25 Haziran 2024 Salı

Zuhal Olcay: Kadın oyuncular en verimli çağlarında klişe rollere hapsediliyorlar - Zehra Çelenk / duvaR

 

Zuhal Olcay’la, “Kel Diva” serüveninden Türkiye’de ve dünyada kadın oyuncu olmaya, anlatısal ve sektörel cinsiyet eşitsizliğine, artan yabancılaşma ve iletişimsizlikten kadın erkek ilişkilerine dek uzanan, değerli bir sohbet oldu. Söyleşide hayatımda rastladığım en doğal, komik, bahar esintisi kadar canlı ve açık sözlü kadınlardan biriyle tanıştım.

Zuhal Olcay, yetenek, donanım, çok yönlülük, zekâ, güzellik, zarafet ve en önemlisi de “kendine özgülük” gibi bir yıldızı yıldız yapan tüm özelliklere sahip nadir sanatçılarımızdan. Geçtiğimiz Kasım’da, giderek çölleşen kültürel iklimimizde çok heyecan verici bir şey oldu: Eugène Ionesco’nun benzersiz ve ölümsüz absürt oyunu “Kel Diva”, “Oyun Atölyesi” tarafından günümüze uyarlandı. Zuhal Olcay ve Haluk Bilginer’i 20 yıl sonra yeniden aynı sahnede buluşturması da oyunun dikkat çeken yanlarından biriydi. Bu iki dev isim dışında Zeynep Dinsel, Yiğit Özşener, Kıvanç Kılınç ve Gözde Kırgız’dan oluşan tüm oyuncu kadrosu da çok iyiydi. Muharrem Özcan’ın bu zor ve özgün metni günümüze taşıyan yenilikçi rejisinin de katkısıyla, çok parlak bir oyun izledik. Zuhal Olcay’ın, komediye yatkınlığını tam olarak bu oyunda görebildim, kendisine hayranlığım perçinlendi.

Biletleri haftalar öncesinden tükenen oyunu ilk gösterimlerden birinde izleme şansına erişmiştim. Sonrasında da Zuhal Olcay’la, sevgili Zeynep Atakan’ın moderatörlüğünde söyleştik. “Kel Diva” serüveninden Türkiye’de ve dünyada kadın oyuncu olmaya, anlatısal ve sektörel cinsiyet eşitsizliğine, 2024’te hâlâ kadın oyuncular için yeterince etkin ve çok yönlü karakterler yaratılamamasına, artan yabancılaşma ve iletişimsizlikten kadın erkek ilişkilerine dek uzanan, değerli bir sohbet oldu. Söyleşide hayatımda rastladığım en doğal, komik, bahar esintisi kadar canlı ve açık sözlü kadınlardan biriyle tanıştım. İşler nedeniyle yazılara ara vermek zorunda kaldığım birkaç aya denk gelen söyleşiyi, güncelleyerek ilk kez paylaşıyorum şimdi, burada.

11 Haziran’da “Afife Jale Ödülleri” kapsamında aldığı “Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu” ödülü için Zuhal Olcay’ı kutluyor ve benim için çok özel bu sohbetle baş başa bırakıyorum sizi…

“Kel Diva”yı oldukça çok coşkulu bir izleyici kitlesiyle beraber izledim. Salondaki yaş aralığı da hayli genişti. Bu denli absürt bir oyunun her yaştan izleyiciyle böyle buluşabilmesini çok etkileyici buldum… Hazırlık sürecinden bahsedebilir misiniz biraz, oyunun?

2,5 aylık; bedensel ve ruhsal her açıdan çok yorucu bir prova süreci geçirdik, öncelikle. Yönetmenimizi de çok seviyorum, çok yetenekli bir çocuk ve sıkı prova severlerden. Perişan olduk ama değdi diye düşünüyorum, çok severek oynuyoruz yani.

Sahnede 20 sene sonra Haluk Bilginer’le ilk bir araya gelişiniz oldu ve oyun, gündeme geldiği andan itibaren bu açıdan da çok heyecan uyandırdı; konuşuldu. Nasıl karar verdiniz bu oyunda beraber yer almaya?

Evet uzun bir aradan sonra ilk oldu. Çünkü ben de belki her açıdan kendimi buna yeni hazır hissedebildim. Güzel de bir oyun. Sahnelenme fikrini de çok sevdim; oynamayı çok istedim. Böyle bir teklif de gelince artık “tamam” dedik. “Yaşam kısa, çıkıp oynayalım biz!”

                                                  Zuhal Olcay, Afife Jale Ödülü ile

Sizinle epey küçük yaşlarımda TV’de ilk kez “Gecenin Öteki Yüzü” dizisinde karşılaşmış ve tam anlamıyla büyülenmiştim. Sonra Ömer Kavur filmleri geldi ki “Gizli Yüz”ü yakın zamanda bir yazım için tekrar izledim. Sizin daima Batılı, cool bir kadın imgeniz, bir ulaşılamazlık haleniz ve o türden de bir güzelliğiniz var. Müzikal yeteneklerinizle, şarkılarınızla birleşince eskinin yıldızlarını andıran benzersiz bir hava çıkıyor ortaya. Bu oyunla, “eskimeden” yaş alan yanınızla beraber çok farklı bir yönünüzü gördüm. Çok komiksiniz, müthiş bir komedi oyuncusu Zuhal Olcay’la karşılaştık burada!

'KEL DİVA', ZUHAL OLCAY’IN AYNI ZAMANDA MÜTHİŞ BİR KOMEDİ OYUNCUSU OLDUĞUNU GÖSTERİYOR BİZE

Çok teşekkür ederim. 1999’da Haluk’la “Dolu Düşün Boş Konuş”u yapmıştık. Zaten ondan sonra da bir oyun daha yaptık ve yollarımız ayrıldı… Steven Berkoff adlı çok önemli bir İngiliz yazara ait… Yani bizim Ferhan Şensoy’umuz gibi biraz; kendisi yazan, kendisi oynayan çok özel bir yazar. Orijinal adı “Kvech” (Ibranice’de arka plan diyalogu anlamına geliyormuş) O da komedi yönü ağır basan bir oyundu. Tabii yıllar sonra Ionesco’nun bu acı ya da tatlı ekşi mi diyeyim, komedisi bana biraz o oyunu da hatırlattı. Sahnede böyle bir oyunla yer almak çok iyi geldi…

Ionesco’nun metnini üniversite yıllarımdan beri biliyorum. Ama sizin bu yeni yorumdaki, günümüze uyarlamaya dair dokunuşları da çok beğendim. Oyun, yıkım sonrası bir İngiliz burjuva çiftinin salonunda geçmekle birlikte her döneme, kültüre uyarlanabilecek bir katmansal zenginlik içeriyor. Bütün karakterlerin karşılarında oturan insandan çok akıllı telefonlarının ekranıyla ilgili olması, ekranda dönen AI efektli yüzleriniz, ortalarda dolaşan robot süpürge gibi günümüze uyarlanmış pek çok noktası var metnin ve bunların tümü çok zekice dokunuşlar olmuş…

Evet ben de çok seviyorum oyundaki bu buluşları… Ionesco biliyorsunuz bu oyunu 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yazmış. Savaşın toplumlar ve insanlar üzerindeki kötücül etkilerinin çok ağır hissedildiği bir dönemde… Bu “İki Kişilik Hırgür”de de vardır. O nedenle savaş konusunu katmayı da bence yönetmenimiz çok iyi düşündü. Ve günümüz dünyasına birtakım göndermelerle, işte o bahsettiğiniz elektrik süpürgesi, canlı yayınlarla falan çok güzel bir harmanlama yaptı. Savaş hiç susmuyor ki dünyada, sürekli bir savaş var, ama… Savaşların bu kadar yoğun olduğu bir döneme denk gelmesi oyuna daha da anlamlı bir katman kazandırdı diye düşünüyorum.

