20 Ağustos 2016 Cumartesi

Bir kanalın fıtratı-NECATİ ÇITAK

General Noriega eski bir CIA ajanıydı. 1950’lerde CIA'in en değerli istihbarat kaynaklarından biri olmasının yanı sıra, Orta ve Güney Amerika boyunca ABD destekli kontrgerilla güçleri için yasadışı silah, askeri teçhizat ve nakit sağlanmasında birincil kanallardandı. Sonrasında ABD onu Panama ordusunun içine yerleştirmiş ve yükselmesini sağlamıştı.
1980’lerin sonunda ABD’nin çıkarları onunla çatışınca ABD onu ekarte etmek ister. Noriega’ya seçimlere hile karıştırmak, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yapmak, muhaliflerini öldürmek ve ABD haber alma kuruluşlarının sırlarını Küba'ya satmak gibi suçlamalar yapılır. Dönemin Panama Devlet başkanı Delvalle'in bunlara karşın Noriega'yı desteklemeyi sürdürmesi kitlesel protesto gösterilerine ve aylarca süren grevlerin başlamasına neden olur. Ama Delvalle onun arkasında durur. General’in Şubat 1988'de iki ABD federal büyük jürisi tarafından uyuşturucu kaçakçılığı ve dolandırıcılıkla suçlanması ve ceza alması üzerine Panama Devlet Başkanı, Noriega'yı görevden almak zorunda kalır.
Ancak Panama Ulusal Meclis’i ertesi gün Noriega'nın baskısıyla Delvalle'in başkanlığının sona erdiğini açıklar. Bu durum meclisin de Noriega’nın hakimiyetine geçtiğini göstermektedir. Bunun üzerine ABD yönetimi Panama'ya mali ve diplomatik savaş açar. Panama bayrağı taşıyan ticari gemilerin ABD limanlarına girmesinin yasaklanması, ayrıca Panama'ya ödemelerin kesilmesi nedeniyle ortaya çıkan nakit sıkıntısı ücretlerin ödenememesine ve grevlere neden olur.
Dış ve iç baskılara rağmen Norriega geri adım atmaz. ABD birlikleri 20 Aralık 1989'da Noriega'yı devirmek için ülkeyi işgal harekatına başlar. ABD başkanı George H. W. Bush harekatın ilk günü sabah saatlerinde yaptığı konuşmada operasyonun amaçlarını dört noktada toplar:
- Panama'da demokrasiyi yeniden kurmak
- Panama'daki Amerikan vatandaşlarını korumak
- General Noriega'yı ele geçirmek
- Panama Kanalı'nı korumak
İlk iki amacı ABD’nin her işgalde amaçladıkları malumunuz. General Noriega’nın kim olduğunu kısaca belirtmek gerekirse Noriega kimi zaman Saddam Hüseyin, kimi zaman Kaddafi, kimi zaman Usame Bin Ladin, kimi zaman da Kenan Evren olmuştur ve dünyanın dört bir yanında adı değişse bile amacı değişmemektedir. Noriega, yukarıda belirttiğim diğerleri gibi ABD’nin beslediği sonradan sahibini ve halkını sokan bir akreptir. Bu kişileri tartışmayı başka zamana bırakabiliriz. Bu yazıdaki asıl amacım emperyallerin kuklaları değil. Asıl amacım dördüncü maddeye dikkat çekmek. Korumak istedikleri Panama Kanalı 102 yıl önce bugün yani 15 Ağustos 1914’de hizmete açılmıştır.
Atlas Okyanusu’ndan Büyük Okyanuѕ’a geçişi kıѕaltabilmek için böyle bir kanal gereksinimi 1600’lü yıllardan beri dillendirilse de en gerçekçi proje 1881 yılında yapılmıştır. Projeyi Süveyş Kanalı'nda yaşadığı başarı ile büyük kar sağlayan ve Fransa'da önemliFİNANSMAN kaynağı yaratan Ferdinand de Lesseps’in sahibi olduğu Fransız bir şirket alır. Şirket 120 milyon dolar karşılığında 6 yılda bu kanalı yapmayı taahhüt eder. Süveyş Kanalı’ndan aldıkları tecrübeyi Panama Kanalı’na aktarabileceklerini düşünmüşlerdir.
De Lesseps Süveyş Kanalı gibi deniz seviyesinde bir kanal planlamıştır. Ayrıca ekipman ve iş gücü transferi için tren yolunun önemli olduğunu düşündüğü için aynı zamanda tren yolu inşaatı da başlar. Ama kanalın yapılacağı yeri çok az ziyaret etmiş ve de yılın sadece üç ayı süren kuru iklimde gezmiştir. Adamları Chagres Nehri’nde kanal yapımına başladıklarında yağmur ile tanışırlar ve 10 metreye kadar ulaşan sel karşısında çaresiz kalırlar. Sonraki yıllarda Eyfel kulesini yapacak olan mühendis Gustave Eiffel’in 11 metrelik dev beton kilitleri ile bu sorunun üstesinden gelinmeye çalışılır.
Ayrıca sıkı ormanlarda yaşayan zehirli yılanlar, böcekler ve örümcekler haricinde sarı humma ve sıtma (ve diğer tropikal hastalıklar) ile savaşmak zorunda kalırlar. Hatta 1884 yılında ölüm sayısı aylık 200’e kadar ulaşır. Halk sağlığı önlemleri etkisiz kalır. Çünkü bir hastalık vektörü olarak sivrisineğin rolü henüz bilinmemektedir. Koşulların Fransızlar tarafından küçümsenmesi ile beraber düzeltici faaliyetler uygulanmaz. Yüksek mortalite deneyimli işgücünü korunmasını engellemeye başlar.
İklimin, sarı humma ve sıtmanın zorluklarına birde doğanın zorlukları eklenir. Aşılması gereken dağlardaki taşların kesilmesi zordur. Onun için getirilen ekipmanlar iklim ve nem dolayısıyla paslanır. 1889 yılının başında yani 8 yıllık sürede 77 km’lik kanalın sadece 5 km’lik kısmı açılabilmiştir. Şirket aynı yılın sonunda 287 milyon dolar harcama yaptığını, 22 bin kişinin kanal, 12 bin kişinin de tren yolu inşaatında öldüğünü açıklayarak batar. Çalışmalar yasaklanır. Sorumlular hakkında soruşturma açılır. Sonuçta her şey fıtrat değildir. 1892 yılında De Lesseps suçlu bulunur ve 5 yıl hapse mahkum edilir. Ancak 88 yaşında olduğu ve hasta olduğu için ceza iptal edilir. Lesseps 2 yıl sonra ölür.
1894 yılında asıl amacı biraz kar ile kanal projesini Amerika’daki şirketlere satmak olan ikinci bir Fransız şirketi projeyi devralmak için oluşturulur. Birkaç bin kişilik asgari işgücü vardır. Şirket ABD’de 109 milyon dolara bu projeyi satmak için faaliyetlerde bulunur. Bu sırada kanal içinde bazı girişimlerde bulunan şirketin en büyük ortaklarından mühendis Bunau-Varilla deniz seviyesinde bir kanal oluşturmaktansa aşamalı bir göl kanalı fikrinin daha gerçekçi olduğunu ortaya koyar. Ve proje bu yönde yavaşta olsa ilerlemeye başlar.
Bunau-Varilla ABD kamuoyunda bu kanalın gerekliliği ve önemi hakkında haberler çıkarsa da dönemin ABD başkanı Grover Cleveland’ın antiemperyalist bir görüşe sahip olması bu planlarını bozar. Ancak 1898 yılında ABD ile İspanya arasında ortaya çıkan Küba sorunu sonrasında iki ülke arasında savaş çıkması ve de savaşı ABD’nin kazanarak İspanyolların Amerika kıtasındaki tüm kolonilerini kaybetmesi gidişatı değiştirir. Çünkü bu durum ABD’nin Amerika kıtasında geniş bir alana yayılmasına ve deniz aşırı toprakları olan büyük bir güç haline gelmesine sebep olur. Bu da ABD’nin Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanuѕ arasındaki geçişin ne kadar önemli olduğunu fark etmesini hızlandırır. Ardından 1899 yılında ABD Başkanlığı’na Theodore Roosevelt gelir.
Böylece tüm taşlar yerine oturmaya başlamıştır. ABD senatosu ve başkanı böyle bir kanal gereksinimini kabul eder. Ancak Nikaragua’ya yapılmasının daha iyi olacağı konusunda sesler daha çok çıkmaktadır. Çünkü hem Nikaragua bir ülkedir hem de orada yaşayan halk daha kompaktır. Bu da kanalın daha kolay ABD himayetine verilmesini kolaylaştıracaktır. Panama ise Kolombiya’nın himayesindedir, çok kosmopolittir ve ülke içinde iç karışıklık vardır. Bunau-Varilla Nikaragua’nın Momotombo dağının lav püskürtmesi ile ilgili posta pulları ve resimler bastırır. Ayrıca 100 milyon dolarlık projenin 40 milyon dolara satılması için lobi faaliyeti yapar ve projenin fiyatının düşürülmesini sağlar. Bu olaylar Panama’daki kanal projesinin alınarak yapılması için kamuoyu oluşmasına sebep olur. Kanalın nereye yapılması için yapılan oylama sonucunda beş oy fark ile Panama’ya kanal yapılması kararlaştırılır. 1902 yılında çıkarılan yasa ile Panama Kanalı hadisesi sonuca bağlanır.
1903’de ABD ile Kolombiya arasında bir ön anlaşma imzalanır. Buna göre 10 milyon dolar hibe verilecek, kanal ile etrafındaki belli kısım arazinin ebediyen yenilenebilir kira ile yıllık ödeme şeklinde ücretlendirilecektir. Ancak Kolombiya senatosu kanalın ve etrafındaki arazinin kiralanmasına sıcak bakmaz ve anlaşmayı reddeder. Bu ABD için jeopolitik bir kayıptır. Kolombiya’da devam eden iç karışıklığın iç savaşa dönmesi ABD’nin imdadına yetişir.
