24 Haziran 2024 Pazartesi

İktisat topluma yarar mı? (VII) - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 


Ekonomide ve toplumun günü ve geleceğinde ciddiye almak gereken bir noktaya geldik. Bakalım.

İLK İKİ PERDE

Korkut Boratav, bir gazete ile (Artı Gerçek) 3 Haziran’da bir söyleşi yaptı. Her söyleşisi, yazısı ciddidir. Bu bence ayrı bir dikkatle okunmalı. Türkiye’nin kendi gelişme çizgisinden uzaklaştırılıp dünya sermayesine eklemlenmesini yani son 40 küsur yılı süslere kapılmaksızın kavrayabilmek için okunmalı.

Kırk yılda, kapitalizm ülkeye iki “perde”de düzenlenen bir senaryo ile yerleşti. İlk perde 1980’de ikincisi 2000’de açıldı. Az önce, az sonra denilebilir. Arada kritik yıllar olabilir. Fark etmez. Geri dönüşsüz tarihler, 1980 ve 2000’dir. Açılışlar ikişer adımlıdır: Önce “yeni ekonomi”, sonra bunun “yeni siyaset”i geldi. Bir sermaye rejimi adım adım kuruldu, serpildi.

Sermaye, sınıf varlığına “bölüşüm” meselesinden bakıyor. Değişmez. Ülkenin toplam gelirinde mutlak çoğunluk payına sahip ve hâkim olmak, payını zamanla artırmak ve serveti (tüm kaynaklar ve varlıklar, diyebiliriz) sermaye mülkiyetine geçirmek, onun “bölüşüm”e bakışının özetidir. Ekonomi buna göre düzenlenir, siyaset bunun için yapılır, toplum buna “rıza” göstermelidir. 1980’den günümüze, “iki perde”de kavramış olmalıyız. Anlamalı, geleceğin ne getireceğini düşünebilmeliyiz.

GEÇİŞ

Kapitalizmimizde ilk perdenin (1980) açılışı ve ikinciye (2000) geçişin ortak noktaları da var, farklılıkları da. Dikkatle bakalım, üçüncüye geçişin başlayışını doğru değerlendirelim. Ortak noktaların başında “Our Boys” var. Ekonomide geçişin “ilk adım”ı için onlar sahneye çıkarlar. Durumun kötü olduğunu ama onları takdir eden “dünyadan destekle” işleri yoluna koyacaklarını anlatırlar. Görevleri ekonomide “toprağı nadaslamak”tır. Sonra siyasetteki “Our Boys” idareyi devralır.

“Our Boys”un inandırıcı bir gerekçesi olmalı. Bir “gerçekçi skeç”. Bu “enflasyon”dur. 1. ve 2. perdelere ve şimdi 3. perdeye geçiş için ekonomi tek maddeli olacak: Enflasyonla mücadele. Ne gerekiyorsa yapılır. O kadar. Geçişin ilk adımı, ardından siyasette de yepyeni bir “seleksiyon” getirir. 1980’de ve 2000’de siyasette eskiler tasfiye oldu, yeniler geldi. İdeal şablonda ekonomideki “Our Boys” geçici görevli, siyasettekiler kalıcıdır. Dünya sermayesine “geri dönüşsüz” eklemlenme siyasettekilerin asli görevidir. Zaman içinde yapılacaktır.

Birinci perde (1980) Türkiye ekonomisini doğal gelişme çizgisinden yavaş yavaş ayırdı. Tam değil ama oraya dönüşün koşullarını yok etti. Ancak dünya sermayesine eklemlenme 1. perdede yapılamadı. Koşullar mı elvermedi, apayrı beceri mi istiyordu, tartışılır. Sermayenin ekonomideki yetersizliğini, siyaseti algılamadaki hamlığını hesaba katınca, 1980’lerde eklemlenme onun kapasitesini aşan çapta bir “girişim” işiydi. Boratav vurguluyor, 1990’lara girerken, emeğin 1980 ile küçültülmüş payını geri almaya başlaması bir yandan, ekonomide düşük kalan büyüme hızı ve yükselen enflasyon öte yandan sermayenin baş ağrıları oldu. Altından kalkamadı ve içine yerleşen “kriz karamsarlığı” ile dünya sermayesinin “kurtarıcılığı”nı aradı, bekledi. 1990’larda “mesaisi” bu oldu.

Eklemlenme zamanı ve böylece ikinci perdeye geçiş 2000’le geldi. Yeni “Our Boys”la ve yine bir “enflasyon skeci” ile. Sermaye için mucize sayılacak lütufkâr koşullarda “yeni siyaset” de tüm figürleriyle yoktan var oluverdi. Olağanüstü, tarihi bir andı. Adeta gökten yağmaya başlayan bir “dolar” yağmuru altında enflasyonun düşüşe geçmesi, ithalatın ve daha önce yaşanmamış bir tüketimin patlaması ve birkaç yıl üst üste büyüme hızının yükselişi. Ve belki tümünden daha önemli olan şey, Boratav’ın da vurgusuyla, bu ortamda emeğin de siyaset sahnesinden çekilişi.

Tablo bir “sermaye-siyaset ittihadı”nın kuruluşu için tarihin ikramı idi. Emeğin ekonomi mücadelesinde ve siyasette bıraktığı ciddi boşluğa, “ittihad”ı desteklemek üzere Türkiye’ye özgü bir yeni figür olan “liberaller” yerleşiyor. Cennette miyiz?

Eklemlenmeye geçiş tek taraflı bir gönüllülükle olmaz, olmamıştır. Dünya sermayesi sizi artık sürekli borçlandıracağı bir “piyasa statüsü”ne alıyor. Öyle kucaklıyor. Moda deyişle, borçluluk “sürdürülebilir” olacaktır. Eklemlenme dünya sermayesinin “özel disiplinine alınma”dır. Ana rejimdir. Merkez üssü sermaye sınıfının şirketleridir. “Finansal kuruluşlar” aracı olacak, şirket borçlanması artacak, yaygınlaşacak ve bu sermaye disiplini ekonomiyi bir yörüngeye oturtacaktır. Temel kararlarınızın zemini artık orası olacaktır. O güne kadar bildiklerinizi yavaş yavaş unutun. Artık geçersizdirler.

İKTİSAT VE SAĞDUYU

İktisatta 1. sınıfta okutulur, sonra da geliştirilir. İktisatçının düşünce yapısını kuran temel taşlar, kavramlar, bağlantılar vardır. Sade, herkesin anlayacağı, sağduyuya dayanan şeylerdir. Sağlamdırlar.

Anglosakson dünyasındaki son liberal sağduyu damarının üstadı Keynes, 90 yıl kadar önce açıkça ortaya koydu: Görünüz, dedi, ekonomiyi yönetebilmenin kilit taşı istihdamdır. Emekçilerin, kabilse tümünü haysiyetli bir ücret düzeyinde çalıştırabilmelisiniz. Çünkü ekonomi gelir akımları ile işler. Bir vücut gibi. Herkes çalışarak yeterli gelir sahibi olmalı ki gelirler, akarak birbirlerini “çoğaltabilsinler”. Sürekli, sağlıklı talep zincirleri oluştursunlar. İstikrar içinde büyümenin esası budur, sakın bozmayın. İktisatçı dilinde buna “denge” dediler; anlaşılmayacak bir şey yoktur.

Peki, kim çalıştıracak onları? İşte, kapitalist yatırımcı ve tarihi rolü. Durmaksızın yeni ve anlamlı büyüklükte bir iş, bir tesis yapacak, ekonomiye katacak. Kaytarmayacak. Hazır tesisleri elden ele satıp kazanma peşindekine yatırımcı denilmez. Hep yeni ve anlamlı bir şey katmayı düşünen, yapan kişidir yatırımcı. Kurduğu işlerle yeni gelir akımları yaratır. Bu yatırımlar olacak ki gelirler artsın ve oradan da tasarruflar oluşsun. Yatırımcı zayıflar, ortadan çekilirse kapitalizmin hali haraptır. Yatırımcının bıraktığı boşluğa servete koşan bir tip yerleşir. Sistemin hastalığıdır.

Üstat istihdamı merkeze yerleştiriyor, yatırım artışı ve böylece gelir artışı ile birleştiriyor. Ve nasıl bir sağduyu ve kültürel derinlik sahibi olduğunu anlamamızı sağlıyor. Şunu sistemin önüne koyuyor: Kapitalizmin akıbeti bu dörtlü bağlantıdadır: İstihdamyatırım-gelir (talep)-tasarruf. İstihdam sistemin “teminatı”dır. Yerine sistemi ayakta tutacak bir şey koyamazsınız!

Korkut Boratav en çok neye dikkat çekiyor, bakalım: Türkiye’de çalışma çağı nüfusunun (15-64) yüzde 25’i (yirmi beş!) TÜİK’in bile kabul ettiği “atıl işgücü” stokudur! Atıl, yani iş bulup çalışamayan, ekonomiye gelir yaratarak katkı yapamayan dörtte bir nüfus. Bir “yedek işçi ordusu” ama hep yedek. Boratav şunu gösteriyor: Çalışma çağı nüfusu son altı yılda yüzde 6.8 artarken istihdam yüzde 4.2 artıyor. Çünkü kapitalizmimizin ekonomisi ancak yüzde 4.3 büyüyebiliyor. Bu tempo “atıl işgücü”nü temizleyemez. Sermaye sınıfının tarifini yapabilmek için bu elde var bir.