Finaldeki o sürpriz yer değiştirme de çok etkileyiciydi…

Evet, bir de benim şey çok hoşuma gidiyor, oyunda anlatılan bu tuhaf hikayeler var ya, anektodlar… Horoz, köpek hikayeleri… Ionesco, La Fontaine masallarındaki o kalıpları da tiye almayı seven bir yazar. O masallara gönderme. Leylek oradan içmiş de yok maymun şuradan zıplamış da… O göndermelerdeki alaycılık da beni çok güldürüyor.

Ionesco’nun dünyaya ve tiyatroya bakışının “seyirci dostu” olmayan, kendi izlekleri dışında pek bir şeyi umursamayan son derece özgün bir yapısı var. Bir noktada anlatı kendisini de hiç ciddiye almıyormuş gibi görünüyor ama tüm bu aşırı metinlerarası, özgür alaycılıktan da müthiş bir şey çıkıyor ortaya. Bu kadar zor bir metni Türkiye’de seyirciyle buluşturmak endişelendirdi mi sizleri bu anlamda?

Evet, oyuna başlarken hatta daha başlamadan, “biz bu oyunu Türk seyircisine nasıl seyrettireceğiz” diye bayağı bir karın ağrısı çekmiştim, açık söyleyeyim. Fakat yönetmenimiz çok güzel toparladı, çok iyi bir iş koydu ortaya gerçekten. Bir oyuncu olarak ben çok mutluyum şahsen. Seyircide de bunu görünce daha çok seviniyorum tabii.

Daha önce, çok beğendiğim “Gibi” dizisine dair yazmıştım bunu: Absürt yakın zamanlara dek bizde evet çok sevilen ama daha çok bir tür “kaçış noktası” olarak sevilen bir türdü. Bizde pek çok popüler türün aslen bir geleneği olmadığı için… Mesela polisiyenin yerli bir geleneği yok, parçalı, skeç türü metinler dışında aslında komedinin bile yok. O nedenle “absürt”e gitmek, bir üst kurmaca metin hazırlamak, çoğu sanatçıya, yazara kolay geliyordu sanki. Aslında hiç de kolay olmayan bir şey ve yer yer yapay kalıyordu bunlar.

Evet çok yapay kalıyordu, haklısınız. Belki de dünyanın öyle bir dönemine denk geldik ki, “absürt”, gerçekliğe nüfuz etmenin daha sahici bir formu halini aldı. Bu nedenle belki şu an bu oyunun anlaşılması ya da “hissedilmesi” 10-15 sene öncesine oranla daha mümkün olmuş olabilir.

Çok bilinen kuraldır: Ortada çok iyi bir metin olmazsa yönetmenin de oyuncunun da yapabileceği pek bir şey yok. Fakat bu metinle de sizinki gibi bir oyuncu kadrosu olmadan bu parlak yorumun ortaya çıkması imkansızmış. Bu oyunda sizin çok özel biçimde parladığınızı düşünüyorum ama tüm kadro da harikaydı.

                                              Kel Diva oyuncuları selam sahnesi

'OYUNCU DEDİĞİN EGOSU YÜKSEK BİR TİPTİR. ZOR BİR OYUNDA BÖYLE ÖZVERİ VE ADANMIŞLIKLA ÇALIŞAN BİR KADRO BÜYÜK NİMET'

Teşekkürler… Evet bence de tüm kadro çok iyiydi ve herkes çok çalıştı gerçekten. Hani bildik laftır ya, “herkes çok özveriyle çalıştı.” İşte burada o gerçekten vardı. Şöyle bir oyuna çalışırken, daha ikinci provada küfür kıyamet gidecek oyuncu sayısı o kadar çoktur ki… Oyuncu dediğin zaten egosu yüksek bir tiptir ama bu kadro hem çok çalışkandı hem de yönetmen gerçekten sinekten yağ çıkarırcasına çalıştıran biriydi. Bu tempo ve disiplin herkesin katlanabileceği bir şey değil. Gerçekten hem çok yetenekli hem de çalışkan ve terbiyeli, adanmış bir ekip… Başka türlü çıkmazdı bu oyun…

Benim özellikle sevdiğim yangın teması var bir de sizin oyunda. İngiliz snopluğunun, durmuşluğunun, donmuşluğunun, orada bir şeylerin değişmesi gerektiğinin ve dünyanın çoktan değiştiğinin aslında… Ionesco’nun bildiğim tüm oyunları gibi, tek başına ne sınıf meselesiyle ne İngilizlikle ne de duygusal ilişkilerle ilgili bir oyun değil ama bütün olarak da hepsine dair bir şeyler söylüyor.

İtfaiye şefi ile hizmetçi öpüşüyor ya hani, orada bay Martin’in bir lafı var: “Canım bir İngiliz terbiyesi diye bir şey var. Hiç kimse tarafından tam olarak ne olduğu anlaşılamamış!” diye de ekliyor. O kısma çok gülüyorum. Metinde pek çok değişiklik oldu. Mesela o miyav miyav şarkısı, metinde olmayan, yönetmenin buluşu olan bir şey… Hem kadın karakterin kendini beğendirme hırsını vurguladığını hem de çok güzel bir renk olduğunu düşünüyorum.

Çok nadir bir teatral deneyim anıydı, orada olağanüstü bir alkış koptu zaten…

İşte, çok hoşuma gidiyor bunlar. Mesela kapı üçüncü kez çalındıktan sonra orada aslında biri var mıydı yok muydu tartışmaları, böyle saçma sapan atışmalarla geçen bir ömrü bir çırpıda anlatıveriyor.  Beni gerçekten çok etkileyen bir yazar Ionesco. Gerçek bir deha…

Bu oyunu Instagram’da kahve eşliğinde üç cümleyle, aforizmalarla falan paylaşamaz kimse. Sosyal medyada ortalama bir seyircinin paylaşırken bile üzerine düşünmesi gerekiyor ki oyunu çok farklı kılan yanlarından biri bu… Ama mesela o kapı sahnesinde geçen “Gerçek hep arada bir yerdedir” sözü çok etkileyiciydi.

Evet ve aslında belki de “gerçek son derece basittir” demek istiyor. Muhteşem bir yazar… Bu oyunu oynadığımdan beri, birtakım yerlerde birtakım insanlardan duyduğum diyaloglar bana yemin ediyorum Ionesco tarafından yazılmış hissi veriyor hep. Oyundaki o sahne var ya hani oradaki gibi “ya işte… işte ve… öyle dedin işte” diye tekrarlarken buluyorum kendimi. Yani saçmalıyoruz, bir konudan diğer konuya geçerken, birbirimizi hiç dinlemezken, boş boş konuşurken… Aklımda kurduğum bir şey var, bence Ionesco eline kalemi kağıdı aldı ve bir gün bir kafeye giderek, bir gün bir restorana giderek, bir gün bir arkadaşıyla telefon konuşmasını falan not ederek yazdı bu oyunu diye düşünüyorum. Zaten biliyorsunuz Ionesco bir ara Fransa’dayken İngilizce dersleri almak istemiş ve İngilizce kursuna başladığında, o kurslarda saçma sapan ilk cümle kalıpları vardır ya işte… Yer, yerdedir; tavan yukarıdadır; yer alttadır falan gibi… oradan yola çıkarak yazmaya karar vermiş oyunu. Kendisi öyle açıklıyor.

Mr. Ve Mrs. Smith de oradan geliyor tabi… Yazarın dille zorunu da anlıyoruz buradan o “isn’t it”ler, oyunda kullanılan bütün kalıplar vs.  Bir de kadın erkek ilişkilerine dair kısımlarda aslında biraz da rejinin ve sizin kattığınızı düşündüğüm… Aynı yaşlardaki, olgun bir çiftte kadının hâlâ kadın olmaya ve o yanmaya dair esprisi… Kadının tüm o anlamsızlık ve iletişimsizlik içinde bile kadın yanını, cinselliğini koruyuşu ama erkeğin sönmüşlüğü biçiminde okudum, siz ne dersiniz?

