29 Kasım 2020 Pazar

Engels: İlk Yoldaş - Yiğit Günay / SOL-Gelenek

 

Kendisi üzerinden harekete zarar verebilecek saldırılara karşı hep önlem aldı Engels, ama harekete yararı olacağını bildiği her durumda kendi hayatını, adını, namını önemsiz görmekten kaçınmadı.

Hakkında sayısız şey söylenebilir, ki söylendi. 

Hakkında ciltlerce kitap yazılabilir, ki yazıldı. 

O yüzden, ve kaçınılmaz olarak, insanlık tarihine damga vurmuş, dolu dolu bir yaşam sürmüş her büyük kişiliğe dair birşeyler yazmak isteyen herkesin karşı karşıya kaldığı soruyla biz de muhatabız: 

Hangi yönünü anlatmalı? Neresinden tutmalı?

Yanıtımın kişisel, ve biraz da duygusal olduğunu itiraf etmeliyim. Üzerinde durmak istediğim, evet Engels’e, ama aynı zamanda, ve belki daha fazla, bize dair bir nokta: Engels, bizim ilk yoldaşımızdı.

Sadece aynı yolda yürüyüp aynı uğurda mücadele ettiğimizi belirten o sevecen fakat vakur hitap anlamında değil… Elbette o da, ama, daha fazlası. O en sıkıştığımız anda sığınabileceğimizi, en zor zamanda sırtımızı dayayabileceğimizi, en mahremimizi açıp akıl danışabileceğimizi, en büyük arzularımıza birlikte heyecanlanabileceğimizi, yüzümüze söylemekten çekinmeyeceği en tehlikeli zaaflarımızı kapatmakta birlikte kafa yorabileceğimizi, en uğursuz şartlarda dahi birlikte kavgaya girebileceğimizi bildiğimiz dost anlamında… Engels, komünist hareketimizdeki, evrensel partimizdeki ilk yoldaşımızdı.

* * * * *

Şehre girmek üzere Haspeler Köprüsü’nden geçiyorsunuz. İlk dikkatinizi çekecek olan, köprünün başına konulmuş, Nuremberg yapımı dört küçük hava topu. Köprünün öte yanındaki ev, barikata dönüştürülmüş. Barikatın yanından, omuzlarında tüfekleri, düzgün bir askeri üniformayı hiç andırmayan kıyafetleriyle birkaç işçi çıkıp yolunuzu kesiyor. “Kimsiniz”, soruyorlar.

Biraz ötede Elberfeld Vali Konağı var. Vali Konağı’nın önü ve yanındaki caddelerde de kocaman bir barikat. Barikatın üzerinde bir kızıl bayrak sallanıyor—biraz dikkatli bakınca fark ediyorsunuz ki, bayrak değil aslında, kızıl renkli bir perde, yırtılmış, bayrağa dönüştürülmüş. Etrafta başka silahlı gençler var, yine üniformasız, ama hepsinin tarafını belli eden bir ayrıntı dikkatinizi çekiyor: Bellerindeki kızıl kuşaklar ve omuzlarındaki kızıl pazu bantları, evet, yine aynı perde kumaşından koparılmışlar. Oysa kentin tüm girişleri benzer barikatlarla kapalı, fakat hiçbirinde bu alelacele uydurulmuş kızıl bayraklar, kuşaklar, pazu bantları yok.

Kimliğinizi açıklıyor, merakla soruyorsunuz: “Kumanda kimde?”. En öndeki ufak evi işaret ediyor Alman işçiler, “Kumandan orada, Engels”.

* * * * *

Mayıs 1849’da o zamanki adıyla Elberfeld, şimdiki adıyla Wuppertal olan Alman şehrine girmek isteseydiniz, karşılaşacağınız tablo bu olacaktı. 1848 Devrimleri’nin ilk dalgası geri çekilmişti. Fakat sular durulmuyordu. Elberfeld’li işçiler şehrin birahanesinde toplanmış, direniş kararı almışlardı. Hemen bir devrimci milis gücü oluşturuldu.

Düsseldorf’tan ordu geldi, isyancılara silah bıraktırmak için. Talep reddedildi, silahlı isyan resmileşti. Elberfeld’in dört bir yanında barikatlar yükselmeye başladı. Bir “Kamu Sıhhati Komitesi” oluşturuldu, direnişi yönetmek için. Komite, kentin burjuvalarının egemenliğindeydi. Milislerin çoğunluğunu oluşturan işçilerin aksine, hükümetten bekledikleri basit kimi tavizlerdi.

Tam bu sırada, bir kişinin kente gelişi çalkantı yarattı. Uzun yıllardır uğramadığı memleketine dönmüş, ama kendisi uğramasa da namı herkesçe bilinen komünist: Muteber ve dindar tekstil patronunun oğlu, Engels.

Komitenin huzuruna çıktı, yanında iki sandık fişek getirmişti. “Solingenli işçilerin Elberfeld’e hediyesi” diye takdim etti cephaneleri, Gräfrath baskınında ele geçirilmişlerdi. Komite, direnişin başında olsa da siyasi ılımlılığından taviz vermek istemiyor, bu bozguncunun varlığından mutlak tereddüt duyuyordu. “Prusya illa ki saldıracak, askeri destek sağlamak için geldim, siyasi pozisyonumu dert etmeyin, yalnızca askeri meselelerle ilgileneceğim” dedi Engels komiteye, “ayrıca, kendi doğduğum topraklarda hemşerilerimin ilk silahlı isyanının parçası olmak benim için onur meselesidir.” İkna oldu komite, gönülsüz de olsa.

Görevi barikatları denetlemek, top yerleşimlerini gözden geçirmek ve tahkimatı tamamlamaktı. Engels hızla işe koyuldu, kente girişleri tahkim etti, bu arada kentin radikal işçilerini bir araya getirmeye başladı. Kendisi Haspeler Köprüsü’ndeki barikata yerleşti. Kızıl bayraklar asıldı hemen. Engels’in barikatı, üç renkli Alman bayrağının dalgalandığı, kentin burjuvalarının barikatlarından biri değildi: Cumhuriyet’in kızıl bayrağı dalgalanıyordu burada. Komite, Engels’i kabul etme kararından derhal pişman oldu. O gece toplandılar, ertesi sabah Engels’e kentten ayrılması için ültimatom verdiler. İşçilerin öfkesini çekmemek için, kararın gerekçesi pek politik bir dille yazılmıştı: “Kendisinin varlığı, hareketin karakterine dair yanlış anlamalara yol açabilir.”

Henüz 1849 yılında, 29 yaşındaki bu genç Alman devrimcisi, yalnızca varlığıyla bir kentin tüm burjuvalarının işçi devrimi kabusları görmesine yol açacak kadar tehlikeli görülen bir komünistti.

Engels kentten ayrıldı. Bir hafta sonra Prusya ordusu kente saldırmaya geldiğinde, bırakın kızıl bayrakları, barikatlar bile kaldırılmıştı. Tek bir gencin yaydığı işçi iktidarı korkusu, burjuvazinin kendi isyanını sonlandırmasına yol açacak kadar büyüktü.

* * * * *

Friedrich Engels, nam-ı diğer, General. İnsanlık tarihinin son 150 yılının en etkili düşünce akımının, en temel mücadelesinin, iki fikir babasından biri…

Sonradan, “İnsanlar”, dediler, “kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama keyiflerine göre değil, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar”. Kendi ileri sürdükleri bu tezin sınırlarını en fazla zorlayanlardan biri, şüphesiz Engels’ti.

İçine doğduğu koşullar mı? Püriten dindarlığın damga vurduğu, sofuluğun, kişisel iffete bağlılığın, kaderciliğin insanların amentüsü olduğu Barmen’de geldi dünyaya. Kentte hayatın özü, protestan ahlakında gizliydi: En ufak aşırılık günahtı, yapılması gereken varsa yoksa çalışmak ve kendini tanrıya adamaktı. Öyle ki, kente tiyatro kurulacak olmuş, kent yönetimi, “Sahnenin baştan çıkarıcılığı Wupper Vadisi’nin üretkenliğini yaralar” diye izin vermemişti. Dahası, ailesi, bu kentin yalnızca en dindar ailelerinden biri değildi, aynı zamanda en zengin, fabrika sahibi ailelerinden biriydi.

Marksizm, en kapsamlı modernizm eleştirisi, üstelik kapitalizmi alaşağı etmenin yoluna da işaret eden sistematik bir siyaset teorisi olarak kendini kanıtladıktan sonra, burjuvazinin sosyoloji alanında karşısına model olarak çıkardığı—ve doğrusu çaresizliğini açık edecek kadar teorik yönden zayıf—Max Weber’in “protestan ahlakı” tezinin işaret ettiği, kapitalizmin gelişiminde kültürel kodların öneminin altını çizen o püriten, protestan, müsriflikten uzak, çalışkan topluluğu hatırlar mısınız? Engels tam olarak onun içine doğmuştu işte. “Örnek bir kapitalist” olması için tüm koşullar uygundu.

Fakat o, “tarihte bireyin rolü”nü kanıtlarcasına, “kendi tarihini kendi yaptı”. Lise çağında sorgulaya sorgulaya dinsel düşünceden koptu. Tüm evreni içip sarhoş olmak istercesine meraklı, enerjik, kılıç ustası ve düello düşkünü bu muzip genç, babasının arkadaşlarının ticaret şirketlerinde masa başı işler yapmaktan sıkılınca, Berlin’e askeri okula gitti. Sonuç? Gerçek savaşın ordularla yürütülmediğini daha o zamandan hissediyordu: “Berlin’de istediğin kişiyi çevir” diye yazıyordu 1841’de, “Alman kamuoyu üzerinde hakimiyet savaşı bugün hangi cephede yürüyor diye sor. Eğer aklın dünya üzerindeki gücüne dair en ufak fikri varsa, savaş meydanının Üniversite, özellikle de Schelling’in felsefe dersleri verdiği 6 No’lu Amfi olduğu yanıtını verecektir.” Askeri okuldan kaçıp kaçıp, 6 no’lu amfiye atıyordu kendisini Engels.

Engels’in dışarıdan bir öğrenci olarak en öne oturup harıl harıl not aldığı sınıf, takip eden yarım asır boyunca Avrupa tarihine damgasını vuracak başka isimlere de ev sahipliği yapıyordu. Schelling, Alman muktedirlerinin gözünden düşmüş olan Hegel’in felsefesini itibarsızlaştırmak için elinden geleni yaptığı sırada sınıfta, sanat tarihi alanının en önemli teorisyenlerinden biri haline gelecek olan Jacob Burckhardt, geleceğin anarşisti (ve ilk Enternasyonal örgütünde Marx ve Engels’in rakibi) Mihail Bakunin ve Schelling’in anlattıklarının “dayanılmaz saçmalıklar” olduğunu düşünen, hocanın en büyük akademik suçunun ders saati bitmesine rağmen dersi bitirmemesi olduğunu belirten filozof Søren Kierkegaard da vardı.

