Erdoğan kaybederse... - ARSLAN BULUT

Tayyip Erdoğan, Suruç'ta bir dükkânın basılması ve çıkan olaylarda dört kişinin öldürülmesini "PKK saldırısı" diye göstermişti!


Şanlıurfa toprağına ayağını bastığında ise aynı Erdoğan, "Suruç'taki hadise güvenlik güçlerimiz ve savcılığımızca soruşturuluyor. Her şey ortaya çıkarılacak ve suçlular adalet önünde hesap verecek." dedi.

Doğru olan tutum ikincisidir. Çünkü milletin birliğini temsil makamında olan kişi, hukuk devleti kurallarına göre hareket eder.
                                                                                      ***

Türkiye'de rejimin fiilen değişmesi, devleti "parti devleti" haline getirdi. 24 Haziran seçimleri ile birlikte yeni sistem yasal olarak işlemeye başlayacak?
Hangi sistem başlayacak?
Bunu MHP Genel Başkan Yardımcısı Celal Adan çok net bir şekilde açıkladı, Adan, "15 Temmuz'dan sonra denkleme tabi olan Milliyetçi Hareket Partisi, Türkiye'de demokrasi tarifini değiştirmiştir. Bugün demokrasi, güçlü millet iradesi, güçlü devlete dönüşmüştür." dedi. Aslında MHP yönetimi, 15 Temmuz 2016'dan sonra denkleme dahil olmuş değildir. MHP yönetimi, Bahçeli'nin "3 Kasım 2002" diye erken seçim tarihi verdiği günden beri "telefon talimatları ile denklem kuran irade"nin sözcülüğünü üstlenmiştir. Abdullah Gül'ün, Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı seçilebilmesi bu denklem sayesinde mümkün olmuştur.

                                                                                       ***

Yeni sistemin nasıl çalışacağını ise AKP adına Hayati Yazıcı açıkladı ve "Cumhurbaşkanı ile uyumlu çalışacak, zıtlaşmayacak, parazit yapmayacak, mızıkçılığa yol açmayacak bir Meclis çoğunluğuna, AK Parti çoğunluğuna hayati derecede ihtiyaç var" dedi.
Meclis'teki itirazları, "parazit yapmak" olarak gören zihniyet, demokrasiyi rafa kaldıracağını şimdiden ilân ediyor!

AKP'li bakan Ahmet Demircan'a göre "Türkiye o baskı altındaki parlamenter sistem düzeninden demokrasinin bir diğer versiyonu olan başkanlık sistemi, cumhurbaşkanlığı hükümeti modeline geçecek. Artık milletten bağımsız, millete rağmen irade kullanma dönemi bitecek"miş...
Parlamenter sistem demek, milletvekillerinin, seçildikten sonra da seçmen iradesinin baskısını enselerinde hissetmeleridir.

Yeni sistemde ise bütün yetkiler tek bir kişide toplanacağından, millet iradesi değil bir kişinin iradesi geçerli olacaktır. O bir kişinin iradesi, yani kararları yanlış olursa, millet mahvolacaktır! "Ya doğru kararlar verirse" denilebilir. Milletin kaderi ne olursa olsun bir kişinin eline bırakılamaz. Bu kişinin diyelim ki ruh sağlığı bozuldu! Ülkeyi nasıl yönetecek?

Aynı Demircan, Türkiye'nin kendi iradesiyle kaynaklarına hâkim olacağını ve kendi gücü ile iş birliği alanlarını tesis edeceğini de söyledi. AKP döneminde çıkan petrol yasası ile Türkiye'yi sömürge haline getirdiklerini bilmiyor olabilir mi?

Bu yasaya göre; yabancı şirketler çıkardıkları petrolün yüzde kaçını devlete bırakacak hatırlıyor musunuz? Sekizde birini! Ve yasaya göre "Petrol hakkı sahibi, ihraç ettiği petrolden sağladığı dövizi yurt dışında muhafaza edebilir, işletme ruhsatları ise 50 yıllık olarak verilebilir."
Türkiye kendi kaynaklarına böyle mi hâkim olacak? Daha kısa bir zaman önce ormandaki dikili ağaçları satışa çıkaran AKP iktidarı, çiftçinin tarlasında kullandığı sulama suyunu da özelleştiren bir yasa çıkarmadı mı? Yaylaları birleştiren sözde "yeşil yol", yaylaları Arap zenginlerine pazarlamak için yapılmıyor mu?

Yine, Tayyip Erdoğan, "Korkaklar zafer anıtı dikemez. Şimdi diyorum ki 24 Haziran'da bu kardeşinize bu desteği verin, biz destan yazmaya devam edelim." diyor.

Zafer anıtını nereye dikeceğiz? 2004'ten itibaren Yunanistan'a bırakılan Ege'deki Türk adalarına Yunan bayrağı dikildi! Hangi zafer anıtı? Boşaltılmış Kandil'e mi bayrak dikilecek? Fırat'ın doğusundaki PKK devleti ne olacak?
                                                                              ***

Bu arada, bazıları "Erdoğan kaybederse hem Türkiye kaybeder hem de İslam alemi kaybeder." diyor. Afganistan'da, Irak'ta, Suriye'de, Libya'da, Yemen'de kaybeden İslam alemi değil midir? Özellikle Suriye, Libya ve Yemen'de Müslümanların kaybetmesi kimin sayesinde sağlandı?
Yani ABD adına...

Doğrusunu ise İsrail'in Haaretz gazetesi yazdı. Davide Lerner adlı köşe yazarı, "İsrail için en iyi seçenek Türkiye'de seçimi Erdoğan'ın kazanması olabilir" dedi!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Makedonya - MUSTAFA K. ERDEMOL

Tatsız bir durum. Makedonya’nın kendi adıyla uluslar sahnesinde yer almasının Yunanistan’ın son derece ilkel “milliyetçi” yaklaşımıyla engellenmesinin savunulacak bir tarafı yok. 

Önceki gün atılan karşılıklı imzalar sayesinde Makedonya artık Kuzey Makedonya Cumhuriyeti olarak anılmayı kabul etti. Ancak bu sorunun henüz çözüldüğü anlamına gelmiyor. Çünkü hem Yunanistan’da hem de Makedonya’da anlaşmayı protesto eden çok sayıda insan var. Yunanistan’da başına ne getirilirse getirilsin Makedonya adının kullanılmamasını isteyenler, Makedonya’da ise başına bir ek getirilmeden Makedonya adının kullanılmasını isteyenler sokaklara döküldüler.

Makedonya’nın NATO’da yer alması, Batı’ya kapılanma çabaları, tüm bunların hepsi bir yana, adını sadece Yunanistan istemiyor diye kullanamaması kabul edilir bir durum değil. Makedonlar kendilerini Yunan olarak görmüyorlar, aralarında eski solcu yeni sağcı Mikis Teodorakis gibilerinin de bulunduğu kimileri de “sadece bir Makedonya var o da daima Yunan’dır” diyor ısrarla.

Nedir bu ısrarın nedeni ?
Yunanistan Makedon Kralı Büyük İskender’i bir Yunan kahramanı olarak kabul eder. Makedonya, İskender’in “güç merkezi” idi, malum. Makedonya’nın eski başkenti Vergina, günümüzde Yunanistan sınırları içinde . Selanik de Makedonya’nın başkentlerinden biri. Yunanistan, Makedonya’nın ileride bu topraklara ilişkin hak iddialarından çekiniyor. 

Bölge zaten, “Balkanlar”a uygun bir karışıklık içinde. Yunan milliyetçisi her şeyi Yunan görüyor. Arnavut milliyetçisinin hedefi ise Kosova’yı ve Makedonya’nın bir kısmıyla, kuzey Yunanistan’ı kucaklayan “Büyük Arnavutluk”u oluşturmak. Sonra bölgede Orta Asya’dan Avrupa’ya uzanan, Balkanlar’dan geçecek olan, Çin’in “Tek Kuşak Tek Yol” ticari karayolunun giderek artan cazibesi de önemli bir faktör. 

Yunanistan bu konuda etkili olmayı istiyor. Makedonya’yı etkisizleştirme çabası içinde bunu da saymak gerek.

Emperyalistlerce parçalanan Yugoslavya’da bu sorunlar yaşanmamıştı. Bu büyük emekçi halklar federasyonu dillerin, etnisitelerin, kültürlerin büyük ortaklığıydı. Parçalanınca Sırbistan, Bosna Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Karadağ devletleri çıktı ortaya. Balkanlar’ın yüzünü değiştiren bir gelişme oldu bu. Yugoslavya iç savaşı sırasında Kosova’nın etnik Arnavut bölgesi yeniden yapılandırıldı. Sırbistan’da Hırvatistan’da milliyetçilikler hortlatıldı.

ABD, Balkanları Avrupa-Atlantik bloğuna entegre etmek istedi hep. Tüm çabalarını buna harcadı. Kosova’nın erken bağımsızlığı, Yunanistan’ın ikna edilerek Makedonya’nın adının değiştirilip NATO’ya alınacak olması hep bu politikanın sonuçları. 

Yunanistan’ın zaten etnik patlamalara uygun bir atmosferi olan bölgede, bir ulusun kendisi için kullanmayı seçtiği, tarihi hakkı da olan bir adı, sadece kendisinin olduğu iddiasıyla kullandırmaması, bu nedenle çıkacak krizde ABD ve müttefiklerinin eline muazzam bir “malzeme” vermesi demek.

Peki Makedonya gerçekten Yunan mı?
Bunun yanıtının “hayır” olduğu Yunanistan’ın söz konusu ülkenin adını “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” olarak kabul etmesinden belli değil mi? Makedonya olmasa neden Kuzey Makedonya olduğunu kabul etsin.

