktadır.

Kısacası 14 Mayıs seçiminde seçilmiş vekillerin oluşturdukları meclisin anayasa yapma yetkisi yoktur! Hele de 31 Mart yerel seçimiyle “topal ördek” haline düşen bir meclisin anayasa yapmaya kalkması ayrıca vahim bir sorundur da!

YANDAŞ OLMAYAN PARTİLER VE ÇEVRELER İKTİDARIN ANAYASA GİRİŞİMİNE KARŞI

Erdoğan, Bahçeli ve AKP-MHP İttifakı, tek adam rejimine geçilmesinden beri sadece bu rejimi güçlendirmek ve bu düzene anayasal güvence kazandırmak, dolayısıyla mevcut özgürlükleri bile ortadan kaldıran bir “yeni demokratik ve sivil anayasa” yapmak istemektedir.

“Demokratik ve sivil bir anayasa” yapma iddiasıyla ortaya çıkan iktidarın mevcut Anayasa’yı tanımayan keyfi yönetimini kendisi için başlıca tutum haline getirmiş olması zaten ne gerçekten demokratik ne de gerçekten sivil bir anayasa yapmak gibi niyeti olmadığını göstermektedir.

Nitekim muhalefet partileri ve anayasa tartışmasına katılanlar iktidar yandaşı olmayan her çevre ve kişi; en azından son günlerdeki açıkmalarına baktığımızda iktidarın “yeni anayasa” girişimine, “Önce mevcut Anayasa’ya uy!” demenin yanında;

- AYM ve AİHM karlarını tanımayan, yargı bağımsızlığını umursamayan,

- İfade özgürlüğünü sınırlandırmak için her fırsatı kullanan ve 15 Temmuz darbe girişimini bile “Allah’ın lütfu” olarak görüp, bunu ilerici demokrat güçleri ezmenin fırsatına dönüştüren,  

- Ülkeyi Kürt siyasetçiler başta olmak üzere muhalif siyasetçiler ve gazeteciler için bir açık hava cezaevine çeviren,

- Kürt sorununun çözümünü Terörle Mücadele Yasası (TMY) ve askeri operasyonlarla çözmeyi amaçlayan, Kürt partilerini kapatmada imtina etmeyen,

- Medyanın yüzde 90’ını devletin imkanlarını da kullanarak yandaşlaştıran,

- Dezenformasyon yasası çıkarıp medya ve sosyal medyayı zapturapt altına almayı amaçlayan… şimdi de “etki ajanlığı” yasası ve emekli askerlerin medyada görüşlerini ifade etmesini izne bağlamaya çalışan,

- Eğitimi dinileştiren, dindar-kindar nesiller yetiştirmeyi kurumsallaştıran ve okulları ülkü ocaklarının, tarikatların, cemaatlerin, malum vakıfların cirit attığı alanlara dönüştüren,

- Çeyrek yüzyıla dayanan iktidarında her büyük grevi (metal, tekstil, cam, lastik vb. iş kollarında yüz binlerce işçiyi kapsayan 16 grev “Milli güvenliği tehdit ettiği” gerekçesiyle) yasaklayan, işçilerin kazanılmış haklarını yok sayan… tek adam rejimine dönüşmüş 22 yılık AKP iktidarının yapacağı anayasanın farklı dozda da olsa antidemokratik rejimi güçlendiren bir anayasa olabileceğini söylemektedirler.

ERDOĞAN İÇİN ‘YENİ ANAYASA’ NE KADAR ÖNEMLİ?

Burada; Mecliste grubu olan muhalefet partileri, iktidarın “yeni anayasa” girişimine karşı olduklarını söylüyorlar ama “Dün dündür bugün bugün!” aforizmasını siyaset anlayışlarının tacı yapan burjuva siyasi partilerin bugün böyle deseler de yarın “Küçük çıkarlar uğruna görüşlerini değiştirerek iktidarın arkasında yer alması mümkün olmaz mı?” sorusu akla gelebilir.

Belki Erdoğan da bir yanıyla bu ihtimale oynamaktadır. Ama Erdoğan’ın oyunu sadece bu ihtimale de değildir. Hatta Erdoğan, en azından 31 Mart yerel seçimlerinden beri artık asıl olarak bu ihtimale oynamamakta, anayasa tartışmalarıyla siyasi gündemi bloke ederken kendisi özgürlükleri kısıtlama ve Erdoğan-Şimşek programını uygularken halkın dikkatini dağıtmayı, muhalefeti de en azından bölerek etkisizleştirmeyi amaçlamaktadır.

Belki tek adam rejiminin anayasasını yaparak tarihe geçmek, belki rejimini anayasalaştırarak ömrünü uzatmak, tarihe böyle geçmek gibi bir hayali vardır. Ama mevcut Anayasa da Erdoğan’ın tek adam rejiminin önünde engel değildir. Çünkü Erdoğan işine geldiğinde, “Bu anayasa hükmü” diye mevcut Anayasa’ya sarılırken işine gelmediğinde ise “Cunta anayasası” diyerek anayasaya uymamak gibi bir konfora sahiptir! Bu yüzden de “yeni anayasa” Erdoğan için hayati, hatta söylediği kadar önemli bir sorun değildir.

Ama bütün bu nedenlere karşın Erdoğan ve ekibi ülke sorunlarını çözümsüzlüğe sürüklemekte öylesine başarılı olmuştur ki, çeyrek asra yaklaşan iktidar imkanlarına sahip olmasına karşın siyasi gündemi yönlendirmek için ne dikkate alınabilecek ciddi bir vaadi ne de az çok inandırıcı bir hikayesi vardır!

Bu yüzden “yeni anayasa” iddiası sarılabileceği tek imkandır.

“Yeni anayasa” iddiası etrafında bir rüzgar yaratmak, gerektiğinde provokatif girişimlerle rüzgarı fırtınaya dönüştürüp siyasi ortamı alabora etmeyi de göze alabilecektir.

İktidardan gelecek bu girişimleri püskürtmenin gerçekçi yolu ise emek ve demokrasi güçlerinin yığınların siyasete doğrudan müdahalesini sağlayabilmelerinden geçmektedir.

                                                       /././

Gölgesini satamadığı ağacı kesmek, pazarlanamayan köpeği öldürmek! (Nuray Sancar)

Gezi direnişinde Marx’a atfedilen ve popülerleşen bir söz var. Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser. Para etmeyen, pazara sürülemeyen, sömürülemeyen her varlık düzenin bir atığıdır, ortadan kaldırılır. Kapitalizmin başlangıcında binlerce köylünün, dokuma manifaktürü için gereken yünü sağlamak amacıyla, meralaştırılıp çitlendirilen topraklarından sürülerek dilencileştirilmesi; kadınların cadılaştırılarak katledilmesi; kedi-köpek katliamları, iş gücü kullanılamayan bedensel özürlülerin, akıl hastalarının kapatılması hafızaya gömülü durumda.

Toplulukların da galeyana getirildiği kıyımlar, üretim ilişkilerinin değişmeye başladığı, ruhban sınıfıyla iç içe hüküm süren krallık sistemlerinin sallanmaya başladığı, ama geleceğin de büyük bir belirsizlik içinde olduğu zamanların olaylarıydı. Mark Neocleous Canavar ve Ölü adlı kitabında şimdiye kadar doğal kabul edilmiş her şeyin sarsıldığı geçiş döneminde yaşayan ama olan biteni anlayamayan insanların zihninde korku nesnesinin nasıl doğa üstü güçlere kaydırıldığını anlatırken bir kavramsallaştırma yapar: Canavarlaştırma.

Sokak hayvanlarıyla ilgili itlaf, uyutma, sahiplendirme, kapatma gibi sözcüklerle tartışılan ‘yasa’nın hazırlık sürecinde, başıboş köpekler bizzat iktidar tarafından canavarlaştırıldı. Her gün kaç çocuğun köpekler tarafından ısırıldığı, kuduz oranlarının arttığı ile ilgili sayılar yasanın gerekçesi yapılıyor. Şuursuz kampanyanın ‘İktidar ne yapsa iyidir’ taraftarları sanki bir gladyatör dövüşünü izliyorlarmış gibi ‘öldür’ nidalarıyla cinnet tablosu sergiliyor. Televizyon kanalları ikinci Hayırsızada semptomunu haberleştirirken yasa tasarısına karşı çıkanları hayvanseverler başlığına hapsedip lobiye indirgiyor.

Halkın 22 yıldır alışık olduğu gibi, sokak hayvanları yasasının tartışıldığı meydanda simgeler dövüşüyor. Bütün ilişkileri piyasalaştıran, arkadaşlık, dostluk başta olmak üzere her türlü duygusal teması tamamen nakte çeviren mevcut düzende yerinden edilen duygulanımlarını, çıkarsız, mülkiyet bağlarından uzak bir ilişkiyi, sahiplendikleri hayvanlarla kuran ve giderek genişleyen nüfus, bu bölünmenin iktidar yanlısı olmayan tarafında kalıyor. Kedisine çocuğum diye seslenen, giydirip kuşatan, bütün duygularını ona boca eden bir profili Nişantaşı-Cihangir-Kadıköy eliti diye siyaseten pazarlayan iktidar ise, ete süte ulaşamayan yoksula ‘başı köpek gövdesi insan’ bir Orta Çağ canavarı olarak sürüme sokuyor. Sokak hayvanları üzerinden değerler kapışıyor.

