10 Haziran 2024 Pazartesi

soL KÖŞEBAŞI (10 Haziran 2024)+Avrupa’da ‘aşırı sağ’ rüzgarı: Fransa’da Meclis feshedildi, Almanya’da AfD ikinci parti oldu +Sigara kullanımı 'geriledi' diyen Erdoğan'ı veriler yalanlıyor: Tam aksine rekor artış var

Notre Dame: Paris’in Arap mimarisi etkileri taşıyan ikonik katedrali (DIANA DARKE)

Eğer Suriyeli ustalardan oluşan bir grup da katedralin restorasyonunda yer alsaydı, tarih tam anlamıyla tekerrür etmiş olurdu.

2019 yılında çıkan yangın sonucu büyük hasar gören Paris'teki Notre Dame katedralinin restorasyon süreci neredeyse tamamlandı.Avrupalılar, Ortaçağ'da hem Haçlı Seferleri hem de Endülüs Emevilerle kültürel etkileşimler vesilesiyle Arap mimarisinden oldukça etkilenmişti. Al Majalla dergisinde yayımlanan makalede, inşaatı 1163 yılında başlayan ve 1345 yılında tamamlanan katedralin Arap mimarisinden nasıl ilham aldığı ele alınıyor.

Çeviri: Oğulcan Kutay Kıvanç

Fransa’nın en ünlü Gotik katedrali Notre Dame de Paris’in restorasyonu pandeminin neden olduğu gecikmelere rağmen tamamlanmak üzere. 

26 Temmuz - 11 Ağustos tarihleri arasında Paris Olimpiyatlarına gelecek ziyaretçiler için dış iskele yaza kadar kaldırılacak. İç yenileme ise 8 Aralık’ta gerçekleşecek olan Pazar Ayini’ne kadar hazır olacak.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Nisan 2019’da yangın sırasında yaptığı bir konuşmada Fransız halkına “beş yıl içinde onu hep birlikte yeniden inşa edeceğiz” dediğinde bu iş imkânsız gibi gözüküyordu.

Peki Fransa bu başarıya nasıl ulaştı? Cevabı üç kelimeyle özetlenebilir: liderlik, para ve işgücü. Restorasyonun başına atanan Fransız generali geçtiğimiz sene bir dağ yürüyüşünde trajik bir kaza sonucu hayatını kaybetmiş olsa da yerine yine Savunma Bakanlığı geçmişi olan bir isim hızla bulundu.

11 Nisan 2024'te çekilen bir AFP videosundan oluşturulan bu kesit, Paris'teki Notre Dame Katedrali'nin içindeki iskeleleri gösteriyor. Katedral, 15 Nisan 2019'da yıkıcı yangınla harap olmasının ardından restore edildi.

Bağışlar ile o kadar çok para toplandı ki muhtemelen gelecekteki bakımlar için bile bol miktarda para kalacak. Son olarak, alanlarında en iyi mimar ve mühendisleri çalıştırmak için büyük çaba sarf edildi. 

Alanlarında en iyisi olan insanların hızlı çalıştığı bir gerçek. Sicilya’da Normanlar, Arap başkenti Palermo’yu ele geçirip caminin yerine Palermo Katedrali’nin inşa edilmesini emrettiklerinde katedralin inşası aynı nedenlerle bir yıl içinde tamamlanmıştı. 

Normanların parası vardı. İnşa etmek istedikleri şeyin boyutunu biliyorlardı ve alanlarında usta olan Arap mühendis, marangoz ve duvarcıları çalıştırmışlardı. 

Yaklaşık bin yıl önce Notre Dame de Paris’in inşaat çalışmaları başladığında da durum aynı olacaktı. Haçlı Seferlerinden getirilen ganimetler ve Endülüs’te fethedilen topraklardan alınan vergilerle zengin olan Norman şövalyeleri ve piskoposları, paranın satın alabileceği en iyi zanaatkarları toplamış ve bu sayede katedralin inşaatı dönemin şartlarına göre çok hızlı bir şekilde bir tamamlanmıştı.

Suriye ve Filistin topraklarında savaşarak geçirdikleri yıllar boyunca Haçlılar, erken Hıristiyan mimarisinin pek çok tarzından etkilenmişlerdi. Geri getirdikleri ana tasarım özelliği, bunları inşa edecek en iyi Suriyeli taş ustalarıyla birlikte, anıtsal cephenin iki yanında yer alan ikiz kulelerdi. 

Gördükleri en ünlü hac yeri, eski Antioch (Antakya) limanından başlayan hac yolu boyunca, yerel kireçtaşından işlenmiş bloklarla inşa edilmiş bir dizi kilise ile birlikte, Halep’in kuzeybatısında bulunan bir tepenin üzerinde yer alan Aziz Simeon Bazilikasıydı.  

Bu kiliselerin amacı hacıları karşılamak ve onlara önemli bir yere geldiklerini hissettirmekti. Bu yüzden anıtsal cepheler güzel heykellerle oyulmaya başlandı. Suriye’deki bu hac kiliselerinin en iyi korunanlarından biri olan Qalb Lozeh (Arapça 'Bademin Kalbi') bugün hala Suriye’nin kuzeybatısında aynı adı taşıyan bir Dürzi köyünde yüksek bir yerde bulunmaktadır. 

Qalb Loze, Suriye'nin kuzeybatısındaki bir Dürzi köyüdür. Köy, 5. yüzyıldan kalma kilisesi ve diğer Bizans dönemi kalıntılarıyla ünlüdür.

Üç katlı kuleleri, batıya bakan anıtsal girişi ve yan koridorlarla çevrili dikdörtgen bir nefe1 açılmasıyla tıpkı minyatür bir Notre Dame gibidir. Bunun yanı sıra, yüzyıllar süren denemeler sonucu yerel kireçtaşının, en bol ve dayanıklı yapı malzemesi olarak kullanılmasıyla elden edilen üstün kaliteli Suriye taş işçiliği, hala Qalb Lozeh’in oldukça süslü güney kapısında ve taş ustasının sanki rüzgârda uçuşuyormuş gibi görünen akantus yapraklarını oyduğu Aziz Simeon Bazilikası'nın taş sütun başlığında görülebilmektedir.  

Notre Dame’ın güney kapısının da böyle ayrıntılı ve nefinin de tam olarak böyle bir başlığa sahip olması bize Notre Dame’da Suriyeli bir taş ustasının çalışmış olabileceğini düşündürmektedir. 12. yüzyıldan kalma orijinal Notre Dame’ın sütun başlıklarının birçoğunun alçı dökümleri, 19. Yüzyılda Gotik Canlanma döneminde yapılmış ve Londra’daki V&A Müzesi’nde sergilenmeye konulmuştur.

Seine Nehri'nin ortasındaki bir adada, Fransa'nın başkentinin kalbinde yükselen Notre Dame katedrali, inşa edildiği dönemde son teknolojiyi temsil ediyordu. Nefi kaplamak için kullanılan taş tonoz2 teknikleri, İslam dünyası aracılığıyla tanıtılan devrim niteliğinde yeniliklerdi.

Avrupa topraklarında 11. ve 12. yüzyıllara kadar gelişen ve kültürleri herhangi bir Latin Hıristiyan rakibinden çok daha gelişmiş ve bilimsel açıdan ileride olan iki Arap başkentinde, nervürlü3 tonoz örnekleri halihazırda mevcuttu.

Cordoba Mezquita'nın 10. yüzyıldan kalma üç adet nervürlü kubbesi hala bulunmaktadır ve 1000 yıllık varlığı boyunca yapısal onarım gerektirmemiştir. 2015 yılında İspanyol akademisyenler tarafından incelendiğinde kullanılan geometrinin o kadar ileri düzeyde olduğu görülmüştür ki bunu bir başyapıt olarak nitelendirmişlerdir. 

Cordoba Emevîleri, 750 yılında Abbasiler tarafından Bağdat'tan sürgün edildikten sonra, taş işçiliği becerilerini ilk olarak Suriye'den ve başkentleri Şam'dan getirdiler. O zamanlar hiçbir Avrupalı ​​duvarcı bu bilgiye sahip değildi, sadece yavaş yavaş Arap duvar ustalarından öğreniyorlardı. Bu aynı zamanda, daha önce “anonim” olan mimar ve taş ustalarının isimlerinin Hıristiyan arşivlerinde görünmeye başladığı döneme denk gelmektedir. 

Bugün bile Arapçadan türemiş ve İspanyolcada inşaat alanında kullanılmakta olan mimar için kullanılan "alarife," duvarcı anlamına gelen "albañil," tuğla için "ataba," kaldırım taşı için "adoquín" ve iskele anlamına gelen "andamio" kelimeleri, orta çağ inşaat dünyasındaki Arap hakimiyetini göstermektedir.

Notre Dame’ın yeniden inşa edilen taş tonozları, yangın sırasında ağır kurşunla kaplı ikonik kulenin yıkılmasıyla ağır hasar aldı ancak neyse ki batı cephesindeki oymalar zarar görmedi. Bu oyma süslemeler de tarihi Suriye ve Filistin'den türeyen hassas dekoratif tasarımlara tanıklık etmektedir. Sivri ve üç loblu kemerleri ise ilk olarak, 690 yılında Kudüs'te inşa edilen ve Haçlı Tapınak Şövalyeleri tarafından sembol olarak benimsenen Kubbetü's-Sahra’da görülmüştür.

Tüm bu tarz ve teknikler hem Hristiyan hem de İslam dünyası için kutsal kabul edilen Ortadoğu modellerinden kopyalanarak, kuzeybatı İspanya'daki Santiago de Compostela hac yolu boyunca bulunan kiliseler aracılığıyla Avrupa'ya yayılmıştır.

Bu tarz ve teknikler daha sonra Avrupa'nın Gotik katedrallerinde daha da geliştirildi. Bu gelişmeyi, hem bu dünyada hem de ahirette prestijli yapı mirasları aracılığıyla ölümsüzleşmek isteyen piskoposlar, başrahipler ve krallar arasındaki yoğun rekabet teşvik etti. Kendilerini gelecek nesillere aktarmak için genellikle vitray pencerelerde, Gotik mimarinin 'doğum yeri' olarak kabul edilen Saint-Denis'teki Başrahip Suger gibi, ya da kimi zaman azizler ve peygamberlerin yanında katedral cephelerindeki heykellerde yer alıyorlardı.

Bugün, 21. yüzyılda Notre Dame'ın restorasyonunda aynı rekabetçi ruh görülmektedir. Dünyanın dört bir yanından zanaatkarlar, dünyaca ünlü bu anıtı restore etme fırsatının bir parçası olmak için bir araya geldi. En az 100 taş ustası, 150 marangoz ve 200 çatı ustasına ihtiyaç duyulan bu projeye, bazıları sahada, bazıları ise Normandiya'nın çeşitli yerlerinde bulunan atölyelerde olmak üzere bine yakın kişi katılıyor.

Restorasyon sürecini takip eden belgeseller, projenin öncüleri olan gururlu Fransız mimar ve uzmanlara odaklanmakta. Laikliğiyle bilinen Fransa, en değerli dini binasının restorasyonunu Fransız ulusal kimliğinin bir zaferi olarak resmetmek istese de gerçek şu ki, en iyi zanaatkarları ne Fransız ne de Hıristiyan.

