16 Ekim 2016 Pazar

1914’ten 2016’ya milliyetçilik ve sınıf gerçeği- KEMAL OKUYAN / SOL

Yıl 1914, Birinci Dünya Savaşı’nın artık eli kulağındaydı. Davul zurnayla yaklaşırken emperyalistler arasındaki hesaplaşma, bir Yugoslav milliyetçisi kurşun sıkıverdi Avusturya Arşidükü Ferdinand’a, hızlandırmak için adeta tarihi.

Siklet merkezi Avrupa’ydı neredeyse kaçınılmaz hale gelen savaşın ve o Avrupa’da savaşı durdurabilecek tek güç işçi sınıfıydı.

İşçi sınıfı hareketinin merkezi aynı zamanda yükselen emperyalist ülke olan Almanya’ydı. Milyonlarca oyu, milyonu aşkın üyesi, binlerce yayın organıyla “devlet” gibi partiydi Sosyal Demokrat Parti. Henüz komünistler sosyal demokrat gelenekten kopmamıştı, Marksizm her yerde kendini sosyal demokrat partiler içinde ifade etmekteydi.

Savaşın, İkinci Enternasyonal’de örgütlenen uluslararası işçi hareketi tarafından durdurulabileceğine dair bir inancı vardı birçok kişinin. Karşıt bloklarda yer alacakları kesin olan iki komşu ülke Almanya ve Fransa aynı zamanda işçi hareketinde de başı çekmekteydi. Tamam, Almanlar baskındı, hareketi domine ediyordu ama iki ülkede işçi örgütlerinin toplam hacmi insanlığa umut verecek ölçüde kabarıktı. Hem savaş tamtamları daha güçlü çalmaya başladığından beri Alman ve Fransız sosyal demokratları birbirlerini ziyaret ediyor, mitinglerde kol kola girip yumruklarını sıkıyor, “kardeşlerimize kurşun sıkmayacağız” diye haykırıyordu.

Oysa Alman partisinin yıllar önce sömürgeciliği mazur gösterecek “teori”ler geliştirdiği, kendi geleceğini Alman devletinin yükselişine bağladığı, işçi sınıfının elde ettiği haklarla Almanya ekonomisinin yeni kaynakları yutması arasındaki ilişkiyi kısmen doğru ama ahlaksızca kurduğu ve devrimci bir partiden çok sermaye düzenine soldan akıl veren hormonlanmış bir lobiye dönüştüğü unutuluyordu. Diğerlerinin de bir farkı yoktu.

“Devlet” gibi partilerin yöneticileri birbirlerine kurşun sıkmadıklarında imtiyazlarını, parlamentodaki itibarlı yerlerini kaybedeceklerini hissettiler. Önemli bölümü işçi kökenliydi, işyerlerinden koparılıp sendika ya da parti ofislerine tıkılmış, profesyonelliğe mahkum edilmiş, yürekleri nasır beyinleri yağ bağlamıştı. Parlamentolardan şakır şakır savaş yanlısı kararlar çıktı. Meclislerin sağında eller “kutsal değerler” adına, solunda “özgürlükler” adına kalkıyordu. Patronla işçi “vatan” için birleşmişti. Alman işçisi “vatan” için Fransız işçisine, Fransız işçisi “vatan” için Alman işçisine kurşun sıkacaktı!

Sıktılar. Yüz bin yüz bin öldüler. Bu katliama seyirci kalmayan bir avuç devrimci önce sosyal demokrat partilerden atıldı, sonra zindanlara.
“Milliyetçilik sınıf uzlaşmacılığıdır” deriz her zaman; işte bu gerçeğin en rezili, en pespaye ve en kanlısı 1914’te kendini göstermiş oluyordu. Yurdunu sevmekle, yurtsever olmakla, vatanındaki alçaklara, kan içicilere göz yummak arasındaki ayrımın önemi ilk kez bu kadar açık bir biçimde sergileniyordu.

Alman egemenlerinin hesabı şuydu: Ekonomi kabına sığamıyordu, yeni pazarlar, hammadde kaynakları gerekiyordu; İngiltere ile rekabet için son yıllarda sürekli işgücü maliyetini artıran işçi sınıfının pazarlık gücünü kırmak gerekiyordu; toplumda eşitlikçi düzen arayışını rayından çıkarmak, Almanları tek bir ülkü etrafında birleştirmek gerekiyordu. Savaş göze alınabilirdi.

