11 Ekim 2016 Salı

Allah deyip ötesini bırakma... Daha 'para' diyeceksin! - ÖZGÜR ŞEN

“Allah de ötesini bırak”, “Allah de ötesini bırak-2”, “Allah'a koşun”, “Bana Allah yeter”, “Rabb'in için sabret”... Bunlar Uğur Koşar'ınÇOK SATAN kitapların isimleri. Çok satan derken Türkiye gibi kitap piyasasının pek derin olmadığı iddia edilen bir ülkede, yazarına milyonlar kazandıran kitaplardan söz ediyoruz. Koşar, kazandığı milyonları yerken eşiyle davalık olmuş ve magazin basınının diline düşmüş. Bu kadar çok sattığına göre bir kesim belli ki bu kitapları iyi tanıyordu, ama Türkiye'nin bu kitapları, yazarını ve kazandığı parayı duymasına, bir boşanma davası vesile oldu.

Uğur Koşar'ın AKP Türkiyesi'ne çok yakıştığı, yakışmanın ötesinde AKP Türkiyesi'ni temsil eden figürlerden birisi olduğu, Koşar'ın portresinin siyasal islamın fotoğrafını çekmek için güzel bir fon teşkil ettiği muhakkak.

Türkiye'de "Allah" diyerekPARA KAZANMAK AKP'nin zamanında başlamadı ama AKP, "Allah" diyerek para kazanmaya özel bir boyut kazandırdı.

AKP'nin her "Allah" diyeni zengin yapması düzenin kuralları gereği imkânsızdı ama AKP "Allah" demeyi zengin olmanın önemli koşullarından birisi haline getirdi. İnternetten bulduğu dini hikayeleri, ayet ve hadislerle harmanlayıp kitap yazan bu pespaye adamın yaptığı iş, diğer zenginleşme öykülerinin yanında oldukça masum kalıyor aslında ve tam da bu nedenle, diğerlerinin yanındaki göreli masumluğu sebebiyle islamcılığın portresi için güzel bir örnek. Öyle bir ülke düşünün ki, dinsel duyguların bu denli ucuzca sömürülmesi ve paraya tahvil edilmesi bile AKP'nin patronlarla çevirdiği esas dolapların yanında önemsiz kalıyor. Türkiye'de parayla din arasında kurulan ilişki öylesine kanıksanmış ki, bu ucuz din ticareti ve zenginleşme hikâyesi kimseyi şaşırtmıyor.

Dinin siyasetle, siyasetin parayla ve paranın dinle kurduğu ilişki Türkiye'de çok derin, çok boyutlu artık.

AKP'nin köklü bir şekilde dönüştürdüğü Türkiye'de patronların dinle kurduğu ilişki, AKP'nin onları temsil eden bir parti olması nedeniyle siyaset sahnesine daraltılamaz. Din Türkiye'de hepimizin her gün onlarca örneğini gördüğümüz şekilde, siyaseti ve toplumsal yaşantıyı köklü bir şekilde dönüştürdü, doğru. Ama aslında piyasanın istekleri doğrultusunda yapılan bu dönüşüm, doğal olarak piyasanın kendisini de bir değişime tabi tuttu. Türkiye'de patronların ve patronluğun yapısı değişti.

Mesele, dindar ve AKP'ye yakın yeni zenginlerin ortaya çıkmasından veya bazı isimlerin "Allah" diyerek daha da güçlenmesinden ibaret değil. Asıl sorun, paranın mutlak tahakkümünde olan bir düzenin bu dinselliği piyasanın kuralları içerisinde etkili bir şekilde kullanmanın bir yolunu bulması; piyasa ve paranın, dinsellikle olan bağlarının güçlenmesi ve dinin piyasaya entegrasyonunun tamamlanması...
Laik geçinen, seküler görünümlü patronlar, siyasetin ve toplumsal yaşantının gericileşmesinden, dinselliğin işçileri kontrol altında tutmasından mutlu oldukları kadar, bu dinselleşmenin piyasanın genel kurallarıyla çelişmeyecek şekilde işlemesinden de memnunlar. Servet birikimi ve sömürünün mekanizmaları, Allah diyen patronlar önceliklendirilse dahi, eksiksiz işletilip soyulan, emeği çalınan her durumda yine emekçi halk olunca, Allah diye kitap yazıp zenginleşen din simsarı soytarıya kimse takılmıyor.
Kimse Uğur Koşar'ın kitaplarında yazdığı gibi Allah deyip ötesini bırakmıyor. Ama para deyip de ötesini bırakan da yok... AKP Türkiyesi ikisini aynı anda, memlekete acı veren bir uyumla söylemeyi öğrendi.

Türkiye'de paranın ve piyasanın dinle ilişkisi kopartılamaz artık. AKP bunu başardı ve bu kopmaz ilişki, paranın ve piyasanın asıl belirleyici olmasıyla hiç çelişmiyor.
Dolayısıyla piyasanın kuralları işlediği sürece, piyasa hem siyasete, hem de toplumsal yaşantıya dinsellik zerk etmeye devam edecek. Laiklik ve aydınlanma mücadelesi işte bu nedenle paranın saltanatının yok sayıldığı bir yaşam tarzı mücadelesine indirgenemez. Yine aynı nedenle siyasetin ve toplumsal yaşantının dinden arındırılması ancak piyasanın belirlemediği, paranın saltanatından kurtulmuş bir ülkede mümkündür.

Özgür Şen
SOL

Anadolu'ya Yeniden Yerleşmek - OĞUZ OYAN

Başlıktaki çarpıcı önerme değerli İslam ve Türk sanat ve mimarlık tarihçimiz Prof. Doğan Kuban'a ait. Ülkede mekan kullanımını yeniden düzenlemeyi önermek, kuşkusuz çok iddialı bir iş. Yapılabilirliği zaman ilerledikçe ve nüfus İstanbul'a ve kıyılara yığıldıkça zorlaşan, ama aynı ölçüde de haklılığı giderek büyüyen bir önerme bu. Peki, Kuban'ın dayandığı gerekçeler ve sunduğu çözümler nelerdir? 15 Eylül 2016 tarihli yazısından alıntılar yapalım (Orhan Bursalı da Cumhuriyet'teki köşesinde bu yazıdan geniş alıntılar yapmıştı):

"İstanbul ülkeyi çökertecek, kalkınmaya engel olacak noktaya ulaştı. İstanbul ulaştığı megalopolis boyutlarıyla, ülkenin vücudunun taşıyamayacağı bir koca kafa haline dönüşen, ekonomik etkinliğin yurt yüzüne dengeli yayılmasına engel olan ve Anadolu halkının topraklarını terk ederek ülke tarımını dış dünya pazarına dönmeye zorlayan, ve sonuçta uluslararası sermayenin aşağı düzeyde bir ortağı olarak fakir halkı tüketici olmaya teşvik eden, giderek Türkiye’nin sömürülen bir topluma dönüşmesine neden olacak bir emme basma mekanizması olarak çalışmaktadır. (...)

Dünyada nüfusu 20 milyona ulaşmış bir kentin sağlıklı yaşamını gerçekleştirebilen bir planlama yöntemi henüz keşfedilmedi. (...) Megalopolis hastalığı sınırsız kapitalizmle nüfus artışının karıştığı, çaresiz bir ‘hipertrofi’ olarak çok vurgulanan fakat çare bulunamayan bir fakir ülke hastalığıdır. Ülke ekonomisinde yarattığı dengesizlik yanında, toplumun en zengin katlarıyla en fakir katlarını yan yana getirdiği için toplumsal ayrışmanın da mekanıdır. Yaşam olanakları birbirlerinin zıddı olan insanlar birlikte yaşamasalar bile birbirleriyle dirsek teması içindedirler.(...) 

Toplumsal hipertrofinin sonucu, ahlaksız ve dengesiz toplumdur. (...)  Megalopolisler uygarlığın ortadan kaldırmaya çalıştığı bütün kötülükleri içerirler. Büyüklükleri oranında suç yuvalarıdır. (...) Bu dünyanın her yanında aynıdır. Dünyanın büyük kentleri toplumları kanatan yaralardır. Kuşkusuz Lagash ya da Karaçi ile Paris aynı değil. Paris her zaman büyük olan ve örgütlenmesi yüzyılları bulan bir dünya kenti. Diğerleri, kendi çıkardıkları toz duman arasında boğulan aglomeralar. Çünkü kaşla göz arasında büyüyüverdiler. (...)
Kaldı ki bu büyük aglomeralar fiziksel planlama ile düzenlenecek yerleşmeler değildir. Zaten bu büyüklükte planlamanın birkaç yıl içinde gerçekleşmesi de ekonomik olarak olanaksızdır.
Bu kentler, bir yandan sınırsız bir spekülasyonun doymak bilmez iştihasına sunulmuşken planlanamaz. Tek çare halkın planlı olarak yurt yüzeyine yeni yaratılacak sanayi merkezlerine, zaman içinde yerleştirilmesi ve ülkenin ekonomik dengesizliğinin önüne geçilmesidir. Spekülasyonu engelleyemesek de, kontrol edilebilir büyüklükte yerleşmelere transfer ülke ekonomisinin giderek çökmesine engel olabilir. (...) Anadolu’ya yeniden yerleşmemiz gerek!"

