14 Haziran 2024 Cuma

T24 KÖŞEBAŞI (14 HAZİRAN 2024)

 

Sinan Ateş cinayeti davasında MHP nasıl temsil edilecek? (Candan Yıldız)

MHP sıradan bir parti değil, devlet içinde varlığı daim olan, Türkçülük ideolojisinin taşıyıcısı bir parti. Yani AKP’nin sırtından kolayca atabileceği bir “yük” değil…

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin kurmay ekibinin tehditlerinin muhatapları gazeteciler, siyasetçiler olsa da Sinan Ateş cinayetiyle ilgili gelişmeler; Ülkü Ocakları Genel Başkanı Ahmet Yiğit Yıldırım’ın dosyada “şüpheli” olarak yer alması, Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş’in Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kabul edilmesi, CHP ve AKP arasındaki “yumuşama” ya da “normalleşme” görüşmeleri, söz konusu tehditlerin siyasi coğrafyasını genişletiyor. Yani bir ucu AKP’ye de dokunuyor.

Zira Bahçeli’nin “yine erken seçim çağrısı yapar mı” yorumlarına neden olan pozisyon belirten açıklamasında Erdoğan ve AKP ayrımı yapılmış, “AK Parti içindeki gayri memnunlar” vurgusuyla “Erdoğan iyi etrafı kötü” denilmek istenmişti.

Peki MHP, Bahçeli’nin dediği gibi 1 Temmuz’da ilk duruşması görülecek Sinan Ateş cinayeti davasını fiziken katılır mı?

Ne demişti Bahçeli onu hatırlayalım… "Milliyetçi Hareket Partisi mezkur davanın 1 Temmuz 2024 tarihinde yapılacak duruşmasında mutlaka hazır bulunacak, karanlık oyunlarla ve bu oyunların figüranlarıyla Türk yargısının huzurunda hesaplaşacaktır."

Ancak Bahçeli 10.Ocak 2023 tarihli TBMM Grup Toplantısı’nda “Cinayetin gölgesi MHP'ye düşürülmek istendi. MHP ile bu cinayeti irtibatlandıranların peşlerini asla bırakmayacağız" demişti. MHP’yi yakından bilen isimler Bahçeli’nin katılmasının zor olduğunu, belki avukatlar aracılığıyla duruşmayı takip edeceğini tahmininde bulunuyor.

Çünkü MHP’nin tüzel kişiliği ile duruşmada hazır bulunması farklı yorumlara yol açabilir.

Ayşe Ateş’e bu soru sorulduğunda şu yanıtı verdi:

“Ahmet Yiğit Yıldırım’ın ismi zaten şüpheli olarak dosyada var. Eninde sonunda bir şekilde gelecek, orası muhakkak. Devlet Bahçeli bence de olmalı. Çünkü burada yargılananların neredeyse hepsi Ülkü Ocakları, MHP mensubu, şimdiye kadar korudular, çabaları boşuna gitmesin gelsinler korumaya devam etsinler yani…”

Ayşe Ateş’in dediği gibi MHP’nin katılımı sanıkları “koruma” yorumlarının önünü açabilir. Ya da “Cinayetin gölgesi MHP düşürülmek istendi” diyen bir parti hangi gerekçeyle duruşmaya katılacak? Emniyet ve yargı ayağında da dikkat çekici gelişmeler var.

Sinan Ateş’in ablası Selma Ateş’i araçla takip eden 6-7 kişilik ekipte iki kişinin Bursa Ülkü Ocakları Başkan Yardımcısı olduğunun emniyet tarafından tespit bilgisi paylaşılmıştı.

Ama Bursa Valiliği, Ülkü Ocakları ile bağlantısının olmadığını açıkladı. 

Yargı alanındaki bir diğer önemli gelişme de şu oldu. Gazeteci Yavuz Selim Demirağ’a saldıranlarla ilgili davadan 11 Haziran’da karar çıktı. Yargılananlar 9’ar yıl hapis cezası aldı.

Oysa, 5 yıl önce (10 Mayıs 2019) Demirağ’a saldıranlarla ilgili dosyada uzun zaman bir gelişme olmadı. İddianame 3,5 yıl sonra yazıldı. Saldırganlar bir gün bile cezaevinde kalmadı.

Demirağ’la konuştum… Karar duruşmasında saldırganların tutuklu olan suç örgütü lideri Ayhan Bora Kaplan’ın iş yerlerinde çalışanlar, garsonlar olduğunu ifade ettiğini, Kaplan’ın iş yerlerindeki güvenlik hizmetini de eski MHP Ankara İl Başkanı Turgay Baştuğ’un güvenlik şirketinin sağladığını söyledi.

Davayı takip eden gazeteci Müyesser Yıldız da yazısında Demirağ’ın duruşmadaki şu sözlerini aktardı:

“Sinan Ateş cinayeti ile bu dosyanın da ilintisi vardır. Bana saldıracak cahil gençleri bulamayınca taşeron olarak Ankara gece alemlerinin mafyası Ayhan Bora Kaplan’ın elemanlarını kiralayanlar, Sinan Ateş için de İstanbul Maltepe’de Gülsuyu çetesini buldular.”

Sanıklar ise Kaplan’la bağlantılarının olmadığını iddia etmiş.

Sanıkların “Çok pişmanız” ifadesi, bu tür saldırıları taşere edenleri de tedirgin ediyordur mutlaka.

MHP’yi savunma pozisyonuna iten Sinan Ateş cinayetiyle ilgili kritik gelişmeler, gazetecilere saldıranlara verilen cezalar, ki hatırlayacaksınız Kayseri’de bir televizyon kanalını basan Ülkücülere de ceza yağmıştı, yargıda bir hareketlilik olduğunun delaleti.

MHP’nin kendi içinde temizliğe gidip gitmeyeceğini bilmiyoruz. Daha önceki yazılarımda İstanbul ekibinin MHP’de etkili olduğunu yazmıştım. Bahçeli’nin açıklamalarından bunun zor bir ihtimal olduğu anlaşılıyor.

Ama şu açık ki, 1 Temmuz’a doğru mesele daha da sertleşebilir. Çünkü Bahçeli’nin 2009 tarihli “Türk Milletinin Bekasına Yönelik Tehditler” değerlendirmesinde ifade ettiği gibi MHP sıradan bir parti değil, devlet içinde varlığı daim olan, Türkçülük ideolojisinin taşıyıcısı bir parti.

Yani AKP’nin sırtından kolayca atabileceği bir “yük” değil…

                                                                    /././

Talepte varlıklı ve yoksul farkı (Ercan Uygur)

Yüksek gelirlilerin eğitim harcamalarındaki payı hızla artarken, düşük gelirlilerin bu konudaki harcama payları hızla düşmekte ve neredeyse sıfıra gitmektedir. Bu gelişme, sonrası için endişe vericidir

Toplam ve kişi başına milli geliri ve büyümeyi hesaplarken genellikle Gayrisafi Yurtiçi Hasılayı (GSYH) kullanıyoruz. Ama aslında kullanmamız gereken Gayrisafi Milli Gelir veya Gayrisafi Milli Hasıla’dır.

Diğer yandan, GSYH’nin reel talep veya harcama yönünden hesabında son üç yıldır dikkat çeken bir fazlalık var. Şöyle ki, reel özel tüketim, kamu tüketimi, yatırım ve net ihracat gibi kalemleri toplayınca reel GSYH’yı aşıyor.

Bu konuyu geçen yazıda açıklamıştım; fazlalık giderek artıyor ve 2024’ün ilk çeyreğinde GSYH’nın yüzde 20’sine ulaşmış durumda. Bu çok yüksek fazlalığa dikkat çekerken giderilmesi gereken köpük benzetmesi yapmıştım.  

Bu konuda meslektaşlardan mesajlar aldım. “Bu nasıl olur, bu fazlalık nasıl yapılır?” sorusunu soranlar, “Konuyu iyi ki yazdın” diyenler ve “TÜİK veya ilgili bakanlık seni aradı mı?” merakında olanlar vardı. Beni kimse aramadı, öyle bir beklentim olmadı.

Meslektaşlarımız daha geniş notlar da gönderdi. Diğerlerine sonra değineceğim. Ama şimdi DPT, Dünya Bankası ve IMF uzmanlığı yanında öğretim üyeliği yapmış olan Dr. Mete Durdağ’ın yazısındaki noktaları kısaltarak özetlemek istiyorum.

Sonra, daha önceki yazılarda sözünü ettiğim ve Dr. Durdağ'ın da belirttiği gelir gruplarının talebi/harcamaları üzerinde durmak istiyorum. İlginç bir rastlantı olarak, TÜİK iki gün önce bu konuda veriler yayımladı. Bu verileri de ele almak istiyorum. 

Dr. Mete Durdağ’ın görüşleri

Dr. Mete Durdağ’ın kısaltarak özetlediğim açıklama ve önerileri şöyle:

1) “Yazınızda, enflasyonun yüksek iç talepten geldiği görüşüne karşılık, bunun TÜFE’nin düşük gösterilmesinin sonucu olarak ortaya çıkan hatalı bir görüntü olduğunu belirtiyorsunuz. Bunu yaparken TÜİK’in TÜFE’de yaptığı hileyi çarpıcı şekilde göstermiş oluyorsunuz.”

2) “Fakat enflasyon sorunumuzun esas nedeninin “excess ex-ante demand” (piyasaya arz edilecek mal ve hizmet toplamından daha fazla harcama temayülü) olduğunu vurgulamalısınız.”

3) “Bu toplam “excess demand”in hangi sektör ve gelir guruplarında yaratıldığına baktığımızda, memur ve işçi kesiminin GSYH’ya yaptığı reel katkıdan daha fazla harcama talebi olamayacağı açıktır.”

4) “Dolayısıyla etkin bir enflasyona karşı mücadele için GSYH’ya reel katkısından daha fazla harcama temayülü ve imkanı olan grupların taleplerini, harcama planlarını, para-kredi politikalarından ziyade maliye politikaları ile ve özellikle kamu gereksiz yatırım ve transferlerini iptal ederek azaltmak gerekir.”

5) “Doktora tezimde Birinci Beş Yıllık Plan’ımızda enflasyon tehlikesi var mıydı konusunu incelediğim bölümün giriş paragrafını ilginç bulacağınızı düşünerek size gönderiyorum.”

Dr. Durdağ’a yazısı ve önerileri için çok teşekkür ettim. Yukarıdaki maddelere ilişkin yanıtlarım şöyledir:

I) Birinci madde için bir yanıtım olmadı, çünkü Dr. Durdağ burada benim yazdıklarımı kendi yorumu çerçevesinde ifade etmiştir. Beşinci madde için de yalnızca teşekkür ettim.

II) İkinci maddeye ilişkin şunu söyledim:

“Fazla harcama temayülü (excess ex-ante demand) kavramı elbette enflasyon açıklamasında uygun bir kavramdır. Bu, Keynesyen "gap" analizinde vardır. Kitaplarda “ex-ante talep” yerine, "planlanan talep” olarak  görürüz.

