6 Ekim 2014 Pazartesi

IMF Raporundaki Kod: 48.5 Milyar TL’lik Tasarruf-ÇİĞDEM TOKER

3 Ekim arife günüydü. Kamuya izin verilmişti. 
Herkes gibi tatil havasına giren bürokrasi de “yer değiştirme” ve kurban telaşındaydı. 
IMF’nin “4. Madde Konsültasyon Çalışması” olarak bilinen denetim raporu, işte böyle bir günde yayımlandı. 

Oysa IMF, raporu 24 Eylül’de tamamlamıştı. 
Başka bir ifadeyle, Türkiye’nin IŞİD’e karşı koalisyonda yer alacağı haberlerinin, kız çocuklarına başörtüsü “serbestisinin” tanındığı günler. 
Belli ki, “Ne kadar az fark edilse o kadar iyi” diye düşünüldü. Ve rapor, hükümetin isteği “kırılmayarak” Hazine sitesinde arife günü yayımlandı.
***
IMF heyetinin İstanbul’da iş dünyası; Ankara’da da ekonomi yönetimiyle yaptığı görüşmeler sonrası hazırladığı bu rapor “nazik”bir dilde, uzun-dolaylı cümlelerle kaleme alınmış. 
Ne ki, dikkatli okunduğunda, tavsiye adı altında hükümete bir dizi “ev ödevi” verildiği apaçık. Uzun ifadeleri kısalttığınızda ortaya bir “alarm listesi” çıkıyor: 
- Ekonomide kur riski var. Kontrol altına almak için dikkatli bir etki analizi yapmalı. 
- Bankalar yabancı para cinsinden borçlanmayı kısmalı. 
- Şirketlerin yabancı para cinsinden borçlanmasını düşürmek için teşvik edici ek önlemler göz önünde tutulmalı. 
- Dövize endeksli borçlanma için uygulanan önlemler, döviz kredilerine uygulanan önlemlerle eşitlenmeli. 
- Faiz dışı kamu harcamaları, ekonomiden daha hızlı büyüyor. Yapısal mali denge son yıllarda bozuluyor. Daha sıkı bir kamu maliyesi duruşuna ihtiyaç var. Enflasyon hedefinin yakalanması böyle mümkün olur. Para politikası üzerindeki yük de azalır. 
- Bunu sağlamak için: Faiz dışı fazla 2017’ye dek GSYH’nin yüzde 2’sine ulaşacak şekilde önden yüklemeli bir mali düzeltme yapılmalı. 
- Daha güçlü büyüme, yapısal reformların ilerletilmesine bağlı. Bunun için özel tasarrufların artırılması, enerji bağımlılığını azaltacak politikaların uygulanması.
***
Bu listedeki en çarpıcı madde, GSYİH’nin 2’si kadar faiz dışı fazlaya ulaşacak “önden yüklemeli mali düzeltme”. 
Ne anlama geldiğini açalım: 
Bütçede bu yılki GSYH hedefi, 867.3 milyar dolar. 
Bugünkü dolar kurundan hesaplanırsa, yüzde 2’si yaklaşık 48.5 milyar TL. 
Yani IMF bize kibarca diyor ki; iki yıl sonra faiz ödemeleri dışında bütçende 48.5 milyar liralık bir fazla yaratmış ol. Aksi halde işin zor! 
Faiz dışı fazla, IMF ile krediye dayalı stand-by programı yürütüldüğü dönemde, en sıkı takip edilen göstergelerin başında geliyordu. Standby’ın bitince, mali disiplini sağlamak adına bu hedefe önce biraz özen gösterildi. Fakat artan kamu harcamaları, bu disiplinden uzaklaşılmasına yol açtı. 
IMF raporunda, 48.5 milyar TL’lik “düzeltme”nin nasıl yapılacağının yolu da gösterilmiş. 
- Faiz dışı cari harcamaları azalt (yani kamudaki aşırı savurganlığa son ver) 
- Ekonomik açıdan sağlam projelere yapılacak yatırımları koru. (Bol keseden hazine garantisi verme. Memleketi yandaş ihalelerle proje çöplüğüne döndürme) 
48.5 milyar liralık “fazla”nın önemine başka bir yerden işaret edelim: 
2013’te faiz dışı fazla 31.5 milyar TL oldu. Yani bugün olsa, IMF’nin yüzde 2’lik tavsiyesi için 17 milyar TL’ye daha ihtiyaç vardı.
***
Önceki iki yazıda değindik. Hükümetin son on gün içindeki telaşı şimdi daha iyi anlaşılıyor: 
- Maliye Bakanı Şimşek, ‘torba kanun’la getirilen “vergi affı” için mükelleflere tek tek mektup yazılacağını söyledi. (Çünkü IMF mali düzeltme istedi.) 
- Başbakan Davutoğlu, kiralık araç harcamalarının azaltılacağını açıkladı. (Çünkü IMF mali düzeltme istedi. Ve gerekli değişiklik yapıldı) 
- Uzun süredir sürüncemede olan Dünya Bankası ile 400 milyon dolarlık Tuz Gölü doğalgaz depolama projesi için finansman anlaşması imzalandı. (IMF enerji bağımlılığını azaltacak politikalar istedi.) 
- Enerji Bakanı “Seneye 1 milyar dolar daha az doğalgaz parası ödeyeceğiz” dedi. (IMF uyarıları arasında yer alan cari açık için bir önlem sözü verilmiş oldu.) 
- İlaçta ödeme sistemi sıkılaştırıldı (Faiz dışı cari harcamaları azaltma önlemi yürürlüğe konulmuş oldu.) 
Ekim ayıyla birlikte adı konulmamış bir “kemer sıkma” dönemi başladığını belirtmiştik. Bu önlemlerin, -imzalanmış resmi bir program olmasa dahi- IMF’nin son raporundaki tavsiyelere uyarak alındığı artık tereddüt götürmüyor. 
Hedef, 48.5 milyar TL’lik faiz dışı fazla. Bayram sonrası yeni “sürprizler” gelirse şaşırmayalım.  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

