Baba tarafından faşist bir Türk; Anne tarafından kalleş bir Kürt... - MİNE SÖĞÜT

Hangi genleri taşıdığınız, evet, önemlidir.
Ama sadece burnunuz, gözünüz, boyunuz posunuz değil...
Huyunuz da soyağacınızdaki insanlardan devşirilir.
Belki baba tarafından romantiksinizdir, anne tarafından mantıklı.
Babanızın babası endişelerden gelir, annenizin babası çalışkanlıklardan.
Anneanneniz komik olabilir, babaanne tarafınız suratsız. 

Muhtemelen hepsi savaşlardan yaralı, göçlerden eksikli, hayat hikâyeleri kayıplarla ve yoksulluklarla bezeli. 
Huylarını bilmediğiniz diğerleri... 
Kim bilir hangi duygularla, hangi topraklarda nasıl hayatlardan derlendi. 
Kayıtlara göre ister Gürcü olun, ister Kürt ya da Çingene veya Musevi...
Önemli olan hangi genetik köklerden geldiğiniz değildir. 
Genlerini taşıdığınız insanların nasıl hayatlar yaşadıkları ve yaşadıklarından nasıl etkilendikleridir. 
Çünkü bugün yaşadığınız hayat onların tercihleriyle şekillenir. 
Binlerce yıldır yaşayan ve ölen sayısız insanın korkuları, umutları, hataları, zaferleri, yenilgileri... 
Bugün içinde bulunduğunuz sistemi hep onlar belirledi. 
Dedenizin Beyoğlu nüfusuna kayıtlı bir Selanik göçmeni olması önemli değildir.
Ama 6-7 Eylül olayları sırasında ne yaptığı önemlidir. 
Rum komşusunun dükkânını yağmalayan bir insanın genlerini mi taşıyorsunuz? 
O dükkânın kapısında durup saldırganları kovalayan bir insanın mı? 
Nineniz? 
Kafkasya’dan yürüyerek Kars’a gelirken... 
O göç yollarında öksüz ve yetim bebekleri kendi bebeği gibi sırtladı mı? 
Yoksa onların rızkına göz dikip, kendi çocuklarını mı kolladı? 
Bir Kürt atanız bir Ermeni kızına tecavüz de etmiş olabilir; 
Bir Ermeni kızını bağrına basmış da... 
Düşmanla işbirliği yapanların soyundan mı geliyorsunuz? 
Savaşı bitirmek için uğraşanların soyundan mı? 
Eğer hikâye kötüyse aile içinde anlatılmaz. 
Bunların kayıtlarını e-devlette de bulamazsınız. 
Resmi kayıtlardan bir dedenizin Ermeni olduğunu belki öğrenebilirsiniz. 
Ya da bir ninenizin Süryani olduğunu... 
Atalarınızın göç yollarını görürsünüz. 
Hangi tarihlerde kimin nerede doğduğunu. 
Ama hiçbir devlet size onların nasıl hayatların içine doğduğunu anlatmaz. 
Hangi duygularla yaşadıklarını... Hangi zaaflara kapıldıklarını... Hangi hataları yaptıklarını... 
Savaşlar sırasında başlarına ne geldiğini... 
Nelerden korktuklarını, nelere sevindiklerini... 
Hangi yenilgilerle ya da zaferlerle biçimlendiklerini... 
Bir Türk’ün ya da Kürt’ün genlerini taşımanızdan çok daha önemli bir şey vardır. 
İyi bir Kürt’ün ya da Türk’ün genlerini taşımak. 
Vicdanlı bir Ermeni’nin ya da Yahudi’nin torunu olmak. 
Sağduyulu bir Gürcü’nün ya da Arap’ın soyundan gelmek. 
Bu hayatta, geçmişinizde nasıl insanlar olduğunu ve onlardan size geçen hangi duyguları kişiliğinizde barındırdığınızı resmen öğrenmeniz mümkün değil. 
Ama kendi kişiliğinize, değerlerinize, korkularınıza, isteklerinize bakarak bu konuda tahminler yapabilirsiniz. 
Bunun sonucunda, geçmişinizi değiştiremezsiniz ama kendinizi değiştirebilirsiniz. 
Diyelim ki... 
Baba tarafından faşist bir Türk; anne tarafından kalleş bir Kürt’sünüz. 
Bari bundan sonra... 
Sizden öncekilerin kim olduğunu unutun. 
Düşmanlıklardan, kinden, nefretten beslenen duygularınızı ayıklayın. 
Şu korkunç dünyada... 
İyi bir Türk, iyi bir Kürt, iyi bir Ermeni, iyi bir Çerkes, iyi bir Yahudi, iyi bir Çingene... olun 
Siz, siz olun. 
Her şeye rağmen... İnadına... Her koşulda... 
Mutlak bir barış için direnen iyi bir insan olun.

Mine Söğüt/CUMHURİYET

‘O’ da mı aldattı? - Meriç Velidedeoğlu

Önceki hafta, Erdoğan’ın isteğiyle sağlanan, Vatikan gezisinde Papa’ya, “Siz Katoliklerin Lideri, ben İslamın Başı...” diyerek başladığı konuşmasını TV ekranlarında izleyip dinledik. (5.2.2018) 

Evet öyle, “Baş”mış... 

