16 Eylül 2016 Cuma

Bir ‘bayram itirafı’- Meriç Velidedeoğlu

“Yürütme”nin OHAL’den yararlanarak, “28” belediyenin “seçilmiş başkanlarını görevden alıp”, yerlerine “kayyım” ataması nedeniyle, bu belediyelerin “Kürtçe”yazılı tabelalarının indirilmelerinin “TV”de izlenmesiyle bir durumun ayrımına“ancak” varıldı. 

İndirilen tabelalar “TV”de göründükçe, aaa bunlar yalnız “Kürtçe” yazılarak oluşturulmamış, ayrıca hangi ülkenin belediyesine ait olduklarını belirten “TC”de yazılmamış diyenlerin olduğu basında yer aldı. (Sözcü, 15.9.2016)
 
Oysa bu belediyeler -belki daha başkaları dail, ilçe ve beldelerindeki tüm kamu kurumlarının adlarının başında yer alan “TC” ya da “Türkiye Cumhuriyeti”yazılımlarını “üç yıl” önce silmeye başlamışlardı, “PKK” başı Öcalan’lı dönemin Başbakanı Erdoğan’ın, “açılım” sürecindeki anlaşmalarının sonucu olarak; üstelik böylece yıllar yılı, “Te Ce”ye yer verilmemeli diyen örgütün ve başının istekleri de gerçekleştirilip, bahar havasına giriliyordu.
 
Kuşkusuz bu karar ülkemizdeki her türlü kamu kurumlarına da uygulanıp, adlarından, binalarından “TC”ler kaldırılacaktı.
 
Üç yıl önce bu “TC”yi silme kararı alınırken, “geç kalmış bir adım!” diyen olmamıştı ama, bu işlemi öyle “kabullenmiş”, öyle unutmuşuz ki, bugün “Kürtçe” yazılı tabelalar indirilirken, “aaa” bunlarda “TC” de yok diyoruz, şaşkınlıkla... 
Peki, bu şaşıranlara, bağlı bulunduğu belediyenin adının başında artık “TC” var mı, yazılı mı diye sorsak ne derler acaba? 

Öte yanda, PKK’ya ve Öcalan’a yürekten bağlı olan belediyeler, alınan bu “silme”kararıyla yetinmeyip, kurdukları kamu kurumlarına, örneğin “Siirt Belediyesi”, kuracağı “Halk Kütüphanesi”ne, “Celadet Ali Bedirhan” adının verileceğini bildirmişti. 
Oysa, “TC Devleti”nin kuruluşunun ilk adımı olan “Milli Mücadele”de, ardından gelen “Ulusal Kurtuluş Savaşı” sürecinde, dönemin emperyalizminin lideri “İngiltere”nin kullandığı aşiretin başkanlarındandı “Celadet Ali Bedirhan”.


Bu dönemde “Anadolu”da görevli olan “İngiliz” subayı “Binbaşı Nowil” bu“Celadet A. Bedirhan”a dolaysiyle aşiretine, “Urfa”daki İngiliz tümenini de çağırarak, hep birlikte Malatya’ya girip, “Kürt bayrağı”nı dikebiliriz, diyordu.
 
Böylece, İngiltere’nin bu süreçte gerek Yunanistan’ı, gerek kimi “Kürt aşiretleri”ni,“Ortadoğu”yu elinde tutmak için kullandığından söz edilir. 
Oysa “Atatürk”“Anadolu”ya geçtikten hemen sonra, “Vatanın bütünlüğü tehlikededir!” diyerek, Kürt aşiretlerine çağrılar yaptığı gibi, “Sivas Kongresi”nden önce de yine, özenli, içten çağrılar yapacaktır.
 
Nitekim İngiliz Nowil’in haince önerisini “Keven Aşireti” önderleri de kabul etmezler; anımsanacağı gibi, “Mutki Aşireti”nin başkanı “Diyab Ağa”da,“Dersim” milletvekili olarak “Büyük Millet Meclisi”nde bir ara “Yunan”kuvvetlerinin ilerleyişi dolayısıyla, Meclis’in “Konya”ya taşınmasını isteyen milletvekillerine, Meclis kürsüsünden, “Hiçbir yere gitmiyoruz!” diyerek karşı çıkacaktır. 

Bilindiği gibi emperyalizmin, “maşası” durumuna gelince, kullanılmaktan kurtulmanın “zorluğu”, gerek “Kurtuluş Savaşı” döneminde, gerekse “TC Devleti”kurulduktan sonra da sürdürülen “Kürt İsyanları” sürecinde yaşananları ortaya koyacaktı. 
Evet değerli dostlar, daha önce de bu köşede yer alan bu tarihsel süreci bir kez daha paylaşalım dedim; çünkü günümüz emperyalizminin lideri “ABD”nin; halkları, ulusları kullanmasının tam bir örneği olan “PKK Terör Örgütü”nün başının bir“itirafı” yer aldı bayram basınında, yaklaşık “40 yıldır” ülkemizi kana bulayan, bebeleri bile öldüren terörist başı sonunda, “Bu ölümler nedeniyle uyuyamıyorum!”,“Bu kan, gözyaşı dursun!” demiş... 
İşte bu sözler üzerine yine anımsatmak “gerekir” diye düşündüm, Bedirhanlı Aşireti’nden, “Celadet Ali Bedirhan”ı..


 Meriç Velidedeoğlu/Cumhuriyet

15 Eylül 2016 Perşembe

Seçilmişliğin sınırları-Emre Kongar

Seçilmiş olmak, size sınırsız devlet, millet aleyhinde tasarruf yetkisini vermez. Çalışma alanın neyse, bu alan içerisinde çalışacaksın.” 
Hemen açıklamalıyım ki, bu ifade benim değil: 
Bunları, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kurban Bayramı’nın ikinci günü olan 13 Eylül 2016 tarihinde, Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı (TGTV) tarafından Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen “79 milyon bir bayrak altında bayramınız mübarek olsun”etkinliğinde yaptığı konuşmada, görevden alınan ve yerlerine kayyım atanan belediye başkanları bağlamında söyledi. 
Demek ki neymiş? 
Seçilmiş olanlar: 
1) Sınırsız bir biçimde devlet ve millet aleyhinde işler yapamazlarmış.2) Çalışma alanı dışına çıkamazlarmış.

***
Elbette birinci ölçütteki “sınırsız” sözcüğü, seçilmiş olanların “sınırlı” bir biçimde devlet ve millet aleyhine tasarruf yapabilirler anlamını taşımıyor... 
Devlet ve millet aleyhinde tasarruflarda bulunanların yetki alanlarının “sınırsız” olmadığını, “sınırlı olduğunu” vurgulamak için kullanılmış bir sözcük.

***
Seçilmişlerin sınırlarını belirleyen birinci ölçütteki asıl sorun “devlet, millet aleyhinde” tanımından kaynaklanıyor: 
Elbette, terör, cinayet, soygun, rüşvet, yolsuzluk gibi sadece yasalara değil, toplumun tümüne karşı olan eylemler bu tanımın içine rahatlıkla girebilir: 
Hiç kimse, seçilmiş olduğu için, terör eylemi yapmaya, cinayet işlemeye, soygun yapmaya, rüşvet almaya, yolsuzluk yapmaya hak kazanmaz! 
İş, iç ve dış politika sorunlarına gelince “devlet ve millet aleyhine” ölçütü birdenbire çok tartışmalı bir nitelik kazanıyor: 
Somut örneklerden sadece bir tekinin üzerinden tartışırsak; örneğin, komşulardaki iç savaşa karışmak “devlet ve millet aleyhine işler” arasına girer mi girmez mi? 
Amacım bu yazıda sadece “seçilmişlerin sınırları” konusunu irdelemek olduğu için bu dış soruna girmiyor, sadece bu birinci ölçütün iç ve dış siyaset alanlarında çok“tartışmalı” olduğuna işaret etmekle yetiniyorum.