***
Bu çok iddialı önerinin uygulamaya konulduğu varsayımı altında bile İstanbul'un Türkiye'nin en büyük kentsel yerleşkesi olarak kalacağı açıktır. Mesele çılgınca bir şişmeye dur denilmesi ve ülke ölçeğinde dengeli bir mekan düzenlemesine geçişin planlanabilmesidir. Oysa şimdi yapılanlar, üçüncü köprü ve üçüncü havalimanıyla kentin sulak alanlarının, yeşil örtüsünün ve hava akımlarının tahrip edilmesi ve giderek yeni mekanların imara açılmasıdır. Eğer yapılabilirse İstanbul Kanalı projesi bütün bunların üzerine tüy dikilmesi anlamına gelecektir. Yapılması planlanan Çanakkale köprüsüyle birlikte Marmara bölgesinin bir bütün olarak en yoğun ekonomik etkinlikler bölgesi olarak daha da öne çıkması gerçekleştirilmiş olacaktır. Gerçi Osmanlı döneminde de Marmara bölgesi bu vasfı taşımıştır ama bugün aşırı yoğunlaşan sınai-ticari faaliyetleri bu bölge daha ne kadar taşıyabilir? Daha önemlisi, bölgeler arası dengesizliklerin bu boyutlarda açılmasının sonuçları sindirilebilir mi?

***
İstanbul'u kendi karşılaştırmalı tarihsel gelişmesi içinde kavramaya çalışarak yanıt arayalım. İstanbul, 16. yüzyıldan itibaren üç yüzyıl boyunca Avrupa'nın en kalabalık şehri olmuştur. İstanbul'un nüfusu 1478'de 98 binden 1520'de 400 bine çıkmaktadır. Braudel'e göre, Batı Avrupa'da 16. yüzyılda "eşdeğeri bulunmayan" Napoli'nin nüfusu 1595'te ancak 280 bine ulaşıyordu. Braudel, "16. yüzyıl sonunda Batılıların deyişiyle dahi" 700 bin kişiye ulaşmış (Barkan'a göre 800 bin) olan İstanbul örneğini verirken "1581 Martında, Mısır'dan gelen buğday yüklü 8 gemi onun sadece bir günlük yiyeceğini sağlıyordu" tespitini yapmakta ve yüzyıl sonra durumun ağırlığını koruduğunu belirtmektedir. Antik Roma kentinde olduğu gibi bu kentin ürettiğinden fazla tükettiğini vurgulamak için de "Başkent, zenginlerin imtiyazından yararlanmaktadır. Başkaları onun için çalışmaktadır"  notunu düşmektedir. (F. Braudel, La Méditerranée et le Monde Méditerranéen à l'Epoque de Philippe II, 3. baskı, 1. Cilt, Librairie Armand Colin, Paris, 1976, s. 316-321). İstanbul, 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupa'nın gene en büyük kentleri arasında yer almakla birlikte, en büyük nüfus barındıran kenti olma özelliğini yitirecektir. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren maruz kaldığı kırsal göç ve nüfus baskısı bu kentin hızla azmanlaşmasına yol açarken, 21. yüzyıldan itibaren de yeniden Avrupa'nın en kalabalık şehri olmasını sağlayacaktır. Bu defa 16-18. yüzyıllara kıyasla önemli bir farkla: 20. yüzyıldan itibaren İstanbul aynı zamanda Türkiye'nin en önemli sanayi kenti olma vasfını kazanacak, buna diğer ekonomik faaliyetler de eklenince ulusal gelirin önemli bir bölümünün yaratıldığı kent olacaktır.

Peki ama nereye kadar?
1994'te Refah Partisi adayı olarak İstanbul Belediye Başkanı seçilen Tayyip Erdoğan'ın başlangıçta buna verdiği yanıt, doğru danışmanların katkısıyla, İstanbul'un daha fazla büyümesine yol açacak üçüncü köprü gibi yatırımlardan ve  yeşil/sulak alanlarının tahribinden kaçınılması yönündedir. Ama kıble bir kez ranta, inşaatçılığa, talandan pay kapmaya dönünce, bütün bu içselleştirilmemiş konumlanışlar saman alevi gibi sönecektir.
Bu tarihten biraz önce, 1989'da büyük bir yerel yönetim zaferi kazanan ve izleyen genel seçimleri de kazanmaya talip olan SHP'nin önerisi daha radikaldir. Bizim de içinde bulunduğumuz bir komisyonun, ilk versiyonunu 1988'de nihai versiyonunu 1989'da tamamladığı "Anti-Enflasyonist Ekonomik Program"a göre,  İstanbul'un ekonomik ve demografik yükünün yeni sanayi eksenlerinin oluşturulması yoluyla dağıtılması önerilmiştir. Bu öneri, 1991 yılının SHP seçim bildirgesinde daha güçlü bir biçimde yer almıştır.
CHP'nin "Seçim Bildirgesi Kasım 2015" metninde ise, "Merkez Türkiye Projesi" kapsamında "Anadolu'da yeni kurulacak lojistik ve yüksek katma değerli üretim odaklı akıllı şehir" projesi önerilmektedir. Bu projeyle Türkiye orta teknoloji tuzağından çıkarken, komşu ekonomileri, pazarları ve kültürleri birbirine bağlayan bir barış coğrafyasına dönüşecektir.
1989-1991 ve nihayet farklı bir yaklaşım olsa da çeyrek yüzyıl sonraki 2015 önerileri: Anamuhalefet, uygulayamasa da bazı çıkış önerileri sunmuştur. Peki uygulama olanağı bulunsaydı bugün hala bir çıkış var mıdır yoksa tren kaçmış mıdır? Çeyrek yüzyıl öncesine kıyasla kuşkusuz büyük ölçüde kaçmıştır; özellikle de İstanbul'un ağırlığını azaltma konusunda. Peki hala umut var mı? Umutsuz yaşanmaz diyerek şimdilik noktalayalım.

OĞUZ OYAN
SOL

Herkese ücretsiz, fakat hangi sağlık hizmeti? - AKİF AKALIN/ SOL

Tarihte egemen sınıfların tıbbı ve sağlığı kendi hizmetine koşmasıyla birlikte sağlık hizmetleri emekçiler için giderek erişilemez hale geldi. Emekçiler ve yoksullar binlerce yıl sağlık hizmetlerine erişebilmek için geleneksel iyileştiricilere, din kurumlarına mahkum edildi, çoğu kez şarlatanların eline düştü. Emekçilerin “ücretsiz sağlık” talebi halk şarkılarında dillendirildi, masallara konu oldu, ütopyalarda tartışıldı.

On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde sermayenin, Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi, hekimlik mesleğinin başındaki kutsal haleyi de alarak sağlık hizmetini ticaretin konusu haline getirmesiyle birlikte, geleneksel olarak yoksullara sağlık hizmeti sunan kiliseler ve yardım kuruluşları da giderek artan hizmet talebini karşılayamaz duruma düştüler. 
“Ücretsiz sağlık” talebi ilk kez 1848 Ayaklanmaları sonrasında sosyalistlerin programlarında yer aldı. Sosyalistler ilk kez Paris’te iktidara geldiklerinde toplumun ücretsiz sağlık talebine yanıt vermeye çalışsalar da, ücretsiz sağlık Ekim Devrimi ile tam olarak yaşama geçirildi.

FAKAT HANGİ SAĞLIK HİZMETİ?
Sosyalistlerin talep ettiği sağlık hizmeti, “farklı” bir sağlık hizmetiydi. Bunu ilk kez toplumcu tıbbın kurucularından Rudolf Virchow, “Yukarı Silezya Tifüs Salgını Raporu” başlıklı çalışmasında ifade etti. Sosyalistlerin talep ettiği sağlık hizmeti “önleyiciliğe” vurgu yapan, insanı biyolojiye indirgemeyen, insanı sosyal, ekonomik, fiziksel çevresi içinde değerlendiren bir sağlık hizmetiydi. Sovyetler Birliği’nin ilk Sağlık Bakanı Semaşko’nun “işçilerin sağlığı, işçilerin elinde olmalıdır” şeklinde tarif ettiği, bireyin edilgen bir alıcı olmadığı bir sağlık hizmeti, toplumcu sağlık hizmeti.

