22 Haziran 2024 Cumartesi

soL KÖŞEBAŞI -22 Haziran 2024-

 

Asıl değişim -Aydemir Güler-

Değişim lafı siyasette büyük ölçüde yalan olabilir; ama toplum hareket halindedir ve derin bir değişim sinyal vermektedir.

Düzen siyasetinin sihirli sözcüklerinden biri, değişim… 

Sağcılık hep mevcudu korumakla, muhafaza etmekle anlamlandırılır. Ama Erdoğan akla gelebilecek her eksikliği, her olumsuzluğu “eski Türkiye” başlığının altına sokmayı becerdi; en büyük değişimci o oldu. Ortağı MHP, geçmişe en sıkı sıkıya sarılan siyasal parti olarak düşünülebilir; öyledir de. Ama MHP’lilerin asıl güdüsü siyasi iktidara tutunmak olduğu için, AKP onlarla devleti paylaşmaya başladığından beri “yeni Türkiye” tezi Bahçeli’yi de heyecanlandırıyor.

CHP hem Cumhuriyet’in kurulmasıyla, hem de 1960’larda merkezden sola yaptığı manevrayla değişim kavramına daha yatkın bir parti. Sosyal olarak modern kesimlere daha fazla yaslanması da bu özelliğini besler. Tabii bir de, şaka değil, kısa istisnalar hariç 1950’lerden bu yana verili durumun eleştirmeni olarak konumlanan, hep muhalefet sayılan bir hareketten söz ediyoruz. Hal böyle olunca, hangi liderlik, hangi kadro grubu olursa olsun bütün CHP hizipleri aynı değişim iddiasına sarılırlar.

Lakin, CHP’nin hem 31 Mart seçimlerinde hem de onu izleyen dönemin kamuoyu yoklamalarında birinci parti durumuna yükseldiği şu günlerde değişimi temsil etmek açısından ciddi sorunlar var. Örnek vereyim; halkın en fazla değişmesini dileyeceği hayat pahalılığı olsa gerek. Ama CHP halk düşmanı ekonomi politikasının kökten değişmesini değil, karar vericilerin muhalefetle (yani kendisiyle) diyaloğa girmesini istiyor. Bu isteğin geniş kitleleri pek fazla ilgilendirmeyeceği açıktır. “Hadi sokağa çıkalım” dendiğinde ise, CHP geçmişte yapmadığı mitingler kadar bu aralar yaptıklarıyla da “dostlar alışverişte görsün”cüdür. Erdoğan bile ara sıra toplumun kanayan yaraları diye attığı tiratlarla o kadarcık muhalefet yapabilmektedir!

Veya; CHP uluslararası başlıklarda Erdoğan’ın Batı ile Doğu arasındaki dengelere oynayan çizgisine göre çok daha Batıcı görünüm vermektedir. Ama bir ara Kılıçdaroğlu’nun Rusya’yı Ukrayna savaşının suçlusu ilan etmekte gösterdiği gayretkeşlik dışında, bu tutumun tamamen açık edilmesi neredeyse imkânsızdır. CHP’nin gerçekte gönlünden geçen, Gazze konusunda belli başlı Batı iktidarlarının çizgisinde olmaktır, ama bu da imkânsızdır. Açıkçası, Türkiye’nin geleneksel NATO çizgisi düşünüldüğünde CHP’nin değişimle ilişkisi kurulamaz. AKP içinde Amerikancılarla “yerli ve milli”ciler arası itiş kakış çok daha gerçektir.

Son olarak; Kılıçdaroğlu’nun laikliğin tehlikede olmadığı görüşü artık tekrarlanamamaktadır. Ama CHP merkezinin kararlı bir laiklik savaşımı vermediği açıktır. Konu tarikat egemenliğinin sınırlarına indirgenecekse, o tartışma zaten AKP’nin de içinde yaşanmakta, üstelik dışarıdan da gizlenmemektedir…

Bu örnekler şunun için: CHP değişimciyim demekle birlikte AKP’nin sınırlarını çizdiği genel bir kulvarın dışına taşmamaktadır. Akla gelen bütün başlıklarda sınırını büyük sermaye çizmiştir.

Batıdan kopması düşünülemeyecek olan sermaye sınıfı, AKP ile “emperyalistler ligine” girme egzersizine başlamıştır ve o noktadan geri dönmek istemez. Şeriat ilanı değil, ama halkın rızasının din sayesinde alınmasından da vazgeçmeyecektir. Ekonomi dendiğinde zaten herhangi bir düzen partisinin sermayenin pastasına el uzatması düşünülemez...

Türkiye kapitalizmi ve ona bağlı olarak düzen siyaseti değişim lafını yalana dönüştüren bir çapaya sıkı sıkıya bağlıdır. 

***

Öte yandan yakın modern tarihe bakıldığında, değişimin kitlelerin siyasal tutumlarına da gözlemlendiği dönemler ayırt edilebilmektedir. Hatta durağan ve değişken evrelerin birbirini düzgün biçimde izlediği saptanabilir. Öncesini bir kenara ayıralım, 1950’ler durağan sayılır. 60 ve 70’li yıllar ülkede muazzam bir değişkenlik yaşanır. Seçim tek gösterge değil; 1960’lar 27 Mayısçılıkla açıldı. İzleyen seçimleri sağcı AP kazansa da toplum hop oturup hop kalkmaya devam etti, toplumsal hareketler ve sınıf hareketi yükseldi, defalarca kapıya dayanıp ertelenen askeri darbe 1971’de gerçekleşti. Sonra burjuva siyasetinin en halkçı akımı olarak Ecevit rüzgârı sahne aldı. Ardından halka karşı iç savaş hükümetleri olarak Milliyetçi Cepheler siyasete damga vurdu. Geniş kitleler ideolojik ve siyasal konumlanışları açısından hareket halindeydi. 1980’ler Evren-Özal sürekliliğiyle yine “durağan” sayılır. Ama 1990’larda her seçim ülkenin yüzünü bir başka yöne çevirecektir. İşçi hareketini Kürt sorunu, İslamcı yükselişi kontrgerilla operasyonları kovalar.

Elbette Türkiye hiçbir zaman bir denge toplumu olamaz; ama AKP’li yıllar buradaki kriterimiz açısından durağandır. Oyların doğru sayılıp sayılmadığından bağımsız olarak aynı parti, aynı lider kendini tekrar etmiştir.

Özetle Türkiye’nin yakın tarihinde toplumsal kesimler kimi dönemlere ideolojik-politik konumlanış anlamında nasıl girdilerse öyle çıkmışlardır. Kimi dönemlerse büyük yer değiştirmelere sahne olmuştur. Faylar yerinden oynamış, kütlelerin kimlikleri hızla değişmiştir.

Değişim lafı siyasette büyük ölçüde yalan olabilir; ama toplum hareket halindedir ve derin bir değişim sinyal vermektedir. Tetikleyici olaylar belli: Yoksullaşma, hayat pahalılığı, deprem, toplumsal çürüme, geleceksizliğin dayanılmaz hale gelmesi… Ancak dahası, ortada Türkiye’yi aşan benzer bir dünya depremi de vardır. Son Avrupa Parlamentosu seçimleri buna işaret etmiştir.

Böylesi bir devinime yanıt üretmek düzen partilerinin, onların ideoloji ve siyasetlerinin harcı değildir.

                                                              /././ 

Hem çok sıcak hem çok kurak bir yaz: İklim değişikliği ve El Niño etkisi -Burcu Günüşen-

Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Murat Türkeş’e göre önümüzde yine çok sıcak ve kurak bir yaz mevsimi var. Türkeş rekor sıcaklıkların başlıca iki nedenini soL’a anlattı.

Türkiye’nin büyük bölümünde çoğunlukla yaz ortasında yaşanan yüksek hava sıcaklıkları bu yıl daha yazın başında kaydediliyor. “Şimdiden bu sıcaklıklar yaşanırken Temmuz, Ağustos’ta ne yapacağız?” sorusu birçok kişinin dilinde.

Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün (MGM), haftalık hava durumu tahminine göre 22-28 Haziran haftasında da ülke genelinde hava sıcaklıkları, mevsim normallerinin üzerinde seyredecek.

Dünyada 2023, tüm zamanların en sıcak yılı olarak kayıtlara geçmişti. Bilim insanlarına göre geçen yıl kırılan küresel ortalama sıcaklık rekorunun ardında yatan en önemli etmen küresel ısınmaya neden olan sera gazı salımına ek olarak El Niño hava olayı oldu.

Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş de rekor sıcaklıklara yol açan etmenlerin başına insan kaynaklı iklim değişikliğini yazıyor. 

El Niño hava olayının etkisinin de birden kaybolmayacağını belirten Türkeş “Bu yaz da Türkiye’nin kuzey ve kuzeydoğusu dışında hem çok sıcak hem de kurak bir yaz mevsimini yaşamaya devam edeceğiz, öyle görünüyor” dedi.

El Niño ve La Niña nedir?

El Niño ve La Niña, Pasifik Okyanusu'ndaki su sıcaklıklarının periyodik olarak değişmesiyle ortaya çıkan iki zıt iklim olgusu.Pasifik Okyanusu'nun orta ve doğu kısımlarındaki yüzey suyu sıcaklıklarının normalden daha sıcak olduğu hava olayı El Niño, normalden daha soğuk olduğu hava olayı ise La Niña olarak adlandırılıyor. El Niño küresel sıcaklıkların yükselmesine, La Niña’ysa düşmesine yol açabiliyor.

