Şempanzeden öğren insanlığı! - TAYFUN ATAY

National Geographic Channel, Dian Fossey'den sonra Jane Goodall'ın da belgeselini önümüze koyuyor. Her iki isim, antropoloji, özellikle biyolojik-antropoloji bünyesinde çalışanların aşina olmaması imkansız iki primatolog, yani “maymunbilimci”... Birincisi, Amerikalı Dian Fossey, ömrünü gorillerin yaşamını incelemeye, onların temsilcisi olmaya, geleceğini kurtarmaya adadı ve bu adanmışlığın bedelini hayatıyla ödedi; goril avcıları tarafından katledilerek...


Diğeri, Britanyalı Jane Goodall ise ömrünü şempanzelere adadı, onların sözcülüğüne, savunuculuğuna soyundu. O, Fossey'den daha şanslı denilebilir; hâlâ hayatta ve aktif çünkü!.. Ve de 1960'dan bu yana sürdürdüğü çalışmaları içinde arşivlerde kalmış, yayınlanmamış görüntüler eşliğinde “Jane” adlı bu yeni belgeselde karşımızda olacak.

İnsan-dışı maymunların insana en yakın türü olan şempanzeler üzerine verdiği yarım asırlık bilimsel emeğin popüler ilgiye açılmış en son ve kendi adı altında şekillenen bu en anlamlı örneğinde...
Her iki isimle benim ilk tanışmam 1980'lerin ortalarında Londra'da bir mağazadan aldığım yine National Geographic yapımı “Monkeys, Apes and Man” (Maymunlar, Kuyruksuz Büyük Maymunlar ve İnsan) adlı bir “VHS” video-kaset aracılığıyla olmuştu. O kaseti yurda döndükten sonra yıllarca (teknolojik olarak demode olduğu zamanlarda dahi) derslerde öğrencilerimle paylaştım. “Biyo-kültürel” bir varlık olan insanın biyolojik altyapısını anlama ve bu altyapının onu eşsizleştirdiği düşünülen kültürel kapasite ile ilişkisini kurma yolunda bulunmaz bir ders malzemesiydi bu. Jane Goodall, gencecik güzel bir kadın olarak karşımdaydı belgeselde (şimdi 80 küsur yaşında ve hâlâ çok güzel!). Yapım yılı eskiye gittiği için filmde Dian Fossey de capcanlı karşımdaydı ama çok geçmeden onun goril avcılarına karşı verdiği mücadeleyi ve o yolda katledilişini anlatan sinema filmi “Gorillas in the Mist”i (“Sisteki Goriller”) korkunç bir acı içinde izler bulacaktım kendimi!..

Şempanze ve sonra da goril, insana genetik olarak en yakın akraba maymunlar. İnsan da bir maymun, ama bunu kabul etmekte zorlanıyor. Hatta zorlanmak ne kelime, bu gerçeği kendi varlığına yönelik bir aşağılama sayarak şiddetle reddediyor.

Oysaki kendi dışındaki diğer maymun türlerinin, parçası oldukları doğaya yapıp ettiğiyle, yine bir parçası olduğu doğaya kendi yapıp ettikleri karşılaştırıldığında insandan daha “aşağılık” (bırakın “maymun” türünü) bir canlı türü yok. İnsan bir doğa zararlısı, doğanın kanser hücresi!..


Benim 1980'lerde izlediğim söz konusu belgeseldeki bir diğer önemli isim, insana dair “Çıplak Maymun” adlı çığır açıcı kitabın yazarı İngiliz zoolog Desmond Morris de insanın maymunluğu öfkeyle reddedişi karşısındaki şaşkınlığını dile getirmekteydi filmde... Neler söylüyordu, hatırladığım kadarıyla nakledeyim:
1960'ların ikinci yarısında Çıplak Maymun'u yazdığımda neredeyse Darwin'den 100 yıl sonra aynı tepkilerin ve tehditlerin içinde buldum kendimi... Bu çok şaşırtıcıydı, çünkü bir zoolog (hayvanbilimci) olarak benim için insanın bir maymun olduğu tartışma götürmez bilimsel apaçıklıkla ortadaydı. Ama insan, kendisini hayvanlar dünyasından tamamen ayrışmış bir varlık saydığı için bunun bilimsel çerçevede dahi ifadelendirilmesi ona ağır geliyordu. İnsan, kendini adeta doğadan bağımsız ve üstün bir yaratık olarak görmekteydi. Hâlbuki, yaşadığı ortamda davranışlarına çeki düzen vermezse eğer, insan da bir canlı türü olarak uçurumun kenarına, yani soyunun tükenmesinin eşiğine rahatlıkla gelebilir bana göre... Bu noktaya gelmemenin yolu, insanın çoktandır kaybettiği 'hayvani tevazu'yu ('animal humility') yeniden kazanmasından geçer”.

Morris'in bu sözleri sarf etmesinden de neredeyse yarım asır sonra hâlâ aynı noktadayız. İnsan, kendisini yeniden doğaya bağlayacak, doğa ile barışık kılacak o “hayvani tevazu”nun, yani doğaya başkaldıran, onu tahrip edip tüketen değil, doğaya tâbi ve onun parçası gibi davranan bir varlık olmanın çok ama çok uzağında. Buna bağlı olarak da şempanzeyle, gorille, orangutanla ve diğer maymunlarla biyolojik akrabalık, hâlâ, bırakın içe sindirilmeyi, telaffuz edilmesi dahi ciddi sorun yaratan bir bilimsel gerçek...
İşte Jane Goodall bende en çok bu bağlam çerçevesinde iz bırakmış isimdir. Çünkü o, neredeyse ömrünün yarısını adadığı şempanzeleri Tanzanya'nın Gombe parkında doğal ortamlarında gözlemler ve incelerken doğurduğu kızını o şempanzelerin yanı başında büyütmüş ve “çok yakın dost” olduğu bir anne şempanzenin yavrularını yetiştirme biçiminden etkilenmiş, esinlenmiştir!.. O, bunları açık şekilde ifade etmekten de çekinmemiş, “Şempanzelerden öğreneceğimiz çok şey var” demiştir.

İnsanlık adına bir onur nişanesi bu değerli primatoloğun öyküsünün anlatıldığı belgeseli önümüzdeki pazar (25 Şubat) “!f İstanbul” kapsamında gerçekleştirilecek özel ve anlamlı gösterimde kaçırmamaya çalışın! Olmadı, 5 Mart cumartesi günü, saat 23:00'da NatGeo ekranının karşısında olun...

İnsaniyet namına, peygamberlerden öğreneceklerimiz olduğu kadar şempanzelerden de öğreneceğimiz çok şey olduğunun farkına varmak için!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Metinden sonra? - ÖZGÜR MUMCU

New York Times’dan Farhad Manjoo’nun geçen hafta yayımladığı “Metin Sonrası Gelecek” makalesi bir süredir devam eden tartışmayı alevlendirdi. Makale kışkırtıcı bir cümleyle açılıyor: “Şu anda yapmaya çalıştığınız, yani bir ekrandan metin okumanın modası geçiyor.” 
Basılı gazetelerin internet karşısında düştüğü zor durumun zaten herkes farkında. Gazete alanların sayısı düşüyor, reklam gelirleri azalıyor. Bunun da yapılan gazeteciliğin niteliğine ve basın özgürlüğüne etkileri ortada.

Ancak Manjoo, daha da radikal bir gelişmeye işaret ediyor. Bırakalım basılı gazeteleri, metin artık internette de kendine zor yer bulacağa benziyor. 

İnternetin başlarında metin, hâkim unsurdu. Ancak teknolojik gelişme video ve sesin kolayca üretilip tüketilmesini sağladı. Manjoo’nun verdiği istatistiki bilgiler aydınlatıcı. Buna göre yaklaşık 70 milyon Amerikalı podcast dinliyor. 2017’de YouTube’da izlenen videoların toplam uzunluğu 1 milyar saat. Amerikalı gençler günde 2 saatlerini YouTube’da geçiriyor. Instagram kullanıcıları günde ortalama yarım saatlerini fotoğraflara bakmaya değil video izlemeye ayırıyor. Netflix, özgün içerik için 8 milyar dolar ayırmış. 