Toplumcu sağlık hizmeti, yalnızca hastalara sunulan bir hizmet değildi. Bütün insanlara, ana rahmine düştükleri andan mezara kadar, sağlıklı veya hasta olup olmadıklarına bakılmaksızın, sürekli ve düzenli olarak sunulan bir hizmet. İnsanların hastalıklarını tedavi etmeye değil, hastalanmalarını önlemeye “öncelik” veren bir hizmet. Sağlığın toplumsal belirleyicileri olan barınma, beslenme, eğitim gibi sosyal hizmetleri de kapsayan, bunları tıbbi hizmetlerle “bütünleştiren” bir sağlık hizmeti.
Sosyalistler Virchow’dan beri “toplumcu” sağlık hizmetinin herkese eşit ve ücretsiz sunulmasını istiyorlardı. Kapitalist ülkelerde sağlık hizmeti adı altında sunulan “bireyci” hizmetin değil!

TÜRKİYE’DE SOSYALİSTLER SAĞLIK HİZMETİNİ NASIL ANLADI?
Türkiye’de sosyalist partilerin programlarına bakıldığında, Osmanlı döneminde dahi meseleyi çok doğru kavradıkları görülür. Coğrafyamızdaki ilk sosyalist parti olarak kabul edebileceğimiz, 1910 yılında kurulmuş olan Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın Paris Şubesi’nin Islahat Programı’nda, “halk sağlığını koruyacak yasal düzenlemeler” önerilmiştir. Osmanlı Sosyalist Fırkası’ndan beri Türkiye’de örgütlenmiş sosyalist partiler, “herkese eşit ücretsiz sağlık” talep ederken, bunun “toplumcu” bir sağlık hizmeti olduğunu da tanımlamayı ihmal etmemişlerdir.

Ancak “pratiğe” baktığımızda Türkiye’de sosyalistlerin toplumun sağlık hakkının savunulması görevini geleneksel olarak sağlık alanında örgütlü meslek odaları ve sendikalara bırakmış olduklarını görürüz. Sosyalist partiler genellikle sağlık alanında örgütlü meslek odaları ve sendikaların mücadelesini desteklemekle yetinmiş, bir bakıma konuyu “uzmanlara” havale etmeyi tercih etmişlerdir.

Meslek odaları ve sendikalar da, söylemlerinde sağlıkta “önleyici” hizmetlere ağılık verilmesi gerektiğine yer verseler de, mücadelelerinde ağırlıklı olarak “herkese eşit, ücretsiz sağlık” sloganında somutlaşan, sağlık hizmetlerine “erişim hakkını” öne çıkartmışlardır. Zaman içinde, ideolojik mücadelenin gerilemesinin de etkisiyle, “erişim hakkı” iyice öne çıkmış, talep edilen sağlık hizmetinin “niteliği” gölgede kalmıştır. Bu durum birçok sosyalistin, “mevcut” sağlık hizmetlerine erişim mücadelesinin “sağlık hakkı” mücadelesi olduğu yanılsamasına düşmesine yol açmıştır.

SAĞLIK HİZMETİNİN ÜCRETSİZ OLMASI YETERLİ Mİ?
Kapitalist ülkeler İkinci Paylaşım Savaşı’na kadar emekçilere ücretsiz sağlık hizmeti sunmayı reddetmişlerdir. Bunun yerine kamusal veya özel sigortacılığı teşvik etmişler, emekçilere ödedikleri primler karşılığında hizmet sunmuşlardır. Bu ülkelerde varsıllar bedelini ödeyerek diledikleri sağlık hizmetini istedikleri kadar satın alabilirken, emekçiler sigorta paketleriyle sınırlı hizmetlere mahkum edilmiştir. Daha fazlasını isteyen veya gereksinimi olan, elini cebine atmak zorunda kalmıştır.

İkinci Paylaşım Savaşı’nda kapitalist dünyanın cephelerde Sovyet askerleriyle tanışma fırsatı bulan emekçileri, Sovyetler Birliği’nde sağlık hizmetlerinin devlet tarafından herkese eşit ve ücretsiz olarak sağlandığını öğrenmiş ve ülkelerine döndüklerinde sağlık hizmetlerine ücretsiz erişim hakkı talep etmişlerdir.
  
Avrupa’da başta İngiltere olmak üzere işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi yüksek kapitalist ülkelerde sağlık hizmetleri sosyalist ülkelerde olduğu gibi sosyalleştirilmiş ve devlet tarafından sunulmaya başlamıştır. ABD gibi işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi göreli düşük kapitalist ülkelerde ise devlet yalnızca prim ödeme gücü olmayan en yoksulların sağlık hizmetlerini üstlenmek zorunda kalmıştır.

Türkiye’de de 1960’larda sağlık hizmetleri sosyalleştirilmek istenmiş, ilk birkaç yılda oldukça başarılı sonuçlar alınmasına karşın, 1970’li yıllarda yozlaştırılmış ve rafa kaldırılmış, 1980’lerde tamamen son verilmiştir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi tarihsel olarak emekçilerin gözünde sağlık alanındaki en büyük sorun, sağlık hizmetine “erişim” sorunudur. İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında dünyanın büyük bir bölümünde sağlık hizmetlerine erişim sorunu şu veya bu ölçüde çözülmüş, fakat insanların sağlık sorunları azalmadığı gibi artmıştır. Sosyalleştirme uygulaması, sosyalist ülkelerde elde ettiği başarıyı kapitalist ülkelerde yineleyememiş, toplumun sağlık hizmetlerine erişimleri önündeki engellerin kaldırılması toplumları daha sağlıklı kılmamıştır.
Bunun nedeni kapitalist ülkelerdeki “bireyci” sağlık anlayışıdır. Sağlık sorunları “topluma” yönelik önleyici tedbirler alınarak çözülmek yerine, hastalanan bireyler tek tek iyileştirilmeye çalışılarak “çözülmek” istenmektedir. Sağlık hizmetleri buna göre örgütlenmiş, hekimler buna göre eğitilmiş, insanların sağlık hizmetinden beklentileri buna göre şekillendirilmiştir. Toplumun da “bireyci” hizmetlere ücretsiz erişimi sağlanmıştır. Oysa bu yaklaşımla hiçbir sağlık sorunu çözülemez, aksine daha da artar. O halde sağlık hizmetine ücretsiz erişim, sağlık sorunlarının çözümü için gerekli, fakat asla yeterli değildir.

SAĞLIK HAKKI MÜCADELESİNDE SOSYALİST TUTUM
Sosyalistler elbette Virchow’dan beri savunulan “herkese eşit, ücretsiz sağlık” talebini yükseltmeye devam etmelidir, fakat “nasıl” bir sağlık hizmeti olduğunu belirtmeyi ihmal etmeden!

Sağlık hakkı mücadelesinde sosyalist tutum aynı zamanda mevcut “bireyci” sağlık hizmetlerinin kapsamlı bir eleştirisini de içerir. Mevcut sağlık hizmetlerinin, bu hizmetlere ücretsiz erişim sağlansa bile sağlık sorunlarına ilaç olamayacağının, aksine bireyci sağlık hizmetinin bizzat kendisinin bir sağlık sorunu olduğunun altı çizilmelidir.  
Ancak bu noktada iki büyük handikap vardır: birincisi mevcut sağlık hizmetleri eleştirilirken, “bilimsel tıbbı” eleştirenlerin yanına düşme tehlikesi, ikincisi sağlıkçı dostlarımızın kendi gündelik pratiklerini eleştirmekte zorlanabilecek olmaları.

Özellikle son yıllarda post-modernist “kuramlar”, tıpta “gericilikle” kol kola girmiş, toplum içinde bilimsel tıbba “alternatifler” üretmeye başlamıştır. Sosyalistlerin toplumun sağlığını karlarını arttırabilmek için tehlikeye atan tıbbi – sanayi kompleksin pratiklerine (aşırı teşhis, tıbbileştirme, ilaçsallaştırma vb) eleştirileri her türden “alternatif” tıpçılar tarafından, kendi amaçları doğrultusunda kullanılmaktadır. Bu nedenle sosyalistlerin bu alanda “ikili” bir mücadeleyi, eşzamanlı olarak yürütmeleri ve tıbbi – sanayi kompleksin uygulamalarını eleştirirken, “alternatif” tıp adı altındaki şarlatanlıkları da teşhiri ihmal etmemeleri gerekir.
Diğer yandan özellikle “sağlıkçı” dostlarımızın sağlıkta sosyalist tutumu savunurken “inandırıcı” olabilmek için mesleki pratiklerini gözden geçirmelerine gereksinim vardır. Gündelik pratiğinde “bireyci” tıp uygularken, insanlara “toplumcu” tıp anlatabilmek gerçekten çok zordur. Bu zorluğun üstesinden gelebilmek için özellikle ideolojik mücadeleye daha fazla ağırlık verilmesi ve sağlık meslek örgütleri ile sağlık alanında örgütlü sendikalar içinde sosyalist propagandanın güçlendirilmesi gereklidir.

Kapitalizmin 2008 krizini atlatabilmek bir yana, her yıl daha da ağırlaşan yeni krizlerle derin bir girdaba girdiği sır değildir. Kapitalizm bu girdap içinde çırpındıkça batmakta, günü kurtarabilmek için insanların geleceklerini çalmakta, hatta dünyanın sonunu getirebilecek girişimlerden dahi kaçınmamaktadır.