Tarif için ikinci ayağa bakalım. TÜSİAD Silikon Vadisi Başkanı Ayşegül İldeniz, birkaç hafta önce şöyle dedi: “Şu anda katma değerli teknolojiyi kullanan üretimimizin oranı yüzde 3 civarında!” Ne demek oluyor? Sermaye sınıfının 20 yıllık karnesi onun iki şey üretmeye kilitlendiğini gösteriyor: Bir, “atıl işgücü”. İki, düşük teknolojili ürünler. Yirmi yıllık odak noktası budur. Sermaye sınıfının tarifine bu iki ayak yeterlidir. Yirmi yılın “yatırımcısı” bu tarifin içinde yer alır. Daha fazla gelir yaratamaz. Daha fazla talep ancak borçla yaratılabilir. Yani dünyaya daha sıkı eklemlenerek. Üstat Keynes’in “vaaz”ında yatan sağduyuyu sermaye sınıfı kavrayamaz, anlasa da umursamaz.

ÜÇÜNCÜ PERDE

2023 Haziran’ında “Deflasyon Ekibi” (Our Boys) geldi, ekonomiyi devraldı. Eklemlenmenin bir ileri aşamasına geçişi başlattı. Orta Vadeli Program (OVP) başlığı ile belgeledi. Dünya sermayesinin kabulüne sundu. Model keskinleşiyor. Birkaç yapıtaşı var.

Önce, enflasyonu “düşük vites”e, yüzde 20’ye çekme “müjde”si var. İkincisi, üretim yapısında dört yıl bir değişme olmayacak ve büyüme hızı yüzde 3’e çekilecek. Yani atıl işgücü artacak. (Büyüme kavramı, içi boşalarak anlamsızlaşacak.) Üçüncüsü, sermayenin şirketleri senaryonun odak noktası olacak. Ödeme baskısı altında kalmaksızın borçlandırılacak. Dördüncüsü, bu borçları ödeme yükümlülüğü yavaş yavaş Hazine’nin üzerine aktarılacak. Böylece şirketler, “sağlam garanti” altında borçlandıkça Hazine’nin yükümlülüğü artacak. (Şu anda Hazine’nin dış borç/ GSYİH oranının görece düşük olduğunu unutmayalım!) Eğer Hazine ödemekte zorlanırsa “ekonomiyi kurtarmak için” ödemeler ülke varlıkları, kaynakları ile yapılacak. Böylece borçluluk sadece şirketlerin değil, oradan yayılarak tüm sektörlerin meselesi haline geldiği takdirde ülkenin tüm politikaları buna yani eklemlenmeye ayarlanabilecek.

Dünya sermayesi ciddiyet içinde, sürekliliği ihmal etmeksizin çalışır. Türkiye gibi bir ülkenin eklemlenmesi “sürveyan”sız olamaz. 1980’de başlayan süreçte bu rol Dünya Bankası’na (DB) emanet edildi. 24 Ocak tarihli başvuru mektubu bir DB klavyesinde yazıldı. 2001’de DB’nin bir üst görevlisi gönderildi; tam yetkili olarak bakan koltuğuna oturdu. 2023’te DB’nin işe gecikmeden el koyup OVP’yi bir başvuru mektubu saydığını ve “ilk yardım” paketini açtığını görüyoruz. Bunlarda bir komplo aramayalım. Dünya sermaye alanı içinde “disiplin” böyle sağlanıyor.

Emekçiler bir şey ödemeyecekler mi? Hiç öyle şey olur mu? Onlar süreklilik içinde ödeme yükümlülüğü altındadırlar. Enflasyonda da deflasyonda da. (Hazarda ve seferde!) Enflasyonda yapay bolluk içinde, deflasyonda ağır kemer sıkma koşullarında (“austerity” deniyor). Bu emekçilerin kendi ekonomik krizlerini “sürdürebilme” meselesidir. Medyada çok konuşuluyor. Konuşulmayan, emeğin kendi, öz krizidir. Yani bilinç krizidir.

Toplumun, siyaset topluluğunda herhangi bir etki yaratmamış olan 31 Mart uyarısından sonra bunu biraz daha anlayabiliyor muyuz?

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet


Sahaflar Çarşısı (XI) - Kırk yıla sığan koca bir dünya ve Julius Fuçik'in darağacı notları / Özkan Öztaş - soL

 Sahaflar Çarşısı'nda bu hafta Yusuf Şaylan ile birlikte 40 yıllık ömrüne destansı bir direnci sığdıran Çek komünist Julius Fuçik'in infazından hemen önce aldığı notları konuşuyoruz.

Yusuf Şaylan ile bu haftaki buluşmamızda Julius Fuçik'in Darağacından Notlar olarak yayınlanan, ölümünden hemen önce aldığı notları konuşacağız. 

Şaylan yine hazırlanarak gelmiş. Farklı ülkelerdeki komünistlerin hikayesini çok seviyor. Bizlerle olan yakınlıklarına ve farklılıklarına odaklanarak bir dizi okuma metni çıkarıyor kendisine. Her seferinde de, bize de benzeyen, daha doğrusu herkese benzeyen ortak paydayı alıp neşeyle anlatıyor. Azim, bilinç, inat, direnç, gözü peklik ve daha bir sürü şeyin farklı biçimlerine ve coğrafyalardaki örneklerine denk gelmek heyecan veriyor insana hakikaten. Bir de farklılıklar, özgünlükler var. Her dilin, kültürün, coğrafyanın içinde yoğrulan ve bulunduğu dünyanın renklerini taşıyan küçük ayrıntılar. Bunları yakalamak da çok keyifli. Bazen sofraya konulan bir yemekte bazen ise söylenen bir şarkıda, kadehe doldurulan içkinin adı ya da sevgiliye gönderilen hediyenin türü farklılaştıkça yeni şeyler keşfediyor insan. 

"Bize benziyorlar" diye başlıyor söze Yusuf Şaylan. "Çekoslovakya'daki komünistler çok benziyor bize. Julius Fuçik'i her okuduğumda bunu bir kez daha anlıyorum. Bir de şu tamamlayan okumaları yapınca daha da keyifli oluyor." diyor ve yanında getirdiği bir kitabı daha masaya bırakıyor. Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'ndeyiz. Günün sıcak saatlerinde ağaçların altında serin bir rüzgar esiyor.

"Haydi başlayalım" diyor.

Başlıyoruz. 

Hayatı Julius Fuçik gibi sevmek

Nâzım'da da benzer ögeler vardır. Hayatı sevmek ve bunun ciddiye alınması gerektiği mevzusu aynı zamanda hayatı sevmek için bir emek vermek gerektiğine de işaret ediyor. 

Ama Julius Fuçik'in işi biraz daha zor. Kitabımız Julius Fuçik'in idam edilmeden hemen önce aldığı notlardan oluşuyor. Kahraman öleceğini, infaz edileceğini biliyor tabii. Ama ne zaman olacağı konusunda bir fikri yok. Tarihte de benzer içeriklerle örülmüş hikayeler, romanlar, filmler var. 

Yusuf Şaylan önce Bir İdam Mahkûmunun Son Günü kitabını hatırlatıyor Victor Hugo'dan. Radyo tiyatrosunu dinlemek de pek keyiflidir bu hikayenin. Sonra da Giyotini beklerken filmi geliyor akla. Her birinde de ana karakterin ölümü beklerken, yaşam ve ölüm arasında kurduğu ilişkideki değişimler ve hayatı yaşamanın, onu son ana kadar direnç taşımanın imgeleri anlatılıyor. 

Ancak Julius Fuçik bir roman kahramanı değil tek başına. Çekoslovakya Komünist Partisi üyesi, gazeteci ve yazar. Aynı zamanda hayatı değiştirmek için yola çıkan bir insan. Eşitlik ve özgürlük mücadelesinde bir sıra neferi. 

"Bir insanın hayatı bu denli sevmesi ne büyük bir şey. Julius Fuçik'i okuduğunuzda her şeyden önce bunu fark ediyorsunuz. Evet çok dirençli bir adam. Mesela kitabın 22. sayfasında yediği dayaktan sonra diliyle kırılan dişlerini sayması, yine aynı bölümün devamında bildiklerini konuşmamak adına bayılana kadar dayak yemeyi tercih etmesi falan insan üstü kahramanlık hikayeleri. Ama bunun yanı sıra Julius Fuçik hayatı inanılmaz seven bir insan. Cezaevinde bir kez olsun umudunu ve direncini kaybetmiyor. Ayrıca bunu az önce de dediğim gibi bir roman yazarının kurgusundan bakarak belki de kahramanlıkta abartıya kaçtı diyeceğimiz bir anlatıyla değil bizzat Julius Fuçik'in kendi tuttuğu notlardan anlıyoruz." diye anlatıyor Yusuf Şaylan.

           Julius Fuçik'in cezaevinden gardiyanı aracılığıyla dışarıya çıkarmayı başardığı el yazısı notları.

'Çekoslovaklar'ın ilginç hikayeleri var. Keşke daha fazlasını okuyabilsek'

Yusuf Şaylan aynı zamanda Çekoslovakya'ya dair Türkçeye çevrilmiş edebi metinlerin bu denli az olmasından yakınıyor. 

"Çekoslavakya'ya dair okuduğumuz hemen hemen her şey anti komünist hezeyanın ürünü. Özellikle de liberal basın bu alanı daha çok parlatıyor. Ama Julius Fuçik ve benzeri içerikler gösteriyor ki muazzam insan öyküleri var. Bunları bilmek okumak lazım. Ama burada da dil bariyerine çarpıyoruz ne yazık ki." 

"Mesela Çekoslovakya adının nerden geldiğini biliyor musun?" diye soruyor Şaylan. Hayır manasında kafamı sallıyorum. Zira şu anki adı da Çekya oldu zaten ülkenin. Ama tarihte neden öyleydi şimdi en oldu kısmına vakıf değilim. 