Fazla harcama temayülü, Keynes'in kendisinin dediği gibi, enflasyon beklentisine yansır. Geçen yazıda ve başka yazılarda enflasyon beklentisini hep belirttim. Belki iki kavram arasındaki ilişkiyi daha açıkça belirtmek iyi olur.” 

III) Üçüncü ve dördüncü maddeler için yanıtım şöyle:

“Bu maddelerdeki gelir gruplarının planlanan harcama davranışları ile ilgili görüşlerinize katılıyorum. Özellikle 'memur ve işçi kesiminin GSYH’ye yaptığı reel katkıdan daha fazla harcama talebi olamayacağı açıktır' ifadesi uygun bir açıklamadır.

Maliye politikası ve gereksiz kamu (hükümet) harcamaları ve transferleri vurgulamanızla da aynı görüşteyiz.” 

Gelir gruplarında talep/harcama

TÜİK iki gün önce “Hanehalkı Tüketim Harcaması, 2023” başlıklı bülteni yayımladı. Bu bültende, hanehalkına en son 2023 yılında, ama 2022 verilerine dayanarak, uygulanan anketin sonuçları yer alıyor. (Anket 2006)

Bu anketlerde sonuçlar yüzde 20 gelir dilimlerine göre de veriliyor. En düşük gelirli grup, 1. yüzde 20 gelir grubudur, ikinci en düşük gelirli grup 2. yüzde 20 gelir grubudur... En yüksek gelirli grup, 5. yüzde 20 gelir grubudur. Hanehalkı tüketim harcamaları 13 harcama türüne ayrılmıştır.

Tablo 1’de yüzde 20’lik dilimlere bölünmüş beş gelir grubunun 2010 yılında türlere göre yaptıkları harcamaların toplam içindeki payları yer alıyor.

Örneğin, sağlık için yapılan toplam harcamanın yüzde 10’unu en düşük gelir grubu, 39,7’sini en yüksek gelir grubu yapmıştır. 

Tablo 1 Hanehalkı Tüketim Harcamalarının Gelir Gruplarına Göre Dağılımı, 2010
Kaynak: TÜİK

Tablo 2 ise beş gelir grubunun 2022 yılında türlere göre yaptıkları harcamaların toplam içindeki paylarını içeriyor.

Yine sağlık örneğini verelim; 2022’de sağlık için yapılan toplam harcamanın yüzde 6,3’ünü en düşük gelir grubunun, yüzde 42,6’sını en yüksek gelir grubunun yaptığı görülüyor.

Tablo 2 Hanehalkı Tüketim Harcamalarının Gelir Gruplarına Göre Dağılımı, 2022
Kaynak: TÜİK

Bu tablolardan şu sonuçlar ortaya çıkıyor.

1) Tüm harcama türlerinde yüksek gelir gruplarının harcamalar içindeki payı 2010’dan 2022’ye 12 yıllık dönemde önemli ölçüde artmıştır. Bu artışın önemli bir bölümü son üç yılda oluşmuştur. Bu gelişimin 2023 ve 2024’te de sürdüğü anlaşılmaktadır.  

2) Yüksek gelir gruplarının harcamada payları özellikle ulaştırma, lokanta-otel eğlence-kültür, eğitim, mobilya ve ev aletleri gibi türlerde görülmektedir. Karşılığında, bu türlerde düşük gelirlilerin payı azalmaktadır.

3) Lokantaların, kafelerin, eğlence kültür yerlerinin nasıl ve neden hala dolu olduğu buradaki bilgilerden anlaşılmaktadır.

4) Yüksek gelir gruplarının ulaştırma harcamasındaki paylarının artması, bu grupların hem otomobil hem yakıt taleplerinin yükselmesinin göstergesidir. Bu türden talep artışı tüketim ithalatının neden ve nasıl yükseldiğini de açıklıyor.

5) Eğitime yapılan harcamadaki gelişme, en olumsuz olanıdır. Yüksek gelirlilerin eğitim harcamalarındaki payı hızla artarken, düşük gelirlilerin bu konudaki harcama payları hızla düşmekte ve neredeyse sıfıra gitmektedir.

6) Bu gelişme, sonrası için endişe vericidir; gelir dağılımının giderek bozulacağının, yoksulun, daha az eğitimle, daha yoksul kalacağının bir göstergesidir.

7) Bu gelişme toplumsal dengeler bakımından da endişe vericidir.

Sonuç olarak, bu veriler iç talep artışı varsa, bu talep artışının yüksek gelir gruplarından kaynaklandığını gösteriyor. Enflasyona karşı alınan önlemlerde, bu gelişme ve göstergelerin dikkate alınması gerekiyor.

                                                               /././

Emniyet, İçişleri Bakanı'na operasyon mu yapıyor? (Tolga Şardan)

Gelinen noktada, önce Soylu ile çalışan ardından da genel müdür yardımcılığına terfi ettirilerek Yerlikaya ile beraber görev yapan Çorumlu'nun, Yerlikaya'ya yönelik tartışmalı adli soruşturma yürütmek isteyen devresi Yılmaz'a kalkan olması İçişleri Bakanı'nın dikkatinden kaçmasa gerek!

TİP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık, TBMM'nin salı günkü genel kurul birleşiminde söz alıp konuştu.

Şık'ın gündem dışı konuşmasının merkezinde son dönemde Emniyet teşkilatı içinde yaşanan olaylar vardı.

Suç örgütü lideri olduğu iddiasıyla tutuklanan Ayhan Bora Kaplan'ın siyaset ve bürokrasideki bağlantılarıyla başlayıp darbe girişimi iddiasına ulaşan gelişmelerde yer alanları isim isim gündeme taşıyan Şık, yanıtlanması istemiyle sorulara da konuşmasında yer verdi.

Kürsüden yedi dakikalık konuşma yapan Şık'ın açıklamalarını TBMM tutanaklarından okudum.

Yeni yutulur cinsten olmayan iddiaları ortaya koyan ve yanıtları muhataplarından beklenen aranan soruları tutanaklar üzerinden aktarayım.

Şık, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin ilk açıklamasıyla gündem olan "polisin darbe girişiminde bulunduğu" yönündeki açıklamasına esas olarak medya ayağının bulunduğu iddiasını şu soruyla destekledi:

" 'Ankara Emniyeti 17 - 25 Aralık benzeri FETÖ'vari bir kumpas düzenliyor.' diye ilk duyuran iktidarın medyacılarından birisiydi. Bu medyacı, yayından önce Kaplan'dan rüşvet aldığı ve evinin tefrişatını yaptırdığına dair polis raporu düzenlenen Eski Ankara Başsavcısı Yüksel Kocaman ve Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Mahmut Çorumlu'yla görüştü mü?"

Aslında Büyüteç'in takipçileri bu isimlere aşina.

Şık, kimi polis müdürlerinin İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'ya dönük operasyonda yer aldığının altını çizip devam ediyor:

"Sertçelik'in iddialarının ardından halefi Ali Yerlikaya'yı koltuğundan etmeye dönük bir operasyon çektiren Soylu ve tasfiye edilen ekibinde yer alan polis müdürleri var mıdır?"

Aynı zamanda gazeteci kimliği de bulunan Şık, son dönemde Emniyet'i karıştıran ve Büyüteç'e de konu olan Emniyet teşkilatında terfiler ve emeklilik işlemlerinin karar altına alındığı Yüksek Değerlendirme Kurulu'nda yaşanan krizi dillendirdi.

"İstanbul Emniyet Müdürü olmak isteyen Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Başkanı Selami Yıldız ve Ankara Emniyet Müdürü olmak isteyen Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Mahmut Çorumlu, Süleyman Soylu'nun en yakınındaki kişilerden biri olan Eski Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz'ın emekli edilmesine karşı çıkarak İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'ya dönük yapılan operasyonda ittifaklarını mı genişletmek istemektedir?"

Büyüteç'te yakın geçmişte MİT'in Garson adlı gizli tanığın teslim ettiği veriler üzerinde yaptığı çalışmalar sonucunda yeni ortaya çıkan bilgiler bulunduğunu konu etmiştim.

Şık, bu konuda ciddi bir iddiayı TBMM gündemine taşıdı.

Garson'dan elde edilen veriler ışığında halen genel müdür yardımcısı konumunda bulunan iki önemli isim hakkında şu soruyu sordu:

"Makam peşinde olmalarının yanı sıra, Sertçelik'in iddialarını büyütmelerinin nedenleri arasında 'Garson' kod adlı gizli tanığın verdiği ifadeler ve listelerde, Çorumlu ve Yıldız'ın 'düşman aktif' manasına gelen 'DA' koduyla taraf değiştiren eski Fetullahçılar olarak belirtilmiş olmaları da var mıdır?"

Başsavcı vekili hakkındaki iddialar

Şık'ın gündeme getirdiği iddialar sadece Emniyet'le sınırlı değil. Aynı süreçte Ankara Adliyesi'nde yaşananları da TBMM'ye taşıdı.

Tutanaklara göre Şık, şöyle konuştu:

"Polis müdürleri hakkındaki darbe soruşturmasının talimatını Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili Veysel Kaçmaz mı vermiştir?

Burada bir parantez açarak konunun anlaşılması için Kaçmaz'ın kim olduğundan da bahsetmek gerekiyor. Ülkücü camiadan olan Veysel Kaçmaz, Devlet Bahçeli'nin talimatıyla HSK Birinci Daire üyeliği görevinden istifa eden Hamit Kocabey'le de yakın bir isim. Kocabey ise, HSK'nin ardından getirildiği Bahçeli'nin danışmanlığı görevinden de istifa etmek zorunda kalınca Süleyman Soylu ve Servet Yılmaz'a yakınlaşan bir kişi.

Veysel Kaçmaz, Cumhurbaşkanının Özel Kalemi Hasan Doğan'a yakınlığıyla bilinen Ankara Başsavcısı Gökhan Karaköse'yi FETÖ mülki idare yapılanması dosyasına dahil etmeye çalışmış mıdır? Karaköse de bu vesileyle Kaplan dosyası üzerinden Kaçmaz'la hesabını mı görmektedir?"

Emniyet'te cemaat iddiaları

Şık'ın Emniyet merkezli yaşananlara yönelik soruları içinde teşkilatta devam eden cemaat yapılanması iddiaları da yer aldı:

"Ayhan Bora Kaplan'ın avukatından 300 bin dolar rüşvet alınıp Menzil cemaatine teslim edildiği doğru mudur?

Kaplan soruşturmasında AKP'li ve MHP'li bakan, bürokrat, milletvekili ve yöneticilerin dâhil olduğu 280 kişinin telefonları ve görüşme trafikleri takip edilmiş midir?"