Prof. Dr. Murat Türkeş yüksek sıcaklıklarının nedenlerini soL'a anlattı. Türkeş ayrıca iklim değişikliğine karşı "kamucu" bir mücadelenin başarılı olabileceğini vurguladı.

Haziran ayı bu yıl alışık olmadığımız kadar sıcak geçiyor. Neden bu sıcakları yaşıyoruz?

Prof. Dr. Murat Türkeş: Haziran büyük bir olasılıkla uzun süreli ortalamalar açısından Türkiye’de özellikle bir rekor kıracak. Aylık ortalama maksimum sıcaklıklar Haziran ayı içinde de rekor kırabilir, öyle gözüküyor. Çünkü Temmuz sıcaklarının neredeyse hemen hemen aynısını Haziran’da yaşadık. 

Çok uzun zamandır zaten biliyorsunuz dünyanın pek çok ülkesinde, Avrupa’da, uzun süreli ortalamalara ya da normallere göre rekor kırıldı. 2023 1,46 C derece ile neredeyse 1,5 C derece küresel ısınma eşiğini yakaladı. Ama yaz mevsiminde 2023’te ve pek çok ayda bu 1,5 C derece küresel ısınma rekoru kırdı. Sonra da hemen her ay, Haziran da öyle olacak galiba, normallerine göre rekor kırdı. 

Bu rekorların nedeni ne?

Bunun birkaç nedeni var. Bunlardan biri devam eden insan kaynaklı iklim değişikliği ve küresel ısınma. Çok uzun zamandır, özellikle son 30 yılda dünyanın pek çok bölgesinde ve Türkiye’de hava sıcaklıklarında ve hava sıcaklıklarıyla ilişkili pek çok göstergede artış var. Örneğin Türkiye’de ortalama hava sıcaklıklarında, ortalama en yüksek ve en düşük hava sıcaklıklarında ve yüksek rekor hava sıcaklıklarında, sıcak hava dalgalarının sıklık ve şiddetinde artış var. Yani aslında Türkiye’de dünyanın pek çok ülkesinde de olduğu gibi küresel ısınmanın etkilerini yaşıyoruz. 

Bu uzun süreli artış eğilimi, sıcaklıklardaki hızlı artış eğilimi kuşkusuz mevsime, aya hatta haftalara da yansıyor. Ve daha sıcak günlerle yaza girmiş olduk. 

İkinci etmen, biliyorsunuz 2023’te El Niño, Güney Salınımı olayı… Dünyanın pek çok ülkesinde ve küresel olarak ortalama yüzey sıcaklıklarında ayrıca ek bir artışa yol açtı. Şu aylarda El Niño sıcak olayı etkisini kaybetmek üzere ama henüz kaybetmedi. 

Kısaca El Niño’nun da etkisiyle küresel ısınma ve uzun süredir sıcaklık artış eğilimleri bu yıl yeniden Türkiye’de, hatta Mayıs’tan başlayarak çok erken yaz sıcaklarının yaşanmasına yol açtı.

Bu yazın hep böyle sıcak geçmesini mi beklemeliyiz? Yoksa El Niño’nun etkisini kaybetmesi bize biraz serinlik getirir mi?

Çok etkili olmayacak galiba, çünkü onun sonbahara kadar bir geçiş dönemi var. El Niño birden etkisini kaybetmiyor. Ekvatoral orta ve doğu basınçtaki yüzey sıcaklıklarının normallerine dönmesi gerekiyor. O da çok belli değil, normaline mi dönecek, La Niña’ya mı dönecek, tartışılıyor. Ben de yazdım birkaç defa. Bu yaz döneminde biz onun etkisini de yaşayacağız, öyle gözüküyor.

Hem mevsimlik tahminler hem en az 15 günlük tahminlere baktığımızda, Türkiye’nin özellikle güneyi, batısı ve zaman zaman İç Anadolu'da 37 C derece üzerindeki hava sıcaklıklarını görme olasılığı oldukça yüksek. Başka bir deyişle bu yaz da Türkiye’nin kuzey ve kuzeydoğusu dışında hem çok sıcak hem de kurak bir yaz mevsimini yaşamaya devam edeceğiz, öyle görünüyor.

'Mayıs ve eylül yaz mevsiminin bir parçası oldu'

Hep konuşuluyor. Artık sanki hiç bahar aylarını yaşamadan yaza ya da kışa giriyoruz. Bunun nedeni nedir acaba?

Bir genel ısınma sözkonusu. Bütün aylarda, bütün mevsimlerde geçmişe göre, normallerine göre daha sıcak koşullar yaşanıyor. Dolayısıyla hem Türkiye’de hem bölgesel hem il ölçeğinde daha yüksek ortalama hava sıcaklıklarını yaşamaya başladık.

Geçmişle karşılaştırdığımızda sıcaklıklarda belirgin bir artış var. Ve uzun süreli ısınma eğilimi böylece artık çok açık bir şekilde mayıs ve eylül yaz mevsiminin bir parçası oldu. Bu yıl da böyle oldu. Mayısta yüksek sıcaklıkları yaşadık. Hatta örneğin 2020 yılında Mayıs’ta rekor yüksek sıcaklıklar yaşanmıştı. Bu yıl Nisan ayında 30 dereceyi geçen yüksek sıcaklıklar Türkiye’de kaydedildi. Mayıs sonunda biliyorsunuz 35 C derece sıcaklıklar kaydedildi, hemen Haziran’ın başında 40 C derece hava sıcaklıkları kaydedildi.

Türkiye tropikal sıcaklık rejimini daha uzun süre yaşamaya başladı. Yani bizde haziran sonu, temmuz, ağustos, en fazla eylül başına kadar tropikal koşullar yüksek sıcaklıkların yaşanmasına yol açardı. Fakat bölgesel sıcaklık değişimleri, bölgesel basınç ve rüzgar sistemlerinin özellikle sıcak sistemlerin, yani Ortadoğu’dan ve Kuzey Afrika’dan Türkiye’ye taşınan tropikal sistemlerin kuzeye doğru kayması nedeniyle evet belirgin bir geçiş olmaksızın, birdenbire mayıs ayında yaz koşullarını yaşıyoruz. Eylül yazın bir parçası oluyor. Ancak serin koşullar kasım ayında yeniden etkili olmaya başlıyor. Böyle çok ciddi bir değişim sözkonusu dünyada ve Türkiye’de.

Kuvvetlenen sera etkisi

Tabii bunun ana nedeni insan kaynaklı iklim değişikliği ve Sanayi Devrimi’nden beri fosil yakıtların yakılması, arazi kullanım değişiklikleri, ormansızlaşma, sanayi süreçleri, kentleşme, atık yönetimi gibi birçok insan etkisi sonucunda atmosfere daha fazla karbondioksit, metan ve diazot monoksit veriyoruz. Bu da sera etkisini kuvvetlendiriyor. Kuvvetlenen sera etkisi de dünyanın daha sıcak koşulları yaşamasına yol açıyor. 

Başka bir deyişle insan yarattığı olumsuz etkilerle hem coğrafyayı hem de ikilimi değiştiriyor. Bunu söylemek mümkün çünkü hâla aşırı tüketim sözkonusu. Parası olan, zengin insanlar, ülkeler, topluluklar hâlâ aşırı tüketiyor. Ve bu tüketimin büyük bir çoğunluğu fosil yakıt kökenli enerjiye dayanıyor. Fosil yakıtlar oldukça ve sürdürülebilir olmayan bir yaşam tarzı devam ettikçe, tüketime ve bunu karşılamak üzere aşırı üretime dayalı bir ekonomi sürdükçe iklim değişikliğini giderek daha fazla hissediyoruz. 

'Hızla ciddi bir dönüşüm gerek'

Peki ne yapmalı?

Bozulan iklim sistemini onarabilmek için hızla ciddi bir dönüşüm olması gerekiyor. Tüm sektörlerde, tüm ülkelerde. Daha az fosil yakıt kullanan, atmosfere daha az karbondioksit, metan ve diazot monoksit gibi sera gazı veren, daha sürdürülebilir, direngen, iklim dostu bir yaşam tarzının, ülkeler açısından bir kalkınma stratejisinin yeniden planlanması gerekiyor. Burada sürdürülebilir ve aynı zamanda kamucu bir iklim değişikliği mücadelesinin hayata geçmesi gerekiyor. 

"Kamucu bir iklim değişikliği mücadelesi" derken neyi kastettiğinizi biraz daha açmanız mümkün mü?

İklim değişikliği sadece etkilerden oluşmuyor. Bu etkileri azaltabilmek için iklim değişikliği mücadelesini sürdürmek gerekiyor. Yani bir yandan az önce söylediğim gibi sera gazı salımlarını azaltmak, arazi kullanımı değişikliğini, ormansızlaşmayı azaltmak, dünyanın coğrafyasına verilen zararı azaltmak yoluyla küresel ısınmayı önlemeye çalışmak… Örneğin Paris Anlaşması’nda 2030’a kadar küresel ısınmanın 1,5-2 C derecede tutulması gibi…

Bütün bu önlemlere ve farklı sınıfların bu mücadeleye verebileceği katkıda, farklı sınıfların, hassas toplulukların uyumunda kamucu ve sosyal devlet anlayışıyla korunmasını sağlayan bir sistemin olması gerekiyor. Örneğin fosil yakıtlardan, termik santrallerden vazgeçerken adil bir geçişin sağlanması gerekiyor.