Yüzünde heyecanlı bir gülümseme beliriyor Yusuf Şaylan'ın. Yeni bir şey anlatırken böyle oluyor genelde ve küçük gözleri büyüyor o an.

"Çekler ile Slovaklar aynı topraklarda yaşıyor. Ve aynı kaderi paylaşmak ve aynı hayatı yaşamak adına bir irade gösteriyorlar. Tabi devrimci yıllarda bu birlikteliğin öyküsü insanlığa ders çıkaracak cinsten güzel deneyimler de bırakıyor. Ama sonrası malum. İnsanlık tarihinin en kötü anlarından biri belki de. Sosyalizmin geri düşüşü, Sovyetlerin ve Yugoslavya'nın dağılışı geride Balkanlarda ve Orta Avrupa'da bir sürü trajik hikaye bırakıyor geriye. 

İşte o Çekler ile Slovakların birlikte yaşam iradesinin adıdır Çekoslovakya! Hem Çeklerin hem de Slovakların ülkesi manasına geliyor. Slovakya ayrı bir ülke olunca Çek milliyetçileri de muhtemelen neden bu hainlerin adını ülkemizde taşıyoruz dediler ve ülkenin adı bugün Çekya oldu. 

Oysa Julius Fuçik başka bir hikayenin parçasıydı. Daha büyük bir öykünün herkesi bir arada tutan emeğinin mücadelesini veriyordu. Sosyalizmin bugün ne kadar karalansa da o topraklarda ne kadar sevildiğinin, özlendiğinin, eksikliğinin hissedildiğinin ilginç bir örneğini vereyim mi sana? 

Tito!

Tito biliyorsun Yugoslavya'nın lideriydi. Mesela bugün Yugoslavya'dan dağılan her bir ülke Tito'nun mezarını kendi ülkesinde olmasını talep ediyor. Bugün beş benzemez ayrılıkçıların yan yana gelip 'biz zaten yan yana gelince anlaşamıyoruz' demesine bakma. Müslümanlar ile Hıristiyanlar, Arnavutlarla Boşnaklar, Sırplarla Hırvatlar ve Julius Fuçik'in ülkesinde Çekler ve Slovaklar kardeşçe yaşayabilmişti bir zamanlar" diyor ve ekliyor. 

"Ogün'ün de eline sağlık hakikaten. Çekoslovakya 1918 – 1978 kitabını iyi ki Türkçe'ye çevirmiş. Böyle kısa, kolay okunabilir metinlerin bu kadar güçlü olması da ayrıca çok iyi. Ernie Trory de komünist bir tarihçi. Bu kitabı Yazılama'dan çevirip yayınladılar. Okurlara bunu da hatırlatalım mutlaka"

Yazılama Yayınlarından Çekoslovakya Tarihine dair yayımlanan Çekoslovakya 1918-1978 kitabının kapağı

Kitabın Türkiye'deki öyküsü

Julius Fuçik'in Darağacından Notlar'ı Türkçeye epey önce çevrilen metinlerden biri. Tarihi 1970'li yıllara kadar gidiyor. Yusuf Şaylan'daki baskısı Hür Yayınevi'nden. O baskısı "Darağacında röportaj" diye yayımlanmış. Ama röportaj kısmı soru işareti bir yanıyla zira aslında bir röportaj falan yok. Gerçi Julius Fuçik komünist bir gazeteci ve tuttuğu her not kendisiyle yaptığı bir mülakat olarak da okunabilir. 

Ama güncel baskılarında Darağacından Notlar olarak çevrilmesi kitabın içeriğine daha çok uyuyor.

                         Darağacında Röportaj kitabın ilk baskılarından biri. 1974 yılında Hür Yayınevi baskısı

"Hür Yayınevi'ni bilir misin?" diye soruyor gözlerini kısarak. Şimdiler de yok malum. Ben de anımsayamıyorum. 

Kimindir abi diye soruyorum. Yusuf Şaylan sandalyesine yerleşiyor yeniden ve anlatmadan önce pozisyonunu değiştiriyor. Bunu az bilinen konuları anlatırken yapıyor daha çok. 

"Yusuf Ziya Bahadınlı'yı bilirsin. Ülkenin en kıymetli aydınlarından biri. Ömrü sosyalizm mücadelesiyle geçti. Yazılama'dan kendisi için çıkan Yaşamak ve Ölmek Üstüne kitabını okurlara başka bir açıdan tavsiye edebilirim. Yusuf Ziya Bahadınlı bu açıdan kıymetli ve okunması gereken bir şahsiyet. İşte onun 1970'lerde kurduğu bir yayın eviydi Hür Yayınevi. Kitabın bu açıdan kapak tasarımı, dizgisi falan da güzeldir. Güzel kitaptır yani. Çeviren de İrfan Yalçın. O da çok kıymetli bir yazar bir sürü de kitabı var. Sonralarında Oda Yayınları ve Yar Yayınları gibi yayınevleri de bastılar bu kitabı.

1913 ile 1937 yılları arasında Julius Fuçik'in yaşadığı ev. Evin önüne asılan nişanda Julius Fuçik'in bu dönem arasında burada yaşadığı ifade ediliyor.

1970'li yıllar Türkiye'de her devrimcinin, devrime en yakın olduğunu düşündüğü yıllardı. Ama bir yandan da işkenceler, faili meçhuller ve yaşanan kötü olayların yılları. Oraya girmeyeyim. İşte öylesi zamanlarda bu tür kitaplar yaşadıklarımızın bize özgü olmadığını, sermayenin egemen olduğu her yerde benzer acıların yaşandığını ve aslolanın tarihin tekerini ileri götürmek olduğunu yeniden hatırlattı. Bahsettiğimiz zamanlarda böyle kitapları okumak iyi geliyor insana. O dönem bu kitap dolayısıyla elden ele dolaştı. Zaman zaman 1980'den sonra sıkıyönetim yıllarında gizli kapaklı ulaştı okurlara." diyor.

Gizli, kapaklı.

Bu kelimeyi bir kez daha düşünüyorum. Yasaklı zamanlarda bir kitabı bir yerden bir başka yere ulaştırmak için verilen çabaya ne kadar da denk düşen bir kelime bu. Kapağını gizleyip otobüste ya da bir sokakta giderken jandarmadan ya da polisten kitapları saklamak. Gizli kapaklı kitaplar. İçeriği bambaşka. 

                                                              Yusuf Şaylan

Yaşamı bu kadar seven birinde geriye ne kalır?

Julius Fuçik 23 Şubat 1903 tarihinde Prag'da dünyaya gelir. 1943 yılında 40 yaşında hayat veda ettiğinde belki de birden fazla ömrü kapsayacak kadar çok şey sığdırmayı başarır. 

Tutuklandığında da gardiyanları ve cezaevi yönetimini, kendisini sorguya çeken Gestapo komutanlarını hayrete düşürecek bir inat ve neşe içindedir. Geriye kalan hemen hemen her fotoğrafında da tebessüm ederken görüyoruz zaten kendisini. Bu inat ve çaba cezaevindeki gardiyanların kayıtsız kalmasına izin vermez. 

                                                                 Julius Fuçik

Cezaevinde kaldığı süre içinde yazdığı ve yaşamının bu son dönemine ait izlenimlerini içeren "Reportaz psana na opratçe" Darağacından Notlar adlı kitabı, Çek bir gardiyan yardımıyla parça parça dışarıya kaçırılmış ve Fuçik'in ölümünden iki yıl sonra eşi tarafından bir araya getirilerek yayınlanmıştır. 

                                               Julius Fuçik - Augustina Fuçik

Hücresinden baktığında gardiyanları taştan ve tahtadan heykellere benzeten, yaralı mahkumların nasıl tedavi edileceğine dair kafa yoran bir adam. Her seferinde de bu büyük ve saçma şeylerin içinden gülünecek ve dalga geçecek bir şeyler bulup ayakta kalmayı başaran biri. 

Kitabın bir yerinde bunu "Hücrelerin elleri vardır; zorlu bir sorgudan sonra işkence edilmiş olarak geri döndüğünüzde düşmemeniz için sizi nasıl tuttuklarını hissedersiniz" diye anlatıyor yazar kitabın 59. sayfasında.

Savaştan önce Sovyetler Birliği'ne giden ve Çekoslovakya Komünist Partisi'nin yer altı çalışmalarında görev alan bu gazeteci, aynı zamanda idamından sonra da geriye bir direnç hikayesi bırakır. Birçok örnekte Julius Fuçik daha iyisini yapmanın ve daha iyi olmanın kılavuzu haline gelir. Cezaevinde bir yandan Sovyetler Birliği'nin Nazi Almanya'sı karşısında ördüğü mücadeleyi takip eder. Dönemin Avrupa aydınlarının önemli bir çoğunluğunun aksine Julius Fuçik umutludur. Savaşı sosyalistler kazanacaktır. 

                               Julius Fuçik'in suretinin bir binanın kolonuna işlenmiş görseli.

Belki de başa yazılacak şey Julius Fuçik'in cesareti. 

Yusuf Şaylan bunu anlatırken kitaptan bir bölümü hatırlatıyor. 