Nasıl oluyor bu derseniz, birkaç yıl öncesine şöyle bir bakmamız gerek; yalnız önceden söyleyelim, “Baş” olmak çok hafif kalacak; çünkü, AKP Düzce Milletvekili F. Aslan, “2014” yılında Düzce’de yaptığı bir konuşmada, Erdoğan için, “Allah’ın bütün vasıflarını taşıyan bir lider!” demişti... Ve Erdoğan’dan hiçbir ses, seda çıkmamıştı... 
Ve bugün de, AKP’li Belediye Başkanı Dursun Ay’ınErdoğan için, Düzce’nin caddelerindeki billbordlara, “Ümmetin Lideri!” afişleri astığını, CHP Milletvekili Mahmut Tanal açıklamıştı. (Aydınlık, 21.1.2018) 


Ayrıca değerli dostlar, Erdoğan’a ülkesinde verilen bu “dinsel unvanları”, Vatikan ziyareti sırasında, “İtalyan basını” da dikkate almış ki, “Erdoğan, çeşnicibaşısıyla birlikte, ‘150’ kişilik heyetle, Roma’ya bir ‘Sultan’ gibi geldi!” diye bildirmiş... 

Koskoca İtalyan basını, “Sultan”ın, daha doğrusu, “Osmanlı Sultanı”nın, aynı zamanda “Halife” olduğunu da bilir herhalde; kuşkusuz “Papa Franesko”da... 
İtalya’da böyle karşılanan Erdoğan, Türkiye’ye dönüşte iyice coşacak -hep yaptığı gibi- yine bir şiir okuyacaktı; ülkenin şu gündeminde, şiirin içeriği “yiğitlik” olmalıydı, seçtiği ya da seçilip önüne konanı, AKP’nin İstanbul İl Başkanlığı’nda yapılan toplantıda okudu (10.2.2018) ve şiiri, çok ünlü olan şu dörtlüğüyle: 
“Akın var 
güneşe akın! 
Güneşi zaptedeceğiz 
güneşin zaptı yakını!”la noktaladı; ne şiirin, ne de şairinin adını söyledi; yalnızca “o malum şairin!” demekle yetindi; oysa okuduğu şiiri yazan, dünya çapında ünlü şairimiz, “Nâzım Hikmet Ran”dı... 

Ayrıca ortada -hadi “absürd” demiyelim-“garip” bir durum var, Erdoğan’ın seslendirdiği bu şiirde, gerçek bir savaşı belirten mısraların, sözlerin varlığının ülkenin gündemine uygun bulunduğu besbelli. Ne var ki, şairin ortaya koyduğu bu savaş, “emekçiler”in savaşımı, onların mücadelesi için... 

Nâzım Hikmet, “emekçilerin, emeğin savaşını”, “Kapitalizm’e karşı mücadelesini” dile getiriyor, “tüm dünya emekçileri adına!”... 

Kısacası, Erdoğan’ın bu şiiri, işçilerimizin, emekçilerimizin yaptığı toplantılarda okuması gerekir; yoksa “gülünç” bir durum oluşabilir... 

“Hata” bu şiirin içeriğinde değil kuşkusuz; okuyanda; daha doğrusu bu şiiri seçende, seçenlerde(!)... 

“Yazı burada noktalanmalı” diyorsam da, Nâzım Hikmet’in, emekçilere bir iki seslenişini daha anımsayalım; açlıktan, çaresizlikten, işsizlikten ne acıdır ki kendini yakanların çoğaldığı bu günlerde; ama yine de, Nâzım’ın “haklı” olduğu, şu dizelerden başlayarak: 
“Ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer” (...) 
“Kabahat senin, 
demeğe de dilim varmıyor ama 
kabahatin çoğu senin canım kardeşim”... 
“Gocuklu çoban kaldırınca sopasını 
Sürüye katılıverirsin hemen” 


Nâzım’dan bu yana, bugün, “gocuklu çoban”ın yapısı, durumu (yeri) çok değişti, “devletin tepesine oturan”dan, emekçinin, emekçilerin içine, arasına çöreklenene! değin... 

Ama yine de, “Biz topraktan, ateşten, sudan doğduk! (...) Neş’emiz sıcak! Kan kadar sıcak,” demeyi de unutmamalı... Kuşkusuz, “yok edin insanın insana kulluğunu” davetini de... 

Ülkemizin, bütün topluluğumuzun, tüm halkımızın, en çok ihtiyacı olan, “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür”, “ve bir orman gibi kardeşçesine”, “bu hasret bizim” çağrısını da... 
Bu “hasret”i duymayıp, kenara itenler, Nâzım’ı, anamazlar! 

Anmaya kalkışırlarsa, ortaya “gülünç” bir “durum” çıkar; daha yerinde bir söylemle “dökülür, saçılır!”... 


Bilmem katılır mısınız?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

ABD’ye emperyalist diyorsanız ona göre davranacaksınız - İLKER BELEK

Amerika emperyalist bir devlet. Bunu en iyi biz biliriz ve kendimizi bildik bileli kendisiyle ilişkimiz bu gerçeğe göredir:
6. Filoyu denize dökerken, İncirlik’in kapatılmasını ve NATO’dan çıkılmasını talep ederken, bağımsız bir kalkınma yolunu savunurken, uluslar arası emperyalist mali kuruluşlarla ilişkilerin kesilmesi gerektiğini ileri sürerken, “ABD Ortadoğu’dan defol” derken, her daim böyleydi. 

ABD emperyalist hiyerarşinin tepesine yerleştiği dönemden beri karakterini hiç gizlemiyor. Suç dosyası kabarık. Hiroşima’da, Nagazaki’de, Vietnam’da, Kore’de işlediği insanlık suçları, sosyalizm yıkıldığından beri sergilediği saldırganlık, vb, hepsi ne olduğu hakkında hiç şüpheye yer bırakmayacak derecede açık olan kanıtlar.

Peki hal böyleyken bizim düzen partilerinin konumlanışı nasıl? Ağızlarından şimdiye kadar ABD’yi, batıyı, AB’yi eleştiren ve Türkiye’nin yeni bir iktisadi siyasi doğrultuya yerleşmesi gerektiğini savunan herhangi bir laf çıktı mı?