Uyumda emekçi sınıfların, yoksulların, kırsal yoksulların, bütün hassas grupların, yaşlıların korunmasını da içeren bir iklim değişikliği mücadelesi gerekiyor. Evet bunun aynı zamanda kamucu olması gerekiyor. Örneğin enflasyonla, hayat pahalılığıyla mücadele ederken hep emekçi sınıfların üzerine yıkıyoruz bütün yükü, burada böyle olmasın diye söylüyorum. 

                                                               /././

ABD’nin tarihsel erozyonu: Bilimsel rekabette geriye düşüş -Erhan Nalçacı-

ABD’nin bu yüzyılın kaybedeni olduğu anlaşılıyor. Ama nasıl çözülecek bu gerilim, emekçi sınıfların siyasi müdahalesiyle mi, yoksa bir paylaşım savaşı ile mi?

Batı emperyalizminin başlıca yönlendirici dergilerinden The Economist’in geçen haftaki sayısında Çin’deki bilimsel düzeyin ABD ve AB’yi geçtiğine ilişkin bir yazı yayınlandı. Belli etmeye çalışmasalar da alarm zillerinin çaldığı anlaşılıyor.

Emperyalizm dünya halklarının sömürüsüne dayanır. Bunun için emperyalist bir devletin sadece üstün bir askeri güce sahip olması yeterli değildir, dünya üretimine büyük bir yüzdeyle katkı yapması gerekir.

Diğer kapitalist devletlerle rekabetin, askeri gücün ve üretim kapasitesinin yükseltilmesi için gerekli atılım bilimsel gelişme ile sağlanır. Başka bir deyiş ile bilimde öne geçmeden emperyalist piramidin tepesi hedeflenemez.

Atina Devleti 2600 yıl kadar önce Delos Birliği ile Akdeniz ticaretini, ham madde kaynaklarını ve üretimi ele geçirdiğinde Atina’da Platon ve Aristotales’in ünlü okulları bulunuyordu.

Helenistik dönemin İskenderiye’sindeki Devlet Akdeniz ticaretine hâkim olduğunda Müze ve İskenderiye Kütüphanesi adeta bir teknoloji üniversitesi gibiydi. Atina okulları sönük kalmakla birlikte bir süre daha paralel olarak yaşadılar.

1400’lü yıllarda bu sefer Venedik Cumhuriyeti Akdeniz egemenliğini ele geçiriyor, Akdeniz Venedik kolonileriyle kaplanıyordu. Bu biriken zenginliğin ürünü ve aynı şekilde nedeni olarak Padova Üniversitesi parladı.

Coğrafi keşiflerden sonra Avrupa’da sermayenin ilkel birikimi üniversitelerin yükselmesine yol açtı. İngiltere’nin bir dünya imparatorluğu olarak doğmasına Oxford ve Cambridge eşlik etti. Çağır açıcı ve öncü araştırmalar İngiliz emperyalizmi ve sermaye birikimi ile karşılıklı ilişki içindeydi.

Ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD emperyalizmi dünyayı kaplamaya başladı, İkinci Dünya Savaşı sonrası artık emperyalizmin tepe ülkesiydi. ABD’de kurulan bilimsel üretim merkezleri doğrudan tekelci sermayenin kontrolü altındaydı. Emperyalist dünyada hiçbir ülke ne üretim kapasitesi ne bilimsel araştırmada öncülük konusunda ABD ile yarışacak durumda değildi. Harvard, MIT, Stanford başta olmak üzere büyük bir üniversite ağı dünyayı belirledi, kapitalist dünyanın en iyi beyinlerini kendine doğru çekti. Oxford ve Cambridge eski parlaklıklarını yitirerek eşlik ettiler sürece, tıpkı antik Atina gibi.

Ancak emperyalizm çağı aynı zamanda sosyalizme geçiş çağıydı. ABD’nin bilimsel öncülüğü sadece ve sadece Sovyetler Birliği tarafından tehdit edildi. Sovyet bilimi bu yazıya sığmaz ama Sputnik Şoku’ndan bahsetmeliyiz. 1957’de Sovyetler Birliği’nin uzaya ilk uyduyu atmasıyla büyük bir şaşkınlık yaşayan ABD’nin bilim üretiminde neden geriye düştük diye aranmaya başlamasına Sputnik Şoku deniyor. Birçok nedenin içinde muhtemelen ABD sermayesinin kendi emekçi halkını düşünmekten yoksun bırakan sistemleri önemli bir yer tutuyordu.

1970’li yıllarda Sovyetler Birliği’ni kuşatmak üzere ABD Başkanı Jimmy Carter ile Çin Başkanı Deng Şauping arasında bilimsel iş birliği anlaşması yapıldı, ama çok uzun ömürlü olmadı.

Çin 90’lı yıllara birçok kapitalist reformu gerçekleştirmiş, ancak sanayi ve bilimsel üretim açısından geri bir ülke olarak girmişti.

Sonrasında yüz milyonlarca köylü vatandaş ucuz işgücü olarak sanayi bölgelerine yığılınca ABD ve AB kökenli tekeller devlet aklından yoksun olarak sermayeyi Çin’e yığmaya başladılar. Ancak bu sermaye akışı Çin’in merkezi devlet aklı nedeniyle bir bağımlılık yaratmadığı gibi kendi gizli, açık hedefleri olan, çok sayıda ulusal teknoloji tekeline sahip bir sanayi devi yarattı. Bilimsel olarak yükselmek stratejinin bir parçasıydı. Askeri güç oluşturabilme, yeniliğe dayalı rekabet ve jeostratejik hedeflerin ayrılmaz bir şekilde bilim üretimine yatırımla ilişkili olduğu anlaşılıyor.

Şimdi The Economist’in panik içinde yayınladığı verilere gelebiliriz.

İlk veri, yüksek impakt faktörlü dergilerde (diğer bilim insanlarından en çok atıf alan öncü dergiler) çıkan bilimsel makale karşılaştırılmasına dayanıyor. ABD bu dergilerde Çin’e göre 2003’de 20 kat, 2013’de 4 kat fazla yayın yapıyormuş, ilk kez 2022’de Çin hem ABD’yi hem AB’nin tümünü bu kriter açısından geçmiş.

Aşağıdaki grafik bu konuda fikir veriyor:

Bilimsel indekslere giren saygın dergilerde yayınlanan ABD ve Çin kökenli makalelerin sayıca karşılaştırılması 1981’den 2021’e kadar gösterilmiş. Çin kökenli makalelerin 1990’lı yıllarda hafifçe yükseldiği, ancak son 10 yıl içinde roket hızıyla arttığı ve ABD’yi geçtiği görülüyor.

Diğer bir veri 2014’te kurulan Nature İndeks’e dayanıyor. 2014’te prestijli dergilerde yayınlanan Çin kökenli makale sayısı ABD’nin üçte biriyken 2023’te Çin birinci sıraya yerleşmiş.

İsmini çoğu kez hiç duymadığımız Çinli Üniversiteler bu yükselişte büyük pay sahibiler. Örneğin Tsinghua Üniversitesi’nin dünyanın bir numaralı bilim ve teknoloji üniversitesi olduğu söyleniyor. Ayrıca Şanghay Jiao Tong, Zhejiang ve Pekin Üniversitelerinin Harvard ve Cambridge ayarında olduğu belirtiliyor.

Diğer bir kriter patent ve Çin her bir ülkeden daha fazla patent üretiyor.

Bir diğeri bilim emekçilerinin durumuyla ilişkili. Çin 2000’li yıllarda 6 milyon lisans üstü öğrenciyi yurtdışına yollamış. 2019’dan sonra bu bilim emekçilerinin bütün kazandıkları deneyimleriyle ülkeye döndüğü söyleniyor. Batı ülkelerinde son yıllarda Çinli araştırmacıların ayrımcılıkla karşılaştığı, bu nedenle de ülkelerine döndükleri ve bu durumun Batı’daki bilimsel gerilemede rol oynadığına değiniliyor. Ayrıca artık Çin dünyadan iyi beyinleri ülkesine çekiyor.

Son olarak da bilimsel araştırma için altyapı olanaklarından bahsedelim. Bugün dünyanın en büyük radyo-teleskobu, dünyanın en duyarlı kozmik ışın detektörü, en duyarlı nötrino detektörü vb. Çin’de bulunuyor.

ABD’nin bu yüzyılın kaybedeni olduğu anlaşılıyor. Ama nasıl çözülecek bu gerilim, emekçi sınıfların siyasi müdahalesiyle mi, yoksa bir paylaşım savaşı ile mi? Günümüzün esas sorusu burada düğümleniyor.

                                                                /././

Diyarbakır ve Mardin'de yangın: 'Köylüler kendi çabalarıyla müdahale ederken can verdi' -Özkan Öztaş-

Diyarbakır ve Mardin'de çıkan yangınları olay yerinde inceleyen tanıklar yaşananları soL'a anlattı. Saatlerce çaresiz kalan köylüler yangına kendi çabalarıyla müdahale ederken can verdi.