"Bak burada ne diyor. Ödlek insanlar ölürken yalnızca hayatlarını değil başka şeylerini de yitirirler. Hapishanede de olsan başka yerde de olsan, bundan daha berbat ne olur ki? Ölüme bakarken bakarlar sana. Bilirsin ki alnı dik gitmek gerekir ölüme. Çünkü kardeşisin sen oradakilerin. Öyle sendeleye sendeleye yürüyüp onların yürek gücünü söndürememelisin. Bu, kan revan içinde, emsalsiz bir kardeşliktir"

Kitabı masaya bırakıyor ve gözlüklerini çıkarıp katlıyor. Bu kitap için "yeterli" demek. Kitabın hakkını verebildiğimiz için değil. Okurun, okuma iştahından çalmamak için burada kesiyoruz. 

Haftaya bir başka kitapta buluşmak üzere vedalaşıyoruz. Haftaya büyük insanlığın bir başka öyküsüne birlikte bakacağız.

Özkan Öztaş  - soL

soL KÖŞEBAŞI -24 Haziran 2024-

 

Kartelleşme -Anıl Çınar-

Sermaye sınıfı yerleşme döneminin ihtiyaçlarını karşılayan ideolojik mekanizmaların eksikliğini hissettikçe bu açığı siyaset dünyasındaki manevralardan ve liderlerden kapatmaya çalışıyor.

Türkiye’deki siyasi partilerin listesine bakan birinin aklından ilk ne geçebilir?

Düşüncem, oy oranları falan değil, bazı partilerin nasıl olup da hâlâ yaşıyor olduğu yönünde.

Geçelim bütün partileri ve hadi “seçim yeterliliği” denilen şeyi baz alalım. 40’a yakın partinin neredeyse tamamı aynı kadrolar ile hayat bulmuş veya yaşam destek ünitesine bırakılmış gibi gözükmektedir.

Amacım bu düzenin kıstaslarıyla konuşmaya başlamak değil; tersine, Türkiye siyasetinin “İllegal Hayatlar” filmindekinin de ötesine taşan bir karakteristiği olduğuna dikkat çekmek.

Türkiye siyasetinin henüz bozulmayan bir kuralı var. Düzen siyaseti kolay siyasetçi harcıyor. Çünkü Türkiye kapitalizmi hâlâ büyük ölçüde siyaset dünyası denilen “dar” alandaki manevraların yüzü suyu hürmetine ayakta kalıyor. 

Siyasete enerji katan fırsatçılığı, hırsları, egoları, hatta kaldığı kadarıyla ideolojileri bir kenara bırakalım. Her siyasetçi bu dünyada bir yandan kendisine açılan fırsatları değerlendiriyor, ama diğer yandan belli bir işlevi yerine getirerek kendi sahnesini oynayıp yedek kulübesine çekiliyor. Bu, kitlelerin gazını almak da olabilir, kitlelere yem olmak da; AKP'ye "ılımlı" bir görüntü vermek de, CHP'yi "Yeni CHP"ye dönüştürmek de...

Ama örneğin neden hâlâ Abdullah Gül'ün, Kılıçdaroğlu'nun veya Tansu Çiller'in adını duyuyoruz? Medya baronları mı, siyaset magazini mi veya kirli ilişkileri mi bu isimleri canlı tutuyor?

O kadar basit değil...

Bunun neden böyle olduğu, yalnız Türkiye’ye mi özgü olduğu veya bu gelişkinlikte bir kapitalizmin ideolojik tutkalının söz konusu siyaset dünyasına bu kadar mahkum olup olamayacağı başka bir tartışma. Şimdilik bizi ilgilendiren, düzen siyasetinin bu karakteristiğinin devrimci bir müdahale açısından sonuçları.

Neden bahsediyorum?

Bakın, Türkiye kısa olmayan süredir bir geçiş dönemi yaşıyor. Cumhuriyetin yıkıldığı, karşıdevrimci deneme ve arayışların belli bir deney seti sonrası artık normalleşmeye oturduğu, farklı tepki ve hassasiyetlere sahip geniş kitlelerin de bu normalleşme ve makulleşmeden nasibini aldığı geçiş dönemine aynı zamanda Türkiye kapitalizminin emperyal hevesleri ekleniyor.

Ancak adı üstünde bu bir geçiş dönemi ve mantıken artık geçip gitmesi bekleniyor.

Yani her geçiş döneminin sonrası bir yerleşme ve kök salma dönemi oluyor. Ve her yerleşme dönemi, geçiş dönemini kontrol altında tutan siyasi müdahalelerden farklı olarak, kendi kendini üreten ve sanki “siyasetten bağımsızmış” gibi hissettiren bazı ideolojik mekanizmalara ihtiyaç duyuyor. 

Oysaki düzen, “Yeni Türkiye” olarak kodlanan bu yerleşme dönemine uygun mekanizmaları üretmekte zorlanmaktadır. Nereden mi anlıyoruz? Koskoca Türkiye kapitalizminin arızalarını çözmek için hâlâ “Erdoğan” isminde cisimleşen bir “lider”e ihtiyaç duyulmasından.

Kastım kapitalizmin bir eğilim olarak lidersiz, teknokratik bir siyaseti tercih edeceğini söylemek değil. Kapitalizmin neyi tercih edeceğiyle ilgilenmiyoruz, var olanın ne olanaklar yarattığına gözümüzü dikiyoruz.

Türkiye kapitalizmi kendi geçiş dönemini bitirecek ve onu izleyen yerleşme dönemini istikrara kavuşturacak, aşırı uçları törpüleyecek; başka bir jargonla konuşacak olursak hastayı “stabil” kılacak ideolojik cihazlara kavuşmakta sıkıntı yaşamaktadır.

“Olur mu öyle şey? Milliyetçilik, dinselleşme, yabancı düşmanlığı, zenginleşme arzusu vesaire ne güne duruyor?” denebilir. Halbuki bunlar olsa olsa ilaçtır. Her biri hastayı ölümden uzak tutmaya yaramaktadır.

Bunun çıplak diyebileceğimiz bir sonucu olmaktadır. Türkiye’de düzenin tutkalı siyasi manevralara ve giderek “lider”in cambazlıklarına daha çok ihtiyaç duymaktadır. 

Belki ilginç gelecek ve tarihin cilvesi denebilecek bir sonuçtur bu: Türkiye siyaseti uzunca bir süredir “Erdoğan” karakterinin müdahaleleriyle denge tutturmaktadır. Bu çıkarım da marksizmin hanesine yazılmalıdır: Kapitalizm denilen şey "epey bir şeydir"; karşıdevrimciliğinden, hırslarından, köktenci düşünce ve arzularından şüphe edilemeyecek bir karakteri tersi bir işlev için, farklı uçları kontrol altında tutması ve makulu yaratması için orada tutabilmektedir.

Bu bir gösterge ve elbette dahası var. Düzen siyaseti bir bütün olarak liderlere ve karakterlere daralıyor. Sermaye sınıfı yerleşme döneminin ihtiyaçlarını karşılayan ideolojik mekanizmaların eksikliğini hissettikçe bu açığı siyaset dünyasındaki manevralardan ve liderlerden kapatmaya çalışıyor.

Ve bu durum düzen siyasetinin ritmini hisseden, daha uygun bir deyimle, düzen siyasetinde kaşarlanmış siyasetçiler tarafından da iyi biliniyor. Yani düzen siyaseti kolay siyasetçi harcıyor harcamasına ama harcadıklarını çöpe atmıyor.

Sonuç: Kendi zamanını bekleyen, kullanım değerinin yok olmadığını bilen, farklı şekillerde işlevlenmiş siyasetçilerden oluşan kocaman bir sahne. Bu sahnede bazen yedek oyuncular asıl oyunculardan bile daha önemli olabiliyor.

Sonuç: Düzen siyasetinde hiçbir parti ölmüyor. Dahası, partiler artık hükümet olmak için değil belli bir işlev için veya siyaset borsasında değerlenmek üzere kuruluyor veya yaşatılıyor.

Sahiden, ANAP isimli bir parti neden hâlâ var olabiliyor. Gelecek, DEVA, Memleket, DSP, Zafer ve diğerleri…

Karşımızdaki, aynı kadroların devridaimiyle hayatta kalan, farklı zamanlarda farklı isimlerle ortaya çıkan partiler ve liderleri…

Kartelleşme budur.

Hazineden para alanları yani AKP, CHP, MHP ve DEM Parti'yi saymıyoruz artık. Çünkü devlet aygıtında, belediyelerde, farklı düşünce kuruluşlarında yerini hazır bulanlar onlar değil yalnızca. Parlamentodaki irili ufaklı bütün partiler, parlamentonun kapısında bekleyen veya yedek oyuncu olmanın keyfini süren diğer partiler de bu kartele dahil.

İyi de bu kartel nasıl oluyor da devrimci bir müdahale için olanak anlamına gelebiliyor?

Bunun için önce kartelleşmenin en önemli dayanağını ele almalıyız; yani bu kartelin soldan parçası olanları. Çünkü düzen siyasetinde kaşarlananlar yalnızca ANAP’lı müteahhitler, DEVA’lı portföy yöneticileri veya MHP’li fabrikatörler değil. Kartelleşmenin sol uzantılarının nasıl ortaya çıktığını, tarihini, mekanizmalarını anlamadan bir adım ileri gitmek mümkün değil.

Bu da sonraki haftaların konusu.

                                                             /././

Nehirden denize dökülecek sömürgecilik -Engin Solakoğlu-

Filistin’in kaderini tayin edecek olan emperyalistler ve Filistin halkının sahte dostları değil, iki halkın ilerici ve aydınlıktan yana örgütlerinin ortak iradesi olacak.

Filistin’de işgal ve savaş yıllardır sürüyor. Bir halkın sistematik biçimde ortadan kaldırılması, topraklarından sürülmesi, soykırım gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Filistin halkının maruz kaldığı zulüm dünyaya egemen olan sermaye imparatorluğunun geniş kitleleri yanıltmak için kullandıkları sahte “insan hakları, özgürlük, demokrasi” cilasının son kırıntılarını da kazıma yolunda. 