Sonra? Sonra ders çıkışında Berlin barlarında, yeni edindiği “genç Hegelci” arkadaş grubuyla sabahlara kadar tartışma, sürekli okuma ve felsefeyi tanıma. Sonra ilk kez bir komünisti, kendisinin “partinin ilk komünisti” diye nitelediği Moses Hess’i tanıma. Sonra, bir de, yine o Berlin barlarında ömürlük yoldaşını, Karl’ı tanıma.

Sonra? Yine babasının ortağının fabrikasında çalışmak üzere İngiltere’ye, Manchester’a doğru yola koyulma, düşünsel boyutu üzerine yeterince kafa yorduğu hayatın asıl gerçekliğini tanıma.

* * * * *

Friedrich Engels, nam-ı diğer, General. İnsanlık tarihinin son 150 yılının en etkili düşünce akımının, en temel mücadelesinin iki fikir babasından biri… Şimdiye kadar yazılan hemen her portresi, portreyi kaleme alanın ideolojik niyetleri sebebiyle kişiliğinin belli bir yönüne çubuğun fazla büküldüğü, hak ettiğine kıyasla gördüğü takdir arasında sık sık uçurum ortaya çıkan, marksizmin babası.

Aslına bakılırsa, onu değerlendirenlerin ideolojik niyetlerini bir yana bırakalım,karakterinin her bakımdan hakkını veren, bütünlüklü bir portresini yazmak neredeyse imkansız, Engels’in. Zira hayatı ve karakteri o denli çok yönlü ki, kısa bir yazıda onun büyüklüğünü ve bir insan olarak değerini tümüyle ortaya koymak imkansız.

Fakat Engels’in karakterinin bu kadar çarpıtılmasının asıl nedeni, marksizme yönelik kimi iyi niyetli fakat yanlış, kimiyse düpedüz art niyetli yaklaşımlar oldu hep. Özellikle Soğuk Savaş yıllarında Avrupa’da batı marksizminin etkisi giderek artarken iş o kadar tatsız bir hal almıştı ki, ortodoks marksist olmayan birçok düşünür bile isyan ediyordu. Marksizmi—sanki değilmiş gibi—aklınca daha “insani” sunmak isteyenler Marx’ı bir büyük ahlak abidesi olarak göklere çıkarırken, anlatıya uymayan tüm unsurların suçunu “mekanik, aşırı bilimsel” Engels’e atıyorlardı. Ekonominin son tahlilde belirleyici rolünden kurtulup sınıf kimliğini önemsizleştirmek, “yeni toplumsal hareketler”e daha meyyal bir siyasi çizgi izlemek mi istiyorsunuz? O halde Marx’tan işinize gelecek pasajları alırken, “determinist” Engels’i yerin dibine sokmak icap eder. Ve tam da bunu yaptılar. 1970’lerin ortasında E. P. Thompson, “yaşlı Engels’i şamar oğlanına çevirip marksizme dil uzatmak için seçilen her türlü günahı ona atfetmek” eğilimine dikkat çekiyor, “Her seferinde Marx ve Lenin’i masum bulup Engels’i tek başına ayrıştıran bu itirazları kabullenemiyorum” diyordu. Richard N. Hunt, “Son zamanlarda kimi çevrelerde Engels’e klasik marksizmin çöp kutusu muamelesi yapmak moda oldu” diyerek, tüm bu çarpıtmalardan ne kadar öfkelendiğini belirtiyordu.

Belki de Engels’in karakterine en fazla ışık tutan noktayı, tam da burada vurgulayabiliriz: Engels yaşıyor ve tüm bu saçmalıkları okuyor olsaydı, kişisel olan kısmı umrunda olmazdı. Çünkü bu kadar renkli, çok yönlü, dolu dolu bir karakteri anlatırken tüm bu birbirinden farklı boyutlarını birbirine bağlayan, Engels’in “özünü” yansıtan nedir derseniz, bana kalırsa budur: En başa mücadeleyi yazmak, kendini tahayyül edilebilecek en kötü bakımlardan bile feda etmek konusunda asla gözünü kırpmamak.

Geçen asırdan bugünlere miras kalan, marksizmi çarpıtma girişimlerinde en fazla görülen eğilimlerden biri, Marx ve Engels’i birer mücadele insanı, siyasal birer figür olarak değil, yalnızca birer filozof, düşünür olarak resmetmek oldu. Buna hep yanıt verildi, çünkü yanıt belliydi: Marx ve Engels, siyasal insanlardı. David Fernbach’ın Türkçe’ye de çevrilen “Siyasal Marx” kitabının temel meselesi buydu örneğin.

Ancak, ilginç biçimde, iş tek başına Engels’i ele almak olduğunda, Engels’in “bağlılığı”, “fedakarlığı”, sık sık “Marx’la olan dostluğuna” atfedildi. Bu iki büyük ismin, tarihte eşi zor görülen bir dostluğa sahip oldukları doğru, fakat ikilinin siyasal mücadele tarihleri pek az okunduğundan, Marx ve Engels’in düpedüz birer mücadele lideri, parti önderi oldukları es geçiliyor.

Engels’in büyük bağlılığı harekete, partiyeydi.

* * * * *

İlk kez yakınlaştıkları 1844 Fransası’nda parti, ikisiydi. O dönemin önde gelen mücadele lideri Proudhon’la kurdukları ilişkide, iki kişilik bir parti gibi davranıyorlardı. Örgütlenmeye başladılar. Ardından Brüksel’e geçip, kendilerinden yaşça büyük, (“partinin ilk komünisti”) Moses Hess gibi isimlerle birlikte çalışmaya başladıklarında, hem fikri ayrım noktalarında gösterdikleri refleksler hem de bunlara taraftar kazanma çabaları, bir parti tavrıydı. İngiltere’de Komünist Birlik örgütü içinde bir hizip olduklarında genel kurulda çoğunluğu kazanmalarında, Komünist Manifesto’yu yazma yetkisini üzerlerine almalarında yine parti tavrı devreye giriyordu.

Komünist hareketimizin yalnızca teorik tarihi değil, parti tarihi de Marx ve Engels’le başlar. Genellikle yaşamlarının bu boyutuna bakmaya pek sıra gelmediğinden bugün kimilerine şaşırtıcı görülebilir, ancak “Marx ve Engels partisi”nin daha en baştan itibaren karşılaştığı sorunlar da, hareketimizin tarihi boyunca yakasını bırakmayacak, “tanıdık” sorunlardır. 1845-1848 aralığında ikili, diğer devrimcilerin aksine, tarihin mantığı ve sınıf mücadelesi temelinde geliştirdikleri teorik çerçeve sebebiyle “Almanya’da önce burjuva devrimi yaşanmalı, ardından koşullar proletaryanın iktidarı alması için olgunlaşacaktır” diyorlar ve kıyasıya “pasiflikle”, “teorik kalmakla”, “mücadele kaçkınlığıyla” suçlanıyorlardı. Anarşist lider Bakunin, bir arkadaşına Marx ve Engels’i tarif ederken, “Gösteriş, fesat, ağız dalaşı, teoride tahammülsüzlük pratikte korkalık… Ağızlarına dolamışlar burjuva lafını, oysa kendileri tepeden tırnağa burjuva” diyordu. (En azından, “cumhuriyetçi olmak”la suçlanmıyorlardı. O tarihte geçin Marx ve Engels’i, herhangi bir devrimciye gidip “hem devrimci hem cumhuriyetçi olunmaz” deseniz, yüzünüze bön bön bakardı. Cumhuriyetçilik, devrimciliğin ayrılmaz parçasıydı.)

Marx ve Engels bir yandan teorik temelleri güçlendirirken, diğer yandan partiyi büyütmeye devam etti. 1880’lere gelindiğinde parti, Enternasyonal’di. Onlarca ülkede bağlı hareketleri olan, nefesini giderek tüm Avrupa burjuvazisinin ensesinde daha fazla hissettiren, milyonları etkileyen bir uluslararası hareket. Marx’ın ölümünün ardından Engels’in partinin lideri olarak rolü, artık çok sayıda parlak kadrosu olan ve somut siyasal mücadelenin çok daha fazla içinde yer alan hareketin akıl hocalığını yapmaktı.

Nesnel olarak bakıldığında, komünist parti, Engels’in önderliğinde tüm kıtayı etkisi alan, onlarca ülkede on binlerce üyesi bulunan bir harekete dönüştü. Buradan Marx’la Engels arasında bir kıyaslamaya gidilmesine mahal vermemek gerek. Marx yaşamını daha erken kaybetti, somut durum Engels’in pozisyonuna yol açtı. Amaç, ilk büyük kitleselleşme atılımında Engels’in etkisine işaret etmekten çok, kitleselleşmenin Engels’e etkisine işaret etmek, ki bunlar, ustaların “diyalektik biçimde” diyeceği şekilde birbirini besledi: 1870’li yıllardan itibaren Engels’in yazdığı yazı ve kitaplarda kullandığı dil, net olarak daha didaktiktir ve sebebi yine mücadelenin somut ihtiyacıdır.

O yıllara işaret edip, Engels’i biraz tatsız, kuru, fazla bilimci, determinist resmetme girişimlerinde bulunuldu epey… Sanıyorum, karakterine en zıt itham budur. Engels gençliğinden itibaren muzip, hayat dolu, enerjik, dost meclislerinde herkesin yüzünü güldüren, Marx’ın aksine çok nadir psikolojik olarak bitap düşen bir eylem adamıdır. Gençken sahiplendiği—ve pek sevdiği kelime oyunlarından birini yaparak “Namenloser”, yani “İsimsiz” adını verdiği—spanyel cinsi köpeğine öğrettiği tek numara, “İsimsiz, bak bir aristokrat!” diye birini işaret ettiğinde köpeğin kendinden geçercesine havlamaya başlaması olan bir insanı kuru göstermek, ya cehaletin ya art niyetin ürünü olabilir.

Suçlamaların üslup kısmını sonra ele almak üzere, içerik kısmına bakalım. Engels’in o yıllarda ürettiği eserler, tüm külliyat içerisinde komünist hareketin kitleselleşmesine en fazla katkıda bulunan eserlerin büyük kısmını oluşturur. Alman işçi sınıfının önderi haline gelecek olan Kautsky, “[Engels’in yazdığı] Anti-Dühring’in üzerimdeki etkisini değerlendirecek olursam, başka hiçbir kitap benim marksizmi kavrayışıma bu kadar katkıda bulunmamıştır” diyecekti, “Marx’ın Kapital’i şüphesiz daha güçlü bir eserdir. Ama bizim Kapital’i düzgünce okuyup anlayabilmemiz, Anti-Dühring sayesinde olmuştur.”