'DÜNYADA KADIN ERKEK CİNSELLİĞİ ARTIK O OLMASI GEREKEN GÜZELLİK, SAFLIK VE ŞEHVETTE YAŞANMIYOR'

Günümüzdeki en temel meselelerden biri zaten, modern toplumlara baktığınızda… Ionesco o yangın metaforunu tam neyi düşünerek yazdı bilmiyorum. Ama biz tamamen kadın erkek cinselliğinin ve artık o cinselliğin eski olması gereken güzellikte, saflıkta ya da şehvette olmadığına ilişkin bir gösterge olarak aldık onu; yönetmenimiz de öyle yorumladı.

Bu oyun çok farklı açılardan yorumlanabilir. Ama ben temel meselesinin hep dünyanın bugünkü haline baktığımızdaki yoksunluk, anlamsızlık, birbirini hiçbir zaman tam anlayamama, kendini bile tam bilememe hali vb. olduğunu düşünüyorum. Kadın erkek ilişkileri de bunun içinde. Mesela karı kocanın o birbirinden nefret etme hali… Onun orijinalinde, kadın lafı kesilince, “Sweetheart, you're disgusting sweetheart!” diyor.  Biz onu “kesmesene ayı!” diye çevirdik ya da ben davar dedim ama orijinalinde böyle. Çiftlerin birbirine herkesin içinde “canım cicim” demesi ama aslında hani o birbirinden iğrenmesi, nefret etmesi, çok tanıdık geliyor bana… Fazla tanıdık geliyor, insanlık halimize acıklı bir bakış gibi geliyor. Aslında gerçeğin ne kadar absürt olduğunu da görüyorsunuz, bizim gerçek dediğimiz şey bu işte, bu kadar absürt…

Günümüzde bu birbirine adeta “nefretle bağlı” eski çift paterninin yerini hızlı ayrılıklar ve hayata hâkim bir “hikayesizlik, sürdürülemezlik” hali almaya başladı. Bu konularda ne düşünüyorsunuz? Affetmek, unutmak, kadınlar, erkekler…

'ERKEKLERİN HAYATI VE DAHA ÇOK DA KENDİNİ FAZLA CİDDİYE ALAN BİR YANI VAR, O KAPALILIK DA ORADAN GELİYOR'

İlişkilerde moda bir söylem var: Diyorlar ya “artık hiç öfkem kalmadı” Hayır böyle bir şey yok, öfke öyle kolay kolay gitmiyor, isterse yüz yıl geçsin. Orada bir yerde uyuyor sadece. “Yok işte, affettim.” Ya neyi affediyorsun, affetmek, unutmak diye bir şey de yok aslında. Sadece bir noktada “bana ne, ne olduysa oldu” diyorsun. Kendi içinde kendine bir yol veriyorsun, işine gücüne bakıyorsun.

Erkeklerin genel olarak bu hayatı, aslında daha çok da kendini fazla ciddiye alan bir yanı var. O “kendini kapatmak, kapalılık” dediğimiz şey de oradan geliyor aslında. Kendini bu kadar önemsemek, kendini bu kadar kapatmak hep bir gizem, esrar perdesinin ardında kalmaya çalışmak… Kadınların genel olarak dünyaya ve kendine karşı daha açık olduğunu düşünüyorum.

Biraz da Haluk Bilginer’le yıllar sonra tekrar sahnede buluşma deneyiminizden bahsedelim mi?  

Elbette çeşitli açılardan zor bir süreçti.  Kapısından 20 yıl sonra ilk kez girdiğin bir sahnenin içinde olmak… Gerçekten bunu deneyimlemek çok heyecanlı çok yorucu ama çok da güzeldi. Ama iki oyuncunun birbirini çok iyi tanıması çok önemlidir. Ritmini biliyorsun, neyi ne kadar, hangi amaçla yaptığını biliyorsun. Oyunculukta o anlamdaki karşılıklı güven çok önemli.

Az önce zihin açıklığından bahsettiniz ya… Sizde müthiş bir “yaşsızlık” hali var. Sadece fiziki güzelliği korumakla da ilgili değil bu sanırım, dünyaya açıklık, zihnin açıklığı ve gençliği… Kadın yıldızlarla erkekler arasında özellikle bizde gözlediğim böyle bir fark olduğunu söyleyebilirim. Bütün kadınlar da bunu başaramayabilir bu arada, kendi menkıbesine saplanan çok fazla kadın da var. Ama sizin yeteneğinizle, zekanızla bunu çok iyi bir yere taşımış olduğunuzu görüyorum.

Çok teşekkür ederim. Dünyaya açıklık ve işini çok sevmek, sahnede olmaya o aşk gerçekten diri tutuyor insanı.

Yıllardır tiyatronun, sinemanın, televizyonun içinde olan çok önemli bir kadın oyuncu olarak şunu nasıl görüyorsunuz: Kadınlar için yazılan roller yıllar içinde yeterince değişti mi sizce? Mesela çok önemli erkek yönetmenlerin filmlerinde bile kadın karakterlerin yeterli çeşitlilikte ve derinlikte yer almadığı da hep tartışılıyor. Bu konuda fikirleriniz neler?

'KADIN OYUNCULAR BELLİ BİR YAŞTAN İTİBAREN DUYGULARI, HİKAYELERİ YOK EDİLMİŞ KARAKTERLERE, KLİŞELERE MAHKÛM EDİLİYOR'

Dünyada da biraz bu sorun var, bizde daha da çok var. Ben oyunculuğumun en olgun, o açıdan en verimli çağındayım. Ama bir kadın oyuncu olarak 50+ olduğu andan itibaren bir klişeler yumağına mahkûm ediliyorsun. Senin ne duyguların var ne hikayen var; sadece birtakım genç oyuncular için yazılmış hikayelerin yan öğesisin. Tiyatroya sarılmamın en önemli nedenlerinden biri de bu. Oyuncu olarak yıllar içinde biriktirdiklerimi, deneyimlerimi göstermek, ortada olmak istiyorum. Ama kadın karakter yazılmıyor, bu insanı gerçekten öfkelendiriyor ama öfkenin de faydası olmuyor.

Bu arada ben genç kadın karakterlerin de çok iyi yazıldığını düşünmüyorum. Orada da stereotiplerde kalınıyor daha çok.

Tabii ki yazılmıyor yani haksızlık etmek istemem ama, çoğu Türk erkek yazar da Türkiyeli erkeğin bir versiyonu; takılıp kaldığı yerler aynı, ne yazacak? (Gülüyor.) Gerçekten değişmesi gerekiyor bu kafaların.

Çok önemli, dünya çapında yetenekli bazı erkek yönetmenlerimiz var gerçekten ama ben bu yapının biraz da kadın yazar ve yönetmenlerin işi ele almasıyla değişebileceğini düşünüyorum. Sürekli büyük erkek karakterler, öyle ya da böyle Alfa erkekler ve onlar etrafında konumlandırılan kadın karakterler var.

Bilemiyorum, sanıyorum herkes birazcık da sonucunun kesin iyi olacağına yani iyi para getireceğine inandığı, “nasıl olsa iyi satar” dediği şeylere yatırım yapıyor, çok risk almak istemiyorlar. Burada tabii ahlak meselesi de girer devreye, daha doğrusu toplumun ahlaka bakışı… Neden mesela tersi hikayelere rağbet bu kadar büyükken olgun bir kadınla genç bir erkek muhteşem bir hayat, şahane bir “love affair” yaşamasın… Ama işte o “kutsal baskı”lar, terbiyeden ya da ahlaktan anladığımız şeyler… Bu konuda garantici davranıyorlar.

Ki bu anlamda kurmaca, hayatın epey gerisinde kalıyor. Sadece kentlerde değil kırsal bölgelerde de çok karmaşık deneyimler yaşıyorlar insanlar aslında duygusal ilişkilerde.

Evet elbette hem de neler yaşanıyor… Ama işte bunu anlatmaya gelindiğinde herkesin mürekkebi bitiyor. Bu herhalde biraz da sosyolojik bir mesele… Galiba bu konuda bir toplumsal ikiyüzlülük var. Herkes garantici davranıyor ve herkes en kaba tabiriyle ekmeğine bakıyor.