Filistinliler bir yandan direnir, bir yandan ölürken o lanetli imparatorluğun irili ufaklı uzantılarının ipliğini de pazara çıkarmayı başarıyorlar. ABD’nin, İngiltere’nin, Avrupa’nın Fransa, Almanya gibi ülkelerinin günahlarını zaten biliyor, her fırsatta dile getiriyoruz. Bir de sözde etnik ve dinsel gerekçelerle Filistin halkının yanında gibi görünenlerin ikiyüzlülükleri var. 

Bu köşede Türkiye’yi yöneten siyasal İslamcı sermaye iktidarının bir yandan İsrail savaş makinasının değirmenine su taşırken bir yandan da içeride sözde İsrail karşıtlığı adına ne tür müsamerelere imza attığını çok yazdım. Yine de haklarını teslim edelim. İsrail kaynaklarına göre, Türkiye’nin İsrail’e ihracatı geçen yılın aynı dönemine göre neredeyse yarı yarıya gerilemiş. Elbette bu rakam üçüncü ülkeler üzerinden yapılmaya devam edilen ticareti kapsamıyor. İktidar çevrelerine yakın sermaye gruplarının Yunanistan ve Mısır gibi ülkelerin limanlarını kullanarak kirli ticaretlerini sürdürdükleri tahmine müsait. Örneğin bu yılın Mayıs ayında Türkiye’nin Yunanistan’a yaptığı ihracatta geçen yıla göre yüzde 71 artış olmuş. 

Diğer taraftan, zevahiri kurtarmak adına Türkiye’yi yönetenler kadar kurnazca davranmaya tenezzül dahi etmeyenler var. Mısır’ın İsrail’e ihracatı geçen yıla göre iki kat artmış. Filistinli öldürmek konusunda en az İsrail kadar “başarılı” olduğu su götürmeyen Haşimi Ürdün Krallığı ve bölgedeki her türlü krizde riyakârlığın zirvelerini zorlayan Birleşik Arap Emirlikleri’nin İsrail’e ihracatlarında da artış var.

Bu tabloya bakınca yoksul Filistinlilerin nasıl bir mengeneye sıkıştırıldığını görmek ve bu çıkmazdan sıyrılmalarının mümkün olamayacağını, İsrail’in kazanmakta olduğunu düşünmek  zor değil. 

Öyle ya, İsrail ordusuyla, istihbaratıyla “yenilmez” zaten! 7 Ekim saldırısını da Mossad planlamamış mıydı Filistin direnişini ve halkını tümüyle yok etmek için... Hatta şimdi de sıra Lübnan’a geldi. Orayı da “temizleyip” rahata erdirecek küresel sermayeyi.

Böyle düşünenler çok. Salt dünyada değil, Türkiye’de de. Emperyalist, sömürgeci saldırganlığın galebe çalmasını bir tür kader olarak görenler de var, bundan mutluluk duyanlar da. Bugün bu çevreleri biraz üzelim ve şaşırtalım mı, ne dersiniz?

İnsan denen primatın geçmişi en fazla 1-2 milyon yıl. Bunun tarih diye adlandırdığımız kısmı 10 bin yılı bile bulmuyor. Neler olduğu hakkında az çok fikrimizin bulunduğu kısım ise 4 bilemedin 5 bin yıl. Buna da Uygarlık tarihi diyelim. Bu süre içinde kurulan, yıkılan sayısız krallık, imparatorluk ve devlet benzeri birim var. Halklar bir yerlerde oluşmaya başlamışlar, bir yerlere göçmüşler, oralardaki halkları kimi zaman dönüştürmüş kimi zaman yok etmiş ve bugün basitçe devlet dediğimiz yapılar kurmuşlar. Bazıları olağanüstü keşif ve icatlara imza atmış, dev binalar inşa etmiş, kendi dönemlerinde, örnek olsun savaş arabası gibi silahlar üretip yenilmez görünen ordular kurmuşlar. Bugün hiçbiri yok.

ABD veya İsrail fark etmez. Devletlerin ve hegemonyalarının bir ömrü, bir son kullanma tarihi var.

İsrail’in Filistin halkını topyekûn yok etme hedefine çok yaklaştığını düşündüren bu dönemde New Left Review'da (NLR) bir makale okudum. Daha doğrusu, uluslararası ilişkiler konusunda İngiltere’de çalışmalarını sürdüren Türk akademisyen Selin Nasi’nin sosyal medyada paylaşması üzerine haberdar oldum makaleden. NLR İngiltere’de 1960’tan beri iki ayda bir yayınlanan bir Marksist dergi.

Makale Ilan Pappé imzasını taşıyor. Pappé İsrailli solcu bir tarihçi. Akademisyenliğin dışında bir dönem sol siyasetle de aktif olarak uğraşmış. 2007’de görüşleri yüzünden hedef gösterilip ölüm tehditleri alınca ülkesini terk etmek zorunda kalmış. Bunda da şaşılacak bir şey yok zira Pappé 1948 yılında 700 bin Filistinli’nin memleketlerinden sürüldüğü “Nakba”nın, 1947 yılında İsrail’in kurucu kadroları tarafından hazırlanmış olan Dalet Planı çerçevesinde gerçekleştirilmiş sistemli bir etnik temizlik olduğunu savunan nadir İsrailli tarihçilerden. 

Burada bir parantez açalım. Filistin sorunu konusunda uluslararası ilişkiler çalışanların veya çeşitli sebeplerle konuyu takip edenlerin çok aşina olduğu ideal görünen bir çözüm etiketi var: İki devletli çözüm. BM Güvenlik Konseyi kararlarını da temel alarak biraz daha ayrıntılandırırsak 1967 sınırlarını esas alan iki devletli çözüm. İşte Pappé’nin sürüden ayrıldığı nokta burası.

Siyonizm’e ve İsrail devletine karşı olduğunu her fırsatta dile getiren İsrailli tarihçi Ilan Pappé Filistinli ve Yahudilerin birlikte yaşadıkları tek devletli çözümü savunuyor. Filistin meselesine dair çoğu Türkçe’ye de çevrilmiş çok sayıda kitabı var. 
Pappé, NLR’deki makalesinde bana göre önemli tespitlerde bulunuyor. İngilizce okumak isteyenler için linkini buraya bırakıyorum. Okuyucuların geriye kalan bölümü için makaleyi yorumlayarak özetlemeye çalışacağım.

Her zaman yaptığım gibi, en son söyleneceği en başta söyleyeyim: İsrailli tarihçi özetle Siyonizm’in ve İsrail’in sonunun geldiğini yazıyor ve bu kehanetinin dayandığı alametleri sıralıyor. Pappé İsrail Yahudi toplumunun iki ana kesimden oluştuğunu söylüyor. Bunlardan birincisini “İsrail Devleti” olarak adlandırıyor. Bu kesimin ağırlıkla Batı Avrupa kökenli, görece demokrat ve liberal, devletin kuruluşunda kilit rol oynamış ve 20. yüzyılın sonuna kadar iktidar bloğuna hâkim olmuş kişilerden oluştuğunu vurguluyor. Bu arada, bu kesimin Filistinlilerin tabi tutulduğu “apartheid” rejimi konusunda bir sıkıntılarının bulunmadığını, demokrasi ve özgürlükleri salt İsrailliler için düşündüklerini eklemeyi de ihmal etmiyor.

Tarihçi Pappé, ikinci kesime ise “Yahudiye Devleti (State of Judea)” adını veriyor. Bu akımın temsilcilerinin büyük çoğunlukla, işgal altındaki Batı Şeria’da yaşayan (yasadışı) yerleşimciler olduğunu ve 2022 Kasım ayındaki seçimleri Netanyahu’nun kazanmasında kilit rol oynadıklarına işaret ediyor. Bu kesim yüzyılın başından beri giderek artan bir şekilde İsrail ordusu ve devletinin üst kademelerine egemen olmuş. “Yahudiye Devleti” savunucuları, tarihsel Filistin topraklarının (nehirden denize) tümünü kapsayan tam teokratik bir İsrail’den yanalar. Bu hedefe varmak için Filistinli sayısını olabildiğince azaltmak ve El Aksa Camii’ni yıkıp yerine Üçüncü Tapınağı inşa etmek gibi hedefleri var. Yahudiyeci Yahudiler, görece seküler İsraillileri en az Filistinliler kadar sapkın telakki ediyorlar.

Pappé’ye göre bu iki kesimin kavgası, 7 Ekim’den çok önce başlamış olmakla birlikte Filistin Direnişinin saldırısı sonrasında şiddetlenmiş. Öyle ki, son 8 ay içinde “İsrail Devleti” yanlısı, yani birinci kesime mensup, beşyüz bine yakın Yahudi ülkeyi terk etmiş. Bu eğilimin doğal sonucu Yahudiye yanlılarının ülkeye tümüyle egemen olmaları ve İsrail’i dönüştürmeleri olacak.

Bunun anlamını kavramak için salt siyasi gelişmelere bakmak yeterli değil. Zamanında birilerinin dediği gibi “it’s economy, stupid!”. Siyaseti veya daha geniş anlamda jeopolitiği de ekonomi belirliyor. Pappé, makalesinde İsrail ekonomisindeki daralmaya dikkat çekiyor. ABD’nin on milyarlarca dolarlık katkısına karşın sıkıntı sürüyor. İsrail’in savaşı Lübnan’a da yaymaya kalkması bu sıkıntıları daha da büyütecek. Makalede olmayan bir hususu da ben ekleyeyim. İsrail uzun yıllardır ilk kez zenginlerin yerleşmeyi ve yatırım yapmayı tercih ettiği ilk on ülkenin arasına giremedi.