Alman sosyal demokratları hem bu muhakeme tarzını hem kapitalizmin krizinin savaşı nasıl kaçınılmazlaştırdığını bal gibi biliyordu. Ancak bu gerçeğe kafa tutmanın tek yolu olan düzeni yıkma mücadelesi yerine, savaşa yol verdiler. Almanya kazanırsa onlar da kazanacaktı!

Çarlık Rusyası da savaşıyordu. Rus işçisinin bir bölümü, köylülüğün ise neredeyse tamamı, zaferle birlikte çarın sevgili kullarını da ihya edeceğinden emindi. İstanbul gibi büyük bir ganimet de vadedilmişti.

Yoksulların gözü dönmüş, zengin sınıfların küpü dolsun diye birbirlerini katlediyorlardı.
Savaşın hemen başında, işte aynı Rusya’dan o sıralarda pek işitilmeyen bir ses bu rezalete açıktan tavır aldı. Lenin polemiklerinde her zaman acımasızdı ama uluslararası işçi hareketindeki ihanet karşısında neredeyse çıldırmıştı. Yalnızca öfkesini değil, entelektüel yeteneklerini tamamen bu ihanete karşı harekete geçirdi. Savaşın nedenlerini sarih bir biçimde ortaya koydu, sosyal demokrasinin içten içe nasıl çürüdüğünü gösterdi. Emperyalizm kitabını da aslında bu motivasyonla yazdı.

1914 Eylülü’nde mevcut savaşın işçi sınıfının dikkatini içerideki siyasal krizden uzaklaştırdığına, sınıfın birliğini ve onun öncü siyasal örgütlenmesini dağıttığına işaret ederken, savaşın “büyük güçler” arasındaki bir jeopolitik bilek güreşi olarak görülmesini engellemeye çalışıyordu. (Lenin, Bütün Eserleri, 21. cilt, sayfa 25).
Evet, emperyalistler birbirleriyle kanlı bir kavgaya tutuşmuştu ama tekeller Almanya’da, İtalya’da, Fransa’da, İngiltere’de deli gibi kâr etmeye devam ediyordu; grevler vatan-millet adına yasaklanmıştı, ücretler kısılıyordu, kamu kaynakları bu militarist çılgınlığa ayrılmıştı, hemen her sektör kendisini savaş çağına göre ayarlamıştı. Gıda tekelleri cepheye konserve ve çikolata tabletleri, tekstilciler asker kaputu, silah sanayi cephane yağdırıyordu. Finans sermayesine gelince… Bazı kaynaklar, bankaların ölen her bir asker başına 10 bin dolar (dolar daha bir dolarken!) kâr ettiğini yazar!

Bütün bu gerçekleri sıralamanın bugün ne anlamı mı var?
Bunları işçi sınıfı ile sermayeyi şu ya da bu nedenle ve şu ya da bu düzlemde yan yana getirmeye çalışan her stratejinin yukarıda özetlediğim tarihsel suçun ortağı olduğunu hatırlatmak için yazıyorum.

Bugün demokrasi, özgürlük, laiklik, ulusal çıkarlar adına emek-sermaye çelişkisinin sineye çekilmesi gerektiğini düşünenler bilsin ki, 1914 Almanyası ya da Fransası’nda aynı mantıkla hareket edenlerin argümanları daha az “inandırıcı” değildi. Fransızlar kendi özgürlüklerinin Alman despotizminin tehdidi altında olduğunu ileri sürdükleri gibi, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan’daki halkları da özgürlüğe kavuşturmaktan dem vuruyordu. Almanlar ise gerici Rus rejimine karşı uygarlık adına ölüm-kalım savaşına giriştiklerini söylemekteydi.
Herkesin kendi patronunun kıçına takılması için makul bir gerekçesi vardı.
“Ama Türkiye bir emperyalist ülke değil” diye itiraz edilebilir.

Emperyalizm tartışmasına burada girmeyeceğim. Ama emperyalistleşme bir eğilim olarak bütün kapitalist ülkelere içkin olduğu gibi Türkiye’deki kapitalistlerin hırsı, kâr tutkusu ve halka düşmanlıkları 1914’teki savaş manyağı tekellerden aşağı değildir.
Dün Kafkasya’da, Balkanlarda, bugün Suriye ve Irak’ta tanık olunan denemelerin, kanlı maceraların her birisi bir yandan başat emperyalist ülkelerin çıkarlarına hizmet ederken diğer yandan Türkiye’de sermaye sınıfının yeni yatırım, pazar ve enerji kaynaklarına dönük ilgisini tatmin ediyordu.