ABD Panama’lı muhafazakarların yanında olduğunu deklare eder ve açıktan siyasi, gizliden de silah yardımı yapar. ABD donanması Kolombiya kıyılarına kadar gelir. ABD’nin desteği sonuç verir ve ABD savaş gemisi Wisconsin’de imzalanan anlaşma ile iç savaş sona erer. Panama Kolombiya’dan ayrılarak ayrı bir ülke olur. Panama ABD tarafından tanınır ve ABD’de Panama Kanalı için lobi faaliyetleri yapan Bunau-Varilla Panama’nın ABD Büyükelçisi olur. İki gün sonra Panama Kanalı için görüşmelere başlanır. Başına geçirilen kukla hükümet ile ‘’yasal’’ zeminde yapılan görüşmelerin sonunda daha önce Kolombiya’ya yapılan teklifin aynısı hemen kabul ettirilir. ABD’ye 99 yıllığına kanal kiralanır, kira olarak yıllık 250 bin dolar verilecektir. Ayrıca kanalın her iki tarafındaki 10 millik alan da ABD’nin hakimiyetine geçer. ABD kanalın güvenliğini bozacak bir durumda Panama’ya müdahale etme hakkını da bu anlaşma ile elde eder.
1904 yılında çalışmalara başlanır. Fransız şirketten miras kalanlar tüketilmiş işgücü ve karmakarışık bir altyapıdır. Tren yolunun önemli olduğunu bildikleri için öncelik buna verilir. ABD’den getirilen buhar makineleri yardımıyla çalışmaya başlanır. ABD bir Kanal Komisyonu (ICC) kurar. Komisyon hem daha önceki tecrübeleri inceler hem de altyapı gereksinimlerini belirleyip önlemleri almaya başlar.
Sıtma ve sarı hummanın kontrolü Panama Kanalı’nın inşaatı için hayati önem taşıyordur. Bu iki hastalığın nedenleri 1800’lerin sonuna kadar bilinmediği için Panama’da yapılan hastalık kontrol çabaları büyük ölçüde etkisiz olmuştur. 1894’de Çin’de Gümrük Sağlık Memuru olarak çalışan Patrick Manson sıtmanın sivrisinek sokmasıyla taşınan bir hastalık olduğunu Hindistan'da İngiliz Binbaşı Ronald Ross’a ima etmiştir. 1897 yılında Ross sıtmalı hastaları sokan Anofel sivrisineklerinin karnında sıtma parazitini keşfeder. Ardından yaşam döngüsü ile hastalık arasındaki ilişkiyi ortaya çıkararak Anofel’in sıtmanın aktarılmasında zorunlu bir faktör olduğunu tanımlar ve 1901 Nobel Ödülü’nü alır.
1900 yılında İspanya-Amerika Savaşı’nda Küba’da sarı humma nedenli ölümler dehşet verici rakamlara ulaşınca ABD ordusundaC. Finlay, J.Carrol ve William Crawford Gorgas’dan oluşan bir sağlık komisyonu kurulur. Bu komisyon taşıyıcı sivrisinek teorisini kullanarak sarı hummaya da bir sivrisinek türünün (Aedes aegypti) neden olduğunu kanıtlar.
Tüm bu gelişmeler ve kanıtlar başta Panama Kanalı olmak üzere tropikal bölgelerdeki programlar için bir gün ışığı olur. Bu gelişmeleri değerlendiren Kanal Komisyonu hastane ve sanitasyon başkanı olarak 1904 yılında Albay William Crawford Gorgas’ı atar. Gorgas Küba’da sıtma ve sarı hummaya karşı büyük başarı elde eden ekipte yer almıştır.
Panama bölgesi sivrisinekler için ideal bir ortamdır. Yüksek sıcaklık yıl boyunca çok az değişmektedir. Yağışlar dokuz ay sürmekte ve alanın iç tarafları sivrisineklerin üremesi için ideal tropikal ormanlarına sahiptir. Kanal rotası boyunca 30 köy bulunmakta venüfusun altıda biri her hafta boyunca malarya atağından mustarip olmaktadır. Bunlarda göz önüne alınarak Gorgas ve ekibi tarafından sarı humma ve sıtma yayılmasını en aza indirmek için bir dizi tedbir uygulanması için planlama yapılır. Sivrisinek kontrolü için kesinlikle zorunlu yedi temel programın dahil olduğu entegre bir program başlatılır. Gorgas Panama’yı 11 bölgeye ayırıp (dördü kanal boyunca olacak şekilde) her bölgede ayrı ayrı ekipler oluşturarak bu programı uygulamaya koyar.
1. Drenaj: Tüm köylerin 200 metre ve tüm evlerin 100 metre yakınına kadar ki havuzlar boşaltılır. Zeminleri beton ile örtülür. Ayrıca içilecek su ihtiyacı büyük su depolarına dolan yağmur suları ile karşılandığından ulusal temiz içme suyu projesi başlatılır.  
2. Çimlerin ve çalıların kesilmesi: Ayak boyunun üzerindeki tüm çim ve çalılar kesilir.
3. Petrolleme: Sivrisineklerin larvalarını öldürmek için uygulanır. Petrol dolu varillerden su yüzeylerine ve küçük akarsuların yüzeyine petrol ile bir filtre oluşturulur. Bunun için toplam 700 bin galon petrol harcanır. 
4. Larva mücadelesi: Petrollemenin etkisiz olduğu durumda uygulanır. Ancak o zaman böcekler için ticari bir ilaç yoktur. Dr. Le Prince tarafından fenik asit, reçine ve kostik sodadan bir karışım geliştirilir ve larvisit olarak kullanılır. 124 bin galon larvisit kullanılmıştır.
5. Profilaktik Kinin: İnşaat hattı boyunca kurulan 21 dispanserde tüm işçilerin ücretsiz alabileceği Kinin dağıtımı yapılır. Bunun haricinde tümOTEL ve pansiyonların duvarlarına kinin dağıtılan yerlerin isimleri yazılır. Ortalama olarak iş gücünün yarısının her gün profilaktik dozda kinin alması sağlanır. Bu program ile yıllık ortalama bir ton profilaktik kinin dağıtılmıştır.
6. Tarama: Tüm hükümet binaları ve çeyrek sivrisineklere karşı taranır.
7. Yetişkin sivrisineklerin öldürülmesi: Sivrisineklerin genellikle beslendikten sonra çadır veya evde kaldığı fark edildiğinden gündüz evler kalan erişkin sivrisinekleri toplamak için toplayıcılar oluşturulur. Öldürülen her sivrisinek laboratuarda Dr. Samuel T. Darling tarafından incelenir. Bu işlem oldukça etkili olur.  Ayrıca ülke geneli için kişi başı yıllık maliyetin 3.5 dolar gibi düşük bir rakam olması da işin maliyet olarak da ucuza halledildiğini göstermektedir.
Ayrıca hastalığın tanısının konulduğu kişiler için karantina uygulaması, kolonize olmuş evlerden sivrisineklerin eradike edilmesi için kükürt ve pireotu ile fumigasyon gibi uygulamalarda yapılır.
Bu programın sonucunda sarı hummanın eradikasyonu sağlanır, sıtma ölümlerinde ise dramatik bir azalma olur. İşçilerde sıtma nedeniyle ölüm oranı Kasım 1906’da binde 11.59 iken Aralık 1909’da binde 1.23’e düşer. Toplam nüfus içinde binde 16.21’den üç yıl içinde binde 2.58’e geriler. Hastane yatışları da azalmıştır. İş gücü arasında sıtma nedeniyle hastaneye yatış oranı 1905’de %9.6 iken bu oran 1906’da %5.7’ye, 1907’de %1.8’e, 1909’da %1.6’ya düşer.
Tüm bu çabalara rağmen yaklaşık 5600 işçi ABD dönemindeki (1904-1914) kanal inşaat aşamasında hastalık ve kazalar nedeniyle ölmüştür. Bu sayı fazla olsa bile Fransız inşaat döneminin (1881-1889) altıda biri kadardı. Ölen işçilerin 4500’ü siyah insanlardan olmuştur. Bunun da nedeninin tıbbi bakımın tüm ırklara eşit yapılırken beyazların konutlarda siyahların ise çadır veya harap binaların içinde yaşamak zorunda bırakılmaları olarak açıklanmıştır.   
İş ve işçi sağlığında öncelikle sivrisineklerle savaş konusunda yaptıkları önemli ve öncü girişimler adına Gorgas, LePrince ve Darling onurlandırılmışlardır. Albay Gorgas’ın adı 20. yüzyıl boyunca tropikal hastalık araştırması için önde gelen bir araştırma merkezi olarak bilinen Panama Gorgas Memorial Laboratuvarı ile yaşatılmıştır.  Amerikan Tropikal Tıp Derneği ve Hijyen derneği malarya alanındaki önemli çalışmaları her üç yılda bir Joseph Augustin Leprince Madalyası ödüllendirmektedir. Profesör Darling ise üstün patoloji, etiyoloji, epidemiyoloji, terapi, profilaksi başarıları ya da sıtma kontrolü için Darling Vakfı tarafından her yıl verilen Darling madalyası ve ödülü ile onurlandırılmaktadır.
Kanal 1914’de bitirilir. İnşaatın başladığı 1881 yılından bittiği güne kadar resmi rakamlara göre 30.609 gayri-resmi rakamlara göre ise 40 bin işçi ölmüştür.  
İşçi sağlığı konusunda çalışan her insan ve iş kazaları ve cinayetlerinde ölen her bir işçi insanın anılarına saygıyla…