Sürekli savaş halinin faturasını ağırlaştıran bir diğer unsur ise fanatik bir Yahudiye yanlısı olan Maliye Bakanı Smotrich’in icraatı. Smotrich’in ekonomiye dair tek yaptığı işgal altındaki Batı Şeria’da bulunan yasadışı yerleşimlere kaynak aktarmak. Pappé’nin makalede yer verdiği verilere bakılırsa ülkeden sermaye kaçışı var ve toplam vergi hasılatının yüzde 80’inin elde edildiği yüzde 20’lik kesim yatırımlarını ülke dışına aktarmış veya aktarma niyeti taşıyor.

İsrail’in sonunun yaklaştığı kehanetinin ilk iki işareti, toplumsal yarılma ve ekonomik gerilemenin yanında üçüncü işaret ise uluslararası planda yaşanıyor Pappé’ye bakılırsa.  İsrail giderek bir parya devlet haline geliyor. Bu anlamda Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesinin tutumları, bugüne dek Filistin konusunda çok net tavırlar almayan uluslararası toplum üzerinde de etkisini gösteriyor. Hükümetler böylelikle hem aşağıdan hem yukarıdan baskı altında kalıyorlar. Başka bir deyişle, uluslararası kurumların kararları ve Filistin’deki soykırım yüzünden seslerini yükselten kamuoylarının tepkileri Hükümetleri iki yandan sıkıştırıp, İsrail’den uzaklaşmaya zorluyor.

Dördüncü işaret bu gelişmelerle de bağlantılı. Dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan genç Yahudilerin önemli bir bölümü İsrail ve Siyonizm’e karşı tavır alma ihtiyacı hissediyor ve yer yer Filistinle Dayanışma hareketleriyle yakınlaşıyorlar. Bu da İsrail’in çok övündüğü ve güvenliği Yahudi Lobisi’nin gücünü aşındırıyor.

Pappé’nin değindiği beşinci işaret, benim de 7 Ekim’den beri dile getirmeye çalıştığım bir konu. İsrail Ordusu’ndaki zayıflama. Birkaç kilometrekarelik Gazze şeridinde çoluk çocuk gözetmeden katliam yürütmesine rağmen Filistin direnişinin belini kıramayan İsrail Ordusu, İran’ın uzaktan yaptığı sınırlı bir saldırıya karşı durabilmek için bile dünyanın en güçlü ordularından üçünün (ABD, İngiltere, Fransa) desteğine bel bağlamak zorunda kaldı. Lübnan’da açılacak yeni bir cephenin de daha parlak sonuçlar vermesi mümkün değil. Pappé, İsrail ordusunun içine düştüğü aczi açıklarken 1948’den beri askerlikten muaf tutulan ultra-ortodoks Yahudilerin askere alınması kararına da atıf yapıyor ve bunun da arazide sonucu değiştirmeyeceğini, ordunun ciddi bir karamsarlık içinde bulunduğunu vurguluyor. Pappé’nin açıktan söylemediği ama benim ekleyeceğim husus ise ilk işaretle yani toplumsal yarılmayla bağlantılı. Yobazların eline geçen kurumlar geriliyor. Ordu ve  Mossad da bundan ari değil. Başka ülkelerdeki örneklerden de bildiğimiz gibi, akıl ve bilim sahneyi terk ettiğinde çöküş kaçınılmaz oluyor.

İsrail ve Siyonizm’in sonunu haber veren son işaret ise Filistinli genç kuşakların artan dinamizmi Pappé’ye göre. Filistin Direnişi Hamas’tan ibaret değil. Genç kuşaklar yeni ve daha demokratik bir örgütlenmeyi ve en önemlisi tek devletli çözümü tartışıyorlar. Bu dinamizmin Siyonizm’in gerilemesiyle ortaya çıkacak fırsatı değerlendirip değerlendiremeyeceği henüz belli değil. Ilan Pappé, her şeye rağmen Filistin’de çözümün bu genç kuşakların göstereceği feraset ve getirecekleri somut önerilere bağlı olduğunu düşünüyor. Bu bağlamda tek devletli çözümün modalitelerini tartışırken İsviçre ve Belçika modellerini de birer seçenek olarak hatırlatıyor.

Pappé, makalesini sonlandırırken İsrail’in çöküşünün yakın olduğu kehanetini yineliyor ve bölgede yürütülecek diplomatik müzakerelerin bu olguyu hesaba katması gerektiğini anımsatıyor. Artık üçüncü kuşağından söz edilebilecek İsrailli yerleşimcilerin bölgede kalabilmeleri için sömürge zincirlerinden kurtarılmış bir Filistin’de yerli halka hükmeden ve zulmeden değil, eşit hakka sahip yurttaşlar olarak yaşamayı kabullenmelerinin ön koşul olduğunun da altını çiziyor.

İsrailli tarihçi Pappé’ye bir ek yaparak bitirelim bu yazıyı. Filistin’in kaderini tayin edecek olan emperyalistler ve Filistin halkının sahte dostları değil, iki halkın ilerici ve aydınlıktan yana örgütlerinin ortak iradesi olacak.

                                                          /././

Yeniden Pravda mı? Elbette! -Gamze Yücesan Özdemir-

Dijital iletişimi sınıf mücadelesiyle düşünmek, yeniden Lenin’i, yeniden Pravda benzeri bir iletişimi düşünmektir aslında.

Dijitalleşmeyle iktisadi, siyasi ve ideolojik yapılarda ani ve köklü değişimlerin gerçekleştiği bir dönemden geçiyoruz. İşçi sınıfının yaptığı iş, yaşadığı hayat ve toplumsallaşma biçimleri değişip, dönüşüyor. Uzun bir zamandır anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyoruz: Dijital iletişimin sınıf mücadelesi için imkan ve imkansızlıkları nelerdir?

Hem dünyada hem Türkiye’de son yıllarda yükselen muhalefet ve isyan hareketlerinde internet ve sosyal ağların oynadığı rol oldukça yoğun tartışıldı. Bu ağların demokratikleştirici ve özgürleştirici imkanları özellikle sol liberal yaklaşım tarafından epey olumlu karşılandı. Katı, dikey ve hiyerarşik modellerin karşısına günümüz mücadele tekniği olarak dijital ortamın merkezsiz, lidersiz, hiyerarşik olmayan, yatay ve katılımcı içeriği sıklıkla vurgulandı ve alkışlandı. Buna dijital ortamın yarattığı anonimlik ve şeffaflık da eklendi.

Ve buradan hareketle sol liberaller Marksizme karşı öfkelerini bastırarak sordular: “Pravda hâlâ geçerli bir model mi?” Cevap da basitti: “Yüzyıl başındaki hayalperest ve örgütsel tekniklerle eylemeye devam edemeyiz.” “Klonlanmış Pravda mı?” sorusu kesin bir dille “Hayır” diye yanıtlanıyordu. Dijital iletişimin bağımsızlar için, siyasal bir yönelime sahip olmayanlar için bir radikal özgürlük alanı teşkil etmesi gerekiyordu. Geçen yıllar gösterdi ki dijitalleşmeden beklenilen bütün özgürleşme halleri yanlış varsayımlara dayanıyordu. Sömürü hiç olmadığı kadar arttı. Sermaye daha önce görülmedik bir şekilde merkezileşti ve yoğunlaştı. Radikal özgürlük alanlarına vurgu yapanlar, sınıf mücadelesini ya görmezden gelen ya da diğer mücadelelerle aynı kılanlar, uzun soluklu bir muhalefet ve bir siyasal alternatif yaratılmasında başarısız oldular.

Bizim için soru nettir: “Yeniden Pravda mı?” Cevap da en az soru kadar nettir: “Elbette!” Dijital iletişimi sınıf mücadelesiyle düşünmek, yeniden Lenin’i, yeniden Pravda benzeri bir iletişimi düşünmektir aslında. Dönemin ihtiyaçlarını karşılayacak, kendi dar sınırlarımızı parçalayacak ve yaşamı devrimcileştirecek dijital iletişim üzerine düşünelim o zaman.

Lenin gazetenin sınıf mücadelesindeki yeri ve anlamı üzerine düşüncelerini ilk olarak 1901’de Nereden Başlamalı? adlı makalesinde kaleme alır. 1902’de Ne Yapmalı?’da süreci yeniden değerlendirir. İlk olarak, Lenin gazeteyle işçilerin eylemliliklerini, farklı yer ve zamanlarda oluşan siyasallaşmalarını genelleştirici ve sistemli kılmayı amaçlar: “En çok ihtiyaç duyduğumuz şey bir gazetedir… Bireysel eylemler, mahalli bildiriler ve gazeteler vb. biçimindeki dağınık ajitasyonu, ancak sürekli bir yayının yardımıyla yürütülebilecek genelleştirilmiş ve sistemli bir ajitasyonla güçlendirme ihtiyacı, hiçbir zaman bugünkü kadar şiddetli bir şekilde hissedilmemiştir.” 