5 Ekim 2014 Pazar

Erdoğan’a Biden Golü-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Büyük bir sır ifşa etmiyorum. Mağrib’den IŞİD’e yazılmak isteyen herkes, önce Türkiye’nin Suriye sınırındaki Kilis kentine ulaşması gerektiğini biliyor. Erdoğanbile o bölgeyi artık kontrol etmiyor. (Türkiye’nin Suriye sınırı) IŞİD milislerinin bir kurtarılmış alanı/ anklavı oldu.” 
Faslı IŞİD militanı Ahmet Birar’ın bu çok kesin ve çarpıcı açıklamalarını geçen pazar daha (28 Eylül), Erdoğan’ın eski dostu Berlusconi’nin gazetesi Il Giornale’de okudum. 
Giornale muhabiri, Fas’tan IŞİD’e katılan… sonra ailevi nedenlerle ülkesine geri dönmek zorunda kalan eski IŞİD militanı Birar’la konuşup, kendisine “Suriye cephesine” nasıl ulaştığını anlattırmış. 
Tecrübeli “militan”, üstte alıntıladığım gibi Mağrib Afrikası’ndan “cihat”a ezcümle katılanların yaptığı üzere Suriye’ye evvela Kilis’e uğrayarak geçmiş…
2013’te önce Özgür Suriye Ordusu’na katılmış. “Ahrar el Şam” hareketine yatay geçiş yaptıktan sonra, baharda IŞİD’e terfi etmiş... 
Bunların hepsi çok geçişken örgütler… 
Karısı hastalanıp çocuklarına bakamaz hale gelince “cihat”ı bir yana bırakıp evine dönmek zorunda kalan Faslı Ahmet’in öyküsünü okurken bu ‘Ahrar el Şam’ adıyla en son nerede karşılaştım?” diye düşünürken aklıma geldi… 


IŞİD’cisinden büyükelçiye… 

Örgütün adını en son geçen ay eski ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin Ankara’ya bombardıman yapan son açıklamalarında görmüştüm. 
Görevi bu yaz bırakan büyükelçi, kevgire dönüşen Türkiye-Suriye sınırı hakkında ABD yönetiminin duyduğu sıkıntıyı dışa vurmak için fazla uzun beklememiş, Dışişleri Baka-nı Kerry’nin son Ankara ziyareti öncesinde tam… eteğindeki taşları dökmüş; büyükelçiliği döneminde Ankara’ya, “El Nusra’ya yardım etmeyin!” uyarısını bizzat yaptıklarını, bu açık uyarıya karşın Türk hükümetinin -ABD terörist listesindeki-NusraCephesi ile Ahrar el Şam militanlarının geçişlerine göz yummayı sürdür-düğünü, ABD’nin bu sebeple bozulduğunu belirtmişti… 
IŞİD’cisinden ABD büyükelçisine dek sonuçta hep aynı şeyi söylüyorlar: “Erdoğan Suriye sınırını kontrol etmiyor!” 
Yalnız büyükelçi değil… Dışişleri Bakanı Kerry de hatta… çok yeni bu tespitle aynı adrese işaret etmedi mi? 
Esad’ı devirmek için ‘Arada çürük elmalar olsa da, önemli olan Esad’a karşı savaşmala-rıdır’ hesabı yapanlar vardı” diye on gün önce bir demeç patlatan Kerry; ne pahasına olursa olsun Esad’ı devirmek isteyenlerin radikal gruplara desteği yüzünden işlerin bu noktaya vardığını söylemişti. 
Başka bir vesilede de dışişleri bakanı gene IŞİD’in finans kaynağı olan petrol kaçakçılığını da, Türkiye-Suriye sınırından götürdüğünü ifade etmişti. 
ABD yönetiminden art arda gelen ve hafızalarda çok taze olan uyarılar bunlar. 
Dünya basınında konu üzerine çıkan sayfalarla yazı, yorumlardan hiç bahsetmiyorum bile… 
Yalnız birini hatırlatmadan geçmeyeceğim… 
Ankara’yı bu yaz sarsan bir bomba da Almanya’nın “koca kulak” skandalı olmuştu. 
Ankara-IŞİD ilişkisine yönelik “derin iddialar” içeren skandal, Almanya’nın haber alma teşkilatının Ankara’yı yakın takibe aldığını ortaya koymuştu. 
Alman basınından Bild, Berlin’in Ankara’yı dinlemesine gerekçe olarak Türkiye’nin Suriye politikasındaki “ikili oyununa” işaret etmiş ve ABD’nin bu konuda Almanya’yı ısrarla uyardığını belirtmiş, “MİT kanalıyla Türkiye’nin radikal İslamcı gruplara (IŞİD) silah-lojistik destek verdiğini” ifşa etmişti. 