Üstelik bundan önce Makedonya’ya Yunanistan tarafından önerilen bir diğer isim de “Yukarı Makedonya” idi. Yani o bölgede yaşayanların Makedon oldukları konusunda aslında Yunanistan’ın da itirazı yok.

Kimin itirazı var peki?
Muhafazakâr, sağcı, ırkçı, faşist partilerle, Ortodoks Kilisesi’nin. Yani bir ülkede huzurun, barışın, çağdaşlığın düşmanı kim varsa onların.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Korkma! - FATİH YAŞLI

Dost-düşman ikiliğine indirgenmiş siyaset anlayışıyla sandığa indirgenmiş demokrasinin ve milli irade fetişizminin sentezi, seçimlerin bir tür iç savaş manzarası sunmasına neden oluyor. “Biz” ve “onlar” ayrımı üzerinden işleyen iktidar dili, kendinden olmayanları kolaylıkla “iç düşman” olarak nitelendirebiliyor, kolaylıkla herkese “terörist, bölücü, vatan haini” damgasını vurabiliyor. Üstelik bu dili bir azınlık gruba karşı değil, toplumun en az yarısına karşı kullanıyor, bunda herhangi bir sakınca görmüyor.


Toplumsal kutuplaşmanın birtakım sahte ve yapay unsurlar aracılığıyla derinleştirilmesini ve buradan gücünü tahkim etmeyi bir strateji olarak benimseyen iktidar partisi, seçimlerde bunun dozajını da artırıyor, hem kutuplaşmayı derinleştiriyor, hem de korkuyu çoğaltıyor. Görece “normal” koşullarda gidilen tek seçim olan 7 Haziran seçimlerinin ortaya koyduğu tablo, normallikle iktidarın oyları arasında bir ters orantı olduğunu açık bir şekilde gösteriyor. İktidar da bunun farkındalığıyla Türkiye’yi bir kez daha, “olağanüstü” koşullarda, üstelik resmen ilan edilmiş bir olağanüstü hal yönetimi altında seçimlere götürüyor.

Kutuplaşma ve korkutma bu seçimde de başat yöntem ancak sürenin kısıtlı olması nedeniyle bu sefer şapkadan -en azından şimdiye kadar- çıkartılabilen bir tavşan yok. Afrin Operasyonu çoktan unutuldu, Menbiç’te ABD’yle karşı karşıya gelmek zaten mümkün değildi, Kandil’e bir harekât çokça dillendirildi ama seçime sadece birkaç gün var ve belki cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması halinde denenebilir ama pazar gününe kadar o da pek mümkün görünmüyor.

Dolayısıyla elde pek malzeme yok ve bu yüzden korku bu sefer seçim sonrası için kullanılıyor. Örneğin yoksullara “Eğer biz gidersek yardımlar kesilecek” deniliyor, dindarlar “Biz gidince imam-hatipleri kapatacaklar” diye telaşlandırılıyor, sıradan vatandaşa “Bunlar köprüleri, tünelleri yıkacaklar” diye sesleniliyor, genel olarak tüm toplum seçimleri iktidar partisinin kazanamaması halinde ortaya çıkacak istikrarsızlık üzerinden korkutuluyor ve muhalif kesimlere ise aba altından “iç savaş” sopası sallanıyor.

Bu sopanın esas gösterilme nedeni ise elbette ki seçimlerin nasıl gerçekleşeceğiyle ilgili. Yani eğer seçimler bir tür hileyle kazanılacaksa ya da sonuçları tanınmayacaksa, toplumun muhalif kesimlerinin buna karşı sokağa çıkma ihtimali, daha şimdiden bertaraf edilmek isteniyor. Bunun için yandaş köşe yazarları ya da kimi bakanlar olası bir iç savaş durumunda muhaliflerin başına geleceklere dair birtakım imalarda bulunuyor, kimi sosyal medya hesaplarından silahlı mermili fotoğraflar paylaşılıyor, toplumun iradesi şimdiden teslim alınmaya çalışılıyor.

Peki bunu yapabilirler mi? Yani bir iç savaşı göze alabilirler mi? Gitmemek için her türlü şeyi yapabilecek, gözünü karartmış bir iktidarla karşı karşıya olduğumuzu hepimiz biliyoruz; devleti, askeri, polisi ellerinde tuttuklarını ve kullanmaktan kaçınmayacaklarını da. Hatta sokağa çıkmaya hazır birtakım paramiliter güçlerin varlığından da haberdarız. Ancak tüm bunların bir sınırı var, yapabilecekleri her şeyi bir yere kadar yapabilirler.

Neden mi? Nedeni şu: 16 yıllık geniş kapsamlı bir toplumsal mühendislik projesine rağmen, toplumun en az yarısının inşa edilen rejime itirazının olduğunu, rejim tarafından kapsanamadığını hatta tarafsızlaştırılamadığını görüyoruz. Sokakta Gezi, sandıkta ise 7 Haziran seçimleri ve 16 Nisan referandumu bunun en iyi kanıtıydı. Üstelik toplumun teslim alınamayan kesimlerinin çoğunluğunun büyük şehirlerde yaşayan, eğitimli, iş güç sahibi insanlar olduklarını biliyoruz.
Dolayısıyla bu kadar geniş bir toplamı sopayla idare etmenin birtakım sınırları var. Belki birtakım karanlık ilişkilere girişilir, hatta kan dökülmesi bile söz konusu olabilir ama Türkiye her şeye rağmen böyle idare edilebilecek bir ülke değildir. Hele bir de yaklaşan büyük ekonomik krizle birlikte, iktidarın kendi tabanında dahi çok ciddi bir meşruiyet kaybı yaşayacağı düşünüldüğünde, birtakım maceralara girişmeye hevesli olunsa bile, bunun yaratacağı sonuçları göze almak öyle kolay olmayacaktır.

Tam da bu nedenle, seçimlere üç gün kalmışken ve elbette ki seçim sonrasında da korkuya teslim olmayı gerektiren bir durum yoktur. “Artık yeter” diyen ve seçim sürecinde korku duvarını aştığını gördüğümüz bir halkın karşısında durmak öyle kolay olmayacaktır. Ancak unutmamak gerekir ki, korkunun sahipleri örgütlüdür ve “Korkmuyoruz” diyenlerin en büyük zafiyeti örgütsüz olmalarıdır. Dolayısıyla korkuya teslim olmayacakların bir araya gelmesi, omuz omuza vermesi, kolektif bir aklı ve cesareti büyütmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Dış politikada neden TAMAM? - HAYRİ KOZANOĞLU

En çok eleştirilen alanların başında gelen dış politikada neden TAMAM diyeceğimizi 10 maddede derledik.


Ne yazık ki 16. yılın sonunda AKP’nin dış politika anlayışı tamamen iflas etmiş durumda. Türkiye’nin sorunlu olmadığı tek bir komşusu neredeyse kalmadı. AB’den, NATO’ya tüm ittifaklarda sarsıntılar yaşanıyor. Alman Der Spiegel mi dersiniz, yoksa İngiliz The Economist mi, ne zaman “demokrasiyi iğdiş eden liderler”, “dünyanın otokratları” vb. mesajlı bir tema işlenecek olsa, akıllarına ilk gelen isim ve de kapağa konacak ilk resim Erdoğan oluyor. Bu saptamalar ışığında, isterseniz dış politikada neden “TAMAM” dediğimizi madde madde bir sıralayalım.

1 Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “Komşularla sıfır sorun” iddiasından yola çıkıp, en son listeye Yunanistan’ı da ekleyerek tüm komşularla kavgalı hale gelmemek için “TAMAM”. Görev süresinin dolmasına 4 gün kalan Binali Yıldırım’ın ağzından “dostları artırmak, düşmanları azaltmak” ifadesi çıktıktan sonra, sırf 16 Nisan 2017 Referandumu’nda AKP mitingine izin vermediler diye Alman ve Hollanda liderlerini “Nazi” ilan etmemek için “TAMAM”.

2 Önce radikal İslamcı örgütlere destek verip, sonra şiddetin bumerang gibi topraklarımıza dönmesiyle Pakistan’ın durumuna düşmemek için “TAMAM”. Laik ulusal devlet kimliğimizi kaybedip, etnik ve mezhepsel eksenlerde ayrışarak Iraklaşmamak için “TAMAM”. Bir zamanlar “çözüm süreci” aldatmasıyla göz boyarken, şimdi “Cumhur İttifakı” postuna bürünüp, MHP’yle birlikte Kürt düşmanlığını devlet politikası haline getirerek Sri Lankalaşmamak için “TAMAM”.

3 Rus Büyükelçisi’nin can güvenliğini dahi sağlayamayan; ABD’nin büyükelçi bile bulundurmadığı; Alman Büyükelçisi’ne sırf, RTE’yi hicveden bir “talkshow” yayınlaması nedeniyle nota verilen; diplomasi kültürüne tamamen uyumsuz bir ülke konumundan kurtulmak için “TAMAM”.

4 Demokrasiyi rafa kaldırıp ülkelerini otoriterlikle yöneten, yolsuzluklara batmış, ayrımcılıkları körükleyerek ayakta durmaya çalışan “tek adamları” muhalefetin güçlü ittifakıyla dize getiren; Sri Lanka’da Rajapaksa’dan, Güney Afrika’da Zuma’ya, en son Malezya’da Necip Rezak’a kadar “muktedire” hanyayı konyayı gösteren “demokratik atılımı” Türkiye’de gerçekleştirmek için “TAMAM”.