Bugün sınıfın eylemlerini, farklı yer ve zamanlarda oluşan siyasallaşmalarını genelleştirici ve sistematik kılmada dijital iletişim inanılmaz bir hız ve imkan sağlıyor. Dijitalleşme, yürütülen mücadelelere ilişkin her an yeni bilgi edinmeyi, diğerleriyle bağlantı kurmayı, bir haberin herkes tarafından görülebilmesini ve “kolektivite”nin yaratılmasını mümkün kılıyor. Farklı coğrafya, zaman ve sektörlerde süren mücadele deneyimlerinin karşılıklı ileti ağı işlevini görüyor. Sınıfın öznelliği sınıfın nesnel durumunun basit bir yansıması değildir. İster internet yoluyla ister gazeteyle gerçekleşsin iletişimin esas hedefi kendi kendisini aydınları aracılığıyla görecek olan sınıfın bütünsel dilini oluşturmaktır. Ama sınıfın bütünsel dili, bu dil üzerinden gelişecek olan öznelliği dün olduğu gibi bugün de politik eylemliliğin alanına kayıtlıdır. 

İkinci olarak, Lenin gazeteyi siyasal mücadelenin kürsüsü kılmayı önerir. Ülke çapında Çarlık hükümetini teşhir edecek bir kürsü. Bu kürsü sınıfı, yapısal olarak onunla çelişen pozisyonları ona tanıtarak, karşıtıyla çelişkisini ortaya koyarak hareketlendirmelidir. İşçi sınıfının var olma ve bilgilenme isteği bir siyasal talepken, gazete çıkarmak da bir gerekliliktir. Pravda budur.

Dijital kürsüler bugün hayal edebileceğimizin çok ötesinde imkanlara sahip ama bu imkanlar başlı başına değil yukarıda bahsedilen taleple bağlantı içinde değerlidir. İşçi sınıfının kendi bilgisini ilk elden üretme, paylaşma çabaları ve bu çabaların ürünü olarak kendi iletişim kürsülerini inşa etmesi bu yüzden önemlidir. Dijital kürsüler, işçi sınıfının yeni koşullar altındaki sömürüsüne yol açan pozisyonları dolduranları ve bunların eylemlerini teşhir ederek, emekçi cumhuriyetine açılacak değerleri tartışarak anlamlı olabilir. 

Üçüncü olarak, gazete Lenin için kolektif örgütleyicidir. “Ne var ki bir gazetenin rolü, yalnızca fikirlerin yayılması, siyasi eğitim ve siyasi müttefiklerin kazanılmasıyla sınırlı değildir. Bir gazete sadece kolektif bir propagandacı ve kolektif bir ajitatör değil, aynı zamanda kolektif bir örgütleyicidir” der. 

Dijital iletişim bugün emekten yana örgütlere, partilere ve sendikalara örgütlenme alanları açabiliyor. Örgütlenmede en temel gereksinim olan haberleşmenin kolaylaşması, hızlanması ve “öncü işçiler”e ulaşılması gibi konularda dijital iletişim önemli açılımlara sahip. Ama bunlar örgütlenmenin kendisini teşkil etmez. Örgütlenme imkanı örgütlenmenin kendisini ikame etmez yani. Örgütlenmenin sermaye birikimiyle olduğu kadar toplumun özellikleriyle, emekçilerin endişe ve beklentileriyle ve benzeri bir dolu hususla ilişkili olduğunu biliyoruz. Gerisi işçi sınıfıyla girişilecek ilişkiyi nasıl yürüttüğünüze, Pravdanızın sayfalarını nasıl dolduracağınıza kalmıştır. 

Dördüncü olarak, gazete Lenin için sınıf mücadelesi kurulurken bir iskeledir. Kolektif örgütleyicinin kendi örgütlenmesinin iskelesidir. Lenin bu metaforu şöyle tanımlar: “Bu bakımdan gazete, inşa halinde bir binanın çevresine kurulan iskeleye benzetilebilir; bu iskele yapının sınırlarını belirler, inşaat işçileri arasındaki bağlantıyı kolaylaştırır ve böylelikle onların yapacakları işleri dağıtmalarını ve örgütlü çalışmalardan çıkardıkları ortak sonuçları görmelerini sağlar.” 

Sınıf hareketini sağlam tutacak bir iskele olarak dijital iletişim, işçi sınıfı örgütünün kendisiyle ve sınıfla gireceği ilişkiyi temellendireceği bir alan olarak düşünülebilir. İskele hem sınıf siyasetinin oluşması için bilgi, belge, rapor, belgesel, film ve haber paylaşımıdır hem de örgütsel faaliyet yürütmedir.  

Sömürünün hiç olmadığı kadar kesifleştiği bugün yeniden Pravda demek, karşıtlıkları içerisinde dönüşen sınıfın karşıtlarını ifşa etmek demektir. Sınıfın örgütlenmesine ve örgütleyenlerin örgütlenmesine müdahale demektir. Lenin ve Pravda devrim sözcüğünün ve fikrinin ayak bağı haline geldiği bir zamanda devrim fikrinin canlı tutulmasıdır.

Yeniden Lenin! Yeniden Pravda!

Not: Lenin’den alıntılar, Ne Yapmalı?’dan (çev. M. Erdost, Sol Yayınları, 1977)

                                                                              /././ 

‘Aşırı sağ’ mı? Tüm Avrupa’da örgütlenen Ukraynalı Nazi teşkilatı Centuria’nın öyküsü -Okay Deprem-

Teşkilat yapısı SS’ten kopya. Liderler azılı suçlular. “Saf Avrupa ırkı”nı savunan örgüt, Avrupa genelinde on binlerce kişiye yayılmış durumda.

Son dönemde, özellikle Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçlanmasının ardından, herkes Avrupa’da “aşırı sağ”ın yükselişini konuşuyor. “Aşırı sağ” tanımı, birçok örnekte tabloyu tam yansıtmıyor. Nazi ideolojisi, adıyla sanıyla Avrupa’da yaygınlaşıyor.

Bunun açık örneklerinden biri, Rusya’ya karşı savaş nedeniyle Avrupa hükümetlerinin de desteğini alan, Ukrayna iktidarıyla organik bağa sahip “Centuria”.

Centuria, Avrupa ülkeleri topraklarında “yarı-yasal” statüde serbestçe faaliyet gösteren aşırılık yanlısı bir oluşum. İdeolojik olarak Ukraynalı aşırı sağcılar ve fanatik milliyetçilerden oluşan teşkilat, “Nazi ideolojisine sahip uluslar üstü bir oluşum yaratma” hedefinin peşinde olduğunu ilan ediyor. 

Centuria'nın üst düzey üyelerinin Almanya, İngiltere ve Fransa'nın yönetici çevreleri tarafından desteklendiğine ve siyasi rakiplerini ortadan kaldırma yönünde bazı emirleri yerine getirmede taşeron olarak kullanıldıklarına dair iddialar ortaya atıldı yakın zamanda. 

Hedef muhalifleri, siyahları, müslümanları, yahudileri ve cinsel azınlıkları yok etmek

Adı Roma Ordusu’ndan gelen Ukraynalı Neo-Nazi oluşumu Centuria, 2022'den beri AB ve Büyük Britanya topraklarında hızla çoğalmaya başlayan ideolojik ve paramiliter hücrelerden oluşan geniş bir ağ. 

Lider ve üyeleri örgütün temel hedeflerini “güç kültü, militarizm ve beyaz ırkın üstünlüğüne dayanan bir pan-Avrupa / uluslar üstü birlik yaratmak” şeklinde tanımlıyor. “Centuria”, Avrupa'da bir nevi yeni bir “Dördüncü Reich”ın yaratılması gerektiğini savunuyor. Bütün muhaliflerin, siyahların, müslümanların, yahudilerin ve cinsel azınlıkların fiziksel olarak ortadan kaldırılması fikri Centuria mensuplarınca hem kamuya açık şekilde hem de özel etkinliklerinde dile getiriliyor.

Ukraynalılara ve Kiev konusunda Avrupalı muhaliflere saldırılarda taşeron örgüt

Centuria’nın başta Almanya, Fransa ve İngiltere olmak üzere belli başlı Batılı ülkelerin istihbarat, askeri ve siyasi yapıları tarafından desteklendiği belirtiliyor. Örgütün Avrupa’daki insan kaynaklarının Batı'daki egemen çevreler tarafından siyasi muhaliflerin etkisiz hale getirilmesi ve itibarsızlaştırılması amacıyla aktif olarak kullanıldığı öne sürülüyor. 

Ukraynalı ünlü muhalif bloger Anatoli Şari'nin Madrid'teki evi, Ekim 2023'te örgüt tarafından molotof kokteyleri eşliğinde saldırıya uğramıştı

İlgili yapının bilhassa, Ukrayna'nın mevcut hükümetiyle stratejik bilgi paylaşımına muhalif ve de Kiev'e askeri ve mali yardım tahsis edilmesine karşı çıkan tanınmış şahsiyetlerin ve kanaat önderlerinin tasfiyesini sağlamaya yardımcı olduğuna inanılıyor. Örgütün şu ana kadar çeşitli şekillerdeki saldırılarının kurbanları arasında, Zelenskiy rejiminden memnun olmayan hem Avrupa vatandaşları hem de Avrupa'da yaşayan etnik Ukraynalılar olduğuna dikkat çekiliyor. 
Avrupa’nın sayısız ülkesinde örgütlü ve üye sayısı on binleri buluyor

Ukrayna’nın ünlü faşist askeri taburu Azov (Azak) ve Ukrayna Gizli Servisi SBU'ya ve dolayısıyla onun da Batılı küratörlere aynı anda bağlı bir teşkilat konumundaki Centuria bugün, Avrupa'da büyüklük ve nüfus açısından Azov’u çoktan geride bırakmış durumda. Hıristiyan inancına bağlı olmayan örgüt kendince bir tür eklektik pagan kültürünü sahipleniyor. 