Tam da öyle, büyük bir toplumsal riyakarlık var hem de. Ama bunun giderek daha da delineceğini düşünüyorum. Çünkü gidilecek bir yol yok bu tıkanıklıktan. O “ekmeğe bakmak” da yürümüyor bu nedenle eskisi kadar. Bir de bu kadar farklı, böyle absürt bir oyun… Böyle soluksuz izlenebiliyorsa, bir şey çok iyi anlatılabildiğinde, yapılabildiğinde aslında çok değişik deneyimlere açık bir izleyici de var demektir…

Tabii ki vardır, her zaman vardır. Seyirciye burada haksızlık etmeyi hiçbir zaman istemem, ama… Zaten ana akım sinema ve TV için bunlar söz konusu bile değil. Yapmazlar ki, yapmıyorlar.  Yoksa cesaret edilse, yapılsa dediğiniz gibi karşılığını bulacağına inanıyorum ben.

Ben “Kel Diva”da gördüğüm, her türden ışığıyla göz alan Zuhal Olcay’ı çok daha sık izlemek isterim. Seçiciliğinizi de biliyorum, ama… Siz neleri oynamak istersiniz? Kafanızda, “şu olsa” dediğiniz roller neler?

Ben tiyatroda iyi bir ekiple, iyi bir kadroyla her şeyi oynamak isteyebilirim. Ama sinemada, size çok açık söyleyeyim, neredeyse hiç cazip bir teklif gelmiyor ki… Gelen rollerin çoğuna bakıyorum… “Bu mudur yani” diyorum, “bu yaşıma gelmişim, bunca oyunculuk deneyimi var...” Yanlış anlaşılmasın, rolün küçüklüğü büyüklüğü de değil, uygun görülen kalıplar çok can sıkıcı. Yoksa güzel işler, farklı teklifler gelse… Bakıyorsun işte Isabel Huppert’in oynadığı karakterlere… Ya da Catherine Denevue… Bir büyükanne oynuyor ama işte o bütün ailenin toplandığı evde, aslında birbirinden nefret eden o aile fertlerinin içinde… Genç bir kızla yaşadığı o yakınlık, kıskançlık döngüsü… Yani sırf iyilik, bilgelik falan değil 65 yaşında bir kadının içindeki duygu karmaşaları, kötücül savrulmaların neler olabileceği ya da nelere evrildiği, ne olduğu… Bunların hepsi çok ilginç hikayeler olabilir ama yok işte… Yaratılmıyor böyle hikayeler.

Burada da işte imdadıma tiyatro yetişiyor. Dizilerde de mecburen oynuyoruz, ekonomik açıdan ama iyi dizi o kadar az ki… Bütün dizilerde birbirine parmak sallayan, devamlı atarlı, benim yaş kadınların canlandırdığı karakterler gırla… Hayatları oğulları, kızları ya da damatları etrafında dönen klişe klişe karakterler… Kırk yılda bir farklı karakterler yazılıyor ama mesela neden benim gibi bir kadının oynayacağı daha derinlikli karakterlere yer verilmiyor?

Ki siz oldukça geniş bir yaş aralığında pek çok karakteri oynayabilecek malzemeye kesinlikle sahipsiniz. Bu bizim dizilerin, anlatıların bir zaafı gerçekten, umarım giderilir. Bizim için büyük kazanım olur. Çok teşekkür ederim bu nefis sohbet için.

Ben de çok teşekkür ederim.

Zehra Çelenk / duvaR

Yandaşın vergi karnesi: Milyar dolar alıyor, bir kuruş vermiyor - Bahadır Özgür / duvaR

 

Gelir İdaresi Başkanlığı’nın hazırladığı vergi önerisi paketinde, davet usulü ihalelerle mega proje alan 37 şirketin tek kuruş vergi vermediği ortaya çıktı. Osmangazi Köprüsü’nden Niğde otoyoluna, şehir hastanelerinden Saray’ı inşa eden müteahhide kadar, vergi veren yok. Oysa her yıl bu şirketlere bütçeden milyarlarca liralık ‘garanti ödeme’ aktarılıyor.

Vergi paketine dair önerilerin içinde dikkat çekici bir bilgi vardı. Meğer yıllardır tartıştığımız, ülkeyi çöküşe sürükleyen Hazine garantili otoyol, köprü, şehir hastanesi projelerini alan 44 şirketten sadece 7 tanesi vergi ödemiş. 37 şirketin verdiği tek kuruş vergi yok. Bunların arasında Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nı yapan ve dünyanın en büyük müteahhit listesine sürekli giren Rönesans Holding de var.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in talimatıyla hazırlanan ve ücretiyle geçinen milyonlarca kişiye yeni yükler getiren vergi paketi sayesinde, bu ülkede kimin vergi ödediğini, kimin hiç ödemediğini de öğrenmiş olduk. Gelir İdaresi Başkanlığı’nın (GİB) hazırladığı ve kamuoyuna sızan sunumda en dikkat çeken konulardan birisi de köprü, otoyol, hızlı tren garları, havalimanı ve şehir hastanelerini işleten şirketlerin vergi ödemediğinin resmen itiraf edilmesiydi.

GİB’in raporunda, 3996 sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkında Kanun ile 6428 sayılı Sağlık Bakanlığınca Kamu Özel İş Birliği Modeli ile Tesis Yaptırılması ve Hizmet Alınması Hakkında Kanun kapsamında bulunan şirketlerin Kurumlar Vergisi’nin yüzde 25’ten, yüzde 30’a çıkarılması öneriliyor. GİB önerisine şöyle bir bilgi notu eklemiş: “Hali hazırda bu kapsamda 44 mükellef bulunduğu tespit edilmiş olup, 2023 yılında bu mükelleflerden 7’si 12.6 milyar lira matrah beyan etmiş ve bu tutar üzerinden 2.8 milyar lira Kurumlar Vergisi tahakkuk etmiştir. 37 mükellef matrah beyan etmemiştir.”

GELİRLER GARANTİ, VERGİ KEYFİ

İşte bu sözler kamu özel iş birliği (KÖİ) adı altında ülkeyi bir borç ve garanti ödemesi sarmalını sürükleyen mega projelerin tahribatının nerelere kadar uzandığını yine kanıtladı. Resmi verilere göre, KÖİ projelerinin sözleşme bedeli 100 milyar doları buluyor. Her yıl milyarlarca lira garanti ödemesi yapılıyor şirketlere. Üstelik fiyatlar dolara çevriliyor, üzerine ABD enflasyonu da hesaba katılarak ödeniyor paralar. Yani kur yükü de bize yükleniyor.

2024 Bütçesi’nden KÖİ’leri yapan müteahhitlere toplam 162.4 milyar lira kaynak ayrıldı. Bunun 4.9 milyar lirası Avrasya Tünel’ine, 73.8 milyar lirası köprü ve otoyollara, 83.7 milyar lirası da şehir hastanelerine aktarılacak. 2025’te tutar 240.8 milyar liraya, 2026’da ise 270.3 milyar liraya çıkacak. Korkunç bir kaynak transferi bu. Birkaç nesil daha süreceğini de düşünürsek, ülke kaynaklarının kimlere akıtıldığı belli oluyor.

Gelin Mehmet Şimşek’in taslağı sayesinde ortaya çıkan vergi manzarasına somut örneklerle beraber bakalım şimdi. Biz kazanırken de harcarken de vergiyi peşin peşin öderken, hiçbir şekilde vergiden kaçma imkanımız bulunmazken, servetlerine servet katan büyük müteahhitler bakın nasıl vergiden kaçmış.

OSMANGAZİ’NİN ŞİRKETİ 3 YILDIR MATRAHSIZ

Mesela; yaz tatili geliyor ve ailecek otomobilimizle Osmangazi Köprüsü’nden geçip, İstanbul-İzmir Otoyolu’nu kullanacağız. Elbette her kilometresinde parasını ödeyerek. Şu anda otomobil için köprü geçiş ücreti 399 lira. Ama bununla sınırlı değil ödeme. Prof. Uğur Emek’in hesaplamasıyla ortaya çıkan tabloya baktığımızda, devlet de 1356 lira otomobil başına katkı sunuyor. Bir de devlet yıllık 40 bin araç geçişini garanti etmiş. 2023’te bu kapsamda Osmangazi için ödenen para 12 milyar 50 milyon lira. Köprüyü işleten şirket Nurol, Özaltın, Makyol, Astaldi, Göçay’ın ortaklığında kurulan Otoyol AŞ. Şirket onca ödemeye rağmen 2021, 2022 ve 2023 yıllarında matrah beyan etmemiş. Vergi ödememiş yani. Aynı şirket İzmir’e kadar olan otoyoldan da para kazanıyor.