Mesele sadece internette ne tüketildiği değil. Bilgisayar ve akıllı telefonlarla kurulan ilişki de değişmekte. 2020 senesinde internet üzerindeki aramaların yarısının sesle yapılacağı tahmin ediliyor. 

Manjoo’nun makalesi haklı olarak bu gelişmenin insanların düşünme şeklini değiştireceğini belirtiyor. Metinle değil görsel-işitsel medyayla şekillenen düşüncenin akıl yürütmeden çok hislere dayanacağı öngörülüyor. 

Buna karşın, New York Times’da yayımlanan makalenin abartılı olduğunu düşünenler de var. Bu görüşe göre, internetle beraber insanlar tarihte hiç olmadığı kadar yazıp okuyorlar. İnternet öncesi daktilo kullanabilenlerle bugün bilgisayar veya telefon klavyesine hâkim olanlar arasındaki fark düşünülürse katılmanın mümkün olduğu bir tespit bu. 

Yine de insanların internette bir şeyler okumaktan ziyade bir şeyler dinleyip izlediği gerçeği de ortada. Yazılı kültürün yıpranması ve yerini görsel-işitsel medyaya bırakması küçümsenmeyecek bir ihtimal. 

Kitap okuma kültürünün yerleşik olduğu toplumlarda, kitap satışlarında henüz alarm zillerini harekete geçirecek bir durum yok. Ancak TÜİK araştırmasına göre televizyon izlemeye günde 6 saat, internete 3 saat ve kitap okumayaysa sadece bir dakika ayıran Türkiye için “metin sonrası gelecek” fikri çok uzak bir geleceği temsil etmiyor olabilir. 

Hele bir de buna basın ve ifade özgürlüğünün içinde bulunduğu acıklı hali de eklersek geleceğimiz çok da parlağa benzemiyor.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Kuyruk - ORHAN GÖKDEMİR

HDP’nin eski “eş genel başkanı” Selahattin Demirtaş tutukluğunun 460. gününde, lütfedildi, mahkemeye çıkarıldı. Hakkında düzenlenmiş otuzun üzerinde fezleke var. Kemal Kılıçdaroğlu’nun marifetiyle dokunulmazlığı kaldırılmıştır ve uygulama tam bir HDP tasfiyesine dönüştürülmüştür.

Sincan Cezaevi Kampüsü'nde görülen ilk duruşmada çok önemli açıklamalar yaptı Demirtaş. Kendisine İmralı’dan bir bakan aracılığıyla Öcalan’ın el yazısıyla kaleme alınmış bir yazı getirildiğini söyledi mesela. Bu yazı ile cumhurbaşkanlığı referandumunda “Evet” demeleri için baskı yapılmış, ayrıca Cumhurbaşkanlığı seçiminde İmralı üzerinden Demirtaş’ın adaylığı da geri çektirilmeye çalışılmıştı. Yani AKP her seçimde Öcalan’dan aldığı bir yazı ile HDP’nin kapısını çalarak seçime müdahale ediyordu.

Demirtaş, “Bunlar İmralı’dan talimat alıyor” şeklindeki suçlamaya cevap veriyordu ve içeride tutulmasının sebebinin İmralı’dan talimat alması değil “Beyefendi”nin isteklerine karşı çıkması olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Şöyle devam etti; “Şahsımla ilgili de özel bir hassasiyeti var. Sadece partimle ilgili değil. 2010 referandumunda partim boykot kararı aldı. Bizim üzerimizde ‘evet’ oyu verilmesi için baskı oluşturuldu. O dönemde partimin içinde olmadığı bir çözüm süreci vardı. Oslo süreci olarak bilinen Hükümet ve PKK yetkililerinin yüz yüze görüştüğü süreç. Anayasa teklifi sunuldu. Biz iki şeye itiraz ettik. Birincisi kimlikle ilgili düzenleme olmamasına, ikincisi de HSYK ve yüksek yargıyla ilgili düzenlemelerdeki tehlikelere dikkat çektik… 
Boykot kararı aldık. 
Ne yaptılar biliyor musunuz? 
Abdullah Öcalan’ın el yazısıyla bakanın kendisi İmralı’dan yazı getirdi. Bana getirdi. Niye? 
Referandumda hem parlamentoda hem dışarıda ‘evet’ oyu vermemiz için. İnkâr ederlerse tanıkları burada dinleteceğim. Kabul etmedik. Hem yazıda öyle bir şey yok.”

Demirtaş’ın açıklamasına göre Öcalan'dan gelen yazıda, "Partimiz hangi kararı verirse saygı duyuyoruz. Ama Anayasa değişikliği acaba yeni bir diyaloğun, çözüm sürecinin önünü açar mı, parti olarak değerlendirmenizi rica ediyorum" deniyordu. Demirtaş bunu “destekleyin ya da desteklemeyin demiyor” diye yorumlamıştı. Talimatı kabul etmemiş ve boykot kararında ısrar etmişti. Hâlbuki mektubu getiren AKP temsilcileri mektupta HDP’ye tam tersi yönde bir “talimat verildiği” iddiasındaydı.

Demirtaş şöyle sürdürüyor: “Majesteleri öfkelendi tabi, ‘Hani İmralı’dan talimat alıyorlardı’ demiş bakanlarına. Onlar da ‘bilmiyoruz vallahi’ demişler. Bizimle ilgili asıl kriz, o zaman başladı. Sen misin biz Oslo’da çözüm süreci yürütürken, benim Anayasa değişikliğimi desteklemeyen. Partimize karşı siyasi baskıyı başlatan bizatihi kendisidir.”

Mahkemede söylenenlerin meali böyle. Şimdi mahkemede Demirtaş tarafından dile getirilen iddiaları özetleyelim:
Birincisi: AKP hem 2010 referandumunda, hem de 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde HDP’ye kendileri lehine tutum alması için İmralı aracılığıyla müdahale etmiştir.

İkincisi; Demirtaş her iki girişimde de hem AKP, hem de İmralı’nın rızası hilafına tutum almıştır.

Üçüncüsü; Öcalan AKP’nin isteklerini açıkça bir talimat haline dönüştürmese de HDP’yi AKP’den yana tutum almaya teşvik etmiş, serbest bırakmıştır.

Dördüncüsü; Oslo’daki görüşmeler HDP’nin, en azından Selahattin Demirtaş’ın bilgisi dışında yürütülmüş, görüşmenin taraflarınca HDP’nin alınacak bütün kararlara itirazsız uyacağı hesap edilmiştir. Belli ki Demirtaş burada da sorun çıkarmış, itirazlarını sürdürmüştür. Sonuç ortada; Demirtaş hem içeriye tıkıldı hem de HDP’deki koltuğundan edildi…

Ne kadar dramatik değil mi? 
Demirtaş’ı İmralı’dan talimat aldı diye itham ediyorlar ama aslında talimat almadığı için cezalandırıyorlar.
HDP’nin eski “eş” bir numarası mahkemede söyledi, tutanaklara geçmiştir.

                                                                  ***

Demirtaş'ın duruşmadaki beyanından sonra AKP’nin kurucularından eski Bakan Abdüllatif Şener Twitter hebasından İmralı’dan mektup taşıyan bakanın kim olduğunu açıkladı. Selahattin Demirtaş'a Öcalan'ın el yazısı olan kâğıdı veren Bakan, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay'dı. Şener, “Beşir Atalay ve Erdoğan'ın sır küpü MİT Müsteşarı Hakan Fidan İmralı'ya giderek birlikte o kâğıdı aldılar. Bunu da bir kenara not edin” dedi.
Kim not edecek? Devlet çoktan unuttu olup biteni. HDP’nin kuyruğunu kovalamakla meşgul olanlar ise sağırdır duymaz, hafızasızdır hatırlamaz.