5 Suriye ile ekonomik, kültürel ilişkileri geliştirmek yerine, mezhepçi dürtülerle “Esed’i devirmek” hezeyanına kapılıp ülkenin kanlı bir iç savaşa sürüklenmesinin vebalini daha fazla taşımamak için “TAMAM”. Sonrasında Suriye’nin toprak bütünlüğüne sahip çıkıyorum bahanesiyle Rojova’ya husumet beslememek için “TAMAM”. “Artık güvenlik sınırları koruyarak sağlanmıyor” mugalatasının arkasına takılıp Cerablus, Afrin derken, şimdi de Membiç’te ÖSO’cu çeteler ile birlikte işgalci konumuna düşmemek için “TAMAM”.

6 Kasım 2015’te Rus uçağını düşürüp, enerji ikmali konusu gündeme gelince “gerekirse tezek yakarız!” hamasetini dillendirdikten sonra, Putin’den özür dilememek için “TAMAM”. 20 milyar dolarlık Akkuyu nükleer ihalesinin Rusya’ya verilmesine karşın, hâlâ, kuruluş gerekçesi radikal İslam’a karşı mücadele olan Şanghay İşbirliği Örgütü’nün kapısında bekletilmemek için “TAMAM”. RTE’nin bizim paralarımızla milyar dolarlara inşa ettirdiği sarayı, “büyük devlet” gerekçesiyle Putin’e onaylatmaya teşebbüs etmemesi için “TAMAM”.

7 Yıllarca Kopenhag Kriterleri’ni uygulama kararlılığını, “ileri demokrasi” hedefini gerekçe yapıp AB üyeliği hayaliyle göz boyadıktan sonra; ilk fırsatta Batı dünyasına, Hıristiyanlığa lanet yağdırmamak, Avrupalıların “karakter ve cibiliyetine” saydırmamak için “TAMAM”. 3 milyon sığınmacı üzerinden “kapıları açarım” tehdidiyle Brüksel ile ilişkileri “rehine pazarlığına” dönüştürmemek için “TAMAM”.

8 Washington PYD’yi terör örgütü olarak görmediğini açıklayınca, “İncirlik Üssü ABD’ye kapatılabilir” diye mangalda kül bırakmadıktan sonra, Membiç üzerinde Dışişleri Bakanı Pompeo’yla sınırlı bir uzlaşma sağlanmasıyla beraber, yine ABD’nin müttefiki olmakla böbürlenmemek için “TAMAM”. İsrail’le “bir dargın bir barışık” âşıkları oynayıp, sıkışınca “one minute” kabadayılığını dolaşıma sokarak, ortalık durulunca İsrail’in aşırı sağcı Başbakanı Netahyahu ile can ciğer kuzu sarması olmamak için “TAMAM”.

9 Kendini Müslüman Kardeşler ağının lideri ilan edip, Mısır’la köprüleri atarak Mursi’nin hamisi konumuna düşmemek için “TAMAM”. Türkiye gibi dış politikada dini referanslarla anılmayan seküler bir ülkeyi, “neo-Osmanlıcılık” rüyasıyla Suudi Arabistan-Katar-Kuveyt’le birlikte Cihatçi-Selefi çetelerin sponsoru, Sünni ekseninin fanatik mensubu haline getirmemek için “TAMAM”. En son Libya-Tunus üzerinden Körfez ülkeleriyle de bozuşup, Katar’la birlikte “değerli yalnızlığa” sürüklenmemek için “TAMAM”.

10 “Dünya 5’ten büyüktür” lafını ağzına sakız yaptıktan sonra, gerisini getiremeyip emperyalizme iki çift laf etmekten sakınmamak için “TAMAM”. Bağımsız bir dış politika çizgisinin uluslararası kapitalizmle ittifakları gözden geçirmeden mümkün olmayacağının farkında; komşularının toprak bütünlüğüne saygılı; onlarla ekonomik, kültürel, politik bağları geliştirmeye kararlı; din, mezhep kaygıları gütmeden dünya barışı için çaba harcayan bir dış politika hayalinin uzağına düştüğümüz için “TAMAM”.

 HAYRİ KOZANOĞLU  / BİRGÜN

ABD ve 24 Haziran tercihi - Ceyda Karan

Türk-Amerikan ilişkilerinde geçen sonbaharda Türk vatandaşlarına vizelerin askıya alınmasına varan kriz hali, ‘rölantide geçirilen’ bir kışın ardından yeniden ‘canlanıyor’. Odağında baskın seçimler ile Suriye politikaları var. 

Önce beklendiği üzere, Washington ile AKP Ankarası’nın Suriye’nin Menbiç kentini paylaşmalarına dair uzlaşması geldi. Ardından bir senedir ABD Dışişleri’nde Suriye dosyasına bakan kariyer diplomatı David Satterfield’in Ankara’ya büyükelçi atandığı iddiaları ‘haberleştirildi’.
***

Eski Ankara Büyükelçisi John Bass’ın diplomatik misyon çalışanlarının 15 Temmuz’la ilişkilendirilerek tutuklanması sonrasında hayli ‘tantanalı’ gidişinin üzerinden sekiz ay geçti. Doğrusu Satterfield’in ismi büyükelçilik için mayıs başından beri anılıyor. Atama resmen ilan edilmediği gibi, ABD tarafının sekiz ay bekleyip bunu şimdi duyurması pek tuhaf olur(du). Anlaşılan Ankara’da birileri ‘fısıldadı’, haber yayıldı. Tıpkı ‘Merkel Berlin’e davet etti’ haberi gibi...
***

Ancak Menbiç uzlaşmasıyla birleşen ‘elçi ataması’ haberi ‘muhabbetin koyuluğunun’ tamamlayıcısı. Nitekim bu sekiz ayda ABD Başkanı Trump’ın dışişleri bakanı değişikliği eşliğinde Menbiç pazarlığı ve Rusya’dan S-400 alımı karşısında Türkiye’nin F-35 projesinden dışlanması, ilişkilerde ana pazarlık başlıklarını oluşturdu. İki ülke dışişleri bakanlarının 4 Haziran buluşması sonrası çıkartılan ‘yol haritası’ icabı da TSK ile ABD bu hafta Menbiç sınırında devriyelerine başladı. 

Bu gelişme ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde işgal ettiği topraklardaki planlarının ‘tıkır tıkır’ işlediğinin göstergesi. AKP hükümeti bu planların en hevesli oyuncusu. Türkiye ahalisine ‘güvenlik politikası’ olarak sunulan Menbiç uzlaşması, ABD ile birlikte komşu ülkenin toprağı üzerindeki işgalin şeklini şemalini belirlemek. Önümüzdeki dönemde ‘yerel idareler’ adıyla daha yoğun allanıp pullanıp pazarlanacak. Ankara’nın en son Kilis vali yardımcısını komşu ülkenin kasabasına ‘koordinatör vali’ ataması şaşırtıcı değil.

***

Elbette Washington’da AKP’den memnun olmayanlar eksik değil. Ancak bu durumun 21 Haziran’da F-35’lerin sembolik teslimini önlemeyeceği gibi Pentagon bütçesi çıkarılırken Türkiye ile ilgili ‘raporlama’ şerhini de pazarlıkta el yükseltmeye saymak gerekir.

***

Bu koşullarda Washington açısından 24 Haziran’da Ankara’da Ortadoğu politikasında kendisiyle uyumlu bir hükümetin sandıktan çıkması elbette tercih edilir. Resmi ataması gerçekleşirse Satterfield, Suriye’nin yerel idareler altında parçalanıp nüfuz alanlarına ayrılması sürecini yakından bilen isim. Geçen ocakta Britanya, Fransa, Suudi Arabistan ile Ürdün temsilcileriyle Suriye’yi bölme planlı toplantıda ABD’yi temsil etmişti. Bu toplantı hatalı biçimde ‘Türkiye’yi durdurmak, Suriye’yi bölmek’ olarak sunuldu. Oysa ki detaylarında gruba ilerleyen süreçte Ankara’nın da katılmasının konuşulduğunu unutmamalı.
 
AKP Ankarası, komşu ülke toprağında ABD ile aynı çizgiyi izliyor. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun sözleri yerli yerine oturuyor: “Menbiç modeli Suriye’nin geleceği için önemli. Bölge temizlendikten sonra gerçek sahiplerine bırakılacak.” Menbiç modeli ABD’nin modelidir. 

İş İdlib’e geldiğinde aynı Çavuşoğlu’nun “Biz muhalefetin garantörüyüz” dedikten sonra Rusya ve Suriye’nin alenen şeriatın uygulandığı bu bölgeden cihatçı grupları temizlemesine itiraz bayrağı açtığını görüyoruz. Çavuşoğlu açıkça Suriye hükümetinin topraklarında kontrolü sağlamasına itiraz ederek böylesi bir durumda ‘Astana sürecinin de Rusya ve İran ile işbirliğinin de anlamının kalmayacağının’ altını çiziyor. 
Ankara ‘ABD’ye rağmen’ bir şey yapmıyor. Aksine Kırım üzerinden Moskova’ya ‘yönünü’ anımsatıyor, TANAP açılışına ilgisi yokken Ukrayna lideri Paraşenko’yu davet ediyor.
***
Tekrar anımsatalım. 
Siyasal İslamcı AKP Türkiyesi’nin politikaları, ABD’ninkinin replikasıdır. Yapıntıdır. Kalanı yani ‘Türkiye’nin ABD’ye rağmen bölgede at koşturduğu’ söylemi ise  ‘Zümrüdüanka’ kuşunu uzaya çıkarırken, ekrana bir tutam ‘Atatürk resmi’ serpen yeni Osmanlıcı retorikten ibaret. Trump ile birlikte ‘demokrasi promosyonu’ sahtekârlığına ihtiyaç duymayan ABD için gayet de kullanışlı.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Selametten sefahate: Sermaye, rantiye, şantiye Müslümanlığı - TAYFUN ATAY

Bugün bu ülkede, sefaletlerine dine referansla selamet vaat eden bir davete icabet için değil, dine referansla yol alırken servete boğulmuş, zenginlikle hemhal olmuş, iktidar nimetlerinden istifade için mobilize olan kitleler var.