Aynı durum Ankara-Niğde Otoyolu için de geçerli. Yolun tamamındaki ücret tutarı 295 lira. Ne kadar garanti verildiği ise hiç açıklanmıyor. Sadece açıldığı yıl olan 2020’deki ödemeyi Sayıştay raporundan öğrenebildik. O da 2.24 milyar Euro’ydu. Ödemeler 2035 yılına kadar devam edecek. Yolu işleten şirket ERG İnşaat. Kamu İhale Kanunu’nun meşhur maddesi 21/B’ye göre çok sayıda proje almış olan şirketin son işi Ankara-İzmir Yüksek Hızlı Tren Yolu. Bu şirketin 2021, 2022, 2023’teki Kurumlar Vergisi sıfır. Vergi levhasında ‘matrahsız’ yazıyor.

Bir başka örnek Ankara hızlı tren garını işleten ve yine Hazine garantili gelir imtiyazına sahip ATG Ankara Tren Garı İşletmeciliği AŞ. Şirketin ortakları Limak, Kolin ve Cengiz İnşaat. 14 yıl boyunca 106 milyon yolcu garantisi verildi. 2023’e kadar geçen 7 yıllık süredeki yolcu garantisi 38 milyondu, sadece 13 milyon kişiye ulaşılabildi. 7 yılda bütçeden buraya ödenen para ise 53.5 milyon dolara ulaştı. ATG’nin Kurumlar Vergisi levhasında da ‘matrahsız’ yazıyor. O da son üç yılda hiç vergi vermemiş.

BİZ İNGİLİZ ŞİRKETE ÖDÜYORUZ, O DEVLETE ÖDEMİYOR

Benzer şekilde KÖİ projelerine abone olan, asını sık sık iktidarın inşaat işlerinde duyduğumuz Yapı Merkezi İnşaat, Akfen, İC İçtaş, Limak’ın da 2023’te vergisi yok. Hatta Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nı inşa etmiş ve neredeyse iktidarla özdeşleşmiş Rönesans Holding de üç yıldır matrah betan etmedi.

Son bir örnek daha... Bursa, Balıkesir, Çanakkale ve Yalova’da oturan vatandaşlar elektrik faturalarını bir İngiliz şirketine ödüyor. Çünkü bu bölgedeki dağıtım ihalesini kazanan Limak, 1 Nisan 2022 günü dağıtım şirketi UEDAŞ’ın bütün hisselerini İngiltere merkezli yatırım fonu ACTIS’e sattı. Elektrik dağıtımının karlılığı malum. Her şeyden para alınıyor zaten. Ne var ki İngiliz fonunun sahibi olduğu UEDAŞ son 3 yılda tek kuruş Kurumlar Vergisi ödemedi.

ALMADIKTAN SONRA ARTIRSAN NE OLUR?

Vergide esas mesele bu işte. Türkiye’de sermaye sürekli Kurumlar Vergisi’nin yüksekliğinden şikayet eder ama ‘büyük mükellef’ denilen dev şirketlerin ödediği oran yüzde 25’i hiç bulmaz. Hatta yanına bile yaklaşamaz. Davet usulü ihalelerle garantili projeleri alan şirketler de bu kategoride. Nitekim GİB’in Şubat 2023 yılında yayınladığı ‘Vergi Harcaması Raporu’na bakan herkes, gerçeği çırılçıplak görebilir. Vergi harcaması demek kabaca istisnalar vb. ile devletin almaktan vazgeçtiği vergidir.

Rapora göre 2023 yılında gelir, kurumlar, katma değer, özel tüketim, banka ve sigorta muameleleri, motorlu taşıtlar ve özel iletişim vergilerinde toplam 1 trilyon 476 milyar lira vergi alınmadı. Bu 2023 yılı GSYH’sinin yüzde 5.8’i demek. Vazgeçilen verginin 660.6 milyar TL’si gelir, 446.8 milyar TL’si kurumlar, 235 milyar TL’si katma değer, 42.6 milyar TL’si özel tüketim ve 91.6 milyar TL’si ise diğer vergiler. 2024’te 2.2, 2025’te 2.7 ve 2026’da da 3.2 trilyon lira vergiden vazgeçilecek.

Burada en çarpıcı konu Kurumlar Vergisi’nde görülüyor. 2023 yılında 786 milyar 314 milyon lira Kurumlar Vergisi tahsil edilirken, vazgeçilen tutar 446 milyar 827 milyon lira. Vergi harcaması ile tahsilatı oranlarsak yüzde 56.8 gibi rekor bir düzey çıkıyor.

Dolayısıyla Prof. Uğur Emek’in, sosyal medya hesabından Bakan Mehmet Şimşek’e sorduğu soruyu tekrarlamak lazım: Vergiyi almayacaksanız, inşaatçılar matrah beyan etmeyecekse, oranı yüzde 100’e çıkarsanız ne olur?

Biz peşin peşin vergi öderken, sermaye için her şey yine kağıt üzerinde kalır tabi ki!

Bahadır Özgür / duvaR

T24 KÖŞEBAŞI -25 Haziran 2024-

 

Mülkiye'deki hocaları Ercan Uygur, öğrencileri Mehmet Şimşek ve Yalçın Karatepe'yi anlattı; nasıl öğrencilerdi, hangisinin görüşlerine yakın, ortak yönleri neler? -Candan Yıldız-

"Normalleşme kelimeleri beni çok ilgilendirmiyor. Beni asıl ilgilendiren bu iki kişinin kurumların ve ekonominin daha iyi işlemesi, ekonomideki bazı aksaklıkların giderilmesi yönünde fikir alışverişinde bulunması…"

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi; 1859 yılında kuruluşundaki adıyla Mekteb-i Mülkiye'den aynı yıllarda mezun iki isim; Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ile Cumhuriyet Halk Partisi'nin gölge kabinesinde Hazine ve Maliye Bakanlığı'ndan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Prof. Yalçın Karatepe, siyasi yelpazenin sağ ve solunda bulunan iki ayrı görüş olarak aynı masada dört saatten uzun bir süre ekonomi politikalarını konuştular. Hem Mehmet Şimşek'in hem de Yalçın Karatepe'nin hocası olan, öğrencilikleri sonrası da ilişkileri süren, akademik hayatlarıyla ilgili referans mektupları yazan Türkiye'nin önde gelen kıdemli iktisatçılarından Prof. Dr. Ercan Uygur'dan; yine öğrencilerinin kurup yönettiği, kendisinin de her hafta ekonomiye ilişkin analizler kaleme aldığı T24 için görüşmeyi ve öğrencilerini değerlendirmesini istedik.

Mehmet Şimşek 1988'de, Yalçın Karatepe 1986'da Mülkiye'den mezun oluyor. Prof. Ercan Uygur, bugün Türkiye ekonomisinin başındaki isim olan Mehmet Şimşek ile gölge bakan Yalçın Karatepe'nin eğitim hayatları için referans mektupları yazıyor üniversitelere kabul edilmeleri için… Ercan Hoca'dan dinleyelim:

"İkisini de yakından tanıdım hem öğrenciyken hem de mezuniyetlerinden sonra… Yalçın Karatepe Milli Eğitim Bakanlığı bursu ile ABD'ye giderken konuştuğumuzu, referans mektubu yazdığımı biliyorum üniversitelere kabul için. Her ikisi de, gerçekten başarılı öğrencilerdi. Daha ileri bir eğitim almalarını çok istedim bir hoca olarak. Mehmet Şimşek de İngiltere'ye gitmişti. Ona da referans mektubu yazdım. Hep haberleştik ikisiyle de bağımız hiç kopmadı."