NECATİ ÇITAK/SOL

19 Ağustos 2016 Cuma

Rant, iki taraflı bir işlemdir- ÇİĞDEM TOKER

“Bir suçun işlendiği tarihi, siyasi iradenin belirleyebileceğine inandırılmaya çalışılıyoruz.” Özgür Mumcu, dünkü yazısında üzerine kitaplar yazılası bu özlü sözü etti. Cümlenin taşıdığı siyasi tarihsel yük, daha doğrusu iktidarın murat ettiği, hepimizi öyle ilgilendiriyor ki, buradan biraz daha açıp öyle gelelim konuya:AKP iktidarının FETÖ/PDY adını alan Cemaat bağlantısı için 17/25 Aralık operasyonlarını milat almasının birden çok nedeni var: -Hem 2013 sonuna kadar, neredeyse 10 yıl süren gayri resmi koalisyondaki, ortaklık ve işbirlikleri ceza hukuku kadrajına girmesin. Girmesin ki siyasi kadrolar hesap vermekten kurtulsun, dinen “günahkârız vallahi” demek yeterli gelsin.-Hem de -asıl maksat eski ortağını alaşağı etmek olsa dahi- bu iki operasyona konu “iddia”lardaki suç unsurları, eleştiriden muaf olsun. Ne hoş. 
 Bu sayede, örgütle her düzeyde irtibatı saptanan asker, polis, hâkim, savcı, gazeteci, işadamı yüzer yüzer derdest edilip götürülürken, 2003-2013 döneminde ve devlet denilen bu devasa kutlu yapı içinde, elinde kalemler ve mühürlerle binlerce ortak işe imza atmış siyasi kadrolara hiçbir şey olmasın.
Üzerinde yedi cetlerine yetecek trilyonluk rantlar doğuracak kamu arazilerini “parsel parsel” dağıtanlar ortaya çıkmasın. 
Merkezde ve yerelde hiçbir yönetici, bu dağıtımlardan, tahsislerden, irtifak haklarından gelir paylaşımlarından sorumlu tutulmasın.

Koru Florya’daki rantı kim hediye etti?

Misal, FETÖ/PDY iş dünyası yapılanmasına yönelik soruşturma kapsamında dün gözaltına alınan isimlerden biri olan Aydınlı Grup Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Faruk Kavurmacı
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın damadı da olan Kavurmacı, Florya’da kalan son araziyi, ortaklarıyla birlikte TOKİ’nin açtığı ihaleden almıştı. O zamanki adı Şenlikköy arazisi olan, bugün ise Koru Florya olarak bilinen yapı alanının kurulduğu arazi için TOKİ, 2010’da gelir paylaşımı yoluyla ihale açmıştı. İhaleyi 215 milyon TL teklifle, Kavurmacı’nın sahibi olduğu Aydınlı -Metal Yapı Konut-Arke İnşaat ve Vizyonlife şirketlerinden oluşan grup kazandı. 
Aydınlı’nın Koru Florya’daki ortağı Metal Konut ise Fatih Belediyesi’nin imara açtığı deprem sığınma alanında, lehine karar alınan şirketti. (Bu süreci yazdığım için hakaret ettiğim iddiasıyla hapis cezası istemiyle yargılandım. “İlgisiz olayları bir araya getirdiğim” gerekçesiyle de benden 1 milyon TL tazminat istendi.) 
Şimdi daire başı satış fiyatı 1-4 milyon TL’den satılan Koru Florya’nın üzerine kurulduğu arazinin bir kamu arazisi olduğunu ve “her şey yolundayken”, devlet kurumları tarafından hasılat paylaşımına konu edildiğini anımsatma zamanı. 
Ayrıca bir de iki gün önce, 17 Ağustos depreminin 17. yılını idrak ettik. O felaketin ardından sığınma alanı olarak belirlenen arazilerin hemen hemen tamamına AVM yapıldığını arkadaşlarımız gazetemizde yazdı. 
Bugün kanlı darbe girişimi soruşturmasıkapsamında hakkında FETÖ/PDY’den soruşturma açılan işadamları ve şirketler, terör örgütünü finanse etme iddiasıyla suçlanıyor. Peki, örgüt finansmanına konu büyük gelir kaynaklarına, kamu ihaleleri parası karışmışsa ne olacak? Yukarıda iki örneğini verdiğim imar kararları, tahsisleri, ihaleleri, hasılat paylaşımları tek taraflı mı gerçekleştirildi? Buna mı inanmamız bekleniyor? Cevabın uzun versiyonu mümkün olsa da kısasıyla yetinelim: Rant, iki taraflı bir işlemdir. Bir tarafı kaçınılmaz olarak devlet, yani onun kullandığı siyasi iktidardır.

Çiğdem Toker/Cumhuriyet

18 Ağustos 2016 Perşembe

Ya ittifak bozulmasaydı? - ÖZGÜR MUMCU

Cemaat ve AKP’nin emniyet, yargı ve askeriyede kurduğu koalisyon sürseydi? Cemaatin Güneydoğu’da istediği atamalar gerçekleşseydi, istihbarat tek elde toplanmaya çalışılmasaydı, AKP cemaate istediği milletvekilliklerini verseydi.
Mesela Arap baharı olmasaydı. Fethullah Gülen, iktidara Bülent Arınç eliyle rejimi destekleyen Suriyeli İslam âlimi Ramazan el-Buti’nin mektubunu göndermeseydi? 
AKP’li milletvekilleri, Fethullah Gülen’i eleştiren CHP’li milletvekillerinin üzerlerine yürümeye devam etmeyecek miydi? Melih Gökçek, Gülen’e Feto diye hitap edenlere terbiyeni takın diye çıkışmayacak mıydı? İktidar kadroları Türkçe Olimpiyatları’nda sıra sıra dizilip Gülen’in ağdalı üslubunu taklit eden methiyeleri haykırmayacak mıydı? İktidar kalemleri cemaat yargısının hedef aldıklarına her gün köşelerinden ucu zehire batırılmış oklarını atmayacak mıydı? Cemaat savcısının heykeli dikilecek diye atıp tutulmayacak mıydı? Türkiye bağırsaklarını temizliyor diye sevinilmeyecek miydi? Cemaat yargısının davalarında siyasetçiler kendilerini savcı ilan etmeyecek miydi? İmamın ordusunu anlatan kitabın yazarı tutuklanıp kitabı yasaklanırken, o kitap bombadan tehlikeli ilan edilmeyecek miydi? İlhan Cihaneriçin faili meçhul cinayetlerin üzerini örttü diye cemaate cephane sağlamak için yalan haberler yazılmayacak mıydı? 
Biliyorum, bunlar hep yazıldı çizildi. Hatta iktidarın zamanında cemaate verdiği destekten bahsedilmesi bıkkınlık bile getirmiş olabilir. İktidar cenahı da bunun farkında olduğu için kendine 17/25 Aralık’ı milat belleyerek öncesine sünger çektiğini ilan etti. Bir suçun işlendiği tarihi siyasi iradenin belirleyebileceğine inandırılmaya çalışılıyoruz. İşin bu kısmını sonraki bir yazıya bırakmak kaydıyla şunun altını çizmekte fayda var. 
Şayet Arap Baharı ile başlayan, çözüm süreciyle de bağlantılı anlaşmazlık çıkmasaydı, cemaat ve iktidar bir şekilde ittifakına devam etseydi ne olacaktı? 
Bugün cemaat yargısının hapse attığı herkes hâlâ hapisteydi. Cemaati eleştiren herkes de şu ya da bu şekilde susturulacaktı. İktidardan da bunun aleyhine tek ses çıkmayacaktı. 
Dahası, herkesin gözü önünde askeriyeye çöreklenen cemaat yapısı, denetimi tamamen ele geçirecekti. Harp okullarına son on senedir neredeyse bütün sınav sorularını doğru cevaplayarak girenlerin sayısındaki geometrik artış kimsenin dikkatini çekmemeye devam edecekti. Cemaatçi olmayan öğrencilerin harp okullarından baskıyla uzaklaştırılmasından bahsedilmeyecekti. Yetti gari diyerek hava kuvvetlerinden istifa eden yüzlerce pilot hakkında verilen soru önergeleri yanıtlanmamaya devam edecekti. Cemaate emanet edilmiş HSYK aynı yapısıyla görevine devam edecek, emniyette bütün kilit pozisyonlarda şakirtler yer almaya devam edecekti. 

Cemaat ve iktidar memleketi elbirliğiyle çökertmiştir. Buna özellikle askeriyede, hapishaneye atılmış meslektaşlarının boşalttığı kadrolarda ilerleyerek makam mevki elde etmiş Gülenci olmayan komutanlar da göz yummuştur. Senelerdir harp okullarındaki yapılanma hiçbirinin dikkatini çekmediyse, mağdur meslektaşlarının uyarılarını dinlemedilerse liderlik ve komutanlık vasıfları sorgulanmalıdır. 
Memleketi içinden binlerce kurda yem eden iktidar-cemaat koalisyonu ve kariyerleri uğruna buna göz yumanlardır. 
Tekrar soralım, ortaklık bozulmasaydı, mesela Arap Baharı hiç olmasaydı, ne durumda olacaktık? 
Elbette birlik beraberlik iyidir. Fakat memleket ağır derecede hastalanmıştır. Hastalığın ana kaynaklarından biri de bugün iktidardaki anlayıştır. Bu anlayış neyi, nasıl tedavi edebilir? 
Muhalefetin gür bir sesle teşhislerini ve tedavi yöntemlerini ortaya koyması gerek. Yoksa fazla vakit geçmeden muhalefetin herhangi bir işlevi kalmayacak.