‘Köpek kafalı insan gövdeli’ terimi muhafazakarlığın ilmini yazan Edmund Burke’ye ait. Fransız Devriminden ve proletaryanın gelişmesinden ürken muhafazakarlığın teorisyeniydi kendisi. Sallantıdaki düzeni savunurken yakın gelecekteki tehlike, insan dışı bir yaratık olarak görünüyordu gözüne. ‘Bu yaratıkların hiçbiri doğada var olamaz. Fakat ahlaki dünya fiziksel dünyanın reddettiği canavarları kabulleniyor’ diye yazıyordu oğluna.

Ancak bugün bu canavarlaştırmanın doğa içi bir nesnesi var: Sokak hayvanları.

Bugün kentlerde sadece sokak hayvanları için değil insanlar için bile nefes alacak bir şehir ortamı bırakmayan, her santim araziyi kâr ve rant kaynağı gören rejimin asalak mimarları, aç ve yoksul emekçilerin dipten gelen, zaman zaman da yüzeye vuran uğultusu yüzünden yerlerinin pek de tekin olmadığının farkındalar. Dünya gibi Türkiye de bir geçiş döneminde. Emekçilerin yaşam alanları ve etkinliklerinin giderek daha da daralacağından öfke ve endişe duymalarının sebepleri birikti.  Bu öfkenin yöneleceği nesne iktidar olmasın diye kitlelerin dikkati öteden beri sık sık kaydırılmıştır. Terör, darbe, öteki iç ve dış düşmanlar, savaş tehlikesi gibi motiflere şimdi bir de sokak hayvanlarının eklenmiş olması iktidar pratiklerinin bize öğrettiği kadarıyla anlaşılmaz bir şey değil. Sokak hayvanları şimdi ete kemiğe bürünmüş canavarlar.

İğdiş edilmiş kent doğasında kent sakinleriyle neredeyse aynı açlığı paylaşan köpeklerin saldırganlık vakalarındaki artışın bizzat devleti yönetenlerin sorumluluğu olduğunu görmemek mümkün değil. Yasa taslağına karşı çıkanları, makbul olmayan ‘Cihangirli-Kadıköylü-solcu’ yurttaş hassasiyetine yerleştirerek toplumu kutuplaştırma çabasının alt metnine sizin çocuklarınız açken ‘bunlar’ın tuzu kuru mesajının yerleştirilmesi; sorunun ‘Çocuklar mı ölsün köpekler mi’ ikilemine sıkıştırılması itlafa taraftar kazanmak için yapılabileceklerin sınırına varılmadığını gösteriyor.  

Sokak hayvanları kolay gözden çıkarılacak, kurtulunması gereken bir kent atığı değildir; iktidarın kendi korkusunu ikame edebileceği canavarlar da. İnsanlarla aynı doğayı paylaşan, kentin yapılanmış doğasında da yurtlanan hayvanların kitlesel kıyımını gündeme getirebilmek, sadece sokak hayvanlarının değil iktidarı yerel seçimde sarsmış olan halkın da tekinsizleştirildiğini, ‘köpek kafalı insan gövdeli’ olarak canavarlaştırmaya başladığını gösteriyor. İktidar Neocleaus’un tabiriyle ‘Kitle eylemi olarak bilinecek olandan duyulan genelleşmiş bir korkuyu korku nesnesinin değerlerine yansıtmakta’ ısrar ediyor.  

Sokak hayvanlarının saldırganlaşmasıyla ilgili alınması gereken palyatif önlemler zaten tartışılıyor. Kısırlaştırma, aşılama, sağlıklı barınaklar…ama asla itlaf değil. Hayvana yönelik şiddet ve tecavüzün cezalandırılması, hayvan haklarının kabulü… Bunlar çoğaltılabilir. Ama palyatif olmayan kalıcı çözüm itlaf yasasına imza atan iktidarın ve onu besleyen sermaye düzeninin; insanların ve sokak hayvanlarının barış içinde birlikte yaşayabileceği doğa ve kent düzenini kurmak üzere değişmesidir elbette.

                                                       /././

Ukrayna, Batı'nın verdiği silahlarla Rusya'yı vursun mu? (Yücel Özdemir)

Almanya, 24 yıl aradan sonra bir Fransa Cumhurbaşkanını devlet törenleriyle ağırladı. Jacques Chirac’ın son ziyaretiyle Emmanuel Macron’un 26 Mayıs’ta başlayan üç günlük ziyareti aradaki mesafenin neredeyse çeyrek yüz yılı bulması ilk bakışta bu biraz garip görünüyor. Avrupa Birliği (AB) politikalarına yön veren bu iki ülkenin arasında diplomatik yakınlığın fazla olduğu algısı doğal olarak oluşuyor. Demek ki sınır komşusu olmakla birlikte iki yönetimin arasındaki siyasi mesafe halen çok uzak. Kısa zirveler, toplantılar ve görüş alışverişleri için yapılan ziyaretler bir yana bırakıldığında Macron’un bu son gezisinden kalanlar, Alman ve Fransız medyasında değişik yönleriyle tartışılıyor.

Macron’un Berlin, Dresden ve Münster’de verdiği mesajlarda Avrupa’nın dünya siyasetinde ayrı bir egemen güç olması, bunun için de her iki ülke arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi gerektiğine dair vurgular vardı. Ancak bu ziyaretten Alman-Fransız ilişkilerindeki kader birliğinin derinleştirilmesi gibi bir sonuç çıkmadı. Tersine her lider kendi ülkesinin çıkarlarına dikkat çekti, AB arka planda kaldı.

Macron, diğer Fransız cumhurbaşkanlarından farklı olarak göreve geldiği ilk günden itibaren Avrupa’nın ayrı bir güç merkezi olması için çağrılar yaptı. Sorbonne Üniversitesinde bu temelde yaptığı iki ayrı konuşması var. Bu konuşmaların özünü, AB’nin ABD’den ayrı bir askeri güce kavuşarak emperyalist paylaşım mücadelesine katılması oluşturuyor.

Bu aynı zamanda Fransa’nın askeri olarak AB’nin lideri olmak istediği anlamına da geliyor. Çünkü mali ve ekonomik açıdan liderliği açık arayla ele geçiren Almanya ile, ancak nükleer silahlara sahip olmanın avantajıyla askeri düzlemde yarışabileceğine inanıyor. Fransa’nın bu hamlesinin farkında olan Almanya, bir taraftan AB’nin askeri güce dönüşmesini ağırdan alırken diğer taraftan askeri gücünü büyüterek savaşa hazır hale getirmenin çabası içerisinde. Ukrayna savaşı bu açıdan fırsata çevrildi. Askeri harcamaların sürekli arttırılması, silah tekellerinin yapılandırılması konusunda son iki yılda epey mesafe katedildi.

Öyle görünüyor ki Almanya, askeri güç bakımından Fransa’yı geçmediği sürece Macron’un her fırsatta dile getirdiği ortak askeri güç konusunda ağır davranmaya devam edecek.

Ziyaretin yarattığı en önemli tartışma ise Ukrayna’nın Batılı ülkelerden aldığı silahlarla Rusya’yı vurup vurmayacağı oldu. Münster’de 1618-1648 yılları arasında Kutsal Roma İmparatorluğu ile yerel krallıklar ve ülkeler arasında süren “30 Yıl Savaşları”nın bitmesini sağlayan Vestfalya Barış Anlaşması’nın imzalanması vesilesiyle “Vestfalya Barış Ödülünü” alan Macron, elindeki haritayla Ukrayna’nın neden Rusya’yı bombalaması gerektiğini anlatıyordu.

Haritada, Rusya’nın Ukrayna sınırına yakın bölgelere kurduğu askeri üslerden Ukrayna’yı bombaladığını gösteriyordu. Dolayısıyla Ukrayna’nın Batı’dan aldığı uzun menzilli füzelerle bu üsleri, hatta Rusya’nın diğer stratejik merkezlerinin vurulmasını istiyor. Benzer bir açıklamayı Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy de kısa bir süre önce yaptı.

Macron’un barış ödülü alırken savaş çağrısında bulunması tam bir ikiyüzlülük örneği. Aynı Macron, bir süre önce Ukrayna’ya kara gücü gönderilmesini de gündeme getirmişti. Hatta Almanya Başbakanı Scholz ile ortak basın toplantısında gazetecilerin de ifade ettiği gibi, Fransa’nın Ukrayna’ya asker gönderdiğine dair söylentiler var. Ukrayna da Fransa ile bu ülkeye “askeri eğitmen” göndermesi konusunda anlaştıklarını duyurdu. Macron bunları doğrulamadı, ancak Fransa’nın Ukrayna savaşında daha etkili bir rol oynamak istediğini gizlemedi.