Türkiye’de İslami siyasetin başlangıcından bugüne içinde olan bir muhterem zat, İstanbul ve Ankara’nın Refah Partili belediyelere geçtiği 1994 yerel seçimlerini dönüm noktası sayarak bunun ardından zamanla ortaya çıkan durumu “Mekke’nin fethinden sonraki Müslümanlık” olarak tanımlamak gerektiğini söylemişti bana... Bununla anlatılmak istenen nedir? Yani, nasıl bir durumu ifade etmektedir Mekke’nin fethinden sonraki Müslümanlık?.. Bu, hayallerin ve ideallerin tamamına erdiği, iktidarın tadının alınmaya başlandığı, dolayısıyla (aynı kaynak kişimizin tabiriyle) “imanda zafiyetin baş gösterdiği”, yoksul muhitlerden çok zengin mekanların arşınlanır olduğu, açlığın yerini doygunluğun ve giderek de doyumsuzluğun almaya başladığı bir Müslümanlıktır. Bir “nefs Müslümanlığı”: “Dava” adına toplanan her şeyin “nefs” için harcanır olduğu bir Müslümanlık...


‘Beyaz Müslümanlar’ın zuhuru
Elbette belirginleşmesi öyle ha deyince, bir çırpıda olmamıştır bunun; hele ki araya giren 28 Şubat (1997) darbesi, sonrasında 27 Nisan E-Muhtırası (2007) gibi “mağduriyet” referanslarıyla bu yeni süreç, epey bir müddet gözlerden uzak, sessiz sedasız bir seyir izledi. Ama nihayetinde herkes tarafından altı çizilir oldu. Tayyip Erdoğan’ın 1994’ten itibaren İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde büyük bir servet birikimi sağladığı, sonrasında daha da baş döndürücü bir zenginliğe ulaştığı hiç kimse için sır değil. Tarikatların birer holdinge dönüştüğü hiç sır değil. 

Müslüman “büyük burjuvazi”nin ortaya çıktığı, yani “Beyaz Müslümanlar” sır değil... Dolayısıyla bugün bu ülkede İslami siyasetin merkezinden çeperine, çevresinden çehresine kadar gözümüze çarpan, artık yoksulluk/yoksunluk değil, zenginlik ve servet. O yüzden bugün bu ülkede, sefaletlerine dine referansla selamet vaat eden bir davete icabet için değil; dine referansla yol alırken servete boğulmuş, zenginlikle hemhal olmuş iktidar nimetlerinden istifade için mobilize olan kitleler var. O yüzden AKP’ye oy veren kitlede “ruhsal” bir eksen kayması var. Deyiş yerindeyse, “ekonomi-psikolojik” bir eksen kayması... O yüzden eskisi gibi, mesela o 1994 yerel seçimlerine gidilirken (özellikle Refah’lı kadın kollarınca) ev ev, kapı kapı gezmelerle yapılmış “selamet” çağrılarına kulak vermiyor insanlar. Saraylı, plazalı, beş yıldızlı, rezortlu, primli, kredili, ikramiyeli “helâl sefahat” çağrılarına kulak kabartmak istiyorlar. Artık nimete ortak olmak istiyorlar, külfete değil. Sefada buluşmak istiyorlar, cefada değil...

Meydanlarda ‘menfaat’ var
Bundan dolayı Lütfü Kırdar’daki bir anma etkinliğine “Reis”in de katılımı söz konusu olduğunda salonu doldurma telaşı içinde belediye çalışanlarına yarı- resmi çağrılarda bulunuluyor. Ve aynı belediye çalışanları şu seçim sürecinde evlerinde otururken “teşkilatlar”dan aranıp “Vatan elden gidiyor” denilerek, ev ev kapı kapı AKP logolu kahve paketlerini dağıtmak üzere “göreve davet ediliyor”! Yani zoraki; yani (eskiden olduğu şek,lde) “gönüllü” değil, gönülsüz şekilde... Hâlâ meydanlarda kalabalıklar var belki ama öyle sular seller gibi çağlayıp dalgalanan kitleler olarak değil; bindirilmiş kıtalar olarak, bir durgunluk ve doygunluk hali içinde oradalar. Artık esasen menfaat için motive olmaya koşullanmış bir taban var. “Ben de isterem”cileşmiş bir taban... Dolayısıyla ortada hiç de öyle “metal yorgunluğu” falan yok. “İmanın gevremesi” var. Ama yorulmak, sıkıntı çekmekten kaynaklı değil; iktidar olmaktan, iktidarın nimetlerinden nemalanma isteğinden kaynaklı bir iman gevremesi bu. Bir rantiye Müslümanlığı, bir şantiye Müslümanlığı ve holding, yani sermaye Müslümanlığı var artık ortada.

‘Peki, ‘Bu’ gidince düzelecek mi?’
Bunlarla bağlantılı olarak, gidişattan ciddi rahatsızlık duyan dindar-muhafazakârlar arasında bu seçim sürecinde çok sık duyulan bir söz, daha doğrusu soru cümlesi şu: “Peki, tamam, iyi... de, ‘Bu’ gidince gelecek olan düzeltebilecek mi?..” Yani işlerin, işleyişin, düzenin bozulduğu; memleketin böyle yol almasının mümkün olmadığı; sürekli kutuplaşmaya, çatışmaya, savaşa oynamakla hayatın sürdürülebilirliğinin olmadığı görülüyor, anlaşılıyor, biliniyor. Ama yine de AKP’ye daha önce oy veren ama şimdi mütereddit olanlar açısından bir “eşik” ne kadar aşılmış, bıçak kemiğe ne kadar dayanmış, orası tam belli değil ki yukarıdaki soruda belirginleşen bir ikirciklilik hali söz konusu... Bir durgunluk, bıkkınlık, bezginlik var da bu ne kadar vazgeçmek, o net değil.

Her şey ortada ama ‘TAMAM’ mı?
AKP denilen “tek kişilik iktidar oyunu” içinde yapılıp edilenler... Yıllarca emek verip de şimdi bir çırpıda dışlanan, harcanan insanlar... Hiç kimsenin din-iman, ezan-bayrak, vatan-millet derdinde olmayıp işine, dümenine, dalgasına bakma derdinde olduğu... Hep seçim süreçlerinde parlayan, patlatılan kör şiddet... Bunun aslında bir muktediri yerinde tutmaya dönük güdümlemelerle ilişkisi... Bunların hepsi görülüyor aslında; söz konusu siyasi pratiğin tavanında da, tabanında da... Ama bunlar ne kadar dışavuruma, dipten gelen dalgaya, “Bizden de yeter, artık TAMAM”a dönüşecek bu seçimde, orası hâlâ çok açık değil...

Bitmiş bir iktidarın uzun ölümü
Bu o kadar açık belli olmasa da AKP’nin kendi kitlesi de dâhil olmak üzere toplumda herkes tarafından gayet net olarak alınan bir mesaj var: Hepimiz, bitmiş bir iktidarın uzun ölümünü izliyoruz. Bir “idol”ün kırılışına, bir gücün gerileyişine, dibe vuruşuna şahit oluyoruz. Bütün mesele, onun sadece kendi halince ve kendine zarar vererek mi, yoksa hepimize zarar vererek ve bizi de yanına çekerek mi dibe vuracağı... 24 Haziran seçimlerinin sonucu ne olursa olsun, onun sonrasına ilişkin karşımızda en öncelikli ve kritik şekilde duran soru bu.

Eliaçık: AKP bizim ilkelerimizi benimseyerek yola koyuldu.

-AKP, bir siyasi hareket ve kimlik olarak ilk ortaya çıktığı 2000’ler başından bugüne, nereden nereye geldi?
AKP ilk olarak daha parti bile olmadan “Erdemliler İttifakı” olarak ortaya çıkmıştı. Bu, o zamanlar bizim “Değişim Dergisi” çevresinde savunduğumuz bir fikirdi. Hatta bu konuyla ilgili bir kapak yapmış ve kapak yazısını da yayın yönetmeni olarak ben yazmıştım. Her kesimden erdemli insanların adalet ve özgürlük bayrağı altında toplanacağı, kimsenin dinine, mezhebine, mahallesine bakılmadan siyaset yapılması gerektiği söyleniyordu. AKP bu ilkeleri benimsemişti, parti bu ruh ve heyecanla işe başlamıştı. Hatırlıyorum AKP 1. Kongresi’nde Erdoğan genel başkan seçilmişti, salonda fakir fukara, garip gureba, adalet devleti kuracağız, ortak iyiyi esas alacağız diye bağırıyordu. Sonra giderek devleti ele geçirdiklerini sandılar ama devlet tarafından ele geçirildiler. Her geçen gün erdemliler ruhu kayboldu, ittifak dağıldı, tek adam partisine dönüştü. AKP’nin sonunda dağılacağını düşünüyorum. Zaten şu anda AKP diye bir parti yok. Erdoğan var. Onun siyaseten ölümü üzerine eski ANAP gibi küçülecek, bir müddet daha ayakta kaldıktan sonra çoğu SP’ye gidecek veya kendisi küçük merkez sağ partilerden birisi gibi olacaktır.