Özgür Mumcu/Cumhuriyet

Satılık sanat var, kültür var, tarih var! - ZEYNEP ORAL

“Baskı, yasaklar ve hoyratlık... TÜSAK yasa tasarısıyla, sanat kurumlarının yok edilme girişimi... Sanatı, sanatçıların, yaratıcıların elinden alıp iktidarın hizmetine, gücün iki dudağı arasından çıkacak sözün hizmetine verme gayreti...
Ama boşuna! Nehirleri ters akıtamazsın! Sabah olmasını durduramazsın. Toplumsalgelişimin temel içeriğini, niteliğini belirleyen süreci geriye çeviremezsin. Belki yavaşlatırsın, geciktirirsin ama durduramazsın!”
2014’te bu köşede yazdığım bir yazıdan alıntı bu satırlar... Sanki bin yıl önceydi...
Yıllardır, evet yıllardır AKP hükümetinin TÜSAK yasa tasarısıyla yapmaya çalıştığının, ama nice sanat kurumunun direnişiyle bir türlü gerçekleştiremediğinin önü, bir gecede açılıverdi.
Birkaç gün önce sanat, kültür, tarih, hepsi bir torbaya sokuluverdi... TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda bir gecede kabul edilen özelleştirme tasarısına sanat, kültür kurumları da ekleniverdi... 

Torba tasarının 35’inci maddesi, birçok devlet kurumunun Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na devredilerek satılmasının önünü açıyor. Buna göre, özel bütçeyle ticari amaçlı olarak işletilen kurumlar, idarelerinin Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na bildirimde bulunması halinde satılabilecek.
Aralarında, Atatürk Kültür Merkezi, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, Devlet Senfoni Orkestraları, Atatürk’ün vasiyeti Türk Tarih Kurumu (TTK), Türk Dil Kurumu (TDK) da var...

Sanat - rant ilişkisi
Bu kurumları özelleştirmek demek bunları yok etmek demek. Yıllardır açıklamaya çalışıyoruz: Sanat kurumlarının kurumsal kimlikleri yok edilerek sanat alanı yürütülemez. Projeler bazında, sürekliliği bulunmayan toplama gruplar oluşturularak opera, bale, tiyatro, orkestra, koro sanatı yapılamaz.
Yeryüzünde bir tek uygar ülke gösterin ki operası, senfonik orkestrası özelleştirilmiş olsun. Yok böyle bir şey. Dünyanın her yerinde kamu kaynaklarıyla, özel sponsorluklar el ele destek olur.
Sanat kurumlarını rant, ihale ilişkileri içinde değerlendiremezsiniz!
Kaldı ki, anayasamız, sanata desteği ve yaymayı görev saymaktadır.

Tek tarih, tek kültür
12 Eylül faşist askeri darbe, TTK ve TDK’yi kapattı ve derneği, Başbakanlık’a bağlı bir devlet dairesine dönüştürdü... Sonra başına neler geldiğini hep birlikte gördük... (Bkz: Biz iktidarın hizmetinde örneğin “Türkçe Olimpiyatları”!)
İki gün önce Sevgi Özel’in de vurguladığı gibi bu iki kurumun bir de maddi yönü var.Atatürk’ün İş Bankası’ndaki hisselerinin gelirini bu iki kurum kullanıyor. Sahi nereye gidiyor bu paralar? Şimdilik iktidarın erkinde tek tip tarihe, tek tip kültüre diye yanıt vermek mümkün...
OHAL ya da “Demokrasi Bayramı”, (hangi etiketi kullanırsanız kullanın) sanat ve kültür kurumlarını yok etmeye, siyasi emellere hizmete “bahane” oldukça karşı durmak zorundayız.
İzlenecek yol, önce sanatçıya, yaşamlarını tiyatroya, müziğe, operaya, baleye adamış insanlara, bu işin uzmanlarına, mesleğin temsilcilerine söz hakkı tanımak… Yapılması gereken ilk şey onların görüşlerini almak… İzlenecek yol, sanatçı kurumlarından, kuruluşlarından, temsilcilerinden özerk bir kurul oluşturmak.
Diyeceksiniz ki bu ancak özgür bir ortamda, iktidarın sanata ve sanatçıya saygı ve sevgi duyduğu bir ortamda sağlanabilir… Evet haklısınız...
İktidar güdümlü sanata “Hayır” diyen bizler, bu ortama kavuşuncaya dek güç birliği oluşturmak, ortak tavır almak ve mücadeleyi sürdürmek zorundayız.

Zeynep Oral/Cumhuriyet

AKP 15 yaşında - ALİ SİRMEN

AKP’nin şehitlerin anılarına saygı gerekçesiyle sade törenlerle idrak edilen 15. yıl dönümünde, bilançonun başarılı olup olmadığı sorusu ilk bakışta saçma gibi gelebilir. Öyle ya kurulur kurulmaz iktidar olan ve sonrasında yapılan her seçimi kazanıp koltuğu 14 yıl muhafaza eden bir partinin ve de tartışmasız hâkimi mutlak önderinin başarısından kuşku duyulur mu? Yine de partinin bu 15 yıl içinde kuruluş amaçlarını gerçekleştirebildiği ölçüde başarılı olduğu olgusundan hareketle, bunların ne kadarının yaşama geçirildiğine bakabiliriz. 
Amerikan - Türk ortak yapımı bir uluslararası proje olan Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP, İslam ile kapitalizmi ve kapitalist demokrasiyi bağdaştırmak, ılımlı İslam etiketli iktidarın yönetiminde, Türkiye’nin küresel kapitalizme eklemlenmesini sağlamak, Ankara’nın başta ABD ve AB olmak üzere senkronizasyonunu gerçekleştirerek, onun ABD’nin yeniden dizayn ettiği yeni Ortadoğu’da kendisine düşen rolü aksaksız yerine getirmesini temin etmek için oluşturulmuştu.

Projenin yaşama geçirilmesi için Erbakan ile bağlarını kopararak “Milli Görüş”gömleğini çıkaran “ılımlı İslam”ın (ılımlı İslam yazılır, uyumlu İslam okunur) uysal çocukları iktidara hızla hazırlandılar.
***
Peki Tayyip Bey bu 15 yıl içinde yukarıda sayılan amaçları yaşama geçirebildi mi? 
Sorunun yanıtı “hayır”dır ve bilanço tümüyle negatiftir. 
1 Mart tezkere olayını da başlangıçta ABD bir yol kazası olarak niteledi ve olayın sorumluluğunu TSK’ye yükledi, bedelini de fevkalade pahalıya ödetti. 
Ama ABD ve AB ile uyumsuzluklar bununla sınırlı kalmadı. “Tezkere fiyaskosu!”nun ardından kendini BOP’un eş başkanı ilan eden Erdoğan, ABD’nin bölgedeki bütün atılımlarıyla ters düştü. Sam Amca’nın bölgedeki şımarık çocuğu ve gerçekteki tek stratejik ortağı İsrail ile “one minute” çıkışı ve Mavi Marmara girişimi ile gerginliğin doruğuna tırmandı. 
Ortadoğu’da ABD’nin kendisine verdiği misyonu izleyecek yerde, bölgede Sünni - Şii çatışmasında Sünni dünyanın lideri misyonunu seçti. Mısır’da, Washington’ın adamı Sisi’ye karşı Müslüman Kardeşler’in yanında yer aldı ve İhvancı görüşünü her alanda belli etti. 
Suriye’de yerini daha bir süre koruyacağı anlaşılan Esad gerçeğini kavrayamadığı için bölgenin egemenlerinin çıkarlarıyla ters düştü, işlerin çözümüne katkıda bulunacak yerde, daha da karışmasına neden oldu. 
İslami terör ile mücadelede kendisinden isteneni yapmadığı gibi, zaman zaman ona destek olma görüntüsü verdi. 
İktidarının ilk döneminde, iyi başlamış görünen AB - Türkiye ilişkileri zamanla son derece olumsuz bir çizgiye oturdu. 
15 yılın sonunda Erdoğan, AB’de de, ABD’de de sevilmez, güvenilmez, istenmez adam oldu.
***
İçeride de vaatlerden hiçbiri gerçekleştirilemedi. İnşaat sektörü öncülüğünde, kesintisiz sıcak para akışıyla sağlanan ama aynı zamanda gelir adaletsizliğini daha da büyüten bir ekonomik gelişmeyi sağlamasına karşın, Kürt-Türk çelişkisinin iç savaş boyutuna ulaşmasını engelleyemediği gibi, Cumhuriyetin laiklik ilkesini, demokrasinin kuvvetler ayrılığı prensibini çiğneyerek, toplumsal gerginliği çatışmanın, devlet aygıtını felcin eşiğine kadar getirdi. 
Toplumu Kürt - Türk, laik - inanmış çatışmasının eşiğine getiren AKP iktidarı döneminde ülkenin, yargı ve TSK dahil bütün kurumları çöktü. 
15 Temmuz darbe girişimi böyle bir ortamda, AKP’nin kendisine, ancak seçim kazandırmaya yeten ama başka hiçbir sorunu çözmeye el vermeyen tabanı dışında, büyük bir yalnızlık ummanında debelendiği anda patlak verdi. 
İşte 15 yıl önceki kuruluş amaçları ile 15 yıl sonra varılan nokta. 
Bu durumda AKP’nin başarılı olduğunu söylemek, ancak onun ilan edilenin dışında gizli bir gündeme doğru seyrettiğini kabul etmek ve o amacı kutsamakla mümkündür.