***
Seçilmişlerin sınırlarını belirleyen ikinci ölçüt ise çok net: “Çalışma alanı”. 
Seçilmişlerin görev ve yetkileri, yani çalışma alanları, cumhurbaşkanlarından belediye başkanlarına kadar, anayasa ve yasalar tarafından belirlenir... 
Bunlara uyup uymadıkları da yargı tarafından denetlenir! 
Dolayısıyla, bir cumhurbaşkanı da, bir milletvekili de, bir belediye başkanı da, kurallarına göre seçildiği anayasanın ve yasaların tanımladığı sınırlar içinde kalmak zorunda.

***
Bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylediğine göre, “devlet, millet aleyhine iş yapan” ya da “çalışma alanı dışına çıkan” seçilmişler “Bal gibi de görevden alınır!” 
Bu sözlere yürekten katılıyor ve sadece belediye başkanlarının değil, başta cumhurbaşkanı olmak üzere, milletvekilleri ve muhtarlar da dahil, bütün “seçilmişlerin”, bugüne kadarki eylem ve söylemlerinin bu iki ölçüte göre değerlendirilmelerinin gerekli olduğunu düşünüyorum.

Emre Kongar/Cumhuriyet

Kutsanan cehalet mi-Olaylar Ve Görüşler/Cumhuriyet

Evrensel ve laik eğitimin lanetlendiği, cahilliğin kutsandığı ülkelerin düştüğü durumu 15 Temmuz bize çok net anlatmaktadır. Ülkemizin bir daha 15 Temmuz’lara maruz kalmaması için, tüm illegal dini yapılanmaların ve tarikatların hızla tasfiye edilmeleri gerekir.

Bilimsel bir araştırmanın yayımlanan sonuçlarına göre; “Cahillik, bilginin tersine insanın kendine olan güvenini artırır. Bilgi, içinde kuşkuyu da taşıdığından, cahillik kadar güvenli değildir”. Bu sendromun temel çıkış noktaları ise şöyle özetlenmiş araştırma sonucunda: “Niteliksiz insanlar, durumlarının farkında olmazlar ve özeleştiri nedir bilmezler. Kendilerini ve niteliklerini abartma eğilimi gösterirler. Nitelikli insanların değerini anlamaktan acizdirler. Niteliksiz insanlar, kendilerinden öylesine emindirler ki, ikna edilemezler”.

Bilgi ve cehaletin savaşı
Yukarıdaki araştırmanın sonuçlarını irdeleyen bilim insanlarının da belirttiği gibi, yaşadığımız çatışmalar; ideolojiler, dinler ve ülkeler arasında değildir. Savaş; bilgi ile cehaletin, sağduyu ile önyargının savaşıdır. Konuşulanları ve yazılanları dinlemeden, okumadan ve anlamadan önyargılarını ve cehaletlerini ortaya koyan “insan”ların bol olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bilgi ve sağduyu ile hareket eden toplumların ekonomik, sosyal ve kültürel yönden nerelerde oldukları, cehalet ve önyargılarla hareket edenlerin ise hangi “çukurlarda” debelendiklerini görebiliyoruz.
Bilgisizlik, önyargılar ve kafalara küçük yaşlarda doldurulan dogmalar, insanları cesur, kendinden emin, rahat ve mutlu yapıyor. Bu insanlar, öylesine net ve tartışmasız “doğru”lara sahip oluyorlar ki, “misyonerler”, “düşmanlar” ve “hainler” yaratmak çok kolaylaşıyor. Bu sayede belki de kendilerini ve savundukları değerleri daha değerli, yaşamlarını daha anlamlı sanıyorlar. Kutsal din duygularının ve karanlık kimliklerin arkasına saklanarak insanlara çamur atmak, meşru görülüyor. Çamur at, izi kalsın...

Çağdaş eğitim şart
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren eğitime ve aydınlanmaya neden önem verildiği, çağdaş bir nesil yetiştirmek için tekkeler, zaviyeler ve tarikatların neden kapatıldığı, geçen 15 Temmuz karanlık darbe girişimiyle bir kez daha anlaşılmıştır. Hurafelerden ve biat kültüründen kurtulmak için, aklın ön planda olduğu çağdaş bir eğitime hızla geçilmelidir. Sorgulamayı ve nedeni- niçini araştırmamızı salık veren felsefenin eğitim sistemimizde özel bir yeri olmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasada tanımlanan asli görevine dönmesini, iktidarlara göre tavır almadan, siyaset dışında kalarak, objektif olmasını beklemek hakkımızdır. Dini eğitim dahil, tüm eğitim sistemlerinin temeli ve olmazsa olmazının laiklik olduğunu ülke olarak kavramamız ve içselleştirmiş olmamız gerekir. Aksi takdirde, aklını mensubu oldukları tarikatlara ve bu tarikatlardaki “kifayetsiz muhterislere” teslim eden, sorgulamayan bir nesil yetişmiş olur. Bu da bir ülkeye (ve dine) yapılabilecek en büyük kötülük olur.

Birinci anahtar
Cehaleti kutsayan “Rektör Yardımcısı”ndan sonra, bir din adamının cenaze namazı sonunda, devlet erkânının önünde yaptığı dua içinde “Bizi okumuşlardan koru” şeklindeki absürt yakarışının orada bulunanlarca sessizce onaylanması, ülkemizin evrensel dini eğitimden ne kadar uzak olduğunu gösteriyordu. Evrensel ve laik eğitimin lanetlendiği, cahilliğin kutsandığı ülkelerin düştüğü durumu 15 Temmuz bize çok net anlatmaktadır. Ülkemizin bir daha 15 Temmuz gibi karanlıklara maruz kalmaması için, tüm illegal dini yapılanmaların ve tarikatların hızla tasfiye edilmeleri gerekir.
Darbeye girişen yapının yerine başka tarikatların ikame edilmesi, geçmişteki yanlışların başka yanlışlarla düzeltilmesi anlamına gelir. Ülkenin evrensel değerlere ulaşmasının, çağdaş ülkeler arasında yerini alabilmesinin ve özgür bireylerin yetişmesinin biricik anahtarı laikliktir. Laikliğin eğitimde, bürokraside ve Diyanet camiasında içselleştirilmesi ile karanlıktan aydınlığa çıkabiliriz. Güzel ülkemizin eğitimsiz, cahil ve önyargılar içinde debelenen ucuz “kahramanlara” ihtiyacı yok. Çünkü bunlardan fazlasıyla var. Eğitimli, bilgili, sağduyulu, önyargılarından arınmış bilge insanlara ihtiyacı ise had safhada.