Şık'ın, halen Ankara Emniyet Müdürü olarak görev yapan Engin Dinç'i hedef aldığı soruları şöyle:

"Geçmişte üst düzey istihbaratçı olmasına rağmen Hrant Dink ve Rahip Santoro cinayetleri, Ankara Gar katliamı, Merasim Sokak ve Güvenpark patlamaları, 15 Temmuz darbe teşebbüsü ile emniyet müdürü olduğu dönemde Eskişehir'deki akademisyen cinayetini siciline işleten biri olan Engin Dinç neden ve nasıl emniyet müdürü yapılmıştır?

Nurcu olarak bilinen Engin Dinç'in göreve geldikten sonra yaptığı atamalarda Nurcuların Okuyucu grubundan isimleri göreve getirdiği doğru mudur?

Atamalarda Fetullahçılardan aşina olduğumuz fişlemelere benzer şekilde 'alkol alıyor mu?, Eşinin başı kapalı mı?, Namaz kılıyor mu?' soruları esas alınmış mıdır?"

"Eskiyle farkı yok"

Sorularını sıralayan Şık, gelinen noktayı ise şöyle özetledi:

"Kaplan dosyasındaki gelişmelerin kısa özeti: Polis teşkilatında eskiyle yeni dönem arasında hiçbir fark olmadığı, sonrasında yaşananlar ise, gerçeği gizlemek için Kaplan soruşturmasının seyrini değiştirmeye çalışmaktan ibaret.

Peşinde oldukları ikbal için mafyayla birlikte devlete operasyon çektirenler, birbirine rakip tarikat ve cemaatler ve bulaştıkları kirli ilişkileri siyasi bağlantılarla örtenler arasındaki bir güç savaşı; sadece yargı ve polis teşkilatında değil, tüm bürokraside çürümüşlüğün egemen olması."

Şık'ın TBMM'deki açıklamalarının gazetecilerin gündeminde yer bulmaması da işin diğer ilginç tarafı.

Emniyet'te neler oluyor?

Emniyet'te bir süredir yaşanan kaotik sürecin sona ereceği yönünde hiçbir işaret veya emare görünmüyor maalesef.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, geçtiğimiz günlerde katıldığı video konferans sistemi (VKS) toplantısında doğu – batı tayinlerinin 10 Haziran'da çıkarılacağını duyurdu.

Takvimin sarkmasına karşın henüz bir işaret yok ortada.

Geçen mayısta toplanan Emniyet Genel Müdürlüğü Yüksek Değerlendirme Kurulu'nda (YDK) baş gösteren kriz halen devam ediyor. Özellikle müdür sınıfındaki terfiler ve emeklilikler konusunda kurul üyeleri arasında çıkan tartışmalı kriz süreci sonuçlanamadı.

Krizin ana kaynağı Soylu'nun ekibinin emekli edilecek polis müdürleri arasında yer alması.

Büyüteç'te konuyu şu yazıyla duyurmuştum.

Yerlikaya'nın göreve gelmesinden sonra Soylu'nun ekibine yönelik kadro tasfiyesinde öne çıkan isimler var. Eski Emniyet Genel Müdür Yardımcıları Resul Holoğlu ve Ahmet Şengün, Eski Muğla Emniyet Müdürü Suvat Dilberoğlu, Eski Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz, Narkotik Başkanı İbrahim Hakkı Seydioğulları bu isimlerin başında geliyor.

Özellikle Yılmaz ve Seydioğulları hakkında devam eden adli ve idari soruşturmalar var.

Yukarıda linkini bıraktığım Büyüteç'te emekli edilecek bu isimlerin durumuyla ilgili bilgi aktardım.

YDK'nın mevcut üyelerinden Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Mahmut Çorumlu, Emniyet Genel Müdür Yardımcısı ve İstihbarat Başkanı Selami Yıldız ve Özel Denetleme Başkanı Suat Çelik, Yılmaz ve Seydioğulları ile Polis Akademisi'nden devre arkadaşları.

Bu nedenle, Çorumlu, Yıldız ve Çelik söz konusu iki ismin emekli edilmesine karşı konumdalar.

Bilhassa Çorumlu, yakın çevresine Yılmaz'ın emeklilik kararına imza atmayıp şerh koyacağını yakın çevresi ile paylaşıyor.

Tabii Yılmaz'ın, aynı zamanda Ali Yerlikaya ile ilgili yakın geçmişte FETÖ soruşturması başlattığını daha önce duyurmuştum.

Gelinen noktada, önce Soylu ile çalışan ardından da genel müdür yardımcılığına terfi ettirilerek Yerlikaya ile beraber görev yapan Çorumlu'nun, Yerlikaya'ya yönelik tartışmalı adli soruşturma yürütmek isteyen devresi Yılmaz'a kalkan olması İçişleri Bakanı'nın dikkatinden kaçmasa gerek!

Askıya alınan YDK çalışmalarının ne zaman başlanacağı belli değil. Kurul çalışmaları tamamlanamadığı için alınan kararlar gereği terfi edenler, henüz yeni rütbelerini takamadı.

Emniyet yönetimi, Genel Müdür Erol Ayyıldız başta olmak üzere yaşananları pek de önemser durumda gözükmüyorlar.

YDK'da kurul üyeleri arasında adeta savaş yaşanırken, Ayyıldız'ın adeta "üç maymunu" oynaması da ilginç elbette.

Yeri gelmişken, Soylu ekibinin emekli edileceği haberlerinin kamuoyuna yansıtılmasından rahatsız olan kimi YDK üyeleri var.

Çorumlu ve Yıldız bu isimlerin başını çekiyor. Özellikle yaşananları Büyüteç'te duyuran bu satırların yazarından epeyce rahatsızlıkları var.

Yine yukarıda linkini bıraktığım yazının yayımlanmasının ardından YDK'nın son birleşiminde Çorumlu'nun, bu satırların yazarı hakkında seslendirdiği yakışıksız sözleri var.

Kurul çalışmalarının nasıl olup da tarafıma ulaştığı yönünde yanlış bilgilere sahip olan Çorumlu'ya, masa etrafında yer alan diğer kurul üyelerini zan altında bırakmasından ziyade bilakis yakın çevresine bakmasını öneririm.

Yılmaz ve ekibine, kurul çalışmaları hakkındaki bilgileri kimlerin sızdırdığını araştırması yeterli olacak.

Yanlışı yanlışla yöneten sistem

Emniyet'teki tüm bu kaotik çalışma ortamına karşın işini yapmaya çalışan İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya var koltukta.

Göreve geldiğinden bu yana eldeki imkanlarla toplum yararına faaliyetler yapmaya çabalıyor.

Bu süreçte, Milletvekili Ahmet Şık'ın iddiasına konu olduğu şekliyle beraber suçla mücadele etmeye amaçlayan Emniyetçilerin kendisine yapılan operasyonda yer aldığının konuşulması bile vahim ötesi durum.

Bilmem farkındalar mı; ancak şu anda özellikle Emniyet içinde "yanlışı yanlışla kapatmayı" esas edinmiş bir yönetim modeli uygulaması var.

İdarede zafiyet yaratacak bu yöntemi uygulayanlar görevden el çektirilmediği sürece, doğru yönetim ve suçla mücadele modeline ulaşmak mümkün değil maalesef.

KURBAN BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN.

                                                                 /././

Erdoğan'ın zor tercihi: O dosya ile "yeni anayasa" hayali arasında (Yalçın Doğan)

Erdoğan - Bahçeli ittifakı bozulur mu?.. Bunu Erdoğan belirler. Ya Sinan Ateş dosyasında, Ayşe Ateş'e verdiği söz doğrultusunda sonuna kadar gider... Ya da o dosya, bazı zanlıları dışarıda bıraktığı söylenen iddianame ile sınırlı kalır

Elinde tespih sallayarak çıkıyor adliye binasından bir katil, hiç umursamadan, İstanbul'da.

Diyarbakır'da görülen bir başka cinayet davasında ise, hiç kimse ceza almıyor.

İstanbul'da cinayete kurban giden Hrant Dink'in eşi Rakel Dink tesbih çeken katili izlerken, karalar bağlarken...

Diyarbakır'daki cinayette hayatını kaybeden Tahir Elçi'nin eşi Türkan Elçi de cinayetin faili meçhuller dosyasına girmesini izlerken, karalar bağlıyor.

Bu kararlar karşısında Rakel Dink ile Türkan Elçi'nin isyanına bizler ancak katılabiliyor, o üzüntüyü ancak paylaşabiliyoruz.

O iki kadının ruh halini ancak anlamaya çalışıyoruz.

Son yıllarda sayısız olayda yaşadığımız gibi, onlarla birlikte "adalet, adalet, adalet" diye haykırıyoruz.

Aynı gün Ankara

Türkiye'de gözler bu iki davaya dönmüşken...

Ankara'da bir açıklamayla birlikte, siyasette, daha çok iktidar kanadında aniden fırtınalar esiyor.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Tayyip Erdoğan'a sesleniyor. Bir yandan "giderim ha bu ortaklıktan" diyerek, çıkış yaparken, diğer yandan "sen merak etme, sonuna kadar yanındayım" diye kapıyı açık bırakmayı ihmal etmiyor.

Mesele Sinan Ateş cinayeti, aradan bir buçuk yıl geçmiş olsa bile, Erdoğan'ın o cinayet dosyasıyla ilgilenmesi.

Ve de yumuşama siyaseti.

Yandaşlar önem vermedi

 "Haberi çocuktan al" söylemi günümüzde değişime uğruyor.

"Haberi yandaş medyadan al!.."

Doğrudan yazıdan çiziden değil, yandaş medyanın bir haberi veriş biçimi bile, iktidar ortaklarının bir olayı nasıl değerlendirdiğini anlatıyor.

Son yıllarda hep böyle oluyor.

Önemli bir haberin veriş biçimini bile tepelerde birileri belirliyor, bazen bir haber yandaş medyanın pek çok organında aynı başlıkla yayınlanıyor, belli ki, işe birilerinin müdahalesi var.

Dün işte öyle bir gün yaşıyoruz.

Bahçeli'nin altı yıl her koşulda verdiği desteği AKP'ye hatırlatmasını yandaş medya önemsemez gözüküyor. Gazetelerinde yine birinci sayfada ama, bazılarında sayfanın altında, bazılarında tek sütün.

"Bahçeli'nin çıkışı o kadar da önemli değil" algısı yaratmaya dönük bir yorum.

Bahçeli'nin belki de ipleri kopartacak hamlesine AKP'den yanıt gecikmiyor. Çok büyük olasılıkla, yurt dışında bulunan Tayyip Erdoğan'ın talimatıyla, parti sözcüsü Ömer Çelik açıklıyor:

"Cumhur İttifakı kararlılıkla yoluna devam etmektedir. Birlikte güçlü siyasetlere imza atmaya devam edeceğiz".

Yandaş medyanın Bahçeli'nin itirazını pek önemsemeyişi ile Ömer Çelik'in açıklaması yan yana geldiğinde...

Her şeye rağmen, Erdoğan MHP ile sürdürdüğü ittifakı şimdilik bozmak niyetinde değil gibi.

Ancak...