Manevra alanı giderek daralan kapitalizm, karlarını koruyabilmek için “küresel” ölçekte başta sağlık ve sosyal güvenlik olmak üzere bütün sosyal alanlardan devleti hızla çekmekte, devleti “aslına”, salt ordu ve bürokrasiye yada “güvenliğe” sınırlamakta ve emekçileri yeniden on dokuzuncu yüzyıl barbarlığına mahkum etmektedir. Bu durum burjuva demokrasisinin meşruiyetini de aşındırmaktadır.

O halde emekçilerin önümüzdeki dönemde yeniden 1848’deki, 1871’deki ve 1917’deki talepleriyle meydanlarda olacağını görmek için kahin olmak gerekmez. Bu nedenle sosyalist partilerin de artık sağlık alanındaki mücadelede “geride” durmayı bırakmaları ve meslek örgütleri ile sendikalara verdikleri “vekaleti” gözden geçirmeleri, sağlık hakkı mücadelesini “bizzat” yürütmeye başlamaları zamanı gelmiştir. Aksi halde sağlık alanında yükselebilecek toplumsal muhalefet ya liberal eğilimler elinde yozlaştırılacak ya da dar mesleki çıkarlar uğruna feda edilecektir.  

AKİF AKALIN/SOL

Sandıktan ‘proje iktidarlar’ krizi...- ŞÜKRAN SONER

ABD başkanlık seçimine ay kala, yeni dünya düzeni sömürü çarklarının işleyişi jandarmalığında; hâlâ liderliğini ayakta tutması beklenen süper gücünün İktidar erklerinin yürütülebilmesi adına, medyatik, etkin siyasi ataklar peş peşe sahneye konuluyor.. Finale kalabileceğine bile şans tanınmayan, dünya çapında verebileceği zararlar kadar ülke için toplumsal dengeleri derin çatışmacılığa sürüklemesinden kaygı duyulan Trump’ın seçilememesi yolunda ABD’nin, rejiminin güvencesi sayılan kurumları, sivil örgütlenmelerinin, göreceli sol demokratik, sanatçı çıkışlarının boşa çıkması, ana akım medyasının güçlü kampanyalarının yetmeyeceği gerçeği panik atak etkisi yaratmışa benziyor.. 

İki adayın ikinci buluşmasının sonuçlarının da Clinton’un şansının yükseldiğini göstermesi yeterli güvence sayılamıyor. ABD seçimlerinde örneği görülmemiş biçimde kendi partisinin etkin siyasi liderleriyle de aleyhte kampanyalara, yıllardır vergilerini ödemediğinin şimdi kullanılması gibi seçmeni sarsacak kampanyalarla rejimin geleceği adına “kötünün iyisi” kabul edilen Clinton’un liderliği projesinin güvencesinin sağlanması yolunda yürünüyor. Olmadı Cumhuriyetçilerin son dakika operasyonu ile aday değiştirmesinden bile söz açılıyor. 
Trump’ın Cumhuriyetçilerin adayı olarak ABD İktidarları için bugüne kadar tehdit olarak algılanmayan her türden alt kimlik, ırk, din ayırımcılıkları, göçmen sorunları, ötekileştirme, yabancı düşmanlığı üzerinden elde etiği seçim kampanyası başarıları.. İnsanlığı, dünyayı, sandık oyunları başarılarına odaklanmış demokratik rejimlerin gelecekleri için fazlasıyla ürkütüyor.. Laf aramızda; “ABD’nin 11 Eylül’ü terör travması ile üretilmiş Bush projesinden, terörle savaşı kendi topraklarında yapma, yoksul güney dünyasına demokrasi ihracı..” tezlerinde uyanmak, paniğe kapılmak gerekiyordu. ABD’nin kendi iç denetim çarkları içinde, Obama projesi ile alternatif üretilmesi, dünyaya pazarlanması ile zaman kazanıldı..
***
Yoksul güney dünyasını diktatörlüklerden kurtarma adına, ırklar, dinler, mezhepler üzerinden iç savaşlar bataklığına sürükleme, seçim sandığının kullanıldığı çağın yeni otoriter rejimlerinin, diktatörlüklerinin yaratılmasına yol açan gelişmeler, yaşanan sıcak siyasal çatışmaların içinde atlandı.. Sovyetler’in, Çin’in diktatör ama ideolojide emekten yana paylaşımcı, Marksizmden esinlenmiş yönetim modellerinin içinden çıkan yeni otoriter devletler, rejimlerin sandığı getirmiş gibi vitrinleri, insan hakları, demokrasi, yeni otoriterleşme düzenleri, hele de paylaşımda götürdükleri algılanamadı.
 
Uluslararası küreselleşen çok uluslu şirket çıkarları adına en çok da dünya çapında milyarlarla emekçi, işçi sınıfı için kutsanan serbest rekabet adına sosyal damping kutsandı. Uluslararası insan hakları, hukuk devleti düzeni, ILO çalışma sözleşmeleri, sosyal devletin vazgeçilmezleri sendikal haklar, insandan, emekten yana tüm demokratik güç odağı örgütlenmelerin tüketilmesine önce yoksul güney sonra da zengin kuzey dünyasında seyirci kalındı.. Almanya’da Nazi kökenli büyük tersane işvereninin Türkiye’den alınmış ucuz işçilere, “sendikayı ne yapacaksınız size cami verelim..” önerisi alkışlandı. Çin, Rusya, İran, Pakistan, Hindistan, Güney Kore, Tayvan.. yeniden sanayileşmeler ile güçlenen ekonomileri de içinde, akıl almaz emek sömürüsü, sosyal damping kutsandı. Daha 1970-80’li yıllarda dünyanın güçlü sermayelerinin yeni dev sorununun, kutsanan serbest rekabet adına, dibe indirilen işçi çalışma yaşam koşullarında rüşvete ödenen payların, hem de DünyaBANKASI verileri ile işçiliğin 7.5 katına çıkmış olması umursanmadı. 

Yoksul güney dünyasını paramparça ırklar, dinler, mezhepler üzerinden kanlı iç savaşlar bataklığına çeken ötekileştirmeler, önceleri zengin kuzeyin eliyle yoksul güneyi dağıtmaya yönelik desteklenen terör örgütlenmelerinin güçlenerek tersine tepen silahlara dönüşmesini getirdi.. Kuralsız düzenin kuralsız savaşlarında zengin kuzey dünyası düzenlerini de ister otoriter, ister demokratik rejimler vitrinlerinde tehdit eden terör örgütlenmeleri, en altta kalanların patlamaları refleksinde pıtrak gibi üreyip dünyaya yayıldılar.. Şimdilerde arapsaçı sorunların çözüm arayışlarında, evrensel insan hakları, hukuk devleti düzenleri, demokrasi arayışları.. sil baştan yaşamsal değerlerde..

Şükran Soner
CUMHURİYET

Ulusallık, Atatürk ve sol üçgenindeki adam- EROL MANİSALI

Attilâ İlhan’ı 2005’te kaybettik. O Atatürkçülük, sol ve ulusallığı Türk kültürü hamurunda birleştiren bir düşünür ve şairdi. Yıldönümünde onu hasretle anıyoruz. 

Acaba 2016 Türkiye’sini yaşasa ne derdi? “Hangi”lerle başlayan o ünlü cümlelerinde olduğu gibi; Hangi Atatürk mü? Hangi demokrasi mi? Hangi cemaat mi ya da hangi Erdoğan mı? 
Ama o, emperyalizm için “hangi” sorusunu kesinlikle sormazdı; “Batı cephesinde yeni bir şey yok” der geçerdi, Paris hayranlığına karşın eleştirilerini sürdürürdü.
 
Aramızda 20 yılı aşkın süren sohbetlerde siyaset, kültür, ekonomi, sanat konuşmadığımız, tartışmadığımız alan kalmadı. Doğan Hızlan’ın ta 4 Ağustos 2001’de Hürriyet’teki köşesinde yazdığı gibi, sadece “Opera” meselesi değildi: Osmanlıcılıktan Köy Enstitülerine kadar uzanan derinlikler de vardı.
 
Attilâ İlhan’la sohbetlerimizi içeren dört kitap yazdım; Attilâ İlhan’la 1000 Saat,DüşüncelerAttilâ İlhan’la Siyaset Güncesi ve Attilâ İlhan’la Hayatın İçinden
İlk üçü hayattayken, sonuncusu vefatından sonra çıktı. “Midas’ın Kulakları”nda olduğu gibi Attilâ İlhan başkalarıyla tartışmadığı birçok düşüncesini benimle tartışırdı. Birbirimize haykırırcasına konuşurduk.(*) 
Attilâ İlhan Türkiye’deki en açık sözlü düşünürlerden biri olmasına karşın ketum, “araya mesafe koyan” bir yapıdaydı. Başkalarına söylemekten çekindiği düşüncelerini bana söylerdi. 
Kendisine, “Aramızdaki sohbetlerin yazılması, kamuoyuna aktarılması gerektiğine inanıyorum, sen mi yazmak istersin, yoksa bana mı bırakırsın” dediğimde, “Erol sen yaz, benden gençsin, senin aklında kalanlar daha fazladır” yanıtını verdi. Sevinmedim desem yalan olur.