Örneğin, ABD medyasında, nefin meşe çatı kirişlerini yapmak için uzmanlıklarından yararlanılan, Yahudi kökenli bazı üyelerin de bulunduğu küçük bir Amerikalı marangoz ekibinin hikayeleri ortaya çıktı. Bu marangozlar, üyeleri 25 farklı milletten oluşan Fransa merkezli Sınır Tanımayan Marangozlar adlı bir sivil toplum kuruluşuna bağlı.

Fransa ve Bosna'dan Müslüman marangozlar, Hindistan'dan bir Hindu ve geleneksel el işçiliği yöntemlerinde uzmanlaşmış diğer pek çok kişi ile birlikte Notre Dame'ın nefinin ahşap kirişlerinde çalıştılar. Hepsi, Fransız bir Müslüman tarafından kurulan Atelier de La Grande Oye’nin çalışanlarıydı.

Eğer Suriyeli ustalardan oluşan bir grup da bu muhteşem katedralin restorasyonunda yer alsaydı, tarih tam anlamıyla tekerrür etmiş olurdu.

  • 1.Çevirmen notu: Nef, bir Roma bazilikasının veya bir Hıristiyan kilisesinin uzun ve dar orta alanına verilen isimdir.
  • 2.Çevirmen notu: Tonoz; mimarlıkta kemerlerin bir araya gelmesiyle oluşturulan, genellikle tavan örtüsü olarak işlev gören yapı parçasıdır. Çoğunlukla tuğla ve harçla örülür ve alttan obruk, yarım silindir biçiminde görünür.
  • 3.Çevirmen notu: Nervür, yüzeylerin taşıma gücünü ve dayanıklılığı arttıran çıkıntıdır

                                                              /././

Hasbahçe’nin solan gülleri (Engin Solakoğlu)

“Avrupa yıkılır mı?” dersek bir olasılığı gündeme getirmiş oluruz. Böyle bir olasılığı konuşulabilir, tartışılabilir kılan gelişmeler yaşanıyor Avrupa’da.

“Yeni Dünya Düzeni” buyurmuşlardı. Tarih bitmişti. Kapitalizm kazanmıştı. Kavga bitmişti. Savaş olmayacaktı, olsa da pek kasmayacak, kültürler arası ve yerel kalacaktı. Geçen yüzyılın sonlarına doğru Batı’da ve ondan etkilenen bölgelerde egemen düşünce ikliminden söz ediyorum.

Meslek hayatıma öyle bir iklimde başladım. Yeni dönem, yeni olanaklar, yeni “fırsat pencereleri” demekti. Oldum olası bu Anglo-Sakson terimi sevmedim. Pencerenin iki yönlü olduğunu, olması gerektiğini unutturmaya yönelik bir gözbağcılık denemesi gibi geliyordu bana. Sana fırsat penceresi olarak görünen boşluğun seni de karşındaki ya da karşındakiler için bir fırsat penceresi haline getirdiğini gizlemeyi amaçlıyordu. Artık kapıları bırakıp pencerelerden sızma özgürlüğü vardı ama merdiveni ya da boyu uzun olanlar daha çok pencereye erişebiliyorlardı. Başka bir deyişle özgürlük vardı ama eşitlik yoktu. Eşitlik olmayınca sözü edilen özgürlük mevcut eşitsizlikleri daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramıyordu.

Aradan geçen yaklaşık 35 yılda, görece daha iyiye giden bölgeler, ülkeler oldu ama genel olarak dünya pek de vaat edildiği gibi bir yer haline gelmedi. Her anlamda gerilemenin yaşandığı bölgelerin başında ise Avrupa geliyor. Avrupa’da yaşayan halkların hakları da olanakları da daraldı. Toplumsal örgütlülük, sendikalaşma oranı geriledi. Medya tekelleri daha da güçlendi. Kolluk şiddeti arttı ve yargı erki giderek sağcılaşan siyasi erkle daha fazla çatışır hale geldi. Buraya kadar siyasi analiz veya iddia yok. Bunlar somut tespitler.

Dünyaya coğrafi anlamda da hâkim olan sermaye sınıfının kendi içindeki kâr kavgası gezegeni eskisinden daha da tekinsiz hale getirdi.  Ukrayna-Rusya savaşının nükleer aşamaya geçmesi mümkün olduğu gibi, İsrail’in soykırımcı saldırganlığına İran’ın da nükleer karşılık üretmesi imkân dahilinde. Nükleer silahları ateşleyecek düğmelerin parmaklara yakın durduğu bir başka bölge ise Kore yarımadası. İki kutuplu dönemin “dehşet dengesi”nden geldiğimiz nokta “dengesizliğin dehşeti”. Hafta içinde N. Evrim Önal Avrupa’ya dair “Avrupa yıkılmalıdır” başlıklı bir yazı yazdı. Kaçırdıysanız şuradan okuyabilirsiniz

Avrupa neresi? Coğrafi bakımdan bile tartışmalı bir bölgeden söz ediyoruz. Kıta diyemiyorum çünkü “kıta”nın coğrafi tanımına uymuyor. Sınırları belirsiz. “Avrupa kıtası” siyasi bir iddiadan ibaret. Evrim’in yazısından anladığım sermaye düzeninin, dünyaya sömürgeci gözlüklerle bakmakta ısrarlı bir bakış açısının yıkılması.

“Avrupa yıkılmalıdır” söylemi tarihsel bir zorunluluk olabileceği gibi, bir talimat, bir arzu ya da bir öngörüyü ifade edebilir. “Avrupa yıkılır mı?” dersek bir olasılığı gündeme getirmiş oluruz. Böyle bir olasılığı konuşulabilir, tartışılabilir kılan gelişmeler  yaşanıyor Avrupa’da.

Hep karışıyor ama Avrupa ile Avrupa Birliği aynı çerçeveye oturmuyor. Yine de Avrupa Birliği bu bölgenin belli başlı ülkelerini temsil ettiği için Avrupa adına konuşma hakkını buluyor kendinde. Avrupa Birliği’nin bir Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi var. Makamın tam adı biraz daha afili: Avrupa Birliği Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği. Katalan/İspanyol siyasetçi Josep Borrell 2019’dan beri bu görevi sürdürüyor. Avrupa Birliği Komisyonu’nu bir tür Avrupa hükümeti gibi düşünürsek, Dışişleri Bakanı.

Borrell bundan yaklaşık iki yıl kadar önce yaptığı bir konuşmada Avrupa’yı bir bahçeye dünyanın geri kalanını ise vahşi bir ormana benzetmişti. Gelen tepkiler üzerine örtülü bir şekilde özür diledi, ifadesini yumuşatmaya çalıştı ama Basra harap olmuştu bir kere...

Sosyal Demokrat bir siyasetçi olan Borrell’in bu tanımlaması bir gerçeği ifade etmekten çok, Avrupalıların dünyaya bakış açısını açık biçimde özetlediği için önemsendi. Avrupa bir bahçeydi ve çevresindeki vahşetten korunması gerekiyordu. Bu vahşetin oluşum sebeplerinin başında Avrupa bahçesini yeşerten eski ve yeni sömürgeciliğin geldiği gerçeği ise bugünün Avrupalı yöneticileri açısından tarihsel bir ayrıntıydı. Keza Yemen’de, Sudan’da, Filistin’de, Kongo’da yaşanan vahşetin silahlarını üretip satan da Avrupa ülkeleriydi ama bu da önemli değildi. Bahçeyi ekip biçenlerin önemli bir bölümü de vahşetin hüküm sürdürüldüğü yerlerden kopmaya mecbur bırakılan “esmer” işgücüydü ama bu da sayılmıyordu.

Avrupa ülkeleri dünyaya vahşetin hammaddesini ihraç ediyor, karşılığında elde ettikleriyle bahçesini gübreliyor, duvarlarını yükseltiyor, sonra da o duvarın üzerine çıkıp “vahşi dünya”ya son sistem megafonlarla medeniyet vaazları veriyordu.

Borrell’in kurduğu denklem basitti. Barbarların duvarı aşıp bahçeyi işgal etme riski bulunuyordu ve buna karşı tedbir şarttı.  Gelin görün ki, dünyada ve Avrupa’da yaşanan gelişmeler “Bahçe” için asıl tehlikenin yine bahçenin içinden geldiğini gösterdi. Avrupalı bakımından “vahşi orman”a ait olduğu düşünülen siyasi saldırılar artmaya başladı. Hem de öyle sadece “sakallı uğursuzlar” filan değil, çoğunluğu “karbeyaz” Avrupalı saldırganlar tarafından gerçekleştirilen eylemler. Üzerinden zaman geçtiği için hesaba katmayanlar olabilir ama anımsatmak gerekir. İngiltere İşçi Partisi’ne mensup bir milletvekili, Jo Cox, 2106’da bir seçim çalışması sırasında öldürüldü. Katili ırkçı, beyaz üstünlükçü (white supremacist) bir İngilizdi. Muhafazakar partili bir milletvekili, David Amess 2021’de bu kez Britanya vatandaşı bir İslamcı terörist tarafından katledildi. 

Slovakya Başbakanı Robert Fico 15 Mayıs’ta silahlı bir saldırıya uğradı. Slovak saldırgan, Fico’nun Rusya’ya yakın bir siyaset izlemesine saldırısına gerekçe gösterdi. AP üyesi Alman Sosyal Demokrat Mathias Ecke, aynı günlerde Dresden’de aşırı sağcı bir grubun saldırısı sonucu yaralandı.

Avrupa Parlamentosu seçimleri siz bu yazıyı okurken sona ermiş olacak. AB’ye üye 28 ülkeden seçilecek temsilcilerden oluşacak parlamentoda sağ ve aşırı sağ partiler muhtemelen geniş bir çoğunluk sağlayacaklar. 

Doğu’yu bir kenara bırakıp sadece Batı Avrupa’ya bakarsak aşırı sağ İtalya’da hükümet, Hollanda’da koalisyonun büyük ortağı, Fransa’da müstakbel iktidar, Almanya’da kamuoyu yoklamalarında CDU’nun ardından ikinci sırada... Bir başka deyişle, barbarlar duvarın dışında değil, bahçenin içinde tepinmekteler. Bu gidişle Avrupa gerçekten yıkılacak ama yıkım içten ve faşizm eliyle gerçekleşecek. 

Avrupa yıkılırsa yıkılsın diyebiliriz. Yine de Avrupa’nın yıkılmasının insanlığın ortak mücadelesiyle yaratılan değerlerin sonu anlamına gelmemesi, İran’da, Türkmenistan’da veya Afganistan’da hüküm süren haydutluğun galebe çalmasına yol açmaması gerekiyor. Avrupa salt sömürünün, sömürgeciliğin ve ırkçılığın değil, eşitlik düşüncesinin ve onun peşi sıra gelmesi gereken özgürlüğün, Marx, Engels ve Robespierre’in de anavatanı. Avrupa’nın viran bahçesinden taşacak faşist azgınlığa karşı dururken, insanlık mirası saydığımız o değerleri taşıyacak ve gezegene hâkim kılacak bir sınıfa, bir harekete ve halklara her zaman ihtiyaç olacak.