Biden neden yalan söylesin? 

Diyeceğim o ki… 
Erdoğan’ın bugün “Esefle karşıladım, böyle bir şey yok!” diye yanıtladığı Başkan Yardımcısı Biden’ın son açıklamalarında hiçbir sürpriz yok aslında. 
Ankara’nın “Suriye-IŞİD politikasındaki” tüm maceracı boyutlar, boşluklar, zaaflar, çelişkiler… dünyanın malumu. 
Aylardır her yerde sayılıp dökülen bu un-surlardan ötürü Biden; “Bölge müttefiklerimiz Suriye’deki en büyük problemimiz oldu” saptamasında bulunmuş. 
Pabucun bahalı olduğunu görünce Türkiye’nin de aralarında olduğu Ortadoğu müttefikleri özetle hizaya girdiler mealinde sözler etmiş. 
Sonra bu açıklamaları bir tık öteye taşıyarak tezkere öncesi Cumhurbaşkanı’nın kendisine geçmişin yanlışlarını telafi etmek istercesine!-“Türk hava sahasının kullanımı” ile “asker gücü” sözü verdiğini eklemiş, Erdoğan’ın “Haklıydınız, sınırı şimdi mühürlemeye çalışıyoruz. Çok fazla insanın Suriye’ye geçişine izin verdik!”dediğini belirtmiş… 
Cumhurbaşkanı, karizma çizen bu açıklamaları şimdi reddediyor. 
“IŞİD’cilere yardımımız olmamıştır. Kimse bunu ispatlayamaz!” diyor. 
Aylardır ardı ardına yapılan açıklamalar, Ankara’ya uzanan “koca kulak”lar; CNN’sinden New York Times’ına, Bild’ine… anlatılanlar ve yazılıp çizilenler ne o zaman? 
Biden, riskli bir “tezkere” girişimi ortasında, aslı astarı olmayan böyle bir çıkışı niye yapsın? Bir devlet adamı için fazla gevezelik etmiş 
olabilir… Neticede boşboğazlığı ile ünlü bir politikacı Joe Biden. Ağzında çok bakla ıslanmıyor… Ama şimdiye dek yalancı olduğunu söyleyen hiç çıkmadı. Üzerinden dumanı tüten bunca tüfek varken… uluslararası kamuoyu kime inanır sizce? Biden’a mı, Erdoğan’a mı?

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Emekli Bir Seks İlahı-CAN DÜNDAR

Beyoğlu’nun arka sokaklarında, eski bir binanın ışıksız dairesinde bulmuştum onu… 
Hâlâ cüsseliydi; ama yaşlanmıştı.
 
Gençliğimizin perdelerini parçalayan adam, usta işi bir makyajla ihtiyarlatılmış gibiydi.
Zaman denen öğütme makinesi, o haşin delikanlıyı, müşfik bir dedeye çevirmişti. 
Yeşilçam’ın kurtarıcı silahı, emekli bir seks ilahı olmuştu. 
                                                                 *** 
Bir kuşağın ergenlik düşlerini süsleyen afişleri duvardaydı hâlâ: 
“Helal Sana Behçet.” 
“Sev Beni Behçet.” 
“Namın Yürüsün Behçet.” 
“Parçala Behçet.” 
Bu sonuncusu, ona nam olmuştu. 
70’lerin ikinci yarısında, sokaklarda silahların konuştuğu o kan deryasında, “3 Film Birden-Devamlı” oynatan köhne sinemalarda, en çok onun filmleri iş yapardı. 
Bizim nesle musallat olmuş bir salgındı seks furyası; öncesinde yoktu; sonrasında da olmadı. 
O yıllarca beyaz mendillere kan tüküren kadınlar, onlara gizlice gözyaşı döken adamlar çekiliverdi perdeden; cömertçe soyunan dilberler, uzun donla yatağa giren erkekler doluşuverdi perdeye… 
Erkeklerin bir kısmı tüy sıklet komedyenlerdi; seyirciye benzeyen, kavruk tiplerdi. Ne yapar eder, rüyalarında göremeyecekleri kızların koynuna girerlerdi. 
Bir de döverken de severken de sert olan, kavgacı, asık suratlı, yırtık adamlar vardı. 
Behçet onlardandı. 
                                                            ***
Yıllar önce, bir popüler kültür serisi için röportaja gittiğimde, o sertliğinden eser kalmamıştı. 
Yeni hayatında Behçet Nacar, dizilere kostüm satan bir “oyuncakçı dede”rolündeydi. 
Eski defterleri açtım. 
Sevişmeyi ondan öğrenen yüz binler, şehvet seanslarında kadınları parçalayışını iştahla izlerken o ne hissediyordu? 
O setlerde gerçekte neler yaşanıyordu? 
Sonrasında eve nasıl gidiyordu? 
Furya çöktüğünde o ne yapmıştı? 