Üçgenin karmaşası
 
1990’lı yıllardan 2005’e kadar konuştuk, tartıştık, sohbet ettik. Tartışmadığımız fikir, olay, insan kalmadı diyebilirim. 
Divan Pastanesi’nde, Gezi Pastanesi’nde, Marmara’da, eski TV 8’de, Bilgi Yayınevi’nin Beyoğlu’ndaki temsilciliğinde sürdü bütün bunlar. Kimi sohbetlerimize Özcan Köknel, Bülent Tanör, Necla Arat, Turan Yavuz, Banu Avar gibi dostlar da katıldılar.
 
Attilâ İlhan hep “birleştirici olmaya çalışıyordu”. Bir yandan Atatürkçülük, ulusçuluk ve sol üçgenini birleştirmeye çalışırken “sağ”ı ve İslamcı geleneği dışlamamaya özen gösteriyordu. Hatta Bilgi Yayınevi adına kendi yönettiği “Bir Millet Uyanıyor” dizisinde solcu ve Atatürkçü düşünürler yanında sağcı yazarlara da yer verdi. Kendisinin Türkiye’de çok geniş bir zeminden destek görmesinde, “bu geniş açının” da rolü olduğuna inanıyorum. 
Benim toplumcu şair yanımı ilk yazan Emre (Kongaroldu” derdi, ta Ankara günlerinde. Sultan Galiyev’den Atatürk’e kadar uzanan geniş bir açıda zemin tutmuş bir düşünür ve şairdir Attilâ İlhan.
 
11 yıl önce kaybettiğimiz yazar bugün sağ olsaydı ve onunla yine Gezi’de buluşup sohbet etseydik acaba “hangi Türkiye’yi” konuşurduk?
 
Seni Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nde Ekim 2005’te uğurlarken yaptığım konuşmanın içinde “Büyük düşünürler yaşarken bin verir bir alır, ölünce ise bir verir bin alırlar” demiştim. (**) 
Türkiye nasıl mı dedin? Bir cümleyle sana özetleyeyim; hem içerde hem dışarıda savaş halindeyiz. Emperyalizm dincileri maşa gibi kullanıyor, hiçbir şey yokmuş gibi yaşayıp gidiyoruz. Senin Parislilerin “sıradan faşizm” dedikleri bu olsa gerek… 

EROL MANİSALI
Cumhuriyet




--------- 
(*) Özlem Arzu Azer; “Anılarda Gizli Kalan ,Bir Aydının Portresi” içinde 108-144 syf arası içinde- Derin Yayınları 2016. 
(**) Nejat Muallimoğlu, “Dünyayı Sarsan Konuşmalar”-Avcı ol Basın Yayın, 2007.

9 Ekim 2016 Pazar

Kadınlar yapar! - Mine G. Kırıkkanat

İspanya’nın 2008 yılında girdiği kriz; yaşadığımız günlerde Türkiye’yi de bekleyen büyük tehlike, inşaat sektörünün çöküşüyle başladı. İpotek karşılığı satın aldıkları mülkün kredi borcunu ödeyemeyen yüz binlerce insan evsiz, akıl dışı bir hızla çoğalan inşaatlar yarım, patronlar sermayesiz, işçiler işsiz kaldı. Borsa çöktü. Devlet, maaş ve emekli aylıklarını ödemekte zorlanmaya başladı. İşsizlere ve gençlere yapılan sosyal yardımlar kesildi. 
2010 yılına gelindiğinde kriz daha da ağırlaşmış ve İspanya halkları* hepsi yiyici, çıkarcı, güdük politikacılardan umudu kesmiş, hatta gına getirmişti. 
İspanya ayaktaydı. Hiçbiri krize çözüm üretemeyen, hatta sorunun kaynağı geleneksel partilere karşı müthiş bir öfke vardı. Diktatör Franko’nun ölümünden beri görülmemiş kalabalıklar sokağa dökülüyor, kızgınlıklarını haykırıyordu. 
İç savaş yaralarının hâlâ taze olduğu bu ülkede, toplumsal gazabın çığrından çıkması; kanlı bir isyana dönüşmesi işten değildi. 
Neyse ki İspanya 1978’de kavuştuğu demokrasiyi 1986’dan beri AB üyeliğiyle perçinlemiş ve sindirmişti. Başıbozuk bir isyan çıkmadı. 
Madrid’in tarihi meydanı Puerta del Sol’un 15 Mayıs’ta işgaliyle başlayan dev gösteriler tüm İspanya’ya yayıldıktan öteye “15M” diye anıldı; zaten aynı haksız ve çürümüş düzenle yönetilen dünyada yankı bulunca, bir fikir fırtınasına dönüştü.
***
Geleneksel partiler; belli bir ideolojiyi sahiplenmeden düzeni tersyüz etmeyi öneren ve geniş geneli birbirinden çok farklı düşüncede gençlerden oluşan hareketi,“Sıkıysa partileşip seçimlere girin!” kışkırtmasıyla siyasal arenaya çağırdı. 
Çünkü öfkelilerin birleşemeyeceğine, dolayısıyla örgütlenip parti kurmayı beceremeyeceklerine emindiler. 
Oysa hızla örgütlenen bu genç öfkeden, halkların kendi kaderlerine sahip çıkmalarını ve hoşnut olmadıkları sistemi tersyüz etmelerini öngören yenilikçi bir hareket, Podemos doğdu. 
“Podemos”, İspanyolca “yapabiliriz” demekti ve başlangıçta, kimse komut vermeden ileri atılmak için birbirine cesaret veren öndersiz çaylakların çığlığına benziyordu... 
Çaylaklar, 2014 yılında girdikleri ilk seçimde, Avrupa Parlamentosu’na 5 milletvekili göndererek beklenmedik bir zafer kazandılar. 
Artık ilginç fikirleri olan bir liderleri de vardı. 
Pablo İglesias, zaten burnundan soluyan ve başkaldırmaya hazır halklara, siyasal arenaya fırlayıp ortalığı dağıtacak bir sosyal çoğunluk oluşturmayı öneriyordu. 
Yeni fikrin esin kaynağı, neyin toplumun çıkarına olduğuna ve insanların neyi, nasıl düşünmesi gerektiğine tepedekilerin karar verdiği klasik sol ideolojiden farklı olmakla birlikte; İtalyan Komünist Partisi kurucularından Antonio Gramschi’nin kuramıydı.
***
Ömrünün son on yılını Mussolini’nin zindanlarında geçiren filozof Gramschi’ye göre siyasal mücadele ekonomik ve sosyal düzenin devrilmesi değildir. Sivil toplum, ortak çıkarı gözeten bir sağduyuyla donanıp ahlaki ve kültürel bir mücadele de yürütmek zorundadır. Ama toplumsal sağduyu da ideolojiler, dinler ve görenekler tarafından kirlendiğinden, önce o temizlenmelidir. Bu da “gerçekliğin doğrudan incelenmesi ve deneme yanılma yöntemi”yle mümkündür. Sonuçta “Bir insan kitlesi yaşadığı gerçekliği eleştirip sorgulayarak ortak bir fikre varabilir ve ortamın dayattığındanbaşka bir dünya görüşü geliştirebilir” der Gramschi. Podemos da gerçeklerden kopuk ve çürümüş bir siyasetçiliği alaşağı etmek için işte böyle, gerçekliği yerinde ve doğrudan okuyunca ortaya çıkacak toplumsal bir sağduyu ortaklığını hedefliyordu. 
AP seçimlerinde kazandığı zaferden sonra, “yapabiliriz” partisinin sloganı “Si, se puede!” oldu: “Evet, yapılabilir!” 
Hedef, 2015 yerel seçimleriydi.
***
İki kadın ortaya çıktı.

Barselona’dan adaylığını koyan Ada Colau“ipotek kurbanları” diye anılan evini barkını yitirmiş Katalanlar için verdiği yoğun mücadeleyle tanınan bir aktivistti. Felsefe okumuş, TV senaryoları yazmış, dizilerde oynamıştı. 42 yaşındaydı. 
Podemos’un desteğini alarak Katalanca “Guanyem Barcelona!” (Barcelona’yı kazanalım!) sloganıyla Barselona Belediye Başkanı seçildi. 
Yolu “ayrılıkçı” Katalonya başkenti açmıştı. 
İspanya başkenti Madrid, daha azını yapamazdı. 
Emekli yargıç Manuela Carmena, 73 yaşındaydı. Meslek yaşamı '62oyunca hukuk camiasında kadın-erkek ayrımcılığına karşı mücadele etmiş, ülke çapında saygınlık kazanmış, torun tosun sahibi bir feministti. 
Podemos, kendisine Madrid belediye başkanlığı adaylığı önerdiğinde önce ret, sonra kabul etti. 
Halen Madrid Belediye Başkanı. 
Yazdığı kitabı okuyorum. Başlığı, “Çünkü her şey farklı olabilir”. Manuela Carmena’nın fikirlerinden çok etkilendim. Devamı gelecek haftaya... 