Günlerdir Diyarbakır ve Mardin arasında meydana gelen yangınlar nedeniyle 12 yurttaşımız hayatını kaybetti. Yüzlerce hayvan da çıkan yangında can verdi.

Diyarbakır'ın Çınar ile Mardin'in Mazıdağı ilçelerinde meydana gelen yangınları ilerleyen saatlerde ve günlerde Mardin Kızıltepe, Ömerli ve Yeşilli kırsalları ile Siirt'e bağlı bazı köylerden çıkan yangınlar takip etti. Özellikle gece saatlerinde rüzgarın da etkisiyle hızla yayılan yangınlara ihtiyaç duyulan havadan müdahaleye geç kalındığı ifade ediliyor. 

Şu an için hayatını kaybeden yurttaşlarımızın sayısı 12. 

Sayının artmasından endişe edilirken durumu ağır olanların hastanelerdeki tedavisi devam ediyor.

Diyarbakır Valiliği çıkan yangınların "anız yakılması" nedeniyle meydana geldiğini belirtirken, İçişleri Bakanı Yardımcısı çıkan yangına dair henüz bir kesin bir sebebin bulunamadığını ifade etti. Ancak köylerde yaşayan yurttaşlarsa ilk önce bir yıldırım çaktığını düşündüklerini ancak devam eden örneklerde çıkan ışığın yıldırım düşmesinden değil elektrik tellerinden çıkan kıvılcımlar olduğunu fark ettiklerini söylüyor. Konuya dair gazeteci Medine Mamedoğlu'na konuşan bir görgü tanığı verdiği bilgilerde "Valilik anız diyor ama anızla alakası yok. Yangın elektrik tellerinden çıktı. Biz yıllardır onarım istiyoruz ama yapmıyorlar. Teller koptu düştü sonra köy yanmaya başladı. Biz defalarca DEDAŞ’a dilekçe verdik ama bir şey yapmadılar" diyor.

'Köylüler kendi çabalarıyla müdahale ederken can verdiler'

Yangından sonra köylere giden, yaşadıklarını ve temaslarını soL'a anlatan Zülküf Hatunoğlu'nun aktardığı bilgileri ise yaşanan soruna dair çarpıcı bilgiler sunuyor.

Gece çıkan yangını haber alır almaz TKP Diyarbakır İl Örgütü olarak harekete geçtiklerini ve ihtiyaç duyulacak tüm dayanışma örnekleri için bölgeyi yerinde incelmeye gittiklerini ifade eden Zülküf Hatunoğlu aynı zamanda burada yangının çıktığı köylerdeki yurttaşlarla iletişime geçerek sorunları doğrudan dinlediklerini belirtti.

"Çınar'dan Köksalan köyüne giderken yol boyunca yangının kavurduğu kuru otlar ağaçlar ve henüz yeşilliğini bir nebze de olsa koruyan ufak tefek bölümler halinde mısır tarlaları göze çarpıyordu ilkin. Köye doğru İlerledikçe tablonun giderek daha da ağırlaştığını hissediyor insan. Köye vardığımızda ağaçların ve evlerin gölgelerine sığınmış ve büyük kalabalıklar halinde oturan insanları fark ettik.

İlk rastladığım köylüye geçmiş olsun ve başsağlığı dileklerimizi diledikten sonra 'Burada kaç kişi yangından dolayı öldü bilgin var mı?' diye sordum. 13 kişi öldü dedi düşünmeden. 

Ama resmi kaynaklar 5 diyordu o sıralarda. Henüz yangının ilk 8 saatiydi. Resmi kaynaklar ile köydeki rakam arasındaki farkı soruca sinirlenen köylü 'Neden o zaman 13 mezar kazdırdılar' dedi. Gelecek cenazeler vardı çünkü.

Yangının ilk nereden başladığını sorduk köyün Yücebağ Köyüne bakan tarafını eliyle gösterip 'ilk burada çıktı' dediler. Neyden kaynaklandığını sorduğumuzda elektrik direklerinden kaynaklandığını söylediler. Sonra on dakikada her yeri sarmış. 

        Yangının ertesi günü kaybettikleri yakınlarını toprağa veren köylüler. Fotoğraf Medine Mamedoğlu

Kimse anızdan çıktığına inanmıyor açıkçası. Daha sonra Köksalan köyünden Yücebağa köyüne geçtik. Söylediklerine göre durum orada daha kötüydü. Binlerce dönüm alanda çıkan yangının verdiği hasarı, zararı hesaplamak çok zor. Bilemiyoruz açıkçası. Fakat her iki köyde de fark ettiğim şey yanıklar içindeki hayvanlar dışında köyde hiç hayvan görmedik neredeyse. Köylülerin söylediğine göre büyük çoğunluğu can vermiş ve ya yanıklar içinde can çekişiyordu. Vardığımızda yangın kontrol altına alındığı için havadan müdahale eden helikopter görmedik. Ancak köylüler yangının meydana geldiği saatlerde de havadan müdahale olmadığını ifade ediyor. Çok geç kalınmış.

Yangındaki can kaybının bu denli fazla olmasının asıl sebebi yangına havadan müdahaleye çok kalınması ve insanların kendi çabalarıyla yangını söndürmek zorunda kalmaları. Ölenlerin çoğunun yangını söndürmeye çalışırken öldüğü ifade ediliyor.

Köyden ayrıldıktan sonra sanırım aklıma gelen ilk şey şu oldu, burada ne devlet var ne de bir devlet aklı. 

Devlet dediğimiz yapı örgütlü, disiplinli, ne yaptığını bilen ve koordineli bir şekilde işleyen bir yapıdır. Böyle olmasını beklersiniz. Bu ortadan kalkmış durumda. Yaşanan her felakette bunu bir kez daha anlıyorsunuz. Burada yaşayan halkın değil de bir avuç asalağın ihtiyaçlarını ve sorunlarını çözmek için hareket ediyorlar." 

Kiranın yüzde 20'sine her ay el koyacaklar+Harç mı, haraç mı?+Tasarruf lafta kaldı+91 yıllık Cumhuriyet mirasına sahip çıkın (SÖZCÜ)

 Kiranın yüzde 20'sine her ay el koyacaklar -Erdoğan Süzer-

Ev sahipleri yıllık kira vergisini artık her ay peşin ödemek zorunda kalabilir. Bankaya yatırılan kiranın yüzde 20’sinin vergi olarak kesildikten sonra kalanın ev sahibine aktarılması gündemde.

Evini kiraya verenlerin yılda bir defa beyanname vererek ödedikleri kira vergisi (Gayrimenkul Sermaye İradı-GMSİ) otomatik vergiye dönüşebilir. Bu kapsamda iktidarın hazırladığı vergi paketine göre, kiracı kirasını her ay bankaya yatıracak. Banka hesaba düşen kira parasının yüzde 20’sini (5’te 1’ini) vergi olarak kesip Maliye’ye gönderecek, geriye kalanı ev sahibinin hesabında bırakacak. Yeni düzenlemeyle örneğin evini 10 bin lira kiraya veren ev sahibinin aylık kira geliri 8 bin liraya düşecek. Mevcut yasaya göre bir yıl boyunca elde edilen kira gelirlerinin vergisi bir sonraki yıl beyanname verilerek ödeniyor. Beyan sırasında her yıl yeniden değerleme oranında artan istisna tutarı toplam gelirden düşülüyor ve kalan kısım üzerinden yüzde 15’ten başlayarak vergi alınıyor.

KAYNAKTAN KESİNTİ

Yeni getirilecek sistemde ise kira gelirleri tıpkı çalışanların her ay maaşından yapılan vergi kesintisi (stopaj) gibi kesintiye uğrayabilir. Bütün kira ödemeleri bankalar üzerinden yapılacak. Banka, faiz ve benzeri kazançlarda olduğu gibi ev sahibinin hesabına yatan kira parasından yüzde 20 oranında stopaj kesebilir. Kalan tutarın ise vergisi ödenmiş kira geliri olarak ev sahibinin hesabına düşebileceği belirtildi. Bu yöntemle, normalde yüzde 15’ten başlayan kira vergisi yüzde 20’ye yükselmiş olacak. Ev sahipleri daha sonra isterlerse giderlerini beyan edip ödedikleri vergiden iade talep edebilecek. Uygulamanın 2025’ten itibaren elde edilecek kira gelirlerinde geçerli olacağı ifade edildi.

EV SAHİPLERİ 40 MİLYAR VERGİ ÖDEYECEK

Kirada stopaj uygulamasına geçilmesiyle devletin ev sahiplerinden 40 milyar liralık kira vergisi tahsil edeceği hesaplandı. Bu da 200 milyar lira olması beklenen kira gelirinden ev sahiplerine kalacak tutarın 160 milyar lira olacağını gösteriyor. Ev sahipleri 12 aylık kira gelirinin 1 aylık tutarını devlete vergi olarak öderken yeni düzenleme ile 2 aylık kirayı devlete vermek zorunda kalabilir.