NATO’yu, IMF’yi, Dünya Bankası’nı, AB’yi, özelleştirmeleri reddeden tek bir kelime ettiler mi şimdiye dek?

Hayır.

Bizde AKP ve CHP de dahil, iktidarından, muhalefetine bütün düzen yapıları batı ve kapitalizm hayranıdır. Muhafazakar partilerin dönem dönem ortaya koydukları batı karşıtlığı yalnızca görünürdedir ve siyasetin dinselleştirilmesi amacını taşır. Sosyal demokratlık yapanlar ise zaten muhalif siyasetlerini gerici iktidarlara karşı batıyı savunmak üzerine kurarlar.

Neden mi? 

Hepsi kapitalist ekonomi tutkunu oldukları, özel mülkiyeti, piyasayı, patron sınıfının çıkarlarını savundukları ve bu sınıfla organik bağlantılar içinde oldukları için.

Piyasa düzenini ABD temsil eder ve düzen partilerinin tamamı piyasa ekonomisi içinde tutunabilmek, piyasalardan para tırtıklayabilmek için ABD başta olmak üzere batının büyük merkezleriyle iyi geçinmek gerektiğini gayet iyi bilirler.

Kapitalizm kumarhaneleştiğinden, yani ülkeler sıcak paraya bağımlı hale geldiklerinden beri bu bilinç hali daha da gelişti.

Emperyalistlerin isteklerini yerine getirmek bakımından Demokrat Parti’nin, ANAP’ın ve AKP’nin eline hiç kimse su dökemez.

Demokrat Parti İngiltere ve Fransa Mısır egemenliğindeki Süveyş kanalını işgal etmeye çalışırken de (1956), Cezayir’in bağımsızlık talebi için (1957) “çekimser” kalırken de emperyalistlerin yanındaydı. ANAP Amerikancı bir darbenin hemen sonrasında iktidara geldi ve “ihracata yönelik kalkınma” diye Türkiye’yi sanayisizleştirdi. AKP döneminde ise her şey çok aleniydi ve O BOP’un eş başkanı olarak atandığını gizlemeye bile gerek duymadı.

Şimdilerde AKP’nin ABD’nin emperyalist karakterinin farkına varmış olduğu söylenebilir mi?

ABD YPG üzerinden Suriye’yi bölüyor. Kuzeyinde bir Kürt devleti kurmayı neredeyse başarmış durumda. Silah, para, asker elinde ne varsa Rojava’ya akıtıyor.
Bütün bunlar AKP’nin ABD’nin emperyalist olduğu gerçeği hakkında aklının başına gelmesine yaramış mıdır?

Görünürde evet. Ama yalnızca görünürde, retorik düzeyde. AKP ABD’nin YPG’ye verdiği desteğe çok söyleniyor. Afrin operasyonunu Kürt devletleşmesini engellemek üzere gerçekleştirdiğini ileri sürüyor. Bu operasyonun Türkiye’nin bölünmesini engellemek açısından tek çare olduğunu savunuyor. (Nereden nereye. Bir dönem YPG başkanı Salih Müslim’in bir ayağı Ankara’daydı.)

Ama bütün bunlar yalnızca laf salatası. 
Neden mi? 
Çok basit. Çünkü aynı AKP, uzun süredir ABD’ye YPG ile değil, kendisiyle işbirliği yapmasını öneriyor. Hatta hükümetin bazı üyeleri YPG’ye sunmakta olduğu destek nedeniyle ABD’ye ağza alınmayacak laflar eder ve suratına okkalı bir Osmanlı tokadı nakşetmekten söz ederken, aynı anda başka üyeleri stratejik müttefikliğin gereği olarak mevkidaşlarıyla samimi telefon görüşmeleri gerçekleştiriyor.

ABD ise işine bakıyor. AKP’nin Afrin’e girmiş olması savaşın Rusya’nın denetimindeki bölgeye taşınmasına yaradı, ABD bu şekilde Suriye’de yeniden inisiyatif kazandı, Afrin operasyonu sayesinde Kürtler ABD’ye daha bir yakınlaştı. AKP ise emperyalizmle savaş diye ancak milliyetçiliği harlıyor. Türk ve Kürt milliyetçilikleri yalnızca ABD’nin böl-parçala-yönet stratejisine destek sunuyor.

Güya hesapları Kürt koridorunu engellemek noktasında ne denli kararlı olduklarını göstermek. Akıl dışı. Bu hesap yalnızca ABD’nin Kürtlerden tamamen vazgeçme ihtimali söz konusu ise gerçeklik payı taşır. Böyle bir ihtimal yok. Yok ve daha da ötesinde AKP’nin aslında ne denli işbirlikçi bir yapı olduğunu ortaya çıkaran bir stratejidir. Diyor ki: “Suriye’yi ikimiz bölelim, Deyrez Zor petrolünü senin adına ben işleteyim, YPG de neymiş”.

ABD Kürtlerden vazgeçmez. ABD’nin Kürtlerle kurmakta olduğu ilişki yapısal nitelikte ve uzun dönemli bir perspektife dayanıyor. Bu perspektifte her somut olayda ortaya çıktığı gibi İsrail de yer alıyor. ABD AKP’ye “sen de gel, ama benim kurallarımla” diyor.
Diyor ama, ABD’nin perspektifi içinde Türkiye’de de aynen Irak ve Suriye’de olduğu gibi bir Kürt devletleşmesi de yer aldığı için, AKP’nin bunca yaşanandan sonra bu teklifi kabul etme zemini neredeyse bulunmuyor.