(*) İspanya 17 özerk bölgeden oluşan federal ve demokratik bir monarşidir.
Mine G. Kırıkkanat
/CUMHURİYET

AKP’nin demokrasi bayramı(1) - AKP’nin demokrasi balonu (2): Gerçekyalan fark etmeyince- Nilgün Cerrahoğlu

AKP’nin demokrasi bayramı(1)

Başarısız darbeden üç ay geçmesine rağmen OHAL kronik bir “hal” aldı. İnsanların aklına Türkiye dendiğinde bundan böyle gazetecilerin üçte birinin işsiz kaldığı, on binlerin pasaportuna el konulduğu, rejim muhaliflerinin yakınlarının bile seyahat özgürlüklerinin ellerinden alındığı, on binlerin gene adi suçlulardan boşaltılan cezaevlerine tıkıldığı ve işten atıldığı cehenemmi bir rejim geliyor. 
Hal böyle olunca uluslararası kamuoyu “Bu Türkiye o Türkiye mi” diye soruyor: “RTETürkiyesi zamanında hani demokratik reformları kucaklamıştı? Nasıl bu kadar değişti?” 
İsveç’ten Erik Meyersson adlı bir sosyal bilimci, işte Batı’da çok yaygın sorulan bu soruya mim koymuş: “One minute!” demiş: “Yoksa aslında öyle bir Türkiye hiç var olmadı mı?” 
Kadınlar sevdik hiç yoktular” hesabı… “AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştirmesi,yaygın paradigmanın aksine yoksa hiç gerçekleşmedi mi” sorusunu masaya yatırmış. 
Cumhuriyet okurlarına bu soru zaten absürt gelebilir. Ancak Gezi ve 17/25 Aralık’a dek Türkiye’de liberallerin de kucakladığı genel geçer söylem “AKP’nin baştamuhafazakâr demokrat ve reformcu” bir parti olduğu şeklindeydi. Ve bu söylem yurtdışında hiç sorgulanmaksızın kabul görüyordu.

Tarihi ve coğrafi gerileme
 
Bu varsayıma göre iktidara geldiği ilk on yılda AKP, Türkiye’yi AB ile üyelik müzakeresine oturtan onca “demokratik reforma” imza atmış ama sonrasında ne olduysa olmuş ve birdenbire “aa…şok… şok… şok…” reformlar rayından çıkmış, RTE Türkiye’si beklenmedik biçimde “başkalaşmıştı”. 
Liberaller hani hâlâ “Biz değişmedik. AKP ve Erdoğan değişti” diyorlar ya… 

Eloğlu Meyersson üşenmemiş, şimdi işte bu afaki söylemi matematiksel bir modelle incelemiş. İnternette isteyen Meyersson’un ilginç makalesinin tamamını okuyabilir. Ben kısa bir özet yapacağım. 
1. Meyersson Türkiye’de demokratikleşme sürecini, Menderes’ten bu yana öncelikle kendi tarihi içinde inceliyor. 
2. Ve de gene Türkiye’nin demokratikleşme iddiasını dünya 
ölçeğinde karşılaştırmalı merceğe alıyor. 
İsveçli yazarın iki kıstasla da vardığı değişmez sonuç, AKP’nin demokratikleşmeyi, iktidara geldiği ilk günden beri sistemli biçimde mayınladığı ve geri çektiği yolunda. 
Kronolojik olarak Türk demokrasisi en dip noktasına ’80’de ulaşmış. Ancak ’83-2002 arasında sistemli bir ilerleme kaydedilmiş. 
Bu konjonktürel ilerlemeyi dünyayla kıyaslamada da görebiliyoruz. 
2002 öncesinde Türkiye, Latin Amerika demokrasilerinin ve Avrupa ülkelerinin trendine yaklaşırken, 2002 sonrasında bu coğrafyalarla makas açılıyor, düşüşe geçilerek ters istikamette hareket eden Ortadoğu ülkelerine yaklaşılıyor. 
Yani AKP bir yandan demokrasi tarihinde ülkeyi 30 yıl öncesinin en geri noktasına savururken, dünyada da 3. lige düşürüyor. 
Kurumsal kayış (gerileme), Türkiye’yi Orta Afrika ülkeleri ile benzer seviyelere düşürüyor ve Asya-Ortadoğu’ya yaklaştırıyor” diyor Meyersson.


Liberaller RTE’den farksız

AKP’nin 50’lerden bu yana “Türkiye’de en hileli seçimleri” yapageldiğine dikkat çeken İsveçli araştırmacı, iktidar partisinin “demokrasiyi dilinden düşürmemesini” de bir kara mizah gibi öne çıkarıyor. 
AKP’nin gerçek doğası madem artık matematik modellerle böyle ak-kara kertesinde ortaya konuyor, eli kalem tutan bunca okumuş yazmış aydın…nasıl bu kadar uyudu? Küresel emperyalin hadi art niyeti vardı, Irak’a nasıl sözüm ona demokrasi getirmek adına girildiyse Türkiye’ye de AKP getirildi; ilk “rejim değişikliği” burada oldu falan… bunları biliyoruz. 
Aydınlar peki, bilimsel biçimde ortaya konan bu (asgari) “30 yıllık geri savruluşa” niye yalnız Gezi sonrasında uyandı? 
Niye bu sorunun hâlâ tatmin edici bir yanıtı yok? Neden hâlâ ciddi bir yüzleşme yapılmıyor? “FETÖ tarafından kandırıldım” diyen RTE ile “RTE ve AKP tarafından kandırıldık” diyen aydınlar ve liberaller arasında yoksa hiç mi fark yok? 

AKP’nin demokrasi balonu (2): Gerçekyalan fark etmeyince


“Yakupyan Apartmanı” adlı kitabıyla ünlenen Mısırlı yazar Ala As Asvani ile kısa süre önce yapılan bir söyleşi okudum. 
“Yakupyan Apartmanı”nda komşuları üzerinden ülkesinin gerçeğini anlatan yazar,“Mısır’da yerleşik bir yalan kültürü olduğundan” dem vuruyor ve bu kültürün doğasını rejim baskısına bağlıyor, Mısır’da özetle “gerçek ve yalan arasında fark gözetilmediğini” belirtiyordu. 
“Demokratik olmayan rejimlerde insanların sosyal medya alanı dışında düşünceleriniifade edebilecekleri bir yer yok” diyen Asvani ekliyordu: 
“Hükümetlerin bu nedenle inandırıcı söylem geliştirmeleri için hiçbir saik yok. İktidarne derse desin, nasılsa hesap soran/geri dönüş yapan olmuyor. Yurttaşların düşüncesine yalnız demokratik rejimlerde değer verilir. Demokratik olmayan sistemlerde gerçek ya da yalan arasında hiçbir fark yoktur.”

Ne kadar baskı o kadar yalan
 
Ne kadar ekmek o kadar köfte hesabı… Ne kadar baskı o kadar yalan...
Hep düşünürüm “Yalandan kim ölmüş” lafı nerden çıkmıştır diye… 
İşte tam bu mantıktan çıkmış olmalı… 
Mısır ve Türkiye gibi ülkelerde baskıdan ölebilirsiniz ama yalandan ölmezsiniz. Rezil olmazsınız; itibarınızı, güvenilirliğinizi ve inandırıcılığını yitirmezsiniz. 
“Kandırılmışım!” der.. öte tarafa geçersiniz. 
Bu köşede geçen hafta “Economist”te irdelenen dünyanın yeni “post gerçek siyaseti/ post truth politics” akımını anlattım.