Sordum, anlattı: 
Sultanahmet’te doğmuş. Sanat okulu okumuş. Asıl mesleği dökümcülükmüş. 1964’te tesadüfen figüran olmuş. 10 lira yevmiye ile kötü adam rollerinde epey “dayak yemiş”. 
Sonra evlere televizyon girmiş; şiddet yıllarında aileler sokaktan, sinemadan çekilmiş; beyazperde teslim bayrağını çekmiş. Ve seks filmleri devreye girmiş. 
Bir avantür-seks filminde stüdyodakiler “Parçala abi, yırt” diye motive etmişler.Behçet de rolünün hakkını vermiş; parçalamış, yırtmış, sevişmiş. 
Kimlerle? Evinden kaçıp artist olmak isteyen ve kendini yönetmenin yatağında bulanKezban’larla mı gerçekten? 
“Hiç alakası yok” demişti Behçet Nacar, bir uzman edasıyla konuşurken: 
“Hep belli başlı kızlardı. 20 kişilik sete çıplak girerlerdi. Herkes alışmıştı, kimse dönüp bakmaz, biz yatakta rol yaparken set ekibi sigara içip sohbet ederdi. Ama kadın kalabalık istemezse, o sahnelerde ışıkçılar ışıkları, kameramanlar kameraları sabitler, dışarı çıkarlardı.” 
Yatak sahneleri çekilirken hiç tamamen soyunmazlarmış. Her şey çıksa bile külotlar çıkmazmış. Sevişme sahnelerinde külotları bacaklarıyla saklar, çıplak oldukları izlenimi yaratırlarmış. Soğuk platolarda, sigara dumanı altında çırılçıplak yatarken, spot ışıklarıyla ısınmaya çalışırlarmış. 
Ne uyarılmak, ne âşık olmak… 
“O kadınlarla kardeş gibiydik. Birbirimize alışmıştık; hiç öyle art niyetle bakmadık. Ben evliydim zaten… Set çıkışı eve giderdim. Televizyon seyredip 9 gibi yatardım.”
                                                                 ***
Kamera karşısında kadınları parçaladıktan sonra mesai bitimi televizyon karşısında çekirdek çitleyen bu seks ilahı, soyunma odasında ağlayan bir palyaço burukluğu bırakmıştı bende… 
“Külotlar çıktıktan sonra iş yozlaştı” diye dert yandı röportajın sonunda; sanki adabın teslim bayrağı, o bez parçasıymış gibi… 
Pişman değildi; can çekişen bir sektörde, kendi filmleri sayesinde insanların karnının doyduğuna inanıyordu. 
“Her şeyimi sinemaya borçluyum; çok ekmeğini yedim. 
100 negatifim vardır. Onları satıp yazlık, kışlık ev aldım; oğluma, kızıma bakıyorum”dedi. 
Vedalaşırken ben ona bir kitabımı imzaladım; o bana bir afişini verdi. 
Önceki gün de vefat haberi geldi. 
Parçala Behçetle, ömrümüzün bize ayrılan bir zaman dilimi daha parçalandı gitti.


CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

3 Ekim 2014 Cuma

Dünya Fizik, Matematik, Kimya Boynuzları Üzerinde-ORHAN BURSALI

Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan ve fiili olarak başbakanlığı da yürüten RTE’nin, “Fizik ve kimyanın zorunlu dersler olması tartışılmıyor da, neden din dersi tartışılıyor” sözleri ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararını yerden yere vurması, bu iktidar ve başının yüzündeki maskeyi tam olarak indirdi. 
AİHM’nin zorunlu din derslerinde düzeltme isteyen kararı üzerine sarf ettiği sözleri tam olarak şöyle: “Bu yanlış bir karar. Dünyanın hiçbir yerinde zorunlu fizik dersinin, zorunlu kimya, zorunlu matematik dersinin tartışma konusu olduğunu göremezsiniz. Ne hikmetse zorunlu din kültürü ve ahlak dersi her zaman tartışma konusu oluyor...” 
Cumhurbaşkanı, din dersi ile tamamen aynı düzleme yerleştirdiği fiziği, kimyayı, matematiği neden tartışmıyorsunuz, diye soruyor. Bir adım daha atsa şunu diyecek:Din dersi, her üçünden daha önemli ve üstündür. Aslında, Sinan Tartanoğlu’nun dünkü haberinden de öğreniyoruz ki, fiili olarak da bunu demeye başladı: MEB’de zorunlu derslerin haftalık saatlerini azaltma çalışması yapılıyormuş... 