Emperyalizm açısından bölgeyi istikrarsızlaştırmak en önemli kazanımlardan birisidir. İşte şimdi AKP her yaptığıyla bölgeyi emperyalizme teslim eden, emperyalizmin Türkiye’ye müdahalesini davet eden işler çeviriyor.

Ne yapılmalıydı biliyor musunuz? 

Suriye’de emperyalizmin tetiğini çektiği bu insanlık dışı savaşta hiç çekincesiz Suriye’nin bütünlüğü ve iç işlerine karışmama ilkesi savunulmalıydı.
ABD ile mücadeleyse, ABD emperyalistse işte bu yapılmalıydı, O’nun işgali yanında değil karşısında yer alınmalıydı. 

İlker Belek / SOL

Abdülhamid’i anlamak için: Kanun-i Esasi, tarihimizin neresinde? - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

Ölümünün 100. yılında “Sultan Abdülhamid’i Anlamak” konulu 10 Şubat toplantısında Erdoğan’ın yaptığı konuşmadan:

Birileri ısrarla bu ülkenin tarihini 1923’ten başlatmaya çalışıyor. Birileri inatla bizi, köklerimizden, kadim değerlerimizden koparmaya gayret ediyor. Bunlara göre Türkiye Cumhuriyeti, köksüz, tarihsiz, nevzuhur bir devlettir. Tarihe seçici bakmak, hele hele belli dönemleri ideolojinin o dar kalıplarına hapsetmek, kişinin kendisine ve milletine yapabileceği en büyük ihanettir. Şüphesiz tüm milletlerin tarihlerinde şanlı zaferler yanında hezimetler, yıkımlar, kan ve gözyaşıyla yoğurulmuş dönemler, hadiseler de vardır. Çünkü bir milleti var kılan, ona hafıza ve karakter kazandıran olayların bütünüdür. Bizler, hiçbir ayrım yapmadan tarihimizle iftihar ediyor, gurur duyuyoruz … Sultan II. Abdülhamid’e ve mirasına tarafsız, önyargısız ve ahlaklı bir şekilde yaklaşabilenler için ortada gerçekten göz kamaştırıcı bir hazine vardır.”

Tarih, anayasasız anlaşılabilir mi?
Kökleri, Tanzimat’a veya Sened-i İttifak’a götürülse de, sözcüğün teknik anlamında anayasa tarihimiz, Kanun-i Esasi ile başlar; yani 2. Abdülhamid ile. Doğru, Abdülhamid dönemine yanlı yaklaşılıyor; ama kendilerini, ‘O’nu göklere çıkarma misyoneri’ olarak görenler, ne ölçüde tarafsız bir bakış açısına sahip? Kanun-i Esasi ve Tanzimat döneminde başlayan eğitimde laikleşme ve modernleşme ile ne ölçüde uyumlular? Bu yazıda, ‘anayasal yurttaşlık’ bilgisi ile yetinilecek.

İşte, 3 Kasım 1839’dan 16 Nisan 2017’ye, anayasa tarihimizin seyir defteri:
15 başlıkta yurttaşlık bilgisi
1- Kavanin: Modern anlamda kanun vurgusu, 3.11.1839 tarihli Gülhane Hattı Hümayunu ile yapıldı. Tanzimat döneminde kanunların kurullar ve danışma meclisleri yoluyla hazırlanması ilkesi benimsendi.
2- Kanun-i Esasi (KE): 3 Aralık 1876 tarihli KE, 16 kişilik komisyon tarafından yazıldı. İlk Osmanlı parlamentosunu açış konuşmasında Abdülhamid, ‘uygarlıkla demokratik yasama ilkesi’ arasında bağ kurdu: Yasaların herkesin oy ve görüşlerine dayalı olarak çıkarılması, uygar devletlerin ayırt edici özelliğidir (19 Mart 1877). Çift meclisli yapısıyla ilk kez parlamentoyu kuran KE, devlet başkanlığı ve hükümet ayrışması yapıyor; erkler ayrılığı yolunda ilk adımı atıyor. Padişah’ın yetkileri, meclisi tatile gönderme dahil, madde 7’de sayılıyor.
3- 2. Meşrutiyet: 23 Temmuz 1908’de yine Abdülhamid, 2. Meşrutiyet’i ilan ederek KE’yi yeniden yürürlüğe koydu. 8.8.1909’da KE’nin 21 maddesi değiştirildi. 2. Meşrutiyet’in iktidarın düzenlenişi bakımından somut katkısı, erkler ayrılığı ilkesini ve parlamenter rejimi getirmiş olmasıdır.
4- Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (TEK): 20 Ocak 1921 tarihli TEK, 23 maddeden oluşuyor ve KE’nin TEK ile çelişmeyen hükümleri yürürlükte sayılıyor. TEK’e göre, “Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur.” Bu nedenle öngördüğü yönetim şekli, ‘Meclisi Hükümeti’ olarak adlandırılır.
5- Teşkilat-ı Esasiye Kanunu: 20.04.1924 tarihli TEK’e göre; yasama yetkisi ve yürütme kudreti, BMM’de toplanıyor. Meclis, yasama yetkisini bizzat, yürütme yetkisini ise kendi seçtiği Cumhurbaşkanı ve onun tayin ettiği icra vekilleri eliyle kullanır. Meclis, hükümeti her an denetleyebilir ve düşürebilir.
6- 1961 Anayasası: 9 Temmuz halkoylaması ile kabul edilen Anayasa, erkler ayrılığını klasik parlamenter rejim ekseninde öngördü; normlar hiyerarşisinin zirvesinde yer alan Anayasa, normatif değer ile teçhiz edildi.
7- 1971 değişikliği: “Anayasa, topluma bol geldi” sloganı ile sıkıyönetim ortamında hak ve özgürlükleri sınırlandırmak ve yürütmeyi güçlendirmek amacıyla değiştirildi.
8- 1982 Anayasası: 7 Kasım halkoylaması ile kabul edilen Anayasa, parlamenter rejimin temel düzeneklerini korumakla birlikte, ‘güçlü yürütme’ ve ‘sınırlı özgürlük’ anlayışını yansıttı.
9- 1987 değişikliği: Siyasal yasakların kaldırılması ve siyasal hakların genişletilmesi yönünde ilk adım oldu.
10- 1995 değişikliği: Toplu özgürlükler alanında kayda değer iyileştirmeler yapıldı; demokratikleşme adımları pekiştirildi.
11- 2001 değişikliği: Hak ve özgürlük güvenceleri pekiştirildi; yönetim mekanizmasında askerlerin yeri sınırlandı.
12- 2004 değişikliği: İnsan hakları uluslararası hukukuna somut açılım sağlandı.
13- 2007 değişikliği: Cumhurbaşkanı’nı seçme yetkisi, TBMM’den alındı; halka verildi.
14- 2010 değişikliği: AYM ve HSYK yeniden yapılandırıldı. (Çok geçmeden AK Parti, yanıltıldığını beyan etti). AYM önünde bireysel başvuru, başlıca katkısı oldu.
15- 2017 değişikliği: Yürütme (doğrudan)-yasama(dolaylı) ve yargı (güdümünde) yetkileri, tek bir kişiye verildi. Beş ayrı kategori kararname yetkisi ile donatılan kişi; Cumhurbaşkanı, Devlet Başkanı, Devletin Başı, Parti Başkanı ve Başkomutan olmak üzere yine beş unvana sahip kılındı.