                                                                     ***

7 Haziran seçimlerinde yine Demirtaş’ın başını çektiği “seni başkan yaptırmayacağız” kampanyasından sonra hava büsbütün değişti malum. Tozdan dumandan göz gözü görmüyor o günden bu yana. Biraz hafıza tazelemekte fayda var o yüzden.

2013’te masada görüşme sürerken Murat Karayılan masanın öte yanına hoş görünecek açıklamalar yapıyordu misal. 1924’ten sonra Kürtler ve muhafazakârlar cumhuriyetten dışlanmıştı söylediğine göre. Bugün ise muhafazakârların iktidar olmasında Kürtlerin mücadelesinin büyük payı vardı. Kürtlerin mücadelesi derin devleti, Ergenekon’u ve katı Kemalist bakış açısına dayanan kesimleri başarısız kılmış, yıpratmış, teşhir edilmesine ve iktidardan düşürülmesine zemin hazırlamıştı. Şimdi AKP iktidarı ile birlikte taşlar yerine oturuyordu. Havuz medyasından tanıdık gelmiştir söylenenler…

Ardından “İmralı Tutanakları” da kitap olarak yayınlandı yakın zamanda. Tutanaklar arasında 17-25 Aralık’a ilişkin diyaloglar da vardı. Buna göre Ocak 2014’te Başbakan Erdoğan ile görüşen HDP heyetinde yer alan Sırrı Süreyya Önder Öcalan’a o görüşmenin detaylarını anlatıyor, Öcalan da Önder’e “Beyefendi” ile yeniden görüşmesi tavsiyesinde bulunuyor, “Söyle, biz arkasından çekilseydik, sonu Menderes gibi, Mursi gibi olurdu” diyordu. Malum, daha sonra İmralı kaynaklı ses kayıtları havada uçuştu. Kayıtlardan birinde Öcalan çözüm sürecini bizzat yürüttüğünü iddia ediyordu.

Bunları hatırlatmamın sebebi Demirtaş’ın mahkemede anlattıklarının gerçekleştiği o eski sahneyi gözünüzde canlandırmanıza yardımcı olmak. Bugünlere işte o mutlu-mesut günlerden yuvarlanarak geldik.

                                                                ***

Mahkemede söylenenler ortada. Normal şartlarda günün tartışması bunlar olmalıydı ama ertesi gün hepsi unutulmaya terk edildi. Ne ses var ne seda. Demirtaş yatmaya, HDP kuyruğu kovalayanlar hiçbir şey olmamış gibi hoplayıp zıplamaya devam ediyor.

Aynı şekilde HDP’li Hasip Kaplan’ın söylediklerinden sonra da herkes kulağının üzerine yattı biliyorsunuz. Hâlbuki partisinin “Türk kökenli” bir üyesi hakkında tuhaf imalarda bulunuyordu Kaplan.

Mesele şu; bütün solu HDP’nin eki haline getirirseniz Demirtaş’ın söylediklerini kimse tartışmaz, tartışamaz. İmralı ile HDP arasında gidip gelen o mektuplar sadece AKP’ye ilişkin değil, bir bütün olarak Kürt siyasal hareketine değin de derin sorunlar oluşturur. Kimse bu ağır ithamlardan kulağının üzerine yatarak kurtulamaz. Tartışılmazsa sorun büyür, kronikleşir, felç eder.

Ayrıca not edeyim; Bunlar ortadayken kimse ikinci sınıf yazıcılara “Savaş karşıtı olamıyorlar ama Murat Belge’ye laf ediyorlar. İzmir’de metro zammını protesto etmekle meşgul oluyorlar. Yerli ve milli sol budur” falan dedirterek kuyruk kovalayanların dışında kalanlara ayar vermeye kalkışmasın. “Afrin açıklaması” var, yazdıklarımız var, söylediklerimiz var. 
Hem olsa ne olmasa ne? 
Nerede nasıl tutum alacağımızı Birikim-Radikal artıklarından öğrenecek değiliz…
Sol, gerçek bir sol bu ülkeye lazım; yazının son sözü budur. Kürt halkına daha çok lazım. 

Herkes kendi işini yapsın, herkes kendi işine baksın…

Orhan Gökdemir / SOL

Asdvads hokin lusavore - L. DOĞAN TILIÇ

Moiz UstaBenekli AgopUstaSuser AmcaPapaz Fangri Nikos… Son zamanlarda yazmaya sardıran bir cerrah arkadaşımın henüz yayınlanmamış öyküsünde geçen isimler bunlar.

Handa, esnaflarla haşir neşir olarak, Moiz Usta’nın yanında kuyumcu çıraklığı yapmış bir çocuğun gözünden anlatılıyor hikaye. Hikayede ismi geçenler iyi insanlar!  MoizlerAgoplarSuserlerNikoslar… Bu toprağın gittikçe azalan, yok olan iyi insanları.

Moiz Usta’nın ölümüyle bitiyor Kenan’ın henüz yayınlanmamış öyküsü. Çocuk, artık büyümüş belki, kendine yazılmış “vasiyet” notu okuyor: “Kuzum. Altın tozlarını Benekli Agop Usta’ya son kez götür. Agop da Moiz de senden başkasına güvenmez. Verdiğini her zaman yaptığım gibi dağıt; yarısını han esnafının çocuklarına okul masrafı yap. Mum Abine yeni bir soba al. İhtiyarladı, artık üşür o garip. Kuran kursundaki yetimleri unutma…

Moiz Usta belli ki iyi insan. Çok belli. Öyküde; “Cenazesine her türlü cemaatten yüzlerce insan katıldı” diye yazıyor. “Önce inancına uygun dini bir tören yapıldı. Akrabaları gittikten sonra, handaki Müslüman esnaf dükkanda toplandı. İlahiler söylendi. Yasinler okundu. Çarşıya yakın Kuran kursundaki öğrencilerden otuzu birden gelip, her biri bir cüzü ezberden okuyarak, bir saat içinde onun için hatim indirdiler.”
İyi ki Kenan böyle bir hikayeyi anlatmaya hazırlanıyor. En önemli eksiklerimizden birini tamamlamaya dönük önemli bir çaba.

Birkaç gündür kuyumcu ustası Moiz’in değil ama tıp ustası Kolsuz Agop’un hikayesini dinliyoruz. Ne yazık ki, hastası olmayan ve onu doğrudan tanımayan çoğunluk için, yine ölüm üzerine anlatılan bir hikayeyle karşımızda Prof. Dr. Agop Kotoğyan.


Bir “vatansever”di denildi ve bayrağa sarılıp kilisedeki törenden sonra toprağa verildi. Ölüm haberini ilk duyuran CHP Milletvekili Selina Doğan; “Ülkemizin yetiştirdiği en kıymetli dermatologlardan biri olan Prof. Dr. Agop Kotoğyan’ı nam-ı diğer ‘Kolsuz Agop’u’ kaybetmenin üzüntüsü içindeyiz. Asdvads hokin lusavore. Toprağı bol olsun” demişti.
Asdvads hokin lusavore! Tanrı ruhunu aydınlatsın demek Ermenice, Allah rahmet eylesin yerine söyledikleri Ermenilerin.

Bir düşünün; kaçımız “Müslüman olmayana rahmet dilenmez” diyor; hangimiz  ErmeniceYahudiceRumcaKürtçe, Çerkezce ya da Gürcüce bir acıyı paylaşmayı, bir selamlaşmayı becerebiliyoruz? Kaçımız Alevilerin ne zaman ve nasıl oruç tuttuklarını biliyoruz?