Macron, Almanya’da Scholz’un daha önce ilan ettiği “Ukrayna’ya asker göndermeme”, “Alman silahlarıyla Rusya’nın vurulmaması” şeklinde belirlediği “kırmızı çizgilerle” kelimenin tam anlamıyla oynadı. Bu Almanya’yı daha fazla savaş bataklığına itmek için gösterilen bir çaba olarak da okunabilir. Bakalım, Scholz dışarıdan ve içeriden gelen savaşı bölgeye yayma baskısına dayanabilecek mi...

Macron’un Almanya’da verdiği mesajların merkezinde Rusya ile NATO’nun askeri olarak doğrudan karşı karşıya gelmesi var. Rusya Lideri Putin’in nükleer silah tehdidine nükleer güce sahip Fransa’nın yanıt vereceği alttan alta işleniyor.

Haziran ortasında İsviçre’nin ev sahipliğinde yapılacak Uluslararası Ukrayna Barış Konferansı öncesinde, Macron’un başlattığı Ukrayna’nın Batı’nın verdiği silahlarla Rusya’yı vurması tartışması, konferanstan ciddi anlamda “müzakere ve diyalog”un çıkmayacağını gösteriyor. Zelenskiy, kendisiyle aynı düşünen Macron’u pek yakında ziyaret edecek ve daha fazla destek isteyecek.

Almanya, ABD ve diğer ülkeler Rusya ile NATO arasında doğrudan bir savaşın çıkmaması için sürekli frene basarken, hatta Ukrayna’nın toprak kaybını da göze alarak müzakere masasına oturması yönünde mesajlar verilirken, Macron’un savaşı büyütecek tarzda mesajlar vermesi, savaşın geleceğinin Batılı emperyalist devletler arasındaki çıkar çatışmasına bağlı olduğunu gösteriyor. Çatışma derinleştikçe, çıkarlar farklılaştıkça savaşı müzakere yoluyla bitirmek de zorlaşacak. Çünkü, her emperyalist ülke kendi çıkarlarına bağlı savaşın gidişatını etkilemeye gayret edecektir.

Ancak savaş uzadıkça yıkım da büyüyor. Kaybedilen canlar, savaşa ayrılan devasa bütçeler halkın yaşamını sadece Ukrayna’da değil, Avrupa ülkelerinde daha da zorlaştırıyor, çekilmez hale getiriyor. Bu nedenle, kazananın asıl olarak silah ve enerji tekellerinin olduğu savaşa karşı mücadelenin de büyüme olasılığı artıyor.

(EVRENSEL)

      


Birgün KÖŞEBAŞI (31 Mayıs 2024)

 

Gezi’nin mesajı: Dokunma! (Gözde Bedeloğlu)


11 yıl önce bugünlerde, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın, yerine AVM ve Topçu Kışlası yapılacağını duyurduğu Gezi Parkı’nda toplanan bir grup insan iş makinelerinin önüne geçerek yıkıma engel olmaya çalışıyordu. Erdoğan ve iktidarına duyurmak istedikleri mesaj, kafa karışıklığına fırsat vermeyecek şekilde açıktı. “Mahalleme, meydanıma, ağacıma, suyuma, toprağıma, evime, tohumuma, ormanıma, köyüme, kentime, parkıma dokunma!” Protestoların özeti buydu. İktidarın süregiden beton sevdasına karşı duyulan rahatsızlıkta bardağı taşıran son damla olmuştu Gezi.

Erdoğan, Taksim’den yükselen bu itiraza kulak tıkamayı seçti. “Ne yaparsanız yapın biz karar verdik, verdiğimiz gibi bunu işleyeceğiz.”

Uzlaşmadan uzak, dediğim dedik bu siyaset dili, insanların giderek küçültülen yeşil alanları koruma refleksini artırmakla birlikte, özgürlüklerinin kısıtlanmasına karşı da bir tepki içeriyordu. Çoğunluğu gençlerden oluşan eylemciler, kendi ebeveynlerinden bile görmedikleri bu yasakçı ve baskıcı tavırdan iyice bunalmıştı. O gün, bunu bir darbe planı olarak okumayı tercih eden iktidar, sonrasında oylarını almakta zorlandığı bu yeni kuşağı kazanmanın yollarını arayacaktı.

Erdoğan’ın “tarihe saygınız varsa önce o Gezi Parkı denilen yerin tarihini araştırın. Biz orada tarihi yeniden ihya edeceğiz” diyerek eleştirdiği eylemciler o saygının asıl doğaya ve kendi seçimlerine karşı gösterilmesini istiyordu. Giyimlerine, yiyip içtiklerine karışılmasından, dahası önlerine duvar çekilmesinden haz etmiyorlardı. Doğa sevgisini, Türkiye genelinde diktikleri 2.5 milyar fidan ile açıklamaya çalışan Erdoğan’ın çevreciliği inandırıcı bulunmuyordu. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanından milyonlarca çocuk ve genç, kendilerine toprağı, suyu ve havası kirletilmiş bir dünya bırakan yetişkinlere karşı öfkeli.

“Mahalleme, meydanıma, ağacıma, suyuma, toprağıma, evime, tohumuma, ormanıma, köyüme, kentime, parkıma dokunma” diyerek Gezi’de ve ülkenin hemen hemen tüm meydanlarında toplanan milyonlarca insanın tek bir amacı vardı, yaşam alanlarındaki talanın durdurulması. Gezegenin geleceğinden endişe duyan gençlerle birlikte, bu yıkıma ilk elden tanık olanlar, yani toprağı ekip işleyen, doğayla içice bir yaşam süren köylüler de yıllar içinde mücadelenin en önemli parçası oldu. Sayıştay’ın kuruluş yıldönümünde konuşan Erdoğan, “Türkiye başkaları gibi sınırsız petrolü, altını, elması, doğalgazı olan bir ülke değil” dedi. Elimizdeki imkanları verimli ve etkin şekilde değerlendirmekten başka seçeneğimizin olmadığı söyledi. Gezi’deki ağaçların kesilip yerine AVM dikilmesine karşı çıkanların da yıllar önce itiraz ettiği buydu. Teröristlikle, darbecilikle suçlandılar. Öldürüldüler, hapsedildiler.

Erdoğan’ın bugün sınırsız olmadığını hatırlattığı o azıcık altının üzerinde çok sayıda maden şirketi var. Bunlardan biri, şubat ayında meydana gelen heyelanla 9 işçiye mezar olan Erzincan İliç’teki Anagold’a ait işletme. 5 işçi hala toprak altında. ÇED olumlu ve İkinci Kapasite Artışı” izninin altında dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un imzası var. Muğla’da, Yeniköy Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş’nin termik santrallerine kaynak olacak kömürün çıkarılması için Akbelen Ormanı’ndaki ağaçlar kesildi. Yaşam alanlarını korumak için direnen köylüler karşılarında devletin polisini buldu. Yıllardır süren direnişin etkili isimlerinden olan ve 31 Mart yerel seçimlerinde İkizköy mahalle muhtarı seçilen Necla Işık’a pankart astığı gerekçesiyle 40 bin lira para cezası kesilmişti.

Madenciliğe karşı verilen bir diğer mücadele de Artvin Cerattepe’de sürüyor. Havası, suyu ve toprakları yedi yıl boyunca kirletilen bölge halkı kendilerine yaşatılan bu mağduriyeti yargıya taşıdı. Son olarak Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara göre “söz konusu madencilik faaliyetinin bölgenin doğal yapısı, suları ve ekosistem bütünlüğünü olumsuz etkilediği” belirtildi ve ‘ÇED olumlu’ kararının iptaline yönelik başvuruda ‘hak ihlali’ yaşandığına hükmetti. Yaşam alanları tehdit altında olan halk kararın bir an önce uygulanıp Cerattepe’deki maden faaliyetlerinin durdurulmasını bekliyor.

Şehirlerde yeşil alanların gittikçe küçülmesine neden olan inşaat projelerine, ülkeye örümcek ağı gibi yayılan, nehirleri kurutan, toprağı ve havayı zehirleyen santrallere ve maden ocaklarına karşı tepki ve direniş devam ederken, yaşam alanı savunucuları üzerlerindeki baskı da aynı oranda artıyor. Toprakları, ağaçları, zeytinlikleri zarar gören köylüler “biz bitiyoruz” diye isyan ederken iktidar halkın karşısına polisini jandarmasını dikip tercihini sermayeden yana kullanıyor. Ülkenin temiz su kaynakları ve tarım arazilerine göz göre göre verilen bu zararın telafisini çok uzaklarda, Sudan’da arayan iktidarın sebze meyve yetiştirip satmak için kiraladığı 10 milyon dönüm arazinin verimsiz olduğu ortaya çıktı. Günün sonudan bu zarar hepimize yazıyor.