ALİ SİRMEN/Cumhuriyet

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Beyoğlu’nun geleceği karanlık mı?- METİN CELAL

Her zaman alışveriş ettiğim büfede bir hareketlilik… Taşınma telaşı… Durup ne olup bittiğini soruyorum. Yandaki iki dükkân kapanmış. Tahliye edilmeyi bekliyorlarmış. Direneceğiz diyorlar. 
Yeni bir yer bulmaları, yüksek kiraları ödemeleri mümkün değil. İşsiz kalacaklar. 
Son bir-iki aydır İstiklâl Caddesi gözle görülür bir biçimde boşalıyor, dükkânlar kapanıyor. 
Birkaç yıl içinde Beyoğlu’nda yirmiden fazla kitapçı kapandı. Kitapçılara sanat galerileri eklendi. SALT Beyoğlu geçici olarak faaliyetine ara verdiğini açıklayalı neredeyse bir yıl oluyor. Borusan Sanat’ın da kapanacağı konuşuluyor. 
Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi evlendirme dairesi olarak görev yapıyor. Muammer Karaca Tiyatrosu kapandı. Alkazar ve Sinepop sinemaları tarihe karıştı. Atatürk Kültür Merkezi’nin açılması yönünde umut ışığı yok. Bir hayalet gibi Taksim Meydanı’na bakıyor.
 
Beyoğlu esnafı, İstiklâl Caddesi üzerinde bu kadar çok dükkânın aynı anda kapandığını ilk kez gördüklerini söylüyor. Taksim’den Tünel’e dek yirmi kadar kapanmış dükkân saydım. Bunların arasında ünlü markalar da var. Teknosa, Kiğılı, Media Market, Starbucks, Paşabahçe… (bkz. “İstiklâl Caddesi’nde Topyekûn Değişim”, 140journos.com) 
Dükkânların kapanma nedenlerinin başında ranta yönelik girişimler geliyor. Beyoğlu’ndaki binalar hızla el değiştiriyor. “Kentsel dönüşüm” adı altında eski binanın yıkılıp yenisinin yapılmasını, afete karşı güçlendirilme bahanesi ile kiracıların çıkarılmasını kolaylaştıran yasa değişiklikleri ve eski kiracının kolayca çıkarılmasını sağlayan Borçlar Yasası değişikliği bu rantsal dönüşümü hızlandırmış. 
Çünkü İstiklâl Caddesi’nde kiralar çok yüksek. Eski kiracıların az kira ödediğini düşünen mülk sahipleri bu yasalardan faydalanıp kiracılarını çıkarıyor. Bu mülk sahiplerinin çoğunluğunun “hayır” amacıyla kurulmuş vakıflar olması da dikkati çekiyor. Yüksek kira umuduyla boşaltılan bu dükkânların çoğunun yeni kiracı bulamadığı görülüyor. 
Geçen yıl temmuz ayından beri art arda gelen canlı bomba eylemleri, bunlardan birinin İstiklâl Caddesi’nde yaşanmış olması yabancı turiste yönelik çalışan tüm işletmeleri derinden etkilemiş.

 Atatürk Havalimanı’na canlı bomba saldırısı ve 15 Temmuz Darbe Girişimi ile yerli ve yabancı turist iyice ayağını çekmiş Beyoğlu’ndan. Birçok otelin, Asmalı Mescit gibi gözde eğlence bölgelerinde birçok restoran ve barın kapandığını söylüyor eski Beyoğlu Eğlence Yerleri Derneği (BEYDER) BaşkanıTarkan Konar. Otto, The House Cafe, Bibuçuk, Babylon, Hardal, Delicatessen gibi tanınmış mekânların yerini özellikle Arap turiste yönelik nargile kafeler alıyor. Sokaklara masa konulmaması konusunda katı yasakları ile bilinen Beyoğlu Belediyesi’nin nargile kafelere oldukça müsamahalığı davrandığı da belirtiliyor. Gerçekten de birçok ara sokakta masa ve sandalyelerden yürümek olanaksız. 
Fuhuş ve uyuşturucu ticaretinin Tarlabaşı’ndan İstiklâl Caddesi’nin ara sokaklarına doğru uzandığını, savaştan kaçan mülteci Arapların, Arap turistlere pazarlandığı mekânların sayısının da hızla arttığı belirtiliyor. 80’li yılların fuhuş ve uyuşturucu ile iç içe batakhaneleri ile dolu karanlık günlerine doğru bir gidiş olduğu söyleniyor.
 
On yıl kadar önce başlatılan Beyoğlu’nun kültür ve eğlence merkezi yapısını değiştirip yabancı turiste yönelik olarak AVM’ler ve ünlü markalarla lüksleştirme ve bundan rant elde etme projesinin geri teptiği anlaşılıyor. Kültür ve eğlence yerleri gitti ama onların yerine gelen ünlü markalar da barınamadı. Yani rantseverlerin beklediği gibi cazibe merkezi olmadı. Bakalım milyonlarca dolar verip binaları alanlar, esnafı yerinden edip Beyoğlu’nun görüntüsünü bozanlar bu gelişmeye karşı ne yapacak?

METİN CELAL/CUMHURİYET

‘Ne Kadar Yalansız Yaşarsak..’- GÜRAY ÖZ

Büyük planları olan, projesinin kapsamı çok geniş iktidar partisi içeride ve dışarıda durumunu iyileştirmek, düzeltmek için deyim yerindeyse “can havliyle” savaşıyor. Eski ortak tarafından kanlı bir tepsi içinde sunulan fırsatı değerlendirmeye çalışıyor. İşinin kolay olduğu söylenemez ama özellikle içeride atmak istediği adımları, darbecilerin yenilgiye uğratıldığı 15 Temmuz öncesine göre daha kolay atabiliyor. Muhalefeti köşeye sıkıştırmış, CHP’nin darbe karşıtlığını alabildiğine sömürmüş, üslupta bir iki değişikliğin “yeni” bir hava yaratmaya yeteceğini görmüş, göstermiştir. Projesinden taviz vermeye gerek olmadığını, daha da radikalleşeceğini her fırsatta kanıtlıyor.

***
Muhalefetin OHAL ile ilgili nazik itirazlarını kolayca kulak arkası ediyor. Uygulamayı muhaliflere doğru genişletiyor. Yalnızca sınırlı bir süreyi kapsaması gereken kararnameleri “devleti yeniden yapılandırılmak” için kullanıyor. Bunu nasıl yapacağını bilmeyen var mı? Peki, muhalefet neden bilmezden geliyor? İktidar partisini verdiği sözleri tutma konusunda ikna edebileceklerini, inanmasalar da ısrarla söyleyen muhalefet sözcüleri doğrusu insanı güldürüyor. Kendini kandırmak, kendine yalan söylemek nasıl bir iştir ki?

***
Oysa Can Baba’nın dediği gibi “ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi.” En yalansız olan; demagojide, oportünizmde harikalar yaratan, pragmatik politikada usta iktidar partisidir. En az yalan onlarda var. Açık ve net konuşuyorlar; devleti yeniden yapılandıracaklar. Bunu nasıl yapacaklarını Yenikapı mitinginde söylediler, gösterdiler. Kanlı darbe girişimi sonrası başlattıkları “demokrasi nöbetleri”yle sokağı istedikleri gibi yönlendirebileceklerini kanıtlamakla kalmadılar, yeni devletin nasıl bir devlet olacağını da ilan ettiler. Üniformasıyla kürsüye çıkan generali bir yana bırakın, artık Mısırlı olmaktan çıkan ve her türden tartışma kapısını kapatan “rabia”yeni devletin amentüsüdür.

***
Muhalefet bunları tartışabileceğini sanıyor. Tümünü birlikte değerlendirmiyor, tümünün teorik, pratik anlamı üzerinde düşünmüyorsanız, tümünü kanun hükmünde kararname kılığında görmüyorsanız, iktidarın peşinde, yalnızca “muhalefet”olduğunuzu “kanıtlamaya” yarayan itirazlarınızla vakit geçirmeye devam edeceksiniz. İktidar içeriyi “çözdü.” “Terörle mücadele” parantezine alınmış Kürt meselesine ise daha bir vakit ihtiyacı var. Her ne kadar “çözülmüş devleti”gönlüne göre yeniden kurmak zor olsa da önemli bir kavşak geçilmiştir. Peki dışarısı?
***
Orada işlerin biraz daha zor olduğu söylenebilir. Yine de iktidar partisinin pragmatik bir parti olduğunu, uluslararası piyasada işlerin güç ve pazarlıkla çözüldüğünü iyi bildiğini unutmamakta yarar var. Geçmişte işe yarayan “sert” politikaları, Rusya, İsrail, Mısır ve nihayet Suriye politikalarını değiştirmekte zorlanmayacak, sokaktan“hani ne oldu” türünden bir soru gelmeyecektir. Mülteciler meselesini işe yarar“araç” olarak kullanmayı ısrarla deneyecek, ama inatçı olmamayı da bilecektir. İktidar partisi artık olgun, projesini tamama erdirmiş bir partidir. O proje “otoriter İslamcı yeni bir cumhuriyet” projesidir.
Muhalefet bu tehlikeli projeyi sona erdirmek istiyorsa, “cehenneme giden yoldaki iyi niyet taşlarına” basmamalı, tuzaklarla dolu o yolu hızla terk etmelidir.

GÜRAY ÖZ/CUMHURİYET

FETÖ’yü kazıdıkça AKP çıkıyor-TAYFUN ATAY

Nâzım’ın unutulmaz tiyatro oyunu “İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu”, Sovyet sosyalizminin bürokratikleşerek halktan kopuşunun eleştirisi olmanın ötesinde bize insanda iyi ile kötünün diyalektik bir aradalığı üzerine de çok şey söyler. Eserde iyi kalpli bir yönetici olan Sergey Konstantinovic Petrov’un (aslında kendinde saklı kötücül yanı temsil eden) İvan İvanoviç adlı bir karakter tarafından baştan çıkarılarak berbat birine dönüşümü anlatılır.