Kendi soy kütüğü merakımızla bilgisayara çullanıp sistemi çökertiyoruz da; hemen yanı başımızdakileri, komşularımızı, bu memlekette birlikte yaşadığımız farklı dili konuşup farklı dine inananları empatik bir merakın konusu yapıyor muyuz?

Bir “vatanseverdi” deyip tabutunu Türk bayrağına sardığımız Agop Kotoğyan’ın ölümü üzerine okuduğumuz yarım yamalak hikayesinden; dedesinin 1915’te öldürüldüğünü, o sırada henüz 4 yaşında olan babasını bir mağaraya saklayarak ölümden kurtardıklarını öğreniyoruz ama, babası Kirkor bir mağarada ölümden saklanamasaydı bayrağa sarıp yolcu ettiğimiz “vatansever Agop”un da olmayacağını düşünüyor muyuz?

Agoplar ki, hikayelerini dinleyebilirsek öğreniyoruz; yollarına halılar sererek yurtdışına çağırıldıklarında; “Çok acı çektim. Sefaletin dibinde yaşadım. Çocukluğumu, kolumu kaybettim, yolumu kaybetmedim. Bu ülkede yaşayan milyonlarca insandan farklı olmadığımı düşündüm. Bu topraklarda yaşayan tüm insanları kardeşim olarak benimsedim. Bir ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın yanında kalmak demektir yurt sevgisi” diyorlar.

Ya hikayelerini bilmediklerimiz!

Birbirimizin hikayelerini bilmediğimiz için, “Kiminle komşu olmak istemezsiniz?” diye sorulduğunda; eşcinsellerle başlayıp, AIDS’li, ateist, YahudiHıristiyan, yani farklı olan kim varsa sıralıyoruz.

Bir arada yaşayacaksak kardeşçe, bize bizden farklı olanların hikayeleri lazım! Hikayelerini bildiğimizde bayrağa sardığımız Agoplar, hikayelerini bilmediğimizde komşu bile istemediğimiz “öteki” oluyorlar.

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Cari açık: Böylesi görülmedi! - HAYRİ KOZANOĞLU

Dünyanın belli başlı ekonomileri arasında, Türkiye benzeri yüzde 5,5 cari açık oranıyla karşılaşan bir başka ülke bulunmuyor. Arjantin ise yüzde 4,2 cari açık oranıyla, sorun yaşamak anlamında Türkiye’ye en fazla yaklaşan ülke.

Geçtiğimiz hafta açıklanan verilere göre, 2017 cari açığı bir önceki yıla kıyasla 14 milyar dolar artarak, 47.1 milyar dolara fırladı. Cari açığın gayrisafi yurtiçi hasılaya (GSYH) oranı da, 2016’daki yüzde 3,8’den, yüzde 5,5’e kadar yükseldi. Bilindiği gibi bir ülkenin cari açık vermesi, o yıldaki bütün döviz gelirlerinin tüm döviz harcamalarının gerisinde kalması anlamına gelir.

En büyük döviz kaynağı mal ihracatı iken, bir numaralı döviz harcama kapısı da mal ithalatıdır. Nitekim 2017’de ihracat bir önceki yıla kıyasla yüzde 10,2 artışla 157.1 milyar dolara yükselirken, ithalat yüzde 17,7 ivme kazanarak 233.8 milyar dolar oldu. Böylelikle, dış ticaret açığı da yüzde 36,8 sıçrayarak 76.7 milyar dolarla yılı kapadı. İhracatın ithalatı karşılama oranı da, yüzde 71,8’den, yüzde 67.2’ye geriledi.

Hükümet yetkililerini dinlerseniz, Türkiye’nin bir ihracat mucizesi başararak, bu cephede de tüm dünyayı titrettiği yanılsamasına kapılabilirsiniz. Halbuki küresel ticaret istatistiklerine göz atmanız halinde, 2017’de dünya ticaret hacminin yüzde 4,3 artarak küresel büyümeyi geride bıraktığını fark edersiniz. AB Bölgesi’ndeki toparlanmanın da Türkiye’nin ihracatına katkı yaptığını kolaylıkla söyleyebilirsiniz. Gelgelelim, büyümenin biraz kıpırdanmasıyla birlikte, ithalatı tam yüzde 17,7 hoplatması, ülke ekonomisinin ciddi yapısal sorunlarının bir kez daha gözler önüne serilmesi demek.
20’nin en kötüsü Türkiye
Dünyanın belli başlı ekonomileri arasında, Türkiye benzeri yüzde 5,5 cari açık oranıyla karşılaşan bir başka ülke bulunmuyor. Almanya’nın GSYH’nin yüzde 7,9’una varan 283 milyar dolar cari fazlası tepki çekerken, ABD dahil cari açık sorunu bulunan tüm ülkelerin kendilerine çeki düzen verdikleri gözleniyor. Tablodan da izlenebileceği gibi şu anda ABD’nin cari açığı GSYH’sinin yüzde 2,4’ü. Arjantin ise yüzde 4,2 cari açık oranıyla, sorun yaşamak anlamında Türkiye’ye en fazla yaklaşan ülke. İlle daha beter durumda bir coğrafya aranacaksa, çok daha küçük bir ekonomiye sahip Mısır’ın 12.2 milyar dolar cari açığının GSYH’sinin yüzde 6,9’una denk geldiğini belirtelim.

Cari açığın finansmanı
Cari açık ile ilgili çok yaygın şöyle bir klişe var: Eğer finanse edebiliyorsan sorun yok demektir. Bu yaklaşım sorunu, döviz açığının hangi kaynaklarla ve ne maliyetle finanse edildiğini teğet geçmesidir. Nitekim 2017 rakamlarının dökümünü incelediğimizde, önümüzdeki dönemde Türkiye’yi çok ciddi sorunların beklediğini hissedebiliyoruz.
cari-acik-boylesi-gorulmedi-429709-1.ABD 10 yıllık hazine kâğıtlarının faizlerinin yüzde 3’e dayanması, önümüzdeki dönem küresel finansman koşullarının hızla ağırlaşacağının ön sinyali kabul ediliyor. Yılmaz Akyüz’ün hep vurguladığı gibi, küresel sermaye döngüleri, dolar faizlerinin seyrine göre şekillenir. 1970’lerde, 1990’larda, 2000’lerde ve 2010’larda likidite genişlemesi ve düşük faizler, yükselişi (boom) tetiklerken; sıkılaşan finansal koşullar kaçınılmaz biçimde düşüşle (bust) sonuçlanmıştır. Şimdi de böyle bir eşikte bulunuyoruz.
2017 cari açık rakamlarına biraz daha yakından bakarsak :
Daha kalıcı nitelik taşıyan doğrudan yatırımlar, 2017’de yüzde 20 gerileyerek, 10.2 milyar dolardan 8.1 milyar dolara indi. Bunun 4.6 milyar doları gayrimenkul alımlarından kaynaklanıyor. Teknoloji getirmesi, üretim ve istihdam kapasitesi yaratması beklenen tür sermaye ise, 3.5 milyar dolarla sınırlı kalıyor.
Cari açık finansmanının 24.1 milyar doları, diğer bir ifadeyle yüzde 62’si, “’sıcak para”’ tabir edilen portföy yatırımlarından sağlanmış. Borsaya 3.2, borç senetlerine ise 20.9 milyar dolar döviz girişi gerçekleşmiş. Bunun “’en ele avuca sığmaz”’, en ufak bir risk algısında civa hızıyla arkasına bakmadan uzaklaşan bir finansman türü olduğunu geçmiş deneyimlerimizden biliyoruz.
cari-acik-boylesi-gorulmedi-429710-1.Geriye kalan, büyük ölçüde banka kredisine dayanan 6.5 milyar dolarlık finansmanın ise, sadece 1.5 milyar dolarlık kısmının uzun vadeli olması dikkat çekiyor.
Böylelikle, 47.1 milyar dolarlık cari açığa, 38.9 milyar dolar finansman sağlanabildiği, geri kalan 8.2 milyar doların ise, Merkez      Bankası’nın rezervlerinden karşılandığı anlaşılıyor.