                                                               ***

Bu hafta acı bir kayıp yaşadık. Sevgili Kadir Sev Hoca’yı bence zamansız yitirdik. Kendisiyle çok kısa süre çalışabilmiş olmaktan üzüntü duyuyorum. Yurtsever, çalışkan ve inançlı bir komünist eksildi aramızdan. Ailesine ve yoldaşlarıma başsağlığı diliyorum.

                                                            /././

'Düşmanlıklar zamanı'* (Erkan Yıldız)

Öykülerin merkezinde çocuklar var. İsrail işgaline, kamplara, yoksulluğa, inat etmeye, aileye ve vatana dair yazılan her şeyde, Kanafani çocukların gözlerini adeta bir vizör gibi kullanıyor.

Soykırımcı İsrail Devleti’nin Gazze’ye saldırıları başladığında “Filistin’in Çocukları - Hayfa’ya Dönüş ve Diğer Öyküler” isimli öykü kitabını henüz bitirmiştim. Aradan geçen zamanda İsrail, nazizme rahmet okutan bir nefretle, alçaklıkla Filistinli kadınlara, erkeklere, çocuklara ve yaşlılara saldırmaya, onları yok etmeye devam ediyor. Bu tablo karşısında derli toplu, küfürsüz iki cümle kuracak gücü bulmak çok zor. İsrail’in yaptığı soykırım tüm ağırlığıyla büyük bir nefret ve çaresizlik bırakıyor geride.

Bu yok edici saldırganlığa karşı Filistinlilerin haysiyet abidesine dönüşen direnişlerini görüyoruz. Filistin’in bu direnişi insanlıktan umudunu kesmeyenlerin direnişidir ve kuşkusuz yeni değildir.

“Filistin’in Çocukları” hem direnişin kaynaklarını hem de direnişin koşullarını gözler önüne seren, incelikle kaleme alınmış  öykülerden oluşuyor. Kitabın yazarı hayata sürgün olarak başlayan, devrimci Gassan Kanafani.

Şu anda baskısı bulunmayan kitabı İngilizceden dilimize Seher Özbey çevirmiş. Kitap 2010 yılında Otonom Yayıncılık tarafından basılmış. Kanafani’nin 15 öyküsünün yer aldığı kitapta, Karen E. Riley tarafından kaleme alınan ve Kanafani hakkında biyografik bilgileri de paylaşan bir metin ve yine Karen E. Riley ve Barbara Harlow tarafından yazılmış bir “Giriş” yazısı mevcut. Bu iki yazı hem Kanafani’nin hayatını şekillendiren kritik evrelerin altını çiziyor hem de bunların edebiyatına etkisinin.

Çocukların gözlerinde Filistin

Öykülerin merkezinde çocuklar var. İsrail işgaline, kamplara, yoksulluğa, inat etmeye, aileye ve vatana dair yazılan her şeyde, Kanafani çocukların gözlerini adeta bir vizör gibi kullanıyor. Onlar ne hissediyorsa, neyi, nasıl görüyorsa hikayelerde de o var.

Yazarın, 12 yaşında sürgünle tanışıp, yaşı ilerledikçe Filistinliler için kurulan kamplarda kendisi gibi sürgün çocuklara öğretmenlik yapmasıyla öykülerinin merkezine çocukları koyması arasındaki bağ açık.

Kanafani henüz çocuk yaşta kendinden sonraki milyonlarca çocuk gibi sürgünlüğün yoksullaşma, alışkanlıklarını kaybetme, yurtsuzlaşma, sürüldüğün yerdekilerle aynı dili konuşsan bile oraya yabancı olmak olduğunu öğrenmek zorunda kalıyor. 
Kitabın ilk öyküsü “Yamaç”, “Ramla’dan Haberler”, “Çocuk, Amcasının Tüfeğini Alıp Doğudan Safed’e Gidiyor”, “Ebû Hasan Bir İngiliz Arabasına Pusu Kuruyor”, “Çocuk O Anahtarın Baltaya Benzediğini Fark Ediyor”, “Hamit, Amcaların Anlattığı Hikâyeleri Dinlemeyi Bırakıyor”, “O Gün Daha Çocuktu”, “Altı Kartal ve Bir Çocuk”, “Hayfa’ya Dönüş” Kanafani’nin belirgin şekilde çocukları merkeze koyarak kurguladığı öyküler.

Çocuk, geleceğe uzanma umudunun, isteğinin, inadının bir yansıması aynı zamanda, dolayısıyla bir yurtsever, devrimci olarak Kanafani'nin çocuklara yüklediği rol gayet anlaşılır. Filistin'in bir geleceği İsrail'in bir sonu olacaksa bu çocuklarla olacak.

Belki de geleceğe dönük umudu temsil etmesi nedeniyle çocuklar İsrail başta olmak üzere zorbaların hedefi konumunda. Sadece an itibariyle direnenlere dehşet salmak, onları yenilgiye uğratmak için değil geleceği de yok etmek için…

'Kamplar. Bitkin sabahımızın alnındaki o lekeler.'

Öykülerde çocuklar kadar merkezde olmasa da önemli bir diğer unsur şimdilerde sürekli bombalanan kamplar. Önemli bir kısmı 1948 saldırısından sonra oluşturulan kamplarda İsrail saldırılarından kaçan milyonlarca Filistinli yaşamaya çalışıyor. Lübnan, Ürdün, Batı Şeria, Gazze topraklarında kurulan kamplar sözde BM güvencesinde. Şimdilerde İsrail’in neredeyse her gün katliam yaptığı kampların ilk sakinlerinden birisi Gassan Kanafani.

Kamplar. Bitkin sabahımızın alnındaki o lekeler. Çamur, toz ve merhamet düzlüklerinin üzerinde savrulan yenilgi bayrakları gibi oraya buraya dalgalanan yara bereler.” s. 56

Ne kadar şiirsel, gerçekçi ve hüzünlü bir tanımlama. 1948’in Filistin halkı üzerinde yarattığı dehşeti de 1967’de yaşanan hayal kırıklığını da bu satırlarda okumak mümkün.

Kurmacanın kudreti…

Savaşa ilişkin izlediğimiz haberler, videolar, fotoğraf kareleri, yazılar, izlediğimiz videolardaki toz bulutu, yıkılmış kentler, kana bulanmış bebek oyuncakları, ağlayan, ölen, yitip giden çocuklar, gövdesi kaybolmuş uzuvlar, yorumcular, yalancılar, sürüp giden konuşmalar evet bazı şeyleri teşhir ediyor ama diğer yandan yaşanan dehşetin gerçekliğini ve bu gerçekliğin dehşetini katlanılabilir kılıyor. Bu dehşet hayatın olağan akışının bir parçasıymış gibi… Edebiyatın ya da kurmacanın bunu bozan bir tarafı var. Yazarın size anlattığı hikâye her ne ise sadece bir an değil o metni okumaya devam ettiğiniz her an ve eğer biraz güçlü bir metinse okumayı bitirdikten sonra da size eşlik etmeye, sarsmaya, sessizce sizi takip etmeye devam ediyor. “Efendim edebiyatın işi bu değil, şu da değil” gibi zırvaları geçiyoruz. İyi bir kurmaca, gerçeklikle sizi yüzyüze bırakan, kanırtan, huzurunuzu bozan, belki harekete geçme isteği uyandıran bir ayna. Kanafani'nin öyküleri de böyle. Okursanız göreceksiniz. Ebû Osman'ın dehşet karşısındaki vakarını ve öfkesini, bir çocuğun oyuncağa değil de çorba konservesine uzanmak zorunda bırakılan ellerini, Ebû Kâsım'ın oğlunun gözlerinde gördüğü bakışın derinliğini, Mansur'un, Sait'in, İssam'ın, Safiye'nin hikâyelerini okumalı ve hissetmelisiniz. 

Çünkü, Filistin'de bir halk ikiyüzlü bir dünyaya, İsrail soykırımına, gelişmiş teknoloji ürünü silahlara, takip cihazlarına, ablukaya karşı direniyor. Direnecekler. Sadece eline silah alanlar değil, silahsız çocuklar, yaşlılar, kadınlar ve erkekler de bedenlerini parçalayan bombalara, organlarını delip geçen mermilere direniyor. Biz de burada direneceğiz. Elimizde, şimdilik, İsrail'in demirden kubbelerini delecek füzelerimiz yok belki ama İsrail muhiplerinin, ikiyüzlü islamcıların kafasına fırlatabileceğimiz kitaplar var. Büyük devrimci Gassan Kanafani'nin kitabı onlardan sadece birisi.

* “Düşmanlıklar zamanı”: Kanafani'nin “Çocuk Kampa Gidiyor” öyküsünde sıkça vurguladığı bu ifadenin haklılığı okuduğum andan beri kafamda dönüp duruyor. Uzlaşmanın matah bir şey gibi sunulduğu zamanımızda da geçerli bir ifade bu.
Kanafani'nin yazdığı gibi şimdi “düşmanlıklar zamanı”: İsrail'e, emperyalizme, yobazlara, sermayeye…

(Yazının görseli Filistinli muhabir Younis Tirawi'nin X hesabından alınmıştır.)

                                                       /././

İşçi sınıfının ıslıkları (Gamze Yücesan Özdemir)

İşçi sınıfının ıslıklarına bakar her şey; devrimci heyecanımız heybemizde, yarın da şurada…

Son yıllarda işçi sınıfı üzerine olan araştırma, çalışma ve yazılarda bazı genel eğilimler görmek mümkün. Bunlara göre sınıf kültürü bitmiştir. Sınıfın kolektif eyleme potansiyeli tükenmiştir. Artık bir sınıf kültüründen değil, olsa olsa bir kimlik kültüründen bahsedebiliriz. Farklı etnisiteler, farklı dinsel kimlikler… İşçi sınıfı gericidir. İşçi sınıfı milliyetçidir. Bu genellemelerin ardından işçi sınıfına bakıp oldukça karamsar olanlar var, hayal kırıklığı yaşayanlar... Bu işçi sınıfıyla yapılabilecek bir şey yoktur artık. Söz konusu hayal kırıklığına bir de öfke ekleniyor. Son yirmi yıldır bu siyasal iktidarı destekleyenlerin önemli bir kesimi de onlar olduğuna göre…

Neden böyle bir noktadayız? Bu soru bizi uzun bir süredir işçi sınıfı kültüründeki egemen teorik ve politik yaklaşımla hesaplaşmaya çağırıyor. Ve bu çağrı işçi sınıfının aydınları tarafından, hepsi değil ama önemli bir kısmı tarafından, uzun bir süredir cevapsız bırakılıyor. Nedir bu yaklaşım? Postmodernizm, post-marksizm, postyapısalcılık yani sol liberalizm… Sol liberalizm kültürel alanda teorik ve politik olarak önemli bir yer kaplıyor. Ve sürekli sınıf kültürünün tükendiğini, sınıf diye baktığımız yerde ancak kimlikleri görebileceğimizi yineliyor. Analiz birimi olarak tek tek farklı “kimliklere” sahip “bireyleri” alıyor. Farklılıkları farklılıklarıyla birlikte irdeliyor ve yeni “farkındalıklar” üretiyor. Siyasal ufuk olarak bize “farklılıklarla birarada yaşama” adı altında kapitalizmin içinde bir radikal demokrasi öneriyor. 