Av. KEMAL AKKURT Sosyal Demokrat Avukatlar Derneği Başkanı

14 Eylül 2016 Çarşamba

Futbolun koca figürü: Metin Oktay-İsmail Sarp Aykurt/SOL

Golcülüğü ve efendiliği ile çaldığı tüm kalplerin, sızısı ve derin acısı haline geldiği bir 13 Eylül sabahı, onun aynı zamanda akıllara kazındığı bir tarihi de işaret ediyordu. Taçsız kral takma ismi onun için tesadüfen denk gelmiş bir isim değildi. Sadece attığı goller onu kral yapmaya yeterdi, ancak taçsız bir kral olmak için gollerden ötesine ihtiyaç vardı.
Metin Oktay, bu ‘ihtiyacı’ fazlasıyla karşılayan ender sporculardandı. Bu yüzden, Metin Oktay’ın yaşamı yalnızca bir futbol öyküsü olmadı. Onun saha dışındaki hayatı, karakteri, görüş ve duruşları hep bir ‘mücadelenin ’ konusu oldu. O mücadele de hayatın, toplumun ve futbolun bir parçası...
Metin Oktay’ın kısa süren, başarılar ile dolu yaşamı şımarıklıklara uzak durarak geçti. Cemal Süreyya’nın dediği gibi, “o rolü yanında oynayan başka futbolculara bırakmıştı Metin”... Makine işçisi bir baba ile ev hanımı bir annenin dokuzuncu çocuğuydu. Emekçi bir aileden geliyordu.
Türkiye İşçi Partisi'ne oy verdiğini eğilip bükülmeden açıklayan, Denizlerin idam kararına karşı imza atan ve toplayan bir futbolcu idi. Tüm bunları yaparken de, döneminin en önemli futbol figürü idi. Kendisini “taçsız” yapan dinamikler, toplumcu görüşü ve yaptıkları idi. Onun için krallık, attığı goller ile ölçülebilen bir ‘makam’ değildi. Onun derdi hiç bir zaman ‘makam ya da şöhret’ olmadı.
Metin Kurt onu anlatmıştı:
Türk futbol tarihinde, taraflı tarafsız tüm sporseverler için Metin Ağabey efsane bir isimdir… Özel yaşamında tüm insanlara karşı derin bir sevgi beslemiş, her zaman dara düşen sporcuların ve dostlarının Hızır gibi imdadına –maddi veya manevi- yetişmiştir. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ın idamına karşı yürütülen imza kampanyasına katılarak onların verdiği mücadeleye karşı ne kadar duyarlı olduğunu göstermişti. Onun bu yanını insanlarımızın çok azı bilir.
Bir keresinde, kendisine düzen partilerinden gelen milletvekilliği tekliflerine de cevabını gecikmeden vermişti.
“İkinizin teklifine de hayır diyorum beyler. Benim sahada yaptığım ayak oyunlarının ne değeri olur, ne sözü olur, mecliste sizlerin arasında?”
Dürüst ve saygın kişiliğini kullanmak, onun üzerinden kazanç elde etmek isteyenler hep oldu. Yeri geldi büyük paraları reddetti, yeri geldi sevdikleri için bir çok şeyden vazgeçti.
Şimdilerde, kolayca tüketilen vefa, adanmışlık ve bağlılık gibi niteliklerin tamamını taşıyordu içinde...
Metin Oktay, bugünlerde adları gerici, emek düşmanı parti, tarikat ve cemaatlerle anılan, kaçak bir halde ve belirsizce gezinen bir çok futbolcu ile kıyaslanamaz bir kulvardaydı. Onun kulvarı, tıpkı Metin Kurt gibi halkının, emekçilerin yanı başındaydı.
Ve hâlâ halkının yanı başında olmayı sürdürüyor Metin...
Centilmenliği, sportmenliği, saygısı ve olabildiğine gösterdiği tevazu ile..
Metin Oktay ismi, futbolun paranın saltanatına karşı koyduğu kavgada en önemli mevzi oldu. Endüstriyel futbola, düşmanca kodlanan rekabet anlayışına, piyasacı ve gerici teamüllere karşı tepkinin sembolü haline geldi...
Bir sembol olmaya devam ediyor taçsız kral, futbolun bu karanlık ve gerici çağında...
Şairin de dediği gibi, kısaca özetlenebilseydi Metin Oktay, onun için belki de birkaç cümle yeterli olabilirdi.
“Yine de şöyle düşündüm: Metin Oktay marjinal planda nerede duruyor? Öyle bir uçta ona nasıl bakabiliriz? Hemen bir sözcük geliyor aklıma: Adsızlık! Metin Oktay adsızlığın büyük şiirini yaratarak en büyük ad oldu”.
Artık bu ad, eşitlikçi bir düzende anılmayı ve yaşatılmayı bekliyor...

İsmail Sarp Aykurt/SOL

AKM’ler yıkılamaz! - DOĞAN HASOL

İstanbul AKM’nin durumu uzunca bir süreden beri tartışılırken, bu kez de Ankara AKM’nin yıkılması hevesi gündeme geldi. Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek AKM binasını yıkmak istiyormuş.


 Eski TBMM Başkanı ve AKP Ankara Milletvekili Cemil Çiçek 2012 yılında, “AKM, ne başkente yakışıyor ne de bizim iktidarımıza. Bu ucubeden bir an evvel kurtulalım” demişti. O binanın AKP iktidarı ile ne ilgisi olabilir? Herhalde Çiçek, AKP ile AKM’yi karıştırmış olmalı. 
Siyasetçiler bilgi sahibi olmadıkları konularda uluorta konuşabiliyorlar. Sanatın içine tükürebiliyorlar, sanatsal konularda “ucube” sözcüğü de dillerinden düşmüyor.

Ata’nın 100. yaşına ithafen 
1981 yılı yüce Atatürk’ün 100. doğum yılı idi ve yurdun her yanında düzenlenen etkinliklerle coşkuyla kutlanıyordu; Ankara Atatürk Kültür Merkezi de o kapsamda ele alındı. Bu amaçla hatta 1980’de “Atatürk Kültür Merkezi Kurulması Hakkında” bir yasa bile çıkarılmıştı. Eskiden Hipodrom’un yer aldığı geniş alan kültürel hizmetler için yeniden düzenlenecekti. 
Projenin ilk adımını oluşturan müze, sergi, kütüphane bölümlerini içeren yapı, açılan yarışmayı kazanan projeye göre gerçekleştirildi ve 1987’de açıldı. Yapımın finansmanında, halktan toplanan bağışlar da kullanıldı. Bina, 1990 yılında Ulusal Mimarlık Ödülü’nü kazandı. 
Yine o alanda yapılması öngörülen, opera-bale, tiyatro salonlarını da içeren Kongre ve Kültür Merkezi için 1995 yılında açılan yarışmada kazanan proje gerçekleştirilmedi. Kompleksin başka bir parçasını oluşturmak üzere düşünülen Türkiye Uygarlıklar Müzesi girişimi de sürdürülmedi.

Ödüllü bina 
Neoliberalizm furyasında kent merkezindeki böylesine geniş kentsel donatı alanlarına göz konması şaşırtıcı değildir. Belki biraz da o nedenle AKM binası ihmale uğradı ve iyi kullanılmadı. Şimdi o kötü kullanım kusurlarını binanın mimarisine mal etme çabaları görülüyor. Böylece, yarışmayla seçilmiş, halkın bağış desteğiyle bitirilmiş, sonra da ödül kazanmış 29 yıllık bina yıkılmak isteniyor. Aynı kapsamda 19 Mayıs Stadı da yıkılacakmış.

Kültür başkentinin ayıbı 
Cumhuriyet döneminin çok tutarlı birçok mimarlık örneği iktidarın yıkım programında... İstanbul AKM, 8 yıl önce bakım-onarım amacıyla kapatılmıştı; İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olacağı 2010 yılına yetiştirilecekti. Ne var ki, sonuçta 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul, o yılı en önemli kültür merkezinden yoksun olarak geçirmenin ayıbını yaşadı.

İstanbul AKM hâlâ kapalı... Opera, bale, konser ve tiyatro yersiz yurtsuz. Şu anda bina polis karargâhı niteliğinde. Yıkıp yerine başka bir yapılaşma için yabancılara el altından bazı projeler yaptırıldığını duyuyoruz. Son olarak geçenlerde Cumhurbaşkanı da Taksim’de Topçu Kışlası’nın yeniden yapılacağını bildirirken bir cami ile bir opera binasının da inşa edileceğini sözlerine eklemiş.

Son söz... 
AKM’ler yıkılamaz. O binaların, kültür varlığı olarak yasal koruma desteğine sahip olmalarının yanı sıra Türkiye mimarlık tarihi içinde ciddi yerleri vardır. Doğru çözüm, o yapıları kimliklerini bozmadan gerekli eklemeler ve düzenlemelerle güncelleştirmek olmalıdır. Tıpkı Paris Operası’nda, Milano’da La Scala’da yapıldığı, şimdi de Sidney Operası’nda yapılacağı gibi. Bütün bu tutarsızlıkların ardında, “Atatürk” adına bazı kişilerce duyulan alerji olabilir mi? Buna inanmak istemem; hiç kimse o denli değerbilmez olamaz.  