Aralık cari açık rakamları daha vahim
2017 Aralık ayında cari işlemler açığı, 2016’nın aynı ayına göre 3.3 milyar dolar artarak 7.7 milyar dolar olarak gerçekleşti. Buraya kadarı, vahim ama alışıldık bir tabloya işaret ediyor. Ne var ki, bundan sonrası daha da endişe verici. Çünkü, yılın son ayında doğrudan yatırımlardan net 490 milyon dolar, portföy yatırımlarından net 340 milyon dolar döviz giriş gerçekleşmiş. Bunlar olağan bir seyri yansıtıyor. Gelgelelim kredi yenilemelerindeki tıkanma sonucu, 2 milyar dolar finansman daralması yaşanmış. Net rakamlara vurunca, bırakın cari açığı finanse etmeyi, mevcut finansman olanakları 1165 milyon dolar gerilemiş.

Garip bir durum ortaya çıkmış: Cari açık 7.7 milyar dolar iken, Merkez Bankası rezervlerinden daha fazlası, tam 8636 milyon dolar buharlaşmış. 2017’nin son iki ayını alırsak da, toplam cari açık 12075 milyon dolar iken, rezervlerde eksilme 12721 milyon dolar. Anlaşılan korkulan oluyor, artık cari açığı finanse edememeye başlıyoruz.
Gerçi Ocak’ta Merkez Bankası rezervlerinde bir artış gözleniyor. 24 Kasım 2017 ile 29 Aralık 2017 arasında altın dışı rezervler 12.2 milyar dolar azalırken; 26 Ocak’a kadarki 4 haftada 7.2 milyar dolar artıyor. Yani sorun aynı şiddette devam etmiyor. Yine de cari açığı finanse etmekte ciddi bir güçlüğün söz konusu olduğu, ekonomiyi daha kritik bir 2019’un beklediği gerçeği değişmiyor.
Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Yarınki Suriye’nin parçalanmış resmi... - Erol Manisalı

Kimse kendi kendini kandırıp aptalı oynamasın: artık Suriye’nin üniter yapıda toprak bütünlüğü, ABD’nin (ve İsrail’in) plan ve operasyonları ile tamamen ortadan kalkmıştır. 

- ABD, Irak ve Suriye’deki Kürdistan ayakları ile birlikte PKK (ve YPG) terör örgütlerini bir maşa gibi kullanarak 600 km’lik sınıra üsleri ve tesisleri ile birlikte yerleşmektedir. 
5 bin TIR’lık donanım, şimdilik 30 bin kişilik YPG ordusu içindir. Arkası, milyarlarca dolar bütçe. 

ABD artık Suriye’de PKK, YPG ve kendi üsleri ile kalıcıdır. ABD bu bölgeyi kontrol ederek çok amaçlı bir sonuca gitmek istiyor: a) bölge ülkelerini yarın da parçalamak ve denetlemek, b) Rusya’nın ve İran’ın, Irak ve Suriye üzerindeki denetimini ve etkisini dengelemek, c) En büyük rakibi Çin’i Ortadoğu kaynaklarından uzak tutmak, d) Stratejik uzantısı İsrail’i bölgede güvence altına almak, e) Bölgeyi Avrupalı büyük rakiplerine kaptırmamak, f) Bölgenin su kaynaklarını kontrol etmek. 
İşte bu nedenlerden dolayı ABD artık Suriye’de Kürdistan maşası aracılığı ile sürekli olarak kalacaktır.
 
- Ya Rusya: Rusya da Suriye’de kalıcıdır. Suriye rejimini kontrol altında tutarak, üsleri sayesinde “ABD’nin bölgedeki tekelini dengelemeye çalışacaktır”
Şimdilik en yakın dostları İran, Suriye, Türkiye ve kısmen Irak’tır. 
Dolayısıyla Türkiye’nin Güney sınırlarına iki süper güç ABD ve Rusya sürekli olarak yerleşmişlerdir. 
- İran da bölgede ve Suriye’de kalıcı konumda: yalnız Suriye’de değil Irak, Ürdün ve Lübnan’da da var.

Ve Suriye’deki Türkiye 
Ankara da, kendini korumak için, haklı gerekçelerle girdiği Suriye’den çıkamayacaktır: 
Ankara Şam ile iyi olsa, “geri dönme konusunda anlaşabilirdik”: Afrin ve El Bab bölgesini “dostumuz Şam rejimiyle, anlaşarak bırakabilirdik”. Ama şimdi bu olanak da yok. Çekilirsek oraya PKK ile birlikte ABD yerleşecek, bölge Kandil’e dönecektir. 
Dolayısıyla Ankara’nın Şam ile, “siyasal İslam kavgası” Türkiye’yi Suriye’nin içindeki sorunlar yumağına kilitleyecektir. 

2011’den başlayarak Ankara’nın Şam ile kavgası, ABD’nin, PKK’nin ve YPG’nin 600 km’lik Suriye sınırına yerleşmesine ortam hazırladı. Şimdi bu hatayı düzeltmeye çalışıyoruz. 

Bir anlamda Ankara da Suriye’de kalıcı. Ancak bizim durumumuz ABD, Rusya ve İran’dan farklı: onlar bölgede yerleşerek etkinliklerini ve çıkarlarını genişletiyorlar. Biz ise “zararın daha da büyümemesi için, üzerimize saldıranları durdurabilmek için o bataklığın içine gömülmek zorunda kalıyoruz”.

ABD ile son temas 
Türk ve ABD Dışişleri arasındaki son görüşme “çözülemeyecek gidişatın komisyona havale edilmesinden başka bir şey değildir”. 

Ankara, ABD 600 km’lik sınırda ne yaparsa yapsın “ipleri koparmak lüksüne sahip değildir”. ABD de kısa vadede “Türkiye’yi feda etme lüksüne sahip değil”. En az 5-6 yıl daha vaziyeti idare etmesi gerek. 

Erdoğan (ve AKP) için de aynı şey söz konusu. Sarraf, Halk Bankası, FETÖ ve diğer sorunlardan dolayı “komisyona havale” her iki tarafın da işine geliyor.

ABD bölgedeki uzun vadeli planlarını, AKP ise önümüzdeki seçimleri kazanmayı esas alıyor. İplerin kopması, başta ekonomik kriz olmak üzere aleyhlerine olur. 

Evet! BOP, Arap Baharı, Esad’ın Esed’e dönüştürülmesi, ABD, PKK, YPG ve zorunlu olarak Suriye’ye girmek durumunda kalmamız… Filmin birinci bölümünde çekiç güç ve 1 Mart tezkeresi vardı… “The End”e doğru yavaş yavaş gidiyoruz… 

İşin bu noktaya getirileceğini, Türkiye’nin Kürdistan projesine karşı Rusya ve İran ile işbirliğine girerek dengeleme yapması gerektiğini taa 7 Mart 2002’de Harp Akademileri’ndeki Türk ve dünya kamuoyuna açık seminerde söylediğim zaman içimizdeki FETÖ’cüler ve “Batıcılar” bana saldırmışlardı. (*) 

AKP’nin 16 yıl sonra bu noktaya gelmek zorunda kalması ise ironik bir sonuç değil mi? 

Erol Manisalı / CUMHURİYET

(*) Yolumun Kesiştiği Ünlüler, syf. 102-106, Kırmızı Kedi, 2017

3. havalimanı ve ‘başkanlık’ - ÇİĞDEM TOKER

3. havalimanı projesi, şu anda en çok 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimi bakımından yaşamsal önem taşıyor. Tayakadın’daki uçsuz bucaksız inşaat alanındaki ölümüne hızın başka bir izahı yok. Son yazımda bu konuya biraz değindim. Biraz daha açalım. 
Malum, Cumhurbaşkanlığı seçimi, -şaibeli 16 Nisan referandumunun sonucu dolayısıyla- bir başkanlık oylaması niteliğinde geçecek. 