Farklı ekonomi politikaları savunan iki Mülkiyeli öğrencisinin ortak noktalarını da anlattı Prof. Ercan Uygur:

"Mehmet Şimşek mezun olduktan sonra bizim fakülteye asistan olarak döndü. Bizlerin asistanlığını yaptı. Sanıyorum bir buçuk yıl falan sürdü. Aynı şey Yalçın için de olacaktı ama yurt dışına gittiği için dönüşte fakülteye girdi doktorasını yapmış olarak. Hatta o süreçte de kendisine önerilerde bulundum. Her ikisi de öğrencim olmasının ötesinde, akademik hayatlarına devam ederken de bilgim ve ilgim vardı. İnşallah olumlu etkilerim olmuştur."

Mezun olduğu SBF'de 2012-2014 yılları arasında dekanlık da yapan Yalçın Karatepe, tarihin bir cilvesi olsa gerek, Gezi eylemleri sürecinde iktidarın tutumunu sert eleştirmiş, bu nedenle de hakkında soruşturma açılmış bir akademisyen olarak bugün iktidarın ekonomi politikalarından sorumlu bakanla Türkiye'yi konuştu. Prof. Ercan Uygur öğrencisi Mehmet Şimşek'in ekonomi politikalarını beğeniyor mu, eleştiriyor mu, öğrencisi Yalçın Karatepe'nin savunduğu ekonomi politikalarına daha mı yakın hissediyor kendisini? Bunu da sorduk kendisine.

"Mehmet Şimşek'in kararlarını, yaptığı şeyleri yakından izliyorum. Tabii bazı şeylerde farklı düşünüyorum. Baştan şunu söylemek isterim; kişisel olarak hiçbir eleştirim yoktur Mehmet Şimşek'e. Gayet düzgün, çok aklı başında, çok dengeli ve çok da kadirşinas birisidir. Bayramlarda yılbaşı dönemlerinde haberleşiriz. T24'teki yazılarımda bazı uygulamalarını yazdım. Belki de mecburen getirilen bazı politikaları tam desteklemiyorum. Ama belli bir bakış açısıyla doğrusunu yapmaya çalışıyor. Onu takdir etmemiz gerekiyor. Aynı görüşte değilim. Diğer yandan Yalçın Karatepe ile yoksulluk, gelir dağılımı, açlık konuları, uygulamada görünen bazı aksaklıklar konusunda benzer görüşlerim olabilir. Ama belki bazı konularda da farklı düşünüyoruz bilmiyorum. Ama yaptıkları şeyleri takdir ediyorum. Üstlendikleri görev yorucu ve sorumluluk isteyen şeyler."

Zaman zaman görüş alışverişinde bulunduğunu da öğreniyoruz Ercan Hoca'dan. Söz tabii ki Mehmet Şimşek'e vergi adaletiyle ilgili gelen eleştirilere geliyor. Ercan Uygur hem sözünü söyledi hem de incitmeyecek bir dille yapıcı eleştirilerde bulundu:

"Türkiye'deki vergi düzeninin maalesef sabit gelirli, maaşıyla, ücretiyle geçinenlere dayanan bir tarafı var. Çünkü vergi gelirlerinin önemli bir bölümü dolaylı vergi; KDV, ÖTV gibi. Düşük gelirli de o malı tükettiğinde aynı vergiyi ödüyor çok yüksek geliri olan da aynı vergiyi ödüyor. Dolayısıyla dolaylı vergilere dayanmak büyük ölçüde zaten vergi adaletsizliği yaratıyor. Ve şimdi getirilen bazı şeyler işte bazı KDV ve ÖTV düzenlemeleri aynı şeyin devamı anlamına geliyor. Türkiye'de niye daha çok dolaylı vergi dayanıyor vergi sistemimiz. Çünkü doğrudan vergileri, özellikle yüksek gelirlilerden toplayamıyor yeterince. Yani kaçak çok. Zenginlerin ödediği vergiyi duyuyorsunuz, oransal olarak çok düşük gerçekten. Bunun gelen yeni vergilerle pekiştirilmesi bir eleştiriyi getiriyor doğrusu. Şöyle bir izlenim aldım sanki yüksek gelirlilere de vergi gelecek gibi… Vergi düzeninin düşük gelirlileri ve sabit gelirlileri daha fazla gözetmesi gerektiğine katılıyorum. Yüksek gelirlilerden hem yeterince  vergi alınamıyor hem de aflar oluyor. Böylece yine vergi alınmamış oluyor."

Ercan Uygur; 31 Mart yerel seçimleri sonrası Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "siyasette yumuşama", CHP lideri Özgür Özel'in "siyasette normalleşme" olarak tarif ettiği görüşme trafiğinin AKP ve CHP'nin politika yapıcıları düzeyinde de sürmesini kurumların iyileşmesi açısından olumlu buluyor:

"Gurur duydum. Böyle bir şey her zaman olmaz. Biri icraatçı bakan birisi gölge bakan. Bu iki kişinin benim öğrencim olması bana gurur veriyor, Mülkiye için de gurur vesilesidir. Her ikisiyle de öncesinde görüşeyim mi diye de düşündüm. Yalçın'la biraz daha öncesinde görüşmüştük. Mehmet'le çok yoğun olduğu için görüşemedik. Her ikisinin de amacı Türkiye'deki ekonomi yönetiminin ve ekonomi kurumlarının daha iyi çalışmasını sağlamak. Ekonomi görevini yürüten Mehmet Şimşek'e, belki ileride o görevi yürütecek Yalçın Karatepe'nin önerilerde bulunması, saptamalar yapması, gözlemlerini aktarması sistemin daha iyi çalışması için. Görüş farklılıkları olabilir ama Türkiye'nin öncelikle kurumlarının daha iyi çalışması, hedefe böyle bakınca çok güzel bir şey görüşmeleri. Mesela TÜİK konusunda Mehmet Şimşek'in de rahatsızlıkları olduğunu biliyorum. O toplantıda olsaydım ‘ne güzel oldu bir araya geldiniz' derdim. Belki sonra arayıp söylerim. Normalleşme kelimeleri beni çok ilgilendirmiyor. Beni asıl ilgilendiren bu iki kişinin kurumların ve ekonominin daha iyi işlemesi, ekonomideki bazı aksaklıkların giderilmesi yönünde fikir alışverişinde bulunması… Ben de bunun için eleştiriyorum. Bu daha iyi olsun diye… "

Mehmet Şimşek ve Yalçın Karapete için "Kadirşinastırlar, yüksek yerlere geldim, geçmişi unuttum diyecek insanlar değildir, mütevazıdırlar, uyumludurlar, karşı tarafı dinlerler " diyen Prof. Uygur'un Batman Gercüş ve Malatya Doğanşehir'de doğan iki öğrencisinin Türkiye'de siyasi aktör olabilmesini Cumhuriyet'in eğitim politikalarıyla açıkladı.

"Mehmet Şimşek, Türkçenin konuşulmadığı bir köyde doğup lisede burslarla okuyor. Bu bölgelerden üniversiteye giriş oranları çok yüksek değil o yıllarda. Sıralamada yükseklerde olduğunu zannettiğim SBF'den dereceyle mezun oluyor. Yurt dışına gidiyor burs kazanarak. Sonra Cumhuriyet hükümetlerinde görevler üstleniyor. Bu Cumhuriyet idaresinin ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor. Öncelikle kişiyi takdir etmemiz gerekir ki o azmi, o iradeyi göstermiş. Aynı şeyleri Yalçın için de söyleyeceğim. Doğanşehir de Türkiye'nin en ileri yerlerinden birisi değil. O da SBF'den başarıyla mezun oluyor. Burs sınavında başarılı oluyor. O da yurt dışına gidiyor. Her ikisini de takdir ediyorum, ama öncelikle Cumhuriyet'i takdir etmek gerekiyor. Onun için eğitime daha çok değer ve önem vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Düşünün 50 sene önceki eğitim bu iki ismi çıkarmış. Eğitimi daha iyi yapmalıyız ki daha fazla Mehmet Şimşekler, daha fazla Yalçın Karatepeler çıksın."