Siyasal ve anayasal tarih bütünlüğü
Tanzimat-Meşrutiyet-Cumhuriyet çizgisinde uzun bir evrimin sonucunda şekillenen siyasal ve anayasal tarihimiz, demokratik hukuk devletinin ortak kavramları ile örülü: Erkler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, anayasal denge ve denetim düzenekleri, yöneticilerin hesap verebilirliği (görev+yetki+sorumluluk), devletin insan hakları karşısındaki yükümlülükleri (saygı+koruma+geliştirme) vb.

Bunların bütünü, ‘anayasal kimlik’ olarak ‘ulusal kimlik’ kavramının temel taşları. Temel taşların atılmasında, 3. Selim ve 2. Mahmut kadar, 2. Abdülhamid’in de katkısı var.

Ne var ki, 16 Nisan metni, sadece anayasa tarihimize yabancı değil, anayasanın öncülü olan kanun kavramını bile parçaladı. 

Sonuç olarak, 1876, ‘göz kamaştırıcı’ bir metin olmasa da, 16 Nisan 2017 metni, ilk kazanıma açıkça ‘ihanet metni’. 

Doğru, tarih bütün olarak okunmalı; ancak, siyasal ve anayasal gelişmeler göz ardı edilerek hiç okunmaz. Neyse ki halkımız, tarihe ihanet anlamındaki anayasal işlem ve eylemleri olduğu kadar genel tarih karartmalarını fark edecek birikime sahip…

 İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

Hem “kullanışlı”, hem “oynar başlıklı” yazarlar - BÜLENT MUMAY

Evine ekmek götürmek, çocuğunu okutabilmek için bir dönem orada yazmış çizmiş birkaç ismi tenzih ederek gireyim. 

Ama Türk matbuatında Taraf yazarları yüzsüzlüğü diye bir şey var. Hani Babıâli için “p… tarlası” derlerdi ya meslek büyüklerimiz… Belli ki Taraf’ın bu anlamda toprakları epey “mümbit”miş...

Taraf Gazetesi’nde vakti zamanında kalem oynatmış birilerini, “kullanışlı aptal” diyerek bir kenara koymak epey güç. Saray’daki üniversite arkadaşlarına rağmen kullanılıp kenara atılan Converse’li genç siviller de oldu aralarında... Ama hâlâ kullanışlı olduklarını düşünenler var ki, oynar başlıklı bazı kalemleri tekrar tekrar kullanmaya devam ediyorlar.

Neredeyse kendini tutuklatmış!
Bari eski herzelerini hatırlatacak şeyler yazmasalar. Nasılsa unutulur edasıyla dün ak dediklerine bugün kara demeseler bari... Edebinizle oturun da, kirli sicilinizi kimseler deşip yeniden yüzünüze vurmak zorunda kalmasın...

Cemaat ile iktidarın yolları ayırmasından sonra Taraf’tan Akşam’a ışınlanan Kurtuluş Tayiz, dünkü yazısında İlker Başbuğ’u diline dolamış... Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Afrin siyasete malzeme edilmesin” diyen Başbuğ’u eleştirdi ya... Hemen emir telakki ederek kalemini eline almış, 13 yıl PKK üyeliğinden yatan Tayiz:
“FETÖ’nün Genelkurmay Karargahı’nı ele geçirdiği dönemde İlker Başbuğ, Genelkurmay Başkanı’ydı. FETÖ’nün oynadığı oyunlara, çevirdiği dolaplara aklı ermeyince talihsiz bir şekilde gözünü hapishanede açmıştı. Dönemin Başbakanı Erdoğan, FETÖ’yü tarumar etmeseydi hapishane kapıları ona ömür boyu açılmayacaktı...”