Bu seçimde, hayat memat meselesi olan yüzde 50’nin aşılması için, iktidar ve iktidar güçlerinin bilinen/bilinmeyen her yol ve yöntemi deneyeceğini görmek için bu ülkenin okuryazar vatandaşı olmak yeterli. Keza üç yıl önce, 7 Haziran seçim sonuçlarının ardından 1 Kasım seçimlerine kadar yaşananları, hemen ardından da dokunulmazlıkların kaldırılmasının anlamını kavrayabilmek için de analist filan olmak gerekmiyor. 

Bu yakın tarih bilgisinin üzerine, bir başka yakın tarih bilgisi olan 16 Nisan referandumunda oy verme işlemi sürerken YSK’nin hepimizle alay edercesine yaptığı (kararı almadan) mühürsüz zarf duyurusunu koyun. Sonra gelin bugüne, Afrin harekâtının AKP oylarına yansımasını ölçen araştırmalara ve bunların insanın kalbini ağrıtan açıklanma biçimlerine bakın.

Seçmen konsolidasyonu 
Velhasıl, 2019’a koşar adımlarla gittiğimiz şu konjonktürde finansal büyüklüğü, yolcu kapasitesi ve bölgesel konumu başta olmak üzere her türlü parametre açısından “büyüklüğü” öne çıkarılan 3. havalimanı, bu özelliğiyle seçmen konsolidasyonunda kritik rol oynayacaktır. 

3. havalimanı inşaatına yönelik eleştirel her haberin güç sahipleri nezdinde uçsuz bucaksız bir kayıtsızlık duvarına toslaması, iktidar yanında hizalananlarca da vatana ihanet gibi algılanışı, bu yüzdendir. Meselenin bir başka ve gazetecilik bakımından en sorunlu ayağını ise habercilerin ve kuruluşların, PR görevlisi gibi kullanılmak istenmesi oluşturuyor. 

İGA Havalimanı’nı oluşturan beş büyük müteahhidin, geçen aralık ayında büyük sermaye artırımına gittiğini haber verdiğim yazının ardından, yüksek tirajlı bir gazetenin manşetinde 3. havalimanı kulesinin ne kadar da şahane yükseldiği haberini okumamız bir rastlantı değildi. 

Geçen hafta Cumhuriyet’in inşaat alanında yaşamını yitiren işçilerle ilgili haberciliğinin, sorumluluk duygusunu yansıtan bir açıklama yerine, karşı propagandayla karşılaşması da öyle. 

Bu öyle acayip bir atmosfer ki, bir gazeteci “Orada insanlar ölüyor, işçiler güç koşullarda çalışıyor” derken, devletin ajansı, beş müteahhidin yaptığı 3. havalimanı’ndaki işçilerin, “ev konforunda” çalıştığına, 35 bin personele fitness merkezinden bilardo ve langırt atölyesine, halı sahaya dek her tür sosyal olanağın sağlandığına dair videolu haber geçiyor. 

En hazini de AA muhabirine açıklama yapan işçinin, sanki normal olan tersiymiş gibi yemeklerde her şeyin en tazesinin kullanıldığını söylemesi. Sonra ertesi gün bu alanın en üst düzey bürokratı konumundaki kamu görevlisi, bütün hazırlıkların 26 Şubat (Erdoğan’ın doğum günü) tarihine göre ayarlandığını, pistin hazır hale getirildiğini söylüyor. Bu havadislerin ihtişamı altında, ölen işçileri ne sual ne de dert eden çıkıyor. 

2019’a koşar adım giderken, sayısı düşük, nüfuz ve finansal büyüklüğü yüksek olan bir grup müteahhit, bu kez “başkanlık” yolundaki konsolidasyon sürecinde yoğun faaliyet gösteriyor.
 
Şüphesiz bu faaliyet karşılıksız kalmıyor. 

Bitirirken; 3. havalimanını yapan İGA AŞ’nin beş ortağından biri olan Cengiz İnşaat’ın devletten sadece 2017 yılında, 3 milyar TL’ye yakın “pazarlık” usulü ile iş aldığını da kayıt düşelim.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Erdoğan’ın yerine “kim” geçsin? - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Erdoğan’ın yerine kimi cumhurbaşkanı olarak görmek istersiniz? Bu soru, eğer baskın seçim olmazsa önümüzdeki bir-bir buçuk yılın siyasi stratejilerini ve pazarlıkları belirleyecek. Müesses siyaset, Erdoğan’ın karşısına çıkıp en yüksek oyu alacak adayı arıyor. “Kanaat önderi”, “bilge devlet adamı” profili mi yoksa popülist, öfkeyi bir “hitabet sanatı” olarak kullanan, Erdoğan benzeri biri mi bulunmalı sorusu muhalefet kulislerinde nicedir soruluyor. 

Henüz net bir yanıt ortada yok. 

İktidar ise şimdiden muhalefetin olası adaylarını “tespit” edip oyun dışına itmek için var gücüyle yükleniyor. İlker Başbuğ örneğinde gördüğümüz tartışma, bu sürecin önümüzdeki günlerde nasıl işleyeceği hakkında ipuçları sunuyor.

Birçoklarına göre Başbuğ tartışmasının nedeni eski Genelkurmay Başkanının “Afrin harekâtı siyaset konusu yapılmasın” minvalindeki beyanatıydı. Mevcut koalisyonun ortakları alınmıştı. Önce “iktidar sözcüsü” Bahçeli, İlker Paşa’ya veryansın etti, ardından Erdoğan “yazıklar olsun” dedi. O “yazıklar olsun” basit bir sitem değildi. Zira Başbuğ, 15 Temmuz sonrasında iktidarın ana akımda boy göstermesinden rahatsız olmadığı nadir şahsiyetlerdendi. Fethullahçı çete mağduru sıfatıyla, kritik konularda iktidar ile ters düşmeyen bir pozisyon alıyor ötesinde bunu “devlet adamı dozu”nda yaptığı için muhalif kesimlerce de takip ediliyordu. Cumhuriyet diyor, Atatürk diyor ama iktidarın parti-devlet projesine her ne hikmetse ses çıkarmıyordu. Başbuğ, Ergenekon soruşturmalarındaki haksızlıklarını dile getirirken bile AKP’nin rolünü değil yalnızca Fethullahçıları hedef alıyordu. Buna rağmen Eski Genelkurmay Başkanına açılan alan “koşulsuz” değildi. Paşa “kanaat önderi” vasfıyla kalacaktı başka bir şey olarak değil!

Bu yılın ilk ayında yandaş medyada bazı kalemler Başbuğ’un “Hayır’ın adayı” olabileceğini yazmaya başladı. Böylesi bir sinyali nereden aldılar orası muamma. Çünkü ne CHP’den bu doğrultuda bir ima vardı ne de Başbuğ’un adaylığa göz kırptığını işaret eden bir konuşma. Eski Genelkurmay Başkanı Hayır kampanyasının da etkin bir aktörü değildi ki adayı olsun. Ancak yandaşlar, ana muhalefetin “herkesçe bilinen”, “siyaset üstü” isim arayışı İlker Paşa’ya uygundur diye düşünmüş olmalılar. Başbuğ o andan itibaren dokunulmazlık zırhından mahrum kaldı. Afrin harekâtıyla ilgili ifadeleri ise sadece bahaneydi.


“Ergenekon’da kandırıldık” diyen Metiner örneğinde olduğu gibi Başbuğ’a adaylık ihtimali üzerinden yüklenildi; yani ön alındı! 15 Temmuz sonrasının “makbul” isimlerinden bir diğeri Nedim Şener “Başbuğ CHP’nin adayı olabilir” diyerek yandaş kalemlerle aynı yerden konuştu. Olası sonuçlarını hesap etmediğini düşünmek mümkün değil.