“Bizim patron kazanırsa işçi sınıfı da kazanır” tezi tarih boyunca yalanlanmıştır. Kapitalist sınıfın zenginliklerin küçük bir porsiyonunu emekçiler içinde ufak bir bölmeyi satın almak için kullandığı doğru olmakla birlikte, en zengin ülkelerde bile bu bölmenin refahının kalıcı olduğu görülmemiştir. Ayrıca o küçük azınlığın dışında milyonlarca insan her daim yoksulluğa, işsizliğe, ağır çalışma koşullarına talim etmektedir.

AKP Türkiyesi’nde ise büyük tekeller inanılmaz kârlara ulaşmış ama reel ücretler sürekli gerilemiştir. Patronların dolan kasasından işçi sınıfının payına düşen “milli irade”ye saygı gösterme zorunluluğudur. 1914’te milli irade neyse şimdi de odur; milliyetçilik sömürücü sınıfların en etkili silahlarından biridir.

Ne demiştik? Yurtseverlik, sevgili ülkemizi sömürücülerden, hırsızlardan, parazitlerden temizleme iradesidir.

Kemal Okuyan
SOL

Fo, özgürlükte çıtayı yükseltti-Nilgün Cerrahoğlu

Anarşist, solcu, ateist sanatçı Dario Fo, komünist direnişçilerin efsanevi şarkısı“Bella Ciao” ile uğurlandı. Katafalka konduğu Milano’daki “Piccolo Teatro”sahnesinden alınarak Duomo katedralinin bulunduğu görkemli meydana “BellaCiao” notaları eşliğinde getirilen Fo’ya burada, “laik” bir tören yapıldı. Sanatçının tek oğlu Jacopo törende babasına şu sözlerle veda etti: 
“Annem (üç yıl önce ölen tiyatro sanatçısı Franca Rame) ve babam hayatta ne idilirse, sahnede de hep o oldular. Dario ve Franca’yı insanlar bu nedenle, sahici oldukları için sevdi. İkisi de çok baskı görmelerine rağmen hiç baş eğmedi. (Dario Fo) Kaybedecekleri bir şeyleri olmayan ve iktidarları olmayan insanların, gereğinde iktidarı ellerine geçirebileceklerini gösterdi.” 

Solculuğu yüzünden yıllarca ABD’ye sokulmayan, ülkesinde faşist saldırılara maruz kalan, TV’lerde 15 yıl ekrandan men edilen Dario Fo, Vatikan’la da Katolik değerlerini hicvettiği “Mistero Buffo” (Gülünç Gizem) oyunu nedeniyle “papaz olmuştu”... 
Dört koldan karşısına çıkartılan bu engellere rağmen duruşundan hiçbir dönemde taviz vermeyen ve gerek hayat, gerek sahne arkadaşı Rame ile eserlerini kıyıda köşede kalan küçük tiyatrolarda oynamaktan çekinmeyen Fo, olağanüstü yeteneği ve yaratıcılığı ile hep ayakta kalmayı başardı. 
Özellikle bu gerekçeyle (“yerleşik düzen güçlerine meydan okuyarak ezilenlere onurlarını teslim eden ve tiyatroyu yenileyen sanat ruhu adına”) Fo’ya ’97’de Nobel Edebiyat Ödülü verilmişti. 
70 yıllık sanat serüvenindeki bu tutarlı ve dirençli mücadelesi yüzünden İtalya, Fo’yu şimdi bir “özgürlük totemi” olarak uğurluyor.