Denizli’de, arazisine girdiği için uyardığı Avdan Madencilik yetkililerini darp etmekle suçlanan 75 yaşındaki Hatice Kocalar’a para cezası verildi. Kocalar, maden şirketinin bu yolla kendisini korkutmaya çalıştığını ama korkmadığı gibi toprağını koruduğu için gururlu hissettiğini söyledi. “Onurluyum, gururluyum mutluyum. Alnım açık, başım dik. Ben toprağımı savundum.” 11 yıl önce, hayatın her koldan talan edilmesine karşı başlayan direniş ülkenin dört yanında bugün hala devam ediyor. Gezi’nin mesajı da amacı da hep çok netti: “Mahalleme, meydanıma, ağacıma, suyuma, toprağıma, evime, tohumuma, ormanıma, köyüme, kentime, parkıma dokunma!”

                                                                  /././

Gezi/Haziran ve hukuk (İlhan Cihaner)

Gittikçe “unutmanın” konforlu kollarına, nostaljinin hülyalı pasifliğine terkediliyor Gezi/Haziran günleri.

Kitleselliği ve önemi göz önünde bulundurulursa çok erken başladı denilebilir  bulanıklaşma ve unutma hali. Artık, Gezi’ye katılmış herkes adına ceza evinde tutsak edilenler ve davalarındaki hukuksuzluklar bağlamında konuşulur oldu Gezi. Kuşkusuz bu hukuksuzluklar ve yargı sürecindeki garabetler gündemden düşürülmemeli ve Gezi adına özgürlüklerinden yoksun bırakılanlar özgürlüklerine kavuşuncaya dek mücadele edilmeli. Ancak Gezi Direnişi/Haziran İsyanı ile  bağın koparılarak ceza hukuku alanına sıkışmış bir gündemleştirme ve savunu özgürlük mücadelesini de zayıflatıyor.

Oysa Gezi’nin gücü her şeyden önce kitleselliğinden geliyordu. Bu kitleselliği tutsakların ve Gezi Davasının yanına yığmak en doğru ve güçlü mücadele olacaktır. Hukuku kasıtlı olarak katleden, neyin hukuka uygun olup olmadığını en iyi bilen/bilmesi gereken bir mekanizmaya hukuku hatırlatmak, Gezi’yi “en iyi bilen/bilmesi gereken” bu anlamda darbe olmadığını da bilen devlete, Gezi’nin darbe olmadığını anlatmaya çalışmak beyhude bir çaba. 

Haziran Günlerinde şöyle yazmıştım: “…’gerçeğin ne olduğunu’ bal gibi biliyorlar. Ancak komplocu yaklaşımla geniş kitleleri de “gerçeklikten kopararak” kendi ideolojilerini sürekli kılıyorlar. Toplum mühendisliği ve propaganda yöntemleri ile tarihte kalmış korkuları, bilinç altındaki nefretleri, şehir efsanelerini kullanarak, olguları ve belirleyicilikleri gözlerden saklıyorlar. Hiçbir tutarlılığa, mantık bütünlüğüne gerek yok. Tüm saçma komploları boca et. Nasılsa söylediğini anında manşet yapıp naklen veren bir medyan ve iman eden sadık bendelerin (artık savcı ve yargıçların) var. Yurttaşlara düşen dünya algısına, korkularına göre “komplo çuvalından” komplo beğenmek. Gezi Direnişi mi oldu? Anti semitikler için Beşir Atalay’ dan “Yahudi lobisi” gelsin. Azıcık “milli görüş” hassasiyeti kalanlar için Soros-OTPOR var. Osmanlıcılar için “ittihatçılar” bile var (bitmedi gitti şu ittihatçılar!). Milliyetçiler için Yahudi-Rum-Ermeni konsorsiyumu var. İktisatçılar ve liberallerimiz için mi? Gelsin faiz lobisi. Atatürk-CHP karşıtları için “CEHAPE” zihniyeti var. Her taşın altında ABD arayanlar için CNN komplosu hazır, Kürtler içinse barış karşıtı kandan beslenenler...”

Aradan geçen süreç ve yargılamalar bu iddiaların hiç birisini inandırıcı ve ortalama bir zihni ikna edebilecek şekilde ortaya çıkaramadı. Ama gezi tutsakları hepimiz adına yatmaya devam ediyor.

Gezi ve tutsakları adına yapılan tartışmalarda yanlış olduğunu düşündüğüm bir diğer konu; Gezi Direnişi ile Haziran isyanını ayırmak. “İlk talep ve tepkilerin “Gezi Parkı” merkezli çevreci duyarlığa dayandığı, sonradan başka talep ve tepkilerin eklemlendiği tartışmasız. Ancak bu kesinlikle ne eleştiri konusu yapılabilir ne de iktidarın gösterdiği gibi “ama olmaz ki! Birkaç ağaç diyordunuz, şimdi başka şeyler söylüyorsunuz” türü mızmızlanmaları haklılaştırır. Çünkü her şeyden önce devlet aylardır “birkaç ağaç” için mücadele edenleri görmezden geldi. 30-31 Mayıs sabah saldırıları ile de Haziran İsyanı başladı. Direnişe ve isyana destek veren herkesi, her hareketi, grubu ortaklaştıran iki talep vardı: özgürlük ve adalet...” Gezi Direnişi ile Haziran isyanını ayırarak konuşmak ilk gruptakileri azalttığı gibi düşman ceza hukukunun insafına terk ediyor. Öte yandan evrensel ve anayasal bir hak olan “meşru direnme hakkını” kriminalleştiriyor.

Direnme hakkı özet olarak “hukuka aykırı tutum ve davranışlarıyla yasallığını yitiren bir iktidara karşı koyma… Hukukun dışına çıkarak veya hukuk dışı yollarla iktidara gelip hukuksuzluğunu devam ettiren ve bu suretle meşruiyetini kaybeden, gücünü baskı ve zulüm vasıtası haline getirmiş bir siyasal iktidara karşı hukuka itaati sağlamak, zulüm ve baskıdan kurtulmak amacıyla son çare olarak giriştiği toplumsal kabul gören bir aktif bir direnme” şeklinde tanımlanır ve kitleselleşmesi haklılığını ortaya koyan en doğru göstergedir.  

Böyle kitleselleşmiş ve hukuka sahip çıkılan, çıkılması beklenen bir iklimde, ne komplo davaları ile insanlar özgürlüklerinden yoksun bırakılabilir ne çevre yağmaları yaşanır ne de her alana yayılmış bu çürüme… Anayasa ve hukuk pervasızca ayaklar altına alınamaz. Hukuk, özgürlük ve adalet taleplerin cüretli bir şekilde kitleselleşmesi korkutuyor iktidarı.

Geriye dönüp bakınca şu tespiti de yapabiliriz: Gezi/haziran aynı zamanda bir hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü savunusuydu. Şimdi en uç sıkıntılarını yaşadığımız keyfiliğe, kuralsızlığa hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alınmasına itirazdı. Bu itirazın potansiyeli, gizil gücü hala bu topraklarda mevcut.

Muhalefet, Gezi/Haziran’da ortaya çıkan potansiyeli heba etti. Umarım her taraftan çürümenin ve hukuksuzluğun fışkırdığı bu günlerde, hukuk, özgürlük ve adalet talebi muhalefetin gündemine daha güçlü ve sonuç alıcı bir şekilde girer.

                                                            /././      

Carry Trade mi Keriz Trade mi? (Ozan Gündoğdu)

Dolar, enflasyonla paralel ilerlemiyor. Fakat faizler enflasyona göre hareket ediyor. Bu da, son haftalarda çok konuşulan “Carry Trade” getirilerini gündemimize sokuyor. Türkiye ekonomisi bir kısır döngü içerisinde.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) nisan ayına ilişkin dış ticaret istatistiklerini yayınladı. Verilere göre 29,1 milyar dolarlık ithalata karşılık 19,3 milyar dolarlık ihracat, 9,9 milyar dolarlık dış ticaret açığına neden oldu. Günde ortalama 330 milyon dolar…

2022’nin aynı döneminde dış ticaret açığı 6,1 milyar dolarken, 2023’ün aynı döneminde 8,7 milyar dolar. Peki dış ticaret açığının artması neden kaynaklanıyor?

En tipik nedeni döviz kurları ve enflasyon ilişkisi. 1 Ocak’tan bugüne dek Dolar kuru, 29,7 TL’den, 32,3 TL’ye çıkarak yüzde 8,7 değer kazanmış.

Buna karşılık aynı dönem bile değil, yılın ilk 4 ayında TL cinsinden fiyatlar TÜİK’e göre yüzde 18,7 artmış. Mayıs ayı enflasyonunu ise haftaya öğreneceğiz.

TL cinsinden fiyatlar artıyor ama döviz kuru aynı oranda artmıyorsa o halde her şeyin fiyatı döviz cinsinden de artıyor demektir. Başka bir ifadeyle, Türkiye’deki mal ve hizmetler, cebinde döviz olan dış alem için giderek daha pahalı hale geliyor. Haliyle ihracat yavaşlarken, ithalat artıyor. Sonuç, dış ticaret açığı büyüyor.

ENFLASYON SÜRERSE

Dolar kuru, enflasyonla paralel ilerlemiyor. Fakat faizler enflasyona göre hareket ediyor. Bu da, son haftalarda çok konuşulan “Carry Trade” getirilerini gündemimize sokuyor. Basit bir örnek üzerinden ifade edelim.