Ortada bir oyun olduğu aşikâr. İktidar muhalefete “cumhurbaşkanı aday adayı” gösterip sonra da o isim üzerinden suları bulandırıyor. İstedikleri CHP’nin ya Ekmeleddin İhsanoğlu gibi sağcı bir aday ya da tam tersine ulusalcı-Kemalist bir figürü seçimlere taşıması. Gündemde adalet, eşitlik, toplumsal barış, laiklik olmasın yeter! Ne de olsa Kesici gibiler “aman parti sola kaymasın” diyor. Ne de olsa CHP lideri, İhsanoğlu seçiminde hata yaptıklarını hala reddediyor. Ne de olsa “demokrasi cephesi” gibi muğlâk bir birliktelik tasvir ederek liberal İslamcılarla Kemalistleri aynı çizgide toparlayabileceğini düşünüyor. Hâlbuki İhsanoğlu seçimi hatanın daniskasıydı, “demokrasi cephesi” de ham hayalden ibaret.

Öyleyse ulusalcılığıyla maruf biri midir Erdoğan’ın alternatifi? Hazır milliyetçi-militarist atmosfer karabasan gibi çökmüşken ulusalcı aday bulup bundan nemalanalım diye düşünenler vardır. CHP ve İyi Parti’nin ulusalcı-Kemalist bir isimde anlaşması da siyasal genetiklerine aykırı değildir. Ancak bugünkü haliyle iktidar blokuyla milliyetçilik yarıştırmak yenilgiyi baştan kabul etmek demektir. Cihat hutbelerinin okunduğu, Diyanet’in karargâha girdiği bir ülkede iktidarın dinci-militarizmi ile “şanlı ordu” nidalarıyla baş edilemez. Ötesinde Kürt seçmeni yok sayan bir siyasetin de açık faşizme gidişe dur deme potansiyeli yoktur.

“Aday kim olsun?” sorusuna odaklanmanın siyasal alanı genişletemeyeceği besbelliyse o zaman “isme” değil “fikre”, “programa”, “ekibe” odaklanıp bu fikrin, programın, kadronun temsilcisini toplumun geniş kesimlerinin bağrından çıkarmaya, yani zor olana yönelmek gerekir. Grevi yasaklanan işçinin; kadrosu, ekmeği gasp edilen kamu emekçisinin; okulu imam hatipleştirilen velinin, öğrencinin; etkinliği yasaklanan sanatçının, izleyicinin; akarsuyu, ağacı, tarlası yok edilen çiftçinin, köylünün hakkını savunacak bir program olmalıdır bu. Tek adam rejimini ortadan kaldırmak, “siyaset üstü” arayışlar ya da “devlet refleksi” ile değil kitleleri Siyasal İslam ve kapitalizmin neden olduğu krizlere karşı örgütleyerek mümkündür. 

Var mısınız, yok musunuz onu söyleyin…

 GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

‘Yok anne, ben iç sayfalarda yazıyorum zaten…’ - İRFAN DEĞİRMENCİ

İlk köşe yazımdan sonra annem aradı, ‘Başını daha fazla derde sokma. Nereden çıktı şimdi bu köşe yazarlığı?’ diye sordu . Ben de Gezi’de ‘Biber gazı bala benziyor’ şarkısı eşliğinde annesine ‘merak etme, biz hep arkalardayız’ mesajı atan o güzel çocuklar gibi yanıt verdim anneme. ‘Yok anne, benim yazı hep iç sayfalarda yayımlanıyor zaten’ dedim. Benim annem geçen sene kovulduğumu Halk Tv’de dönen altyazıları okuyarak öğrendi. Onu arayıp haber verecek zamanım olmamıştı. Telefonum susmak bilmiyordu ki!

Annemle konuşmam gerekirken, Ertuğrul Özkök’le konuşuyordum mesela. ‘Hayır tweetlerinin altına imzamı atarım ama bu sözlerim aramızda kalsın rica ederim’ diyordu Özkök mesela. Yüzüm kızarıp telefonu kapatıyordum Emin Çapa arıyordu. Telefonum sürekli meşgul. Annemi arayamıyordum bir türlü. Bana, benden sonra sabah haberlerini sunsun diye Ona getirilen teklifi ‘ekibi işsiz kalmasın diye’ kabul etmeyi düşündüğünü söylüyor, fikrimi soruyordu, kibar adamdı Emin, teklifi kabul etti biliyorsunuz. Bir süre sundu sabah haberlerini ama maalesef geçen hafta hem Onu hem de ekibini işten çıkardıklarının haberi geldi. Üzüldüm doğrusu. Umarım tazminatlarını alabilmişlerdir.

Annem de bana çok üzülüyor ama belli etmiyor. Ben de Ona maddi sıkıntıları belli etmemeye çalışıyorum. Temmuz ayında, artık daha fazla üzülmesin diye annemi arayıp iş bulduğumu söyledim. Sevindi, hemen ‘hangi televizyon?’ diye sordu. ‘Yok anne, televizyonlar beni çalıştırmıyor. Ben, artist olmayı deneyeceğim’ dedim şaka yollu. ‘Hayırlısı evladım ama sahne, televizyona benzemez. Sahneye çıkacaksan seni izlemeye gelenler bilet parası verip gelecek. Onlara mahcup olma.’ dedi. Anneme ve birçoklarına göre memleketin en büyük artisti Tarkan. Annem de öyle dedi, ‘Tarkan’ı izle de bir iki figür kap bari, bizim başımızı seyircinin önünde yere eğdirme’ dedi.

Ben de öyle yaptım, işsiz gecelerimde kimselere çaktırmadan Tarkan çalıştım. Kuzu kuzular, şımarıklar, ne kadar Tarkan klibi varsa izledim. Şakaydı gerçek oldu. Tek kişilik gösterimde Tarkan taklidi de yapıyorum. Pek eğleniyoruz. Akit’in internet sayfasında benimle ilgili ‘Aydın Doğan’ın kapının önüne koyduğu İrfan Değirmenci, layığını buldu, sahnelere düştü, göbek atarak para kazanmaya çalışıyor’ yazdılar. İki hata vardı haberde, birincisi sahne düşülecek değil çıkılacak bir yerdi ve ikincisi de göbek atarak para kazanmaya çalışmak ayıplanacak bir şey değildi! Asıl utanılması gereken şey, halka yalan söylemek, üç maymunu oynamak, haber anlatır gibi yapıp haber anlatmamaktı. Utanılması gereken şey, hak yemekti, hedef göstermekti, kula kulluk etmekti, paraya doymamak, para için olmadık omurgasızlıklar sergilemekti.


Utanılması gereken şey, bugün ak dediğine ertesi gün kara demekti, soluduğumuz havadaki oksijene düşman olanların ayağına turkuaz halılar serip sonra nefes alamıyoruz diye hayıflanmaktı utanılması gereken. Utanmadılar, yüzleri kızarmadı, hâlâ da kızarmıyor. Batan teknede son bir can simidi kalsa, kendilerinin vücudu simit üstüne simit olsa, yine gözlerini o son can simidine dikecekler!

8 aydır salonları dolduran güzel insanlar sayesinde anneme hala işe yaradığımı, hâlâ oğluna güvenebileceğini, oğlunun hâlâ etrafına bile faydası dokunan bir evlat olduğunu gösterebildim. Olağanüstü hallerde, olağanüstü zor koşullarda, oyunlar yasaklanırken, salon izinleri iptal edilirken iyi kötü geldik bugüne. 