-Türkiye’de İslamcı hareket, Erbakan’ın sahneye çıktığı 1960’lar sonundan bugüne nereden nereye geldi, nereye gidiyor?
Bir inancı esas alan İslam devleti değil, olsa olsa her insanı esas alan bir adalet devleti olabileceği görüldü. Devleti yönetecek kişide, inançlı olması, namaz kılması, oruç tutması, başörtüsü, vs. değil; hak, hukuk, adalet, dürüstlük aranmalı, yalan söylemeyen ve rüşvet yemeyen kişiler olmalı; asıl dindarlık buymuş noktasına gelindi. İslami siyaset anlayışlarının hâkim olduğu ülkelerin dini diktatörlükler üretmekten başka bir seçeneği yok. Çünkü geçmiş imparatorluklar zamanından kalma siyasetnamelerle teorilerini oluşturabiliyorlar. Yeni içtihatlar yaparak siyasi fikir üretemiyorlar. Mesela geleneksel İslami siyaset anlayışında saltanata bir şey denmez ama demokrasiye küfürdür denilir. Çünkü saltanat geçmişte yüzyıllar boyu uygulanageldiği için kendisinin bilir, ama demokrasi Batı’dan geldiği için küfür olarak görr. Bu anlayış tıkanmak zorunda, çağa hitap edemez.

-Recep Tayyip Erdoğan, 1970’lerde Milli Selamet Partisi Gençlik Kolları’nda başladığı siyasi serüveninde o zamanlardan bugüne nereden nereye geldi?
Ben Recep Tayyip Erdoğan’da hiçbir değişiklik olmadığı görüşündeyim. İslamcı hareket, Millî Görüş geleneği hepsi değişti ama o değişmedi. Ta 1970’lerde MSP gençlik kollarına girdiğinde Cumhurbaşkanı olmayı kafasına koymuştu. Siyasette yükseğe, en yükseğe, zirvelere kadar diyerek siyasete girdi. İnandığı tek şey başından beri koltuktu, hep öyle oldu ve öyle kaldı, hâlâ da öyle. Erdoğan eğer siyaseten seçimlerde yenilirse hemen yargılanması mümkün olmayacak. Çünkü yargılanması için bile anayasa değişikliği yapılması gerekiyor. 16 Nisan’daki referandumda yargılama konusunda kendisini güvence altına aldı. Anayasal korumaya sahip, şu an emekliliğinde bile yargılanması için meclisin üçte iki çoğunluğu lazım. Korumalı, güvenceli bir hayat sürecektir. Eğer oylar bıçak sırtı çıkarsa direnecek, gitmeyecek ama aradaki fark çok olursa gidecek, millet tamam dedi çekiliyoruz demek zorunda kalacaktır.


İslamcı yazar ve aktivist İhsan Eliaçık, “Antikapitalist Müslümanlar” adıyla bilinen İslami-siyasi oluşumun öncüsü ve teorisyeni. İslami ilimler, İslami toplumsal gerçeklik, İslam tarihi ve düşüncesi üzerine çok sayıda eser sahibi




İslamcılık iktidar nimetlerinden yararlanmanın adı oldu

-Türkiye’de İslamcı hareket Erbakan’ın sahneye çıktığı 1960’lar sonundan bugüne nereden nereye geldi, nereye gidiyor?
Bu soruya süreklilik ve değişim bağlamında cevap vermek yerinde olur. Dine dönüş hususu Erbakan’ın liderlik yaptığı Millî Görüş Hareketi özelinde “önce ahlak ve maneviyat”, “manevi kalkınma” gibi ifadelerle kodlandı. Soğuk Savaş yıllarında üçüncü yol olma iddiasıyla daha toptancı bir dil benimsendi. 1970’li yıllarda henüz bir tüketim toplumuna dönüşmemişken, ağır sanayi hamlesinden bahsedildi, AP’nin patronaj ağına dâhil olamamış Anadolu tüccarı sahiplenildi. Millî Görüş Hareketi, 1980’li yılların ikinci yarısından başlayarak daha çok kent çeperlerinde yaşayan yoksullara hitap etti, yükselen Kürt sorununa değindi, serpilen Anadolu sermayesinin temsilciliğine soyundu ve Özal döneminin kuraldan, değerden, düzenlemeden yoksun anarşik liberalizminin yarattığı sorunları işledi. Bütün bu sorunlara cevabı da önce ahlak ve maneviyat şeklinde oldu. Bu cevap, seküler düzenlemenin yapılamadığı, seküler değerlerin geliştirilmediği bir ortamda geçerlilik kazandı. Merkez partilerin hiçbiri, örneğin siyasal yozlaşma pratikleri karşısında demokratik şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerinin gerçekleştirilmesini öngören bir reform platformu sunmadı. Bu ortamda dindarlık, takva sahibi olma dürüst yönetimin yeter şartıdır iddiası geçerlilik kazanabildi. Her ne kadar kapatılıp başka adlarla açılsa da Millî Görüş Partileri de kurumsallaştı. Başlangıçta Nakşibendilerle olan iş birliği, nispeten küçük marjinal bir parti olan MNP/MSP’nin üye, sempatizan veya militan devşirmesine katkıda bulundu, ama Erbakan’ın şeyhi Mehmet Zait Kotku’nun 1980’de ölümünden sonra Millî Görüş özerk bir kimlik haline geldi. 1990’lı yılların ortalarında RP özellikle büyük kentlerin çeperlerinde bir kitleselleşme hamlesi başlattı.

Cemaatleri yan kuruluşu yaptı
Özerk bir siyasi kimlik haline gelmesinden sonra Millî Görüş, İslam’ın siyasal arenadaki temsilcisi olarak bütün İslamcı/Müslüman grupları (kendisinin arkasında durmaları gerektiğini iddia ederek) “rahatsız etti”. Zira bu dini gruplar açısından RP’yi kategorik olarak desteklemek bir yana, açıktan siyasi pozisyon almak doğru değildi. AKP’yi kuran genç nesil, 2002’den sonra da bir şekilde devam eden 28 Şubat şartlarında bu grupların tek temsilcisi, koruyucusu olarak tezahür etti ve desteğini aldı. Daha sonra elde ettiği iktidar konumlarının verdiği disiplin, yani ödül ve ceza imkânlarını kullanarak bu grupların büyük çoğunluğunu kendine bağlamayı başardı, onları birer yan kuruluşa çevirdi. Buna paralel olarak, AKP döneminde İslamcı camia iktidardan pay almaktan öte iktidarın merkezine yerleşti. Tabii böylece İslamcılığın AKP disiplinine girmekle özdeşleştiği ve iktidar nimetlerinden yararlanmak adına İslamcı olunduğu bir süreç de başlamış oldu. İslamcılığın iktidar ve nimetleri dışında hangi değeri, hangi ilkeyi savunduğu, hangi değeri ve ilkeyi siyaset için harcamadığı anlaşılamaz hale geldi.

-AKP, bir siyasi hareket ve kimlik olarak ilk ortaya çıktığı 2000’ler başından bugüne, nereden nereye geldi, nereye gidiyor?
AKP 90’lı yılların birikimi üzerine kurulmuştu. Bu birikimin dört temel özelliği vardır. Birincisi, 12 Eylül 1980 darbesinin genelde siyaset , özelde sol siyaset karşıtı niteliğinin yarattığı merkez siyasetleri zayıflatan dinamikler sayesinde mümkün olan yükseliş süreci. İkincisi, RP’nin karşılaştığı daha doğrusu karşılaşamadığı siyasi muhalefettir. Sağ ve sol merkez siyasetler İslamcı bir parti olan RP karşısında laiklik ilkesini güncelleyerek koruyacak bir siyasal dil geliştiremedi. Bununla bağlantılı olarak üçüncüsü (RP’nin kendisi o kadar olmasa da) İslamcı camianın giderek artan oranlarda demokrasi ve insan hakları dilini kullanarak laiklik pratiğinin otoriter yönlerine dikkat çeken bir söylem geliştirmesidir. Dördüncüsü, RP’nin yükselişinde önemli roller oynayan genç neslin 28 Şubat sürecinden çıkardığı derstir. Erbakan ve birkaç arkadaşının belirlediği siyaset tarzıyla ülkeyi yönetme kabiliyetinin kazanılmayacağını ifade eden bu ders, AKP’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır.