Yozluğa tepki 
Gazeteler arkasından şöyle şeyler yazıyor: “İktidara, bu ülkede özgürce kafa tutmanın maliyeti nedir.. bunu Fo’nun öyküsünden çıkarabilirsiniz. İtalya geçmişe nazaran bugün daha özgürse, bunu tiyatro ile edebiyatın aynı zamanda siyasi bir mücadele aracı olduğunu bize öğreten Dario Fo ve Franca Rame’ye borçluyuz.” 
Soğuk savaşta Hıristiyan Demokratlara, ’90’larda Berlusconi’ye ve son dönemde sosyal demokrat Başbakan Renzi’ye eleştirilerini esirgemeyen Fo, sağdan sola siyasi yelpazenin yozluğuna ve dejenerasyonuna hep öfke duydu. 
Berlusconi’nin iktidardan ayrılmasının Çizme’de hiçbir şeyi değiştirmediğini iddia eden sanatçı, Renzi’yi “Berlusconi’yi yargıdan kurtarmakla” suçluyordu. “İtalya başı sonu belli olmayan bir ‘mısır bulamacına’ (polenta) dönüştü” diyordu. 
Fo’nun bu ağır eleştirilerine rağmen Renzi hiç kin gütmedi ve sanatçının arkasından güzel şeyler söyledi. 
“İtalya, Dario Fo ile tiyatro, kültür, sivil yaşamın baş aktörlerinden birini kaybetti” diyen Başbakan Renzi, ekledi: “Onun hicvi, sahnede yarattıkları, çok yönlü sanatsal etkinlikleri dünya çapında bir İtalya’nın büyük mirası olarak kaldı.”

Nöbeti Dylan devraldı 
100 küsur tiyatro oyunu olan Dario Fo, İtalya’nın dünyada en çok yabancı dile çevrilen ve eserleri en çok yabancı dilde oynanan yazarlarından biriydi. 
Volkan gibi sönmeyen enerjisi, üretkenliği, sıcaklığı, cana yakınlığı, duyarlılığı, zekâsı, iyimserliği, samimiyeti, cesareti, tutkusu ve de ülkeyi bölen cüretkâr çıkışlarıyla ölümüne dek gündemde oldu. İki ay öncesine dek ise sahnedeydi. Akciğer komplikasyonlarıyla son nefesini verdiği hastanede, sahneye koymayı tasarladığı son oyunu için son güne dek şarkı provalarına devam etti. 
Nobel Edebiyat Ödülü’nü edebiyat dünyası dışından alan ilk büyük sanatçı olan Fo’nun öldüğü gün, “folkçu” Bob Dylan, bu büyük ödüle layık görülen ikinci istisnai isim oldu. Böylece “düzen karşıtı” iki “aykırı sanatçı” arasında tesadüfi bir nöbet değişimi kaydedildi. 
Biz de Fo’ya uyan Bob Dylan’ın unutulmaz dizeleriyle uğurlayalım kendisini: “Nice yol gitmeli ki insan, adem olabilsin... / Nice denizde süzülmeli ki martı, kumsala konabilsin... / Nice kez yukarı bakmalı ki insan, göğü görebilsin... / Ve kaç kulağı olmalı ki, ağlayanı duyabilsin...” 
Nobel arada bir “Nobel”liğin hakkını veriyor.

Nilgün Cerrahoğlu
Cumhuriyet

14 Ekim 2016 Cuma

Sokak dediğin hayat kavgasının olduğu yerdir - MEHMET KUZULUGİL / SOL

Haziran Direnişi’nin ardından “sokak” ve “mücadelenin sokaklara taşınması” sol siyasi literatürde ve tartışmalarda önem kazandı. Aslında “sokak” konusunu önemli bir siyasal eksen haline getiren direnişin sönümlendiği noktada ortaya çıkan karşıtıydı.
“Seçim sandığı” Haziran Direnişi’nden çok önce, ülke siyasetinde ve toplumsal mücadeleler alanında kurulduğu tahtından indirilmişti.

Meclisteki partilerin, Başbakan'ın, bakanların yok saydığı, “muhatap bile almadığını” ilan ettiği dinamikler ülkedeki siyasi nabza şekil verebildiklerini gösterdi.
TEKEL işçileri, ekmekleriyle oynanan bir “vatandaş gurubu” olarak otobüslere binip geldikleri başkentte, hükümete arz eden değil, halkla buluşan bir emekçi hareketi oluverdi.
“Milli irade” kabloları çekmeye kalktığında sokaklara internet eylemleri aktı.
Liseliler, hesap sordu. İtiraz dilekçeleri ile değil, sokağa dökülerek.