                                                                /././

Vergi taslak metninde gözden kaçan bazı hususlar -Murat Batı-

Geçen günlerde vergi düzenlemelerini içeren 104 sayfalık bir sunum metni basına sızdı. Metinde yer alan bazı düzenlemelerin gelen tepkiler nedeniyle taslaktan çıkarıldığı yönünde haberler de dolaşmaya başladı. Değişiklikleri içeren bu taslak metne ilişkin kanun teklifi bu aralar Meclise sunulacak ki o zaman nelerin çıkarıldığını net bir şekilde görmüş oluruz.

Bu taslak metnin hazırlanmasına ne zaman başlandığı da pek net değil. Ancak 21 Mayıs 2024’ten çok önce başlandığını söyleyebilirim. Çünkü taslak metnin 95’inci sayfasında gecikme zammı oranı yüzde 3,5 olarak yazılmış. 21 Mayıs 2024 tarihli Resmi Gazete’de yer alan 8484 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile gecikme zammı oranı aylık yüzde 3,5’ten yüzde 4,5’e yükseltildi.

Kuvvetle muhtemel taslak metinde yer alan 95’inci sayfadaki önerileri Gelir İdaresi Başkanlığı’nın ilgili birimleri yaptı ve yakın tarihte olası oran artışını bilmemeleri pek mümkün değildi. O nedenle bu tarihten çok önce bu taslak metnin hazırlıklarına başlandığını sanıyorum.

Basında bu taslak metinle alakalı çok şey konuşuldu ama bazı hususlar hiç masaya yatırılmadı. Bu yazıda bu hususların bir kısmını izah etmeye çalışayım.

Gecikme zammının kapsamı genişletiliyor

Vergi, SGK prim borcu dâhil birçok amme alacağı için uygulanan gecikme zammı,  6183 sayılı Yasa m.51’de düzenlenmiştir. Maddeye göre amme alacağının kanuni süresinde ödenmemesi durumunda ödenmeyen kısmına her ay için yüzde 4,5 gecikme zammı uygulanacak. Buna göre, ödenmemiş vergi borçları, SGK prim borçları gibi envai çeşit kamu borcunun ödenmemesi durumunda ödenmeyen kısmına bugünden itibaren aylık yüzde 4,5 gecikme zammı uygulanacak.

Gecikme zammı, kural olarak vadesinde ödenmeyen kamu alacakları için uygulanmakla beraber kanun maddesinde ceza mahiyetinde olan kamu alacaklarına gecikme zammının uygulanmayacağı kurala bağlanmıştır.

Bu kuralın iki istisnası vardırvergi ziyaı cezalarında aylık yüzde 4,5 ve mahkemeler tarafından verilen ceza mahiyetinde olan kamu alacaklarında ise bu oranın yarısı kadar yani yüzde 2,25 (%4,5/2=%2,25)  uygulanacaktır.  Bunların dışındaki ceza mahiyetinde olan amme alacaklarına gecikme zammı uygulanmayacaktır[1].

Ancak taslak metinde 6183 sayılı Kanun’un 51’nci maddesinde yapılacak düzenlemeyle; ceza mahiyetindeki amme alacaklarının tamamına gecikme zammı uygulanması, adli para cezalarına ise gecikme zammının yarısı oranında uygulamasına devam edilmesi, ayrıca, Kabahatler Kanunu’nda da düzenleme yapılarak, İcra ve İflas Kanunu’na göre takip edilen idari para cezalarını da kapsayacak şekilde tüm idari para cezalarına gecikme zammı uygulanacağına yönelik hüküm eklenmesi önerilmektedir.

Buna göre özellikle usulsüzlük cezalarının da vadesinde ödenmemesi durumunda bunlara da aylık yüzde 4,5 gecikme zammı uygulanması önerilmektedir.

İtfaiye öncü araçlardan da ÖTV alınacak

ÖTV Kanunu’nda normal koşullarda binek otomobillerden ÖTV alınmaktadır. Ancak bu binek otomobil olur da itfaiye öncü aracı olarak kullanılırsa bunlardan ÖTV alınmamaktadır.

Hatırlarsanız Temmuz 2021’de MHP’li Rize Çayeli belediyesi Audi marka bir aracı satın almış ve itfaiye öncü araç olarak kullanıldığı belirtilmiş ama makam aracı olarak kullanıldığı ortaya çıkmıştı. Gelir İdaresi Başkanlığı’nın taslak metni sayfa 70’te“Türkiye Noterler Birliği tarafından, Şubat 2018- Nisan 2021 arasında itfaiye öncü aracı olarak tescil edilen araç sayısının 867 olduğu bildirilmiş, bu araçlardan belediyeler tarafından satın alınanlarının itfaiye öncü aracı olarak kullanılmadığı, hatta makam aracı olarak kullanıldığı tespit edilmiş.

Bu nedenle ÖTV’den kaçmak için aldıkları makam araçlarını itfaiye öncü aracı olarak kullanıp vergiyi peçelemeye çalışan bu kamu kurumlarından dolayı itfaiye öncü araçlarından ÖTV alınması önerilmektedir ki oldukça yerinde bir öneridir.

İhbar ikramiyesinin kapsamı genişletilecek

Mevzuatımızda ihbar ikramiyesi ödenmesiyle alakalı usul ve esaslar 26.12.1931 tarih ve 1905 Sayılı Menkul ve Gayrimenkul Emval ile Bunların İntifa Hakları ve Daimi Vergilerin Mektumatı Muhbirlerine Verilecek İkramiye Hakkında Kanun uyarınca uygulanmaktadır. İhbar ikramiyesi sadece devamlılık arz eden vergiler ile bu vergilerin kaybı nedeniyle kesilen vergi ziyaı cezaları üzerinden ödenir. Onun dışında usulsüzlük cezaları, özel usulsüzlük cezaları, gecikme faizi, gecikme zammı üzerinden ödeme olmayacaktır.

Taslak metnin 77’nci sayfasında VUK m.353/1 ve 2. bentlerindeki fillerden dolayı kesilecek özel usulsüzlük cezalarının da ödüle konu edilmesi önerilmektedir.

Buna göre VUK m.353/1 ve 2. bentlerindeki filleri (fatura, ÖKC fişi vb. belgelerin düzenlenmemesi) haber verenlere tahakkuk ettirilen cezanın yüzde 5’i tutarında ihbar ikramiyesi ödenmesi önerilmektedir.

Ayrıca ikramiye tutarı, ihbar edilen konuyla alakalı yapılan inceleme vs’den sonra tespit edilen ve mükellefe bildirilme (tahakkuk) şartıyla öncesinde hesaplanan yüzde 10’un 1/3’ü, sonra bu tutar mükelleften tahsil edildikten sonra da kalan 2/3’ü ödenir. Ancak ihbarın konusunu oluşturan vergi aslı ve vergi ziyaı cezasının kesinleşmesi sonucu tahsil edilen tutarın yüzde 15’i oranında ihbar ikramiyesi ödenmesi önerilmektedir.

[1] Mustafa Balcı, Kamu İcra Hukuku ve 6183 sayılı Kanun Uygulaması, On İki Levha Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul, 2023, s.994.

                                                         /././

Başsavcı Uçar'ın mektubunda son durum: Hangi hâkime ihraç istendi? -Tolga Şardan-

Yargı kaynaklarından edindiğim bilgilere göre; hakkında hazırlanan müfettiş raporunda Hâkim Sidar Demiroğlu hakkında iki ayrı dosyadan "meslekten ihraç" teklifinde bulunuldu. Demiroğlu'na yönelik meslekten ihraç teklifinde "rüşvet" iddiasına yönelik bir tespit bulunmamakla birlikte mesleğin saygınlığı küçük düşürme gerekçesinin bulunduğu kaynaklarca ifade edildi.

Adana Adliyesi'nde görevli Gül A. adlı hâkimenin Edirne'de başlayıp Adana'ya uzanan skandalları geçen haftanın en dikkat çekici başlıklarındandı.