Parti Erdoğan’ın kişisel aracı
Dolayısıyla, AKP’nin çıkış noktası özellikle merkez siyasetlerin zayıflamasından kaynaklanan boşluğun verdiği iktidar olma, ülkeyi yönetme potansiyelini gerçekleştirmekti. Bu da RP’ninkinden farklı yeni bir siyaset tarzı ile mümkündü. Başlangıçtaki Millî Görüş gömleğini çıkarma, muhafazakâr demokrat bir parti olma iddiasıyla AKP hem İslamcı kesimdeki demokdemokrasi ve insan hakları perspektifinden eleştiri birikimini başka toplum kesimleriyle de ittifak kuracak şekilde seferber etti, hem de bildiğimiz anlamda İslamcı olmayan yeni bir siyaset tarzının haberini verdi. Böylece kendisinin İslamcı olarak kategorize edilmesini zorlaştırdı. Geriye dönüp baktığımızda ilk yıllarındaki reformist politikaları daha çok AKP’nin iktidar arayışına hizmet etti. AKP, muhafazakâr demokrat kimliğini 2007’de Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ile başlayan bir süreçte adım adım terk etti. Bu terk ediş 2012’de yapılan dördüncü kongrede kesinleşti. Bu Kongrenin önüne koyulan 2023 Vizyonu başkanlık sistemine geçişi AKP’nin gündemine yerleştirdi. Öte yandan aynı kongrede yaptığı konuşmada Erdoğan İslamcı bir tema olan “medeniyet söylemi”ni partinin yeni kimliği olarak ilan etti. Bu sırada gerek kabinede gerekse parti içinde iktidarın giderek artan oranlarda Erdoğan’ın şahsında merkezileştiği, AKP’nin Erdoğan’ın kişisel aracına dönüştüğü bir süreç de yürürlükte idi. Dolayısıyla, üçlü-paralel bir süreçten bahsedebiliriz:

AKP’nin Erdoğan’ın partisine dönüşmeye başlaması; Başkanlık sistemini gündemine alması; ve medeniyet söyleminin yeni kimlik olarak benimsenmesi. Medeniyet söylemi aslında buradaki iktidar arayışını haklılaştırmak için başvurulmuş bir söylemdi. AKP, medeniyet söylemi ile bizzat kendi tarihinin önemli bir kısmını görmezden geldiği, reddettiği için ne medeniyete, ne demokrasiye, ne de geleceğimizi kurmamıza katkıda bulunabilirdi. Nihayetinde söz konusu iktidar arayışını karşılamaya yetme diği için Türk milliyetçiliği ile takviye edilerek “yerli ve milli” söylemine dönüştürüldü. Her iki söylem de AKP’nin toplumun kayda değer bir kesiminin varlığının, taleplerinin ve eleştirilerinin demokratik meşruiyetini “mesele” ederek hâkimiyet kurma stratejisini, toplumla barışmama ısrarını ifade etti. Bugün İslamcılık deyince akla iktidar fetişizmi ve kibrinin ve normsuzluğun gelmesinin nedenleri bu süreçte aranmalıdır. Bu açıdan 16 yıllık AKP iktidarının sadece demokrasimiz için değil İslamcılık için de ürettiği oldukça yüksek bir maliyet bulunmakta. Bugün geldiğimiz noktada AKP, iktidarını güçlendirmeye ve bir tek kendisinin meşru olduğu bir siyaset çerçevesi çizmeye hizmet eden fırsatlar kollamaya, yaratmaya kendisini endekslemiş bir parti. AKP’nin kendi içinden bir enerji ve dinamizm üreterek buradan farklı bir noktaya evrilmesi mevcut şartlarda pek olası görünmemekte.

Mesleği siyaset

-Recep Tayyip Erdoğan, 1970’lerde MSP Gençlik Kolları’nda başladığı siyasi serüveninde o zamanlardan bugüne nereden nereye geldi, nereye gidiyor?

Erdoğan profesyonel bir siyasetçi. Ondan önce liderlerin hiçbirinin geçmişinde sadece siyasi kariyer yoktu. Hepsinin ayrı bir mesleği ve kariyeri vardı. Mühendis, bürokrat, akademisyen, gazeteci idiler. Erdoğan’ın mesleği siyaset . Gençlik yıllarında Millî Görüş Hareketine katılıyor ve o günden bugüne siyasetin içinde. O yıllar Türkiye’de solun etkide bulunabildiği yıllar. Aynı zamanda Soğuk Savaş yılları. Soğuk Savaş sonrasında gördüğümüz demokrasi ve insan hakları söylemi yerine alternatif sistemler tartışması yürürlükte. 

Millî Görüş Hareketi de pek itibar görmeyen, hatta yer yer hakir görülen bir hareket olsa da devletin anti-komünizm ideolojisinin İslam’a başvurmasından faydalanan, komünizm ve kapitalizm dışında bir üçüncü yol olma iddiasında. Bu yıllarda Erdoğan’ı en çok etkileyen figür muhtemelen Necip Fazıl. Necip Fazıl demokrasiyle alakası olmayan tepeden inmeci, totalci, merkeziyetçi ve liderci bir sistem öneriyor alternatif olarak. 90’lı yıllarda, global bağlamdaki değişimle bu alternatif sistemlerden ziyade demokrasi ve insan hakları söylemi yükseliyor ve İslamcılık da bu söyleme eklemleniyor. 90’lı yıllar aynı zamanda kültürel, ekonomik, siyasal alanlarda İslamcılığın yükseldiği yıllar, fakat merkezi iktidardan pay alamıyor, paralel bir toplum oluşturuyorlar. Böyle bir pay alma hamlesinde bulunduklarında da 28 Şubat süreci ile karşılaşıyorlar ki bu toplumun önemli bir kısmının kriminalize edilmesi, yok edilmesi gereken iç düşman ilan edilmesi anlamına gelmiştir. 

Erdoğan’ın 1990’lı yılların ortalarında mealen “bizim ideallerimizi, Hocamızın (Erbakan’ı kastediyor) ideallerini gerçekleştirmek için mutlaka iktidar olmamız, mutlaka muktedir olmamız lazım” anlamına gelen bir demeci var. Bu, 28 Şubat şartlarının verdirdiği bir demeç olmanın ötesinde profesyonel siyasetçi olmaktan kaynaklanan bir demeç bence. Ve yine bir profesyonel siyasetçi olarak Erdoğan, diğer siyasetçilere oranla, bu amacını gerçekleştirmek için daha geniş bir söylem ve ittifak repertuarına sahip. Liberallerle, Kürt siyasi hareketiyle, şimdi FETÖ dediği grupla, Türk milliyetçileri ile ittifak arayabiliyor ve buna göre söylem de geliştirebiliyor. İktidar arayışının gerektirdiği bu dinamizm dışında anlayış olarak ne değişti derseniz, konumu değişti derim. Erdoğan artık muktedir, hatta hiçbir liderin olmadığı kadar muktedir ve İslamcı ve/veya dindar muhafazakâr kesimlere de kendi iktidarından pay veriyor. Varlığının ve kimliğinin dışlandığı, bastırıldığı, hedef alındığı arka planı düşündüğümüzde, bu kritik bir başarı. Ancak bu başarıya düşünsel, ideolojik ve psikolojik bir yenilenme eşlik edip etmediği ayrı bir mesele. 

Benim görebildiğim kadarıyla, Erdoğan örneğin “bizi nasıl bazı şeylere alıştırdılarsa, biz de onları bazı şeylere alıştıracağız” diyerek, adaletten aynıyla veya misliyle karşılık vermeyi anlıyor. AKP iktidara geldiğinde Türkiye toplumu, AKP kurucularının ve dindar muhafazakâr kesimlerin dışlandığı bölünmüş bir toplumdu. AKP meşruiyet açığını kapatma, iktidardan pay alma, ya da kendisine alan açma mücadelesinde adalet ve demokrasi söylemlerini kullandı, fakat pragmatist profesyonel bir siyasetçi olan Erdoğan esas geçer akçe olduğunu düşündüğü hâkimiyet alanlarını genişletmeye, iktidar birikimini artırmaya odaklandı. Bu sırada alnı secdeye değenden bize zarar gelmez diyerek ittifaklar kurdu ve müttefiklerinin suiistimallerine göz yumdu. Erdoğan bölünmüş Türkiye toplumunu demokrasi, yurttaşlık, anayasal haklar ve özgürlükler zemininde birleştirmeyi deneme fırsatına sahipti. Ancak bunu yapmak yerine, muhaliflerinin ve eleştirenlerinin varlığını ve meşruiyetini tanımamayı tercih etti. Böylece tıpkı bir zamanlar kendisinin maruz kaldığı muameleyi başkalarına layık görerek normalleştirmiş oldu. Ekonomi de bir güvenlik meselesidir diyerek, huzura ve refaha erene kadar OHAL kalkmayacak diyerek bir zamanlar bizzat kendisinin şikâyetçi olduğu güvenlikleştirme politikalarını benimsedi. Bunlar bir yerden bir yere gidilmediğinin ve gidilmeyeceğinin işaretleri maalesef.

Prof. Dr. Menderes Çınar, Başkent Üniversitesi siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi. 1990’ların başından bu yana karşılaştırmalı İslamcılık ve Türkiye siyaseti üzerine Türkçe ve yabancı dilde çok sayıda çalışmaya imza attı. “Siyasal Bir Sorun Olarak İslamcılık” (Dipnot Yayınları, 2005) ve “Vesayetçi Demokrasiden ‘Milli’ Demokrasiye” (Birikim Yayınları, 2015) başlıklı kitapları, Türkiye’de İslami siyaset , Millî Görüş hareketi ve AKP üzerine temel başvuru kaynakları niteliğinde. 

YARIN: TEK KİŞİLİK BİR OYUN: AKP

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Dalgaya gelmeyelim!.. - AHMET TAKAN

Gizli gizli bir şeyler mi içiyorlar?.. Bu nasıl bir ruh hali? Neyin sarhoşluğu?... Vallahi anlayamıyorum!...

ABD ile yaptığın gizli kapaklı mutabakat çerçevesinde, Türk askerini Kandil'in eteklerinde gezdireceksin, "Kandil operasyonu" diye naralar atacaksın... "Menbiç'e girdik" diye Türk askerini Sacur Çayı etrafında yine ABD'nin kontrolünde ve müsaade ettiği kadarıyla devriye gezdireceksin... Sonrada Başbakan Binali Yıldırım da diyecek ki;"Kobani, Kamışlı, Haseke bu bölgelerde de maalesef şu anda PKK'nın uzantısı PYD/YPG ciddi anlamda ABD'nin de silah desteğiyle güçlü duruma geldi. Bundan sonraki hedef, o bölgeleri de güvenli bölge haline getirmek."


Peki nasıl yapacaksınız bunu?.. Menbiç'e girdiğiniz gibi mi?.. Kandil'e yaptığınız operasyon gibi mi?.. Fırat'ın doğusundan neden hiç bahsetmez oldunuz?..