                                                        /././

Harç mı, haraç mı? - Başak Kaya/Veli Toprak

Yurt dışı çıkış harcının 150 TL’den 3.000 liraya kadar yükseltilmesi planı tepki ile karşılandı. Dünyanın hiçbir ülkesinde benzer bir harç olmadığını dile getiren vekiller uygulamanın artık harç değil, haraç olduğuna işaret etti.

Ekonomide sıkılaşma politikalarının faturası vatandaşa çıkarılırken, yeni vergi paketi ve harç puluna uygulanacak zamlar, büyük tepki yarattı. Yurt dışı çıkış harcının 1.500-3.000 lira arasına çıkarılmasına yönelik vergi düzenlemesine tepki gösteren CHP İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak, “Bu kadarını Deli Dumrul bile düşünemezdi” açıklaması yaparken, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e yönelik eleştirilerde bulundu. Bakanın yeni vergi ve zamlara yönelik icatlar çıkardığını aktaran Toprak, “Hazine ve Maliye Bakanı, neye ne kadar zam yapalım, kimden daha çok vergi alalım, sineğin yağını nasıl çıkaralım, engellinin, yurt dışına çıkanın, birden fazla konutu olanın, kira geliri elde edenin tepesine daha çok nasıl binelim diye düşünüp yeni icatlar çıkarıyor. Kendisi kumpiri çok seviyor, Deli Dumrul vergileri de kumpir yerken mi aklına geliyor? Beşli çeteye vergi affı getirenler, holdingleri ve vergi kaçıranları görmezden geliyor” açıklamasını yaptı.

EN PAHALI PUL

Vergi cambazları sayesinde Türkiye’nin dünyanın en pahalı pulunu keşfettiğini kaydeden TBMM Dışişleri Komisyonu üyesi ve CHP İstanbul Milletvekili Oğuz Kaan Salıcı ise şu açıklamayı yaptı: “Pasaport için harç öde, uçak bileti için vergi öde, havalimanında niye bir daha yurt dışı çıkış harcı ödüyoruz? İktidar bir pula 3 bin lira fiyat çekiyor, dünyanın neresinde görülmüş böyle vergi? Pasaport, vize, ulaşım, harç derken yurt dışına sırf ayak bastı parası 20-30 bin lira olacak. Bu seyahat özgürlüğünün de ihlalidir’.’

Bu para resmen haraç oldu

Normal şartlarda harcın, devletin verdiği bir hizmet karşılığında alındığını söyleyen CHP Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yavuzyılmaz, SÖZCÜ’ye yaptığı açıklamada “Yurt dışına çıkan vatandaşa hiçbir hizmet verilmeden alınan bu para resmen haraç oldu. Ne hizmet veriyorsunuz da vatandaştan 3 bin lira harç alacaksınız? Yurt dışına sadece varlıklı vatandaş çıkmıyor, iş için eğitim için mecbur kaldığı için de yurt dışına giden var’’ dedi.

Yurt dışı çıkış harcı kalksın

Gelir İdaresi Başkanlığı tarafından yurt dışı çıkış harcının 150 liradan 3 bin liraya yükseltilmesi teklifinin ortaya çıkmasının ardından İYİ Parti harekete geçti. İYİ Parti Ankara Milletvekili ve TBMM Dışişleri Komisyonu Üyesi Kürşad Zorlu, yurt dışına çıkış Harcının kaldırılması için hazırladıkları kanun teklifini TBMM’ye sundu. Zorlu, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, “Gelir İdaresi Başkanlığı’nın önerisi kabul edilemez” diye konuştu.

Dünyada benzer bir harç yok

İYİ Parti Grup Başkanvekili ve İstanbul Milletvekili Buğra Kavuncu konuya ilişkin yaptığı açıklamada “Bu kadar geniş ve kalıtsal problemleri Deli Dumrul düzeniyle çözemezsiniz” dedi. Kavuncu’nun paylaşımında “Dünyanın hiçbir yerinde olmayan yurt dışına çıkış harcına 20 kat zam yapılarak 3 bin TL’ye çıkarılacak. Faiz sebep, enflasyon sonuç garabetinin yarattığı zararı gidermek için abuk subuk bir sistem getiriliyor. Buna karşı her platformda mücadelemizi sürdüreceğiz” ifadelerini kullandı.

Günübirlik ticareti çökertir

Yurt dışı çıkış harcının 150 liradan fahiş biçimde arttırılıp 3 bin liraya kadar çıkarılmasına yönelik vergi düzenlemesi başta turizm ve sınır ticaretiyle uğraşanlar olmak üzere birçok kesimde endişe yarattı. Güneydoğu’da günübirlik ticaret yapan bölge halkı da ‘’Ekonomi çöker’’ uyarısı yaptı. Şırnak Cizre Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Ömer Faruk Yıldırım da, Hazine Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e çağrıda bulundu. Faruk Yıldırım, yurt dışı çıkış harcına zam yapılması halinde ‘günübirlik ticaret ile geçimini sağlayan bölge halkının zarar göreceğini belirtti. Yıldırım, Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek’e “Sayın Bakanım Şimşek, şehrimizde yeterli istihdam olanaklarının olmayışından kaynaklı gençlerimizin en büyük gelir kaynağı Irak ile yapılan günübirlik ticarettir. Yurt dışı çıkış harcında yapılacak düzenleme şehrimizin ekonomik dengelerini olumsuz yönde etkileyecektir’’ çağrısını da yaptı.
                                                     /././

Tasarruf lafta kaldı -Deniz Ayhan-

Çorum İl Özel İdaresi, tasarruf tedbirleri genelgesinden 23 gün sonra iki yeni bina yaptırmak için sözleşme imzaladı. Çorum Osmancık Kültür Merkezi ve Halk Kütüphanesi 238 milyon 919 bin TL’ye, Çorum Osmancık Spor Kompleksi de 108 milyon 661 bin TL’ye mal olacak.
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in yayınladığı tasarruf tedbirleri kağıt üzerinde kaldı. Çorum İl Özel İdaresi, tasarruf tedbirleri genelgesinden 23 gün sonra iki yeni bina yaptırmak için sözleşme imzaladı. Osmancık’ta, Kültür Merkezi ve Halk Kütüphanesi 238 milyon 919 bin TL’ye, Spor Kompleksi ise 108 milyon 661 bin TL’ye mal olacak. Valilik kasasından bu iki proje için bir günde 347.5 milyon lira çıktı. Çorum Osmancık Halk Kütüphanesi ve Kültür Merkezinde çocuk bölümü, kafeterya, revir, sergi alanı, koridor, engelli kütüphanesi, 0-6 yaş bölümü aile bekleme alanı, serbest oyun alanı, çok amaçlı salon, çocuk kütüphanesi, sanatçı odası, okuma salonları, spor alanı, müzik atölyesi, resim atölyesi ve 3 adet grup çalışma alanı olacak. Çorum Osmancık Spor Kompleksi ise yüzme, okçuluk, badminton, futbol, tenis ve atletizm branşlarına hizmet verecek. Komplekste okçuluk sahası, havuz, tenis kortu, soyunma odaları, futbol sahası ve tribünler olacak. İki ayrı ihalede de sözleşmeler 10 Haziran 2024 tarihinde yapıldı ve bir günde 347 milyon TL ödenmiş oldu. AKP’li Çorum Belediyesi de bu yılın nisan ayında güreş merkezi yaptırmak için ihale düzenlemiş, güreş merkezinin iki ayrı ihalesine 146 milyon 650 bin TL ödemişti.

Mayıs harcamaları: Tanıtım ve kira giderleri arttı

Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın açıkladığı mayıs ayına ilişkin bütçe harcama verileri ‘israf kalemleri’ olarak nitelendirilen harcamalarda herhangi bir tasarruf yapılmadığını ortaya koydu. BirGün’ün haberine göre yılın ilk 5 ayında bütçe açığı 418 milyara yaklaşırken örtülü ödenek harcaması ise 5 milyar TL’yi aştı. Tasarruf paketinde azaltılacağı söylenen temsil ve tanıtma harcamaları ile kira gideri ise artmaya devam etti. Bütçe giderleri geçen yıla göre yüzde 97,9 arttı. ‘Kâr amacı gütmeyen kuruluşlar’ olarak tanımlanan derneklere ise 1,4 milyar TL aktarıldı.  Nisan’da 61,2 milyon TL olan temsil ve tanıtma giderleri Mayıs’ta 418 milyon liraya çıktı. Bu harcamanın 228 milyon TL’si toplantı ve organizasyon gideri 189 milyon TL’si ise temsil gideri olarak kaydedildi. Ocak- Mayıs döneminde toplam harcama ise 1 milyar 304 milyon TL oldu. Böylece temsil ve tanıtma için ayrılan bütçenin yüzde 70’i yılın ilk beş ayında harcandı. Kamunun israf harcamaları arasında gösterilen bir diğer harcama kalemi olan kiralama işlemleri de devam ediyor. Ocak-Mayıs döneminde 7 milyar 474 milyon TL tutarında kira harcamasına imza atıldı. Mayıs ayında 395 milyon TL taşıt kiralarına, 169,4 milyon TL ise uçak kiralarına harcandı. Ocak-Mayıs döneminde yapılan kira harcamalarının yüzde 35’i taşıt ve uçak kiralarından kaynaklandı.