Vadeli mevduat faizinin yıllık yüzde 60 olduğunu ve yurtdışından Türkiye’ye 1 milyon dolar getirdiğinizi hayal edin. Güncel kurla, bankaya 32 milyon 300 bin lira yatırmış olacaksınız. 3 ay sonra bankadaki paranıza yüzde 15 kadar faiz getirisi eklenir. Böylece bankadaki paranız 3 ay sonra 37 milyon 145 bin liraya çıkar. Doların bu 3 ay boyunca sabit kalması halinde, 1 milyon dolarınız da 1 milyon 150 bin dolara yükselir. Böylece dünyanın en yüksek faiz veren ikinci ülkesinde, dolar kuru da sabit tutulduğunda, 3 ay gibi kısa bir süre içinde yabancı paranıza yüzde 15 faiz getirisi elde edersiniz. Dolar kuru sabitse, TL faizi dolar faizine eşitenir.

Dünyanın hemen hiçbir yerinde, bırakın 3 ayda, 1 yılda dahi dövizinize yüzde 15’lik faiz getirisi elde edemezsiniz.

Bu haliyle, Türkiye, carry trade getirileri için tam anlamıyla bir cennet.

TÜKETİM İTHALATI PATLIYOR

Sıcak para biçiminde gelerek yurda yerleşen finansal sermaye, Merkez Bankası rezervlerinin olumlu anlamda artmasını sağlıyor. Bu haliyle, yurda giren sıcak para Türkiye ekonomisinin finansal gerginliğini azaltıyor. Bu sayede döviz kurları da yukarı yönlü hareket etmiyor. Fakat sorun şu; enflasyon da düşmüyor.

Haliyle, döviz kuru sabit kalırken, TL cinsinden fiyatların artması, aynı şekilde fiyatların döviz cinsinden de artmasına neden oluyor. Bu nedenle ithalat giderek ucuzlaşıyor, ihracatçı da zorlanıyor.

Ticaret Bakanlığı verilerine göre tüketim malı ithalatı nisanda önceki yıla göre yüzde 34 artışla 4,9 milyar doları buldu. 12 aylık toplam tüketim malı ithalatı 50 milyar dolarla cumhuriyet döneminin rekorunu kırmış durumda. Tüketim ithalatı nasıl artmasın? Türkiye’deki mevcut vergi politikaları da düşünüldüğünde, Türkiye Avrupa’dan daha pahalı hale geldi. Bu ithalatın finansmanını da Carry Trade getirileri için yurda gelen yabancılar sağlıyor. Onlara deve yüküyle faiz ödeyip, tüketimimizi finanse ettiriyoruz. Bu nedenle mevcut Carry Trade rejimine Keriz Trade diyenler de var…

O halde çare belli, bu kısır döngünün kırılması için döviz kurlarının yukarı yönlü hareket ettirilmesi lazım. Bu sayede hem ithalat azalır, hem ihracatçı rahat nefes alır. Yabancı paraya olan ihtiyaç da düşer. Fakat bu sefer de dövizin yukarı yönlü hareketiyle enflasyon ateşleniyor, enflasyon beklentileri bozuluyor. Döviz kurları sabit tutulmaya devam edip, enflasyon durdurulamadığında ise dünyanın en yüksek faizini ödeyip, ithalatın giderek artmasına neden olunuyor.

Türkiye ekonomisi bu kısır döngü içinde hareket ediyor.

                                                                  /././

Maarif Modeli, pedagoji ve politika (Ünal Özmen)

Görüş bildirin diye önümüze attığı modelinin (Cihannüma Modeli) pedagojik metin olarak değerlendirilmeyeceğini eğitim bakanı da biliyordu. Fakat isteği ve umudu modeline pedagoji muamelesi yapılması yönündeydi. Eğer kamuoyu onun umuduna yanıt verecek şekilde davransaydı binlerce sayfanın arasında kaybolacak, ayrıntılara takılıp bütünü gözden kaçıracaktı. Baştan sona pedagojiden arındırılmış; adıyla, sanıyla, sunumuyla manifesto olan metnin siyasi amacı gözden kaçacak cinsten değildi. Nitekim demokratik eğitim kamuoyu, iktidarın tuzağına düşmeyerek yeni diye sunulan müfredatla eski bir zihniyetin canlandırılmaya çalışıldığını teşhis etti ve bu konuda ortak görüşün oluşmasını sağladı. 

Eğitim ya da başka herhangi bir alanda yapılan değişiklik siyasal sonuçlar içeriyorsa konu uzmanları aşan ve siyaseti ilgilendiren hal almış demektir. Bu durumda konu her ne ise teknik yönüyle değil ideolojik boyutuyla ele alınmayı gerektirir. Sorunu kamusal alana çekip herkesi tartışmaya dahil edebilmek için doğru yöntem budur. Kamuyu ilgilendiren her konu gibi yüzyılın toplum tasavvuru olduğu iddia edilen bir planın sadece teknisyenler düzeyinde ele alınması, tartışma kısmının birkaç entelektüele bırakılması plana hizmet eder. Model/müfredat tartışmasının siyasetin kavramlarıyla yürütülmesi, CHP’nin de eğitimi siyasal yönüyle ele almasına, kamuoyu ilgisinin bu yöne çekilmesine vesile oldu. Kamuoyunun ilgisinin doğru noktaya çekilmesinde "eğitim uzmanları"ndan ziyade uzman olmayan fakat eğitime dair anlamlı söz söyleyebilen (Emin Çapa, Ersin Kalaycıoğlu gibi) kişilerin de ciddi katkıları olmuştur.

∗∗∗

Örgütlü-örgütsüz bütün bu çabaların iktidara geri adım attırmayacağı biliniyordu. Nihayetinde model ilgili makamlarca kabul edildi ve resmiyet kazandı. Ancak bu, meşruiyet sorununun aşıldığı anlamına gelmiyor. Tam aksine, eğitimin revize edilemeyecek ölçüde çağ dışı bir noktada olduğu, dünden daha radikal müdahale kanısı toplumda karşılık bulmuştur. İktidarın eğitim politikası gayri meşru ise pedagojik olmayan, çocuk psikolojisini gözetmeyen, bilim dışı, dinci, ırkçı,  evrensel insan hak ve değerleri ile uyuşmayan modelinin öğretmenler tarafından reddedilip uygulanmaması o ölçüde meşrudur.

Öğretmenler, okul yöneticileri, öğrenci ve velileri yeni müfredatı Anayasa’ya, eğitim kanunlarına, temel insan ve çocuk haklarına aykırı ve uygunsuz (kanunsuz görev) bularak reddetme hakkına sahiptir. EĞİTİM SEN, CHP, DEM Parti, EMEP, SOL Parti, Halkevleri, KESK ve çok sayıda demokratik toplum kuruluşunun katılımıyla EĞİTİM SEN Genel Başkanı Kemal Irmak’ın duyurduğu "Müfredatı derhal geri çekin, reddediyoruz!" başlıklı çağırı yeter gerekçe sunmaktadır: "Bilime ve bilimsel gerçeklere savaş açtığı, laik eğitim ve laik yaşamı hedef aldığı, cumhuriyetin aydınlanmacı değerlerini ortadan kaldırdığı, toplumsal cinsiyet eşitliğine yer vermediği, kültürel çeşitliği yok saydığı, kamusal eğitimi ortadan kaldırmaya yönelik hazırlandığı; öğrencileri belirsizliğe, umutsuzluğa ve geleceksizliğe sürüklediği; öğrenci yeteneklerini beceriler üzerinden değil değerler üzerinden gerici bir yöntemle ölçtüğü; eğitimi bir bütün olarak dincileştirme ve bütün okulları imam hatip müfredatları ile eşleştirmek, ortak yurttaş bilinci yerine, ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı olduğu için BU MÜFREDATI DERHAL GERİ ÇEKİN!"