Dünyada hiçbir devlet başkanı, başbakanı, kalkıp böyle bir soru sormaz, soramaz... Adama şüphe ile bakarlar... Bu kişi ülkeyi nereye götürmek istiyor diye sorarlar... 
Neden matematik, fizik ve kimya tartışılmaz? Çünkü onlar eğitimde öğrenimde tartışılmazdır, desek, muhatabımız için anlaşılmaz bir yanıt olur. O zaman açıkça yazalım: Dünya, fizik, matematik ve kimya üzerinde dönüyor/duruyor! Bu yanıt da anlaşılmaz olmuştur... O halde şöyle diyelim, ülkelerin zenginliği, refahı, mutluluğu, yaratıcılığı, üreticiliği, üstünlüğü, gücü, bu üç bilim dalına uygun üst düzeyde üreticiliğe geçmesine bağlıdır. Ne demişti üç gün önce, iPhone gibi markamız olmalı
Siz nerede yaşıyorsunuz ve toplumu nerede yaşatmak istiyorsunuz... Siz varın öbür dünya hesabınızı yapın ama yaşadığımız yer fiziki dünyadır. Burada var olabilmeniz, bu fiziki dünyayı var eden matematik, fizik ve kimyaya uygun yaşamanız ile mümkün olur... 
Eminim bu da anlaşılmamıştır...
***
Yooo hayır, RTE bu dünyayı çok seven ve ona en uygun yaşamanın büyük bir zenginliği biriktirmekten geçtiğini en iyi bilenlerdendir. Villalar, villalar villalar... Milyonlar milyarlar paralar... Bu birikimleri, bütün risklerini ve sonuçlarını göze alarak politika alanında döktüğü “alın teri”ne borçludur! 
RTE, çok iyi biliyor ki, halkı inandırabildiği, uyutabildiği ölçüde orada oturabilir... Tabii bir de adım adım, toplumun tüm ana odakları üzerinde kurduğu baskıya dayalı total bir denetimi sürdürdüğü ölçüde... 
Hukuk, yargı ise hem en korktuğu hem de bu iktidarını kurduğu temel mekanizmadır. HSYK’yi tam denetim altına alabilmek için her şeyi yapabileceğini ilan etmesinin nedeni de budur. 
Eğitimi dinselleştirebildiği ölçüde de, oy verecek kitleleri kontrol edebileceğini düşünüyor... 

Laiklik vitrin süsü mü 
Adeta kayıtsız şartsız dini temel politik aracı olarak kullanmanın toplumsal yansımaları, nitelik ve nicelik olarak adım adım artıyor. Bunun bir numaralı göstergesi, eğitimdir. Ne rakı yasağı, ne başka bir şey... Eğitim alanında yapılanları alt alta sıraladığınızda, ülkenin yeni doğanlar, okula başlayacaklar ve ilk kuşaklar açısından nasıl bir dönüşüm sürecine sokulduğunu net olarak görürsünüz.
Ülke, laik yaşamdan hızla uzaklaşıyor. RTE, partisi ve iktidarı, 2007’de “irticanın odağı” suçlaması ve kararını, solda sıfırda bırakacak ölçüde bir İslami devlete, topluma yöneltiyor. 
Laiklik, bu gidişle, bir vitrin süsü olarak kalmaya mahkûm gözüküyor. 
4+4+4 yasasından itibaren de epey yol katettiler. 
Türbanın bu iktidar için bir özgürlük sorunu olmadığını, kızlar üzerinden toplumu dinselleştirme aracı olduğunu ne zamandır yazıp çizeriz. Ama çok bilmiş bazı akademisyenler, türbanın kızların evden dışarı çıkma özgürlüğüne hizmet ettiği teorisini yutturdu. 
Gelinen nokta, ilkokul öğrencilerinin, bir adım sonrasında anaokulu bebelerinin türbanlanmasıdır. 
RTE, ulusu parçalayıp yerine tasarladığı kendi ümmetini koyma yolunda adımlar atıyor. Hızlı hızlı... Çünkü zaman az ve dar... 
Bugün bizi İslam dünyasının sefaletinden kurtaran ve ayıran ne kadar kazanımımız varsa, hepsini çöpe atmaya niyetli, İslam ülkeleriyle, içinde bulundukları koşullarda eşitlik kurmaya kalkan bir beyin takımı işbaşında... 
Ama, ham hayal... Çok sürmez, göreceğiz...

ORHAN BURSALI
Cumhuriyet

‘9 Eylül’ün Hıncı mı?- MERİÇ VELİDEDEOĞLU

Komşu Yunanistan’ın, “9 Eylül” günkü meclis oturumunda kararlaştırılan soykırımı inkâr yasası ay sonunda kabul edildi. 
Ne ki, yasa tasarısında yer alan, “Pontus Rum Soykırımı”, “Anadolu Rum Soykırımı”ve “Ermeni Soykırımı” ifadeleri, muhalefet partilerinin dirençli karşı gelişleriyle“yasa”dan çıkarıldı. 