Emekçi cumhuriyetini kuracaksak, işçi sınıfına odaklanmak durumundayız. Onun eyleme gücüne, bir toplum olarak dimdik ayakta durma kapasitesine, ortak değerlerine, ortak özlemlerine odaklanmak durumundayız. Bunu yapabiliriz zira sınıf kültürünü ve sınıfın kolektif eyleme gücünü açıklamak için hem teorik avadanlığımız hem de bu coğrafyada izleri silinemeyen mücadele kazanımlarımız var. Bugün hem bu teoriyi hem de mücadeleci geleneğimizi hatırlamak, onların içinde barındıkları devrimci niteliğin yarına taşınabilmesi açısından oldukça önemlidir. 

Teorik gücümüz tarihsel maddeci kültür çözümlemesidir. Tarihsel maddeci çözümlemede sınıf kültürü bir bütünlük oluşturur: Hem nesnel yanları, hem de yaşananlarla/yaşanmışlıklarla öznel yanları vardır. En sıradan kavrayışlarımızın, duygularımızın ve hayata karşı geliştirdiğimiz yanıtların tuğlası ve harcıdır sınıf kültürü.

Tarihsel maddeci kültür çözümlemesini birkaç adımda tanımlayalım. İlk adım kültürün maddiliğidir. Kültür, insan toplumlarının doğayla ve birbirleriyle kurdukları ilişkiler içerisinde üretilen maddi bir ürün ve deneyim olarak değerlendirilir. 

İkinci adım analiz düzeyi toplumsal sınıflardır. Üretim araçlarının mülkiyeti temelinde uzlaşmaz çıkarlara sahip iki temel sınıfın ilişkileri kültürün anlaşılmasında ve açıklanmasında merkezidir. Dolayısıyla, işçi sınıfının kültürü kendi karşıt sınıfının kültürüyle ilişki ve mücadele içinde şekillenir. Belli koşullarda ve belli karşıtlıklarda özgün ve somut bir biçimde oluşur. İşçi sınıfı kültürü ve burjuva kültürü için denebilir ki biri diğeri olmaksızın var olamaz. Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde bu bağlantıyı şöyle tanımlar: “Milyonlarca aile hayat tarzlarını, çıkarlarını ve kültürlerini diğer sınıflardan ayıran ve onları diğer sınıflarla karşıtlık içine koyan ekonomik şartlarda yaşadığı sürece bir sınıf oluştururlar.” Sınıf kültürü bu mücadele içinde şekillenir. 

Üçüncü adımda ise kültür, sınıf mücadelesi için yarattığı olanak ve sınırlılıklarıyla tartışılır. Her geçen gün dahil olunan sınıf çelişkileri alanının yarattığı potansiyeller üzerine düşünmeye çağırır. İşçi sınıfı kültürünün egemen kültür tarafından tümüyle yutulduğu iddiasının aksine daha nüanslı, direnci ve değişimi gören bir yaklaşımdır. Tarihsel maddeci yaklaşımda işçi sınıfının kültürü ortak deneyimlere dayanır, adalet, hakkaniyet arayışını barındırır, dayanışmayı içerir, kolektif eylemlerde ve “biz” duygusunda güçlenir ve geçmişten geleceğe uzanır.

Mücadele gücümüz ise bu coğrafyada, bu topraklarda tarihe adını yazdırmış grevler, direnişler, işgaller, yürüyüşler, özyönetim pratikleri ve gündelik hayatın yeniden örgütlenme deneyimleridir. 60’lı ve 70’li yıllar… Tüm bu deneyimlerde öne çıkanları hatırlayalım. İşçi sınıfının dertte, kederde ve sevinçte birlikte hareket etmesi vardır. İşçi sınıfının egemen bir halk olarak kendini kurma sözünün ve talebinin yıkıcı olduğu, hissedilir olduğu zamanlardır. Bu topraklarda, gerçekleşebilir düşlerin sahibi işçilerin, aydınların ve bilim insanlarının birlikte hareket etmeleridir. Ülkenin işçilerinin, Anadolu aydınlanmacılığıyla ve Cumhuriyetin kazanımlarıyla buluşmalarıdır. Sınıf kültürünün ortak deneyimlerinin, adalet, hakkaniyet arayışının, dayanışmanın ve “biz” duygusunun yaşamın organik parçası haline gelmesidir.

Bugüne baktığımızda bir yanda işçi sınıfının ortak zaman ve mekanlarının azaldığını, yalnızlaşma ve yabancılaşmanın derinleştiğini, sınıf iradesinin yıprandığını ve sosyal hak ve eşitlik taleplerinin dağıldığını görmek mümkün. Meta zincirlerinin akıcı dünyasında emek maliyetleri yatırım, risk ve faiz koşullarıyla belirlenirken beklenmedik bir şey değil bu sonuç. Emekçiler, cumhuriyeti kendi cumhuriyetleri yapamadıkça bu böyle olmaya da devam edecek. 

Ama diğer yandan, 2005 SEKA, 2010 TEKEL, 2015 Metal direnişleri, 2022 yılının başında çoğunlukla örgütsüz, işyeri tabanlı gerçekleşen eylemler, 2000’li yılların tümüne yayılan sendikal direnişler ve işçi eylemleri… Hepsi, aydınları ne istediğini bilir gözükmese de emekçilerin kendi cumhuriyetlerini oluşturacak ortak paydaları ellerinden bırakmadıklarının açık göstergesi. Bugünün arayışlarında neler öne çıkıyor? Öncelikle, sınıf kültürü karşıt sınıfa duyulan öfkeyle mayalanıyor. Sınıf kültürü, dünyanın çivisinin çıktığının bilincinde olan, hayatlarını bunu değiştirmek için mücadele etmekten daha iyi şekilde geçiremeyeceklerini bilen insanların biraraya gelmesiyle mayalanıyor. İşçilerin direngenlikleri, inatları ve yurttaş olarak kabul edilme talepleri açığa çıkıyor. İşçi sınıfı yurttaşlar olarak kurucu gücünü keşfetmeye, dillendirmeye ve savunmaya yöneliyor.

Dolayısıyla sınıfın kendi arayışları yükseliyor. Bu zorlu günlerde işçiler kendilerine ait olan ama siyasallaştırılamayan talepler üretiyor. Yalnız kalmışlar, sesleri ve sözleri azalmış ama yine de yürüyorlar. Bu yürüyüşe işçi sınıfının ıslıkları eşlik ediyor. Islıkları onların bugünü istemediğini, başka bir arayışta olduklarını söylüyor bize. Arkadaş Islıkları’nda, genç bir delikanlının aldığı uzun yolu anlatır Orhan Kemal, bu yol sırasında da arkadaşlarının ıslıklarının onun üzerinde bıraktığı etkileri gösterir. 

Son olarak:

İşçi sınıfının ıslıklarına bakar her şey; devrimci heyecanımız heybemizde, yarın da şurada…

                                                               /././

Jüpiter'i keşfederek ulaştığımız en şaşırtıcı yedi bulgu (SHİ EN KİM)

Son keşifler Jüpiter'in gizemini daha da arttırmış ve araştırmacıları bu uzak diyarı incelemeye teşvik etmiştir.

Smithsonian Magazine dergisinde yayımlanan makalede, güneş sistemimizin en büyük gezegeni Jüpiter'e dair son 50 yılda yapılan keşiflerden elde edilen bulgular derlendi.

Çeviri: İlhan Şendil

Güneş sistemimizdeki gezegenler arasında Jüpiter en yaşlı ve en büyük gezegen olarak yer alır ve genellikle gece gökyüzünde Venüs'ten sonra en parlak ikinci gezegen olarak görünür. Bilim insanları basit teleskoplar inşa etmeye başladıklarından beri bu çizgili gaz devini uzun zamandır takip ediyorlar. 1610 yılında Galileo Galilei teleskopuyla Jüpiter’i gözlemleyip dört büyük uydu keşfetti. Bu bulgu onu dünyanın evrenin merkezinde bulunup uyduları tarafından çevrelenmesinden ziyade, o zamanlar sapkınlık olarak görülen, dünyanın tıpkı dört Galile uydusunda olduğu gibi daha büyük bir astronomik cismin etrafında dönüyor olabileceği düşüncesini öne sürmeye itti.

Jüpiter'in aşırı ağırlığı onun en karakteristik özelliğidir. Çekim gücü sayesinde Jüpiter güneş sisteminde bir “ağabey” rolü oynar ve birçok tarihi olayda parmağı vardır. Dört milyar yıl önce bu dev, Satürn ile iş birliği yaparak çekim güçlerini birleştirip kuyruklu yıldızları ve asteroitleri güneş sisteminin dört bir yanına fırlatmıştır. Böyle bir olay, gezegenimsilerin iç güneş sistemine yayıldığı ve bugün Ay’ın yüzeyinde yer alan kraterlerin birçoğunun oluşmasına olanak sağlamış olabilecek, Geç Dönem Ağır Bombardıman olarak bilinen dehşet verici bir dönemi de beraberinde getirmiş olabilir. 

Son 50 yılda uzay çalışmalarının ve daha güçlü teleskopların gelişmesi, bilim insanlarının Jüpiter’in bulutlarının ötesine bakma ve gezegeni eşi benzeri görülmemiş bir netlikte inceleme olanağını ortaya çıkardı. Bilim insanları Jüpiter'in ortamının son derece düşmanca olduğunu keşfettiler. Uzun süreli fırtınalar gezegenin etrafında püskürüyor ve yüzeyi çok renkli bantlara boyuyor. Ölümcül seviyedeki radyasyon davetsiz misafirleri kızartmakla tehdit eder halde. Ana gezegenleri gibi Galile uyduları da sakin dünyalar olmaktan çok uzaklar.

Jüpiter, muhteşem girdaplı örtüsü ve aşırı uçların doğası ile uzun zamandır toplumun hayal gücünü ele geçirmiş ve bilimsel çalışmalara ilham vermeye devam etmektedir. Son keşifler Jüpiter'in gizemini daha da arttırmış ve araştırmacıları bu uzak diyarı incelemeye teşvik etmiştir. İşte bilim insanlarının son elli yılda Jüpiter ve uyduları hakkında elde ettikleri en büyüleyici bulgulardan bazıları.

Jüpiter'in tuhaf bir çekirdeği var

Bir gaz devi olan Jüpiter bulanık çekirdeğine kadar yeryüzü gibi değildir. Merkezinde yerçekimi tarafından tanınmayacak kadar sıkıştırılmış ağır element katıları ve gazların seyreltilmiş bir karışımı bulunur. Dış kısmı hala yumuşak olan ama ortası biraz sertleşmiş bir günlük baloncuklu çay parçası ısırdığınızı düşünün. Jüpiter de benzer bir kıvama sahiptir. Tek bir süreklilik içinde yoğun bir çekirdeğe dönüşen kabarık bir dış katmanı vardır.