Hakimler ve Savcılar Kurulu'nca (HSK) yürütülen idari soruşturma sırasında hâkimenin gerek özel yaşamı, gerekse mesleki kariyeriyle ilgili yapılan tespitler durak uçuklatan cinsten.

Burada tekrarlamak istememekle birlikte yargı sisteminde su yüzüne çıkan olaylar ve gelişmeler, karar alma ve uygulama mekanizmasında bulunanların müdahale etmesini gerektirir hale evrildi, maalesef.

Bu ortam geceden sabaha oluşmadı, şüphesiz.

Kaldı ki, yargıda yaşanan böylesi travmaların, çoğunlukla söylendiği şekliyle "kişisel" gibi görünse de zaman içinde sistematik hale dönüştüğünü görmek ülkenin geleceği adına fazlasıyla üzücü.

İki kez ihraç istenilen hâkim

İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı İsmail Uçar, yargıda yaşanan yolsuzluk ve usulsüzlüklerle ilgili HSK'ya özel bir yazı göndermişti, hatırlarsınız.

Şimdilerde Yargıtay üyesi olarak yargıda görevine devam eden Uçar'ın, Ekim 2023 tarihini taşıyan dört sayfalık yazısını o günlerde Gazeteci Timur Soykan  duyurmuştu kamuoyuna.

Muhataplarıyla ilgili ağır iddialar vardı yazıda. Dönemin Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı Uçar, bizzat kendi adliyesinde olanı biteni tespitleriyle beraber Ankara'ya gönderdi.

Uçar'ın, hakkında şikayette bulunduğu yargı mensupları arasında Anadolu Adliyesi'nde görev yapan Hâkim Sidar Demiroğlu var.

Adliye'de sulh ceza hakimliklerinden, erişimin engellenmesi konusunda para karşılığında kararlar verildiği ve usulsüz tahliyelerin yapıldığı bilgisinin alındığını vurguladı.

Yazısında Başsavcı Uçar, gelişmelerle birlikte komisyon üyesi Nihat Zincirli ile yaptığı değerlendirmeler sırasında, aynı zamanda Zincirli'nin 4. Sulh Ceza Hakimliği müdiresi olan eşinden gelen bilgiler doğrultusunda 4. Sulh Ceza Hâkimi olarak görev yapan Demiroğlu hakkında tespitlerde bulunduğunu açıkladı.

Demiroğlu'nun nöbetçi olmadığı günlerde dosyaları incelediği ve bazı dosyaların kendi mahkemesine gönderilmesi konusunda katiplere baskı yaptığı iddiasına yer verdi.

Hatta Uçar, eşinden gelen bilgileri Zincirli'nin önceki Anadolu Adliyesi Adalet Komisyonu Başkanı'na iletmesine karşın, Başkan'ın durumu önemsemediğini, buna karşın Demiroğlu'nun Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı yapılmak istendiği bilgisini paylaştı.

Peki, mektubun ulaşması sonrasında HSK ne yaptı?

İddialarla ilgili müfettiş soruşturması başlatıldı. Müfettişler, bilgileri ve belgeleri topladı.

Yargı kaynaklarından edindiğim bilgilere göre; HSK müfettişleri, Hâkim Sidar Demiroğlu ile ilgili bölümü tamamladı.

Hakkında hazırlanan müfettiş raporunda Demiroğlu hakkında iki ayrı dosyadan "meslekten ihraç" teklifinde bulunuldu.

Demiroğlu'na yönelik meslekten ihraç teklifinde "rüşvet" iddiasına yönelik bir tespit bulunmamakla birlikte mesleğin saygınlığı küçük düşürme gerekçesinin bulunduğu kaynaklarca ifade edildi.

Tabi, süreç Demiroğlu hakkında hazırlanan müfettiş raporuyla bitmeyecek. Müfettiş raporu, HSK'nın İkinci Dairesi'nde görüşülecek. Bu görüşme büyük olasılıkla adli tatil sonrasında gerçekleşecek.

Sonrasında; İkinci Daire'nin vereceği görüş, Adalet Bakanı'nın başkanlığındaki genel kurulda görüşülüp karara bağlanacak. Bu süreç için kısıtlayıcı takvim yok.

Takvime bir örnek vereyim; geçen hafta gündeme gelen Adana Adliyesi Hâkimesi Gül. A.'nın dosyası 2022 tarihini taşıyor. İki yıldır bekleyen dosya, "hangi dengeler" sebebiyle iki yıl bekledi? Ya da ihraç kararı geçen hafta uygulama konuldu?

Dolayısıyla, Demiroğlu'nun dosyanın hazırlanıp karara bağlanması aylar veya yıllar bile sürebilir. Siyaset ve bürokrasideki dengeye bağlı olarak!

Bu konuda yeni bilgiler edindikçe aktaracağım.

HSK kararnamesinde dikkat çekmeyen atamalar!

HSK, yaz kararnamesini geçen hafta yayımladı. Ülke genelinde adli ve idari yargıda 4 bin 500'e yakın hâkim ve savcı kararname çerçevesinde yer değiştirdi.

Kararnamenin yayımlanmasıyla beraber önemli dosyalara imza koyan savcılar ile yargılamalara bakan hâkimler haber oldu.

Buna karşın aynı kararnamede basit gibi görünse de dikkat çekici tayinler var kuşkusuz.

İsim üzerinden gitmek yerine tayinlerin adreslerini ortaya koymanın daha anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Örneğin; İstanbul Çağlayan Adliyesi'ne yönelik tayinlerde 98 hâkim ve savcı karşılıklı yer değiştirdi.

Bir başka örnek, Eski Başsavcı Uçar'ın yazısına konu olan İstanbul Anadolu Adliyesi'nde gelenler ve gidenlerle toplam 118 hâkim ve savcı yer değiştirdi.

Eleştiri iddialarının odağındaki Bakırköy Adliyesi'nde 31 hâkim ile 24 savcının yer değiştirdiği kararnamede görülüyor.

Yine İstanbul Gaziosman Paşa Adliyesi'nde toplam 22 hâkim ve savcı, Küçükçekmece Adliyesi'nde 12 hâkim ve 27 savcı olmak üzere 39 yargı mensubu, Büyükçekmece Adliyesi'nde ise 17 savcı tayine konu oldu.

Ankara'daki durum da İstanbul'a benzer. Ankara Adliyesi'ne yönelik 36 hâkim ve 48 savcı olmak üzere toplam 84 atama yapıldı. Batı Adliyesi olarak bilinen Sincan Adliyesi'nde ise toplam 20 hâkim ve savcının kararnamede olduğunu görmek mümkün.

Bu arada biraz da su kenarı olan ünlü turizm beldelerine bakalım.

HSK, gelişler ve gidişler çerçevesinde Bodrum Adliyesi'nde 45, Fethiye Adliyesi'nde 54, Marmaris Adliyesi'nde ise 17 hâkim ve savcıyı kararnameye aldı. Buna karşın Muğla Adliyesi'ne gelen ve kentten ayrılan hâkim ile savcı sayısı sadece 8 oldu!

İzmir'in Çeşme Adliyesi'nde değişen yargı mensubu 18, Aydın'ın Kuşadası Adliyesi'nde ise 18 hakim ve savcının tayin işlemi kararnamede yer aldı. Antalya'nın Alanya ilçesindeki adliyede toplam 66, Mersin Adliyesi'nde toplam 70 hâkim ve savcı kararnamede yer aldı.

Ankara Adliyesi'nde dikkat çeken durum

Bu arada tayin edilmesine kesin gözüyle bakılan Başsavcı Vekili Veysel Kaçmaz'ın kararname dışında kalması dikkati çekti.

Kaçmaz'la Başsavcı Gökhan Karaköse arasında yaşanan sıkıntıyı TİP Milletvekili Ahmet Şık, TBMM'de yaptığı konuşmada konu etti geçtiğimiz günlerde.

Başsavcı ve yardımcısı arasında yaşandığı öne sürülen sıkıntıya rağmen Kaçmaz'ın yerinde kalmayı başarması yargı kulislerinde konuşulan konular arasında.

(T24)