Döneminin temel bilimler alanındaki gelişmelerini marksist açıdan yorumladığı, hem bilimi hem marksizmi popülerleştirmeye çalıştığı çalışmaları kaleme alırken Engels, bilimsel ilerlemenin, o an söylenenleri geride bırakacağını, ortaya konulacak yeni verilerin şimdi dile getirilenleri eksik, hatta belki hatalı kılacağını bilmiyor muydu? Bildiği, kendi satırlarından da anlaşılıyor. Ancak Engels’in öne koyduğu, “imzası”nın pürüpaklığı, yazdığı her satırın sağlamlığı değil, işçi sınıfının tarihsel mücadelesinin, partinin öncelikleriydi. “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”ndeki kimi antropolojik gözlemler sonradan yanlışlanmış mı? İyi de, mesele hiçbir zaman bu olmadı ki! O kitabın tüm dünyada kadın hakları mücadelesi başta olmak üzere ezilenlerin kavgasına katkısıydı önemli olan. Engels’in tavrı, tarihsel olarak doğrulandı, çünkü parti, tüm kararlarından büyük fayda sağladı.

* * * * *

Gelelim suçlamaların ikinci kısmına, “kuru üslup” boyutuna. Marx’ın yazı dilinin derin bir edebi kabiliyet ve keskin bir zeka içerdiği malumdur, fakat bazen, Engels bu açıdan da Marx’ın çok gerisindeymiş gibi resmedilir. “Oswald” bile, aksinin kanıtıdır.

Engels henüz 19 yaşında bir gençken, Telegraph für Deutschland gazetesine muhabirlik yapar. Gazete, sansür koşullarından dolayı doğrudan siyasi makaleler yayımlamaktan ziyade, ilerici siyasi fikirleri din kültürü, mitoloji, seyahat yazıları, şiir gibi formlara yediren bir yayın çizgisine sahiptir. Engels o sırada henüz sosyalizm fikrine ulaşmak bir yana, Hegel’le bile tanışmamıştır, dinden dahi kopmuş değildir, ancak keskin zekası, toplumsal sorunlara yaklaşımında kendini hissettirir.

1830’larda Engels’in memleketi, tekstil üretimine dayalı bir ekonomiye sahip olan Ren Bölgesi, giderek sanayileştiği için üretkenliğini artıran İngiltere’yle rekabeti sürdüremediğinden perişan haldedir. Tüm gazetelerin esas konusu, yeni yeni kullanılan kelimeyle “proletarya”nın sefalet koşulları ve bu durumdan nasıl çıkılacağıdır.

Bu ortamda, 1839’da Telegraph gazetesinde yeni bir köşe belirir: Wuppertal’den Mektuplar—evet, on yıl sonra Engels’in sokaklarına barikatlar kurduğu şehir, Wuppertal. Friedrich Oswald imzalı makaleler, tüm bölge basınında en çok konuşulan konulardan biri halini alır, çünkü Engels, herkesten farklı bir gazetecilik yapmıştır: halkın arasına karışmıştır.

Diğer tüm makaleler, kimi istatistikleri verdikten sonra, mevcut krize ve bunun yarattığı sefalete dair teorik iddialar ortaya atmak ve hükümete politika önerilerinde bulunmaktan ibarettir. Engels’in makaleleriyse, “kapkara dumanlar salan fabrika binaları ve her yanını ot bürümüş soluk avlular”la dolu bir kentte, “nefes aldıklarında oksijenden çok kömür tozu çeken, alçak tavanlı odalarda” bitkin hale gelene dek çalışan işçilerin canlı ve etkileyici portreleriyle doludur. Engels, kentin düşkünlerinin arasına karışır. Henüz o kelimeyi kullanmasa dahi, “lümpen proletarya”ya dair çizdiği tablo, onların hayatını bizzat deneyimlediğini ortaya koyar: “Ahlakı tamamen bir kenara bırakmış, ne sabit bir meskeni ne de kalıcı bir işi olan, şafak söktüğünde, eğer geceyi bir gübre yığınının üzerine veya bir merdivenin köşesine yığılarak geçirmediyse samanlıklardan, ahırlardan dışarı sürünen” bu insan topluluğunu anlatımı çok çarpıcıdır. Bugünden geriye dönüp baktığımızda, Anglo-Sakson geleneğinde Hunter S. Thompson’la özdeşleşen “gonzo gazetecilik” akımını anımsatan, hayatın en karanlık noktalarını tüm çıplaklığı ve şiddetiyle açığa çıkaran cesur bir yaklaşım ve etkileyici bir edebi yetkinlik damga vurur, “Oswald”ın makalelerine.

* * * * *

Kaldı ki, sonradan Engels’in diline bu yakıştırma yapılsa da, aksini gösteren daha güçlü bir kanıt var elimizde: O dönemde temel işleri Marx’ın makalelerinin diliyle uğraşmak olan editörler dahi bu iki büyük zekanın üslupları arasında belirgin bir fark görmezler. Niye mi? Çünkü Marx imzalı makalelerin bir kısmını Engels yazıyordu…

1848 Devrimleri geri çekilip, kıta Avrupası’nın hemen tüm ülkelerinde “istenmeyen adam” ilan edilen iki devrimci İngiltere’ye geçtiklerinde, partinin teorik temeline dair kafalarında net bir fikir vardı, partinin örgütsel ayağı da pratik mücadele sırasında daha somut hale gelmişti. Ancak temel dertlerden biri, geçim sıkıntısıydı.

Marx, 1851 yılı başlarında ABD’de yayımlanan ilerici New York Daily Tribune gazetesine İngiltere ve kıta Avrupası politikası alanında muhabirlik yapmaya başladı. Makale başı aldığı 2 pound, o dönem için gayet iyi ücretti. Fakat Engels, ısrarla, mücadelenin en acil ihtiyacının, Marx’ın yeni bir teorik kitapla, ortak yaklaşımlarını daha fazla derinleştirmesi olduğunu söylüyordu. Marx’ı Kapital’i yazmaya başlamaya ikna etti Engels. Bu çok yoğun bir çalışma demekti. Engels’in kendisiyse, mücadeleyi finanse etmek için kendi vaktinin çok büyük kısmını feda ederek, Manchester’da babasının ortak olduğu tekstil fabrikasında çalışmaya gitti.

Bu dönem ikilinin arasındaki ilişkinin “parlak olanı finanse eden fedakâr destekçi” olduğu sanılmamalı. Marx’ın Amerikan gazetesine yolladığı makalelerin tümü Engels’in elinden geçiyordu, zira Marx’ın İngilizcesi pek iyi değildi. Marx Almanca yazıyor, çoğu zaman da taslak halinde yazıyor, Engels bunları İngilizce baştan yazıyordu.

Kimi zamanlardaysa makalelerin tamamını Engels kaleme alıyordu. “Cuma sabahına kadar bana Almanya’daki durum üzerine bir makale yollayabilirsen” diyordu örneğin Marx bir mektubunda. Engels’in yanıtı kısa ve netti: “Nasıl bir şey istediğini yaz—tek yazılık bir makale mi olsun yoksa bir seri mi?” Marx, ABD’li arkadaşı Adolf Cluss’a, “Engels’in çok fazla işi var” diyor, ardından ekliyordu: “... ama [Engels] gerçek bir ayaklı ansiklopedi, ister gündüz ister gece olsun, ister sarhoş ister ayık olsun, çok hızlı yazıyor ve şeytani bir kavrayış hızı var.”

Marx’ın, dostunun ardından yaptığı bu övgülerin “basit birer vefa borcu” olduğu sanılmasın. Makalelerin bazıları o kadar parlaktı ki, Marx’ın eşi Jenny, Engels’e yolladığı bir mektupta, “Kocamın senin makalen sayesinde batı, doğu ve güney Amerika’da ortalığı ayağa kaldırmış olmasına ne diyorsun” diye takılıyordu. Söz konusu makalede, 1848 devrimlerinin Almanya’daki tarihi ele alınıyordu. Engels, devrimde savaşmıştı.

* * * * *

Marx ve Engels’i bir partinin önderleri değil, “iki parlak düşünür/siyasetçi” olarak görmek, gerçekten zor. Engels o dönemde gece 10’lara kadar fabrika işleriyle uğraşıyor, kalan vaktinde Marx’ın yetişemediği gazete makalelerini yazmak dahil birçok işle uğraşıyor, ve tüm bu koşuşturmacaya rağmen örgütleniyordu. “Hareketin çok ihtiyaç duyduğu büyük eser”, Kapital bile, belli açılardan parti kolektifinin izini taşıyordu. Örneğin, Kapital’in musahhihi, yani Marx’ın metinlerini düzeltme işini üstlenen kişi, Engels’in bu dönemde Manchester’da örgütlediği Carl Schorlemmer’di.

* * * * *

Hem Marx’ın hem de Engels’in tüm hayatları mücadeleye adanmıştı. Marx’ın on yıllar boyu açlık sınırında bir yoksulluk yaşadığı bilinir, fakat zorluk yalnızca maddi değildi. Engels, para bulmak için Manchester’da babasının fabrikasında çalışmayı kabul ettiğinde kendisi de çok parlak bir teorisyen olmasına rağmen yalnızca çok değerli saatlerini feda etmiyordu, kişiliğinden de taviz vermek zorunda kalıyordu. Gençliğinden beri hor gördüğü ailesinin karşısında girmek zorunda kaldığı yeni pozisyon zaten yeterince canını yakıyordu, ama, Engels aynı zamanda nefret ettiği bir “işadamı kimliği” yaratmak zorunda kaldı.

Partiye para lazımdı, ve bu görevi üstlenirken Engels’in kafasında, bu kararın ne anlama geleceğine dair en ufak bir yanılsama yoktu. Marx’a yazdığı satırlarda “Bekle ve gör” diyor, ekliyordu: “O hödüklerin hepsi ‘Bu Engels neyin peşinde, nasıl bizim adımıza konuşup bize ne yapacağımızı söyleyebilir, adam Manchester’da işçileri sömürüyor bilmem ne’ diyecekler. Ha, emin ol, şu an bu umrumda bile değil, ama olacak.”

Oldu. On yıllar boyunca Engels’in “işadamlığı”, düşmanlarının ve rakiplerinin elinde bir karalama kampanyası konusu haline geldi. Kautsky’nin “Çok şey öğrendik” dediği Anti-Dühring kitabı çok bilinir ama, kitabın polemik yaptığı Dühring pek bilinmez. Dühring—başka tezlerin yanı sıra—partiye nasıl saldırıyordu? Marx’ı “işte eğlenceli bir bilimci tipi” diye aşağılayıp geçiyor, asıl kozunu Engels üzerinden oynuyordu: “Sermayede zengin ama sermayeyi kavrayışta yoksul. Bir zamanlar Kudüs’te ortaya atılan o kadim söyleyişte olduğu gibi, hendeği atlayamayacak bir deveyle kıyaslanacak tiplerden biri.”

Engels, uzun yıllar boyunca açıkça çift kimlikli bir hayat sürdü. Bir yanda saygıdeğer bir işadamı vardı—akşam yemekleri, resepsiyonlar, iş görüşmeleri, dans partileri, burjuva kulüplerine üyelikler… Diğer yandaysa, yalnızca devrimci mücadele yoktu, Engels’in “gerçek kişisel hayatı” da vardı. Ve, denebilir ki, yoldaşımız en büyük fedakarlığını asıl bu alanda yaptı.