∗∗∗

Görüldüğü gibi sendika, siyasi parti ve demokratik toplum kuruluşları da marif modelini siyasi belge olarak ele alıyor ve ona göre muamele edeceklerini belirtiyor. Kuşkusuz eleştirisini eğitim bilimi sınırları içerisinde tutup müfredatın eksikliklerine veya fazlalıklarına veya eğitimin içeriğine uygun olmayan unsurlarına odaklananlar da oldu. Metnin siyasal içeriğini kavrayamayıp hazırlayıcıların laftan sözden, eğitimden anladığını düşünerek onları uyarabileceği sanısıyla görüşünü teknik detaylarla sınırlı tutanların da kamuoyu oluşumuna katkısı yadsınamaz. Fakat yazılarıyla, konuşmalarıyla eğitimin politik bir mesele olduğunu anlatmaya çalışan; bu konuda kitaplar yazmış, çeviriler yapmış ve hatta problemin kaynağını ortaya çıkarmak anlamına gelen eleştirel pedagoji ile iştigal etmiş birinin "Pedagojik olması gereken bu tartışma hızla politik analiz eleştiri ve suçlamalara kaydı." giriş cümlesiyle başlayan raporu katkıdan sayılmaz. Politik analiz ve eleştirileri "suçlama" olarak gören ve politik değerlendirme yapanları "laiklik refleksi" ile hareket eden "ulusalcılar" olduğunu söylemek müfredat tarafına arayıp bulamadığı meşruiyeti vermektir. Kitaplaştırmayı düşündüğü aynı raporunda Kemal Inal, müfredatın din-bilim, akıl-ruh dualizmini Halk Tv’deki programında anlaşılır ve etkili bir şekilde dile getiren Emin Çapa’ya da ayrı bir paragraf ayırıyor: "Eğitimin bir beka sorunu olduğunu anlatan televizyoncu iktisatçı Emin Çapa da abartılı bir dille müfredata çatarken son derece kaba bir jargon kullandı ve açıklamaktan ziyade sloganlara sığındı." Açıkça müfredata yönelik eleştirileri etkisizleştirmek, eleştirenleri aşağılamak ve islamcılara dolaysız destek sunmak anlamına gelen bu bakış açısı kendi mecrasında söylenmiş olsa bir ölçüde kabul edilebilir. Ancak bu dilin muhalefet adına, muhalefetin platformlarında kullanılan bir raporda yer alıyor olması kabul edilemez. O nedenle yararlanmak amacıyla okuma ihtiyacı duyan kişi ve kurumların bu rapora eleştirel bir gözle bakmalarını tavsiye ederim.

                                                                     /././

Sesinizi çıkarmazsanız… (Yalçın Karatepe)

Dün Türk-İş Mayıs ayı açlık ve yoksulluk sınırı verilerini açıkladı. Dört kişilik bir ailenin “dengeli beslenmesi” için gereken gıda harcama tutarı, açlık sınırı Nisan ayına göre yüzde 7’den fazla artarak 18 bin 969 lira olmuş.  Mutfak enflasyonu bu kadar hızlı seyrediyor. Pazartesi günü enflasyon verileri açıklandığında bakalım gıda enflasyonu aylık olarak ne olacak. Buraya kadar okuduğunuzda fark ettiyseniz yoksulluk sınırı rakamından bahsetmedik bile. 62 bin lira olmuş. Bu rakama bakınca, aslında neredeyse tüm çalışanların yoksul olduğu görülüyor. Asgari ücret alan milyonlar varken, 62 bin liranın yetersizliğinden bahsetmeye cesaret bile edemiyoruz.

∗∗∗

Açlık sınırın Mayıs itibariyle 19 bin liraya dayandı ve yılın geri kalan kısmında da artışını sürdüreceğini biliyoruz. Muhtemelen Aralık ayına gelindiğinde 25 bin liranın üzerinde bir rakam göreceğiz.

Peki, asgari ücretin açlık sınırının mevcut seviyesinin bile 2 bin lira altında olmasına rağmen, iktidarın asgari ücrette bir değişiklik olmayacak açıklamasını nasıl yorumlamalıyız? İktidar bunu söyleme cesaretini nereden alıyor?

Enflasyon yüksek seyrettiği için siz farkında olmayabilirsiniz ama iktidar bir “dezenflasyon programı” uyguladığını söylüyor.  Bakan Şimşek’in uyguladıkları bu programa ilişkin “aldığımız tedbirlerin elbette yan etkisi olacaktır” derken açıkça neyi kastettiğini de biliyoruz. Sizin maruz kalacağınız şey işte bu “yan etkiler.” Bakan yan etki diyor ama sizin için doğrudan yol açacağı etkinin yoksulluk olacağını biliyoruz ve bunu da açıklanan verilerde görüyoruz. Asgari ücret ve açlık sınırı verileri bunun bir göstergesi.

Evet, Bakan Şimşek haklı, “yan etki” olur. Ama ne hikmetse bu yan etkiler hep ücretli çalışanlar, emekliler, işsizler gibi yoksul halk kesiminde görülüyor. Başkaları bu programın yan etkisini değil, faydalarını görüyor. Paranız çoksa, iyi faiz kazanırsınız. Yabancı yatırımcıysanız, iyi getiri elde ederseniz, ama yoksulsanız, daha fazla yoksullaşmak zorundasınız. Siz buna razı olmazsanız bu ülke nasıl düze çıkar, değil mi?

Bazı tuzu kuru “popüler ekonomistlerin” ücret artışları konusunda “beklenen enflasyona göre olmalıdır” açıklamaları sanırım iktidarın hoşuna gidiyordur. Beklenen enflasyona göre artış yapılması, gerçekleşen enflasyonun yarattığı tahribatı ortadan kaldırmaz.

Ama illa ki “beklenen enflasyona göre” artış öneriliyor, o zaman vatandaşın beklediği enflasyona göre artışı konuşalım. Çünkü enflasyonu doğru tahmin etme konusunda vatandaş, Merkez Bankasının anket gönderdiği “piyasa katılımcılarından” daha başarılı. Gerçekleşen enflasyon ile görüşü sorulan grupların tahminleri karşılaştırıldığında en yakın veri vatandaştan geliyor.

∗∗∗

Ama yine de unutmayalım ki ücret artışı enflasyon ilişkisi Türkiye’de, önce enflasyonun ortaya çıkması, sonra bu enflasyonun yol açtığı satın alma gücü kaybının bir kısmının telefi edilmesi şeklinde gerçekleşiyor.

Haziran ayı geldi. Asgari ücretin Temmuz ayında artırılmasını sağlamak için şimdiden konuşmaya başlamamız ve bu konuda kamuoyu duyarlılığını artırmamız gerekiyor. Aksi takdirde yılsonu geldiğinde asgari ücretin açlık sınırının yarısına düştüğünü görürüz. Sesinizi çıkarmazsanız olacağı budur.

Ya da boş verin asgari ücreti filan. Bakın Merkez Bankasının döviz rezervleri ne güzel artıyor. Bir taraftan yabancılar para getiriyor, diğer taraftan “yerliler” dövizlerini bozduruyor. İşte bunlara bakın ve sevinin. Niye sadece asgari ücret, emekli aylığı, enflasyon, açlık sınırı gibi sevimsiz verilere bakıyorsunuz?

                                                                      /././

Reform değil deform (Zafer Arapkirli)

BBC’de çalıştığım yıllarda, editoryal standartlar konusundaki tartışmalarda sıkça gündeme gelen bir konu başlığıydı “reform” sözcüğü. Kimi zaman siyasi tartışmaların da konusu olacak bir şekilde, en azından haber metinlerinde “her yasa veya yönetmelik değişikliğine, her siyasi ya da bürokratik yeni düzenlemeye reform deyip dememe” meselesi kim bilir kaç kez tartışılmıştır.

Bizler burada, yani Türkiye’de medyada o sözcüğü o kadar cömert ve ölçüsüzce kullanıyoruz ki, çoğu zaman farkında bile olmadan siyasetçilerin yapmak istediği kurnazca ve bilinçli çarpıtmaya da alet olduğumuzu hissetmişimdir.

Tanımı doğru yapmak gerek.

“Reform” sözcüğünü, “bir şeyleri olumlu, ileri ve daha çağdaş bir istikamette değiştirmek” demektir. Bu tanımın tam tersine, “varolanı geri vitese takıp, mevcut olumlu yönlerini bile ayıklayarak, özgürlükleri ve olumlu unsurları budayarak” dönüştürmenin adı “reform” olamaz.

Ama siyasetçiler yaptıklarını güzel bir ambalaja sarıp kamuoyuna sunabilmek için bu “yutturmacaya” her zaman başvururlar. Aslında her siyasi iktidarın fırsat buldukça kullandığı bir silahtır bu. AKP iktidarı 22 senedir daha sık ve daha sorumsuzca yaptığı için özellikle dikkatimizi çekmiştir. Daha doğrusu, çekmelidir.

Çok doğaldır ki, her siyasi hareket iktidar olduğunda bir şeyleri istediği gibi değiştirme ve dönüştürme çabası içinde olacaktır. Bugünün AKP rejimi de, 2002’de iktidar gelir gelmez bunu yapmaya çalışmış, gerek Anayasa’da gerekse hemen hemen tüm yasalarda yaptığı değişikliklerle Türkiye’yi “kendi ideolojisi, programı ve talepleri doğrultusunda” farklı bir düzleme oturtmak için elinden geleni yapmıştır.

Kimi zaman mevcut yasaları ve mevcut Anayasayı bile elinin tersi ile itip, âmir hükümleri uygulamamak yani tamamen hukuksuzluk yoluna başvurmak şeklindeki davranış biçimlerini bir yana koyarsak, yaptıkları tüm değişiklikleri halka “reform” diye yutturmaya çalışmışlardır.

AKP Genel Başkan Vekili Efkan Âlâ’nın Çarşamba günü basın mensuplarına yaptığı açıklamaları okurken, hep bunları anımsadım.

Efkan Bey, Avrupa Birliği’ne üyelik macerası boyunca, özellikle 2000’li yıllarından başından beri dillerinden düşürmedikleri şu meşhur “türküyü” bir kez daha seslendirmiş. Hani şu “Ankara Kriterleri” türküsü.