Bu düzeltme yapılmasaydı, yasada tek başına yer alacak olan “Anadolu Rum Soykırımı” söylemi bile yeter artardı bu “soykırım” suçlamalarının ne iftiralarla ne denli yalan dolanla doldurulup ortaya sürüldüğünü, dahası nasıl bir düzenbazlıkla“yok”tan “var” edildiğini... 
Demek ki bu partiler de bir “Rum soykırımı”ndan söz edilemeyeceğini tam aksine“Yunan” ordusunun yerli “Rum çeteleri”yle birlikte “Anadolu”da yaptıkları inanılmaz “vahşet”in, “katliam”ın ne büyüklükte olduğunu biliyorlardı ve bu “kırım”ın belki yeniden gündeme gelebileceğini, bunun da “2015” yılında yapılacak “100. Yıl”kutlama çalışmalarına gölge düşüreceğini de. 
Böyle de olsa, Yunanistan’ın uluslararası bir boyuta yerleştirmek istediği bu ikinci soykırım atılımı da amacına -şimdilik- ulaşamamış durumda. 
Bilmem anımsanırmı , Yunanistan’ın “19 Mayıs” gününün “Pontus YunanlılarınınTürklerce Katlini Anma Günü” olarak kabul etmesi. (24.2.1994)
Ya da arka arkaya sıralanan -uluslararası boyuttaki- “Pontus Helenizm Tarihi”sempozyumlarını; “Karadeniz’i Kurtaralım” gezisi dolaysiyle dağıtılan haritalarda,“Karadeniz”in, “Pontus Gölü” olarak gösterilmesini (Eylül 1997); Selanik’teki Türk Başkonsolusluğu binasının hemen dibine dikilen “Pontus Rum Soykırım Anıtı”nı, dünyanın pek çok ülkesinde kurulan “Pontus” derneklerini ve bütün bunların aracılığıyla kurnazca yaratılan bu soykırımın “uluslararası statü”ye alınması için atılan sonuçsuz çığlıkları. (2006) 
Değerli dostlar -her ne nedenle olursa olsun- bir soykırımı “yoktan var etmek” için bunca düzenlemeler yaratılırken, Anadolu Türk halkına yaşatılan inanılmaz “vahşete, kırıma” bu denli “tepkisiz” kalmamızı nasıl açıklamalı? 
Bugün bayram arifesi olmasına karşın -konu gündemden düşmeden- Yunan ordusunun “15 Mayıs 1919” günü İzmir’e çıkmasıyla başlayan ve “9 Eylül 1922”de son bulan işgali sırasında “Anadolu”da bize yaşatılanların bir ikisine değineyim diyorum hoşgörünüze sığınarak. 

Yunan işgali altındaki yerlerde Yunan askerleri yer yer de -“Don Kirmas” gibi- “RumÇeteleri”yle birlikte yaptıkları toplu kıyımlardan geriye kalan “cesetler” Marmara kıyılarını, İzmit Körfezi’ni doldurup, yolları da kaplar; bir süre sonra yavaş yavaş her yeri saran “ceset kokusu” artık İstanbul’dan da duyulmaya(!) başlayınca “İngiliz,Fransız, İtalyan” işgal güçlerinin “Kızılhaç”la birlikte kurdukları iki “Ortak Komisyon” işlenen insanlık suçlarını yerinde incelemeye karar verir. 
Öyle ki bu “Komisyon”un daha ilk raporunda: “Önceleri çocukların kollarını kesmekle yetiniyorlardı, ama daha sonraları boğazlamaya da başladılar” diye söze başlaması, görecekleri “vahşetin”, “kırımın” ilk adımıdır. (4.6.1921) 
Yine başka bir rapora göre “Toplu Kırım” için Yunanlıların uyguladıkları yöntemin, bastıkları köyün, kasabanın insanlarını “cami”ye, “okul”a ya da “evlere” tıka basa doldurup “diri diri yakmak” ve bunun en sevilen yöntem olduğu; çünkü geride “taş üstüne taş” bırakmadığı gibi tanıklık edecek bir “can” da bırakmıyormuş...
Yunanlıların kıyımda ustalaştıkça, işkencenin de inceliklerine ulaştıkları da belirtiliyor raporda; ne ki o işkenceleri yazmaya ne kalem ne de araç gereç dayanabilir. 
Ayrıca yine “komisyon”un raporlarına göre kıyıma uğrayan köy, kasaba sayısı, kimilerinin bu olan biteni “olağan savaş kaybı” gibi görmesine de uygun düşmez; çünkü “kırıma” uğrayan köy, kasaba sayısı öyle “15-20 kasaba”, “40-50” köy değil, yüzlerle... 
Üstelik belirtildiği gibi bu araştırma “Marmara”nın kimi “kıyı” köyleri ve kasabalarıyla sınırlı kalmıştır. Ama bu iki “komisyon”un dışında “Dünya Kızılhaç Komitesi”nin de ayrı bir raporu vardır.
“Kızılhaç”ın -biri “Yunanlı” olaniki üyesi (M. Haccius ve Guenod), “cepheden çok uzaklarda kalan Anadolu kasabalarında”, işgal güçlerinin yaptığı kıyım ve yıkım için verdikleri raporda: Her ikimiz de 1918’den bu yana birçok felakete tanık olduk; fakat şimdiye kadar bundan daha acıklı bir görevde bulunmadığımız gibi, yüzlerihâlâ şaşkınlık ve korku yansıtan bu yerler halkının görünüşünden daha üzücü bir manzara görmedik. (Kasım 1922)“Kızılhaç”ın bu raporunu, bugün “TC Devleti”nin Cumhurbaşkanı olan kişinin, “iki sarhoş” diye andıklarından biri olan Başdelegemiz “İsmet İnönü”, Lozan’daki barış görüşmelerinde, başta Yunanistan olmak üzere katılımcı delegelerin gözlerinin içine baka baka okumuştu. (31.12.1922) 
11 Ekim” Cumartesi günü yine “Beşiktaş”ta olalım!