Jüpiter’in bu tuhaf iç kısmı Juno uzay aracı tarafından 2017 yılında yerçekimi alan ölçümleri yardımıyla keşfedilmiştir. Bu teknikle beraber uzay aracı gezegenin dört bir yanından geçerken üzerindeki yerçekimsel çekişteki ince değişimlerin haritasını çıkarıyor. Yerçekimi verileri, keskin bir katı-sıvı sınırı olan gezegenlere hiç benzemiyordu ve bilim insanlarını Jüpiter'in bulanık bir çekirdeğe sahip olduğunu öne sürmeye sevk etti. NASA gezegen bilimcisi ve Juno'nun eş araştırma liderlerinden biri olan Heidi Becker, “Hala neler olup bittiğini tam olarak anlamış değiliz” diyor.

Çekirdeği anlamak Jüpiter'in oluşumuna dair ipuçları sağlar. Çoğu proto-gezegen, gaz almaya geçecek kadar büyük hale gelene kadar önce katıları biriktirmeye başlar. Jüpiter verilerini açıklamak için bilim insanları, Jüpiter'in büyüdükçe katı madde biriktirmeyi hiç bırakmamış olabileceği teorisini ortaya atıyor. Sonuç olarak, gezegen merkezden yüzeye kadar katı ve gazların düzensiz bir karışımı olabilir. Bir başka spekülasyona göre ise, Jüpiter'e büyüklük ve ağırlık bakımından denk olan dev bir çarpıştırıcı Jüpiter'e düşmüş ve gezegenin içini karıştırarak çekirdek-manto sınırını bulanıklaştırmıştır.

Güçlü bir manyetosfer enerjik akımlar yaratır 

Dünya'nın manyetik alanı, çekirdeğindeki erimiş demirin dönerek bir dinamo oluşturmasından kaynaklanır. Jüpiter'de ise bunun yerine metalik hidrojen olarak bilinen ilginç bir madde formu manyetik alana güç verir.

Jüpiter'in ağırlığı, kalbinin derinliklerinde muazzam basınçlara dönüşür ve bu da güneş sisteminde başka hiçbir yerde bulunmayan egzotik maddeyi şekillendirir. Periyodik tablodaki en hafif element ve tipik olarak bir gaz olan hidrojen, elektronları atomlardan ayrılıp serbestçe dolaşana kadar gezegenin içinde sıkışır. Bu hareketli elektron denizi, Jüpiter'e güçlü manyetik alanını veren dinamoyu yaratır. Jüpiter'in manyetik etki alanı güneş sistemindeki en büyük nesnedir ve güneşten de birkaç kat daha geniştir. Bu manyetosfer, gezegeni güneş rüzgarlarından koruyacak kadar devasa olup, güneşten savrulan parçacıkları Satürn'ün yörüngesine kadar süpürür.

Jüpiter güneş rüzgarları tarafından dokunulmaz olabilir, ancak Jovian sistemi (Jüpiter ve uyduları) kendi enerjik parçacıklarını üretir. Bunlar, gezegeni dış iyonik bombardımandan koruyan manyetik alan tarafından hapsedilir ve hızlandırılır.

Michigan Üniversitesi'nde gezegen bilimci ve Juno ortak araştırmacılarından Cheng Li, “Manyetik alanın varlığının artıları ve eksileri var” diyor.

Yüklü parçacıklar Jüpiter'in en uçucu uydusu olan Io'dan geliyor ve manyetik alan moleküllerinden elektronları kopardıkça volkanik püskürmesi elektrikleniyor. Başıboş elektronlar Jüpiter'in etrafında ışık hızına yakın bir hızla dolaşır ve radyo dalgaları yayar. Bu radyo emisyonları bilimsel açıdan bir baş belasıdır çünkü gezegenin içini Dünya'dan araştırmayı amaçlayan bilim insanlarının radar sinyallerini bastırırlar. ecker, bu tehlikeyi göz önünde bulunduran bilim insanlarının Juno'yu “zırhlı bir tank gibi” inşa ettiklerini söylüyor. Juno uzay aracının tüm hassas elektronik aksamı neredeyse 400 kilo ağırlığındaki elektron kalkanlı titanyum bir kasanın içinde yer alıyor.

Bununla birlikte, Jüpiter'in güçlü kollu manyetosferi, yönlendirdiği elektronlar atmosferdeki diğer atomlara çarparak ışık patlamalarını serbest bıraktığında muhteşem auroralar yaratır. Manyetik alan uyduları saracak kadar büyük olduğu için Io'dan fırlayan maddeleri de başka yerlere taşır. Bilim insanları Io'dan yüz binlerce mil uzakta bulunan bir başka Jovian uydusu Europa'da da kirletici maddeler tespit etmişlerdir.

Jüpiter çok sıcak
Hubble Uzay Teleskobu Jüpiter'in kuzey kutbunu taçlandıran elektrik mavisi auroraları yakaladı. [NASA / ESA ve John Clarke (Michigan Üniversitesi)]

Jüpiter'in daha ilk günlerinden beri soğuması hala tamamlanmış değil. Oluşumundan milyarlarca yıl sonra bile gezegenden ısı yayılıyor. Bilim insanları bu ısının Jüpiter'in atmosferindeki yoğun fırtınaları tetiklediğini düşünüyor.
Voyager görevi 1979 yılında gaz devinin yanından geçerken Jüpiter'in ne kadar sıcaklık yaydığını ölçtü. Bilim insanları o zaman Jüpiter'in modellerin öngördüğünden daha fazla ısı yaydığını fark ettiler. Gezegenin bazı kısımları araştırmacıların beklediğinden yaklaşık 800 Fahrenheit derece daha yüksek sıcaklıkta yanıyordu.

Gizli ısının gizemi kırk yıl sonra Keck Gözlemevi'ndeki bilim insanlarının Jüpiter'in sıcaklık haritasını çıkarmasıyla çözüldü. Gezegenin en soğuk olduğu yer ekvator, en sıcak olduğu yer ise auroraların en yoğun şekilde parladığı manyetik kutuplardı. Bu da auroraların ek bir ısı kaynağı olduğunu gösterdi. Io'dan gelen plazma Jüpiter'in atmosferiyle çarpışarak muhteşem auroralar yaratır ve Jüpiter'in hızlı hareket eden rüzgarlarına sürtünerek küresel olarak sıcaklıkları yükseltecek kadar sürtünme yaratır.

Jüpiter eklektik uydulara sahiptir 
Soldan sağa, Ganymede, Callisto, Io ve Europa Jüpiter'in en büyük dört uydusudur. İlk kez 1610 yılında Galileo tarafından teleskopla gözlemlenmişlerdir. (NASA / JPL / DLR)

Jüpiter, uyduları arasında kimyasalların karışmasına yardımcı olmaktan daha fazlasını yapar. Gezegen ayrıca çekim alanı sayesinde uydularını uzaktan ısıtabilir.

Bu uzun menzilli ısınma dört Galile uydusunda da görülmektedir. Jüpiter'in yerçekimsel etkisi bu uyduları bugün oldukları cezbedici dünyalara dönüştürdü. Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'nde gezegen bilimci olan ve Juno görevinde de yer alan Michael H. Wong, “Bunlar sadece uzayda oturup yavaş yavaş bombardımana uğrayan durağan kayalar değil” diyor.

Galile uyduları gelgit ısınması olarak bilinen bir mekanizma sayesinde jeolojik olarak aktif kalmaktadır. Uydular eliptik yörüngeleri boyunca Jüpiter'in yakınında ve uzağında dans ederken, uydular ve Jüpiter arasındaki yerçekimsel çekişme uyduları pişirecek kadar büyük sürtünme seviyeleri üretir. Becker, “Sanki çizilmiş ve dörde bölünmüş gibiler” diyor.

Sonuç olarak Galile uyduları, Dünya'nın kendi uydusu gibi ölü dünyalara hiç benzememektedir. Dörtlü arasında Io en yakın olanıdır, bu nedenle Jüpiter'in yerçekiminin tüm gazabını deneyimler. Ana gezegenine kıyasla bir leke olan Io, tüm güneş sisteminde volkanik olarak en aktif yerdir. Buzdan kardeşi Europa, Io'ya hiç benzemese de donmuş bir kabuğun altında geniş bir sıvı su okyanusu saklamaktadır. Europa, Jüpiter'in gelgit ısıtma süreçleri sayesinde gezegenin yaşanabilirliğini keşfetmek için birincil hedeftir ve bu da Europa'yı potansiyel olarak yaşam barındıracak kadar ılık tutar.

Jüpiter'in bulutları ve atmosferinin Dünya’nınkiler ile benzerliği yok  
Yakından bakıldığında, dumanlı kıvrımlar Jüpiter'in yüzünü dokuyor. (NASA / JPL-Caltech / SwRI / MSSS Kevin M. Gill tarafından görüntü işleme © CC BY)

Jüpiter'in atmosferinin yüzde 90'ı hidrojen olmasına rağmen, hava, gezegene ikonik beyaz ve turuncu tonlarını veren diğer bileşiklerle zengindir. Yüzeyde asetilen, hidrojen sülfitler ve fosfin molekülleri gezegeni çepeçevre saran çeşitli girdaplara dönüştürür.

1995 yılında Galileo Sondası Jüpiter'in gaz halindeki gövdesine indi ve bir koku aldı. Jüpiter'in amonyak, amonyum hidrosülfür ve su buzundan oluşan üç çeşit buluta sahip olduğunu tespit etti. Bu nedenle, Jüpiter'in göklerinde yüksekliğe bağlı olarak farklı yağmur türleri yağmaktadır.

Sonda ayrıca, bilim insanlarının başlangıçta Jüpiter'in mevcut boyutu ve konumu göz önüne alındığında barındırması gerektiğini düşündüklerinden daha fazla zengin ağır gaz seviyeleri tespit etti. Bu kimyasal ipucu gezici bir geçmişe işaret ediyor: Jüpiter Güneş'ten uzakta, buz ve donmuş gazları çekecek kadar soğuk olduğu bir yerde oluşmuş olabilir. Daha sonra, bilim insanlarının teorisine göre, Satürn'ün yerçekimi tarafından geri tutulana kadar yavaş yavaş Güneş'e yaklaştı. “Satürn Jüpiter'in dışa doğru hareket etmesine yardımcı oldu” diyor Li, “aksi takdirde Jüpiter muhtemelen Güneş tarafından yutulurdu.”

Sonda ayrıca, bilim insanlarının başlangıçta Jüpiter'in mevcut boyutu ve konumu göz önüne alındığında barındırması gerektiğini düşündüklerinden daha fazla zengin ağır gaz seviyeleri tespit etti. Bu kimyasal ipucu gezici bir geçmişe işaret ediyor: Jüpiter Güneş'ten uzakta, buz ve donmuş gazları çekecek kadar soğuk olduğu bir yerde oluşmuş olabilir. Bilim insanlarının teorisine göre sonrasında Jüpiter, Satürn'ün yerçekimi tarafından geri tutulana kadar yavaş yavaş Güneş'e yaklaştı. “Satürn Jüpiter'in dışa doğru hareket etmesine yardımcı oldu” diyor Li, “aksi takdirde Jüpiter muhtemelen Güneş tarafından yutulurdu.”