Bugünden sonrası mı? 
Kim yarın sabah için plan yapabiliyor ki memlekette? 
Yarını değil üç saat sonrasını kestirebilen var mı? 
Yarını bilmiyorum ama şunu çok iyi biliyorum, ezilenlerin, haksızlığa uğrayanların, direnenlerin cesur ve erdemli dayanışması hayatta tutuyor. Yeni bir güne, aydınlık bir sabaha uyanacaksak beraber, gecenin en korkunç karanlığında kendi yanıp etrafını aydınlatmaya çalışanların sayesinde, ıssızlığın ortasında ıslık çalarak korkuyu yenmeye çalışanların kararlılığıyla uyanacağız. O güne kadar acı biberler sürsünler bakalım dilimize dudaklarımıza…

İrfan Değirmenci / BİRGÜN

Amerika’nın kanatları altında 'özgürlük mücadelesi'? - İLKER BELEK

Şimdilerde, Afrin operasyonu vesilesiyle Kürt “özgürlük” politikası yeniden gündemde. Rojava’nın nasıl “özgürleştirildiği”ni hatırlıyoruz.

2011’de ABD Suriye’de Esad karşıtı bir “muhalefet” oluşturdu. Aynı anda IŞİD’i de ortalığa saldı. “Muhalefet” ile IŞİD’in nerede ayrıştıkları hiç belli değildi. söz konusu olan emperyalist bir tezgahtı.

Rusya oyuna girinceye kadar ortalık toz dumandı. Esad Şam’a sıkışmış, Halep-Şam karayolu cihatçıların eline geçmiş ve Suriye’nin büyük kentleri ablukaya alınmıştı.
O kaosta yıllardır kimlikleri tanınmayan Kürtler “kendiliğinden” Türkiye’nin güney komşusu oldular. Esad’ın boşalttığı toprakları ele geçirdiler.

AKP fırsattan istifade başkanları Salih Müslim’le ilişki kurdu. Hesabı YPG-PYD’yi yanına çekerek, Suriye’de güç olmaktı. Ama tabi ki Kürtlerin de kendilerine göre büyük hesapları vardı. Büyük hesabın, AKP ile değil de, büyük güçlerle ilişkilenerek hayata geçirilmesi kendilerine daha gerçekçi geliyordu. AKP yedeğe alamadığı YPG’yi o zaman terör örgütü ilan etti.

Bu arada IŞİD emperyalizmin Suriye’ye müdahalesi bakımından çok uygun ortam yaratıyordu. O sıralarda kuzeydeki Telabyad, Cizire ve Kobani bölgeleri YPG tarafından “kanton”laştırılmıştı. Bu terim mülkiyet biçimine dokunmayı hiç düşünmeyen Kürt “demokrasi”sini tanımlıyordu.

Hemen ardından IŞİD Irak’taki kuvvetlerinden destekli biçimde Kobani’yi kuşattı. İlçe merkezindeki YPG’lilerin direnişi tüm dünyada olay yarattı. YPG’li kadınların askeri üniformalar içindeki fotoğrafları yabancı basında baş sayfaları süslüyordu.

Kobani Stalingrad idi. Kobani’de insanlık ölüyor, seyreden bu suça ortak ilan ediliyordu. Öte yandan emperyalizmin hep kendi eliyle yarattığı insanlık dramları ile varlığını, işgalini meşrulaştırdığı ve Kobani’ye saldıran ve Orada direnen tarafların ikisini de ABD’nin silahlandırdığı unutturuluyordu.

ABD IŞİD’in Kobani ablukasına uzun süre seyirci kaldı. Bilinçliydi. İstiyordu ki Kürtler tam manasıyla eline düşsün. Planı, son anda devreye girerek kurtarıcı rolüne soyunmaktı. Öyle oldu. Tam “Kobani düştü” denilirken IŞİD’i havadan vurmaya başladı.

Bu arada Kürtler arasındaki dayanışma da had safhaya çıkmış, bir başka Amerikan imalatı olan Barzani Kobani’ye destek kuvvet göndermek üzere AKP’ye başvurmuştu. O sıralarda Barzanistan ile Türkiye arasından su sızmıyordu. Buna rağmen AKP izin vermedi. Kürt vakıasının bu gidişle kontrolünden çıkma potansiyeli kazanacağını sezinliyordu.

Araya Obama girdi. Erdoğan’ın ikna edilmesi gerekiyordu. Özel bir telefon görüşmesi gerçekleştirildi. Obama’nın elinde beyzbol sopalı fotoğrafı görüşme anı olarak basına servis edildi. ABD hiç fırsat kaçırmıyor, herkese mesaj iletiyordu. Sonuçta Peşmerge, topraklarımızdan bizim Kürtlerin “Biji Serok Obama” nidaları arasında geçerek hedefe ulaştı. Kobani kurtulmuştu.

Rojava işte böyle, tam bir Amerikan sosyal pazarlama projesi olarak “özgürleştirildi”. Amerikan silahlarıyla, Amerikan icazetiyle.

YPG ABD’ye öyle sıcaktı ki, işlerin her karıştığı anda Amerikan askerinin bölgeyi terk etmemesi gerektiği konusunda ricacı oldu. Kendisine bahşedilmiş topraklarda 10’dan fazla ABD üssünün inşasına, işletilmesine ortaklık etti. Bölgeyi teftişe gelen Amerikan askerlerinin karşısında hazır olda durdu.

Kürtlere bunlar normal geliyor. Ama, eğer “özgürlük”se, bu özgürlük değil. Bu Amerika’nın bölgemize yönelik planlarının parçası olmaktır. Kürtlerin üstlendiği işlev şu anda budur.

Kürtler şunu iddia ediyorlar: “Başka çaremiz yok. Siyaset ilişkiye dayanır. Bizim de bu ilişkiden kazandıklarımız var.” Kazanılan yer Rojava’dır, ama Rojava Amerikan toprağıdır, Kürtler tarafından Amerika için kazanılmıştır.

Kürtler çok önemli bir gerçeği görmezden geliyorlar, bilmemeleri olanaksız, suça ortaklık oluyor: Emperyalizm olgusu. Emperyalizm dünyanın tekeller arasındaki paylaşımıdır. Tekellere devletleri destek olur, aracılık eder, asker tahsis eder. Sosyalist sistemin yıkılması sonrasında yeni bir paylaşım savaşı başladı. En önemli merkezi Ortadoğu. ABD’ye bölgemize yerleşebilmek için yeni araçlar, yeni argümanlar gerekiyordu. Kürtler araçların en önemlilerinden birisi, “özgürlük mücadelesi” retoriği de en önemli argüman oldu.

Sonra bir itiraz geliyor: “Ama biz Rojava’da özyönetim kurduk.” Bu da solun eleştirilerine karşı bir tedbir. Yine biliyorlar, ama yine bilmezden geliyorlar, “özyönetim” denilen şey de emperyalizmin projesidir, kapitalist düzende yönetim burjuva iktidarıdır, başına hangi terimi getirirseniz getirin değişmez.

Kısaca Kürtler demiş oluyorlar ki “bizi bizim patronlar sömürsün”. Olmaz, sizin patronlarınız sizi ancak Amerikan tekellerinin verdiği izin kadar sömürebilir, esas patron ABD’dir ve önemli olan ne şekilde olursa olsun sömürünün devam etmesidir. Hepsinden ötesi Kürtlerin bu yaklaşımı sömürülmekten yana bir yaklaşımdır.

Neresinden bakarsanız bakın Kürtler emperyalizmin elinde, emperyalizmin işini görüyorlar. Afrin operasyonu, o noktada Rusya’nın kendilerine destek sunmamış olması, üzerlerindeki Amerikan hakimiyetini daha da artırdı, bu da tam Trump’ın planladığı sonuçlardan birisiydi.

Kurtulmak ve özgürleşmek için emperyalizme karşı savaşmak gerekir, Kürtler ise emperyalizm için savaşıyorlar.

İlker Belek / SOL

Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -26 Temmuz 2025-

Kıyı işgalinin yeni biçimi: Kruvaziyer turizmi -Şeyma Akcan- Türkiye’de gittikçe büyüyen ve ülkeye döviz girişinin bir aracı olarak görülmey...