“Angara’nın Bağları” türküsünden bile eskidir bu.

İçeriği, özetle “Eğer AB’ye almazlarsa, biz de o kriterlerin (Kopenhag ve Maastricht) adını ‘Ankara Kriterleri’ koyar, yolumuza devam ederiz” olan mâlûm ve mâhut türkü, yıllar öncesinde anlamını yitirdiği ve içi boşaltıdığı, hattâ iyice “detone” söylenmeye başlandığı için, her duyduğumda kulaklarımı tıkayasım geli.

Sayın Âlâ (mealen) “Tarımdan, tükekici haklarına, ekonominin çeşitli alanlarından hukuk ve adalete, medyaya, dijital dönüşüme, eğitim ve sağlığa kaar hemen her alanda reformlar yapılacağından” kısacası “İkinci bir reform dalgasından” söz ediyor.

Reform sözcüğünü o kadar cömertçe ve bilinçli olarak kullanıyor ki, duyan da hazretler iktidara daha “dün” gelmiş ve halka kendilerini yeni yeni tanıtmaya çalışıyorlar zennedecek. Daha da ötesi, sanki önümüzde bir seçim var (kim bilir? belki de vardır) da, “tutucu ve gerici - muhafazakar muhalefete” karşı böyle bir “reformcu ajanda” ile oy istiyorlar.

AKP Genel Başkan Vekili, tabii ki “zekice imal edilmiş bir etiket kullanarak” sözü hemen anayasa değişikliği çabalarına getiriyor. “Türkiye’nin bir an önce şeffaf, katılımcı, demokratik ve sivil bir anayasaya ihtiyacı var. Türkiye’nin, millet iradesini yansıtan, teme hak ve özgürlükleri garanti altına alan bir anayasa yapması gereğinden” de söz ediyor.

Bunu bir süredir sistematik biçimde yapıyor, AKP rejiminin temsilcileri. En başta da Cumhurbaşkanı.

Oysa ki, hayatın 22 yıllık pratiğine bakınca;

1. AKP ideolojisinin bırakın “reform” yapmayı, Türkiye’de varolanı bile her alanda 20-30-50, hattâ eğitim sistemi örneğinde olduğu gibi neredeyse 100 yıl öncesine götürmeyi amaçladığını,

2. Mevcut anayasal ve yasal hakları ve özgürlükleri bile olabildiğince budayarak, Anayasa’nın işlerine gelemyen maddelerini yok sayarak, Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarına uymayarak, AİHM kararlarını yırtıp çöpe atarak yoluna devam ettiğini hepimiz yaşayarak biliyor ve görüyoruz.

AKP’li yöneticilerin ağızlarına sakız ettikleri “Bu ülkeye ve millete dar gelen anayasa” söyleminin, aslında tam tersine (hak ve özgürlükler söz konusu olduğunda) kendilerine ne kadar “bol geldiğini” her fırsatta gösteriyorlar. Bir yandan da yine her ağızlarını açtıklarında “Askeri vesayet rejimi anayasası, darbe anayasası” söylemi ile, 1980 askeri darbesinden sonra 1982’de temeli oluşturulmuş bugünkü Anayasa metnini “Faşist” kendilerini de adeta “Devrimci - Sosyalist” gibi sunma komikliğine tevessül ediyorlar.

Hiç kimse, 12 Eylül 1980 rejiminin faşist bir darbe rejimi olmadığını savunamaz. Ama bugünkü “Tek Adam rejiminin” özellikle hukuk ve yargı alanında, temel özgürlükler alanındaki pratiği, bize 22 yıldır defalarca “12 Eylül’de bile olmadı bunlar” dedirtmiştir.

Bugün, Türkiye’nin gerçekten de AKP’lilerin dediği gibi “şeffaf, katılımcı, demokratik ve sivil” bir anayasaya ihtiyacı vardır. Ama, her attıkları adımda her yaptıkları yeni yasa ve düzenleme ile bunun tam zıddını binlerce kez kanıtlamış olan bugünün yöneticileri “reform ve sivil anayasa” yalanına kanacağımızı sanıyorlarca büyük bir yanılgı içindeler.

Ne reformu?

Yapsanız yapsanız, “deform” yaparsınız siz.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Wilders’in istihbaratçı başbakanı (Umut Can FIRTINA)

Hollanda’da sağ koalisyon, eski istihbaratçı Schoof’un başbakan olmasında anlaştı. Araştırmacı Aydoğdu, Wilders’in tercihinde aşırı sağ politikalarını “ürkütmeden” uygulama isteğinin etkili olduğunu söyledi.
                                                               Wilders ve Schoof (Fotoğraf: İHA)

Hollanda’da İslam ve göçmen karşıtı aşırı sağcı Geert Wilders'in Özgürlük Partisi (PVV) öncülüğünde koalisyon kurmakta anlaşan dört parti, başbakan olarak eski istihbarat başkanı Dick Schoof'un ismi üzerinde uzlaşıya vardı.

Koltuğunu devretmeye hazırlanan Başbakan Mark Rutte'nin merkez sağ Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi (VVD), popülist Çiftçi Vatandaş Hareketi (BBB) ve merkez Yeni Sosyal Sözleşme Partisi (NSC) koalisyonun hükümetinin diğer ortakları olacak. Bugüne kadarki en sağcı hükümetin programı, Hollanda’ya hem sığınma hem de iş göçünü büyük ölçüde azaltmayı öngörüyor. Aile birleşimi ve Hollanda vatandaşlığını zorlaştırmayı planlayan yeni hükümet, güvenlik politikalarına daha fazla kaynak aktaracak. Muhalefet tarafından “zengin sağın hükümeti” olarak nitelendirilen sağ koalisyonun, asgari ücrete zam yapmama ve işsizlik maaşı süresini kısaltma gibi planları da var.

Yakın zamana kadar sosyal demokrat İşçi Partisi (PvdA) üyesi olan 67 yaşındaki Schoof, hâlihazırda Adalet Bakanlığı’nda görev yapıyor. Daha önce ülkenin istihbarat servisi AIVD ve terörle mücadele ajansı NCTV'nin yöneticiliğini üstlenmişti. Schoof'un başında olduğu dönemde, NCTV'nin sosyal medyada sahte hesaplar aracılığıyla yüzlerce siyasetçi, dini lideri ve aktivisti takip ettiğinin ortaya çıkması, tartışmalara neden olmuştu. Bir dönem Hollanda Göçmenlik ve Vatandaşlık Servisi'nin başkanlığı görevini de yürüten Schoof, 2000 yılında hazırlanan Yabancılar Yasası'nın da mimarlarındandı.

‘AŞIRI SAĞ’ TABU OLDU

Araştırmacı ve tarihçi Zafer Aydoğdu, Hollanda’da yaşanan son gelişmeleri BirGün’e değerlendirdi: “Yeni başbakan adayı, 2021'e kadar İşçi Partisi’nin üyesiydi. Bizzat Wilders'in koruması ile ilgili memurdu. Bu vesileyle tanışıyorlar ve Wilders'i yakından takip ettiği için onun birçok sırrını da biliyor. Wilders’in İsrail ve Rusya ile irtibatlarını da araştırdığı iddiası da var. 2022'de Müslümanlara yönelik bir araştırmanın da sorumlularından. Özel bürolara sübvansiyon vererek, camilerde Müslüman kökenlilere para karşılığı istihbarat toplatan bir kişi olarak gündeme geldi.

Wilders'ın bir önce önerdiği başbakan adayı Ronald Plasterk de eski İşçi Partili bir bakandı. Onun da bazı usulsüzlükleri ortaya çıktı. İlaç şirketi kurarak zenginleşmiş birisi. Wilders soldan insanları öne sürüyor, çünkü ‘aşırı sağ’ kavramını kullanmak adeta tabu oldu. Parlemento başkanı -ki o da Wilders'in partisinden- “Nazi çağrışımı yaptığı” gerekçesiyle bu kavramın kullanılmaması gerektiğini mecliste tenkit etti.

Genel olarak bir sağa kayma söz konusu ve bunu yaklaşan Avrupa Parlamentosu seçiminde daha net göreceğiz. Güvenlik konuları (mülteci akını, Ukrayna-Rusya ve Gazze) ve yaratılan suni krizler bu gelişmelerde rol oynuyor. Sağın her zaman başvurduğu bir yöntem: Canınız mı malınız mı? “Kötünün iyisi” mantığı insanları sağdan yana tercih etmeye zorluyor. 11 Eylül'den bu tarafa yaratılan bu korku etkisi halen sürüyor. Wilders bu sebeple olsa gerek, güvenlik ve istihbarattan anlayan üst düzey bir memuru başbakan adayı gösteriyor.

KISA ÖMÜRLÜ

Sağcı koalisyon aslında yeni bir şey getirmiyor. Birkaç konu hariç önceki neoliberallerin uyguladığı programın uzantısı adeta. Bunlar da çiftçi partisinin önerileri olsa gerek. Aslında Wilders de vaat ettiği birçok şeyi gerçekleştiremiyor. Diğer partiler bir şekilde Wilders'i frenlemiş oluyorlar. Biraz da amaçları bu: Onu başbakan yapmadılar, aksi takdirde kırıp dökecek. İki yıl sonra erken seçim hesapları sürüyor. Hükümet dağılırsa kime fatura edilir, kestirmek zor. Wilders diğer partilere ödettirmek isteyecektir. Başaramazsa düşer.”