* * * * *

Engels’in kişisel hayatının belkemikleri, Marx ailesi bir kenara konulursa, iki kız kardeşti: Mary ve Lizzie Burns. Engels 1842’de 22 yaşındayken ilk kez Manchester’a gelmiş, İrlandalı bir işçi olan Mary’yle tanışmışlardı. Tıpkı Wuppertal’de sefalet içindeki işçilerin içinde yaşayan “Oswald” gibi, Engels burada da tüm boş vaktini Mary’yle birlikte işçi sınıfının takıldığı ucuz publarda geçirmişti. Bir kez daha, mesele yalnızca “ilginç bir deneyim”den ibaret değildi. O güne kadar düşünceleri büyük oranda felsefe ve sanat alanlarında şekillenmiş olan, henüz pek samimi olmadığı Marx’a ekonominin önemini en fazla öğreten yapıtlardan biri olan, ayrıntıcılığı, betimlemeleri, edebi üslubuyla dönemin işçi sınıfını en iyi anlatan kitabı, “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu”nu Engels bu dönemde yazdı.

1850’lerde Engels bu defa uzun süreli olarak Manchester’daki fabrikada çalışmaya başladığında, Mary ve kız kardeşi Lizzy’yle birlikte yaşamaya karar verdiler. Ancak hareketin iki önderinden biri olan Engels’in fabrika yöneticisi olarak açıkça patron sınıfına çalışması zaten düşmanlarının dilindeydi, ama daha kötüsü, o dönemin muhafazakar ortamında en tutulan siyasi saldırı, özel hayatla ilgili skandallardı.

Engels, çift kişilikli hayatının gerçek kısmını epey iyi saklamayı başardı. Dönemin ikamet kayıtları, Chorlton-on-Medlock mahallesindeki mütevazı bir evde “Frederick Mann Burns” isimli bir kişinin kaldığını gösteriyor—tam da Engels’e uygun bir kelime oyunu.

Mary ve Engels, tanıştıkları 1843’ten Mary’nin öldüğü 1863’e kadar, 20 yıl boyunca sevgililerdi. Hiç evlenmediler, ikisi de evlilik kurumuna karşılardı. Ancak çiftin ilişkilerini uzun süre gizleme tercihi, mücadelenin çıkarlarını kendi çıkarlarının önüne koymayı tercihti. Aşk, aile, cinsellik gibi konulardaki muhafazakar görüşleri kişisel hayatlarında umursamıyorlardı, ama bunun toplumsal boyutu, özellikle de partiyi koruma refleksi hep varlığını sürdürdü. Ne zaman ki Engels’in kişisel hayatına dair saldırılar harekete zarar veremeyecek hale geldi, “çift kişilikli yaşam” da adım adım sona erdi. Mary’nin ölümünün ardından Engels, zaten uzunca zamandır hep birlikte yaşadıkları, Mary’nin kız kardeşiyle Lizzie’yle çift oldu. Lizzie, okuma yazma dahi bilmiyordu, ama İrlanda bağımsızlık mücadelesinin en aktif militanlarından biriydi, kendisi bir işçi olarak o doğal sınıf bilincine doğallık ve yalınlıkla sahipti.

İlk yoldaşımız, bir komünist kadronun insani yanını göstermek açısından da örnek oldu. Katolik Lizzie ölüm döşeğindeyken Engels kişisel inançlarını bir kenara bıraktı, hayat arkadaşının mutluluğu için bir papaz çağırıp Lizzie’yle nikahlandı. Birliktelerken insanların ne diyeceğini umursamıyordu, ayrılırlarken de umursamadı.

* * * * *

Düşmanların dillerine dolayacakları asıl “özel hayatla ilgili skandalsa”, Engels’ten değil, Marx’tan kaynaklandı.

Karl ve Jenny Marx ailesinin daimi parçalarından biri, bakıcıları Helene “Lenchen” Demuth’tu, veya sevdikleri hitapla, Nim. 1851’de Jenny uzun süreli evden uzakta olduğu dönemde Marx ve Nim birlikte oldular ve 23 Haziran 1851’de Nim, bir oğlan çocuğu dünyaya getirdi. Mary’yle birlikte olmasına rağmen “resmi olarak” bekar olan Engels, dışarıya karşı çocuğu sahiplendi, kendi adını, Frederick’i verdi. Freddy’nin doğum belgesine baba hanesi boştu, fakat gayriresmi olarak çocuk Engels’ten bilindi.

Freddy, bir üvey aileye verilmişti. Dolayısıyla Engels yalnızca 1851 yazında değil, o andan ölümüne dek üzerine yapışacak yaftaları göğüsledi. Engels’e hayatı boyunca çok yakından bağlı olan, Marx’ın kızlarından Eleanor “Tussy” Marx bile zaman zaman “oğluna sahip çıkmadığı” için Engels’i eleştirmekten geri durmuyordu. Engels kendisi ölüm döşeğindeyken Freddy’nin gerçek babasının Marx olduğunu açıkladıktan sonra, Tussy hemen Freddy’yle iletişime geçip ömrünün sonuna kadar yakın bir dostu oldu.

* * * * *

Kendisi üzerinden harekete zarar verebilecek saldırılara karşı hep önlem aldı Engels, ama harekete yararı olacağını bildiği her durumda kendi hayatını, adını, namını önemsiz görmekten kaçınmadı.

İlk yoldaşımız hâlâ buralarda olsa, kendisiyle ilgili yazılanlara karşı marksizmi savunur, kendiniyse savunmaz, umursamazdı.

Zaten gerek de yok. Engels’in hayatı, yakından bakan herkesin gıpta edeceği bir devrimcinin hayatı.

Yakından bakmayanların suçlamaları mı? Onlara yanıt verecek kadar çokuz, Engels’in gözü arkada kalmaz.


Yiğit Günay / SOL-Gelenek


Bu yazı, Engels’in ölüm yıldönümünde, 5 Ağustos 2020’de soL Haber Portalı’nda yayımlanan “Bir büyük kavga insanı: Friedrich Engels” başlıklı yazının genişletilmiş versiyonudur.

28 Kasım 2020 Cumartesi

Baydemir’e teşekkür - Aydemir Güler / SOL

 'Büyük siyasetin' birbiriyle kanlı bıçaklı olmaya devam eden tanıklarının bile sırdaşlık hukukuyla kendilerini bağlı saydıkları bir ortamda yaşıyoruz ve dolayısıyla Baydemir’e teşekkür borçluyuz.

Geçenlerde Osman Baydemir yakın tarihimizin kırılma momentlerinden bir kısmını içeren 2015 yılı hakkında çarpıcı bilgiler açıkladı. 

“Büyük siyasetin” birbiriyle kanlı bıçaklı olmaya devam eden tanıklarının bile sırdaşlık hukukuyla kendilerini bağlı saydıkları bir ortamda yaşıyoruz ve dolayısıyla Baydemir’e teşekkür borçluyuz. 

Yirmi yılı aşkın süre öncesinden kişisel olarak da tanıştığıma göre ek olarak Osman’a iyi dileklerimin yanında kişisel teşekkürümü de iletmek isterim… Keşke daha önce anlatsaydı diyeceğim, ama ketumluk ilkesinin gizli Anayasa maddesi yapılmış olması mümkündür.

Bazı açılardan bayağı uyuşuk bir ülke görünümü veren Türkiye, bir yandan da enformasyon fırtınalarına sahne olduğu için her şey hatırlanamayabilir. Baksanıza son üç günün resmi pandemi vakalarına göre dünya rekoru kırmışız da haberimiz yokmuş! Yani Osman’ın verdiği bilgi de, üstünden topu topu iki hafta geçmesine rağmen unutulmaya yatırılmış olabilir. 

Şu link hatırlamaya yardımcı olacaktır: https://sol.org.tr/haber/sol-bakista-bugun-7-hazirandan-bu-yana-baris-s…

Tıklamaya üşenenler için ben özetleyeyim: Baydemir 2015 Haziran seçimlerinden sonra yaşanan krizde Erdoğan’a üçlü öneri götürdüklerini söylüyor. Büyük koalisyon (AKP-CHP) kurulsun, HDP dışardan destekler. AKP azınlık hükümeti kursun, HDP dışardan destekler. AKP-HDP koalisyon kursun… Yeter ki çatışmasızlık hali güvenceye alınsın! Hani geçen hafta “lanetli yıllar” diye tartıştığım 90’lar var ya (https://sol.org.tr/yazar/lanetli-yillar-19779) ; yeter ki 90’lara dönülmesin…

Hatıralar birbirini çağırıyor. Mecbur, devam edeceğiz: 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP Meclis çoğunluğunu kaybetmişti. Seçimin gerçek galibi HDP olmuştu... 5 Haziran’da Diyarbakır mitingine IŞİD’e bağlanan bombalı saldırı sonucu 5 kişinin öldüğü, 400’den fazla insanın yaralandığı HDP’den söz ediyoruz. Aynı zamanda seçim kampanyasında büyük medyanın olanaklarının o güne kadar görülmemiş biçimde önüne serildiği HDP’den de söz ediyoruz. 

Hatırlayalım. Seçimden hükümet çıkmadı. Yalanlanmadığına göre “öğrenmiş bulunuyoruz ki” diyebilirim; HDP bu dönem AKP’ye akla gelebilecek her tür yapıcı öneriyi götürmüş. Aracı da Celal Doğan’mış. Yalanlamamak yetmez gerçi, ama susmak bir hak ve tercihtir. Üstelik belli ki ketumluk düzen siyasetinin ilkesi! 

Seçimin yenileneceği 1 Kasım’a kadar ülke kana bulandı. Sonrasında ise benim geçen hafta hazzetmediğimi gerekçeleriyle anlattığım tabirle “90’lara geri” dönüldü. 90’lar 2000’lerin ilk on yılını aklamak için lanetliyor, itirazım buna… 

“Ak yılların” sonuna yaklaşıldığında Oslo’da görüşmeler başlamış... Hani Fethullahçıların ve muhtemelen başkalarının sabotajına uğrayarak akamete uğrayan MİT-PKK barış süreci… 2012’de ifşa edilince hemen vazgeçilmeyen, yerini AKP-HDP sürecine bırakan görüşmeler yani…HDP de rastlantı olmasa gerek, Ekim 2012’de kurulmuştu. 

“Süreç” 2015’te, bugün yaşı yetmeyecek olan çok genç okurların ve çoktan unutmuş olanların ağzını açık bırakacak bir zirveye tırmandı: 21 Mart Newroz Bayramında Diyarbakır’da kürsüde Pervin Buldan Kürtçesinden Sırrı Süreyya Önder Türkçesinden, Öcalan’ın yolladığı mesajı okudular. Türkiye düzen siyaseti, yeni bir kavramla, “Eşme ruhu” ile tanıştı. Unutkanlık deyip duruyorum ya, alt tarafı dört buçuk yıl geçmiş; kim hatırlar şimdi Eşme’yi!