DOĞAN HASOL
Dr. Y. Müh. (Mimar)

Cumhuriyet

10 Eylül 2016 Cumartesi

Üç devrimin ışığında-ORHAN GÖKDEMİR/SOL

Bir yeni insan işidir devrim. Eski bağlılıkların kırılması ve yerine yeni bağlılıkların kurulması işidir. Böyle bakınca Büyük Fransız Devriminin Aydınlanma Çağının ardından gelmesi doğaldır. Aydınlanma eski düzenin değerler sistemini sarstı. Fransız Devrimi o sarsıntının açtığı çatlakta bir yeni düzen kurdu ve bir yeni insan yarattı. Respublica, cumhuriyet, o devrimin getirisidir. Devrim eski düzenin kullarını bağlarından kurtararak bir araya getirmiş ve bir halka (res public) dönüştürmüştür.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği veya Türkiye Cumhuriyeti, adlarından da anlaşılacağı gibi Büyük Fransız Devrimi ile aynı soydandır. Devrim ile kuruldular, iki devrim de monarşiyi yıktı ve yerine cumhuriyet kurdu. Bu aynı zamanda, monarşide kul olanlardan bir halk yarattıkları anlamındadır. Rus Devrimi Çarlığı ve Türk Devrimi Sultanlığı tasfiye etti. İkincisi esinini birincisinden almakla birlikte, eşitlikçi bir düzen fikrinden ürktü, kapitalist yolu seçti.  İktisadi yürüyüşleri farklı farklıdır, ancak her ikisi de cumhuriyettir. Bunu etki alanındaki coğrafyada yaşayanları bir halk yapma mücadelesi olarak anlıyoruz.
Büyük Fransız Devrimini devrimler çağı için bir milat saymamızın asıl nedeni işte budur. Fransız Devrimi cumhuriyet fikrini yarattı ve bu fikir hala devrimlere esinini vermeyi sürdürmektedir.
Devrim, kulu insana, cemaati halka dönüştürme işidir. Bunun için mutlaka eskinin bağlılıkları ortadan kaldırılmalıdır. Kilisenin, kralın, mülkiyetin, dinin, tanrının ve bunlardan esinlenen kutsal inançların devrimin hedefleri arasında olması rastlantı değildir. Monarşi, onun dayanağı olan eski sınıflar, kilise babaları, aristokrasi, bu arkaik yapıdan beslenen cemaatler devrim karşısında köhne olanın güçleridir. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik işte o güçlere karşı verilen kavganın adıdır.
Ve 200 yıl sonra aynı yerdeyiz. Demek ki hala ve henüz bir cumhuriyet davası ile karşı karşıyayız.
***
Devrimin yeni insanını konuşmaya Joseph Fouché ile başlamak ne kadar dramatik. Üstüne kilisenin ve aristokrasinin o küflü kokusu sinmiş bir yeni insandır. Fakat devrimin içinde hızla biçimlenecek ve bambaşka bir canlı olarak ayakları üzerine dikilecektir. İnsanın olmadığı bir düzenin içinden sıyrılıp gelen tuhaf bir yaratık da diyebiliriz ona, yenidir. Cumhuriyetten çok onun dayandığı yeni sınıfın, burjuvazinin bir soyutlamasıdır. Devrimcidir, fakat dönmeyi, saf değiştirmeyi kural haline getirmiş bir haindir aynı zamanda. Nüve halinde soyut bir burjuvadır özetle. Bu çağları aşan kişiliğin biyografisini büyük yazar Stefan Zweig’a borçluyuz.
Lakabı “Lyon Kasabı.” Fransız Devriminin en vahşi, en acımasız kişiliğidir çünkü. Devrimde, terör günlerinde, monarşide hep en öndedir. Başlangıçta dindar, sonra Jironden, Jakoben, gizli polis teşkilatı şefi, vali, dük, içişleri bakanı, diktatör Napolyon’un akıl hocası kimliklerinde görürüz onu. Her kimlikte sanki o görev için doğmuş gibi rahattır. Her devrin adamıdır. Hain ve dahi; Her iki nitelik de onun doğal bir davranış biçimi, iğreti durmaz bunlar üzerinde. Çağlar boyunca arayıp bulabileceğiniz en kusursuz dönektir bir iddiaya göre. Para, güç ve iktidar düşkünü. Yaşadığı çağda kim değil ki?
Terör günlerinin amansız devrimcisi. Kiliseye, dine ve özel mülkiyete başkaldırdı ve bunlara her yerde saldırarak yerle bir etti. Belli ki, bunları yaparken aynı zamanda önceki bağlılıklarına saldırıyordu. Kiliseye, krala, mülkiyete, dine, tanrıya ve halkın kutsal inançlarına amansızca saldırdı. Bunları yıkmak için sınırsız bir şiddete gerek olduğunu biliyordu. Hepsini bir giyotin darbesiyle parçaladı ve yıktı.
Fakat devrim büyük çalkantılarla, gelgitlerle ilerliyordu. Bu çalkantıda ayakta kalmak güçtü. Yıkılanlar ayakta kalanların ayakları altında eziliyordu. Belki de bir tek o ayakta kaldı bu yıllar boyunca. Jakobenlerin terör döneminin bittiğini anlayınca Thermidor’u ve Direktuvar’ı destekledi. Direktuvar’ın işi bitince Talleyrand'la birlikte Napoleon'un darbesini tezgâhladı. Napoleon devrilince Restorasyoncularla uzlaşmaya çalıştı.
Tuhaf ve sinsi bir oportünisttir Fouche. Bir prensip adamı olan Robespierre’in antitezidir. Geçmişi yoktur; kişilere, geçmişine, düşünceye hiçbir bağlılık göstermez. Geleceğe bakar, zamanın ruhuna hemen nüfuz eder, akan zamana ışık hızıyla ayak uydurur. Safı her daim kazananın yanıdır, gözü çoğunluğun ve gücün üzerindedir. Sadakatsizlik bu oyunun zorunlu davranış biçimidir, yaptığından utanç duymaz.
Ama onun iktidarı “perde gerisi”ne gizlenmiştir. İlk bakışta adeta görünmezdir. Bir nefret objesi olmakla birlikte iktidarı elinde tutanlar onsuz olmayacağını hemen fark etmişler ve ardından da ona teslim olmuşlardır.
Devrinin kapanmasının Restorasyon döneminde olması da rastlantı değildir. Kral-aristokrasi-kilise babaları geri dönüp iktidarı almış, kendi dışındaki tüm iktidar odaklarını ezmiştir. Bu ortamda Fouche sadakatini yitirmiş, soylu olmayan alt sınıftan sıradan biridir.
Ancak aradan geçen zaman içinde Fouche, bir soyutlama olmaktan çıkmış, ete kemiğe bürünmüştür. 1848’de işçi sınıfı yeniden barikatlara dayandığında yardımını ve yoldaşlığını umduğu burjuva sınıfının aslında Fouchelerden oluştuğunu çok acı bir biçimde anlayacaktır.
***
Sovyet Devriminde yeni insanımız doğal olarak birden çoktur. Semion Ter Petrosyan, bilinen adıyla Kamo ilk örneğimiz. Alt sınıftandır, ümmidir. Biyografisini Jacques Baynac’a borçluyuz. 
Bir görev adamıdır Kamo. Onun için dünya iki sınıftan ibarettir; Proleterler ve burjuvalar. Dolayısıyla insanlar da ikiye ayrılır, burjuvalardan yana olanlar ve proletaryadan yana olanlar. Sırtında illegal yayın taşır Kamo. Silah temin eder yoldaşlarına. Tiflis'te bir bomba laboratuvarı kurmuştur ihtiyaç hâsıl olunca. Partiye para gerekiyorsa hiç düşünmeden bir bankaya dalıp soyar, çıkar. Dava için birini vurmak gerekiyorsa vurur. Partiye para gerekiyor ve soyacak banka da yoksa, zengin ve yaşlı aristokrat kadınları ikna etmek de ona düşer. İnatçı ve dirençlidir. Ömrü kaçma ve kovalamalarla geçmiştir. Polisin eline düştüğü her defasında konuşmamanın ve olanak olduğunda kaçmanın bir yolunu bulmuştur. Polis bırakın konuşturmayı, kimliğini bile tespit edememiştir. Tıkıldığı bir hapishaneden uzun zaman deli taklidi yaparak ve muhataplarını buna inandırarak çıkmayı becerebilecek kadar irade sahibidir. Devrimden sonra okuma yazma öğrenme sancısıyla kıvranarak Gorki dâhil pek çok tanıdık simanın kapısını çaldı. Bisikletiyle bir otomobilin altında kalarak can verdi. Kamo, Rus Devriminin proleter yanıdır.
Alexander Parvus ise devrimin burjuva karakterinin soyutlamasıdır. Marksist teorisyen, Rus devrimci, Almanya Sosyal Demokrat Partisi'nde tartışmalı bir eylemci. “Sürekli Devrim Tezi”nin yaratıcısı. Troçki’nin yol arkadaşı. Bazı iddialara göre Alman ajanı. Hiç kuşkusuz 20. Yüzyılın en önemli olaylarında başrol oyuncusu. Arada Türkiye’ye gelip İttihat ve Terakki ile de yakınlaştı. Bizde de “Türkiye’nin Mali Tutsaklığı” adıyla kitap olarak yayınlanan bir sürü makale yazmış dönemin dergilerinde. Büyük paralara hükmeden dönemin en karanlık para babalarından biri aynı zamanda. Devrimcilik ile hükumet ajanlığı arasında dolaşıp duran bir tür geç gelmiş Foche’dir Parvus.
12 Aralık 1924'te Berlin'de öldü. Bedeni yakıldı ve Berlin'deki bir mezarlığa gömüldü. Ölümünden sonra Konrad Haenisch onun hakkında hatıratına şöyle yazdı "Bu adam İkinci Enternasyonal'in en yetenekli beynine sahipti."
Ümmi Kamo ve Entelektüel Parvus, Rus Devriminin iki yeni insanın soyutlaması.
***
Peki ya Türk Devrimi? Topal Osman’ı mı yoksa Çerkez Ethem’i mi anlatsak? Evet, ikisi de eşkıya.(Yobaz İsmail’in kulakları çınlasın!) Ama o yıllarda kim eşkıya değil ki? Bir imparatorluk dağılırken herkes eşkıyadır. Yıkıma yol açanın kendisi olduğunu anlamayıp yıkımdan geriye kalanı mülkü sanan sultanın-imparatorun kendisi bile. Ama eninde sonunda ikisi de en fazla Fouche kadar acımasız, Kamo kadar kahraman ve dirençli, Parvus kadar zeki ve dalaverecidir. Belki başka bir yazıda, daha tamam bir portre çizeriz.
Bu karmakarışık kişilikler, devrimlerin karmaşasını ele vermektedir. İdeal koşulların ve ideal insanların işi değildir devrim. Hatalardan doğar, kendisi de bir sürü hata yapar. Doğaldır; devrimi yapanlar eski toplumun içinden gelen “kirli” insanlardır. Karanlıkta, el yordamıyla yollarını açarlar. Eski bağlılıklarından kurtulmakta kararsızlık gösterirler. Yeni ortaya çıkınca onu korumak için çok acımasız olurlar ve yer yer bir zalime dönüşürler.
Bugünün devrimcisi, dünün bütün devrimlerinin mirasçısıdır. Onların amansız eleştirmeni olmasına da engel değildir bu. Evet, onlara kanını veren sınıf gericileşmiş, bayraklarını yere düşürmüştür. O bayrağı yerden kaldırmak da bugünün devrimcisinin boynunun borcudur.
Bu kayıtla yazıyorum; Kemal Okuyan kardeşimin dediği gibi Vahdettin onların Mustafa Kemal bizim olsun. Fransız Devrimine, Rus Devrimine, Türk Devrimine ayağı basmayan devrimci olmaz çünkü. Bu devrimlere kin besleyerek yol alınmaz. Eksiğiyle fazlasıyla, hatasıyla sevabıyla hepsi bizimdir...