Sinan Ateş bilmecesi

31 Mart seçimleri sonrasında CHP lideri Özgür Özel'in toplumda kabul gören "normalleşme ya da yumuşama" siyasetine parti liderlerinden en başta Devlet Bahçeli karşı çıkıyor.

Sürekli beslendiği gerginlik ve sertlik politikasını devam ettiriyor:

"Bizim böyle uçuk kaçık yumuşamaya karnımız tok, yüzümüz dönüktür".  

Oysa, Erdoğan öyle düşünmüyor. Özgür Özel'le hem AKP'de görüşüyor, hem CHP'ye gidiyor.

Ayrıca...

Erdoğan cinayetin peşini bırakmayan Sinan Ateş'in eşi Ayşe Ateş'i ve iki kızını kabul ediyor.

Bahçeli'nin sesini yükseltmesi Özgür Özel ve Ayşe Ateş ile görüşmesinin ertesine rastlıyor.

Yumuşamaya da, Ayşe Ateş ile görüşmesine de itirazı var.

İttifak'in geleceği

Erdoğan - Bahçeli ittifakı bozulur mu?..

Bunu Erdoğan belirler.

Ya Sinan Ateş dosyasında, Ayşe Ateş'e verdiği söz doğrultusunda sonuna kadar gider...

Ya da o dosya, bazı zanlıları dışarıda bıraktığı söylenen iddianame ile sınırlı kalır.

Sonuna kadar giderse, Bahçeli ile yollar ayrılabilir.

Vazgeçerse, ittifak devam edebilir. Etse bile, ortada artık bir güven bunalımı var.

Bozmak Erdoğan'ın işine gelmez, çünkü o zaman "yeni anayasa hayali" iyice suya düşer. MHP ile birlikte Meclis'te şu anda yeni anayasa için sayısal eksikliğe rağmen, MHP'ye yine de ihtiyacı var.

Ama acaba...

Bahçeli yerine bir başka işbirliğine yönelerek, o açığı kapatabilir mi?..

CHP ile asla ve asla olmaz, bunu dün zaten hem Özgür Özel açıklıyor, hem de son yirmi iki yılın hukuksuzluklarına, çekilen acılara, yolsuzluk iddialarına, çevre tahribatına, ekonomide yaşanan sefalete aykırı. CHP öyle bir sorumluluğa ortak olmasının hiçbir nedeni yok.

O zaman...

Başka bir çözüm düşünmüş olabilir.

Meral Akşener ile görüşmesi hâlâ sır perdesi altında!.. 

(T24)   


13 Haziran 2024 Perşembe

KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI (13 Haziran 2024)

11 yaşındaki Ahmet’in ölümünde patrondan örtbas girişimi: Aileye ifade baskısı (soL)
Adana’da dün Suriyeli çocuk işçi Ahmet’in tekstil atölyesinde asansörde sıkışarak yaşamını yitirmesinin ardından patronu temsil eden kişilerin aileye ve tanıklara baskı yaptığı ortaya çıktı.

(
https://haber.sol.org.tr/haber/11-yasindaki-ahmetin-olumunde-patrondan-ortbas-girisimi-aileye-ifade-baskisi-393734)

AYM’den yandaşa: ‘O koltuktan kalk’ (Işıl Çalışkan-Birgün)

AYM’den yandaşa: ‘O koltuktan kalk’

Kültür Bakanlığı’nın devletin sanat kurumlarına istediği kişiyi genel müdür olarak atama yetkisi veren KHK maddesini Anayasa Mahkemesi iptal etti. Sanat dünyası kararı olumlu karşılarken gözler mevcut pozisyondaki müdürlüklere çevrildi.(https://www.birgun.net/haber/aymden-yandasa-o-koltuktan-kalk-537336)


Kalemine de lüks araç dayanmıyor (Mustafa Bildircin-Birgün)

Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın, Özel Kalemi Güçlü için Skoda Superb 4X4 araç alındı. Eski makam aracını koruma ekibine veren Güçlü’nün yeni aracının özel üretim olduğu ve piyasa değerinin 4,5 milyon TL’yi bulduğu bildirildi. (https://www.birgun.net/haber/kalemine-de-luks-arac-dayanmiyor-537562)

Kalemine de lüks araç dayanmıyor


Kazakistan'da Süleymancılar'a geniş operasyon: Tüm 'hayır kurumları' ve yurtlar kapatıldı (soL)
Kazakistan'da Süleymancılar'ın derneğinin "hayır kurumları" ve yurtları, aşırılıkçı faaliyetler başta olmak üzere birçok ihlal üzerine kapatıldı. Operasyonun hükümet emriyle başlatıldığı belirtildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/kazakistanda-suleymancilara-genis-operasyon-tum-hayir-kurumlari-ve-yurtlar-kapatildi-393732)

OdaTV’nin sorusunun yanıtı: Çin’deki Türk gemisi krizinde kim kimi yanıltıyor?(soL)
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Tayvan Boğazı’ndan geçen gemiyle ilgili net açıklama yapmıyor. OdaTV, kendi bulguları üzerinden "böyle bir olay yaşanmadı" diyor. soL'un kaynaklarını sunuyoruz.
(https://haber.sol.org.tr/haber/odatvnin-sorusunun-yaniti-cindeki-turk-gemisi-krizinde-kim-kimi-yaniltiyor-393735

Ukrayna hükümetindeki iç kriz Batı'yı huzursuz ediyor: 'Zelenskiy'e güvenleri azalıyor' (soL)
Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy'in altyapı bakanını görevden almasının ardından, ülkedeki bir altyapı ve tahkimat yetkilisi istifa etti. Batı, bu gelişmelerden duyduğu endişeyi dile getiriyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/ukrayna-hukumetindeki-ic-kriz-batiyi-huzursuz-ediyor-zelenskiye-guvenleri-azaliyor-393733)

Antalya'da doktordan 7 kadın hastaya cinsel saldırı: 153 yıl hapis istemi (Birgün)

Antalya Kepez Devlet Hastanesi'nde, 7 kadına cinsel saldırıda bulunduğu suçlamasıyla yargılanan Dr. Ahmet Taner Cantimur'un 153 yıla kadar hapsi istendi. Antalya Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Cantimur hakkında hazırlanan iddianamede, olaya ilişkin bilirkişi raporu da yer aldı.(https://www.birgun.net/haber/antalya-da-doktordan-7-kadin-hastaya-cinsel-saldiri-153-yil-hapis-istemi-537607)

Antalya'da doktordan 7 kadın hastaya cinsel saldırı: 153 yıl hapis istemi

Çamlıca Bilfen okulunda 50 öğretmen işten atıldı (Evrensel)

İstanbul'da Çamlıca Bilfen okulunda 50 öğretmen işten atıldı. Öğretmenler sendikalı oldukları için atıldıklarını söyledi.(https://www.evrensel.net/haber/520876)

G7 liderler toplantısı: Topal ördekler zirvesi (Evrensel)

G7 zirvesi perşembe günü İtalya’da başlıyor. İtalya dışındaki ülke liderleri seçim yenilgileri ve zorlu iç gündemlerle boğuştukları bir dönemde zirveye katılacaklar. Gündem ise Ukrayna, Gazze ve Çin.

Dünyanın en büyük 7 ekonomisi olan ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Kanada ve Japonya’nın liderleri G7 Liderler Zirvesi için bugün bir araya gelecek. Zirve, İtalya’nın güneydoğusundaki tatil beldesi Borgo Egnazia’da gerçekleştirilecek.

G7 liderlerinin çoğu ülkelerinde zor günler geçiriyor. ABD Başkanı Joe Biden, kasım ayında yeniden yarışacağı başkanlık seçimi öncesinde Trump karşısında kaybetme riski ile karşı karşıya. İngiltere Başbakanı Rishi Sunak’ın temmuzda yapılacak erken seçimleri kaybetmesi kesin görünüyor. Fransa ve Almanya liderleri son Avrupa seçimlerinde ağır yenilgi aldılar. Kanada ve Japonya başbakanları için de kamuoyu yoklamaları iç açıcı değil. Bir tek ev sahibi İtalya’nın aşırı sağcı Başbakanı Giorgia Meloni’nin AB seçimlerinden zaferle çıkmasının ardından moralinin yüksek olacağı belirtiliyor.

Reuters’a konuşan siyasi analist Francesco Galietti, “G7’nin ev sahibi olarak tam yetkili liderler istersiniz. Eğer elinizde sadece topal ördekler varsa yapabileceğiniz pek bir şey yoktur. Eğer evinizde otoriteniz yoksa dünya sahnesinde nasıl otorite sahibi olabilirsiniz ki?​” yorumunda bulundu.(https://www.evrensel.net/haber/520826)

(derleyen: mstfkrc)

soL KÖŞEBAŞI (13 Haziran 2024)

 

Oldu olacak gömün emeklileri (Alpaslan Savaş)

Seçimden seçime yakalanan fırsatların yetmediği ortada. Emeklilerin bir araya geleceği, dayanışma ve örgütlenme merkezlerine ihtiyaç var.

Temmuz ayının hemen başında asgari ücrete ve emekli aylıklarına yapılması gereken artış tartışılmaya devam ediyor. Aslında bir tartışmadan çok, bastırmadan söz edebiliriz. Her türlü ücret artışı talebini bastırma…

“Asgari ücrete artış yapılmamalı” korusu hiç susmuyor biliyorsunuz. Hazineden sorumlu bakan Şimşek, başından bu yana söylüyor zaten, ama meselenin iktidar cephesindeki asıl muhatabı Çalışma Bakanı'dır, o da seçim hengamesi biter bitmez “gündemimizde yoktur” diye konuşmuştu. Şimdi bunlar bir adım geriye çekildi, çok bilmiş ekonomistler ve sahibinin sesi yorumcular başladı. Terane aynı. Asgari ücret artarsa enflasyon da artar…

Tamamen yalandır. Euro bölgesinde son yıllarda yüksek seyreden enflasyona neden olan temel faktörün, şirketlerin yüksek kârları olduğunu Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu itiraf etmiş durumdadır. Türkiye’deki benzer durumu ise Korkut (Boratav) Hoca, yaptıkları araştırmanın kısa bir özetini soL’daki köşesine taşıyarak teyit etti. Merak edenler buraya göz atarken1, biz emeklilerle devam edelim.

Aslında Temmuz ayı başında emekli aylıklarına yapılacak artış oranı aşağı yukarı belli oldu. TÜİK geçtiğimiz hafta başında beş aylık enflasyon rakamını yüzde 22,7 açıkladı. Bunun üstüne eklenecek Haziran ayıyla birlikte, tahminlerin ilk altı için yüzde 25 civarında olduğunu söyleyebiliriz. Memur emeklilerinin zammı, Çalışma Bakanlığı ile Memur-Sen arasında imzalanan 7. dönem toplu iş sözleşmesinde belirtilen artış oranına göre hesaplanıyor. Burada devlet memurları, yandaş sendikanın söz konusu sözleşmede attığı gol nedeniyle, altı aylık enflasyon oranının altında zam alma riskiyle karşı karşıya. Bağkur ve SGK emeklilerinin artışı ise en çok altı aylık enflasyon oranı kadar olacak.