Bir de bu vesileyle 2013’te yazdığım bir yazıyı hatırladım. “Haziran ve Çözüm Süreci: ‘Hiç Haberim Yokmuş’ Gibi Sürebilir Mi?” O sıralar hiç olmazsa başlıklar daha esprili olabiliyormuş. İçeriği de öyle mi; merak edip bakanlar kendileri karar verir: https://gelenek.org/haziran-ve-cozum-sureci-haberim-yokmus-gibi-surebil… 

Benim makalenin başlığındaki Haziran’ı kim unutmuş olabilir ki! O Haziran, 2013’ün büyük halk direnişidir. Milyonlarca insanın katıldığı, yürüdüğü, AKP’yi istifaya çağırdığı, Haziran başında patlak vermekle kalmayıp yaz boyu kent kent gezerek süren; talepleri uğruna gencecik kardeşlerimizin yaşamlarını verdikleri, yüzlercemizin yaralandığı, birçoğumuzun sakatlandığı benzeri görülmemiş halk direnişimiz! 

“Haberi yokmuş…” gibi… Dolmabahçe’de 28 Şubat 2015’te kamera önüne geçenlerin arasında Yalçın Akdoğan ile Sırrı Süreyya Önder de vardı. Akdoğan o günlerde Erdoğan’ın hemen sağında veya solunda duran koltuklardan birinin sahibiydi. Koltuklar sabittir, miadını dolduran gider, yenisi oturur. Önder ise, o sıralar Öcalan’ın kendi sözleriyle “kıymetlisi” idi. 
Haziran Direnişi gibi toplumsal olguların “büyüklüğünün” bir göstergesi de, aslında onu unutmayı delice arzulayanların, kendilerini üstüne oturmaya, hatta mümkünse üstünde ayağa kalkmaya mecbur hissetmeleridir! HDP’nin durumu buydu ve bu nedenle sol-liberal siyaset daha eylem günlerinde “hükümet istifa” sloganına ambargo getirmeye çalışmış, devamında bu kez sol-liberal entelijansiya Haziran’ı kimlikler şeklinde kırpıp kırpıp toplumsal hareketler fantezisine yıldız yapmak için bilgisayar başına koşmuştur. Neyse dağıtmayayım; zaten bütün bunlar unutulmaya mahkumdur…

Ama Osman Baydemir’in açıklaması unutulmamalıdır. Osman HDP’nin yapıcı tutumunu kanıtlamak amacıyla, geçtim 5 Haziran 2015’in Diyarbakır’ını, -o lafın gelişiydi; yoksa nasıl geçerim- 20 Temmuz 2015’in Suruç’unu, Haziran Direnişinden iki yıl sonra halkımızın katillerine koalisyon ve dışardan destek seçenekleriyle aracı yolladıklarını anlatıyor! 

Osman, o da bu noktada Doğan’ın yalancısı olmalıdır, Erdoğan’ın “siz göreceksiniz anlamına gelen” bir yanıt verdiğini aktarıyor. Tarih haziran sonu – temmuz başıdır. Hükümet kurulamaz ve Anayasa gereği partilerin milletvekili sayılarına göre “seçim hükümeti” kurulması gerekir. Bileşim Anayasa gereği olsa da, katılmak Anayasa emri değildir; ve nitekim CHP ile MHP’nin ret yanıtı verdiği hükümet projesine HDP, yine yapıcılığını göstermek için olsa gerek, olumlu yaklaşacaktır. Seçim hükümetinin ömrü 25 Ağustos – 24 Kasım’dır. HDP’li iki bakan yapıcılığa ancak 22 Eylül’e kadar sadık kalabildiler. 

Teşekkür diye başladık, hatırlaya hatırlaya sonuna geldik. Ben de eski Gelenek yazısından hatırlamış oldum, paylaşayım: Erdoğan 2015 Temmuz sonlarında benim o zaman “tören ve iftar turu” dediğim gezisini Kürt illerine uzatmış. Geziyi BDP memnuniyetle karşılamış… Demek ki tam o sıralar Erdoğan Celal Doğan’a “siz göreceksiniz” demiş! 

Aydemir Güler / SOL

İktidarın Katar aşkının aslı astarı - Orhan Gökdemir / SOL

 Maç deyip geçmeyeceksin, arkasında Katar üzerinden girişilen Arap Baharı operasyonları, özelleştirme işleri, İhvan davası, henüz sırrına eremediğimiz sermaye hareketleri var...


İktidar tarafından ülkenin futbol işlerine bakarak olması istenen ihale şampiyonu Limak’ın patronu Nihat Özdemir “Süper Kupa” maçının Katar’da oynanacağını açıkladı. Neredeyse her şehre devasa bir TOKİ stadı konduranlar neden bu tür kararlar alıyor, bilinmez. Her neyse, tanrıları nasip eylerse bir AKP proje takımı olan Başakşehir ile Trabzon maç etmek için taa Katar’a taşınacak. Maçı ülkenin maç yayınları ihalesini alan Katar’lı beIN Media Guroup Şirketi yayınlayacak. Katar’a gitmeye para yetiremeyen faniler oturup oradan izleyecek, Türkiye’de her şeyin ucundan tuttukları için Katarlılara şükredecek! 

Ülke o kadar çürüdü ki, sıradan bir maç oynama haberinin arkasında bile karmakarışık organize işler, ilişkiler var. Örneğin adı geçen beIN Medya, Katar merkezli Al Jazeera TV’nin uzantısı. Ortadoğu, Kuzey Afrika, Avrupa, Kuzey Amerika ve Asya Pasifik bölgelerindeki 36 ülkede yayın yapıyor. Bağlı olduğu Al Jazeera TV vaktiyle dönemin Katar emiri olan Hamid bin Halife es-Sani zamanında kurulmuş. Emir kanalın kurulması için 137 milyon dolar destek sağlamış. Hepsi aile projesidir.
2013 yılında aile içinde darbe oldu. İddiaya göre darbeciler Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin desteğiyle Katar Emirini devirip yerine Londra’daki yeğenini getirmek istiyorlardı. Ancak girişim Şeyh Temim’in sarayını korumaya alan Türk birliklerince durdurdu. Gerçi Şeyh Temim de o darbe vesilesiyle koltuğu oturmuştu ama olsun. Söyleyenlerin yalancısıyız. 
Darbeyle birlikte kanalın yönetimi de değişti tabii. Değişmeyen şey ise bölge ülkelerinde kanala karşı duyulan derin nefretti. Ürdün televizyonunun ülkedeki ofisini kapattı. Suudi Arabistan, “terörist grupların planlarına yardım ettiği” gerekçesiyle kanalın ülkedeki yayın lisansını iptal etti. Mısır bütün çalışanlarını derdest edip hapse tıktı. Al Jazeera Mısır İngilizce Yayın Ofisi müdürü Muhammed Fahmi tutuklananlar arasındaydı. Hapisteyken her nasılsa kanalın “Müslüman Kardeşler ile bağlantılı öğrenciler üzerinden yayın yaptığını” anlamıştı. Katar hükümetinin talimatları doğrultusunda muhalif veya terörist gruplara çalışarak gazeteciliğin ilkelerini ayaklar altına alıyorlardı! 

Maç deyip geçmeyeceksin, görüldüğü gibi arkasında Katar üzerinden girişilen Arap Baharı operasyonları var, karşı istihbarat faaliyetleri var, özelleştirme işleri var, İhvan davası var, Arap monarşilerinin kendi aralarında itiş kakışması var, darbe var ve henüz sırrına eremediğimiz sermaye hareketleri var. Yoksa Allah’ın maçı ülkenin devasa statları dururken neden el kadar Katar’da oynansın?

***

Bizdeki beIN, Katarlılara kakalanmadan önce Digitürk olarak biliniyordu. Çukurova tekelinin kontrolündeki şirkete patronun batık bankasından kalan borçlarını gerekçe göstererek el koydular, sonra Katarlılara sattılar. Ülkede son zamanlarda sıkça rastladığımız tersine kamulaştırma hikayelerinden biridir.

Bu tersine kamulaştırmaların nasıl yürüdüğünü ve nasıl sonuçlandığını başka bir kuruluşun hikayesi ile anlatalım. 

Özelleştirilmeden önce Kurumlar Vergisi şampiyonu olan kamu kuruluşu Türk Telekom’un çoğunluk hissesi 2,2 milyar TL net kâr açıkladığı yıl Suudi bağlantılı Lübnanlı Hariri ailesinin şirketi Oger Telecom’a 6,5 milyar dolar karşılığında satıldı.
Satıldığında borcu olmayan ve kasasında 2 milyar dolar olan şirket 2005-2015 yılları arasında 14 milyar dolar net kâr elde etti. Yeni sahibi bunun 7 milyar dolarını kasasına koydu. Bu devasa kârına rağmen şirketi borçlandırmaya başladı. Kasadaki 2 milyar dolar buharlaştı. Bu arada hisseleri satın almak için aldığı kredi borçlarını da ödemedi. Yani Telekom'un çoğunluk hissesini Türk bankalarından aldığı kredi ile satın aldı, kredileri geri ödemedi, şirketin içini boşalttı ve borçlandırdı. Bütün bunlar olurken Telekom'un ikinci büyük ortağı olan Türkiye Hazinesi soyguna ses çıkarmadı. Böylece Hariri adındaki bir garip âdem sırasıyla devleti, satın aldığı şirketi ve Türk bankalarını dolandırmış oldu.

Sadece bu “özelleştirmede” buharlaşan para 10 milyar dolar civarındadır. Basit bir “dolandırılma” vakası sayamayız. Bir tür “ilkel sermaye birikimi”dir, örgütlü ve bilinçli bir soygun girişimidir…

*** 

Katarlılar Türkiye’yi çok seviyorlar o yüzden. Sık sık yatırım yapıyorlar, ne satılıyorsa alıyorlar. Finansbank, A Bank, ERGO Portföy, Digitürk, BMC, Banvit, Boyner Grubu, Ankas İnşaat yatırımlarından bazıları. Kanal İstanbul güzergahından dönümlerce arazi kapattılar. O nedenle “Katar İstanbul” olarak anılıyor proje. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum'un geçen yılki açıklamasına göre Katarlıların Türkiye’de edindikleri gayrimenkullerin toplam yüzölçümü 795 bin 552 metrekare. 11 bin kilometre kare büyüklüğündeki bir şehir devleti için muazzam büyüklüklerdir. İstanbul Haliç Altın Boynuz Projesine de yatırım yapacaklar nasipse. Fettah Tamince'nin ihalesini almakla görevlendirildiği projeyle 2 yat limanı, 400’er oda kapasiteli 2 otel, 1000 kişilik cami, tabii AVM inşa edilecek. Krediyi kamu bankaları verecek. Yapanlar 45 yıllığına işletecek. Öylesine ballı işler ki tadından yenmez.