ORHAN GÖKDEMİR/ SOL

Reis’in ‘zamanı’ - Nilgün Cerrahoğlu

Despotluğuyla nam salan Kuzey Kore diktatörü Kim Jong-Un, bir yıl önce ülkesinin saat dilimini değiştirdi. Ülkenin Seul’la paylaştığı ortak GMT saat diliminden çıkarak “yarım saatlik” ilave farkla kendine özgü bir “Pyongyang zamanı” icat etti. 
Pyongyang’ın kararı siyasiydi. 
Kuzey Koreli yetkililer değişikliği, o ana dek geçerli olan zaman kuşağını vaktinde kendilerine empoze etmiş olan “Japon emperyalizmine başkaldırı” diye tanıttılar. 
Pyongyang’ı, siyasi-ekonomik müttefiği Çin dışında, bölgedeki tüm ülkelerden ayırarak soyutlayan bu zaman dilimi değişikliği, Kore Yarımadası’nın Japon işgalinden kurtuluşunun 70. yıldönümüne denk getirildi. Bir taşla iki kuş… 
Kuzey Kore’nin gerçekte meramı bir yanda siyasi sponsoru Çin’le safları sıklaştırmak olurken, Batı’ya yakın Güney Kore ile de mesafeyi açmaktı… Kuzey Kore’nin dikta rejimi altındaki izolasyonizmini büsbütün derinleştiren bu yeni saat dilimi tercihi, siyasi nedenlerle yapılan saat dilimi farklılıklarına son örneklerden sadece biri. 
Bir diğeri 2014’te Rus işgaliyle Ukrayna’dan koparılan Kırım’da saatlerin Moskova ile eşleştirilerek 2 saat ileriye alınması oldu. Ve Kırım’ın Ukrayna ile arasında “2 saatlik” bir delik açıldı.

Neden siyasi-ideolojik 
2000’lerdeki başka bir yakın örnek Venezüella’nın ABD karşıtı eski devlet başkanıHugo Chavez’in tetiklediği “saat dilimi farkı” olmuştu. Venezüella saatini yarım saat ileri taşıyarak “Washington’ın emperyalist zaman diliminden çıkaran” Chavez’in ekonomik kayıplara mal olan bu hamlesi sonra ardılı Nicolas Maduro tarafından geri alındı. 
Bir ülkenin, böyle “yaptım oldu” şeklinde ekonomik, siyasi ve coğrafi ilişkilerini etkileyen bir zaman diliminden çıkarılıp farklı zaman dilimine taşınması hemen hiçbir zaman rasyonel gerekçelerle olmuyor. Zaman dilimi değişikliğini hep siyasi ve ideolojik tercihler yönlendiriyor. Bu değişiklikleri, yukardaki örneklerde gördüğümüz üzere hemen her zaman diktatör/otoriter liderler, ekonomik rasyoneller hilafına yapıyorlar. 
O nedenle bir ülkede “zaman dilimi” değişikliği olduğunda bu değişikliği yapan mercilerden tutarlı ve mantıklı açıklama beklemek boş. Çocuklar yeni saatle okula gitmek için karanlıkta yola koyulacak, bizler de zifiri karanlıkta işten geri döneceğiz, kimyamız bozulacak, enerji tasarrufu yerine enerji israfı olacak, yoğun ekonomik ilişkilerde olduğumuz ülkelerle bu ilişkilerimiz sarsılacak… Dolayısıyla bu doğru bir karar değildir şeklinde argümanlarla bir tavır değişikiliği beklemek faydasız. 
Milyonlarca insanın yaşamını etkileyen ve ülkelerin uluslararası konumlarını şartlayan “zaman dilimi değişiklikleri”, hiçbir zaman makul savlarla gelmez. Türkiye’de de böyle oldu. Önceki gün Resmi Gazete’de yayımlanan bir kararla artık hep yaz saatinde kalınacağı “yurttaşlara” tebliğ edildi. 
Bu Türkiye’nin fiili zaman dilimi değişikliği ile GMT+2’den GMT+3’e geçmesi demekti.
Bu uygulamayla AB başkentleriyle saat farkımız 2’ye çıkarken, Riyad-Mekke hattıyla saatler eşitleniyordu.

‘Referansımız İslam’ 
Her alanda “uygarlık çatışması”na girdiğimiz Avrupa’dan, maddi zaman “saat” itibarıyla da uzaklaşıyor ve Ortadoğu ile senkronize oluyorduk…
Saat dilimi” tartışmaları ilk su yüzüne çıktığı dönemde de yazmıştım: 
Tarihi “Demokrasi amaç değil, araçtır” söyleşimizde “Usta”, “Referansımız İslamdır.Referansımıza ters hiçbir şey yapmak ve yaşamak istemiyoruz” demişti... 
Saatler de belli ki artık “Usta”nın referansına göre şekillenecek. Onun referansıyla akacak. Gelin şimdi “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır” diyenAhmet Hamdi Tanpınar’ı anmayın. 