Uluslararası siyasette “yeni bir trend” olarak öne çıkan “post gerçek akımının”temsilcilerinin sivrilen isimleri arasında ABD’de Trump, İngiltere’de “Brexit”çi BorisJohnson, Rusya’da Putin, Türkiye’de Erdoğan’dan söz ediliyor. 
Bu liderlerin ortak noktaları olarak nesnel gerçekle hiç yüzleşmemeleri, tüm güçlerini propagandadan almaları sıralanıyor... 
ABD, İngiltere gibi gelişmiş demokrasilerde “post gerçek liderlerin” peydah olması hiç kuşkusuz büyük haber niteliği taşıyan sarsıcı bir yenilik. 
Ama gerçekte ne bizler ne de Rusya için “post gerçek”le yaşamak bir yenilik sayılmaz. 
Ruslar Sovyet döneminde “post gerçeğin” şahikasını yaşadılar. 
Biz de geri dönüp baktığımızda esasen “post gerçek”ten başka şey görmedik ve yaşamadık. 
Refah’ın -mümkünse- en “takıyyeci” ekibiyle “Türkiye’yi demokratikleştirmede dünyamarkası yapacaklarını” iddia eden liberal entelektüellerden önce de bu ülkede mesela darbeye “darbe” denmezdi. 
Darbe olgusunun ağız dolusu lanetlenmesi için “anti darbe retoriğinin” siyasi iktidarlar tarafından sonuna dek araçsallaştırıldığı günler beklendi. 
Geçmişte başarılı darbelerin çok ağır sonuçlarına duçar olduğumuz dönemlerde, kerli ferli profesörler, yazarlar, gazeteciler “darbe” lafını ağzına almaz, yalnız Türkiye’de adını duyduğum ne idüğü belirsiz bir “ara rejim”den söz ederlerdi. 
O dönemin “post gerçek ezberi” doğrultusunda askerler Türkiye’de, dünyada benzerine rastlanmayan “demokratik geleneklere” sahip çıkardı. “Rejimi korumak”için müdahale yapsalar da yaygın söylemle yönetimi “demokratik güçlere”bırakırlardı.


‘Cehalet iktidardır’ dünyası
 
“Post gerçek siyaset” bizde genlere işlemiş. 
Orwell’in “çifte düşünce/double think” diye adlandırdığı, eşyanın tabiatına kökten aykırı birbirine zıt düşünceleri savlamak bizde öylesine doğal, köklü ve yaygın bir şey ki; ne askerin vaktiyle dayattığı “ara rejim masalları”, ne de RTE’nin “ileri demokrasi savları” alerji yaratıyor. 
“Post gerçeğin” a-b-c’si denebilecek Orwell’in “1984” kitabında anlattığı üzere öteden beri aslında Türkiye’de hep “savaş barıştır”, “özgürlük tutsaklıktır” ve “cehaletiktidardır” dünyasında yaşanıyor. 
Ülkenin “en antidemokratik ekibini” yıllar boyu aydın geçinen liberallerin “Bize demokrasi getiriyorlar” diye desteklemelerine bu nedenle şaşmamak gerek. 
Gene de şaşıyoruz. Çünkü ömürler geçiyor. İnsan fasit dairenin kırıldığı günü görmek istiyor.

Nilgün Cerrahoğlu
CUMHURİYET

Ev sahibi Albayrak'ın enerji sırları- ÇİĞDEM TOKER

Ülkemiz okuru, petrol taşıma şirketi Powertrans ile Tolga Tanış’ın “Potus ve Beyefendi” kitabı sayesinde tanıştı. Tanış’ın, Singapur köklerinden başlayarak sorguladığı Powertrans ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Enerji Bakanı Berat Albayrak arasındaki bağlar, siber âlemden saçılan e-postalar ile farklı boyuta taşındı.
Şirketin “de facto” tek karar vericisi gibi görünen Albayrak, gazetemizin geçen hafta manşete taşıdığı soruları yanıtsız bıraktı. Bunun iki nedeni olabilir: Ya, Başbakan’ın öğretmen alım mülakatındaki “Reis” sorusuna cevabındaki gibi “konuşulur konuşulur unutulur” diye düşünüyor. Ki, iktidar baskısını, medya sahipliğini ve “gazetecilik” alanının nasıl daraldığı hatırlarnırsa kendi içinde tutarlı. (!) Veya bugün, Cumhurbaşkanlığı himayesi ve bakanlığının ev sahipliğinde başlayacak olan Dünya Enerji Kongresi’ne (WEC) gölge düşürmek istemiyor. “De facto” karar verici dedik çünkü Albayrak’ın adı zaten şirket kayıtlarında yer almıyor. En son 26 Ağustos 2016 tarihli Ticaret Sicili’nde yayımlanan şirket kararına baktığımızda imza yetkilerinin güncellendiğini görüyoruz. A Grubu imza yetkilileri yönetim kurulu başkanı Şevket Açar, Cem Osman Sokullu, B grubu imza yetkilisi ise Muhsin Nezir olarak belirlendi. Kuzey Irak petrollerini Türkiye’ye taşımak gibi büyük ölçekli bir işi yapan
Powertrans’ın ilginç bir özelliği var. Şirketin küresel trendlere aykırı biçimde aktif Web sitesi bulunmuyor. Önemli işlerini internetten tanıtmaya ihtiyaç duymadan sürdürüyor olmalı. Ama bugün başlayacak WEC’e katılacak şirketler için aynı şeyi söyleyemeyiz. Listeye bakarsanız hepsi kendini internette tanıtıyor.

WEC operasyonu

WEC, üç yılda bir dünyanın farklı kentlerinde yapılan ve geride bıraktığı 22 kongreyle köklü bir gelenek. Türkiye’de 40 yıl aradan sonra ikinci kez bugün Erdoğan’ın himayesi, Albayrak’ın ev sahipliğinde toplanıyor. İstanbul 9-14 Ekim tarih aralığında dünyanın dört bir yanından gelen enerji aktörlerini ağırlayacak. AKP iktidarı için bu kongre öylesine önemliydi ki, iki yıl öncesine kadar mütevazı bütçeli ancak saygın bir dernek olan Dünya Enerji Kongresi Türk Milli Komitesi’ni (DEKTMK) bürokratik bir operasyonla ele geçirdi. Derneğin tüzel kişi üyelerinden biri olan Elektrik Mühendisleri Odası’nın (EMO) itirazına karşın, Mart 2014 kongresinde tüzüğe aykırı biçimde 465 memur bir günde derneğe üye yapıldı. EMO Yönetimi’nin iki yıl önceki “Bu operasyonun amacı kongreye ev sahipliği yapmak” iddiası doğrulandı. Komite başkanı eski AKP milletvekili Murat Mercan, ev sahibi ülke sıfatıyla Dünya Enerji Konseyi yönetimine de girmiş oldu. Bundan iki buçuk yıl önce hafta içi, Bakanlık binasında ve mesai saatleri içinde yapılan bir operasyonla yönetimi ve yapısı yeniden şekillendirilen dernek, bugün AKP’nin iktidarını tahkim ettiği bir platform aracına dönüştü.

Nereden nereye Numan Bey

“Hayırlı uğurlu olsun” dedi Numan Kurtulmuş. Daha fazla işsiz ve gözaltında işkence (de) demek olan OHAL’in üç ay uzaltılması haberini, evet aynen bu sözle duyurdu Hükümet Sözcüsü. Bir düğünü kutlar, bir terfii, bir işyeri açılışını tebrik eder gibi adeta: Hayırlı uğurlu olsun. O gün 12 TV kanalı 11 radyo kapatılmış, yüzlerce gazeteci işsiz kalmış, bunun kadar önemlisi, haber alma, gerçeği öğrenme hakkı mühürlenmişti.
Saray’ın toplantı salonundaki meslektaşlar bu konuda soru sormadı. Şüphesiz ki Numan Bey ürkütücü bir karaktere bir psikolojiye sahip olduğu için değil. Bilakis yumuşak ve diyaloğa açık yapısıyla tanınan Kurtulmuş’a soru sordurtamayan, büyük olasılıkla meslektaş açısından soru konusunun akıbetine uğrama riskiydi.
Ankara’da daha farklı: Akreditasyon iptali, soruların önceden alındığı WhatsApp grubundan çıkarılma vs. Kurtulmuş, sol retorikten slogan, müzik devşirdiği ilk ve tek Kongresi’ne şu şarkı sözleri eşliğinde gelmişti: “Zalimlerin ensesinde yoksulların nefesi Kursaklarında kalacak Karunların meyvesi Gün güne eklenecek umudu büyütecek Yeri göğü inletecek halkın sesi” O dönemde sık sık gazete bürolarını ziyaret eden, adının daha görünür olması için röportaj verme dileğini küçük tirajlı gazetelere bile ileten Kurtulmuş, ne kadar çok “Nereden nereye Numan Bey” denilse yeterli gelmez.