“Yüzyılın davaları” 5 yıl sürmedi
Aklı sıra FETÖ’nün güçlenmesinin faturasını Başbuğ’a kesiyor. Hükümetin o dönem “savcılığını” yaptığı, FETÖ’cülerin kumpas davalarından 26 ay hapiste yatan Başbuğ’dan söz ediyor! 
Adama sormazlar mı? 
FETÖ’cüler bu operasyonları yaptığında, yazı işleri müdürlüğü yaptığın Taraf Gazetesi neye hizmet ediyordu? Başbuğ’un tutuklandığı tarihe atıfla “6 Ocak 2012: Saltanatın Kaldırılması” başlığını hangi gazete attı? Kendi köşende, kumpas davası için “tarihin en büyük davası” demedin mi?

Arşivler ortada... Ama unutmuş olabilirsin. İstersen o dönemki yayın koordinatörün, şimdinin AKP Milletvekili Markar Esayan’a sor. Şimdilerde aynı şeyi söylemeyebilir, iyisi mi o dönem Taraf’ta yazdığı köşeye bak:
“Başbuğ’un yargılanıyor olması ile yaşanan şey, üstünlerin hukukundan hukukun üstünlüğüne önemli bir geçiş denemesidir. (...) Ergenekon, Balyoz, internet andıcı gibi davalar, yüzyılın davalarıdır.”

“Askeri vesayet yıkılıyor” korosu
Taraf’ın “mümbit” topraklarından Sabah’a terfi eden Melih Altınok’a da sorabilirsin Başbuğ’un tutuklanmasını. Bak, hemen ertesinde ne yazmıştı: “Hakkında çok ciddi ithamlar delilleriyle ortaya konan bir generalin hukuka uygun yargılanması rövanş tartışmasını gündeme getirir mi? Ayrıca Başbuğ’un işkencede etlerinin lime lime edilmeyeceğini de biliyoruz, içimiz rahat..”

Başbuğ’a operasyonun Gülenciler tarafından yapıldığını söyleyenlerle de dalga geçiyordunuz. Taraf’tan Saray kontenjanından Türkiye Gazetesi’ne, oradan sürülünce Hoca’nın Karar’ına geçen Yıldıray Oğur, “Her manşetin arkasından cemaat çıkarılıyor” diye cıkcıklanıyordu.

Başbuğ’un tutuklandığı davayı şöyle tanımlıyordu: “Şu ana kadarki en somut delillere dayanan, askeri vesayetin günlük rutinini teşhir etmiş, en ciddi ve en çok itirafın yer aldığı bir soruşturmadan söz ediyoruz.”

Başbuğ’un tutuklanmasına yönelik eleştirileri yapanlarla da dalga geçmeyi de ihmal etmiyordu: “Nedir bu Başbuğ melodramının sebebi? Yoksa paşamıza haksızlık yapıldı da bizim mi haberimiz yok?”

Taraf alabora olunca yandaş basına bir bir iliştirilen yandaşlara tavsiyem... Herkesi kör, âlemi sersem sanmayın... Ya eski günahlarınızı hatırlatacak toplara girmeyin ya da acilen geçmişinizin külliyen silinmesi için BTK’ya başvurun.

                                                                  *****
Aydınlık’ta ilginç sansür
FETÖ’cülerden mağdur olanların bazıları, bunlara izin verenin o dönemki siyasetçiler olduğunu unutuyorlar... Bir tür Stockholm sendromuna tutulmuş haldeler, bugün iktidara yaslanarak –doğal olarak önce FETÖ’yü- ardından da tüm muhalifleri sopalıyorlar.

Kumpas davalarından içeri atılan Doğu Perinçek ve gazetesi Aydınlık’ta da durum farklı değil. 
15 Temmuz’dan sonra izlenen siyaseti Perinçek bizzat “Kemalist devrimin önü açılıyor” diye tanımlıyordu köşesinde. “Son 70 yılın en iyimser dönemi”ni yaşıyorduk, yaşananlar da “Atatürk devrimlerine yönelmenin sancıları”ydı.

Bir sancı olduğu doğru ama Atatürk devrimlerine doğru yönelmeden kaynaklanmadığı aşikar... 
Neyse, biz konumuza dönelim...
28 Şubat dosyasının yeniden ısıtılması ve hükümetin Esad’la temas kapılarını tamamen kapatması gibi meseleler, Aydınlık ile iktidarın arasını açamadı. Rusya ortak paydasından herhalde, iktidar cephesinden CHP’ye saldırmaya devam ediyorlar. Yandaş gazeteler kadar acımasız başlıklarla, iktidarın ekmeğine yağ sürecek köşe yazıları kaleme alıyorlar.

Perinçek, “Afrin’de PKK’ya CHP kalkanı” başlıklı yazısında aynen şunları yazdı: “CHP yönetiminin tavrı çok açık. Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK terör örgütünü temizlerken, CHP her durumda bölücü terörün koruyucusu durumundadır.”

Aynı gün, Aydınlık Gazetesi’nde ne yoktu biliyor musunuz? 


Kılıçdaroğlu’nun meclis grup toplantısı... Hani Cumhuriyet’in dün “Kılıçdaroğlu’nun siyasi tarihinin en sert konuşması” diye tanımladığı açıklamalardan tek satır yoktu. FETÖ’yü de, PYD’yi de, iktidarı da yerden yere vurduğu konuşması...  Erdoğan’ın “Osmanlı tokatlı” grup toplantısı ise politika sayfasının manşetiydi. MHP ve HDP’nin grup toplantıları da vardı. Ama CHP’ye sayfalarında yer yoktu.

Neyse, Kemalist devrim böyle gelecek demek ki. Hayırlısı...