Türkiye’ye “ayarı veren insan”, zamanı Suudi Arabistan’la sıfırlamak istiyor. 
Tanpınar bugün yaşasaydı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ne yeni bir cilt kazandırırdı...

Nilgün Cerrahoğlu/ Cumhuriyet

ByLock muamması- ÖZGÜR MUMCU

Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü, cemaatçilerin haberleşmek için kullandığı ByLock uygulamasını TÜBİTAK’a sızmış cemaat mensuplarının yazdığını söyledi. Özlü’ye göre bu uygulamayı 215 bin civarı kişi kullanıyormuş. İşin tuhafı, darbe girişiminden evvel ByLock’u neredeyse bilen yok. Google istatistiklerine göre neredeyse hiç aranmamış. Twitter’da ise uygulamadan bahsedenlerin sayısı 10’dan az. 

Fakat Bylock’tan bahsedenlerden biri Gülen cemaati mensubu ve iktidar medyasına bakılırsa Pensilvanya’da yaşayan Gültekin Bibar. Kendi adına açtığı hesapta, 24 Aralık 2014 tarihinde ByLock kullananların Arapça Allah çizmelerini tavsiye etmiş. Ne demek istediğini anlayamadım.
 
ByLock’tan bahseden ve cemaat yanlısı paylaşımlarda bulunan başka bir hesap ise “sürekli aynı servis sağlayıcıyı kullanmayın, bylock, kakao vs.” diye yazmış. Daha ilginci aynı hesabın, darbeden bir gün önce yani 14 Temmuz tarihinde “Pakrodin çetesinin ele geçiremediği bir TSK kaldı. Önümüzdeki günler TSK inisiyatif alacak” diye bir tweet atması.
 
The Guardian gazetesi, güvenlik uzmanlarına ByLock uygulamasını inceletti. Uzmanların ortak görüşü uygulamanın son derece amatör olduğu ve kolaylıkla kırılabildiği. Yazılımın güvenlik sertifikasına göreyse ByLock’un programcısının adı David Keynes. Kendisi Oregon’lu. Öyle biri var mı, yok mu henüz meçhul. Ancak ByLock’un programcısına ait olduğu ileri sürülen bir blog mevcut. Blog’da sadece iki gönderi bulunuyor. İlkinde, 25 Ağustos 2014’te yakında ByLock’un piyasaya sürüleceği duyuruluyor. 15 Kasım 2014 tarihli ikinci gönderideyse, uygulamanın 1 milyon kullanıcıya eriştiği ancak özellikle Ortadoğu ülkelerinden kötü niyetli bağlantılar sebebiyle ByLock’un Appstore’dan kaldırıldığı söyleniyor.
 
The Wall Street Journal’in haberine göreyse MİT, ByLock uygulamasını geçen kış tespit ederek mesajları deşifre etmiş.
 
Bazı soru işaretleri ortada.
 
David Keynes diye biri var mı? 
İddialara göre 200 binden fazla kişinin kullandığı bir telefon uygulaması nasıl uzun süre gizli kalabildi?

Cemaate yakın biri neden uygulamadan uluorta Twitter’da bahsetti. 

TÜBİTAK gibi bir kurumda çalışacak yeterliliğe sahip kişiler, nasıl uzmanların bir hayli amatör bulduğu bir uygulama yazdı?
 
Bu soruların cevaplarına sahip değilim. Bir yargıda bulunmak içinse fazla veri yok. Ancak bugünlerde bu bilgiler bir yerde derli toplu dursun istedim. Bir tuhaflık olduğu ortada. Umarım bu ve diğer gizem perdeleri adil ve açık bir yargılama neticesinde kalkar ve maddi gerçekliğe ulaşabiliriz.

Özgür Mumcu/ CUMHURİYET

9 Eylül 2016 Cuma

Rüzgâr eken... - Meriç Velidedeoğlu

Bu yıl Eylül ayı ülkemizde, çok gümbürtülü -sazlı değil- sözlü, özellikle de “Adli Yıl Açılış Töreni”yle “dimdik” ayakta karşılandı. 

Böyle olmalıydı; çünkü bu “Tören”in, bu yılki “1 Eylül”e damgasını vurması için gereken hazırlıklar daha “Mayıs” ayında başlatılmıştı, “Erdoğan” ile “Yüksek Yargıçlar”ın birlikteliğiyle; Erdoğan, “Cumhurbaşkanı” olarak; “Yüksek Yargıçlar”da yeni görevleriyle, “refakatçi” olarak.

 
Bu üç “Yüksek Yargıç”, “Yargıtay Başkanı İ. Cirit”, “Danıştay Başkanı Z. Güngör”, “Sayıştay Başkanı R. Akyel”, Erdoğan’ın “Mayıs” ayı gezilerine “refakat”edip hep birlikte çayır-çimen dolaşarak bu yeni görevin gereğini yerine getirmişler,“Rize”ye varıp Erdoğan’ın çay tarlalarında yapacağı “Çay Hasadı” gösterisine ellerinde makaslarla şen-şakrak katılmışlardı, o “21 Mayıs” günü...

Üstelik bu “Yüksek Yargıçlar”ımız -belli ki- istekle yaptıkları bu görevi Rize’de noktalamamışlar Erdoğan’ın Kırşehir’i ziyaretinde de sürdürmüşler, ülkemizin“tarafsız, yansız bir Cumhurbaşkanı (!)” olarak kendisinin “ana muhalefet”i hedef alan konuşmasına “alkışlarıyla” katılıp, “CHP”ye yaptığı eleştirileri böylece onaylayıp, “refakatçi” olarak da görevlerini tam bir “liyakat”la yerine getirmişlerdi; bizler de bu “tarihsel ortaklık”ın bütün ayrıntılarını “TV”lerin canlı yayınlarında izleyerek “tanık” olmuştuk.
 
Oysa yalnızca bu üç “Yüksek Yargıç”ın değil, “laik çağdaş hukuk”un yürürlükte olduğu bir ülkede “tüm” yargıçların görevleri süresinde kendilerini “siyasal çevre”den ayırıp soyutlamaya dikkat etmeleri, buna gayret göstermeleri gerektiği bilinir, kabul edilir. 
Buna karşın, Rize’de sergilenen “ortak mesai”nin hâlâ sürdürüldüğü, dahası bunun, “Yargıtay”ca yapılan geleneksel “Adli Yıl Açılış Töreni” için bir deneme (prova) olduğu, “1 Eylül”deki açılışla ortaya kondu. 

Erdoğan, bu yılki Törenin -toplumun yerinde olarak “Kaçak Saray” dediği- Cumhurbaşkanlığı mekânında yapılmasını buyurmuş; böylece “Yargı”nın“tarafsızlık” ilkesini ne denli umursadığını, bir de bu yolla belirtmiş oluyordu(!). 
“1 Eylül” sabahı, “Yüksek Yargıçlar”, öteki “yargıçlar”, kuşkusuz “Cumhuriyet Savcıları”, Erdoğan’ın “milletine tahsis ettiği” salonda yerlerini almışlar kendisini bekliyorlardı; “Erdoğan” salona girer girmez, anında “ayağa kalktılar”; içlerinden kimisi, iliklemek için -ilik, düğme arayıp- cüppesini çekiştirse de, Cumhurbaşkanı’nı dimdik “ayakta” karşıladılar... 

Değerli dostlar, böylece bir kez daha, yargıçlar -yargının temeli olan- tarafsızlık”ilkesini ne denli umursadıklarını ortaya koymuş olmuyorlar mı? 
Dolaysiyle Erdoğan’ın, ağzından düşürmediği “birlik” söylemini, “kuvvetler ayrılığı” ilkesine de uygulayarak, kuvvetler birliğini oluşturup, “üç erk”i de avucunun içine almasını kolaylaştırmış, desteklemiş olmuyorlar mı? 