MERİÇ VELİDEDEOĞLU
Cumhuriyet

28 Eylül 2014 Pazar

Neşet Ertaş... Neşe, dert, aşk...- Mustafa Aydın Kanber / SOL

Çoğumuz “Zahide” ile tanımışızdır onu...Konserlerinde ceketini çıkarmadan önce dinleyicilerden izin isteyerek kuliste biraz sevdiği biraz da hala seyirci karşısında heyecanlandığı için attığı iki tekin etkisiyle terlemiş kara yüzü, gönül dağına çıkan yorgun yüreğiyle “Ayağınızın turabı olayım.” diyen bozkırın tezenesi.
Neşet Ertaş…Neşet Baba…
Padişahın sultan sofrası kurduğu, soytarılarının kocaman gülümsediği günlerde insanların cebindeki sigara paketine bile göz dikmiş Erdoğan’a : “Zengin ise bıraksın, fukaraysa cugara içmeyip de n’apacak? Hanım tuz diyor erkeğin yüreği cız diyor. Elektriğin parası verilmemiş, suyun parası verilmemiş, ekmeğin zeytini gelmemiş, içmeyip de napsın” derken bize biraz hüzün biraz tebessüm ettirebilen; havamızı zehirleyen, atmosferimizi delen , sokaklarda sel gibi zehir akıtan arabaların egzozlarına çözüm isteyen ve sözcüklerini kurgusuz,yapmacıksız, kibirsiz; sırf fakirlikten yorganın altına yatmış, yüreği çocuk dağ gibi bir gönle sahip Kırşehir çobanı.
Gönül sözcüğünü onun kadar içten, onun kadar dokunaklı kimden duyduk? Türkülerinde çokça kullandığı ama her defasında bir o kadar da farklı telaffuz ettiği “gönül” her şarkıda daha bir acıtmadı mı goynümüzü?
Neşet Ertaş, o büyük yaratıcı yeteneği ile okuduğu her eseri yeni baştan yorumlar ve ona eşsiz bir hava katar. Dinlediğinizde yeni bir beste ile karşı karşıya olduğunuzu dahi sanabilirsiniz. Bu durumu, yeteneği, kültürü ve birikimi oldukça sınırlı sığ ve sıradan sanatçıların, arabeskçilerin yorum adına yaptıkları “dejenerasyon” ile karıştırmamak gerekir. Çünkü Neşet Ertaş kendisinin olmayan bir türküyü bile öyle bir okur ve yorumlar ki, o türkü o şekliyle yıllar öncesine ait bir Neşet Ertaş türküsü gibidir artık.
Olağanüstü denilebilecek yeteneği, Anadolu bozlak ve türkü geleneğine hakimiyeti, gelenekten kopmadan yeniye bağlılığı, yeni zamanların modern zevk ve eğilimlerini gözeten diri ve uyanık merakı ile Neşet Ertaş... O, Neşet ismini bağlama ile özdeşleştirmiş ve adeta bu dünyaya türkü söylemek için gelmiş gerçek bir türkü ustasıdır. Türküyü bağlamaya, bağlamayı türküye bu kadar yakınlaştıran, adeta birbirlerinin içinde, kendisi ile birlikte, eritip yok eden başka bir sanatçı bulmak öyle sanıldığı kadar kolay değil.
Beş vakit namaz kılan bir insanın, ezan okunurken televizyonun sesini kısmayı unutmasıdır Neşet Ertaş.
Neşedir , derttir, aşktır…
Tuncel Kurtiz’e ölümüne günler kala yanıyorum türküsünü söyletebilendir…
Babadan emanet rakı kokusudur çoğumuza…
Zahide’ne ve Leyla’na gonülden selamlar.
Ben oturuyorum siz ayaktasınız ya, o kara yüzümü ayağınızın altına gurban ederim diyen halk ozanı: toprağın bol olsun.
Mustafa Aydın Kanber / SOL