AKP iktidarı da Katar’ı çok seviyor aynı nedenle. Yaklaşık 40 milyar dolar varlığı elinde bulunduran Türkiye Varlık Fonu (TVF) ilk ortaklıklardan birini Katar ile kurdu mesela. Bazı kaynakların iddialarına göre bu ortaklığın arkasından Türkiye'ye Katar'dan 600 milyon dolar sıcak para geldi. Karşılığında TVF’ye devredilen Çay-Kur'un hisseleri güvence olarak verildi. Bu yeni geleneğimizdir: AKP’ye para lazım olunca Katarlılar gelip bir şirket satın almaktadır, AKP sıkışınca Katarlılara bir şirket satmaktadır. Bir tür ilkel sermaye birikimidir. 

Önceki gün Borsa İstanbul'un yüzde 10'unu Varlık Fonu’ndan satın aldılar veya Varlık Fonu borsanın yüzde 10’unu Katarlılara sattı. Sonucunda borsanın hisseleri bir aile şirketinden diğerine geçmiş oldu. Katar Emiri ile bizim Varlık Fonu’nu elinde tutan aile akrabalık bağlarını perçinledi. “Katar ile ayrılmaz bir bütünüz” artık.

Başka “iyi ilişkiler” de var. Katar Ordusu Bayraktar TB2 SİHA’larından altı adet satın aldı mesela. Bu, Erdoğan’ın damadının şirketi Baykar’ın ürettiği Bayraktar TB2 İHA Sistemi’nin ilk ihracat başarısıydı. Baykar ile Katar Silahlı Kuvvetleri arasında imzalanan sözleşme kapsamında Bayraktar TB2 SİHA’ları kullanacak Katar askeri personelin Türkiye’deki eğitimleri de 2019’da tamamlandı. Damadın şirketi bu alışverişten kemiksiz 36 milyon dolar kazandı. Baykar şirketi vergiden muaftı çünkü. 

Öyle bir hal ki aileler arasında gidip geliyor ülke. Bir tür ilkel sermaye birikimi hareketidir. 

***

Alışveriş böylesine büyük olunca hediyesi de büyük oluyor haliyle. Katar Şeyhi iki yıl önce Cumhurbaşkanı Erdoğan'a özel uçağını hediye etti hatırlayacaksınız. VIP donanımlı Boeing 747-8 tipi özel uçak Cumhurbaşkanlığı uçak filosuna hediye kaleminden katıldı. Toplantı salonları, yatak odası, özel reviri bulunan hediye uçakta, 18 kişilik uçuş ekibi görev yapıyor. 
Bu yılın Ağustos ayıydı. Salgının baş göstermesinden sonra ortalıkta görünmeyen Erdoğan aniden yurtdışı gezisi yapmaya karar verdi. Özel uçağı “TUR” ile Katar'ın başkenti Doha'ya kondu. Nedense şeyhin hediyesi olan uçakla gitmeyi tercih etmemişti.

CHP Sözcüsü Faik Öztrak, Erdoğan'ın Katar ziyaretini kastederek, "Dolar ne zaman TL karşısında rekorlar kırmaya başlasa Erdoğan apar topar soluğu Katar'da alıyor" dedi. Ne ima ettiğini bilemiyoruz. “Para istemeye gitti” demek istiyor olabilir. Kimi yorumlara göre Katar’a çok borçlandık, Katar da bu borçlara karşılık Erdoğan sonrası için güvence istiyor, bazı varlık satışlarının sebebi bu. Kimi yorumlar ise trafiğin bundan daha gizemli olduğunu ima ediyor. “Gördükleriniz ülkeden buharlaşıp Singapur, Malezya ve Katar bankalarına yağan yüz milyarlarca doların küçük bir bölümünün basit hareketidir” diyor. 

***

“Süper Kupa” Katar’da oynanacak bu yıl. Açıklamayı devletten ihale alma şampiyonu Limak’ın patronu yaptı.

Demek ki maç deyip aşağılamayacaksın. Arkasında Büyük Ortadoğu Projesi, Arap Baharı, Müslüman Kardeşler davası, rüşvet parası, özelleştirme dalgası, ilkel sermaye birikimi gibi organize işler var mı diye bakacaksın. Yoksa Allah’ın maçı ülkenin devasa statları dururken neden el kadar Katar’da oynansın?

Orhan Gökdemir / SOL

27 Kasım 2020 Cuma

‘Tanrının Eli’ golü ve bir intikam hikâyesi -SERHAT HALİS / BİRGÜN

 

“Tanrının Eli” golü, pek çok Arjantinli için bir intikamdı. O kadar ki, “Tanrının Eli” golü üzerine, “Tanrının Eli Kilisesi” ya da “Maradona Kilisesi” olarak bilinen yeni bir kilise açmış ve yeni bir din icat etmişlerdi Arjantinliler.


1833 yılının sıcak bir yaz günü, Patagonya’nın biraz doğusunda bulunan Malvinas Adalarından gökyüzüne çığlıklar yükseliyordu. Adaya yaklaşan büyük gemilerden inen silahlı İngilizler, orada bulunan Arjantinlileri acımasızca öldürmeye başladılar. “Dünyanın sonu” olarak bilinen Patagonya’nın yanı başında, bu ıssız adada Arjantinlilerin yardım çığlıklarını duyan kimse olmadı.

Haber ana karaya ulaştığında artık çok geçti. İngilizler, dünyanın sonunda, Atlantik içindeki bu uzak diyarda, Arjantinlilerin varlığına son vermiş; yerine İngilizleri yerleştirmişti. Bu andan sonra ise bu adalar, İngiliz yerleşkesi olarak bilinecekti.

Tarih 2 Nisan 1982’yi gösterdiğinde, sabahın ilk ışıklarından hemen önce, adanın kıyılarında tekrardan büyük gemiler belirir. Bu defa Malvinas kıyılarında Arjantin gemileri demir almıştır. Bu, adalardaki 149 yıllık İngiliz egemenliğinin sona erdiği ve bu toprakların artık Arjantin’e bağlı olduğu anlamına gelen bir deklarasyon demekti. Üzerinde güneşin hiç batmadığı söylenen sömürgeci krallığın varisi için kabul edilebilir bir şey değildi elbette bu. Böylelikle İngiltere ve Arjantin arasındaki “La guerra de las Malvinas / Falkland Savaşı” başlamış oldu.

Savaş ilk merhalede Arjantin’in üstünlüğündeydi. Arjantin adalara yakınlığından kaynaklı avantajlarını iyi kullanıyor ve yaklaşmakta olan İngiliz gemilerini Fransız yapımı Exocet füzeleri ile vuruyordu. Ancak bir aşamada emperyalist güçler İngiltere’nin etrafında kenetlendi. ABD ve Fransa lojistik destek ve ikmal olanağı sağladı, BM ve AET Birleşik Krallığın yanında olduklarını belirten açıklamalar yaptı. Arjantin’e ise ambargolar yağmaya başlamıştı. Savaşın seyri hızla değişiyordu. Son olarak Fransızlar, Arjantinlilere sattıkları füzelerin kodlarını İngilizlerle paylaşınca, Arjantin’in İngilizler karşısındaki üstünlüğü sona erdi. Bu son “ihanetle” birlikte, savaş başladıktan tam 6 hafta sonra Arjantin teslim bayrağını dalgalandırdı. Savaşta İngilizler 260, Arjantinliler ise 649 kayıp verecekti.

Yaşamını yitiren 649 Arjantinli askerin bir kısmının cesedine asla ulaşılamadı, Atlantik’in serin sularında yok oldular. Arjantin bayrağına sarılı halde dönen askerlerin aileleri şanslı sayılırdı. Arjantin’in dört bir yanına tabutlar gidiyordu, bunlardan biri de Buenos Aires’e bağlı bir taşra kenti olan Lanus’tu. Lanus ki daha sonra adı ülke çapında ve hatta dünya genelinde bilinen pek çok kişiye ev sahipliği yapacaktı. Diego Armando Maradona da bunlardan biriydi.

Maradona, 30 Ekim 1960’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak Lanus’ta dünyaya geldi. O da Latin Amerika’nın tüm yoksul çocukları gibi henüz çok küçükken futbolla tanıştı ve bir gün büyük bir futbolcu olacağı hayaliyle büyüdü. Çok geçmeden futboldaki hünerleri anlaşılan Maradona, bu hedefine henüz küçük yaşlardayken ulaştı. 18 yaşındayken tüm Arjantin’in, 22’sinde ise tüm dünyanın hayranlıkla izlediği bir futbolcuya dönüştü. Ancak onu zirveye taşıyan şey, 1986 Dünya Kupası olacaktı.

22 Haziran 1986’da Meksika’nın Aztek Stadı’nda çeyrek final için tarihi bir rekabet yaşanıyordu. Bundan 4 yıl önce Malvinas Savaşı’nda karşı karşıya gelen İngiltere ve Arjantin, şimdi bu stadyumda birbirine rakipti. Her iki taraf da bunu savaşın ikinci raundu olarak görüyordu ve maç gerçekten büyük bir hırs ve çekişme atmosferinde devam ediyordu.

Dakika 54’ü gösterdiğinde karşılaşmanın skoru 1-1’di. Bir dakika sonra ise Maradona, daha sonra adına “Yüzyılın Golü” denecek o muhteşem golü atarak, savaşın ikinci raundunun sonucunu belirleyecekti. Bu maçta Arjantin’in ilk golünü de Maradona atmıştı ve ilginç şekilde attığı her iki gole de daha sonra büyük anlamlar yüklenip, isim verilecekti. Evet, ikinci gole “Yüzyılın Golü” deniyordu belki ama ilk golü ondan daha çok ses getiren bir şeye dönüştü ve “Tanrının Eli” olarak tarihe geçti.

Maradona’nın bu karşılaşmada attığı ilk golde, topa kafasıyla değil de, eliyle müdahale ettiği iddia ediliyordu. Hatta pek çok İngiliz karşılaşmanın geçersiz sayılması gerektiği konusunda hemfikirdi. Daha sonra gelen yoğun "Golü elle mi attın" soruları üzerine Maradona; "Tanrının eliydi" diyerek cevap verecekti.

“Tanrının Eli” golü, pek çok Arjantinli için bir intikamdı. O kadar ki, “Tanrının Eli” golü üzerine, “Tanrının Eli Kilisesi” ya da “Maradona Kilisesi” olarak bilinen yeni bir kilise açmış ve yeni bir din icat etmişlerdi Arjantinliler. Maradona’nın doğduğu gün olan 30 Ekim’i, Noel olarak kutlayan Maradona kilisesine bağlı insanlar, Maradona’nın İngiltere’ye “tanrının elinin yardımıyla” attığı golün yıldönümü olan 22 Haziran 1986’yı da kutsal gün olarak ilan etmişlerdir. Hatta kilise bir adım daha ileri giderek, Maradona adına para basmıştır. Arjantin’de; La Bombonera stadyumunun girişinde ise İspanyolca; “Boca es mi religion, Maradona es mi dios, la Bombonera es mi iglesia” (Dinim Boca, tanrım Maradona, mabedim La Bombonera) yazar.

Açıktır ki 22 Haziran 1986’da Meksika’nın ünlü Aztek Stadı’nda gerçekleşen o karşılaşma, Arjantinliler için Malvinas Savaşı’nın intikamı anlamına gelmekteydi.