Bülent Mumay / BİRGÜN

Stalin’in Ölümü - Nilgün Cerrahoğlu

“Stalin öldüğünde 13 yaşındaydım” diyerek anlatıyor “Stalin’in Ölümü” filminin Moskova’da kaçak gösterisine giden Ruslardan biri: 
“Bize vaktiyle Stalin’in tanrı olduğunu söylemişlerdi. Gorbaçov göreve gelince onun bir katil olduğunu ilan ettiler. Şimdi (Putin yıllarında) bize yeniden ne büyük olduğunu anlatıyorlar!” 

Tıpkı bizde olduğu gibi, tarihin asla geçmediği, mütemadiyen araçsallaştırıldığı ve dünün bugünle, bugünün dünle karıştırıldığı ülkelerde; “tarih” kil gibi, kimin eline geçerse ona göre şekillendiriliyor. 

Dünyanın en kanlı diktatörlerinden biri olarak nam salan Stalin örneği, tipik bir misal. 
Yaşadığı dönemde kendisi “tanrı” gibiymiş. Ama daha Gorbaçov’a kadar kalmadan, Stalin’in hemen arkasından gelen Kruşçev döneminde bile Stalin’in “despotlukları”“beyaz sayfa açmak” adına (meşhur 20. Komünist Parti kongresinde!) afişe edilmiş. 
Stalin’in kimliği özetle aslında kendi ülkesinde bir sır değil. Çoktan deşifre olmuş. 
Ama gelin görün ki “diktatör” bugün ülkesinde yeniden kahramanlaştırılıyor. 
2010’lara girerken bunu Moskova’ya son gittiğimde fark etmiştim. 
Ortalık Stalin hayranlığından geçilmiyordu... 
 
Masallaşan tarih 
İşin garibi, Stalin hayranlığı ile Sovyet devriminin yıktığı son Çar II. Nikola hayranlığının atbaşı gitmesiydi. 

Burnunun ucunu, yaklaşan Sovyet devrimini göremeyen, Rasputin’in elinde oyuncak olan son Çar, Çarlık döneminin görkemi ile özdeşleşirken; Stalin de gulaglarıyla değil, II. Dünya Savaşı’nda zafer kazanan ve Sovyetler’i “süper güç” yapan kahraman olarak anılıyordu. 

Dünya siyasetinde tekrar Rusya’yı “süper güç” kılmak isteyen Putin, şimdi bu nedenle Stalin’in anısını temize çekiyor. Okul kitaplarından Stalin’in suçları temizleniyor. O dönemi yaşamamış, hafızası zayıf Ruslar arasında yepyeni bir Stalin popülaritesi pompalanıyor.

Öyle ki yapılan kamuoyu yoklamalarında Stalin, Rusya’yı bırakın, dünya tarihinin gelmiş geçmiş “en müstesna şahsiyeti” olarak işaretleniyor. 

Tarih bu kerte alakart bir seçicilik ve propagandayla tekrar dizayn edildiğinde,  Napolyon’un dediği gibi kolayca “masal” kıvamına getirilebiliyor. 
Tüm bu nedenlerle bu kışın işte en konuşulan filmlerinden olan “Stalin’in Ölümü”, bir-iki kaçak gösterim dışında, Rusya’da vizyona giremedi. 
Putin ve çevresi, Sovyet döneminden sonra ilk kez bir filme yasak koydu. 
Filmin ne denli hassas bir damara girdiğini buradan hesap edin. 


Filmin “tarihi sembolleri ayakaltına aldığını” iddia eden ve işi, yapıtın “Rus karşıtı bir Batı komplosu” olduğunu söylemeye dek vardıran Kremlin’e yakın kültür çevreleri ile Duma’nın temsilcileri; yaşadığımız internet çağında bu acayip “yasak kararını” aldırmayı başardılar. 
 
‘Terörist doktorlar’ ‘gulag’a gidince 
Bunca büyük patırtının ardından filmi görmek farz oldu. İtalya’da vizyona girer girmez önüme çıkan ilk sinemada “Stalin’in Ölümü”nü izledim. 
Rahatça sezonun en iyi filmlerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Mizahı süper. Konunun Rus düşmanlığı ile alakası yok. Yalnız “diktatörlük” hicvedilmiş. Ve sonuna dek “iktidar yalakaları” ti’ye alınmış. 
İlk sahne bir Mozart konseri ile açılıyor. 
Meğer Stalin, Mozart’ı çok severmiş. 
Stalin ani kararla konser salonuna telefon edip bu konserin bir kaydını istiyor. 
Bitmekte olan konserin ise kaydı yok, yapılmamış. Yetkililerin korkudan eli ayağı dolaşıyor. 
Sokaktan rastgele adam toplayıp boşalan salonu tekrar dolduruyorlar. 
Piyaniste yeniden çalması için “rüşvet” veriyorlar. Namlu ucunda yeni bir orkestra şefi bulup getiriyorlar. Kayıt yapılıp Stalin’e ulaştırılıyor. Ama Stalin bunu dinleyemiyor. “Küt”, beyin kanamasından düşüp yere seriliyor. 
Bundan sonrası ayrı pantomim... 
“Doktor çağıralım!” dendiğinde.. çağrılacak doktor bulunamıyor. 
Çünkü -bu sahiden olmuş!- belli başlı doktorların hepsi, “Siyonist terör örgütü üyeliğinden” ya hapse tıkılmış ya gulaglara gönderilmiş. 
Nihayet diktatörün ölümü kesinleştiğinde, bu defa da çekirdek kadroda, kıyasıya iktidar kavgası başlıyor. 
İç kabinede kimse birbirine güvenmiyor, herkes birbirinden nefret ediyor ve herkes ikbal peşinde koştuğundan kimse Stalin’in ölümüne üzülmüyor. 

Korku imparatorluğunu, iktidar yalakalığını ve ikiyüzlülüğünü “mizahla” bundan iyi anlatan bir film olamaz.
 