Oyunun final sahnesi, en çok da o unutulmazdır. Petrov, dönüştüğü halden pişman, bunun sorumlusu saydığı İvan İvanoviç’in derhal yanına gelmesini öfkeyle ister. Ama gelen giden yoktur ve hiç kimse böyle birini tanımamaktadır. Petrov, şaşkınlık içindedir.
Nihayet oyunun bir diğer (iyicil) karakteri “Kasketli”, İvan İvanoviç’i bulur ve onu pataklamaya başlar. Ancak Kasketli’nin dayağı etkisini Petrov’da göstermektedir! İvan İvanoviç’in kafasına inen her sopada Petrov âh etmekte, elini kolunu boşluğa sallayarak kendisini kötekten korumaya çalışmaktadır!..
***
Elbette doğrudan bir tematik bağ kurmak mümkün değil ama ben Nâzım’ın oyununun özellikle bu final sahnesini son günlerde FETÖ’cülük suçlamasıyla önümüze sıkça saçılan görüntüler eşliğinde hatırlamadan edemiyorum.
Tıpkı İvan İvanoviç’e doğru yükselen sopaların Petrov’un kafasında patlamasını andırırcasına, bir siluete “FETÖÖÖ, ulan FETÖ” diye yönelip pat-küt giriştiğinizde de AKP saflarından “Ah kafam, yandım anam” diye feryat figânlar duyuyorsunuz!.. 
Teşkilatın bütününe bakıldığında veri çok da biz en gözde olanlarını sıralayalım: Darbe girişiminin baş sorumlusu diye yakaladığınız general, AKP kurucu üyesi olup beş dönem milletvekilliği de yapmış genel başkan yardımcısının kardeşi çıkıyor.
Geçmiş dönemin dört bakanı FETÖ bağlantısı nedeniyle topun ağzında.
Bunlar arasında Bülent Arınç, AKP’nin onca yıllık iktidarında en önde gelen üç sembol isimden biri… Ve bir numaralı isim ile nasıl bir “taalluk ve taaşşuk” içinde olduğunu yıllar öncesindeki bir görüntüden hatırlıyorum: Tayyip Erdoğan okuduğu şiir nedeniyle cezaevine girmeden önce bir konuşma yaparken, onun hemen yanı başında içten bir duygusallıkla gözyaşlarını tutamazken…
27 Nisan e-Muhtırası sonrası AKP’nin dik duruşunun simge ismi Cemil Çiçek
Gülen’cilikle itham ediliyor.
Burhan Kuzu ise itiraf ediyor:
“2013’e kadar verilen önergeler var; CHP’nin verdiği iki önerge, 2005 ve 2010; ‘F-Tipi Yapılanma’nın devletteki yerinin araştırılması… AK Parti bunu reddetti, yanlış yaptı. O zaman, … netice itibarıyla ne diyor memleketin cumhurbaşkanı, ‘Ne istediler de vermedik’ diyor. Yani sıkışmış bir hükümet, ... her an partinin kapanma riski altındasın,BURUN burunasın. Efendim, bir bürokratik ekip lâzım, o bürokratik ekip bunlardan oluşmuş. Kimi kullanacağım ben hükümet olarak, ... ne yapacağım?..” 
Bu sözler “FETÖ bizim eserimiz” diye tefsir edilse, kim ne diyebilir?!
***
Gülen’le 45 yıl hemhal olduktan sonra şimdi onun karşısındaki Latif Erdoğan’ın televizyonda konuşurken töhmet altında bıraktığı Hüseyin Çelik programa mesaj gönderiyor: 20032009 yılları arası Milli Eğitim Bakanlığı döneminde “FETÖ-bağlantılı” sayılan tasarrufların hepsinin, içinde yer aldığı hükümetin Cemaat’le o dönemki ilişkisinin mahiyetiyle tamamen uyarlı olduğu şeklinde!..
Yine aynı programda duyuyoruz AKP döneminde FETÖ’nün devletteki ağırlığının 15 kat arttığı sözünü…
Daha neler neler!.. Önceki gün FETÖ ile bağlantılı diye tutuklanan işadamını pazar günkü Yenikapı mitinginde saf tutmuş selfi çekerken görüyoruz.
Peki, ya meydandaki diğerleri?..
O milyonlar, bundan birkaç sene evvel de Türkçe Olimpiyatları’nda tribünleri hınca hınç doldurmuyordu diyebilir misiniz gönül rahatlığıyla?..
***
Dolayısıyla izliyoruz, FETÖ’nün kökünü kazıma yolunda harala-gürele bir faaliyet yürütülüyor.
Ama bakıyoruz, FETÖ’yü kazıdıkça da altından ha bire AKP çıkıyor.
Çünkü etle tırnak gibiydiler.
O yüzden de AKP’li ağızlardan duya geldiğimiz “Bütün partilere sızmışlar” tarzı ifadeleri ben bir suçluluk psikolojisi içinde sanki suç bastırmaya yönelik sözler olarak değerlendiriyorum. Adeta bir telaş içinde suça ortak arama ve hedef şaşırtmaca ameliyesi olarak…
***
Yine de isterseniz diğer partilere sızıp sızmadıkları hususu, evet bu araştırılsın.
Ama hayır, AKP’ye sızmadılar.
AKP’nin bir temel “yapıtaşı” idiler.
Tavan, yani parti teşkilatı bazında da öyle, taban, yani seçmen bazında da öyle. 
Aynı ailenin fertleri, anayla oğul, babayla kız, dedeyle torun, amcayla yeğen, abi-bacı-kardeş nev’inden bir ilişkiydi bu. Siz buna nasıl “sızıntı” dersiniz?! 
O yüzden durum, darbe girişimi kadar vahim, dehşetli ve endişe vericidir. Yapılmakta olan, eti tırnaktan ayırmaktır!..
Ve İvan İvanoviç var mıydı, yok muydu gibi biz de sorsak FETÖ var mı yok mu diye…
Duyacağımız cevap bellidir:
Hem Rabbimize, hem milletimize verecek hesap olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin!..”

TAYFUN ATAY/CUMHURİYET

3 Ağustos 2016 Çarşamba

TÜRK ORDUSU- ÖZER OZANKAYA

ATATÜRK, YENİDEN KURULUP YÜCELMESİNE ÖNDERLİK ETTİĞİ TÜRK ORDUSUNU ŞÖYLE TANIMLIYORDU:
"ZAFERLERİ UYGARLIK TARİHİYLE BAŞLAYAN VE HER GİTTİĞİ YERE ZAFERLE BİRLİKTE UYGARLIK IŞIKLARI TAŞIYAN KAHRAMAN TÜRK ORDUSU!"
AKP PROGRAMINDA VE 14 YILLIK YÖNETİMİ DÖNEMİNDE HİÇ BÖYLE BİR ULUSAL ORDU AMAÇLADI MI? TÜRK ORDUSU İÇİNDE BU AMACIN TAM TERSİ YÖNDE ÇALIŞANLARIN YUVALANMASINI SAĞLAYAN FETÖ'NÜN KENDİ "PARALELİ" OLDUĞUNU İTİRAF ETMİYOR MU?
PEKİ BUNUN HESABI SORULMAYACAK MI?
% 51 OY, HER HUKUKSUZLUĞU VE HER KÖTÜLÜĞÜ MEŞRU KILAN BİR "CENNET ANAHTARI" MIDIR?
AKP VE İÇ - DIŞ YARDAKÇILARI, ULUSAL EGEMENLİK KAVRAMININ İÇİNİ BOŞALTMAKLA BAŞIMIZA BÜTÜN BU BELALARI SARMIŞ, BÜTÜN BU YIKIMLARA YOL AÇMIŞTIR.
OYSA DOĞRU ANLAMIYLA ULUSAL EGEMENLİK ŞUDUR:
"HER YURTTAŞIN, DOĞUŞTAN VE VAZGEÇİLMEZ, DEVREDİLMEZ OLMAK ÜZERE, HİÇ BİR SOY, DİN, MEZHEP, CİNSİYET, MESLEK VE SERVET FARKI OLMAKSIZIN EŞİT OLARAK SAHİP BULUNDUĞU İNSAN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİ HİÇ BİR BİÇİMDE ÇİĞNENMEMEK KOŞULUYLA BİR ULUSUN
ÖZGÜR SEÇİM YOLUYLA YÖNETİMİNİ DÜZENLEMESİDİR.
ULUSAL EGEMENLİK DÜZENİNDE SÖZ KONUSU İNSAN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİNİN KALDIRILMASININ ÖNERİLMESİ BİLE MEŞRULUK DIŞIDIR."
.
İŞTE ATATÜRK CUMHURİYETİ ANAYASASINDA KALDIRILMASININ ÖNERİLMESİ BİLE YASAK OLAN MADDELER, GERÇEK ANLAMIYLA ULUSAL EGEMENLİK DÜZENİNİN GEREKLERİ VE GÜVENCELERİDİR.
BU MADDELERİ KALDIRMAYI AMAÇLAYANLAR, HEM DE "SEÇMEN ÇOĞUNLUĞUNUN İSTEĞİ" GİBİ SUNARAK BUNU AMAÇLAYANLAR, ÖRNEĞİN "MİLLET ÇOĞUNLUĞU İSTERSE LAİKLİK TABİİ Kİ KALKACAK" ANLAYIŞINDA OLANLAR, GERÇEKTE ULUSAL EGEMENLİK DÜZENİNİN MEŞRULUK ÖLÇÜLERİNİ AYAKLAR ALTINA ALMAKTADIRLAR.
MUHALEFETİN, HELE CUMHURİYETİ KURAN ATATÜRK'ÜN CHP'SİNİN, ULUSAL EGEMENLİK DÜZENİNİN BU DOĞRU TANIMINI GÖĞSÜNÜ GERE GERE EN YÜKSEK SESLE VE TÜM YURTTAŞLARIN DEMOKRASİ KÜLTÜRÜNÜNÜN TEMELİNE EN SAĞLAM BİÇİMDE YERLEŞECEK BİÇİMDE SESLENDİRMESİ, KENDİLERİNİN DE MEŞRULUKLARININ GEREĞİDİR, GÖRÜŞÜNDEYİM.