En çok diyorum, çünkü kök ücretleri taban aylıklarının altında olan yüzbinlerce emeklinin maaşları enflasyon oranı kadar bile yükselmeyecek. Emekli maaşlarında artış kök ücrete yapılıyor ve halen taban aylığı 10 bin lira olsa da, pek çok emeklinin kök ücreti bu rakamın altında kalıyor. Yeni bir düzeltme yapılmazsa, ki gündemde görünmüyor, bu durumda olan yüzbinlerce emeklinin aylıklarındaki artış oranı sıfır ya da sıfıra yakın olacak.

Hale bakın. Yıllık enflasyonun yüzde 75’i devirerek son yirmi yılın en yüksek düzeyine ulaştığı sırada yüzbinlerce emekli yılı neredeyse zamsız geçiriyor. İçinde bulunduğumuz yılı, Erdoğan'ın seçimlerden hemen önce “emekliler yılı” olarak ilan ettiğini hatırlatırım.

Biz söyleyecek söz bulamıyoruz ama düzen siyasetçileri, halkımızın deyimiyle, maşallah kaşar gibi. Direksiyonun başına oturtulan Mehmet Şimşek durumu “aşırı ısınmadan ılımlı bir patikaya geçiş” olarak yorumluyor. Dalga geçer gibi. Erdoğan’a göre de işler yoluna girdi, yeter ki biraz daha sabretsin halkımız.

Hadi burası hükümet cephesi, ne diyecekler başka diye düşünebiliriz. Peki muhalefet? Orada da bir yumuşama, kaynaşma, koklaşma faaliyetidir gidiyor bir süredir. Bu halin son fotoğrafını, önceki gün CHP Genel Merkezi'nde el sıkışmaya doyamayan Erdoğan-Özel ikilisi verdi. Özel görüşmede emeklilerle ilgili taban aylığı ile çırak ve staj mağdurların durumunu aktarmış. Erdoğan da kendisine “emekliler yılı ilan ettik daha ne yapalım” demiş olsa gerek.

Maksat yumuşama olsun, emekliler Türkiye siyasetinde teferruat ibaret.

İmamoğlu da çok açık konuşuyor. Katıldığı bir TV programında ekonominin başındaki sömürgeci bakanın uyguladığı tedbirleri beğendiğini belirtip, yürüttüğü programı “itibarlı bir yolculuk gayreti” olarak övmekten çekinmedi.

Kısacası burası sermaye cephesi ve el birliğiyle halkın üstünde tepinmeyi sürdürüyorlar. En başta da emeklilerin üstünde.

Bu yaz tatil yapmak isteyen emeklilere bir aylığına KHK yurtlarında ucuz konaklama imkanı, PTT’nin kargolarında indirimli tarife, TCDD ana hat trenlerinde yüzde 10 iskonto...

Emekliler yılımız böyle. Yurtta beş yıldızlı tatil! 10 bin lira aylıkla hangi tatile çıkılabilecekse artık…

Ana muhalefet partisi ise emekli açılımını Ankara mitingiyle yaptı biliyorsunuz. Mitingin bir dinamizm yarattığı söylenemez, zira maksat o da değildi. Bir yandan uygulanan ekonomi programına ses etmeden, hatta ara ara İmamoğlu’nun yaptığı gibi destek vererek bir yandan da o programın ezip geçtiği emekçi kesimleri kucaklıyor görüntüsüyle işini yapan bir CHP var karşımızda. Saraçhane’deki öğretmen buluşması da Ankara’daki emekli mitingi de daha ertesi gün hiç olmamış gibi geçti gitti.

Emeklinin sorunları için ne iktidardan ne muhalefetten umutlanarak ulaşabileceği bir çözüm bulunmuyor. Özel’in mitingde açıkladığı uzun talepler listesi de CHP’nin patronlara rağmen taşıyabileceği bir liste değil. Zira sermaye sınıfı için mesele emeklinin alacağı aylığın artış oranından daha fazlası haline gelmiş durumda. Türkiye’de doğum oranlarındaki düşüşe karşı AKP’nin yaptığı çıkış bu iktidarın sadece gerici niteliğiyle ilgili değil. Türkiye burjuvazisi açısından ucuz ve genç işgücü, rekabet konusunda elini en fazla güçlendiren iki olgu. İlki ceplerindedir zira Türkiye’de asgari ücret epeydir ortalama ücrettir. Diğerinde ise patronlar başından beri karşı oldukları EYT düzenlemesiyle de sayısı artan ve “üretken olmayan nüfus” olarak adlandırdıkları emeklilerin yükünü taşımak istemediklerini her fırsatta dile getiriyorlar.

Bu nedenle emeklilerin sorunu emekli aylıklarının ne kadar olacağıyla sınırlı değerlendirilmemeli. Türkiye burjuvazisi teknoloji yatırımı açısından çok daha büyük oynamak istese de sanayisi hâlâ ölçek ekonomisine yaslanıyor ve bu genç ve ucuz işgücünü gerektiriyor.

Önümüzdeki yıllarda kapsamlı bir “üretken olmayan nüfustan kurtulma” planıyla hareket edilecek. Bunun sağlık sisteminden işgücü dağılımına, işsizlik planlamasından sosyal güvenliğe kadar önemli sonuçları olacak.

İçinde yaşadığımız düzen emekliliği bir maliyet sorunu olarak görüyor. Oysa emekliliğin bir emek, insan özgürlüğü ve eşitliği konusu olarak ele alınması mümkün. Bunun ileri örneklerini yaratan sosyalist ülkeler oldu. Toplumsal yaşama katılım kanallarının çeşitlendirilmesi, üretkenlik koşullarının yeniden belirlenmesiyle, bir taraftan üretim-hizmet süreçlerine katılımı diğer taraftan bakım ve rehabilitasyon hizmetlerinin devlet kapsamında güvenceye kavuşturulması o kadar mümkün ki. Oysa bu düzen emeklileri gömmeye hazırlanıyor. 

Seçimden seçime yakalanan fırsatların yetmediği ortada. Emeklilerin bir araya geleceği, dayanışma ve örgütlenme merkezlerine ihtiyaç var. Emekliler söz konusu olunca buna hayata tutunacak direnç merkezleri diyebiliriz. Türkiye Komünist Partisi’nin semt evlerini emeklilere açması bu niyetin ürünü. Mahalle mahalle emekli dayanışması için kolları sıvamanın tam vakti.

                                                                             /././
Kadir Sev ve “İslam devletine doğru” (Ali Rıza Aydın)
Son yazısını “örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez” diyerek bitiren Kadir Sev “Parti”ydi, Partisi TKP de Kadir Sev oldu. Okurlarının deyişiyle “aydınlatan, zihni diri tutan bir fener” gibiydi.

Kırkaltı yıllık meslektaşı, can dostu, yoldaşı yaşama veda edince eli ayağı kırılıyor insanın, beyni gölgeleniyor, birçok şeyi eksik yaşıyor. 

Kurumları, kuralları, karar ve raporları, iş ve işlemleri didik didik ederek, Marksist/Leninist analizi en yalın biçimiyle anlatan bir araştırmacı yazardı Sevgili Kadir. Sıradan gibi gözüken bir mevzuatı, kararı, raporu ya da maddelerini sınıfsal okumayla önümüze koydu hep.

Kadir Sev soL için yalnızca köşe yazarı değil, titizliği, çalışkanlığı, araştırma inceliğiyle önemli bir haberci, görüş ve analizci oldu. Okurlarımızı Kadir Sev’siz bırakmama savı ağır yükümlülük altına soksa da O’nun bizi bırakmayacağını bilmek, O’nunla yürümeye devam etmek yükümlülüğümüzü yerine getirmenin güvencesi olacak.

“Çelebi”ydi, yazdıkları ve yaptıklarıyla güven verdi Kadir. Savaşım ve devrim insanıydı. Behice Boran’lı Türkiye İşçi Partisinde başlayan yoldaşlığımızda “Gelenek” yayın yaşamına başladığında ikimiz de umutla sarılmıştık Dergiye. Uzun kamu görevinde, emeklilikten sonra Türkiye Komünist Partisinde, soL’da, Sosyalistlerin Meclisinde, Sol Cephede, Dayanışma Meclisi ve Türkiye Halk Temsilciler Meclisinde devrimci ahlak ve Partili Yaşam disipliniyle sürdü yaşamı ve çalışmaları.  

Anlatımlarını, laiklik ve/veya gericilikle sınırlı tutmadan sınıfsal bakışla yaptı hep.   

Çalışmalarının ağırlıklı bölümünü ayırdığı aydınlanma ve laiklik karşıtlığını, dinselliği net anlatan yazılarından biridir “İslam devletine doğru”. 1

“Cumhuriyetin ilk yıllarında bilim ve aydınlanmanın toplumda kök salması amacıyla kurulan kurumlar, günümüzde laikliğin ortadan kaldırılmasına hizmet edecek bir anlayışla yeniden yapılandırılmıştır. Yaşamın her alanı gericiliğin ağlarıyla sarılmıştır.” derken emekçilerin dinselliğe bağımlı duruma getirilmesiyle sömürünün daha kolay ve engelsiz sürdürüleceğini hep vurguladı.   

“Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) mezhep, tarikat ve cemaat gibi yapıların egemen konumunun ortadan kaldırılması amacıyla kurulmuş”tu. Anayasa’nın 136. maddesinde DİB’nin “laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir” yazılıydı ama başkanlık görevlerini, önceki başkanlarından birinin deyişiyle; “‘Bizim Hanefi Mezhebi’ yorumuyla sürdürmekte”ydi. Sürdürmeye devam ediyor. 

Kuran kurslarında, camilerde süren gençlik kolları çalışmalarında, değerler eğitimi çalışmalarında, ÇEDES gibi projelerde, müfredat hazırlıklarında DİB ile Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ortak çalıştı. Bu ortaklığa tarikat ve cemaatler ile dernek ve vakıflar, şirketler ve üniversiteler katıldı. Medyada da güçlü oldular.

Siyasetin, devletin, hukukun her alanına, sağlık ve eğitime, ceza ve tutukevlerine, sendikal haklara, çalışma yaşamına, aileye el attılar, fetvalar verdiler. Günlük yaşamın her alanında bireysel ve toplumsal yaşam tarzına egemenlik kurmaya kalkıştılar, günlük ilişkilerde dili dahi dinselleştirdiler. İşçi cinayetlerini, afetleri, yıkımları dinsele, kadere bağladılar; “şükür” ve “dua”ya sığındırdılar. 

Yağ lekesi gibi yayıldılar siyasetin, devletin ve toplumun içine, yayılmaya devam ediyorlar.  “Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) Diyanet İşleri Başkanlığının ayrılmaz bir parçası” oldu. 