Seçimi kazansınlar diye anlattıkları gerçek dışı hikayelerin peşinden koşup doğruları faş etmekten bitap düştük!.. "Menbiç'e girdik" diye yandaş ekranlarda "son dakika" döndürüldüğü önceki gün, gerçekte ne oluyor diye bölgedeki askeri kaynaklarımızın bilgisine başvurdum. Türk askeri, Menbiç'in kuzeyindeki Sacur Çayı (Cerablus ile Menbiç sınırında) bölgesinde sınırlı sayıda araç ile devriyeye çıkarıldı. Yani, ABD müsaade etti zaten bizim kontrolümüzde olan bölgede devriye attık. Asker emir kulu!.. İktidar da seçim meydanlarında zafer çığlıkları atarken, koalisyon güçleri el altından PKK/YPG'ye, "merak etmeyin Menbiç'e tek bir Türk askeri girmeyecek" garantisi veriyordu. Bölgedeki askeri kaynaklarımla yaptığım görüşmeler neticesinde durumu daha sağlam bilgilerle anlatmak için görüntü istedim. Sadece bir kareye yer vereceğim;




Şimdi gelelim şu Kobani, Kamışlı, Haseke bölgelerinde ne olduğuna... Biz Menbiç'e girerken (!) koalisyon güçleri önceki gün PKK/YPG'nin arkasında olduklarını teyit için kahpelere o bölgelerde topçu bataryaları verdi ve yerleştirdi. İşte bu da kanıt fotoğrafı;


Sormazlar mı şimdi adama; madem ABD'nin desteği ile PKK'nın güçlü duruma geldiğini söylüyorsun, o zaman git vur!.. Ne duruyorsun?.. Elini tutan mı var?.. Yoksa, ABD ile kavga ediyor gibi yapıp başka numaralar mı çeviriyorsun?..

Gel de, Türk düşmanı CIA'cı Henri Barkey'in 8 Haziran'daki şu sözlerini hatırlama;
"Her şeyden önce , Menbiç meselesi Erdoğan için seçimler yüzünden önemliydi, bir açıdan, ABD ona bir hediye verdi. Bu Erdoğan'ın istediği bir şeydi ve sonunda istediğini aldı."

                                                                                    ***

Aklımızla alay etmenin çook ötesine geçtiler!.. MHP Genel Başkanı Doktor Devlet Bahçeli, önceki akşam NTV-Star ortak yayın, altın çanak programında "TBMM'de uyum sağlanamaz ise erken seçim düşünülebilir" diyordu. Diğer tarafta, Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce, "Cumhurbaşkanı seçilirsem Bakanlar Kurulu'na her kesimden birer isim alacağım" vaatlerinde bulunuyordu. Her şeyden önce Muharrem İnce'nin bu her kesim ile hangi kesimleri kast ettiğini açık etmesi lazım!.. İktidar olan partinin ülkeyi kendi kadroları ile yönetmesinden daha doğal ne olabilir ve buna kimin nasıl itirazı olabilir ki?.. İnce'nin çıkıp açıklık getirmesi gereken ve hâlâ rafta bekleyen diğer bir konu da, parlamenter sisteme dönüş takvimi...

Anlayacağınız!.. 16 Nisan anayasası istikrar getirecekti. Müthiş denge-fren mekanizmasıyla güçlü hükümet ve Meclis yaratacaktı. Koalisyonlara son verecekti. Seçimlerle vakit kaybedilmeyecekti. Hızlı karar alınıp hemen icraat yapılacaktı... Hani nerede?.. Suyunu çekti pilav oldu!.. Hadi iktidarı anladık da, muhalefet de bu işe teşne gibi. 16 Nisan anayasasının ne kadar ucube bir şey olduğuna vatandaşın dikkati yeterince çekilmedi galiba!..

Bizim düşündüklerimiz ve söylediklerimiz siyasetçilerin hesaplarına uymayabilir. Ancak, adım gibi bildiğim tek şey var. 16 Nisan anayasası ile kurgulanan bu ucube rejimin en büyük destekçisi Batı... Bu rejim ile Türkiye'yi felç durumunda bırakmak istiyorlar. Onlar için kimin kazandığının hiç önemi yok. Bölgemizde uzun yıllar sürecek savaşlar neticesinde felç kalan Türkiye'yi ancak böyle parçalayıp yutabilirler. Şurada seçimlere 4 gün kaldı. Birileri çıkıp inisiyatif almalı. Hani, "dip dalgası" deniyor ya!.. Bu dalganın ne kadar bilinçli bir şekilde hareket edeceğinin bilimsel ölçümü ve de garantisi var mı?..

16 Nisan anayasası ile gideceğimiz tek yön söylemesi çok acı ki; Türkmenistan benzeri rejim veya Başkan Yardımcısı Emine Erdoğan veya Başkan Yardımcısı Mithat Sancar olur!.. Dip dalgasının hâlâ ciddi şekilde uyarılmasına ihtiyaç var...


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Erken seçimin asıl sebebi: İran! - Arslan BULUT

Binali Yıldırım, nihayet sadede geldi ve "Kobani, Kamışlı, Haseke bu bölgelerde de maalesef şu anda PKK'nın uzantısı PYD/YPG ciddi anlamda ABD'nin de silah desteğiyle güçlü duruma geldi. Bundan sonraki hedef, o bölgeleri de güvenli bölge haline getirmek" dedi.

Yıldırım, "Güney sınırlarımıza bir terör devleti kurulmak isteniyor, açık" diye konuştu.

                                                                             ***

Yıldırım'ın "Kobani, Kamışlı, Haseke" diye belirttiği yer ABD'nin binlerce TIR silâh ve eğitim vererek, 60 bin kişilik PKK ordusu kurduğu, Suriye'nin kuzeyinde, "Fırat'ın doğusu" diye tanımlanan ve fiili bir devletçik kurulan bölgedir!

Peki gerçekten AKP iktidarının bu bölgeyi PKK'dan temizlemek diye bir hedefi var mı?
Böyle bir hedefleri olsaydı, Afrin ve Menbiç'deki PKK'lıların, Fırat'ın doğusuna geçmesine izin verirler miydi? Bütün bunlar bir tarafa, Fırat'ın doğusunda bir devletçik oluşmasını sağlayan öncelikle AKP iktidarıdır. Çünkü ABD ve İngiltere istihbarat servislerinin Suriye aleyhine asker toplayıp bunları Türkiye üzerinden geçirerek Suriye'de IŞİD diye uydurma bir devlet kurmasına hizmet eden AKP iktidarıdır.

IŞİD'in rolü bölgeyi karıştırarak ABD müdahalesine meşruiyet kazandırmaktı. Zaten boşalttıkları alanlara El Bab dışında hep PKK/PYD'nin yerleşmesi de ABD örgütü olduklarının göstergesidir. AKP iktidarı bu durumu bildiği halde, başlangıçta, Suriye rejimini çökertecekler diye IŞİD'in palazlanmasına seyirci kaldı. Sonra da müdahale etmek zorunda kaldı. Fakat bu arada, atı alan Üsküdar'ı geçmiş, ABD, Fırat'ın doğusunda PKK devletçiğini kurmuştu!

                                                                                     ***

Peki ABD, bundan sonra AKP'den ne bekliyor? Bunu da okurumuz Kadir Birler'in analiziyle yansıtalım:
"Sayın Bulut, seçimlerin bu kadar erkene çekilmesinin sebebi ekonomik kriz değildir.
2002'de de Bahçeli, Bursa yaylasından erken seçim tarihini ilan etmiş idi. Çünkü Ecevit, Irak'a ABD müdahalesine karşı çıkmıştı. O zaman da ekonomik kriz patlatılmış, bir de İsmail Cem eli ile DSP'yi karpuz gibi yarmışlar, sonuçta 10 gün ortadan kaybolan ve ABD'de olduğu anlaşılan Kemal Derviş, 'erken seçimin ekonomiye zararı olmaz' demişti.


Tansu Çiller, "ABD'nin Irak operasyonu sırasında iktidarda ben olmalıyım" demişse de ABD, Tayyip Erdoğan'ı daha AKP'yi kurmadan desteklemeye başlamıştı.

ABD, 60 bin askerini konuşlandırmak için Güneydoğu'da dokuz üs kurmak üzere arsa kiralarken, Türkiye'yi işgal edecek planını AKP vasıtası ile TBMM'ye getirdi. Tezkere kıl payı reddedildi ama Irak işgalinde yine de Türkiye'nin imkânları ve hava sahası kullanıldı.

ABD, 20 günde direniş görmeden Bağdat'a girdi, çünkü Saddam'ın generalleri önceden elde edilmiş idi. Öyleyse, Irak'a kuzeyden cephe açmak gerekmediği halde 60 bin askerin Türkiye'ye yerleştirilmesi neden istenmiş idi? Çünkü o asker Irak'tan sonra Suriye ve sonra da İran için kullanılacaktı. Eğer itiraz edersek de bu sefer Kürt isyanı ile iç savaş çıkartılacak ve ABD askeri bölgede olduğu için doğrudan müdahil olacaktı. Tezkereyi engelleyen asker ve siviller, Baykal ve Perinçek, bunun karşılığını FETÖ-CIA iş birliği ile başlatılan kumpaslarda aldılar!"