Asif Kapadia'nın belgeselinde 1982’deki Malvinas Savaşı’ndan bahsederek; attığı “Tanrının Eli” golünün sembolik bir intikam olduğunu dile getirir Maradona da. Üstelik “Tanrının Eli” sözü de bu savaşla ilintilidir; zira İngilizler savaş galibiyetlerini “Tanrı bize yardım elini uzattı” diyerek kutlamışlardı. Böylelikle Maradona “Tanrının eli” golüyle İngiltere’den Arjantinliler adına o beklenen intikamı almıştı…

SERHAT  HALİS / BİRGÜN


'Acaba General buna ne der?' - Mesut Odman / SOL

Engels’in yalnız yaşadığı dönemin değil bütün çağların en seçkin entelektüelleri arasında yer aldığına ilişkin pek çok tanıklık var.

Yarın, 28 Kasım günü, Friedrich Engels’in 200. doğum yıldönümü. Bu vesileyle büyük bilgini anmak üzere birkaç satır yazmanın uygun olacağını düşündüm. Ancak, onun kuramsal, siyasal, örgütsel çalışmalarına hiç girmeden, onlar kadar önemli olan insancıl yanlarının bazıları üzerinde durmaya çalışacağım. 

Bunu yaparken de başlıca iki kaynaktan yararlanacağımı belirtmeliyim. Birincisi, SBKP Merkez Komitesi’ne bağlı Marksizm-Leninizm Enstitüsü tarafından hazırlanıp ilk İngilizce basımı 1974 yılında yapılan Frederick Engels-A Biography adlı eser. 

İkincisi ise yine aynı enstitünün hazırlayıp Alaattin Bilgi’nin dilimize çevirdiği ve Evrensel Basım Yayın tarafından Nisan 1999’da yayımlanan Marx-Engels Anıları.

                                                                  ***

Engels’in yalnız yaşadığı dönemin değil bütün çağların en seçkin entelektüelleri arasında yer aldığına ilişkin pek çok tanıklık var. Bunların tümünde çok geniş alanlara yayılan bir ilginin, şaşırtıcı bir derinleşme çabasının ve başarısının varlığına işaret ediliyor. Örnek olsun, Küba kökenli bir Fransız devrimcisi olan, Marx’ın ikinci kızı Laura’nın eşi Paul Lafargue şöyle anlatıyor:

“Engels’in bilgi edinmeye karşı yaklaşımı, bir konuda en küçük ayrıntılara kadar egemen olmadıkça o konunun peşini bırakmamak biçimindeydi. Bilgisinin kapsamı ve çeşitliliği konusunda bir fikri olan ve aynı zamanda canlı ve etkin bir hayat sürdüğünü hesaba katan bir insan onun bir ‘masa başı bilgesi’ olmadığını da düşünürse, böylesine büyük bir bilgi birikimini kafasına nasıl sığdırdığına doğrusu hayret eder. Geniş kapsamlı bir bellek, olağanüstü bir çalışma temposu ile birlikte bir şeyi kavramada gösterdiği rahatlık onun zihinsel yetileriydi.”

Burada sözü edilen “olağanüstü çalışma temposu” ile ilgili olarak şöyle bir karşılaştırmalı tanıklığa da yer vermek hoş olabilir. Engels’in İngiltere’deki sekiz saatlik işgünü eylemlerine, sağlığının bozulduğu ömrünün son yılları dışında, düzenli olarak katıldığı bilinir. Çartist hareketin sol kanat önderlerinden Georg Julian Harney şunu vurguluyor: “Hyde Park’ta yapılan büyük Sekiz Saatlik İşgünü Gösterilerine katılmıştır; ama ben, formunda olduğu günlerde kendisinin ortalama işgününün on altı saatten az olmadığına inanırım.”

Engels’in entelektüel ilgilerinin ve derinleşme çabalarının fizik ve biyolojiden matematik, astronomi, kimya, anatomi ve fizyoloji ile kuramsal doğa bilimine, bütün bu alanlarda oldukça sistematik bir öğrenme, inceleme, yetkinleşme uğraşına uzandığı biliniyor.

Onun entelektüel kapasitesinin bir başka göstergesi olarak dil öğrenme ve kullanımı konusundaki olağanüstü nitelemesini hak eden yeteneğinden söz edilmiştir. Birinci Enternasyonal Genel Konsey üyesi ve Engels ile Marx’ın yakın dostu bir Alman emekçi olan Friedrich Lessner şöyle diyordu: “Engels’in çalışma kapasitesi ve sevgisi ölümüne dek devam etmiştir. Yabancı diller konusundaki geniş bilgisi ünlüdür. İbsen ile Kielland’ı asıllarından okuyabilmek için 70 yaşından sonra Norveççe çalışmaya başlamıştı.” 

Bu konuda, Paris Komünü’nün yenilgisinden sonra onların yanına sığınmış bir komüncünün “Engels yirmi dilde kekeliyor” diyerek onun konuşurken heyecanlandığında kekelemesine takıldığı anlatılır. Gerçekten de aralarında Lehçe ve Romence gibi yaygın olmayanların da bulunduğu yirmi kadar dilde konuşabildiği, birçoğunda da rahatça yazabildiğine ilişkin tanıklıklar çok fazladır.

***

Büyük bilginin kişisel özellikleri arasında çok sık yinelenenlerden biri yardımseverliği ise bir başkası alçakgönüllülüğüdür. Onun bir yerde bulunuşunun bile bir güç kaynağı olduğu, kırılmaz cesaretini ve hiç yok olmayan umudunu çevresindekilere cömertçe dağıtarak onların ayakta kalmalarını sağladığı anlatılmıştır. Burada sözü edilen umudun hem her günkü güçlüklerin ve sıkıntıların üstesinden gelinebileceğine hem de genel olarak toplumsal mücadelenin zafere ulaşacağına ilişkin umut olduğu belirtilmelidir. Ömrünün son günlerinde, epeydir kendisini konuşamaz duruma getiren gırtlak kanserinin etkisiyle bir kara tahtaya yazarak anlaşabildiği yakınları ve yoldaşları ile bir yandan onların kişisel sorunları bir yandan mücadelenin ulaştığı aşamalar konusunda görüş alışverişinde bulunmaktan vazgeçmeyişi, bu sarsılmaz umudun sonucu olsa gerektir.   

Engin ansiklopedik bilgisi, kendisine danışılan özel sorunları bile sorun sahibinden çok daha doğru kavrayışı, farklı uzmanlık alanlarında ortaya  atılan konulara ilişkin yeni ve çözüm öneren düşünceler üretmesi, onu her zaman başvurulan bir bilge, bir yol gösterici konumuna yükselten özellikler olarak dile getirilmiştir. Çok seyrek rastlanan bir mizah duygusuna sahip olduğu da yakınlarının ve dostlarının ortak görüşüydü. Her dilde şakalaşmaktan, mizahtan hoşlandığı; yakın dostları ve yoldaşları ile yaptığı Pazar gezintilerindeki söyleşilerin sık sık kahkahalarla kesildiği herkesçe hatırlanırdı.

Onun davaya ve dava arkadaşlarına maddi katkıda bulunabilmek için gösterdiği sabır ve özveri de kişilik özellikleri arasında belirtilmelidir. Engels’in babasının ortak olduğu pamuklu imalathanesinde geçirdiği ve “kürek mahkûmluğu” olarak adlandırdığı yirmi yıl sürmüş büro işçiliğine son verdiği günü Marx’ın en küçük kızı Eleanor’ın anlatışı, bir yandan çok eğlenceli bir yandan pek hüzünlüdür:

“Engels gibi bir kimsenin yirmi yılını böyle bir işte geçirdiğini düşünmek müthiş bir şeydir! Ancak o bundan ne yakınmıştır ne de homurdanmıştır; tam tersine, sanki dünyada ‘işe gitmekten’, ya da ‘büroda oturmaktan’ başka yapılacak iş yokmuşçasına orada da keyifli ve neşeli olabilmiştir.

“Ancak ben onun bu kürek mahkûmluğunun sonuna ulaştığı haline tanık oldum ve bütün bu yıllar boyunca nelere dayandığını da fark ettim. Son kez büroya gittiği sabah, botlarını giyerken, zafer kazanmışçasına şöyle haykırdığını hiç unutmayacağım: ‘Son kez!’

“Birkaç saat sonra, bahçe kapısında durarak onu bekliyorduk. Oturduğu evin karşısındaki küçük tarladan bize doğru geliyordu. Bastonunu havada sallıyor, şarkı söylüyordu, yüzü ışıklar saçıyordu. Bu günü kutlamak için masayı hazırladık, şampanya içtik; hepimiz mutluyduk. O sıralar bu olup bitenleri bütünüyle anlayamayacak kadar gençtim; şimdi bunu düşündüğümde gözlerim yaşarıyor.”

***

Kapital’in birinci cildinin ilk İngilizce çevirisini gerçekleştiren iki kişiden biri olan, Eleanor Marx’ın eşi Dr. Edward Aveling, Engels’in güvenilirliği, ahlak bütünlüğü, katı iş disiplini ve dürüstlüğü konusunda söylenecek tek söz bulunmadığını belirttikten sonra şöyle diyor: “Bütün bu olumlu nitelikleri tümüyle politik ve toplumsal ilişkilerine taşıyan bir insandı.  Vera Zasuliç’in geçenlerde söylediği gibi çoğumuz, ‘Acaba General buna ne der?’ düşüncesiyle, yanlış şeyler yapmaktan ya da söylemekten kaçınmışızdır.”

“General” sözünün savaş ve askerlik konularındaki merakı, merakın çok ötesinde yetkin çözümleme ve öngörüleri ile düpedüz deneyimleri dolayısıyla yakın dostları tarafından ona yakıştırılmış bir lakap olduğunu hatırlatalım. Bir de yukarıda adı geçen Vera Zasuliç’in Narodnik kökenli bir Rus devrimcisi, “Emeğin Kurtuluşu” grubunun üyesi ve Marx’ın eserlerini Rusçaya çevirenlerden biri olduğunu ekleyelim.

***

Dr. Aveling, yukarıdaki anekdotun yer aldığı 1895’teki yazısını bitirirken şöyle diyordu: 

“İngiliz halkı şunu unutmamalı ki, Marx ile Engels’in, bütün dünya için yarattıkları yapıtın büyük kısmı bu küçük ülkede kaleme alındı; ve her ikisi de bu ülkede öldü. Bu yeryüzündeki bütün kralların ve fatihlerinin mezarlarının, gömütlerinin ya da anıt mezarlarının bağışlayabileceğinden daha büyük bir onurdur.”

İngiliz halkının ne kadarının bu onurun büyüklüğünün ne ölçüde farkında olduğu tartışılabilir. Ama şurası apaçıktır: Yeryüzünün her yanındaki emekçi halklar, bu onurun ve dünyayı yerinden oynatmalarına yarayacak kendilerine sunulmuş bu kaldıracın farkında olmanın yanı sıra onu hak edip kullanabilmek için nasıl uğraş vermeleri gerektiğini de kavradıkça, dünyamızı çok daha yaşanabilir ve yaşanmaya değer kılacaklardır.