Egzotik hava koşulları çokça bulunuyor
Jüpiter'in bulutlarının tepelerine yakın yüksek irtifa elektrik fırtınalarının bir sanatçı çizimi (NASA / JPL-Caltech / SwRI / MSSS / Gerald Eichstädt)

Jüpiter etkileyici fırtınalar yaratır. En fark edilebilen özelliklerinden biri, saatte 400 mil hız yapan ve 300 mil derinliğe kadar uzanan bir girdap olan Büyük Kırmızı Fırtına'dır. Büyük Kızıl Fırtına iki yüzyılı aşkın bir süredir varlığını sürdürse de giderek küçülmektedir. Fırtınanın gözü eskiden birbirine bağlı üç Dünya kadar büyüktü ancak şimdi genişliği yalnızca bir Dünya'ya sığmaktadır. Yine de bu boyut onu hala güneş sistemindeki en büyük canlı fırtına yapmaktadır.

Jüpiter'in üst atmosferi sığ şimşek patlamalarına da ev sahipliği yapıyor. Bu keşif 2020 yılında Juno'nun kamerasını gezegenin karanlık tarafına çevirip zayıf ışık parlamaları yakalamasıyla gerçekleşti. Dünya'da şimşek, çarpışan buz parçacıkları ve bulutların içindeki su damlacıkları pozitif ve negatif yüklerin ayrılmasını sağladığında meydana gelir. Bilim insanları başlangıçta Jüpiter'de böyle bir şimşek çakmasının imkansız olduğunu düşünüyorlardı, çünkü bu yüksekliklerdeki sıcaklıkların sıvı suya ev sahipliği yapamayacak kadar soğuk olduğundan şüpheleniyorlardı. Ancak Jüpiter, antifriz görevi gören amonyak gazının varlığı sayesinde atmosferinin yüksek kesimlerinde sıvı halde su bulundurmayı başarmıştır.

Fırtınalar ayrıca buz parçacıklarını derinlerden yukarı fırlatır ve buz amonyakla karşılaşır ve bilim insanlarının amonyak-su “mantar topları” olduğunu düşündükleri, hem katı buz hem de sıvı su içeren bir tür dolu taşı oluşturur. Bilim insanları bu mantar toplarını doğrudan gözlemlememiş olsalar da tahmin yürütebiliyorlar: Wong, “Hayal gücümde, bir Slurpee alıp onu top haline getirmek gibi bir şey olurdu” diyor. Bulutlar yağdığında, mantar topları aşağı inerken diğer amonyak gazlarını yakalar, bu da Juno'nun da gözlemlediği atmosferdeki kayıp amonyak ceplerini açıklar.

Evet, Jüpiter’in de halkası var
Jüpiter'in halkası ekvatorun üzerinde yüzen dört soluk alt halkadan oluşur. [Jüpiter sisteminin Webb NIRCam kompozit görüntüsü (iki filtre), etiketsiz (üstte) ve etiketli (altta) / NASA, ESA, CSA, Jüpiter ERS Ekibi; Ricardo Hueso (UPV/EHU) ve Judy Schmidt CC By-SA 2.0 tarafından görüntü işleme]

Becker, “Pek çok insan halkasının olduğunun farkında bile değil,” diyor. Arka bahçedeki bir teleskopla gözlemlenemeyecek kadar cılız olan Jüpiter'in tozlu çelengi uzun süre fark edilmeden kaldı. Sadece 1979 yılında Voyager 1'in uçuşu sırasında keşfedilen halka, o zamandan beri daha güçlü yer teleskopları ve diğer ziyaretçi uzay araçları ile görüntülenmiştir.

Güneş sistemindeki diğer gezegenleri çevreleyen herhangi bir halka gibi, Jüpiter'inki de abartılmış bir enkaz alanıdır. Jüpiter'e çarpan meteorların kalıntıları Jüpiter'in etrafında toplanır. Bu gevşek buz, toz ve kaya karışımı gezegen yüzeyinden 32.000 ila 130.000 mil genişliğe yayılır.

Diğer gök cisimleri halkanın içinden geçerken toz akıntısında izler bırakabilirler. Bu izlerin en ünlülerinden biri 1994 yılında Jüpiter'e çarpan Shoemaker-Levy 9 Kuyruklu Yıldızı'ndan kaynaklanmıştır. Yıllar sonra Galileo ve New Horizons uzay araçları Jüpiter'in halkasında kuyruklu yıldızdan kopan parçaların oluşturduğu, gökyüzündeki karşılığı yeni yağmış kar üzerindeki ayak izleri olan dalgalanmalar buldu.

                                                                /././

Avrupa’da ‘aşırı sağ’ rüzgarı: Fransa’da Meclis feshedildi, Almanya’da AfD ikinci parti oldu (soL)

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağ yükselişe geçti. Aşırı sağın birinci parti çıktığı Fransa seçime gidiyor. Almanya’da AfD, iktidardaki Sosyal Demokratları geçerek 2. sıraya yerleşti.

Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde Fransa ve Avusturya’da aşırı sağ partiler ilk sıraya yerleşti. Almanya’da faşist parti Almanya için Alternatif Partisi (AfD) ikinci oldu.

6-9 Haziran'da 27 AB üyesinde düzenlenen AP seçimlerinin sonuçları belli oluyor.

Avusturya’daki seçim sonuçlarına göre aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) ilk sıraya yerleşti.

Almanya'da muhafazakarlar birinci, AfD ikinci parti oldu

Almanya'da AP seçimlerinde ilk sırayı toplam yüzde 30,2 oy oranıyla Hristiyan demokrat CDU/CSU ittifakı aldı. Faşist parti AfD ise önceki döneme göre oylarını yaklaşık 5 puan artırarak yüzde 15,9 oy oranıyla ikinci sıraya yerleşti. AfD Avrupa Parlamentosu'na 16 milletvekili gönderecek.

Alman ARD televizyonunun verdiği sandık çıkış anketine göre CDU yüzde 23,8, AfD yüzde 15,9, Sosyal Demokrat Parti (SPD) yüzde 13,9, Yeşiller 11,9, Hristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) yüzde 6,4, Sahra Wagenknecht İttifakı-Anlayış ve Adalet İçin (BSW) ise yüzde 6, Hür Demokrat Parti (FDP) yüzde 5,1 oy aldı.

Koalisyon hükümetinde bulunan Yeşiller geçen seçime göre 8,6 puan kaybıyla büyük hezimet yaşarken, iktidarın diğer ortağı SPD 1,9 puan, Hür Demokrat Parti (FDP) 0,3 puan oy kaybetti.

Öte yandan AfD'nin sadece Thüringen eyaletinde yüzde 30,7 oy alarak birinci parti çıkması Eylül ayında yapılacak eyalet meclisi seçimlerinde iktidar şansını ilk kez yakalayabileceğine işaret ediyor.

Fransa'da Ulusal Meclis feshedildi, erken seçim yapılacak

Fransa'da Marine Le Pen'in aşırı sağcı Ulusal Birlik Partisi yüzde 31,5 oyla açık farkla ilk sıraya yerleşti. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un partisi Rönesans ise yüzde 15,2'lik oranla ikinci sırayı aldı.

Macron, AP seçimlerinde ülkesinde aşırı sağın açık farkla ilk sırada çıkması üzerine parlamentoyu feshederek erken genel seçim kararı aldı. Sonuçların "Avrupa'yı savunan partiler için iyi olmadığını" söyleyen Macron ülkede 30 Haziran - 7 Temmuz tarihlerinde erken seçime gidileceğini duyurdu. Macron “Bu akşam Ulusal Meclisi feshediyorum” dedi.

Avusturya ve Yunanistan'da komünistlerin oylarında artış

Avusturya’daki AP seçimlerinde Avusturya Komünist Partisi (KPÖ) 2019’da 0,8 olan oy oranını yüzde 2,9'a yükseltti. Yunanistan’daki AP seçimlerinde de Yunanistan Komünist Partisi 2019’da yüzde 5,35 olan oy oranını yüzde 9,27’ye çıkardı.

Belçika'da aynı zamanda genel seçim yapıldı, aşırı sağ birinci çıkmadı

Belçika’da ise halk bugün Avrupa Parlamentosu'nun yanı sıra federal parlamento ve bölgesel parlamentolara milletvekili seçti. Kesin olmayan sonuçlara göre, anketlerin aşırı sağcı Flaman parti VB'nin birinci çıkacağı öngörüsü gerçekleşmedi. Federal parlamentoda milliyetçi çizgideki Flaman parti N-VA oyların yüzde 18,9'unu aldı. Bu, 2019'daki seçim sonucuna göre yüzde 2,9'luk artışa karşılık geliyor. Aşırı sağcı VB ise oyların yüzde 15,6'sını alarak önceki seçime göre yalnızca yüzde 3,7'lik artış yakaladı.

İtalya'da iktidardaki faşist Meloni'nin partisi birinci çıktı

İtalya'da de hem AP seçimleri hem de kısmi yerel seçimler yapıldı.

Ülkede sağ koalisyon iktidarının büyük ortağı Başbakan Giorgia Meloni'nin partisi aşırı sağcı İtalya'nın Kardeşleri, AP seçimlerinden de birinci parti çıktı.

Çoğunluk Avrupa Halk Partisi'nde olmaya devam ediyor

AP tarafından yeni parlamentosunun görünümüne dair paylaşılan ilk projeksiyona göre, Hristiyan demokratların çatı partisi EPP (Avrupa Halk Partisi) 186 sandalye ile AP'de en büyük siyasi grup olmaya devam ediyor.

Onu yine, 133 milletvekili ile Sosyalistler ve Demokratlar (S&D) ve 82 ile Liberal partileri birleştiren Avrupa'yı Yenile (RE) ittifakı izliyor.

Aşırı sağcı partilerden ECR 70 ve ID 60 sandalye ile ilk 5'te yer alırken Yeşiller 53, Sol 36 sandalye kazanmış görünüyor.

Çoğunlukla aşırı sağ eğilimli partilerden 100 milletvekilinin bağımsız üye olarak parlamentoya girdiği görülüyor. Bu milletvekillerinin AP'de yeni bir siyasi grup kurması da muhtemel.

Bu seçimde ilk kez AP seçimlerinde 705 yerine 720 milletvekili seçiliyor. Nüfuslarına göre en çok milletvekilini çıkaran ilk 5 ülke sırasıyla 96 ile Almanya, 81 ile Fransa, 76 ile İtalya, 61 ile İspanya, 53 ile Polonya'dan oluşuyor.

İlk genel kurul 16 Temmuz'da toplanacak

Resmi sonuçların 10 Haziran'da açıklanmasıyla AP'ye girebilen ulusal partiler, siyasi gruplarını oluşturma sürecine başlayacak.

İlk genel kurul 16 Temmuz'da toplanacak, böylece yeni yasama dönemi başlamış olacak.

                                                           /././

Sigara kullanımı 'geriledi' diyen Erdoğan'ı veriler yalanlıyor: Tam aksine rekor artış var (soL)

Erdoğan Türkiye’de sigara kullanımında “az da olsa bir gerileme yaşandığını” iddia etti. Ancak veriler Erdoğan’ın iddiasının tam aksine rekor bir artışa işaret ediyor.