2016 yılında bütçeden verilen kaynaklarla kurulan ve her yıl genel bütçeden ödenek aktarılan Türkiye Maarif Vakfına (TMV) “FETÖ’nün olduğu söylenen yurt dışındaki okul, yurt ve sosyal tesisler” devredildi. Kadir’in saptamalarına göre bulundukları ülkelerde misyoner işlevi gören bu kurumların yaptığı işler, bağış ve bütçe desteğiyle “kotarılacak gibi değil”.  TMV “bilemediğimiz kaynaklardan besleniyor olabilir”. 

“Dinci vakıf ve dernekler aracılığıyla, hurafelerin toplumun kılcal damarlarına değin etki edebileceği bir ortam oluşturul”du.  Bunların “gözde olanlarına milyarlarca lira değerinde kamu taşınmazları verilmekte; vergiden bağışık tutulmakta; izin almaksızın bağış toplamak ve dağıtmak gibi ayrıcalıklar tanınmakta”.   

“Yoğun biçimde taciz-tecavüz olayları olduğu bilinmekte ancak çoğu gizlendiği için gerçek boyutu ortaya çıkarılamamakta. Basına yansıyabilenler ise unutturulmakta. Unutturulmasında benzer vakıf ve derneklerin bir çatı örgütü altında (Gönüllü Teşekküller Vakfı) toplanmasının payı çok”. 

“Milli Eğitim Şûrası, “din şûrası”na dönüştü. Gerici, aydınlanma karşıtı uygulamaların hepsinde bu kurulun kararlarının katkısı ya da izi bulunmakta. Eğitim Birliği Yasası, eğitimde birliği sağlayabilecek özelliğini çoktan yitirdi”.

“Din dersleri ‘din kültürü ve ahlak öğretimi’ adı altında her tür ve derecedeki okulda verilmekte. Seçmeli görünümü altında çoğu okulda İHL müfredatı dayatılmakta. Anayasa Mahkemesi de verdiği kararlarla, laikliğin içini boşaltmakta, hukuk alanında kazınmasına katkı vermekte”. 

“Anayasanın 2018 yılında yürürlüğe girmesiyle, her kurum gibi DİB de Cumhurbaşkanlığına bağlandı” ve daha güçlendi. Hem ulusal hem de uluslararası alanda “cami dışı din hizmetlerinin önü açıldı”. Ve “kamu/özel ne kadar kurum-kuruluş varsa hepsi paydaş ya da ortak” ilan edildi. DİB’nin “görev ve yetkileri yaşamın her alanını kapsayacak biçimde genişletildi ama yine de yasasına sığamıyor, kendine yeni görevler icat ediyor”.

Sermayesi sürekli artırılan “Dini Yayınlar Döner Sermaye İşletmesine Said-i Nursi kitaplarını yayımlama tekeli verildi.” “Diyanet Yayınları, MEB Eğitim Bilişim Ağı (EBA) kapsamına alındı.” MEB, İmam-Hatip liseleri (İHL) Bakanlığı gibi çalışıyor. “Dünyayı dinsel inançlar doğrultusunda algılayan her meslekten insan yetiştirilmeye çalışılıyor. Eğitim programları bu amacı karşılayacak anlayışla hazırlanıyor.”

Bütçesi, kaynakları ve kadroları sürekli büyüyen DİB’nin yan kuruluşu gibi çalışan bir de “Türkiye Diyanet vakfı (TDV)” var.

Anayasasında “laik” yazan devlet, Sevgili Kadir’in deyişiyle dünya-ahiret dengesi kurabilen” suskun bireyler yetiştirmekle meşgul. Bireysel ve itaatkâr emekçilerle sömürü daha kolay. Bu konuda sessiz kalınamaz, kalındıkça sömürü kanıksatılır. 

Son yazısını “örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez” diyerek bitiren Kadir Sev “Parti”ydi, Partisi TKP de Kadir Sev oldu. Okurlarının deyişiyle “aydınlatan, zihni diri tutan bir fener” gibiydi. Devrimci yüreği her yerde her zaman çarpacak.

                                                                    /././
Burjuvazinin ayyuka çıkmış hırboluğu (Nevzat Evrim Önal)
Jacques Brel’in olağanüstü şarkısını hatırlayalım: “Domuz gibidir burjuvalar, yaşlandıkça aptallaşırlar.”

19 Mayıs’ın ertesi günüydü. Bir önceki akşam Galatasaray-Fenerbahçe maçı sonrasında tuhaf olaylar olmuş, Ali Koç sahaya dalmış, birini dayakla tehdit etmiş, başka birinin yakasına yapışmış, özetle yeşil sahalarda görmek istemediğimiz olaylar yaşanmıştı. Her pazartesi sabahı görüştüğüm, siyasetle pek ilgisi olmayan ama futbola gayet meraklı bir arkadaşım, olayları soL’a haberleştiren Buğrahan Aydın’ın kullandığı vurgunun1 aynısını yapmış; şaşkınlığını “Yahu sen koskoca Ali Koç’sun, onlar nasıl hareketler?” diye şeklinde ifade etmişti.

Ortada bir ölçüde şaşkınlık verici bir durum olduğunu kabul etmek lazım; zira bir tarafta bunlar olurken, diğer tarafta Ali’nin halen hayatta olan babası Rahmi, kurduğu müzede “bakın ne zevkli insanım” diye çalışma masasını, satranç takımını falan sergiliyor. Ne var ki, sömürücü egemenlerden nezaket beklemek yeni bir konu değil ve bence asıl tartışılması gereken mesele bu.

Başlayalım…

                                                               ***

Toprağı bol olsun, Güngör Uras, kıymetli bir iktisatçıydı. Düşüncelerimiz çok farklıydı; ama neoliberalizmin emekçi düşmanı politik dogmalarını bilimsel doğru diye halka yutturmaya çalışan bugünün pespayelerine benzemezdi. 2007’de, “Bizde ‘burjuva sınıfı’ neden yok?” başlıklı bir köşe yazısı yazmıştı.2 Uras bu yazıya “Burjuvalaşmak için krema oluşturmak gerekir. Bunun için bilgi, düzen, yaşam tarzı, dürüstlük, doymuşluk, yaşamışlık gerekir” diye başlıyor, egemen sınıftan beklentilerini şu cümlelerle dile getiriyordu:

“Burjuvayı burjuva yapan parasal gücü yanında sahip olduğu değerlerdir. Bunlar eğitim, kültür, yaşam biçimi, insan ilişkileri ve dünya görüşüdür. Burjuvalar, toplumun önünde koşarlar. Yaşam biçimleri, eğitimleri, kültürleriyle topluma örnek olurlar. Ortak değerlerin, sanatın, kültürün gelişmesine destek verirler. Bilim adamlarını, sanatçıları hem manevi olarak hem de maddi olarak desteklerler.”

Uras’a göre Türkiye’de burjuvazi yoktu, çünkü Türkiye’nin taşra esnafından türeme zenginleri bu değerlere sahip değildi.

Uras’ın, elinde fener güpegündüz insan arayan Diyojen gibi aradığı bu kültür hamisi burjuvaziyi, tarihte ancak istisna niteliğindeki parantezlerde bulabilirsiniz. Bu parantezler, burjuvazinin kendi sınıf egemenliğini kanlı bir devrim yoluyla değil de eski aristokratik egemenlikle uzlaşarak kurduğu durumlarda açıldı ve yalnızca yeni egemenlik yerleşik ve rakipsiz hale gelene kadar açık kaldı. En bilinen örneği Rönesans’a patronluk yapmış Medici ailesidir. 

Ne var ki, bu durumlarda dahi burjuvazi açısından sembolik ve kültürel itibar, yalnızca bir politik rekabet aracıydı. Bu politik rekabet eski egemenliğin yenilgisiyle (ya da eski egemenlerin de burjuvalaşmasıyla) tamamına erdiği andan itibaren ise burjuvazi “dindarca vecdin, şövalyece coşkunun, ‘yontulmuş’ kasabalıya özgü geçmiş zaman özleminin mübarek ürpertilerini, bencil hesapçılığın buz gibi sularında boğdu, (…) dinsel ve siyasal yanılsamalara perdelenmiş sömürünün yerine, apaçık, utanmasız, dolaysız, düpedüz sömürüyü getirdi.”3

Türkiye burjuvazisi bu konuda Avrupa’daki öncüllerine göre daha da rahattı. Kendi sınıf egemenliğini kurarken bu egemenliği toplumun geri kalanı gözünde kültürel/sembolik araçlarla meşrulaştırmak zorunda hemen hiç kalmadı. Bu işi onun yerine Kemalist devrim ve cumhuriyet aydınlanması halletti. Sadece müzeleri ve üniversiteleri değil, büyük sanayi tesislerini bile devlet kurdu, Koç gibileri hazıra kondu.

Mülkiye’den mezun olmuş, planlı sanayileşme yıllarında Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzmanlık, 1974’ten 1980’e kadar ise TÜSİAD’da genel sekreterlik yapmış Güngör Uras, adeta devletle burjuvazi arasındaki bu ilişkinin bir sembolüydü. Tipik bir orta sınıf aydınıydı ve üstün niteliklerini Türkiye burjuvazisinin hizmetine sunmuştu. Muhatapları ise Ali’nin dedesi ve Rahmi’nin babası olan Vehbi gibi esnaflıktan türeme zenginlerdi. Yukarıda alıntıladığımız hayal kırıklığına kaynaklık eden bu çelişkisini, kendisi gibi hayatını ve çalışkanlığını nitelikli olmaya vakfetmiş; ama daha da zengin olmak için hiçbir hoyratlıktan kaçınmayan, hiçbir değeri ayaklar altına almaktan çekinmeyen burjuvaziden kopup onun karşısına dikilmeye cesaret edememiş başka pek çok cumhuriyet aydınıyla paylaşıyordu.

Bu çelişki o kadar yaygın ve köklü ki izlerini her yerde bulmak mümkün. Türkiye sosyalist hareketinin en önemli önderlerinden Behice Boran, daha 1962’de, Yön dergisinde yayınlanan “Türkiye’de burjuvazi yok mu?” başlıklı yazısında, bu orta sınıf takıntısının sakıncalarını inanılmaz bir berraklıkla ortaya sermişti. Müsaadenizle, günümüz Türkçesine uyarlayarak alıntılamak istiyorum:

“(...) akademik bir konu gibi görünen ‘Türkiye’de burjuvazi var mı yok mu?’ meselesinin gerçekte pratik, aksiyon için taşıdığı önemli sonuçları vardır. Türkiye’de batı anlamında özel mülkiyet ve burjuvazi yoksa, tabii o zaman burjuvazinin karşı kutbu işçi sınıfı da yok demektir. İşçi sınıfı olmayınca da, bir işçi sınıfı ideolojisi ve hareketi olarak sosyalizm söz konusu olamaz. O zaman sosyalizm, toplumda gerçek bir dayanak ve kuvvetten yoksun, havada kalmış, bir takım ‘hayırsever’ fikirler ve dilekler sistemi, veya bir seçkinler kadrosu yönetimi hayali olmaktan ileri geçmez. Bizim ‘yoktur’ denip de aslında var olan burjuvazi da bunu ister zaten. Yürütmek istediği demokrasi oyununda, ‘Her çeşitten partimiz var, bakın görün sosyalistlerimiz de var’ demek işine gelir. Burjuvazinin sınıf çıkarlarına zarar vermeyen, aydınların kendi aralarında tartışıp oyalandıkları bir sosyalizm.”4

Behice hanım hayran olunacak derecede sabırlı bir sosyalist aydındı. Ömrünü, kafasını devekuşu gibi “demokratikleşme” kumuna gömmüş Türkiye solcusunu sosyalist devrime ikna etme çabasıyla geçirdi. Kendisiyle aynı gelenekten geldiğim için gurur duyuyorum, ama onda olan sabrın bende en fazla kırıntıları var. Dolayısıyla, Güngör Uras’ın yazısından birkaç ay sonra, doktorasını yeni almış bir bilim insanı olarak katıldığım bir iktisat kongresinde, sunum yaptığım paneli yöneten profesör argümanlarımı “Türkiye’de burjuvazi yok ki” diye reddetmeye kalktığında, kendisine “İnsanlar siz onların tipini beğendiğiniz için burjuva olmazlar” demiştim.    