                                                        /././

91 yıllık Cumhuriyet mirasına sahip çıkın -Saygı Öztürk-
Emekli Yargıç Ali Suat Ertosun’dan Moris Şinasi Çocuk Hastalıkları Hastanesi için duygulandıran çağrı... ABD’de zengin olan Moris’in vasiyeti ile doğduğu Manisa’ya 1933’te yapılan hastane 2018’de kapatıldı. Hastaneyi kültür varlığı olarak tescil ettiren Ertosun “Moris Şinasi’ye vefa borcumuzu ödeyelim” diyerek Sağlık Bakanlığı’na çağrı yaptı.

Bazı gerçek hayat öyküleri vardır insanın içini ısıtan, “Olmaz böyle bir şey” dedirten. Öyküyü dinleyince gözlerinizden yaş akmasına engel olamazsınız. Manisa’da doğan Moiz’i ölümden Dr. Şinasi Bey kurtardı. Moiz ABD’ye gitti, ülkenin sayılı zenginlerinden birisi oldu. Ama Manisa’daki doktorunu unutmadı. Döneminin en modern hastanesini yaptırdı ve o hastaneye ABD’deki kendi adıyla, doktorunun adını verdi. O kişinin ve hastanenin öyle bir öyküsü var ki inanılır gibi değil

Genel olarak “iyiliğin bulaşıcı” olduğu söylenir. İnsanlara iyilik yaptığınızda, onların da başkalarına yardım etme olasılıkları arttığından, bunun dalgalanma etkisi yarattığı ileri sürülür. Bazıları, iyilik kadar kötülüğün de bulaşıcı olduğunu söyler. Ama unutmayalım, “iyilik iyileştiricidir.”

MOİZ ESKENAZİ’NİN ÖYKÜSÜ

Bütün dinler ve ahlaki düşünceler, iyiliği öne çıkarır ve insanları gerek kendine, gerekse ailesine, içinde yaşadığı topluma ve insanlığa iyilikte bulunmaya çağırır. Öğrenip dinlediğimiz iyilik hikayeleri bizi umutlandırır, yaşama bağlar. İşte Manisalı Moiz Eskenazi’nin hikayesi de böyledir.

Moiz, Manisa’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Okula gidemez. Küçük yaşlarından itibaren tütün işinde çalışır. 14 yaşında yakalandığı kuşpalazı (difteri) hastalığından, Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan adına yaptırdığı ücretsiz hizmet veren Sultan Camii Darüşşifasını ve kendisini tedavi ederek sağlığına kavuşturan Doktor Şinasi Beyi hiç unutmaz. İleride zengin olursa doğduğu şehre tıpkı bu hastane gibi yoksullardan para alınmayan bir hastane yaptırmaya kendi kendine söz verir.

MEZARLIKTAKİ İŞİNDEN OKUMA BİLMEDİĞİ İÇİN ATILDI

Küçük Moiz, sağlığına kavuşunca çalıştığı Yahudi Mezarlığı’ndan, okuma yazma bilmediği için atılınca, 15 yaşındaki ağabeyi Salamon ile önce Mısır- İskenderiye’ye gitti. 30 yaşına kadar burada Garafollo isimli bir Yunan tütün tüccarının yanında çalıştı. Tütünle ilgili her şeyi öğrendi. 1892 yılında patronundan 25 bin ABD doları borç alarak Amerika’ya göç etti.

Amerika’da var olan Yahudi düşmanlığından çekindiği için New York Gümrüğü’nde Moiz ismini, Morris (Moris); Eskenazi soyadını da kendisine bakıp iyileştiren Dr. Şinasi Bey’e duyduğu vefadan dolayı Schinasi (Şinasi) olarak değiştirir.

1893 yılında geliştirdiği ve patentini aldığı sigara sarma makinesi ile katıldığı bir fuarda büyük ilgi görür. O yıllarda sigara elle sarıldığından, Moris’in bu makinesi yenilik olarak kabul edilir.

SİGARA DEVİ OLUYOR

Daha sonra iki kardeş, Broodway’de, Schinasi Brothers Company adıyla bir sigara fabrikası kurarak işledikleri tütünü Osmanlı İmparatorluğu ve Manisa’dan alır, 200 fakir Musevi aileyi de ABD’ye getirirler. O tarihlerde sigara, birçok doktor tarafından psikiyatrik rahatsızlığı olan hastalara ilaç olarak önerilmektedir.

Moris Schinasi ve ortakları, tütünü Osmanlı İmparatorluğu’ndan aldıkları için Sultan Abdülhamit tarafından 1908 yılında üçüncü dereceden ‘Mecidiye Nişanı’ ile ödüllendirilirler. Zamanla zengin olan Moris, iş seyahati için sık sık gittiği Selanik’te ticaret yaptığı bir Musevi’nin kızı olan Lauretta ile 1903 yılında evlenir. Üç çocukları olur. 1916 yılında sahip olduğu şirketi satarak iş hayatından çekilir.

1 MİLYON DOLARINI MANİSA’YA

Doğduğu şehir Manisa’yı hiç unutmayan ve bir hastane yaptırmayı düşünen Moris, vasiyetnamesinde 5 milyon dolarlık servetinin 1 milyon dolarını, Manisa’da bir hastane kurulması için bağışlar. Ölümünden sonra eşi Lauretta, Moris Şinasi’nin son arzusunu yerine getirmek için 1930 yılında Türkiye’ye gelir. Yetkililerle görüşür. O yıllarda dünya büyük bir ekonomik bunalım yaşamaktadır. Ülkemiz de büyük sıkıntı içerisindedir. Lauretta, Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam ve Başvekil İsmet İnönü ile görüşür. 28 Kanunuevvel (Aralık) 1931 tarihinde kabul edilen, 31 Kanunuevvel 1931 tarihli, 1990 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren, 1907 sayılı Manisa’da (Beynelmilel Moris Şinasi Hastanesi) Namı Altında İnşa ve Tesis Edilecek Hastane İçin Hariçten Getirilecek Eşyanın Gümrük Resminden İstisnasına Dair Kanunla, gümrük resmi istisnası tanınır.

“MORİS’İN DOĞDUĞU KENTE HEDİYESİDİR”

 Bina, New York’un ünlü mimarlık firması Thompson and Churchill Architects tarafından tasarlandı. ABD’li Mimar W. Stuart Thompson, Midilli Arkeoloji Müzesi (1934), Korint Müzesi (1934), İstanbul Amerikan Hastanesi, Arnavutluk Çiftlik Okulu ve Gennadius Library (Gennadeion Kütüphanesi) gibi mimari ve sanat yönünden önem taşıyan yapıları da tasarlamıştı.

Devlet tarafından kamulaştırılan ve tahsis edilen taşınmazlar üzerine, 1 Haziran 1932’de temeli atılan ve bir yılda inşaatı tamamlanan hastane, ABD’den getirilen tıbbi donanım, araç, gereç ve malzemeler ile teçhiz edilerek, 15 Ağustos 1933 günü törenle hizmete açıldı. Moris Şinasi’nin Amerika’dan getirilen külleri, hastane duvarındaki “Moris Şinasi’nin doğduğu şehre hediyesidir” ibaresinin bulunduğu anı plakasının arkasına gömüldü.

SONRASINI DA DÜŞÜNDÜ

Moris Şinasi’nin vasiyetnamesi ile ayırdığı 1 milyon doların, inşaat için harcanan 200 bin dolarından kalan 800 bin doları, geliri Manisa’daki hastane için harcanmak üzere ABD’de Chemical Bank’a (Chemical Bank, daha sonra The Chase Manhattan Bank ile birleştiğinden, fon adı geçen banka tarafından işletildi) fon olarak yatırıldı.

Vasiyetçi, herhangi bir arıza, yangın, harp veya afet nedeniyle hastane harap olur, yıkılır veya faaliyetten uzak kalırsa, kalan 800 bin doların temettüsü ile veya gerekli olacak miktarın, ana paradan alınmak suretiyle kanun iznine göre aynı şekil ve evsafta yeni bir hastanenin inşasını vasiyet etmişti.

BAKANLIK BÜTÇESİNİN YARISI

Dr. Refik Saydam Önderliğinde Cumhuriyet Dönemi Sağlık Hizmetlerini Modernleştirme Çabalarını araştıran isimlerden birisi de Halil İbrahim Aksakal’dı. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisinde Moris’in yaptırdığı hastaneden de söz ediyor. Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkan, yorgun, yoksul, bin bir sorunla uğraşan ve bunları çözmek için yeterli kaynağı olmayan ülkemizde, halkımız verem, sıtma, difteri gibi salgın ve bulaşıcı hastalıklarla boğuşurken, Moris Şinasi’nin Manisa’da bir hastane yapılmasını vasiyet etmesi ve 5 milyon dolarlık servetinin 1 milyon dolarını ayırması çok önemliydi.

1930 yılında Türkiye Cumhuriyetinin bütçesi 222 milyon 700 bin TL idi. Sağlık Bakanlığının bütçesi 4 milyon 500 bin liraydı. 1929 ve sonraki yıllarda dünyada yaşanan ekonomik bunalım da dikkate alınacak olursa, Moris Şinasi’nin Manisa’da kurmak istediği hastane için ayırdığı bir milyon dolar çok önemliydi. O tarihte bir dolar 2.12 TL olduğuna göre, 1 milyon doların Türk Lirası olarak karşılığı 2 milyon 120 bin TL’dir. Bu para, Sağlık Bakanlığı bütçesinin yaklaşık yarısıdır.