Nitekim törende konuşan Erdoğan, isteklerini söyleyip bunların “hızla”gerçekleştirilmesini açıkça “yargı”ya buyurdu; böylece “yargıçlar”dan da bu istekleri doğrultusunda kararlar almalarını bildirmiş olmuyor mu?
 
Yaratılan bu durum karşısında, “Başkan Cirit”in yaptığı açık konuşmasında,“Hukuk devletinde, hukukun üstünlüğünün, ancak ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin tam olarak uygulanması ile gerçekleşeceğini” belirtmesini, bir bakıma bu“ikircikli” tutumu nasıl karşılamalı?
 
Pek sakıncalı olan bu tutum karşısında, “CHP lideri Kılıçdaroğlu”“2016”nın “Adli Yıl Açılış Töreni”ne hem katılmadı, hem de töreni “tam bir yüzkarası” olarak değerlendirdi. Ayrıca yargıçların -neredeyse- Erdoğan’ın her dediğini alkışlamalarını da eleştirdi; bu tutumun, “yargı yürütmenin emrine girdi, siyasete bulaştı”demek olduğunu da vurguladı. 

Ve Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun bu eleştirilerini, “çok ayıp!” diye karşıladı; “yüzkarası”söylemi için de, “çok çirkin” dedi, ardından “kendisine yakıştıramıyorum”vurgusuyla da bir bakıma -“siyasiler böyle bir dil kullanmamalı!” uyarısını yapıverdi; sanki, yurttaşına “ulan” diyen, “ananı al da git” ya da “ulan İsrail dölü” diye bağıran kendisi değilmiş gibi; ya “Kelle!” söylemi... 
“Rüzgâr eken fırtına biçer!” derler... “14” yıldır yarattığı bu “fırtınalar”la ülke savrulup duruyor...

 Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

6 Eylül 2016 Salı

Takkeli kapitalizmin eleştirisi-ORHAN GÖKDEMİR

Tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Yüzde 99’u her daim Müslüman olan bir toplumu yeniden Müslüman yaptığını söyleyen nev-zuhur kahramanlar türedi. Bu kahramanlar piyasa toplumunda yaşamanın acılarıyla kıvranan ve çoğunluğu ilk dönem Müslümanların ismini taşıyan Müslümanlara kurtuluşları için yeniden İslam’a dönmenin şart olduğunu söylüyor. Çağrıya uyan Müslümanlar yeniden İslam’a dönerken din de tıpkı Emevi-Abbasi döneminde olduğu gibi bir devlet dini haline dönüştürüyor.
Ama tarihin ve talihin cilvesi; Din, devlet dini oldu mu bir ölü kabuğa dönüşür. Şeklen dinselleşme artar ama alttan alta ahlaksızlık hüküm sürmeye başlar. Devletin kalabalıkları disipline etmek için bir araca dönüştürdüğü din, onun sonunun da hazırlayıcısıdır.
Karşı karşıya olduğumuz derin toplumsal-dinsel bunalımın toplumun dinselleştirilmesinin ardından gelmesi o nedenle doğal. Çöküş yasasıdır bu; Derin dinselleşme, yaygın bir ahlaksızlığın ortasında baş gösterir. Böyle dönemlerde din, yitirilmiş ahlakı geri getirme iddiasıdır. Ama gelgelim dinin elinde onu bu ahlaksızlığa karşı koruyacak bir panzehir yoktur. Ahlaksızlık hızla dine sızar. Bütün ahlaksızlar, hırsızlar, katiller dindarlaşır. Giderek din ile ahlaksızlık arasındaki sınırlar ortadan kalkar, hangisinin nerede başladığı, hangisinin nerede bittiği anlaşılmaz olur.
Ama evet, dinin ahlaksızlık diye teşhis ettiği şey, normal işleyişi içindeki piyasa toplumunun ta kendisidir.
xxx
“Bu kadar derin bir dinselleşmenin ortasında neden bu kadar yaygın bir ahlaksızlıkla kıvranıyor ülke?” diye irkiltici bir soru soruyoruz evet. Taşralı diktatör özentilerinden her köşe başında bitiveren zevksizlik abidesi saraylara, kirli peçete yemek için yarışan öğretim üyelerinden kutsal don biriktirme meraklısı müritlere, 0-5 yaş grubu bebelere evlenme fetvası veren ulema görünümlü yaratıklardan şişme kadın kılığında arzı endam eden tarikat erbaplarına kadar pek çok işaret var bunu sormak için…
Son bir iki ayda önümüze düşen haberlere bir bakın.
-Ankara'da FETÖ'den açığa alınan bir kadın hâkim, gizli tanık oldu. Kocasını bile örgütün bulduğunu açıkladı. Kendisini evlendiren imamı da fotoğrafından teşhis etti. “Şahin” kod adlı bu kişi, Yargıtay eski Tetkik Hâkimi M.F. çıktı.
-Altı yaşındaki kız çocuklarının evlendirilebileceğini savunan dinci Nurettin Yıldız, yaptığı televizyon programlarında kız çocuklarını okutmanın sakıncalarından söz etti. “Kız çocukları cehennem kadar risktir” dedi.
-Gaziantep’te bir caminin içinde 3 yaşındaki erkek çocuğuna tecavüz etmeye çalışan 4 şahıs, çocuğun annesi tarafından suçüstü yakalandı. Hastaneye tedavisi için götürülen küçük çocuğun dilinin, tecavüz girişiminde bulunanlar tarafından ısırıldığı ve bu nedenle konuşma zorluğu çektiği anlaşıldı.
-Maraş'ta bir tarikat yurdunda kalan 4 çocuğun yurtta çalışan bir öğretmen tarafından cinsel istismara uğradığı iddia edildi. Çocuklardan birinin ailesinin şikayeti üzerine gözaltına alınan M.A., çıkarıldığı mahkemece tutuklandı.
-Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’na bağlı Nizip Mülteci Kampı’nda 30 erkek çocuğuna tecavüz edildi. Cinsel istismara uğrayan yaklaşık 30 erkek çocuğundan 8’inin ailesinin şikâyetçi olduğu öğrenildi.
İşaretler bu kadar çoğalınca ensar-sansar vakaları çoktan hafızanın derinliklerine atılıp unutulmaya terk edildi. Her gün bir yenisi fışkırıyor ülkenin dört bir yanından. Çocuklara tecavüz, hırsızlık, yolsuzluk, adam kayırma, katliam dinsel yükseliş dönemimizin sıradan vakaları artık. Hepsinin “dinsel” bir yanı var üstelik. Dinci sapıkla cinsi sapık arasındaki mesafenin silinip gitmesi ülkede oluşan yeni din-ahlak diyalektiğinin en kuvvetli delili.
xxx
Müslümanları İslam’a davet etmenin hikmeti de böylece ortaya çıkıyor aslında. Çünkü Müslümanlar aslında İslam değil. Hırsızlığın Müslümana mubah, bebelere tecavüzün inanana dini emir olduğunu yüzü kızarmadan söyleyen din bilginlerini hatırlayın. Yani din geniş kalabalıklar için gerçek kimliği saklayan bir ölü kabuk.
Din elbette çöküş döneminde aldığı bu biçimden ibaret değil. Dönemlerin ve inan insanların ruhuna göre şekil alıyor, biçimleniyor o da. Değişen yanları ve değişime direnen yanları var. Yazılı hali ve toplum arasında hüküm sürdüğü biçimiyle sözlü biçimi ayrı yollarda ilerliyor. Din âlimlerinin anladığı din ile halkın anladığı din birbirinden büsbütün farklı. Yani insanın bütün zenginliği ve bütün yoksulluğunun sindiği bir ideolojik-toplumsal yapıdan söz ediyoruz.
Ama bu çürümeyi teşhis edebilmenin biricik yolu da o kabuğu toplumun üzerinden sıyırıp atmak. Bunu yapınca kabuğun altında vahşi bir kapitalizmin hükmünü sürdürdüğü, dinin ön şartı olan cemaatlerin tuzla buz olduğu ve bir menfaat şebekesi olarak yeniden bir araya geldiği, bütün eşitlik iddialarına rağmen zulmün de zalimin de yerli yerinde durduğu ve bu temaşa içinde ezilenlerin inlemelerinin yeri göğünü sardığı hemen anlaşılacaktır.
xxx
Dine bilimsel bir eleştiri yapma iddiasında değilim. Bilim, bu haliyle dini eleştirmeye yetkili değildir hem. Çünkü dogma, dogmadır. Dogmatiği dogmatik olmamaya çağırmak ise eninde sonunda onu din dışına çağırmaktır. Dogmasız inanç olmaz.  
Demek istediğim, bir Hıristiyan veya Müslüman, dünyanın düz, düzlüğün de öküzün boynuzları üstünde olduğuna inandığı için kınanamaz. Ancak ve ancak bir Hıristiyan veya Müslüman olduğu için kınanabilir. Dogmalar, dinsel tutumların vazgeçilmezleridir.
Peki, bize düşen ne? Din karşısında Voltaire gibi durmak elbette iyi. Bu eleştiri yapılmalı, dogmalarla her yerde acımasızca mücadele edilmelidir. Ama Voltaire’e rengini veren ve dine karşı o küstah tutumu gösteren eski devrimci sınıf mevzilerini çoktan terk etti. Onun bilim ve din anlayışı arasında artık bir fark görülemiyor.
Bizim için esas olan ise onun karşısında Marx gibi durmak. Çünkü ezilenlerin bu iç çekişini eleştirirken anlamaya çalışmaktan başka çaremiz yok. Denildiği gibi, dini eleştirmek isteyen, önce onu mümkün kılan dünyayı eleştirmelidir.
Piyasa toplumunun üzerinde yükselen tepetaklak bir maddi âlemdir karşımızdaki. Bu sahte şeyhler, şarlatan din bilginleri, nev zuhur mehdiler, gecikmiş peygamberler ve cihatçı katiller de ancak o âlemin yansımasıdır.
Dinbaz sapkındır evet. Ama ona rengini veren şey 7. Yüzyıl Arabistan çölünün ılık esintisi değil, vahşi kapitalizmin sihirli, kutsal, anlaşılmaz ve dokunulmaz dolaşım alanının sert rüzgârıdır. Bu gericilik, bu yobazlık piyasa toplumdan besleniyor özetle.
Dediğim gibi tuhaf bir dönemden geçiyoruz. İnsanlık tarihinin en maddi ve en vahşi düzeni başında takke ile arz-ı endam ediyor. Demek ki kapitalizmi yıkmak da “kutsal” bir görevdir artık!