                                                          ***

Hala buradayız. Cumhuriyet aydınlanmasından nasiplenmiş eğitimli insanlarımız, yana yakıla nitelikli hizmetini (ve saygısını) hak edecek nazik, nezih, uygar burjuvaziyi arıyor. Ali Koç şeref tribününden atlayıp kavgaya dalıyor, sahaya inip birilerini tartaklıyor ama fayda yok. Kongre yapılıyor, adam başkanlık tazeliyor ve aydın kimliğinden şüphe duymayacağımız bir duayen gazeteci “İki aday canlı yayına çıktı, uygarca tartıştı ve seçim sonucunda kaybeden gitti kazananın elini sıktı başarılar diledi. Siyasette unutuldu bunlar...” diye güzelleme yazıyor.

Beyhude bir arayış bu. Burjuvazi ancak kendi egemenliğinden emin olmadığı zamanlarda eğitimli orta sınıf gözünde nezaketle, kültürlülükle meşruiyet ve itibar sağlamaya çalışır. Burayı cebinde görüyorsa (ki bugün görüyor ve bu konuda haklı) itibarını görgüsüzce para harcayarak, olmadık lüksler icat ve teşhir ederek sağlamaya başlar; bilim ve sanatı da yalnızca birer sermaye biriktirme aracı haline getirir. 

Bugün Türkiye’de de dünyada da burjuvazi kendi egemenliğinden o kadar emin ki, tek mücadelesinin birbiriyle rekabet olduğunu düşünüyor ve siyaset de salt bu eksende şekilleniyor. Bu yüzden bizzat bir burjuva ve sınıfının bencil hesapçılığının olabilecek en kaba saba temsilcilerinden biri olan Donald Trump ABD başkanı olabiliyor.

Trump’ın hırboluklarına bakıp dünyanın daha iyi bir ABD başkanını hak ettiğini düşünüyor “Roosevelt ne nitelikli adammış” diyorsanız, Erdoğan’ın nobranlığına bakıp Süleyman Demirel’in nüktedanlığını özlüyorsanız, ya da Ali Koç’a bakıp “yahu koskoca Koç ailesinin düştüğü hale bak, halbuki babası ne kadar nezih” diye hayıflanıyorsanız, bu, dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesine üzülmeniz kadar abes. Burjuvazi, tabiatına uygun davranıyor. Kendisini sınırlayan bir güç olmadıkça, iyice ipten kazıktan kurtulmuş bir ruh haline bürünüyor. Trump istisnai bir hırbo değil; mesela ABD burjuvazisi ve siyaset elitinin önemli bir bölümünün Jeffrey Epstein’ın çocuk istismarı ticaretinin müşterisi olduğunu biliyoruz. 

Satıcı Epstein’ı hapishanede öldürdüler, müşterilerin hepsi zenginlikleri ve saygınlıklarıyla etrafta geziniyor. 

Hesap vermeyecek derecede zengin ve egemen olanlar toplumun geri kalanını insan olarak görmeyi bırakır ve korkunç şeyler yaparlar. Giyotin böyle bir dönemde icat edilmişti. Bugün burjuvazinin zenginliği, onu hayatın olağan işleyişinde her türlü hesap verme zorunluluğundan kurtarmış durumda. Cinayet işlediklerinde dahi (ki işliyorlar) dokunulmazlar. Bu yüzden, insan gibi davranmak için hiçbir sebebi olmayan bu sömürücülerin, sırf biz daha iyi hissedelim diye ayyuka çıkmış hırboluklarına bir set çekeceklerini, nazik ve görgülü insanlara dönüşecekleri zannetmeyi bırakalım ve Jacques Brel’in olağanüstü şarkısını hatırlayalım: “Domuz gibidir burjuvalar, yaşlandıkça aptallaşırlar.”5

Bazıları pata küte kavga edecek kadar genç ve fit bireyler olabilir, ama bir egemen sınıf olarak artık yaşlandılar, köhnediler ve saçmalıkları için kimseye hesap vermeyen, hayatı herkese zindan eden ihtiyarlara dönüştüler.

Hepimizin esenliği ve huzuru için bu ihtiyarın ölmesi gerekiyor.

                                                                              /././
Savaşta sporcu firarları: Ukrayna Gizli Servisi Paris'te olimpiyatçılarının peşinde (Okay Deprem)
Ukrayna'nın önde gelen sporcuları Rusya'yla savaşta hayatını kaybederken, birçok sporcuysa ülkeyi terk ediyor. Ukrayna istihbaratı "askeri firarlar" nedeniyle olimpiyat için sıkı tedbirler alıyor.

Ukraynalı sporcuların, Paris'teki Yaz Olimpiyat Oyunları'na ülkenin istihbarat teşkilatı Ukrayna Güvenlik Servisi'nin (SBU) çalışanları eşliğinde katılacakları öğrenildi. İlgili istihbarat mensuplarının Fransa'nın başkentinde sadece olimpiyat sporcularının güvenliğini sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda sporcuların “kaçmasını” da engellemekle görevlendirildikleri ortaya çıktı. Ukrayna'da “askeri seferberlik” yasasının sıkılaştırılmasından sonra, uluslararası sportif yarışmalar ve müsabakalar için ülkeden en azından bir süreliğine ayrılmalarına izin verilen sporcuların Batı'ya iltica etme ihtimalleri de her geçen gün önemli ölçüde artıyor.

Cephede ölen ve yaralanan Ukraynalı sporcu sayısı artıyor

Ukrayna milli takımının birçok sporcusunun askerlik görevini henüz yapmadığı biliniyor. Dolayısıyla birçoğunun Fransa’daki yaz olimpiyatlarından hemen sonra pekâlâ cepheye gönderilebilecekleri düşünülüyor. Bazı Ukraynalı profesyonel atletler ise, Rusya'yla askeri ihtilafın ilk günlerinden itibaren çatışmalarda yer alıyorlar. Mayıs 2024'te Ukrayna’nın “Gençlik işleri ve Spordan Sorumlu Bakan Vekili” Matvey Bidnıy, Deutche Welle'ye verdiği bir röportajda, "Ukrayna sporunun seçkinlerinin ülkenin bağımsızlığını ve geleceğini ellerinde silahlar eşliğinde savunduklarına” dair bir beyanatta bulundu. Dediklerine bakılırsa, "Rus saldırganlığına" karşı savaşan Ukraynalı sporcular arasında ölü ve yaralı sayısı her geçen gün artıyor.

Ukrayna’nın olimpik seçkin sporcuları da savaşta ölüyor

Savaşta ölenler arasında Ukrayna'nın seçkin sporcuları da bulunuyor. Örneğin, Ukrayna'daki savaşın ilk günlerinden itibaren Ukrayna Silahlı Kuvvetleri (VSU) saflarında yer alan Aleksandr Peleşenko, 6 Mayıs 2024 tarihinde öldü. Peleşenko, 2016 Olimpiyat Oyunları'na katılmış ve iki kez Avrupa halter şampiyonu olmuştu. Nisan 2023'te, kürekte birden fazla Ukrayna şampiyonluğu bulunan Aleksandr Diki'nin de savaşta hayatını kaybettiği açıklandı. Aynı şekilde, ondan bir ay önce de atletizm sporcusu Roman Polişçuk’un, ardından da Avrupa Gençler Şampiyonası galibi ve 2018 Gençlik Olimpiyat Oyunları'nda gümüş madalya kazanmış olan Maksim Galiniçev'in Ukrayna Ordusu'nun amfibi hücum birliklerinde görev yaparken yaşamını yitirdiği ortaya çıktı. Son olarak da Aralık 2022'de Ukraynalı halterci Yaroslav Khibovski'nin cephede ölmüş olduğu bilgisi kamuoyu ile paylaşıldı

                                         Cephede hayatını kaybeden Ukraynalı halterci Aleksandr Peleşenko

Kiev kaçak sporcuların listesini tutuyor

Ukraynalı profesyonel sporcuların hepsinin "her şeye rağmen" savaşmak istediği söylenemez. Yalnızca resmi istatistiklere göre, sporcuların birçoğu, hatta yüzlercesi, yurt dışındaki spor kampları ve etkinliklerden ülkeye belirlenen süre dahilinde geri dönme şartını ihlal ediyor. Ukrayna'daki spor yetkilileri bu tür vakaları elbette ki kaydediyor. Geçen sonbaharda Ukrayna Gençlik ve Spor Bakanlığı, geri dönme talimatına rağmen yurtdışında kalan 304 sporcudan oluşan bir liste hazırladı. İhlal edenler arasında; İngiliz kulüplerinden Chelsea'de oynayan Mikhail Mudrik ile Bournemouth'da top koşturan İlya Zabarnıy dahil olmak üzere Ukrayna milli takımından dört futbolcu vardı. Kaçak sporcuların bulunduğu listeye Ukrayna’nın ilgili bakanlığının web sitesinden bakılabilir.

                                            Chelsea'de forma giyen Ukraynalı milli futbolcu Mikhail Mudrik

Ukrayna'nın "Focus" adlı dergisi, Spor Bakanlığı'nın ülke dışına seyahat eden sporcu ve antrenörlerle ilgili ayrıntılı istatistiklerine yer verdi. Buna göre, 24 Şubat 2022'den 15 Kasım 2023'e kadar yaklaşık 9 bin sporcu ve antrenör ülkeden çıkış hakkını kullandı. Akabinde olimpik sporlardan 247 sporcu ve antrenör, olimpik dışı sporlardan ise 49 sporcu ve 13 antrenör çeşitli nedenlerle Ukrayna'ya dönmedi. Rusya ile savaşın başlamasından bu yana toplam 4 bin 364 olimpik sporcu ve antrenörün yanı sıra 93 olimpik olmayan spor dalından ise 3 bin 104 sporcu ve 1590 antrenör ülkeyi terk etti. Ukrayna Spor Bakanlığı, yurtdışında kalan sporcuları kaçak olarak gördüklerini ve onları milli takımlardan men edilmekle ve sportif unvanlarından mahrum bırakmakla tehdit ettiğini açıkça duyuruyor.