(BİRGÜN)


Cumhuriyet KÖŞEBAŞI (31 Mayıs 2024)

 

AKP kendi teklifini nasıl geri çekti (Barış Pehlivan)

Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu’nda yapılacak bir değişiklik çok tartışıldı. Buna göre emekli askerlere konuşma yasağı getirilecek ve hapis cezası istenecekti. Duymuşsunuzdur; beklenmedik bir gelişme oldu ve ilgili düzenleme oybirliğiyle kanun teklifinden çıkarıldı. İşte bu geri adımın nasıl atıldığını merak ederken çarpıcı bir bilgi duydum.  

Buna göre bazı emekli askerler, AKP İzmir Milletvekili Mehmet Ali Çelebi ile iletişime geçti. Keza kendisi de eski asker olan Çelebi, bu tartışmalı teklifin ilk imza sahiplerinden biriydi.

Duydum ki Çelebi, ilgili konuşma yasağına karşı çıkan eski komutanlarını sosyal medyada hedef gösterse de kaygılarını dikkate aldı. Ve AKP’nin kendi teklifindeki tartışmalı ikinci maddenin kanunlaşmasını engellemede rol oynadı.

SİLİNEN ŞÜPHELİ FOTOĞRAFLAR

Tetikçi Eray Özyağcı’nın Sinan Ateş’i öldürdükten hemen sonra Bolu’ya kaçırıldığını biliyoruz. Halk TV’de “Kayda Geçsin” programına katılan Ayşe Ateş, tetikçinin MHP Bolu milletvekili olan İsmail Akgül’ün babasının evinde saklandığını öne sürdü. Baba Mehmet Akgül’ün Bolu’nun Karacaağaç Yaylası’ndaki evinde arama yapıldığını da açıkladı.

Merak bu ya...

Acaba, o yaylaya Olcay Kılavuz ve Ahmet Yiğit Yıldırım da sık uğrar mıydı? Hatta orada çekilen fotoğrafları yakın zamanda sosyal medyadan silindi mi?

ÖZLEM KUMRULAR’IN ARDINDAN

Ölüm haberini aldığımdan beri Behçet Necatigil’in şiirindeki “bitmeyen işler yüzünden” dizesi geliyor aklıma...

Gazeteciliğe başladığım Kaçak Yayın dergisinin heyecan veren yazarıydı. Sonra hep hayranlıkla izlediğim arkadaşım oldu. Ortak dostlarla evinde yemek yiyecektik geçen sene. “Bir türlü eve gelemediğim için olmadı” diyordu. Maalesef hepimizin “bitmeyen işleri” vardı, seçim sonrasına ertelemiştik. Buluşacakken ağır yaralandığı o kaza gerçekleşti.

Ve şimdi neşesine özlem duyacağımız kadar uzaklarda. Ortak kitaba imza attığı Metin Uca gibi gitti yanımızdan.

Profesördü. Milyon dolarlar değerinde yat sahibi olan rektörlerden dert yanıyordu. Onların laik akademisyen kadınlara yaptığı eziyeti anlatırdı. “Birileri bu akademik magandalara engel olsun” derdi. Yaşarken ona hak ettiği değeri verebildiğimizden şüpheliyim, heyhat!

Özlemle hatırlayacağım...

                                                    /././

Einstein imam hatipte okusaydı (Özdemir İnce)

AKP aklı, bütün başarılı öğrencileri imam hatip okulları adlı medreselerinde toplamak için türlü desiselere başvuruyor. Böylece dindar ve kindar bilim insanı, felsefeci, yazar ve sanatçıları yaratarak tek eksilerini (!) kapatacaklar! Değil günümüzün en başarılı çocuklarını, Thales, Pisagor, Arşimet, Newton, Kopernik, Galileo, Darwin, Einstein, Stephen Hawking; Biruni, Cezeri, Harezmi, İbni Haldun, İbni Sina, Ali Kuşçu, Farabi, Cahit Arf, Hulusi Behçet, Aziz Sancar vb. gibi geçmişin ve günümüzün dâhilerini bile AKP’nin imam hatiplerine doldursanız sonunda ancak dinbaz, kötü siyasetçi ve haramzade müteahhit yetiştirebilirsiniz. Çünkü günümüzün sünnetçi Gazalileri tarafından akılları ve imgelem güçleri sünnet edilir. Akıl ile inanç, çiftleşmezler.

Bilimin kaynağında kör inanç ve vahiy yoktur, akıl vardır. Bilim ve sanatın Tanrı ve dinle doğrudan, dolaylı-dolaysız bir ilişki ve sorunu yoktur ama din adamıyla (ruhbanla) ve dinbazla sorunu vardır. Tanrı ve din “insan” değildir ama rahip, haham, imam ve dinbaz “insan”dır. Hadi meslekleridir diye rahip, haham ve imamı idare edelim ama dinbaz  neyin nesi, kimin fesi oluyor? Dinbaz, dinin yozlaşmış, kokuşmuş materyalist ürünüdür. İnsanları uyutmak için imam hatip okulları açar, çiftlik ve inek banklar kurar. Tanrı ve din, bilimsel akıldan gocunmaz ama dinbaz, engizisyon mahkemeleri kurup bilim insanlarını ateşlikte yakar, zulmeder; (İskenderiyeli Hypatia, Sokrates, Pisagor, Galileo, Kopernik, Newton, Darwin, Lavoisier, Bruno, Bacon vb.) Hallac-ı Mansur gibi derisini yüzer, türlü çeşitli zulümler eder. (İbni Sina, Suhreverdi, El Kindi, Farabi vb.)

Bilimlerin (science) tamamı laik temellere dayanır. Vahiy kaynaklı bilim yoktur. Bilim:

1) Deney yaparak ve gerçeğe, gerçekliğe dayanarak birtakım yasalara ulaşan bilgi yolu, düzenli ve tutarlı bilgi.

2) Yöntemle elde edilen ve uygulamayla doğrulanan, her zaman ve her yerde geçerlik ve kesinlik nitelikleri taşıyan yöntemli ve dizgesel bilgi.

3) Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkarak belli bir amaca yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci.

Teoloji ve ilahiyatın anlamı “Tanrı bilim” ya da “din bilim” değil, “Tanrı bilgisi”dir, “din bilgisi”dir. Türkçeye yanlış tercüme edilmiştir. Bilim, ilahiyatı kapsamadığı gibi ilahiyat da bilimi kapsamaz. Yerçekimini ya da izafiyet teorisini ilahiyat ile açıklayamazsınız. Örneğin Tanrı’nın varlığı konusunda deneye dayalı bilgi edinemezsiniz.

Dünyanın her ülkesinde bir mesleğe kaynaklık eden üniversiteler vardır. Örneğin Paris’in Ulm Sokağı’ndaki Yüksek Öğretmen Okulu (Ecole Normale Superieure) çok önemlidir. Her dalda dünyaca ünlü bilimciler, filozof ve yazarlar (Samuel Beckett, Louis Althusser, Jacques Derrida, Paul Selan) hocalık yaparlar. Dünya çapında yüzlerce mezunu (Fransa Cumhurbaşkanı Georges Pompidou, Jean Paul Sartre, Paul Nizan, Simon de Beauvoir...) arasında sadece bir Türk var: Matematikçi Cahit Arf.

Cumhuriyetin en önemli iki eylemimden ilki laiklik, ikincisi Tevhidi Tedrisat Kanunu’dur. Bu yasanın din görevlisi eğitimini düzenleyen 4. maddesi medreselerin kapatılmasına karşılık imamlık ve hatiplik gibi dini hizmetlerin görülebilmesi için ayrı okullar açılmasını öngörüyordu. 1924 yılında “İmam Hatip Mektepleri” adı altında 29 okul açıldı.

Uygar ülkelerde yüz yıldır imam hatip benzeri okul yok. Din öğrenimi için bireyin reşit (18 yaşına girmiş) olmasını öngören devletler bu okulları kapattı ve yüksek teoloji öğrenimi için sivil lise öğrenimini zorunlu gördü.

Türkiye’de imam hatip ortaokulu var mı diye araştırma yaparken “Didim Anadolu İmam Hatip Lisesi Fen ve Sosyal Bilimler Proje Okulu” diye bir okulla karşılaştım. Muğla Bodrum Şehit Türkmen Tekin Anadolu İmam Hatip Lisesi bile var. Bu ne soytarılık! Bu gidişle Robert imam hatip koleji bile açar bu adamlar. Zarf değiştirmekte pek mahirdirler. Açarlar dedim ya, mezunlarını çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarında kilit noktalara getirmek için Kartal İmam Hatip Lisesi’ni açmışlar. Mahdum Bilal Erdoğan ve tayfası bu okul mezunu.

(Cumhuriyet)