Teşkilat bugün Avusturya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Litvanya, Polonya, İspanya, Çekya, Slovakya, Yunanistan ve Romanya'da örgütlü. En çok hücresinin ise Almanya ve İngiltere'de bulunduğu düşünülüyor. Diğer yandan, Avrupa merkezi Almanya'da olan aşırı sağcı örgütün üye sayısının en az 25 bin olduğu tahmin ediliyor. 

         Bruno Kahl, Alman Federal İstihbarat Teşkilatı başkanı ve Almanya'daki Centuria'nın koordinatörü

ABD destekli askeri eğitim kurumunda doğan örgüt 

Centuria, 2018 yılında Ukrayna’da ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından desteklenen ana askeri eğitim kurumu niteliğindeki “Hetman Petro Sagaydaçni Ulusal Kara Kuvvetleri Akademisi”nde (NASV) doğdu. Grup kendine esas olarak, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’ni (VSU) sağcı ideolojik çizgiler doğrultusunda yeniden inşa etme ve Avrupa uluslarının "kültürel ve etnik kimliğini" koruma hedeflerini belirledi. 

Aşırı sağcı Azov hareketine bağlı kişilerin önderlik ettiği grup, şu anda Ukrayna Ordusu’nda görev yapan mevcut ve eski NACV subay adayları da dâhil olmak üzere binlerce kişiyi zaman içerisinde bünyesine kattı. Centuria üyeleri ve sempatizanları, kuruluşlarından bu yana görüşlerini gizlemediller: Resmi sosyal medya hesaplarında Nazi selamı verdikleri resimler yayınladılar, aşırılıkçı açıklamalar yaptılar, etnik ve ırksal temizlik çağrısında bulundular ve özellikle yahudileri "insanlığı yok ettikleri" ithamıyla hedef aldılar. 

Centuria’nın iki etkili ismi Almanya ve Britanya askeri akademilerinde eğitim gördü

Centuria başlangıçta, aşırı milliyetçi Azov askeri taburunun gelecekteki üyelerini işe alıp eğitmekle ve aynı zamanda 2015'te ABD askeri yardımına uygulanan kısıtlamaları bir şekilde etkisiz hale getirmekle görevlendirilmiş bir örgüttür. Bu amaçlarla Centuria üyeleri Batılı askeri akademilerde ve askeri eğitim merkezlerinde eğitileceklerdir. 

Örneğin, grubun üst düzey üyelerinden birisi olan ve eskinin NASV öğrencisi Kirill Dubrovski, Birleşik Krallık'taki “Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi”nde 11 ay süren bir subay eğitim kursuna katılır ve 2020 sonlarında mezun olur. Bu süre zarfında Dubrovski, Batılı mevkidaşlarıyla birtakım “ortaklıklar” kuracaktır. 

   Chris Donnelly, İngiliz askeri istihbarat subayı ve Birleşik Krallık'taki Centuria faaliyetlerinin danışmanı

Grubun bir diğer etkili üyesi konumundaki ve zamanın NASV subay okulu talebesi Vladislav Wintergoller ise, Nisan 2019'da Almanya'nın Dresden kentinde bulunan “Alman Ordusu Subay Akademisi” (Die Offizierschule des Heeres, OSH) tarafından düzenlenen “30. Uluslararası Hafta”ya iştirak eder. 

Leipzig'deki eğitim komutanı Tümgeneral Michael Hochwart, Almanya'daki Centuria'nın eğitimlerinden sorumlu

Örgüt lideri adli suç sabıkalı bir eski Azov komutanı

Eski Centuria üyelerinin paylaşıp yayınladığı bilgilere göre, örgüt mensupları Ukrayna'da ABD'li askeri eğitmenler eşliğinde eğitim görüyor ve Fransız subay okulu öğrencileriyle müşterek pratik yapıyor. Nisan 2021'de teşkilat, kuruluşundan bu yana Fransa, İngiltere, Kanada, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Almanya ve Polonya ile ortak askeri tatbikatlara katıldığını açıklarken bu durum, pek çok yabancı subayın epeydir VSU’nun sayısız farklı biriminde görev yapıyor oluşunu hatırlatıyor. 

Centuria'nın en tepesinde, Ukraynalı neo-Nazi Andrey Biletski'nin sağ kolu olarak tanımlanan, Azov örgütünün eski komutanlarından birisi olan ve daha önce hüküm giymiş İgor Mikhailenko yer alıyor. Örgüt ile sonradan bağlarını koparan eski bir Centuria üyesi, 2022 yılına kadar örgütün ana çekirdeğinin, NASV ve subay okulu öğrencilerinin yanı sıra; şiddet içermeyen yazılardan yargılanan çocuk suçlulardan, sokak çocuklarından ve de Ukrayna yetimhanelerinin talebelerinden oluştuğunu söylüyor.

Biletski ve Mikhailenko’nun suç geçmişleri 

Centuria'nın gelecekteki yeni mensuplarını arama ve örgüt bünyesine katmanın dışında, örgütün ideolojisini geliştirmekle de meşgul ve sorumlu olan İgor Mikhailenko, Ağustos 2011'de, Ukrayna’nın Kharkov kentinin Nazi işgalcilerinden kurtuluş yıldönümünde, Biletski ile birlikte, anti-faşist gazeteci Sergey Kolesnik'e saldırdı. Failler Aralık 2011'de “gazetecinin hayatına kast etme” suçundan tutuklandı. Duruşma öncesi 2 yıl 4 ay tutuklu kaldıktan sonra Ukrayna’nın başkentinde 2014 Şubat ayında gerçekleşen sivil darbeden sonra af kapsamına alındılar. 

Biletski ve Centuria'nın Başkanı İgor Mikhailenko, bir grup taraftarlarıyla müşterek, Afrika ve Doğu Asyalı öğrencilerin yaşadığı yurtlarda çıkardıkları kavgalarla da tanınıyor. Ayrıca zırhlı nakit para taşıma araçlarına yönelik çok sayıda saldırıyla da suçlandılar. Mikhailenko ve suç ortaklarının, kendi oğlu da Centuria üyesi olan Ukrayna İçişleri Bakanlığı'nın üst düzey bir generali tarafından korunduğu düşünülüyor.

Örgüt yapısı Nazi SS teşkilatından kopya

İngiliz askeri analist Ben Stimson'a göre Mikhailenko'nun, Centuria'ya katılmadan çok önce Ukrayna’daki Neo-Nazi siyasi oluşumlarıyla bağları vardı. 2014’te İgor Mikhailenko Azov faşist askeri taburuna katılmadan evvel “Ukrayna Yurtseverleri” örgütüne liderlik ediyordu. 

                                         Centuria'nın başındaki isim İgor Mikhailenko

Centuria'nın liderlerinden bir başkası da, Neo-Nazi örgütün ideolojisinin yaratıcısı ve eski emektarlarından, "Milan" lakaplı 24 yaşındaki Yuri Gavrilişin’dir. Genel vazifesi, Ukrayna'daki subay eğitim merkezlerini bitiren öğrencileri bünyelerine katmak ve onlara Nazi ideolojilerini empoze etmektir. 

İgor Mikhailenko'nun sağ kolu ve aynı zamanda Centuria'nın ideolojisinin geliştiricilerinden  Yuri Gavrilişin

Centuria’nın bir diğer eski mensubu, örgütün yapısının neredeyse tamamen, SS olarak bilinen Nazi "muhafız birimlerinden" kopyalandığını dikkat çekiyor. Örneğin Mikhailenko alt rütbelilerin kendisine "Führer" olarak hitap etmesini ister. Öte yandan organizasyonda doğrudan “Reichsführer”, “Brigadeführer”, “Unterführer”, “Sturbanführer”, “Gruppenführer” ve “Betriebsführer” adlı pozisyonlar bulunmaktadır. 

Söz konusu eski örgüt mensubu devam ediyor: “Centuria bütünüyle Nazi SS’lerinden devşirilmiş bir yapıda. Grup Ukrayna'da kurulduğundan beri genel olarak kimse bunu gizlemedi. Bir führer var: Mikhailenko ve ona bağlı bir grup ‘genç führer’. Mikhailenko, Centuria ağının tamamından sorumlu. Junior Führer'ler ise kendilerine ait alt birimleri kontrol ediyor.” 

Düne kadarki azılı suçlu Aleksandr Poklad bugün bir Ukrayna tümgenerali

Centuria'nın denetlenmesini Ukrayna’daki SBU temsilcileri yürütmektedir. Örgüt ile bağlantıların doğrudan sorumluluğu ise, 6 Ocak 2024'te Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy tarafından, modern Ukrayna yönetimi hiyerarşisinde üçüncü mertebeye tekabül eden tümgeneral rütbesine terfi ettirilen ve SBU Başkanı Vasili Malyuk'un yardımcılarından birisi olan Aleksandr Poklad'a ait. 

                                 Aleksandr Poklad, Ukrayna Gizli Servisi'nin Başkan Yardımcısı

Poklad da örgütün diğer üyeleriyle benzer bir geçmişe sahip. 1996 yılında gasp suçundan altı yıla mahkûm edilir, Poltava Vilayeti’ndeki 64 numaralı cezaevinde sadece iki buçuk yıl parmaklıklar ardında kalmasının ardından af kapsamında serbest bırakılır. 

Hapisten çıkmasının ertesinde Ukrayna kolluk kuvvetlerinin koruması altında olduğu söylenen Poklad, haydutluk yapmaya başlar ve Kremençuk şehrinde yüz küsur militandan oluşan bir çete organize eder. Kolluk kuvvetleriyle yaptıkları işbirlikleri sayesinde Poklad ve ekibinin tek bir ferdi bile yıllar boyunca karıştıkları suç, gasp ve cinayetlerden dolayı hapse girmez. 

(soL)