Mutlaka görün.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Sonuçları önceden belli seçimler... - ERGİN YILDIZOĞLU

Mısır’da 26-28 Mart’ta yapılacak başkanlık seçimlerini kastediyorum. Yakın gelecekte Türkiye içinde söylenebilir ama bu başka bir yazının konusu. 
Mısır’da başkanlık seçimlerine, medya, internet ve genelde muhalefet üzerindeki ağır baskılar altında gidiliyor. Muhalefetin adayları, tutuklanarak ya da çekilmeye zorlanarak tasfiye edildiler. Böylece, halen iktidardaki devlet başkanı Sisi’nin zaferi kesinleşti. Bu durumda, muhalefeti oluşturan çeşitli akımlar, bu koşullarda, serbest ve adil biçimde gerçekleşmeyeceğini ileri sürerek, seçimleri boykot etmekten söz ediyorlar. 
 
Mübarek - Mursi - Sisi 
2011’deki Tahrir Meydanı İsyanı, Mısır’ı 30 yıldır baskıcı bir rejimle, neo-liberal ekonomi politikalarıyla, esas olarak da orduya dayanarak yöneten Hüsnü Mübarek’i istifa etmeye zorladı. 

Mısır toplumunda, ekonomisinde çok özel ayrıcalıklara sahip ordu, kendi iktidarının sallanmasını göze almak yerine Mübarek’i çekilmeye zorladı. Böylece, başlayan “demokratikleşme süreci” içinde, genel seçimler ve başkanlık seçimleri, demokratik muhalefetin yeşermesine, hazırlanmasına olanak tanınmadan aceleyle yapıldı. Bu koşullarda Mısır toplumunda ordudan sonra en örgütlü grup olan Siyasal İslam, Müslüman Kardeşler’in liderliğinde parlamentoda çoğunluğu alırken, Başkanlığı da Müslüman Kardeşler’in adayı Mursi kazandı. 

Devletin, yürütme, yasama organlarını ele geçiren Müslüman Kardeşler toplumun geri kalanının demokratikleşme beklentilerini, çözülmesini arzuladıkları ekonomik sorunları bir kenara bırakıp devleti, toplumu, kendi özgün çıkarlarına uygun biçimde dönüştürücü dinci yasaları tasarlamaya ve meclisten geçirmeye öncelik vermeye başladı. Tahrir İsyanı’nı gerçekleştiren halk güçleri 2013 yılında yeniden sokaklara döküldüler. Müslüman Kardeşler iktidarının, kendi ayrıcalıklarını da tehdit etmeye başlamasından rahatsız olan ordu, bu ortamda, General Sisi önderliğinde bir darbe gerçekleştirdi. Darbeyi ABD destekledi.
 
Darbe yalnızca Müslüman Kardeşler’e değil, tüm muhalefete yönelik baskıcı bir rejimi derinleştirerek restore etmeye başladı. 26-28 Mayıs 2014’te yapılan başkanlık seçimlerini Sisi ezici çoğunlukla kazandı. Sisi döneminde devlet organlarındaki tasfiyeler, muhalefet üzerindeki baskılar hızlandı. Son verilere göre siyasi tutuklu sayısı 60 bini aştı. 8 bine yakın sivil, askeri mahkemelerde yargılandı, 2 bin 332 kişi ölüm cezasına çarptırıldı. Yüzlerce kişinin seyahat özgürlüğü kısıtlandı. 500’e yakın internet sitesi kapatıldı, 60’a yakın gazeteci yazar tutuklandı, 17 yeni tutukevi inşa edildi. 
Ekonomik neo-liberal uygulamalar, politikalar hızlandı. Bu sırada ordunun ekonomik ayrıcalıkları, mali sektörü, endüstriyi kapsayacak biçimde genişledi. 
 
Boykot  ama nasıl?.. 
Sisi’ye karşı yarışacak, hemen hepsi ordu içinden gelen başkan adayları çeşitli iddialarla ya tutuklandı ya da çekilmeye zorlandı. Adaylık başvurusu için tanınan süre biterken, Sisi’yi destekleyen küçük bir partinin başkanı göstermelik bir aday olarak yarışa sokulunca muhalefet boykottan söz etmeye başladı. 

Rejimin sözcülerinin, rejimin elindeki dini kuruluşların, boykotun şeriata, milli çıkarlara aykırı olduğuna ilişkin açıklamaları, muhalefetin de birlik kurmaktan çok uzak bir yapıda olması, Sisi’nin zaferini garanti ediyor. 

İslamcı akımların oluşturduğu Güçlü Mısır Partisi, Sisi’ye karşı olan herkesle ittifak kurmaya hazır. Ancak seküler demokrat ve sol akımlardan oluşan, Demokratik Hareket, bir kez canı yandığı için İslamcı Partilerden uzak duruyor, Mursi’yi desteklemiş olan, sol liberallere ve Devrimci Sosyalist Örgüt isimli gruba güvenmiyor. Böylece, ortak bir muhalefet cephesi oluşamıyor. Mısır halkı da sonuçları daha şimdiden belli bir başkanlık seçimine doğru zorla sürükleniyor. 

Yaklaşan seçimler söz konusu olduğunda, Türkiye’de de benzer bir durum söz konusu. Bir farkla ki (biraz iyimserlikten zarar gelmez), muhalefetin kendini toparlayarak AKP-Siyasal İslam iktidarının kurduğu oyunu bozması için henüz vakit çok geç değil.

Ergin Yıldızoğlu/CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -27 Haziran 2025-

Bakırhan'dan Chatham House'da Kürt sorunu değerlendirmesi: 'İngiltere'nin özel bir konumu var' Chatham House’da konuşan ...