Mesut Odman / SOL




2018-2019’un tekrarı mı? - Korkut Boratav / SOL

Kimi iktisatçılarımızın, uluslararası finans uzmanlarının övgüsünü alan son ekonomik kararların kaderi de, YEP 1’in benzeri olacaktır.  

Berat Albayrak, bir döviz krizi içinde Maliye Bakanı oldu. Yirmi altı ay sonra bir başka döviz krizi içinde görevinden “af” edildi. 

2018 başına uzanalım; dört perdelik tatsız bir gezinti yapalım. 

Ocak-Temmuz 2018: İlk kriz ve Albayrak’ın gelişi…

2018, Türkiye ekonomisi için olumsuz bir dış konjonktürle başladı. FED’in 2016’da başlattığı parasal daralmanın ilk ciddi yansıması, Şubat  2018’de gözlendi: Batı borsalarında sert bir daralma dalgası… Çevre ekonomilerinde hızlı para çıkışlarını tetikledi. Türkiye de bu olgudan fazlasıyla payını aldı. 

Niçin “fazlasıyla”? Bir kere dış politika nedenleriyle...  ABD ile ilişkiler Rahip Bronson gerilimi nedeniyle sertleşmişti. Trump’ın, Erdoğan’a ekonomik tehdit içeren iletileri hatırlardadır. 

Ekonomik etkenler daha da önemliydi: 24 Haziran seçimleri arifesinde, Cumhurbaşkanı’nın neoliberal reçetelere açıkça karşı çıkan söylemleri dikkat çekti. Bir bölümü seçim kampanyasının “olağan hallerinden” sayılabilirdi. Ama Erdoğan ölçüyü kaçırdı. Mayıs’ta, üstelik Londra’da, finans çevrelerinin temsilcilerine adeta “ders verdi”; TCMB özerkliğine ilke olarak karşı çıktı; faiz-enflasyon “teorisi”ni açıkça savundu. 

Seçim sonrasında bu “aykırı” söylemlerin ciddi olduğu anlaşıldı. Temmuz’da Maliye bakanlığına damat Albayrak’ın atanması “bardağı taşıran damla” oldu. Sorun, o tarihte Albayrak’ta değil, görevden alınan Mehmet Şimşek’in kimliğinde yatıyordu: Merrill Lynch kadrolarından siyasete girmiş olan Şimşek, uluslararası finans çevreleri için 2015’e kadar Ali Babacan’ın üstlendiği bir “güvence” olmaktaydı: Erdoğan’ın siyasal gündeminden kaynaklanan ekonomik ölçüsüzlükleri etkisiz kılmak… Neoliberal model, onlar sayesinde fazla arıza vermeden sürdürülmüştü. 

Bu olumsuz etkenler, Türkiye’ye dönük yabancı sermaye girişlerinin hızla gerilemesine yol açtı. Bank of International Settlements (BIS) verilerine göre Türkiye bu aylarda, ulusal parası en hızlı değer yitiren yükselen ekonomiler arasında Arjantin’den sonra ikinci sıradadır.  Arjantin, Haziran 2018’de 50 milyar dolarlık bir kredi anlaşması imzalayarak IMF’ye teslim olacaktır. 

Albayrak, Maliye Bakanlığı’na Temmuz 2018’de atanacak; 31 Ağustos’ta dolar 6,56 TL’ye tırmanacaktır. Damat, böylece, ekonomi  yönetimini bir döviz krizi içinde devralacaktır. Kasım 2020’deki bir diğer kriz  ortamında “görevden affedileceği” gibi… 

Eylül 2018: McKinsey denetiminde bir IMF programı… 

Saray’ın iç dünyasını bilemeyiz; ama Ağustos’taki döviz krizinin en azından yeni bakanı paniğe sürüklediği anlaşıldı. Berat Albayrak Eylül başında Londra’ya gitti. İşlem hacimleri 15 trilyona ulaşan finans kuruluşlarının yetkilileri ile topluca ve birebir görüşmeler yaptı. 

Görüşme  sonuçları basına açıklanmadı; ancak Bakan’ın dönüşünden hemen sonra (13 Eylül’de) TCMB, politika faizini %24’e çıkardı. Ertesi gün Financial Times, “Albayrak’ın Londra toplantısında bütün yatırımcıları dikkatle dinlediği; gerekenleri hızla kavradığı; Erdoğan’ı da faiz kararında de ikna ettiği” bilgisini haberleştirecektir. 

20 Eylül’de de Albayrak 2019-2021 yıllarını kapsayacak Orta Vadeli Programı, Yeni Ekonomi Programı: Dengelenme, Disiplin, Değişim (YEP 1) olarak açıklayacaktır.

Albayrak birer yıl arayla YEP 2 ve YEP 3’ü de sahiplenecektir. Ancak YEP 1 diğerlerinden tamamen  farklıdır. Londra ziyaretinin damgasını taşımaktadır. Daha da  önemlisi, önlemleri ve nicel hedefleri büyük ölçüde  IMF’nin Nisan 2018 tarihli Türkiye Raporu (Turkey: Article 4 Consultation- Staff Report; No. 18/110) dikkate alınarak hazırlanmıştır. 

Bu iki belgeyi 28 Eylül 2018’de Sol Portal’da yayımlanan “YEP: IMF’siz Bir IMF Programı” başlıklı bir yazıda karşılaştırmış; IMF Türkiye Raporu’nda yer alan kemer sıkma önlemleri ile YEP 1 arasındaki paralellikleri aktarmıştım.  Örneğin IMF Raporu 2019’da kamu maliyesinde millî gelirin yüzde 1,7 oranında daralma önermekte; bu öneri Albayrak’ın YEP’inde aynen (ve bir “hedef” olarak) yer almaktadır. YEP 1, IMF programlarının geleneksel faiz dışı fazla hedeflerini içeren bir kemer sıkma belgesidir. 

28 Eylül’de Berat Albayrak “şapkasından yeni bir tavşan daha” çıkardı. “IMF’siz IMF programı”nın bir eksikliğini giderdi. Dev uluslararası finans kuruluşu McKinsey  & Company ile YEP’in denetimi için bir anlaşma yaptığını duyurdu. Buna göre 2019 ve sonrasında program uygulaması, 16 bakanlık temsilcisinin katılacağı bir Maliye ve Dönüşüm Ofisi’nce izlenecek; McKinsey de üçer aylık raporlarla YEP’i denetleyecektir. 

Bu adımları iki hafta sonra “iyi bir haber” daha izledi: Rahip Bronson serbest bırakıldı; ABD’ye döndü. Erdoğan ile Trump arasındaki buzlar çözüldü. 

2019 ve sonra: Uygulanmayan, ciddiye alınmayan YEP’ler

Sonra ne oldu? Ana ilkeleri, hedefleri Albayrak’ın “Londra eğitimi” sonrasında belirlenen YEP 1, adım adım, fiilen rafa kaldırıldı. Hızla ortaya çıktı ki, ekonominin komutası, sürekli vitrine çıkan Albayrak’ta değil, Cumhurbaşkanı’ndadır. 

Erdoğan, önce Mc Kinsey ile yapılan “dışsal denetim” anlaşmasını veto etti.  Kasım 2015 ile başlayan seçim takviminin son sayfası, 2019 yerel seçimlerinde çevrilecekti. YEP 1’in kemer sıkma hedefleri, Cumhurbaşkanı için büyük öncelik taşıyan yatırım bütçesini 30,9 milyar TL kısmakta; mega projeleri fiilen askıya almakta; “yaren” çevrelerin nemalandığı teşviklerde 14 milyar TL’lik  kesinti içermekteydi. Erdoğan, elbette bunları göze almayacaktı.

Kamu maliyesi hedefleri bakımından YEP 1 fiilen uygulanmadı. Sonraki iki YEP’in de nicel hedefleri ciddiye alınmayacak; gerçekleşmeyecektir. 

TCMB’nin %24’lük faiz ayarlaması ve bu adımı izleyen IMF’siz IMF programı (YEP 1), uluslararası finans çevreleri tarafından nasıl karşılandı? 

Programın “denetimi”, fiilen ve “hariçten” Moody’s gibi uluslararası derecelendirme kuruluşları ve fon yöneticisi şirketlerin danışmanları (“ayak takımı”) tarafından üstlenildi.

Finans kapitalin parazit, spekülatif katmanları için faiz kararı kritiktir; “kemer sıkma” önemli, ama  ikincildir. Bunlar, dolar / TL kurunun tırmandığı dönemde (Ocak-Temmuz 2018’de) pusuda yatmaktaydı. TCMB faiz kararı ve IMF hedefleri içeren YEP, Türkiye’ye dönüş işareti oldu. 

Yabancı sermaye  hareketlerinden Türkiye’ye yansıyan dışsal şok 2019’a uzamayacaktır. BIS’in aylık verilerine göre TCMB’nin Eylül 2018 kararından 2019 sonuna kadar TL reel olarak değerlenecek; dolar ucuzlayacaktır. 

Adım adım ikinci kriz ve Albayrak’ın gidişi… 

Ta ki, Albayrak, ikinci bir döviz krizi ile tekrar karşılaşsın... İlk kriz onu Maliye Bakanlığı’na getirmişti; ikincisi götürdü. 

Türkiye, 2018’deki bunalıma katkı yapan parasal-mali uygulamaları, ilk YEP’i fiilen rafa kaldırarak tekrarlamaya başladı; sürdürdü. 2019 boyunca TCMB, politika  faizlerini ılımlı bir tempoyla aşağı çekiyordu; 2020’de ise enflasyonun altına yerleştirdi. Mayıs’ta %8,25’e indirdi; dört ay sabit tuttu. 

2020’de yepyeni “ekonomik saçmalıklar” icat edildi. Türkiye’nin (başta TCMB olmak üzere kamunun) döviz varlıkları kısa dönemde telafi edilmeyecek boyutta tüketildi. “Bıçak kemiğe dayanınca” Albayrak sorumlu tutuldu; görevinden “af edildi”. 

YEP 1’in serencamı, belirleyici kişinin Cumhurbaşkanı olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Albayrak’ın 2018’deki rolünü Naci Ağbal ve Lütfi Elvan devraldı. O tarihteki gibi TCMB faizleri sıçratıldı; finansal/malî politikalarda “ciddiyete dönüş” anlamına gelen kararlar alındı. 

Bu kararlara, ayrıca hukukta “reform” söylemlerine bakarak iyimserliğe savrulanlar yanılıyor. Cumhurbaşkanı, tüm bu alanlarda komuta mevkiinde olduğunu peşinen veya anında açıklamaktadır. Temel değişiklik yoktur. 

Kimi iktisatçılarımızın, uluslararası finans uzmanlarının övgüsünü alan son ekonomik kararların kaderi de, YEP 1’in benzeri olacaktır. 

Üstelik sonuçları hızlanarak, çok daha ağırlaşarak… Nedenlerini ayrıca tartışmak üzere… 

Korkut Boratav / SOL