OHAL VE 3. HAVALİMANI

“Nasıl bir bağı var?” diyorsunuzdur; aktarayım: Malum CHP lideri Kılıçdaroğlu, OHAL mağduriyetlerine itirazı nedeniyle Yenikapı ruhunu bozmakla suçlanıyor. Ankara Temsilcimiz Erdem Gül’ün konuyu irdeleyen analizinde, CHP’den eski Başbakan Mesut Yılmaz’a dönük bir değerlendirme, dikkat çekiciydi. Yılmaz’ın darbe girişimini ABD’de anlattığı ancak iktidara tek bir eleştiri olmadığı belirtilip “AKP içindeki isimlerden beklemiyoruz ama bir eski başbakan mağduriyetler konusunda iktidara tek satır laf söylemiyorsa, üzerinde durulmalı” deniliyor. Yılmaz’ın oğulları Mehmet Yavuz ile Emir Hasan ticaretle uğraşıyor.
Şirketleri CFS İstanbul Yatırım AŞ. önce gıda, restoran işiyle meşguldü. Sektör bekleneni verememiş olmalı ki, 3. Havalimanı’nın hafriyat işine girdiler. 20 Nisan 2015 tarihli Ticaret Sicil gazetesinde ana sözleşmeye, “dinamitleme, kayaların kaldırılması, drenaj, hafriyat” eklendi. Hürriyet’ten Sefer Levent “10’a yakın şirketin 1 milyar Avro’luk işi paylaştığını” geçen yıl yazmıştı. Biz de buradan önce 3. Havalimanı’nı yapan 5’liyi anımsatalım: Limak-Kolin-Cengiz-Mapa ve Kalyon. Sonra da bugün AKP rejiminin gözdesi olan şirketlerin gerçekte ANAP iktidarı döneminde kalkındığını not düşelim. Hafriyat denilip geçilmese iyi olur.

Huzur hakkı

Yaptıkları işin profiline, hacmine, önemine baktığınızda, kendisini internette tanıtmasını beklediğiniz şirketlerin bir Web sitesi olmaması hakikaten enteresan. Herhalde bir bildikleri vardır. BMZ Group Denizcilik ve İnşaat Sanayi Anonim Şirketi de onlardan biri. Necmeddin Bilal Erdoğan’ın ortakları arasında yer aldığı 3 milyon TL sermayeli şirket 31 Ağustos 2016’da genel kurul toplantısı yapmış. 19 Eylül 2016 tarihli Ticaret Sicili gazetesine göre toplantıda 2015 yılı faaliyetleri ibra edilmiş. Sonra da Necmeddin Bilal Erdoğan’a aylık net 10 bin TL huzur hakkı verilmesine karar verilmiş. Anılan kararda diğer yönetim kurulu üyelerine huzur hakkının verilmeyeceği de zapta bağlanıyor.

Çiğdem Toker
CUMHURİYET

8 Ekim 2016 Cumartesi

Ohal’e övgü - ORHAN GÖKDEMİR

Küçük küçük TV’lerin fişini çektiler, kapılarına kilit vurdular. Kayyuma verdiler elde kalan mallarını. Kilit vurdukları TV’lerde çalışanların basın kartlarını da iptal ettiler ki bir daha haber kovalamasınlar.
Küçük küçük radyoların fişini çektiler. Birine kapısını kırarak daldılar, içeridekileri saçlarından tutup sürüklediler. Türkü çalan Yön Radyo'yu da tutup attılar uydularından. Çünkü ortalıkta sadece “bön radyo, bön TV” kalsın istiyorlar. Çünkü babalarının malları olduğunu düşünüyorlar devletin, uydusunun, copunun, tabancasının. Basın tarihinde ilktir bunlar. Abdülhamit döneminde bile eşi benzeri görülmemiştir.

***

Damadın e-postalarını kırıp basına açıkladı RedHack. Onlar da çaresiz gidip yıllar önce derdest ettikleri zanlıları topladı tekrar. Ellerinde tek bir kanıt yok ama olağanüstü halleri var. 12 gün tuttular zanlıları hiç yoktan. İttiler, kaktılar, eziyet ettiler. Sonra pardon deyip salıverdiler mahkeme kapısından.
Tek parti rejiminden, onun dine baskısından yakına yakına iktidar oldular. Tek parti rejimine ve her türlü baskıya rahmet okutuyorlar şimdi. Hukuksuz işinden ediyorlar insanları, yargısız içeri atıyorlar. Olağanüstü hallerine dayanarak dün kapattıkları kurumların mallarını bugün başkasına devrediyorlar. Moğol ordularının ruhu dolaşıyor ülkenin üzerinde. Esir aldıklarının malı mülkü onların, canları doğrudan cehenneme.
Artık AKP yönetimi bir olağanüstü haldir. İçeride, dışarıda baş gösteren sıra dışı, tuhaf haller de o halin belirtisidir. Bakın son günlerdeki tartışmalara, atışmalara. Hepsinde olağanüstü bir yan, olağanüstü bir hal göreceksiniz.

***

Dubai merkezli Rotana Televizyonu'na konuşan R. T. Erdoğan, TSK’nın Irak topraklarına girişini değerlendi. "Musul Musulluların, Telafer Telaferlilerindir. Hiç kimsenin buralara gelip girmeye hakkı yok. Musul'un DAEŞ'ten kurtarılmasından sonra da burada sadece Sünni Araplar, Türkmenler ve Sünni Kürtler kalmalıdır" dedi. Evet evet, kelimesi kelimesine böyle söyledi…
Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz, öğretmen adaylarına “Reis deyince aklınıza ne geliyor” sorusu yöneltildiği iddiaları ile ilgili olarak "Böyle bir soru bizim soru havuzumuzda yok. Diyelim ki bir tanesi sordu: Reis hakkında ne düşünüyorsun? diye. Bu mülakatı haksız yere mi düşürür? Kişi onun hakkında ne düşündüğünü söyler, sever sevmez, beğenir beğenmez. Turgut Reis der, Piri Reis der veya başka bir reis der, onun hakkında da fikrini söylesin bunun ne zararı var?" dedi. Dedi, evet…
Bolu Valiliği, 15 Temmuz darbe girişiminde ölenlerin aileleri için başlatılan yardım kampanyasına destek olunması için kamu kurum ve kuruluşlara yazı gönderdi. Valiliğin yazısını alan ve emir telakki eden Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi rektörü yazıya ek yaptı, açıklık getirdi. Güvenlik ve temizlik personelinin 5, idari personelin 50, akademik personelin en az 100 lira bağış yapmasını istedi. Zorlama olup olmadığı sorulunca “Beklentilerimizi belirttik. Yoksa zorunlu, mecburi, yaptırımvari bir talep yok. Yardım gönüllülük esasına dayalı bir şey sonuçta” dedi.
AKP vekili ve TBMM Cezaevi Alt Komisyonu Başkanı Mehmet Metiner, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra cezaevlerinden gelen kötü muamele ve işkence iddialarıyla ilgili inceleme yapmayacaklarını söyledi. Fren tutturamadı sonra. "Asla onlara işkence yapılmadı. Yakalanma esnasındaki yediği tekme tokatlarla ben ilgili değilim. Ben olsaydım aynısını yapardım. Fazlasıyla yapardım. Darbecilere karşı o gece elimde silah olsaydı alnının çatısından vururdum" dedi. Dediler bunları…
Yasaya, kararnameye gerek yok. Başkasının toprağına girip işgalci olmayan, insan hakları komisyonu başkanlığı yapıp hak tanımayan, eğitim bakanlığı yapıp kural bilmeyen, üniversite yönetip hukuk tanımayanların iktidar olduğu bir hal zaten olağanüstü bir haldir.

***

Halk ısrarcı ama kötü bir çevirmendir. Revizyonisttir, metinleri çıkarlarına göre eğip bükerler. Oportünisttir, ifade edecek kelimeleri seçerken kendi faydalarını düşünürler. Dinler tarihi halkın hışmına uğramış, zorla halkın diline çevrilmiş kutsal metinlerle doludur. Musa’nın kitabının bugün yazılı olduğu gibi olduğunu mu sanıyorsunuz? Ya İsa’nın kitabının? O metinleri kayda geçiren Levililer de, havariler de halkın adamlarıydı. Büyük patron ne derse desin, kalabalıkları rahatsız edecek şeyleri kitaba almayacak kadar akıllılardı.
Kutsal kitaplara bu muameleyi yapan halk aynı şeyi “demokrasi”ye neden yapmasın? Yaptı nitekim. Koydu bütün ağırlığını ve rejime kendi rengini verdi. Düşünsenize, 1960’lı yıllarda ülkenin en parlak hocalarının el birliğiyle yapılan anayasadan, Burhan Kuzu’nun tek tüfek yazdığı anayasa yapması aşamasına geldik. Çünkü halk aradan geçen süre içinde yönetimi sadeleştirdi, basitleştirdi. Al kahveden birini yap dış işleri bakanı, sırıtmaz artık!
Devletin sine-i millete dönüp kendisini ilga etmesidir bu aynı zamanda. Yönetilen ile yöneten arasındaki bütün farkın silinmesidir. Bakmayın idiokrasi diye manidar göndermeler yapılmasına, tersinden demokrasidir.
Tekmeleri soruyorsanız onlar işin cilvesi. Halkımız demokrasiyle ilk karşılaşmasında ona “demir kırat” adını verip ileride atacağı çifteleri muştulamıştı zaten. Seçkin seçkin konuşursan yersin tekmeyi.

***

Uzatmışlar olağanüstü hali. Uzatırlar. Burhan Kuzu’nun anayasa yazdığı, Mehmet Metiner’in insan hakları kovaladığı bir hal zaten olağanüstü haldir. 

Orhan Gökdemir
SOL