85 YIL HİZMET VERDİ

İlk kurulduğunda genel hastane statüsünde çalışan, bazı personeli ABD’den gelen tesis, daha sonra Merkez Efendi Devlet Hastanesi bünyesinde “Milletlerarası Çocuk Hastanesi” olarak 85 yıl hizmet verdi. Daha sonra Manisa Şehir Hastanesi’nin kurulmasıyla 2018 yılında kapatıldı. Hastane faal olduğu dönemde binlerce hastaya ve çocuğa bakmış, dertlerine çare olmuştu. Hastane ve hastanenin unutulmaz özverili doktorları Manisalıların belleklerinde yerlerini koruyor.

Yakın zamanlara kadar Moris Şinasi’nin aile fertleri, fon yetkilileri ve Musevi Cemaati’nin temsilcileri, Manisa’ya gelip hastanenin son durumu hakkında bilgi edindi. Moris Şinasi’nin çocukları ve torunları, ABD’de tanınan ve bilinen ünlü kişilerdir. Son yıllarda bazı anlaşmazlıklar ve iletişim noksanlığı nedeniyle Moris Şinasi’nin vasiyeti ile kurulan fondan para gelmemeye başladı.

          Emekli Yargıç Ali Suat Ertosun, 6 yıl önce kapatılan hastane için mücadelesini sürdürüyor.

ŞEHRİNE SAHİP ÇIKAN EMEKLİ YARGIÇ

Moris Şinasi’nin ismi ve onun adıyla anılan hastanenin Manisa ile özdeşleşmiş olması bazılarının umurunda bile değilken, devlette yaptığı görevler nedeniyle “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” ile ödüllendirilen Yargıtay Onursal Üyesi Ali Sat Ertosun, binanın kültür varlığı olarak tescili için kardeşi Süheyla Ertosun, arkadaşları Dr. İsmet Nardal ve Hasan Kabadağ’la birlikte açtığı dava kabulle sonuçlandı. Davalı Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın istinaf istemi reddedildi ve verilen karar kesinleşti.

Ali Suat Ertosun, Moris Şinasi’nin, doğduğu kente armağanı olan tarihi hastanenin halen Sağlık Bakanlığı’na ait yapı olduğunu belirtti ve SÖZCÜ’ye şunları söyledi:

“Sağlık Bakanlığı’nın ivedilikle hastanenin rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerini hazırlayıp restorasyonunu yapması gerekmektedir. Hastane tekrar açılarak hizmet vermeli, ABD’de The Chase Manhattan Bank tarafından işletilen fondan para gelmesi için yetkililerle görüşülerek aradaki anlaşmazlıklar giderilmeli, Moris Şinasi’nin vasiyeti yerine getirilmelidir. Bu konuda hepimize, devletimize, Manisa Büyükşehir ve Yunusemre Belediyeleri ile özellikle hemşerileri Manisalılara görev düşüyor. Mahkeme kararıyla binanın kültür varlığı olarak tescili onaylandı. Şimdi görev Sağlık Bakanlığı’na düşüyor. 6 yıldır hastane kullanılmıyor. Devlet el atarsa, binanın onarımı için bir sponsor da var.

Ali Suat Bey, yargı aşamalarını geçti. Bu kadar çabasının nedenini sorduğumda, “Kent kimliğinin oluşmasında, kentsel bellek ve mekanlar çok önemlidir. Manisa için Moris Şinasi ismi ve hastanesi de bunlardan biridir. Haydi ayağa kalkalım. Doğduğu ve büyüdüğü toprakları unutmayan ve bir Osmanlı gibi yaşayan Moris Şinasi’ye vefa borcumuzu ödeyelim. İyiliği unutmayalım, devam ettirerek yaşatalım” dedi.

İyiliğe, tarihe sahip çıkan Ali Suat Bey ve arkadaşlarına Manisalılar da teşekkür ediyor. Şimdi, hastanenin bir an önce ayağa kaldırılmasının zamanıdır.

                                   Hastane binası bakımsızlıktan çürümeye başladı.

ATLI AMBULANSI OLAN HASTANE

Bu paraya çok sevinen Cumhuriyet Hükümeti’nin Efsane Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam, hastanenin Manisa’dan daha büyük bir kentte yapılması için Moris Şinasi’nin eşi Lauretta Hanım’ı yönlendirmek ister. Ancak Lauretta Hanım ve ailesi bunun kabul etmez. Hastaneyi, Moris Şinasi’nin vasiyeti gereği “Manisa’ya yapmak istediklerini” söyler ve Manisa üzerinde ısrar eder. Sonunda hastane Manisa’da yapılır.

Kuruluşunda sebze bahçesi, serası, tavuk kümesi, ahırı, makam aracı olarak kullanılan bir faytonu ve atlı ambulansı bulunan hastane, örnek bir sağlık ünitesi olarak uzun yıllar hizmet verdi. Bahçe peyzajı Osmanlı saray bahçesinin izlerini taşıdığı da fotoğraflarından anlaşılıyor. Modern bir ameliyathanesi de vardı.

(SÖZCÜ)

                                                  



Muğla’da büyüyen tehlike: İftira, tehdit, can tehlikesi - Bahadır Özgür / duvaR

 

Bir çimento fabrikası sahibinin yürüttüğü kara propaganda ve tehditler istisna değil. Yat limanlarından maden ocaklarına, sahilleri kapatan otellerden villalara kadar her yerden saldırı sürüyor. Aralarında rekabet değil ‘dayanışma’ var üstelik. Birisinin önü açıldığında, diğeri de o yoldan faydalanıyor. Deştin’de olanların arkasında böyle bir ‘koalisyon’ bulunuyor işte.

Belki çoğu kimse farkında değil. Memleketin dört bir yanında ‘toprak savaşı’ sürüyor. Bir yanda inşaat, turizm, maden, enerji şirketlerinden oluşan koalisyon güçleri; diğer yanda ormanı, suyu, tarımı savunanlar… Yargının, bürokrasinin de baskısına rağmen toprağını savunanlar yılmıyor. Bu yüzden de kirli propaganda, mafyatik yöntemler, tehdit ve şantaj daha fazla devreye girmeye başladı. Ormanın, suyun, kuşun yanında insanların can güvenliği de tehlikede artık.

İşte Muğla’da son günlerde yaşananlar da böyle. Onlarca şirket, kentleri ve tarım alanlarını mahvedecek projelerini hayata geçirmelerinin önünde engel gördükleri toprak savunucularına karşı, tehlikeli yöntemlere başvurmaya başladılar. Bunun en son örneği Deştin’de olanlar.

Menteşe ile Deştin arasında kalan ve ‘bal ormanı’ olarak bilinen bölgeye çimento fabrikası ile hammadde ocakları kurulmak isteniyor. Çevresindeki tarım arazilerini de mahvedecek tesise karşı köylüler ile çevre savunucuları uzun süredir hukuki ve fiili mücadele yürütüyor. Davaları kazanıyorlar lakin şirket ile Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı el ele verip yasaların etrafından dolaşacak yeni bir yol açıyor. Tesisi kuracak şirket Muğla Çimento AŞ. 2020’de el değiştirdi ve Kent Çimento’nun sahibi Cemal Karakurt’un oldu. Hemen ardından da ormanı, tarlaları savunanları hedef alan kirli bir kampanya başlatıldı. Bir yerel gazete de bu işe koşuldu.

Şirketin ve gazetenin iddiası şu: “Çimento fabrikasına karşı çıkanlar, ihaleyi alamayan şirketlerin milyonlarca dolar ödediği kişiler. Bunların silahlı terör örgütleriyle de ilişkileri var!” Boy boy fotoğraflarını yayınlayıp altına ‘terör örgütü mensubu’ yazıyorlar. Son olarak kendi beldelerinde, köylerinde yaşayan insanların can güvenliği tehlikeye atacak bir adım attılar. Çevre mücadelesi verenlerin arasında yer alan ve daha önce akrabasına ait çimento şirketinde kısa bir süre yazılımcı olarak çalışmasını gerekçe gösterip, hedef aldılar. Ve kırpılmış bir videoyu yayınladılar. Oysa videonun orijinali ortada. Böyle çok fazla yayın var lakin can güvenliği tehlikesi olduğu için hem bunları, hem de hedef aldıkları kişilerin kimler olduğuna dair bilgileri buraya aktarmayalım.

                                       

KIRPILAN VİDEONUN TAMAMI                         (https://youtu.be/0FkEGjuBPMA)

ÇEYREK ASIRDIR SÜREN MÜCADELE

Şimdi gelelim meselenin gerçek yüzüne…

Şirket açıkça yalan söylüyor. Deştin’de mücadele yeni başlamadı çünkü. 1992’ye uzanıyor. Yani şirketin ve gazetenin hedef aldığı insanların bir kısmı doğmamıştı, bir kısmı çocuktu. Neredeyse iki nesildir mücadele sürüyor.