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bugün "Dünya Tütünsüz Günü ve Çevre Haftası Programı" kapsamında yurttan ve dünyanın farklı ülkelerinden gelen gençler ve sporcularla İstanbul'daki Vahdettin Köşkü’nde buluştu.

Erdoğan burada yaptığı konuşmada ”Tütün ürünlerine karşı en etkili, en kararlı mücadeleyi yürüten hükümetler, bizim hükümetlerimizdir" iddiasında bulundu, "Tavizsiz tavrımız neticesinde ülkemizde sigara kullanımında az da olsa bir gerileme yaşandığını memnuniyetle müşahede ediyoruz” dedi.

Sağlık Bakanlığı, Türkiye İstatistik Kurumu ve Tarım ve Orman Bakanlığı’na ait resmi verilerse Erdoğan’ın iddiasının aksine Türkiye’de tütün ürünlerinin üretiminin, satışının ve kullanım sıklığının arttığına işaret ediyor.

İstanbul Tabip Odası’nın 2 Nisan’da Türk Toraks Derneği ve Sağlığa Evet Derneği’yle birlikte düzenlediği "Tütün Kontrolünde Neden Küme Düştük? E-SİGARA SALGINI: Hedef Çocuklar mı?" konulu basın toplantısında Sağlığa Evet Derneği üyesi Efza Evrengil’in yaptığı sunumdan derlediğimiz verilere göre 2012 yılından beri Türkiye'de tütün kullanım sıklığı artıyor:

‘Dünyada düşüş eğilimi varken Türkiye’de durum tam tersi yönde’

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, dünya genelinde tütün kullanımı düşüşteyken Türkiye’de durum tam tersi.

DSÖ’ye göre dünya genelinde 2000’de yüzde 33 olan ortalama kullanım sıklığı 2020’de yılda yüzde 21’e geriledi, 2030’da yüzde 18’e düşmesi bekleniyor.

Türkiye’deyse tütün kullanım sıklığı 2012’den itibaren yükselişte. 2023 yılındaysa Türkiye’de tütün ürünlerinde yurtiçi satışlar rekor düzeyde bir artış göstermiş bulunuyor.

Tütün kullanım sıklığına ilişkin verilen 3 resmi araştırmaya dayanıyor.

Tütün kullanım sıklığı 2012’den beri artışta

Bunlardan biri 2008, 2012, 2016 yıllarında tekrarlanan Türkiye’de Küresel Yetişkin Tütün Araştırması

Buna göre Türkiye’de tütün kullanım sıklığında 2008’den 2012’ye kadın ve erkeklerde yüzde 13,4’lük bir düşüş görüldü, ancak 2012 yılından 2016 yılına kadar kullanım sıklığı yüzde 6,3 oranında arttı.

Sağlık Bakanlığı’nın 2017 tarihli Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması’ndaysa genel kullanım sıklığı yüzde 33,2 olarak çıktı.

En güncel veriyse Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) iki yılda bir tekrarlanan Türkiye Sağlık Araştırması. Bu araştırmaya göre 2012-2022 arasındaki 10 yılda tütün kullanım sıklığında genelde yüzde 20, erkeklerde yüzde 12,8, kadınlardaysa yüzde 38,3 artış sözkonusu.

Neredeyse her beş çocuktan biri tütün kullanıyor

Çocuklardaysa durum çok daha vahim. 2017 tarihli Türkiye Küresel Gençlik Tütün Araştırması’na göre 13-15 yaş grubu çocuklarda tütün kullanım sıklığı erkeklerde yüzde 23, kızlardaysa yüzde 12. Genelde yüzde 18 olan bu oran bazı kentlerde yüzde 30’lara kadar çıkıyor.

Sigara satışlarında bir yılda rekor artış

Dünya genelinde tütün kullanım sıklığı gibi, tüketim hacmi de düşerken Türkiye’de tam tersi bir durum yaşanıyor.

Euromonitor verilerine göre 2017-2020 arasında sigara satış hacmi her yıl yüzde 1,4 oranında daralıyor. Türkiye ise sigara satış hacminde yıllık yüzde 2,7 ile ilk sırada yer alıyor. 

Türkiye’de sigara tüketimiyse 2023 yılında rekor bir artış kaydetti.

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın verilerine göre Türkiye’de 2023’te bandrollü sigara üretimi bir önceki yıla göre yüzde 12,9 oranında artarak yıllık 189 milyar adete ulaştı. 

Önceki yıllarda olduğu gibi, bunun yaklaşık 50 milyar adeti ihraç edilirken, yurtiçi satışlar bir yıl içinde yüzde 17,7 gibi rekor bir düzeyde artarak 137 milyar adet (6,9 milyar paket) sigara olarak gerçekleşti. Tüketimdeki bu bir yıllık artış 20,6 milyar adet (yaklaşık 1 milyar paket) adet sigaraya tekabül ediyor. 

2023’teki rekor artış, 2010’lu yılların başında ortaya çıkan yükseliş trendinin güçlenerek devam ettiğini gösteriyor. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünya genelinde tütün tüketimi belirgin biçimde inişe geçmişken, Türkiye’deki tüketimse istikrarlı biçimde artmakta.

Erdoğan sigara tekellerine karşı mı?

Öte yandan Erdoğan’ın tütün endüstrisine ilişkin sözleri de dikkat çekti.

“Sigaranın bütün bu zararlarına rağmen tütün endüstrisi büyümeye, her yıl 700 milyar dolar kazanç sağlamaya devam ediyor” diyen Erdoğan elektronik sigarayla ilgili konuşurken tütün endüstrisinin sızma girişimlerini engellediklerini savundu.

Erdoğan "Elektronik sigarayla da bizim ülkemize değişik kanallarla girmenin mücadelesini çok veriyorlar. Kaçak yollardan da maalesef sızmalar oluyor ama bizim şu anda gümrükler bu konuda iyi bir mücadele veriyor. Bize farklı yollardan gelenler oluyor. Biz şu ana kadar buna müsaade etmedik. Bazı, hepinizin de duyduğu, bildiği markalar var. Müsaade etmiyoruz, etmeyeceğiz çünkü onun daha zararlı olduğunun tespitini de yaptık, çıkardık. Çünkü biz insanımızı zehirlemeye asla müsaade edemeyiz, bunun için de bu gayretin, bu önlemlerin alındığı bir yapıyı inşa ediyoruz." diye konuştu.

Erdoğan’ın "en etkili ve kararlı" mücadeleyi verdiğini savunduğu hükümetleri döneminde TEKEL özelleştirilmiş ve Türkiye’de tütün ürünleri piyasasının neredeyse tamamı ulus ötesi şirketlerin eline geçmişti.

(soL)

T24 KÖŞEBAŞI (10 Haziran 2024)

 

OECD ülkeleri arasında Türkiye’nin vergi takozu sıralaması ne oldu? (Murat Batı)

Vergi kaması çalışanın refah kaybını; vergi takozu ise çalışandan dolayı işverene yüklenilen mali (kamusal) yükü tanımlamak için kullanılır. Bu nedenle vergi takozu ile vergi kaması aynı anlamda kullanılmamalıdır

Bir çalışana zam yapılması gündeme geldiğinde her seferinde bu kişinin işverene maliyeti gerekçe gösterilerek yapılacak zam, pazarlık konusu edil(me)mektedir. Bu bahaneyi asgari ücrete ara zam yapılmalı mı sorusunun cevabında da görebiliriz.

Bu konu, tüm dünya ülkelerinde çalışma konusu oluşturmuştur. Özellikle OECD ülkelerindeki veriler ülkemizle karşılaştırıldığında ortalarda bir yerlerde olduğumuzu görebiliriz.

Çalışanın üzerindeki vergi, SGK ve diğer yükler genel olarak işveren tarafından karşılanmaktadır. Bu yük, genel olarak vergi takozu denilen bir kavramla ölçülmektedir.

Nedir vergi takozu?

Çalışanın, işverene olan maliyetini ölçmek için vergi takozu (tax wedge) denilen bir kavram kullanılmaktadır. Ayrıca bu etkiyi ölçmek için kullanılan bu kavrama, bazı makalelerde vergi kaması da denilmektedir. Vergi kamasının, vergi takozuyla aynı anlamda olduğu belirtilse de gerçekte ikisi ayrı kavramlardır.

Vergi kaması, vergi ve sigorta gibi kamusal yüklerinin çalışanın refah kaybını ölçmek için kullanılan bir kavramdır. Vergi takozu ise işverene çalışandan dolayı yüklenilen kamusal yüktür. Daha basit bir ifadeyle vergi kaması çalışanın refah kaybını; vergi takozu ise çalışandan dolayı işverene yüklenilen mali (kamusal) yükü tanımlamak için kullanılır. Bu nedenle vergi takozu ile vergi kaması aynı anlamda kullanılmamalıdır.

Vergi takozu, bir çalışanın tüm vergi, SGK ve net ücret hariç diğer maliyetlerinin net ücret dahil işverene olan tüm maliyete bölümüdür.

Örneğin aşağıda 2024 yılında aylık 40 bin lira yani yıllık 480 bin lira brüt ücret alan bir çalışanın 2024 yılında YILLIK mali yük karnesi görülmektedir. (Aşağıdaki tabloda 5 puanlık işveren prim desteği dikkate alınmıştır.)

Yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere yıllık 480 bin lira brüt ücret alan bir çalışanın işverene yıllık maliyeti 564 bin liradır. İşte bu yıllık maliyetten çalışanın aldığı yıllık net ücret düşülüp kalan tutarı işverenin toplam maliyetine bölersek vergi takozunu bulmuş oluruz.

Ve böylece 2024 yılı için yıllık 480 bin lira brüt ücret alan bir çalışanın vergi takozu oranı yüzde 37,42 olacaktır.

Peki bu, tüm dünyada da böyle mi?

OECD her yıl Ücretlerin Vergilendirilmesi isimli bir rapor yayımlar. 2024 yılı Raporu geçen günlerde yayımlandı. Bu Raporda birçok ülkede bulunan ücretlilerin 2023 ve önceki yıllara ilişkin vergi yükleri analiz edilmekte ve bu konu hakkında çeşitli istatistikler bulunmaktadır. Bu istatistiklerden bir tanesi de vergi takozudur.

OECD hesaplamalarında çocuk sayısı, evli ya da bekar olup olmaması, düşük ve/veya yüksek ücret gibi kriterler dikkate alınarak farklı olasılıklar değerlendirilip muhtelif istatistikler sunulmaktadır.

Ancak ülkemizde olduğu gibi OECD nezdinde de genel kabul gören hesaplama bekar ve çocuksuz bir kişinin ücreti üzerinden ödenen her türlü mali külfet ile net ücret dahil işverene olan yükün oranlanması yöntemidir. Yukarıda belirttiğim hesaplama sistemi birçok ülke nezdinde genel kabul gören vergi takozu hesaplama yöntemidir.

Aşağıda OECD Raporlarında son dört yılın vergi takozu verilerini OECD’nin web sayfasındaki istatistiklerden derledim.