ÖZER OZANKAYA

2 Ağustos 2016 Salı

Temizlik ve yeniden yapılanma-EMRE KONGAR

Toplumun yeniden biçimlendirildiği, “Darbe-Karşı Darbe günleri” bağlamında, AKP-Erdoğan iktidarına verilen Olağanüstü Hal yetkileri ile tüm toplumu kapsayan bir “Temizlik” ve “Yeniden yapılanma” yaşanıyor:
On binlerce kişi işinden atıldı, binlerce kişi gözaltında.
Bu arada TSK sivil otoriteye bağlandı ve YAŞ’ın yapısı değiştirildi, askeri okulların tümü kapatıldı.
***
Şimdilik görülen; klasik bir “Darbe temizliği” ve TSK’de “Yeniden yapılanma”:
Temizlik” açısından, sivil ve asker bürokrasi, yargı, üniversiteler, okullar, medya, vakıflar, holdingiler, sivil toplum kuruluşları ve bir banka hedefte!

Herhalde kimsenin, sivil ve asker bürokrasi ile yargı mensuplarının yargılanmasına, “adil bir süreç isteği” dışında bir diyeceği olmaz... 
Çünkü bunlar fiilen ülkeyi yöneten, insanların kaderlerine egemen olan eylem ve söylem sahibi kesimler.
Yeniden yapılanma” açısından, TSK’nin sivillerin emrine bağlanması ve askeri okulların tümünün kapatılması ise ayrı bir yazı konusu.
Üniversiteler, medya, vakıflar, holdingler, sivil toplum kuruluşları ve bir bankadaki temizliğe gelince:
Elbette buralarda çalışanların da, bir kalkışmaya, şiddet ve teröre fiilen katılmaları veya açıkça destek vermeleri halinde, yargılanmaları kadar doğal bir işlem olamaz.
Ama hiçbir kalkışma, darbe veya terör olayına karışmamış, açıkça destek vermemiş olanların, sadece ideolojilerinden veya fikirlerinden dolayı cezalandırılmaları “Demokratik ve laik bir Hukuk Devleti” bağlamında kabul edilemez.
***
Bir “Darbe temizliğinin” ve şimdilik sadece TSK bağlamında görülen “Yeniden yapılanmanın” esas amacı, Demokrasiyi rayına oturtmaktır. 
Demokrasinin rayına oturtulması ise ancak Laik bir Hukuk Devleti çerçevesinde olanaklıdır. 
Kin ve intikam duygularıyla hareket edildiği, haksızlık ve hukuksuzlukların önü açıldığı, toptancı uygulamalarla adaletsizlik yapıldığı zaman, böyle bir toplumsal ve siyasal dalganın sonucu olarak Demokrasi’nin kurulması olanaklı değildir:
Böyle durumlarda toplum, kin ve intikam duyguları arasında, her gücü ele geçirenin kendi adaletsizliğini ve zulmünü uyguladığı aşırılıklar arasında, bi rsarkaç gibi sürekli sallanır!
Bu açıdan pazar günü yazdığım “CHP’nin Taksim Manifestosu”nun 10’uncu maddesini akılda tutmakta ve “Darbe temizliği” ile “Yeniden yapılanma” uygulamalarını bu manifesto bağlamında yürütmeye dikkat etmekte yarar vardır!
***
CHP 24 Temmuz 2016 Taksim Manifestosu Madde 10: 10- Devlet kinle, öfkeyle, önyargıyla yönetilmez.
Girişimde (Kalkışma) bulunanlar, hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı kalınarak yargılanmalıdır. İşkence, kötü muamele, tehdit, devleti darbecilerle aynı duruma düşürür. Buna izin verilmemelidir.

EMRE KONGAR/CUMHURİYET

1 Ağustos 2016 Pazartesi

FETO ve Opus Dei... Uğur Mumcu uyarmıştı- Nilgün Cerrahoğlu

“Feto-Opus Dei” yazılarıma tarihi boyut katmak isteyen bir okurum, Mumcu’nun 80’ler sonunda Nazlı Ilıcak’la katıldığı bir TV programının videosunu göndermiş.

 
Taha Akyol ve Coşkun Kırca’nın da katıldığı programda, Ilıcak, Mumcu’ya;“Laikliğin tehlikeye girdiği söyleniyor. Bu endişeleri siz de paylaşıyorsunuz. Neden?”şeklinde bir soru yöneltiyor. 
Mumcu; “Opus Dei bir Katolik örgütünün adıdır” diyerek söze giriyor: “Siyaset, ticaret ve din üçgeni içinde gelişir. Batı’da yayın organlarına, TV kanallarına egemen bir örgüttür. Türkiye’de de buna benzer, Katolik örgütlenmesine benzer yeni bir parasal kaynak bulundu İslamcı ideolojiye” diyor. Ardından “İslamcı bankerler” eklemesini yapıyor: 
“Bu bankerlere başka hiçbir kuruluşa verilmeyen ayrıcalıklar verilmiştir. İcra iflas kanunu, ticaret kanunu bunlara işlemez. Ya ne işler? Başbakanın takdirleri. Hiçbir yabancı sermayeye sağlanmayan vergi muafiyetleri bunlara sağlanmıştır. Bunlar işte Arap kapitülasyonlarıdır. İslamcı ideoloji ve siyasi hareket böylece mali kaynak bulmuştur.” 

“İslamcı kadrolaşmaya” da mim koyan Uğur Mumcu, “Laiklik son on yılda (80’lerde) devlet eliyle yok edildi” sözleriyle son noktayı koyuyor. 

Türkiye’ye “Opus Dei’vari” bir şablonun getirilmek istendiğini Uğur Mumcu tam çeyrek asır öncesinde görmüş. Ama değerli tespitleri hiçbir işe yaramamış...

Can damarlarına girin 
Mumcu’nun somut uyarılarını bırakın... 28 Şubat döneminde Gülen’in TV kanallarına yansıyan açık itiraf mahiyetindeki görüntüleri vardı... 
Devlette kadrolaşmanın öneminden bahsederken bizatihi “Esnek olun, can damarları içinde dolanın. Bütün güç merkezlerine ulaşıncaya kadar kimse varlığınızı fark etmeden sistemin ana damarlarında ilerleyin!” direktifleri veriyordu Gülen taa o zamanda. 
’90’lar sonunda Batı Çalışma Grubu raporlarında, Gülen’in TSK ve emniyete sızmasının tehlikelerinden bahsediliyor; “Grubun TSK’ye sızma girişimlerini planlı, programlı, sinsi, yanıltmacı biçimde sürdürdüğünden” bahsediliyor ve Gülen’i o yıllarda uluslararası aktör haline getiren Papa ile görüşme için “Görüşmenin önemi Hıristiyanların lideri karşısında Gülen’in Müslümanların lideri olarak dünyaya takdimidir” deniyor; “Gülen’in Roma’da Büyükelçilik mensuplarınca karşılanması ve Cumhurbaşkanı’nın mesajını Papa’ya iletmesi de, devletin de bu şahsiyete destek olduğu beyanla bu oyuna alet olduğunu göstermektedir!” eklemesi yapılıyordu. 
Gözler önünde cereyan eden filmin son aşamasında Gülen ABD’ye gitti. 2002’de iktidarı devralan AKP, bütün bu bilgilere rağmen Gülen’le işbirliğine devam etti. Pennsylvania’ya gelmeler gitmeler, balkon konuşmalarında selam çakmalar filan siyasi ortamın kanıksanan öğeleri oldu. Ta ki “al gülüm ver gülüm” anlaşması bozulup dev bir iktidar kapışmasına dönüşene dek..
.
Osmanlı’nın yıkımı sürüyor 
15 Temmuz sonrasında ise devlet şimdi bir nevi fetret çalkantısına girdi. Yargıdan orduya tüm devlet kurumları hallaç pamuğu gibiatılıyor. Öyle ki Türkiye’yi dışardan izleyenler ülkemizin giderek bir “Irak, Suriye olma riskinden” bahsediyorlar. Independent’tan Ortadoğu uzmanı Patrick Cockburn örneğin, dün birebir bunu yazdı. 
İspanya ve İtalya gibi demokrasilerde FETÖ benzeri Opus Dei oluşumları neden devleti bu radikallikle temelinden sarsmıyor da Türkiye’de işler böyle tüm taşların oynadığı yere dek ilerliyor? 
Bu soru üzerinde düşünülmeye değer. 
“Darbe girişiminin Ortadoğu’da ulus devletin çöküşünden bağımsız olmadığını”beyan eden diğer ünlü Independent yazarı Robert Fisk’in satırlarıyla bitirelim bu yazıyı: 
“Türkiye’de olaylar göründüğünden çok daha çarpıcı. AB sınırlarından baktığımızda Türkiye, Suriye, Irak, Mısır’ın Sina Yarımadası’nın büyük bölümü, Libya ve Tunus... Uzun bir hatta anarşi ve çökmüş devletler hâkim. Mark Sykes ve François Georges-Picot, Osmanlı’yı parçalamaya başladı ve süreç günümüze kadar sürüyor!”

Nilgün Cerrahoğlu / Cumhuriyet

24 Temmuz 2016 Pazar

Yeniden Lozan ruhu - CUMHURİYET

“Diplomasi” ile “utku” kavramları birbiriyle bağdaştırılamaz;ancak Lozan’da, diplomasi masasında Türklerin Birinci Dünya Savaşı’nda kendini yenen güçlere hiçbir ödün vermeksizin kabul ettirdikleri gerçekten diplomasi tarihine bir utku olarak geçmiştir.
 