1992’de önce Çimentaş işe başladı. Ardından 2005’te ADOÇİM el attı. Fabrika ve 52 maden ocağı açmak için onay aldı. Köylüler dava açtı ve 2015’te lehlerine sonuçlandı. Şirketler boş durur mu? Daha dava sürerken Muğla Çimento AŞ. diye yeni bir şirket kurup hemen onun üzerinden yeni başvuru yapıldı. Köylüler yürüyüşlerle protesto ettiler. İmar planı hakkında mahkemeye açtıkları davayı da 2017’de yine kazandılar. Şirket 2020’de el değiştirdikten sonra plan yeniden raftan indirildi ve ÇED onayı alınıp yakın zamanda da inşaata başlandı. Lakin daha hukuki süreç tamamlanmış değil.

Köylülerin mücadelesini haklı bulan ana muhalefet partisi CHP de olaya müdahil oldu. 31 Mart’ta seçilen Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Aras, ilk ziyaretlerinden birisini Deştin’deki köylere yaptı ve orada açıkça projeye karşı olduklarını, her türlü mücadeleyi vereceklerini anlattı.

Ahmet Aras, Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı seçildikten sonra Deştin köylerini ziyaret ederek mücadelelerine destek verdi.

Hiçbir şey gizli saklı yürümüyor. Tam çeyrek asırdır ormanı korumaya çalışıyor yöre insanı. Buna rağmen şirket belli isimleri, ‘silahlı terör örgütü üyesi’ diye manşetlere taşıtıyor.

MUĞLA’DAKİ YAĞMANIN KISA ÖZETİ

Peki bu kara propagandanın, tehdidin ardında ne var? Şu liste eksik ama Muğla’da toprakları, denizi, ormanları savunmak amacıyla yürütülen mücadelenin neleri kapsadığını özetliyor:

* Datça yat limanı için verilen ÇED gerekli değildir kararının iptali,

* Kargı Tepesi için Özelleştirme İdaresi’nin kısmi imar planının iptali,

* Datça, Ortaca, Bodrum, Turgutreis, Gümüşlük ve Akbük’te kıyı işgalleri

* Kargı Tepesi için belediyenin yaptığı imar plan değişikliğinin iptali,

1/100.000 ve 1/50.000’lik Aydın Muğla Bütünleşik Kıyı Alanları İmar Planlarının iptali,

* Fethiye Göcek’te MUÇEV kıyı işgali ve liman yapımı,

* İnlice Plajı’nın özelleştirilmesi,

* Fethiye Üzümlü’de ferro krom eleme tesisi,

* Fethiye’de orman (ağaç) kesimi,

* Köyceğiz’de sığla ormanına yönelik tehdit,

* Namnam Çayı’nın özelleştirilmesi,

* Köyceğiz çevresinde özelleştirme,

* Dalyan’da sabit iskele yapımı,

* Dalaman koruma derecelerinin düşürülmesi,

* Sandras’da olivin madenciliği,

* Ortaca’da MUÇEV’in kıyı işgalleri,

* Gökova’da çevre yolu yapımı ve ağaç kesimi,

* Menteşe’de madenler için verilen ÇED kararları,

* Ula’da Beton santrali yapılması,

* Turgutreis’de yat limanı işletmesi,

* Kıyıkışlacık ticari liman yapımı, felspat madeni taşımacılığı, Tuzla yat limanı,

* Tuzla sulak alanında Ağaoğlu projesi,

* Bodrum çevre yolu özelleştirilmesi ve yeniden yapımı,

* Akbelen kömür madeni işletmesi,

* Yatağan kömür ocaklarının yeraltı madenciliğine başlaması,

* Latmos antik kentinin çevresindeki yapılaşma,

* Suçıkan’da su kaynaklarının termik santrale tahsis edilmesi nedeniyle tükenmek üzere oluşu,

* Deştin’de entegre çimento santrali kurulması,

* Marmaris Sinpaş inşaatı,

* Hisarönü’nde sulak alanda yaşlı bakım evi için imar plan değişikliğinin iptali,

* Karacasöğüt MUÇEV ve Global Marin; Marmaris Körfezi Albatros Marina; Selimiye MUÇEV yat genişletme çalışması.

                                                        ***

Kısaca bir çimento fabrikası sahibinin yürüttüğü kara propaganda ve tehditler istisna değil. Yat limanlarından maden ocaklarına, sahilleri kapatan otellerden villalara kadar her yerden saldırı sürüyor. Aralarında rekabet değil ‘dayanışma’ var üstelik. Birisinin önü açıldığında, diğeri de o yoldan faydalanıyor. Deştin’de olanların arkasında böyle bir ‘koalisyon’ bulunuyor işte.

Limak’ın Akbelen talanında açıkça gördük bunu. Örneğin; Datça’nın içine yıllardır yapılmak istenen, herkesin kullanımına açık koyları kirletmesi muhtemel yat limanına karşı çıkanlara da mafyatik yöntemlerle yapılan tehditlerin yoğunluğu arttı.

Hızla büyüyen bu tehlikeye dikkat kesilelim. Toprak savunucularını yıldırırlarsa eğer, kısa zamanda eşi benzeri görülmemiş bir yıkımın da kapısı aralanır.

Bahadır Özgür / duvaR

21 Haziran 2024 Cuma

Kısa GÜNDEM Başlıkları - 21 Haziran 2024 -

 Ertelenmişti: Akaryakıta çifte zam için yeni tarih belli oldu -Birgün-

21 Haziran'dan itibaren pompaya yansıması beklenen zammın ertelenmesinin ardından yeni tarih belli oldu. Gelecek hafta pazartesi ya da salı gününden itibaren benzin ve motorine zam gelmesi bekleniyor.(https://www.birgun.net/haber/ertelenmisti-akaryakita-cifte-zam-icin-yeni-tarih-belli-oldu-539013)

Türkiye'nin satın alma gücü AB'nin yüzde 27 altında -Birgün-

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2023 yılına ilişkin "Satınalma Gücü Paritesi" verilerini açıkladı. Avrupa Birliği İstatistik Ofisi (Eurostat) tarafından açıklanan SGP'ye göre kişi başına gayrisafi yurt içi hasıla (GSYH) endeksi 2023 yılı geçici sonuçlarına göre 27 Avrupa Birliği (AB) ülkesi ortalaması 100 iken, bu değer Türkiye için 73 oldu. Böylelikle Türkiye'nin satın alma gücü AB'nin yüzde 27  altında kaldı. BloombergHT'de yer alan habere göre,   karşılaştırmalarda, 27 AB üyesi ülke, 3 Avrupa Serbest Ticaret Birliği (EFTA) ülkesi (İsviçre, İzlanda ve Norveç), 5 aday ülke (Türkiye, Kuzey Makedonya, Karadağ, Sırbistan ve Arnavutluk) ve 1 potansiyel aday ülke (Bosna-Hersek) kapsandı. Karşılaştırmalarda yer alan 36 ülke arasında SGP'ye göre kişi başına GSYH endeksi en yüksek ülke 239 ile Lüksemburg, en düşük ülkeler ise 35 ile Arnavutluk ve Bosna-Hersek oldu. Kişi başına GSYH endeksinde Lüksemburg AB ortalamasının yüzde 139 üzerinde, Arnavutluk ve Bosna-Hersek ise yüzde 65 altında değere sahip oldu.(https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Satinalma-Gucu-Paritesi-(Hanehalki-Nihai-Tuketim-Harcamalari)-2023-53836)

Uçaklarda 'sahte titanyum' soruşturması TUSAŞ'a uzandı: Şüpheli ham maddenin izi nereye çıkıyor? -soL-

Dünyada en sık kullanılan yolcu uçaklarından 3'ünün yapımında kullanılan titanyum sahte çıktı. Titanyumu sağlayan İtalyan şirket ile işleyen TUSAŞ birbirini suçluyor. Ham maddenin iziyse sürülemiyor.  (https://haber.sol.org.tr/haber/ucaklarda-sahte-titanyum-sorusturmasi-tusasa-uzandi-supheli-ham-maddenin-izi-nereye-cikiyor)

Tasarruf yok, israf var: Açık, örtülü harcıyorlar -Havva Gümüşkaya/Birgün-
Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın açıkladığı mayıs ayı bütçe harcama verileri tasarrufun sadece lafta kaldığını bir kez daha ortaya koydu. “Kesinti yapılacak” denilen temsil ve tanıtım giderleri ile kira harcamalarında mayıs ayında artış yaşandı. Temsil ve tanıtım giderlerine 418 milyon lira harcandı. Bütçe giderleri geçen yıla göre yüzde 97,9 artarken denetim yapılamadığı için eleştirilere neden olan ve doğrudan AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kullanılan örtülü ödenek 5 milyar TL’yi aştı. ‘Kâr amacı gütmeyen kuruluşlar’ olarak tanımlanan derneklere ise 1,4 milyar TL aktarıldı.(https://www.birgun.net/haber/tasarruf-yok-israf-var-acik-ortulu-harciyorlar-538975)

Büyükekşi övünmüştü: TFF'nin kasasından teknik direktöre 770 bin liralık marka saat -soL-
Kamuda tasarruf tedbirleri konuşulan şu günlerde TFF yönetiminin 600'ü aşan kafilesiyle şampiyonaya gitmesi henüz gündemden düşmemişken Montella'ya 770 bin liralık saat alındığı ortaya çıktı.(https://haber.sol.org.tr/haber/buyukeksi-ovunmustu-tffnin-kasasindan-teknik-direktore-770-bin-liralik-marka-saat-393844)