Yukarıdaki tabloda OECD ülkeleri için bekar ve çocuksuz bir ücretlinin vergi takozu oranları yer almaktadır. Sıralama ise 2023 yılında vergi takozu oranları dikkate alınarak yüksekten düşüğe göre yapılmıştır. 2023 verilerine göre vergi takozu sıralamasında Türkiye 38 ülke arasında 19’uncu sırada bulunmaktadır. 2022’de 18’inci; 2020 ve 2021’de ise 15’inci sıradaydı.

Sıralamanın 2022 ve 2023’de düşmesinin -ki bu olumlu bir şeydir- yani vergi takozu oranının azalmasının nedenlerinin başında asgari ücrete kadar gelir ve damga vergisi istisnası uygulamasının 1 Ocak 2022’den itibaren uygulanmaya başlanmasıdır. Bu nedenle farklı bir düzenleme olmazsa 2024 yılında da sıralamamızı koruruz kanaatindeyim.

Sıralamada vergi takozunun en yüksek olduğu ülkelerin başında sırasıyla  Belçika, Almanya, Avusturya, Fransa ve İtalya gelmektedir.

OECD ülkelerinden Avustralya, Avusturya, Danimarka, İtalya, Hollanda, Yeni Zelanda Norveç, İsveç, Türkiye gibi ülkelerde aile bireyleri ayrı ayrı vergilendirilmektedir. Ancak İsviçre ve Fransa’da aile bireylerinin toplu olarak vergilendirilmesi söz konusudur.

Ayrıca Belçika gibi ülkelerde ücretlere uygulanan artan oranlı tarife oranları bizdekine göre farklıdır. Örneğin bizde ilk dilim yüzde 15’ten başlarken Belçika’da yüzde 25’ten başlamakta ve bizde son dilim yüzde 40 ile biterken Belçika’da ise yüzde 50 ile bitmektedir. Ayrıca sigorta sistemindeki farklılıklar ile muafiyet/istisna düzenlemeleri bu ülkelerdeki vergi takozu oranlarını farklı kılabilmektedir. Bu farklılıkları ortaya koymak sayfamın fiziki sınırından dolayı burada pek mümkün olmadığından bu konuyu başka bir yazıya bırakmak üzere burada kesmek zorundayım.

Bizdeki Vergi Takozu oranını daha da düşürmek için ne yapılabilir?

Sıralamada yüksek bir yerde olmadığımız su götürmez bir gerçek lakin ele geçen ücretin reel satın alma gücü açısından OECD ülkelerinin oldukça gerisinde olduğumuz da başka bir gerçek.

Ancak vergi takozu oranını düşürmek adına yapılacaklardan ilki GVK m.23/18’de yer alan asgari ücret istisnası yöntemi olan dekot (vergiden indirim) sistemini matrahtan indirim yöntemine dönüştürmektir.

Ayrıca asgari ücretli hariç diğer tüm ücretlilerin ücret gelirlerini yıllık beyanname ile beyan edilmesi sağlanıp yapılan stopajlar mahsup edilirken Yİ-ÜFE oranında endekslenip mahsup edilmesi sağlanabilmelidir. Yıllık beyanname ile beyan edilmesi durumunda ise GVK m.89 uyarınca bazı giderler indirim konusu yapılabilmektedir. Ücretlinin bunu beyan etmemesi durumunda bu indirimlerden yararlanamayacak ve böylece ücrete ilişkin vergi yükü yıllık beyanname veren ücretliye göre daha fazla olabilecektir.

İlaveten ücret geliri elde edenler için GVK m.103’te yer alan artan oranlı tarifenin ilk dilimi olan yüzde 15 oran ile sabitlenmesi hakkaniyet gereğidir. Zira ücretliler, her yıl yeniden değerleme oranıyla artırılan GVK m.103’te yer alan tarife basamaklarına enflasyon dönemlerinde takılmakta ve daha fazla vergi verebilmektedirler. Ülkemizde stopaj (tevkifat-kaynakta kesme) uygulaması tüm gelir unsurları için düz oranlı iken sadece ücretliler için artan oranlı bir yapıya sahiptir. Bu münasebetle ücret gelirleri ile alakalı yukarıda bahsedilen GVK m.23/18’deki uygulama şeklinin (dekot sisteminden matrahtan indirim usulüne geçilmesi) değiştirilmesi ve/veya ücret gelirlerine uygulanan vergi oranının artan oranlı yapıdan çıkarılarak GVK m.103’teki ilk dilime karşılık gelen oranın (yüzde 15) uygulanması vergi takozu oranını daha da düşürebilecektir.

                                                               /././

Ali Koç-Aziz Yıldırım yarışını aşan bir ilgi (Yalçın Doğan)

Genel ve yerel seçimlerden çevre felaketlerine, yoksulluktan sağlık, eğitim, adalete erişilmesindeki güçlüklere, hak arama mücadelelerine, kadın cinayetlerine, cinsel istismarlara, siyasi gelişmelere kadar her konu TV kanallarında gece gündüz tartışılıyor. Ama hiçbiri Ali Koç ile Aziz Yıldırım tartışması kadar rekor izlenme oranına ulaşmıyor

Her şey Fenerbahçe teknik direktörlüğüne Jose Mourinho’nun adının geçmesiyle başlıyor.

Fenerbahçe’de başkanlık seçimi böylelikle pek çok konunun önüne geçiyor. Seçimin zirveye ulaştığı an önceki akşam HABERTÜRK’te iki başkan adayının Ali Koç ile Aziz Yıldırım’ın canlı yayında karşı karşıya geldiği tartışma programı.

Türk televizyon tarihinde, rating ölçümüne geçildiğinden bu yana, iki adayın katıldığı canlı yayın yüzde 78 ile izlenme rekoru kırıyor.

Genel ve yerel seçimlerden çevre felaketlerine, yoksulluktan sağlık, eğitim, adalete erişilmesindeki güçlüklere, hak arama mücadelelerine, kadın cinayetlerine, cinsel istismarlara, siyasi gelişmelere kadar her konu TV kanallarında gece gündüz tartışılıyor. Ama hiçbiri Ali Koç ile Aziz Yıldırım tartışması kadar rekor izlenme oranına ulaşmıyor. 

Taraftar kitlesi

Bu nasıl oluyor?..

Türkiye’de dört büyük takımın Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor’un taraftar kitlesi ile ilgili zaman zaman anketler yayınlanıyor.

Ocak 2023’te özel bir araştırma firmasının elde ettiği sonuçlara göre...

Türkiye’de en çok taraftara sahip takım Galatasaray. Onu sırayla Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor izliyor.

Mart 2024’te, yaklaşık üç ay önce yapılan bir ankette yine aynı sonuç çıkıyor.

31 milyon Galatasaray, 27 milyon Fenerbahçe, 16 milyon Beşiktaş, 3.5 milyon Trabzonspor taraftarı olduğu tahmin ediliyor.

Ancak, Ali Koç-Aziz Yıldırım TV tartışması bu sayıları geride bırakıyor.

En çok taraftara sahip Galatasaray’ın rekor puanla şampiyon olması bile, bu tartışma kadar yankı uyandırmıyor.

Mourinho etkisi

Sondan başlarsak...

Fenerbahçe’nin teknik direktörlüğü için Mourinho’nun adı geçmeye başlamasıyla birlikte, Fenerbahçe en çok konuşulan konuların zirvesine oturuyor.

İngiltere’de “Special One”, Özel Biri, olarak anılan Mourinho tüm zamanların en iyi teknik direktörleri arasında yer alıyor.

Dört ülkede, Portekiz, İspanya, İngiltere, İtalya’da lig şampiyonluğu kazanan dünyadaki beş teknik direktörden biri. Kazandığı Avrupa kupalarını da eklersek, büyüleyici bir isim. 

TV’ler, radyolar, yerel basın, ulusal medya Mourinho’nun Fenerbahçe’ye gelişine haklı olarak büyük ilgi gösteriyor, her gün, her haber bülteninde o var. Böylesine iddialı ve pahalı bir isim bizim spor tarihimizde ilk.

Fenerbahçe’de başkanlık seçimi tam bu zaman dilimine rastlıyor.

Ligden çekilme ve devamı

Galatasaray ile Fenerbahçe arasında nefes kesen şampiyonluk yarışının etkisini unutmak yanlış olur.

Yarış sırasında iki kulüp arasındaki tatsız laf atmalar, çekişmeler dikkatleri aylarca o rekabete çekiyor.

Ali Koç’un hakaretleri, Galatasaray’ın benzer tonda karşılık vermesi...

Fenerbahçe’nin on yıldır şampiyonluktan uzak kalmasını “siyasete bağlama imaları”, Süper Kupa Finali’ne Galatasaray karşısında 16-17 yaşındaki çocuklarla çıkması...

Hatta, “ligden çekilme opsiyonu dahil” diyerek, kimsenin aklına gelmeyecek ihtimalden söz etmesi Fenerbahçe’yi “talk of the town”, herkesin üzerinde konuştuğu konu haline getiriyor.

Yirmi yıl başkanlıktan sonra çekilen, altı yıllık araya rağmen, yeniden başkanlığa adaylığını koyan Aziz Yıldırım’ın payını inkâr etmek olmaz.

İkisi de sinirli, uzlaşmaz

Mourinho ile birlikte Ali Koç-Aziz Yıldırım söz düellosu her geçen gün toplumun dikkatini daha çok Fenerbahçe’deki başkanlık yarışına çekiyor.

İkisinin de lafının kantarı yok.

İkisi de ağızlarından çıkanı kulakları duymuyor.

İkisi de sinirli ve uzlaşmaz.

İkisi de kavgacı.

İkisi de rakiplerine sataşmayı adet haline getirmiş.

İkisi de çelişkili konuşuyor.

İkisi de iyi eğitim almış ama ikisi de o eğitimi inkâr eden tavırlar sergiliyor.

Eh, medya da bu kadar lezzetli bir yarışı kaçırmıyor. İki başkan bir o kanalda, bir bu kanalda. 

Tartışma özlemi

Ali Koç-Aziz Yıldırım canlı yayının bu ölçüde ilgi uyandırmasına başka nedenler de eklenebilir.

Bir de...

TV’de siyasi parti liderlerinin özellikle seçimlerde canlı yayın tartışmalarına duyulan özlem.

Dünyada bu açıdan en çok ilgi gösterilen canlı yayın programı, 1960 yılında Amerika’da John Kennedy ile Richard Nixon arasındaki tartışma, 60 milyon kişi izliyor. Canlı yayından galip çıkan Kennedy başkan seçiliyor.

Dünyada pek çok ülkede seçimler öncesinde liderler TV’lerde canlı tartışma programına katılıyor.

Türkiye hariç.

Bizde son siyasi canlı yayın tartışması 2002’de CHP lideri Deniz Baykal ile AKP lideri Tayyip Erdoğan arasında.

Demokrasi kayıplara karıştığı için liderler arasında canlı yayın tartışmaları da kayıplara karışıyor. Halk o kadar istemesine rağmen.

Ali Koç-Aziz Yıldırım canlı yayına gösterilen ilgide, belki biraz da bu özlemin payı var.

(T24)