Lozan Barış Antlaşması, Birinci Dünya Savaşı’nı sonuçlandıran antlaşmalardan bugün hâlâ yürürlükte olan tek barış antlaşmasıdır. Bunun nedeni ise, Lozan Barış Antlaşması’nın “yenen”ve “yenilen” devletler arasında değil de, iki “yenen” taraf arasında akdedilmiş olmasıdır. (1)
Eşitler arası diplomasi

Lozan’da, “eşit”ler arasında bir diplomasi savaşımı söz konusuydu . Lozan’da taraflar arasında sağlanan bu denge bu antlaşmayı kalıcı kılmıştı. Oysa 1919’dan sonra imzalanan öteki barış antlaşmaları,20 yıl sonra daha da büyük bir savaşa yol açacaktı. Lozan Barış Antlaşması, 1919-1939 arası dönemde savaşa değil, barışa hizmet etmiş bir belge olarak tarihe geçmiştir.
Lozan’ın, Birinci Dünya Savaşı sonrası dünyası açısından önemini bir tarihçi-yazar şöyle özetlemektedir:“1918 Kasım’ın da herhangi bir kimse çıkıp da, bu ölüm döşeğindeki devletle (Türkiye’yle) nihai barışın ancak beş yıl sonra yapılabileceğini söyleseydi; sözlerine inanan olmaz, gülünür geçilirdi. Fakat işte o inanılmaz şey gerçekleşti!” 

Lozan Konferansı görüşmelerine ilişkin olarak Mustafa Kemal,Nutuk’ta özetle şunları söylemekteydi:“Baylar, mirasçısı olduğumuz Osmanlı Devleti’nin dünya gözünde hiçbir değeri, saygınlığı ve onuru kalmamıştı. Osmanlı Devleti,uluslararası hukukun dışında bırakılmıştı; Osmanlı, sanki güdüm ve kısıtlama altına alınmış sayılıyordu.Benim Türk ulusunun varlığı için, bağımsızlığı için, egemenliği için, yüzde yüz elde etmek ve sağlamak zorunda olduğu temel hakların dünyaca tanınacağına hiç kuşkum yoktu. Çünkü gerçekte bu temel haklar güçle, hak edişle ve eylemli olarak alınmıştı. Konferans masasında istediğimiz, gerçekte elde edilmiş olan hakların yöntemine göre yazılıp onanmasından başka bir şey değildi. İsteklerimiz açıktı ve doğal haklarımıza dayanıyordu.Bundan başka, haklarımızı korumak ve sağlamak için gücümüzde vardı ve gücümüz yeterliydi.En büyük gücümüz, en güvenilir dayanağımız, ulusal egemenliğimizi elde etmiş, onu eylemli olarak halkın eline vermiş ve halkın elinde tutabileceğimizi yine eylemli olarak kanıtlamış olmamızdı. Lozan Antlaşması, Türk ulusuna karş ıyüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük suikastın kırılıp önlenişini bildirir bir belgedir. Lozan Antlaşması, Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal utku anıtıdır!”
Öte yandan, Lozan Konferansı’nda İngiliz Temsilciler Heyeti’nin bir üyesi olarak yer alan Sir Andrew Ryan, konferansa ilişkin düşüncelerini şöyle dile getirmişti: “Bu konferansın iki önemli kişiliği, konferansın ilk aşamasında Lord Curzon, bütün konferans boyunca ise İsmet Paşa’ydı. İsmet Paşa, Lord Curzon’un tam tersiydi. Onun için denilirdi ki,o diplomasiye bir süvari birliği komutanı nitelikleriyle girmişti, gerektiği zaman ileri saldırır; eğer başarı elde edemezse, bütün gücüyle geri çekilirdi. Çok sağır olmakla birlikte,bu sağırlığı duruma göre değişirdi.Diyorlardı ki Paşa, işine gelmeyen hususlarda tam anlamıyla sağır kesilirdi.”

Cumhuriyet diplomasisi
Osmanlı diplomasisinden çok farklı bir anlayışa sahip olan Cumhuriyet diplomasisi, bu farklı diplomasi anlayışını ilk kez Lozan Barış Konferansı’nda uluslararası topluluğun gözleri önüne sermek fırsatını bulmuştu. Lozan görüşmelerinde İsmet Paşa’nın öncelikle üzerinde durduğu husus, yeni Türk devletinin diğer Batılı devletlerle eşit statüde olduğunun kabul görmesiydi. İsmet Paşa, yeni Türk diplomat tipinin en seçkin örneğiydi.
Lozan’da yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temsilcileri, devletlerinin bağımsızlığını ve egemenliğini tehdit eden konularda, Batılı güçlere herhangi bir ödün vermeksizin,davalarının haklılığını ve yasallığını onurlu bir biçimde savunabilmişve görüşlerini karşısındakilere kabul ettirebilmesini bilmiştir

.Acaba bugün yeniden “LozanRuhu”na sahip olamaz mıyız?Dipnotlar:(
1) Lozan Antlaşması’nda taraflardan biri olan İtilâf Devletleri Birinci Dünya Savaşı’nı, diğer taraf olan Türkiye ise Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanmıştı.
(2) Ömer Kürkçüoğlu, “70. Yılında Lozan Barış Antlaşması,” Görüş Dergisi,No. 10, Temmuz 1993, s. 73.
(3) Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, basıma hazırlayan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Söylev, Cilt I-II, 19. bası,Çağdaş Yayınları, İstanbul, Ekim1990, s. 398-403.
(4) Andrew Ryan, The Last of the Dragomans, London, 1951, s. 174.

Olaylar ve Görüşler
Cumhuriyet

‘Maskara’ ve ‘maskaralık’ üzerine (1) - Emre Kongar

Önce, yeni Türkiye’yi tüm dünyaya onaylatan 24 Temmuz Lozan Bayramı herkese kutlu olsun! 
Türkiye, yakın tarih konusunda da, genelde olduğu gibi, koyu bir bilgisizlikiçinde; özellikle gençler, siyasal ve kültürel geçmişimizi hiç bilmiyor. 
Ama maşallah herkes siyaset profesörü: Sosyal medyada her konuda herkes her an ahkâm kesiyor. 
Ben Twitter’ı (ve onu bağladığım Facebook’u da) bir okul gibi kullanmayaçalışıyorum... 
Küfür ve hakaret etmeyenlerle diyalog kurarak büyük bir sabırla, elimden geleni yapmaya çalışıyorum. 
Bu bilgisizliğin en son örneğini, 15 Temmuz Darbe Girişimi konusunda, bugirişime “Maskaralık”, bunu yapanlara da “Maskaralar” dediğim sırada gördüm: 
Ne dediğimi anlamayanlar hemen üstüme geldiler, “Sen buna nasıl maskaralık dersin” diye. 
Oysa, Türkiye’deki başarısız askeri darbeler tarihine önemli bir “gönderme”yapıyordum: 
“Maskara” sözcüğü darbecilikten dolayı asılan Albay Talat Aydemir için darbeyi önleyen İsmet Paşa tarafından kullanılmıştı.

***

Askeri darbelerin en kötü tarafı, Hukuk Devleti’ni rafa kaldırmaları, can ve mal güvenliğini hiçe saymaları, toptancı davranmaları, “kurunun yanında yaşı da yakmaları” ve toplumda derin yaralara yol açmalarıdır. 
Türkiye’ye çağ atlatan 1961 Anayasası’nı yaptırtan 27 Mayısçılar da, Menderes,Zorlu ve Polatkan’ın idamlarıyla ülkenin siyasetinde bugün bile varlığını sürdüren bir kutuplaşmanın şiddetlenmesine neden olmuşlardır. 
Askeri darbelerin bir başka tehlikesi de, ordu içinde bölünmelere ve artçı darbelere yol açmasıdır. 
Yine 27 Mayıs 1960 darbesi, kendisinden sonra gelen pek çok darbe girişimini ve darbeyi tetiklemiştir: 
Bu, o kadar olumsuz bir sonuçtur ki, 1961 Anayasası’nın getirdiği “demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin” pek çok kurumu, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri ile yok edilmiş, ülke bugün, iktidarın elinde, 70 yıllık demokrasi birikiminin bile gerisine düşürülmüştür.

***
İsmet Paşa, yukarıda belirttiğim her iki sakıncayı da çok iyi bildiği için bütün gücüyle idamları engellemeye çalışmış ve Milli Birlik Komitesi’ni de, bir an önce seçim yapıp iktidarı sivillere terk etmeye teşvik etmişti. 
Zaman içinde, İsmet İnönü’nün korktuğu, yukarıda belirttiğim her iki sakıncada ortaya çıkmıştır: 
İdamlar, bugüne kadar bile süren bir kin ve intikam duygusunu güçlendirmiştir. 
Darbeden kısa bir süre sonra da Milli Birlik Komitesi kendi içinde bölünmüş; sanki bu bölünme yetmiyormuş gibi ordu içinde de cuntalar oluşmuştur. 
Milli Birlik Komitesi, kendi içindeki bölünmeyi, uzun vadeli ve otoriter eğilimli bir program hedefleyen Türkeş ve arkadaşlarını (14’ler) yurtdışı görevlere yollayarak önlemiştir. 
Ama ordu içindeki cuntalar, 1961 yılında seçimler yapılıp iktidar sivillere devredildikten sonra da devam etmiştir.

İşte Albay Talat Aydemir’in iki başarısız darbe teşebbüsü, bu cuntaların dışavuran “maskaralıklarıdır”. 
Bu teşebbüslerin ilginç öyküleri gelecek yazıya! 
CHP’nin bugünkü mitingini Demokrasi açısından çok önemli buluyorum; dilerim olumlu etkisi olur.Ve bir de kitap önerisi: Ben de değineceğim ama beni beklemeyin; yeni çıktı, şimdi okumanın tam zamanıdır: 
Erol Manisalı, Ergenekon Kumpasında Yaşadıklarım, Kırmızıkedi Yayınları, İstanbul, 2016

Emre Kongar / Cumhuriyet