Yuvarlaktır, Döner!-MİNE KIRIKKANAT

Yahudilik, kadın kafasına yaşadığımız yüzyıldan tam 3 bin 900 yıl önce taktı ve “Ya saçını kazıyıp görüneceksin ya da örtüneceksin!” dedi.
Hıristiyanlık, aynı kuralı 2 bin yıl önce benimsedi.
Aslen kan bağıyla edinilen Yahudilik yayılmacı bir din olmadığından, Batı tarihinde kadının yerini en yaygın anlamıyla Hıristiyanlık belirledi.
Ancak Hıristiyanlık, Tanrı’nın oğlu kabul ettiği İsa’nın annesi Meryem’i kutsamakla, üç tektanrılı din arasında kadını en fazla yücelten inanç oldu... Denilse de, uygulamada pek yararı görülmedi bu yüceltmenin.
Örneğin İncil’de, Aziz Paulus’un Efeslilere vaazında, hiç olmazsa kadına şiddet yoktu ve: “Ey kadınlar, kocalarınıza Tanrı’ya itaat eder gibi itaat edin. Erkekler, karılarınızı İsa’nın Kiliseyi sevdiği gibi sevin” yazıyordu.
Peki, kadınlar pek mi sevildi, genelinde Hıristiyan, özelinde Katolik tarihte? Ne gezer...
Kendisini dine adayan kadınlara, aynı Paulus, aynı İncil’de, “mütevazı ve mutaassıp giyinsinler. Saçlarını örmesinler, altın, mücevher takmasınlar, gösterişli elbiselerden kaçınsınlar” diyor ve ekliyordu: “Din kadınları kendilerini hayır işlerineadamalı ve itaat görevlerini sessizce ifa etmelidirler...”
Rahibe cemaatleri böyle kuruldu ve manastır hayatı bu emirlere dayandı.
Bazı rahibe cemaatlerinde, mumya gibi bantlanan başların üstüne çarşaf örtülüyor, buna rağmen altındaki kafanın saçları da kazınıyordu.
***
Yani kimi Katolik rahibeler, Yahudiliğin “ya kazıt, ya örtün” kuralını, hem kafalarını kazıtıp hem örterek, başka bir deyişle iki kat diyet ödeyerek üstlendi.
Yıllarca “sessizlik oruçları” tutanlar oldu. Zaten ya bakireydiler, ya da nedamet getirmiş, erkek eli tutmamaya yeminli, tamamı Hz. İsa’ya, yani cismi olmayan Tanrı oğluna önce nişanlı, sonra da evli...
Yemek orucunu, sessizlik orucunu kazayla bozanlar, aklından günah fikirler geçirenler, kendi kendilerini cezalandırmakla yükümlüydüler. Bu cezalar, bazen sabahtan akşama dua, aylar hatta yıllar boyunca kuru ekmek ve suya talim, bazen de kendini dövmek biçiminde uygulanıyordu. Ve kendilerini cezalandırmak üzerine kurulu kadın yaşamları, hastaları iyileştirmek, sakatlara yardım, yetimleri eğitmeye adanmıştı.
2 bin yılda aklını Tanrı’ya ve dine takarak kaçıran milyonlarca rahibe gelip geçti dünyadan. Binlercesi, en büyük günahı işledi ve intihar etti. 

Yine de engizisyon ateşlerinden kurtulamadılar.
Ortaçağda, manastıra girmeden ve Kilise tarafından görevlendirilmeden rahibe yaşamı süren, kendisini hayır işlerine adayan “laik” kadınlara ve onlara destek veren erkek rahiplere “Beguin” ekolü denildi. 1139 Latran Konsili’nde, rahiplerle birlikte çalışmaları yasaklandı. 1233 Mayence Konsili’nde, Engizisyon Başrahibi Conrad de Marbourg tarafından yüzlercesi yakılarak ölüme mahkûm edildi ve “sahte dindarlık”suçundan yakıldı.
***
Peki, günümüze ne kaldı bu rahibelerden ve manastırlardan?
Şöyle söyleyeyim: Nesli tükenen rahibeler hakkında anlatılan fıkraların, erotik ve pornografik “fantazm” metinleri ile çevrilen filmlerin sayısı, dünyadaki rahibe nüfusundan fazla... Ve kafasını saç teli görünmemecesine örten yegâne kadın türü rahibelerin kilisesi olan Katolik Kilisesi, giderek büyüyen din kadını açığını Siyahi Afrika’dan ithal ettiği yeni müminlere rağmen kapatamıyor.
Almanya’daki ünlü Faşing karnavalında, resimde gördüğünüz rahibe kılıkları internette satılıyor, üstelik pek revaçta.
Kadın olsun, erkek olsun, insan başı dünya gibi yuvarlaktır. Önce dönmüyor sanılır, dönüyor diyen yakılır, eninde sonunda döndüğü anlaşılır.
Demem o ki, 610 yıl kadar sıkacaksınız dişinizi. Çünkü bizim ellerde, henüz 1398 takvimi kullanılıyor.*
*2 Şubat 2008’de yayımlanan bir yazımdır. Geldik, 1392 takvimine dayandık. 604 yıl daha sıkın dişinizi, muasır medeniyetlere yelken açacağız!
G NOKTASI
Yazarımız Orhan Erinç’in 25 Eylül’de yayımlanan Hoş Geldin Mecelle başlıklı yazısı, MEB’in ortaokullarda serbest bıraktığı “baş yasaklama özgürlüğü” hakkındaki en doğru yorumdur. Mecelle’nin 986’ncı maddesi gereği 9 yaşında başı bağlanarak erkek yaşıtlarından farklılaştırılan kız çocuklarının; “çocuk gelin” olmasına da artık engel olunamaz, “oynadı” diye öldürülmesine de...
PKK’nin ne Atatürk heykellerini, ne de okulları yakmasına ses çıkaran CHP, ortaöğretimde türbana da sus pus!
Bu partinin artık “Genel” değil, makus bir tasarıma “Özel” olduğuna inandığım Başkan Yardımcısı Mehmet Bekaroğlu’nun ağzından eğitimde başörtüsünü tartışmayacağını açıklaması, dilin varmadığı korkunç bir teşhisi de kesinleştiriyor:
CHP’nin AKP’den ideolojik hiçbir farkı kalmamıştır.
İki partinin aynı vizyon çatısında birleşmesini önleyen tek engel, AKP’nin kazanan, CHP’nin kaybeden olmasıdır. Kazanan, kaybedeni niye ortak alsın?
Oysa ülkenin yarısı, hâlâ bu ideolojiyi reddediyor ve AKP’ye oy vermiyor. CHP’nin suskun işbirlikçiliği, onları da sessizliğe gömüyor. Yazıklar olsun!
“Maymun dediğiniz, başarılı olamamış insandır.”
JULES RENARD    

MİNE KIRIKKANAT
Cumhuriyet