                                                                                     ***
Birler şöyle bitiriyor:
"Şimdi Bahçeli, yine bir erken seçim tarihi söyledi ama ABD'nin işi acilleşmişti ki daha erkene çekildi.
İlginçtir Menbiç'te iş birliği sağlandı, Kandil için yol da verildi. Anlaşılan Kandil'e bayrağı dikeceğiz! Irak'tan, ABD'den, PKK'dan, HDP'den çıt yok! PKK, Sincar'a kaydırıldı ise boş dağ bize neden verildi?
Çünkü, ABD ve AKP, ikinci bir 1 Mart tezkeresi vakası yaşamak istemiyor.
Seçilecek başkan, tek başına TSK'ya savaş emri verebilir mi? TBMM, MGK gibi herhangi bir kontrol mekanizması kaldı mı?
Kısacası, yaklaşan İran operasyonunda, Soros'un 'Türkiye'nin tek ihraç malı' dediği Türk askerinin kanı kullanılacaktır
Bu seçim tiyatrosunun altında yatan gerçek gündem budur. Bizi de kıraathane ile kekliyorlar. Saygı ile..."


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

İtleşmenin tarihi - ORHAN GÖKDEMİR

Türkçesi “it”tir. “Köpek” biçimi 15. yüzyılda ortaya çıkmış. Çağatay dilinde “şişmek, kabarmak” anlamına gelen “köpmek” fiilinden türediği sanılıyor. Başlangıçta “iri it”lerin adıydı. Sonra bütün itleri karşılamaya başladı. Bizim kelime ile tanışıklığımız “Sadettin Köpek” adlı Selçuklu vezirine dayanıyor. Adama it mi dediler, yoksa iri bir ite mi benziyordu, orası muamma. Makamı dolayısıyla “şişmiş, kabarmış” da olabilir. Kılıçla yaşadı, kılıçla öldü. Kaynaklara göre zalim, entrikacı ve muhteris biriydi. Kaldı ki çok kurcalamaya gerek yok, adının “it” anlamına gelmesi de pek şaşırtıcı değildir. “İt”ten, “itliğin” türemesi çok sonradır zira. 

Sadettin Köpek konusunda mütereddit olsak bile köpekler konusunda hiçbir tereddüdümüz yok. Kedi köpek sevgimiz malum. Köpeğin Türkçeye girmesinden bu yana gündelik yaşamın birer parçasıdır ikisi de. Mesela 19. yüzyıl seyyahlarının İstanbul’a ayak basar basmaz gözlemledikleri ilk şey sokaklardaki köpek hâkimiyetiydi. Bir köpekler şehriydi İstanbul. Mahalleler köpek çeteleri tarafından parsellenmişlerdi. Girmek, çıkmak onların iznine tabiydi. Tanıdıksanız ne âlâ, yabancıysanız taciz kaçınılmazdı. Bu durumda onların dilinden anlamanız, sağlam bir iletişim kurmanız İstanbul sokaklarında dolaşmanın şartlarındandı. Hatta kaynaklardan birinde, “hoşt” demeyi beceremeyen Levantenlerin başına gelenler oldukça eğlenceli sahnelerle anlatılıyor.

Edmond De Amicis ise “İstanbul” adlı kitabında şöyle not eder gördüğü sahneyi: “Ne tasmaları, ne sahipleri, ne kulübeleri, ne evleri, ne de kanunları vardır. Bütün hayatları sokaklarda geçer. Orada kendilerine küçük oyuklar kazarlar, karınlarını doyurup uyurlar, doğarlar, yavrularını beslerler ve ölürler ve hiç kimse köpekleri dolaşırken veyahut yatarken rahatsız etmez.” 
                                                                            ***

Ama dışarıdan gelenlerin o ilk izlenimleri genellikle doğru değildir. Bazen sayıları sokakları geçilmez kılacak kadar çoğalmakta, bu durumda sorunu halletmek üzere adım atmak da kaçınılmaz olmaktadır. Bu adımların neden olduğu pek acıklı köpek hikâyeleri vardır tarihimizde. 

İlk vaka II. Mahmut zamanında. Onun emriyle sokaklardan toplanan köpekler Hayırsız Ada’ya sürüldü. Ancak köpekleri taşıyan vapur yolda fırtınaya yakalanınca geri dönmek zorunda kaldı. Olayı duyan İstanbul halkı sarayın kapısına dayandı. II. Mahmut da köpeklerle uğraşmayı tekinsiz buluyor olmalı ki kararından vazgeçti. 

Abdülaziz de köpekleri toplatıp Hayırsız Ada’ya göndererek kurtulmayı denedi. Köpeklerin adaya bırakılmasından bir süre sonra İstanbul’un çeşitli semtlerinde büyük yangınlar çıktı. Halk bu yangınların köpeklerin gazabı olduğunu düşünüyordu. Abdülaziz daha fazla dayanamadı, köpekler Hayırsız’dan toplanıp geri getirildi. 

Bizim sağcı-dincilere bakılacak olursa, İstanbul köpeklerinin en mutlu olduğu dönem Abdülhamit dönemiydi. Köpekler onun inayetiyle mutlu mesut yaşayıp giderken, İttihatçılar gelip huzurlarını kaçırmıştı. Hatta huzurlarını kaçırmakla yetinmeyip tehcire bile başvurmuşlardı. Dâhiliye Nazırı Talat Paşa (gözü kör olasıca!) sokaklardaki egemenliğine son vermek üzere, 1910 yılında İstanbul köpekleri için sürgün kararı aldı. Birkaç gün içinde sokak köpekleri toplandı, kafeslere tıkıldı, mavnalara yüklenerek Hayırsız Ada’ya götürüldü. Fakat heyhat, ada çıplak bir kayadan ibaretti. (Kesin İttihatçı oyunudur bu da…) Adaya bırakılan köpekler bir süre sonra açlıktan birbirlerini parçalamaya başladı. Sürgün hayvanların bakımları için Belediye Meclisince bir miktar ödenek ve görevli tahsisi yapılmıştı gerçi ama İttihatçı zihniyeti hizmet götürülmesine mani olmuştu.

Bu kadar fesli Kadir tarihi yeter. İstanbul’un köpek sorununu İttihatçıların da nihai çözüme ulaştıramadığını biliyoruz. İstanbul bir köpek şehri olmaya devam etti. Bugün de bir köpek şehridir. Sokaklarından havlama, evlerinden miyavlama eksik olmamıştır hiç.

                                                                            ***
Amma velakin köpeğe kediye tecavüz vakaları yenidir, İslamcı iktidarı zamanındadır. İmamlar bebelere, hacı dedeler kedi ve köpeklere dadanmıştır tarihte ilk defa. Her gün tüyler ürpertici bir vaka ile karşı karşıya kalıyoruz o yüzden. Çünkü suçu iktidar yaptılar. Suçsuzlar, masumlar birer avdan ibaret artık. “Bir kereden bir şey olmaz hukuku” gereğince tecavüz edilecek her şey; kadın, hayvan, çocuk, bank, cansız manken, damacana tehlike altında.

Bu soysuzluğu tek başına iktidar aygıtına bağlayacak değiliz. Pedofili bir suç olmaktan çıktı, çünkü devleti var eden karanlık güç öyle istiyor. Hayvanlara tecavüze hafifletici sebep arıyor devlet, çünkü tabanda yaygın bir suç bu. Ensest bir tabu haline getirildi, çünkü o karanlık meşru görüyor. Daha dün dellenmediler mi “anamızın diz kapağından tahrik oluruz” diye. 

Nedir bu sapkınlığın esası peki? Çok basit; insanı tükettiniz mi altından bir ortaçağ canavarı çıkar. Dini hesapsız çoğalttınız mı vicdan azalır, ahlak yitip gider. Hayat kitapta yazana göre düzenlenmeye başlanır. O da sizi 7. yüzyılın eşiğine götürüp bırakır.

                                                                            ***
Hâlbuki daha düne kadar hayvanlarla iç içe yaşamaktaydı bu karanlık kalabalık. İneğine ad takan, kaybında arkasından ağıt yakan bir halktan kediye tecavüz eden, köpeğin kolunu bacağını koparan, kaçıyor diye ineğine palayla saldıran tuhaf bir mahlûklar yığını türedi az zamanda. Kaldırın başınızı ve bakın; dağı taşı yağmalayanlar, dereleri kurutanlar, denizi dolduranlar, bulduğu her boşluğa beton dökenler de onlardır. Hırsızın kutsanması bundan, arsıza tapınılmasının nedeni bu. Bundandır katillerin masum, kurbanların suçlu ilan edilmesi. 
Mutlak bir itleşmedir, itliğin iktidarındayız…
Tekrar edeyim; İnsanı tükettiniz mi altından bir ortaçağ canavarı çıkar. Gelir, şarabınızı döker, saksınızı çiğner, duvarınızı yıkar, soğanınızı çalar, her şeyi kötüler, kedileri tekmeler, köpekleri parçalar…
                                                                           ***

Kediye, köpeğe, kuşa dadandı karanlık. Dokunduğu her şeyi kendi cehennemine sürüklemekte kararlı. 

Ama ben de inanırım kedilerle köpeklerle uğraşmanın tekinsiz olduğuna. Sapanca’da yarım bırakılmış o köpekten biliyorum, bir yangın yaklaşıyor kötülüğü silip süpürecek. Bir büyük fırtına kopacak sonra. Devrilecek karanlık, ahı yerde kalmayacak çekilmiş acıların…

Orhan Gökdemir / SOL

Öne Çıkan Yayın

Okuyan ve Terkoğlu 'Cumhuriyet meselesi'ni konuştu: 'Cumhuriyetçiler ve komünistler ortak programda buluşmalı' -soL-

Urla'da "Cumhuriyet Meselesi" başlıklı söyleşiden konuşan Kemal Okuyan ve Barış Terkoğlu, cumhuriyetin bir mücadele başlığı ol...