Orhan Gökdemir/SOL

Demirel-Özal kavgasından, Erdoğan-Gülen savaşına - Erol Manisalı

1961 Anayasası sonrasında Türkiye, katılımcı demokrasi yolunda ilerlerken bir yandan da Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) projeleri, Demirel’in “dengeli” politikaları ile yürüyordu. 
12 Mart ve 12 Eylül “küresel darbeleri” yaptırılarak zemin, “sağdaki iki güç ve parti omurgasına oturtuldu”. 
Sahnede yalnız Demirel ve Özal vardı. Üstelik Özal, Washington Uzlaşısı’nı (*), 24 Ocak 1980 kararları ile uygulamaya koyan, “Demirel’in sağ kolu iken yapıldı”. Ne kadar da, başlangıçtaki Erdoğan- Gülen işbirliğine benziyor. 
Ortaya, ABD (ve Batı) açısından çıban başı olarak anti-Amerikan Erbakan çıktı, tam da soğuk savaş biterken. Erbakan’ın 28 Nisan 1997’de Gülenci Cemaat tarafından tasfiyesi sonrasında “uyumlu ve ılımlı” İslamcılar işbaşına getirildi. Emperyalizmin“Yeni Türkiye Cumhuriyeti” projesinde, “Amerikancı İslamcılar ile yerli İslamcılar”sisteme tamamen egemen hale getirildiler. (**)

Ancak Amerikancı İslamcıların, yani Fetö ’nün esas misyonu, Kürdistan’ın kurdurulması ve Lozan’ın tasfiyesi idi. İki İslamcı güç arasındaki çekişme, 2013’te savaşa dönüştü ve Amerikancı olanlar 15 Temmuz 2016’da darbe girişiminde bulundular.

Bizim çocuklardan, bizim imamlara... 
12 Eylül 1980’deki çocuklar 15 Temmuz 2016’da artık yüksek rütbeli “imamlardı”. Derin devlette “imamlar”, askerlerden çok daha güçlüydüler: din ve inancı kullanarak kılcal damarlara kadar girebiliyorlardı. 
İşler, 12 Eylül sonrasındaki Demirel-Özal çekişmesinden Erdoğan-Gülen savaşına dönüşmüştü. BOP, Kürdistan ve Lozan’ı tasfiye planları, ancak böylesine kanlı bir ortam içinde üretilebilirdi.
AKP dönemindeki Kürt açılımı ve Ankara ile Şam’ın (Esad) kavga ettirilmeleri iki köşe taşı oldu. PKK terörü her yere egemen oldu, Ankara’nın Suriye iç savaşında taraf yapılması, IŞİD ve diğer terör örgütlerinin Türkiye’ye taşınmalarına yol açtı. Üç milyon Suriyeliye ek olarak. 
12 Eylül 1980, 1991 Çekiç Güç, 1997 28 Şubat, AKP’nin Kürt açılımı, Esad ile kavga,“domino taşları” gibi üst üste yığılarak işi 15 Temmuz Fetö ’cü küresel girişime kadar getirdi. 
Demirel-Özal kavgalarında omurga, sağ zemine oturtularak Türkiye, “yeni küresel kapitalizme, tek yanlı olarak bağlanıyordu”. 
Erdoğan-Gülen işbirliği ve savaşında ise Türkiye, “dinci bir zemine oturtuluyordu”.Artık kavgalar, dinci ve İslamcı odaklar ve güçler arasındaydı. Küresel emperyalizmin işi kolaylaşmıştı. 
Türkiye ve Suriye’de olduğu gibi, ellerinde kullanabilecekleri örgüt sayısı iyice artmıştı. PKK, KCK, PYD, YPG, IŞİD, ÖSO önde gelenler: bunlara en az (20) tane daha eklenebilir.

‘Sistemin’ küresel şemsiyesi 
Bugün Türkiye iki boyutlu bir tuzağın içine çekilmiştir; 
- Türkiye, küresel iktisadi düzenin, tek yanlı, edilgen bir uzantısı durumuna sokulmuştur. 
- Demokratik toplumcu örgütlenmelerden tamamen uzaklaşarak, dinci örgütlenmelerin egemenliği altına girilmiştir. 
Bu iki negatif boyut birbirlerinin alternatifi konumunda değiller: birbirlerini tamamlamakta, hatta birbirlerine “dışsallık” sağlamaktadırlar. 
İki faktör de Batı’nın Türkiye ve bölgedeki politikalarının araçları durumundadırlar. 
Demirel-Özal çekişmesinde “sağın alternatifsizliği”, Erdoğan-Gülen kavgasında“İslamcılığın alternatifsizliği” Türkiye’ye dayatılmaktadır. 
Türk milletinin önünde bugün iki seçenek kalmıştır: ya Atatürk Türkiyesi’nde uygar ve çağdaş değerlere sahip, üniter bir devlet olarak kalacak ya da sürüklenmek istenen Ortadoğu bataklığında, Irak ve Suriye’nin kaderini paylaşacaktır. 
Erdoğan 15 Temmuz’da Fetö düşmanı ile karşılaşınca, AKP’ye dev Atatürk posteri koydurarak bunu kanıtlamadı mı?
 
(*) Doç. Dr. Özlem Arzu Azer“Anılarda Gizli Kalan, Bir Aydının Portresi, s. 159, 160, Derin Yay, 2016 
(**) Bahri Zengin’in 7 Şubat 2009 tarihli Ceviz Kabuğu programında, Hulki Cevizoğlu’na yaptığı açıklamalar.


Erol Manisalı/Cumhuriyet