Ülkeden kopuş

Askeri seferberlik nedeniyle Ukraynalı sporcularla ülkeleri arasındaki yüksek düzeyde kopuşlar çoktan başlamıştı. Örneğin, öncesinde iki kez celp alan, Ukraynalı ulusal balıkçılık takımı mensubu Artur Bilan, İtalya'da Kasım 2023'te düzenlenen Dünya Şampiyonası'nın ardından, sorununu çözmenin bir yolunu göremediği için olsa gerek, ülkesine dönmeme kararı aldı. Takımından firar etmeden önce ise, milli takım kaptanına, ailesinin "sürekli stres içinde" yaşamaması için Avrupa'da kalmak istediğini belirten bir mesaj bıraktı.

Genç futbolcu neo-Nazizm nedeniyle Rusya'ya sığındı

Ukraynalı sporcular nezdinde en yankı uyandıran kaçış öykülerinden birisine, Ukrayna’nın ünlü futbol kulübü Shakthar Donetsk'in oyuncusu Aleksandr Raspyutko imza attı. Belçika'daki uluslararası havaalanında uçak bileti aldıktan sonra ortadan kaybolan 19 yaşındaki futbolcu, aradan birkaç gün geçtikten sonra sosyal ağlar üzerinden Rusya'da olduğunu ve siyasi sığınma talebinde bulunduğunu duyurdu. Raspyutko dahası, Ukrayna’dan ülkesindeki “Neo-Nazizm ideolojisi” nedeniyle kaçtığını açıkladı.

                                                         Aleksandr Raspyutko

Ukrayna istihbaratından olimpiyat tedbirleri

Ukraynalı yetkililer, büyük bir uluslararası spor etkinliği sırasında veya sonrasında sporcuların kitlesel firar ve ilticalarının ülkenin imajına ciddi bir darbe indireceğinin fazlasıyla farkındalar. İlgili birimlerin ve spor federasyonlarının çabaları ise sporcuyu tutmaya kâfi gelmiyor. Özellikle Olimpiyat takımlarının mensupları üzerinde etki kurmak maksadıyla SBU devreye girmeye başladı. İsminin gizli tutulmasını isteyen Ukraynalı olimpik sporcularından birisi, yurt dışında katılacakları müsabakalar öncesinde sporcularla SBU’nun bireysel olarak “önleyici görüşmeler” yaptığını söyleyerek şu sözleri dile getirmiş:

Özel servis görevlileri bana, şüpheli bir şey fark etmem durumunda derhal kendilerini bilgilendirmemi tembih etti. Ayrıca, takımın kamp yaptığı yerden ayrılmamız da yasaklandı. Muhtemel bir kaçış, savaş hukukuna göre firar sayılacaktı. 'Hainlerin misillemeyle karşı karşıya kalacağını’ söylediler.

Sporcuların bu konuda “birbirlerine göz kulak olmaları” tavsiye edildi. Bunun takımdaki atmosferi ve sportif sonuçları nasıl etkileyeceğini ancak Paris’teki Yaz Olimpiyat Oyunlarının bitiminden sonra göreceğiz.  

                                                                  /././

Mülteci öğrencilere ‘gölge sınıf’: Aynı sınıfa alındılar, bir yıl boyunca okula gitmediler (Yekta Armanc Hatipoğlu)

İstanbul’da bir lisede 12. sınıftaki mülteci öğrencilerin bir yıl boyunca okula gitmediği öğrenildi. Veriler, okul çağındaki göçmen öğrencilerin okul yerine nerede olduklarını gösteriyor.

İstanbul Kadıköy’de bulunan Mehmet Bayazıt Anadolu Lisesi’nde 12. sınıf öğrencisi 12 Iraklı mülteci öğrencinin bir eğitim-öğretim yılı boyunca okula gitmediği Eğitim-İş İstanbul 2 No’lu Şube Başkanı Kadir Toruş tarafından ortaya çıkarıldı. Okul idaresinin yönetmeliğe aykırı olarak göçmen öğrencileri tek bir sınıfta, 12-H’de topladığı bilinirken, öğrencilerin karnesine yıl sonunda mevzuata uygun olarak, “Devamsızlıktan sınıf tekrarı” yazılıp basıldı.

Okul öğretmenlerinden F.U. ve S.Ö. mülteci öğrencilerden sorumlu “sınıf öğretmeni” yapıldı. Branş öğretmeni norm açığı ortaya çıkmaması için Iraklı öğrencilerin devamsızlığı, yıl sonuna kadar gizlendi. Eğitim-İş, İstanbul Kadıköy’de gün yüzüne çıkan olayın, Türkiye’nin pek çok kentinde yaşandığını söylüyor.

Mülteci çocuklar ne yapıyor? İş cinayeti ve zorla evliliğe kurban giden mülteci çocuklar

Türkiye’de yaşayan ve zorunlu eğitim kapsamında olan milyonlarca mülteci öğrencinin ne yaptığı sorusu tam olarak bilinmiyor. Mülteci erkek çocukların kol gücü gerektiren işlerde çalıştırıldığı, kız çocukların ise evlendirildiği sivil toplum kuruluşları ve göç üzerine araştırma yapan kuruluşlar tarafından dile getiriliyor.

Suriye savaşının başladığı 2011’in ardından Suriye’den gelen göç dalgası sonrası, mülteci kız çocuklarının Türkiye’de zorla evlendirildikleri iddiası dile getirilmişti. Aralarında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ve Diyarbakır Barosu’nun bulunduğu baro, dernek ve siyasi partiler iddiayla ilgili çeşitli açıklamalarda bulunmuştu.

Uluslararası çocuk hakları örgütü ECPAT’ın “Çocukların Ticari ve Cinsel Sömürüsüyle Mücadele: Türkiye” raporunda yer alan ve 2018 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması’na dayandırılan bilgilere göre 20-24 yaş aralığındaki Suriyeli kadınların yüzde 9,2’sinin 15 yaşında, 15-19 yaşlarındaki genç kadınlarınsa yüzde 13,4’ünün 15 yaşından önce evlendirildiği belirlenmişti.1

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin 2013'ten itibaren 2024 yılının ilk beş ayını da kapsayan raporuna göre Türkiye’de dönemde toplam en az 695 çocuk iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Yaşamını yitirenlerin 99’u kız çocuğu olurken, 596’sı erkek çocuğu. Rapora göre ölen çocukların 80’i ise mülteci. Mültecilerin önemli bir kısmının kaçak olarak Türkiye’de yaşadığı düşünülünce, bu sayının daha fazla olduğu ortaya çıkıyor. Son mülteci çocuk işçi cinayeti Adana’da yaşandı. Adana’nın Seyhan ilçesi Kocavezir Mahallesi’nde bulunan bir tekstil atölyesinde Ahmet isimli Suriyeli bir çocuk işçi, asansör ile duvar arasında sıkışarak hayatını kaybetti.

‘AB’den destek almak için MEB’in böyle sınıflar oluşturduğunu düşünüyoruz’

İstanbul’da yaşananları ve okul çağındaki mülteci çocukların durumunu Eğitim-İş İstanbul 2 No’lu Şube Başkanı Kadir Toruş ile konuştuk.

Toruş, zorunlu eğitim çağında olmasına rağmen pek çok mülteci öğrencinin okula gelmediğini söyleyerek sözlerine başladı. Avrupa Birliği’nden (AB) gelen “mülteci desteği” için Millî Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) mülteci öğrencilerin eğitimine böyle devam ettiğini söyleyen Toruş, şunları kaydetti:

“Türkiye’deki Suriye, Irak, Afganistan, İran gibi ülkelerden göçle gelen mülteci öğrenci sayısı 1,4 milyona çıktı. Zorunlu eğitim çağında olmalarına rağmen yüz binlercesi okula gelmiyor. Evlilik, çocuk işçilik gibi nedenlerle okulu terk ettiler. MEB buna rağmen mülteci öğrencileri e-okul üzerinde ‘okula gidiyormuş’ gibi kaydetti. Okulda fiilen olmayan ama e-okulda olan mültecilere özel bu gölge sınıflar için sınıf öğretmeni de görevlendirildi. Ortada ne bir sınıf ne öğrenci ne derslik var. Okula devam eden mülteci öğrenci sayısını yüksek gösterip, AB’den destek almak için MEB’in böyle sınıflar oluşturduğunu düşünüyoruz. Okulun bahçesine adım atmayan, sınıfının yerini bilmeyen, bu eğitim yılında bir tek derse bile girmeyen mülteci öğrencilere, AB’den gelen paralar kesilmesin diye MEB gıyabında karne verecek.”

‘Olmayan öğrenci için öğretmenlere karne hazırlattırılıyor’

Kadıköy’de yaşanan problemin sadece tek bir örnek olduğunu söyleyen Toruş, Türkiye’deki pek çok il ve okulda okula hiç gelmeyen mülteci öğrenciler için karne hazırlandığını belirterek sözlerine devam etti:

“Türkiye’deki birçok il ve okulda, okula hiç gelmeyen mülteci öğrencilerin karneleri hazırlanıyor. Kadıköy’deki Mehmet Bayazıt Anadolu Lisesi de sadece bir örnek. Mülteciler için özel sınıf oluşturulmuş bu çocukların okuldaki sınıflara eşit dağıtılması gerekiyor. Okula senede bir gün bile gelmeyen 12 Iraklı öğrenciyi, örgün öğretim dışına çıkarmaları gerekirken, sınıf tekrarı kararı verilip, karneleri yazılmış. MEB, öğretmenleri de bu usulsüzlüğün içine baskıyla çekti. Öğretmenlerimiz, ‘Okula hiç gelmeyen çocukların kayıtları okullardan alınsın. Hiç görmediğimiz, tanımadığımız mülteci çocuklara niye karne veriyoruz?’ diye tepki gösteriyor. Olmayan öğrenci için öğretmenlere karne hazırlattırılıyor.”

‘Bu çocuklar nerede?’

Toruş, okula gelmeyen mülteci öğrencilerin nerede olduğunun bilinmediğini hatırlatarak şunları söyledi:

“Sınıf tekrarı kararı doğru olsa da bu sistem yanlış. Örgün eğitime devam etmeyen, okula gelmeyen mülteci öğrencilerin şu an nerede olduğunu kimse bilmiyor. Öğrenciler çocuk işçi mi? Bir tarikata esir mi düştü? Çocuk yaşta evlendirildi mi? Bu çocuklar nerede, bakanlık müfettişleri bunu araştırmak için ne yapıyor, cumhuriyet savcıları nerede?”

(https://haber.sol.org.tr/haber/ab-denetcileri-mebden-sikayetci-multeci-fonuna-iliskin-istedigimiz-verileri-vermiyor-393074)

(soL)