Direniş sokaktan nasıl çekildi?
Haziran Direnişi bu patikadan çıkmıştı, aynı patikadan geri indirildi.
2014 Yerel Seçimleri'nde piyasaya çıkan “sandıkta geriletme” hikayeleri, Ağustos'a “Ekmeleddin fırsatı” ile, 2015 Haziranı'na bağlamalarla, özlenen ittifaklarla, sokak sandık diyalektiği halüsinasyonları ile taşındı.
Hikâyeyi uzatmayalım. Bazı fotoğrafları hatırlatalım.
Sokak sadece sokak eylemi değildir. Bir ara bunu öğrendik. Sokakları TOMAlara terk etmemek, yasaklanan eylemlerden geri basmamak... Bunların her türlü akıl yürütmeyi gereksizleştirdiği bir psikolojik direniş evresinden çıkıldı ve buraya gelindi.
Sonra; sokakları gericiliğe terk etmeyeceksek, bunu ancak güçlü çıkışlarla, anlamlı güç gösterileri ile yapabiliriz, bunu öğrendik. Kararlılık gösterisinin sayısal ölçütü olmayacağı belirlemesinden, düzenin güç gösterilerine zemin hazırlayan zayıf ve ezdiren eylemlerden kaçınma fikrine gelindi.
Kent meydanlarını doldurmak, gericiliğe terk etmemek kadar mahalleyi, yaşam alanlarını direniş mevzii haline getirmek de önemli. Buralara da gelindi.
Öyle ya da böyle “sokak” kelimesinin cazibesi hiç ortadan kalkmadı. Bu cezbelenmenin çocukça bir saplantı haline gelmemesi için bulunan formüllerse daha çok sokağın tanımı ile oynamaya dayanıyordu.

Fetişler ve zorunluluklar
Yukarda özetlediğim fotoğraflardaki tüm bilinç evreleri aslında geçerli, doğrulanmış değerlendirmeleri esas alıyor.
Kararlılık göstermek gereken anlarda, bazen sayı değil varlık/yokluk önem taşır.
Kararlılık gösterisi başka bazı durumlarda kitlesel heyecanın, direnç eğiliminin fiziki zora kırdırıldığı bir rezalete de dönüşebilir.
İkililerin her biri de, aslında pekâlâ geçerlidir.
Tüm bu hikâyede unutulan iki şey var. Önce “zaten var” denilerek geçiştirilen, giderek “olsa ne olur, olmasa ne olur”a ulaşılan iki şey: Örgüt ve ideoloji.
Örgütlülüğü güçlendirme ve örgütlü bir biçimde tasarlanıp hayata geçirilme boyutları unutulduğunda sokak da, eylem de kolaylıkla bir sabun köpüğüne dönüşebilir.
Belirli bir fikirsel sürekliliği, bir toplumsal hedefi ve giderek bir siyasal programı temsil etmediğinde de...
Bu söylenenlerin otomatik olarak daha pratik ve daha yerel olan karşısında daha teorik ve daha bütüne dair olanı temsil ettiği düşünülmesin.
Tersine...
Aslında sokak bir romantizm alanı, bir fetiş olmaktan çıkıp, gerçek, soluk alıp veren, yaşayan bir şey haline geldiği ölçüde örgütlülük de ideolojik temel de bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor.
Güncel duruma dönerek bunu biraz açacağız.
Şimdilik tespiti tekrarlayalım: Örgütlülüğün güçlendirilip kalıcılaştırılması ve belirli bir dünya görüşünün güçlendirilmesi, eylem ve sokak için iki önemli ölçüttür. Bunlar yoksa eylem etkili değildir, sokak varlığı kalıcı değildir. Bu birinci nokta.

Büyük siyaset meselesi
Sokak, sandık vs. konularında söylenenlerin ima ettiği bir şey var: Sokak son tahlilde tekil olana, belirli bir spesifik konuya ilişkindir. Sandıkta ise büyük siyaset bağlanır. “Gerici partinin hükümet olması ya da olmaması, zorunlu din dersinin anayasadan çıkartılıp çıkartılmayacağı, Kürt sorununda çözüm mü savaş mı istendiği vs. Bunlar büyük siyaset alanını tarif eder.” Sandık'ın tekelinde değildir elbette.
Burada işin “sandık” kısmını bir kenara koyalım. Kabaca, büyük siyasetin mecliste yapılan konuşmalardan, basın açıklamalarından, anayasadan, siyasal bildiri ve protestolardan geçtiğini, sokaktan geçenin ise aranan haklar, korunan ağaçlar, güvenceye kavuşturulan taşeron işletmeler vs. olduğu söylenmektedir.
Buna sınıf ve siyaset ikilemi de eklenebilir. “Büyük siyaset tanımı gereği burjuva siyasetidir, sınıf mücadelesi ise burjuva siyasetinin yapay ve sanal gündemleri ile değil sınıfların gerçek sosyal-ekonomik çatışmaları ile belirlenir.” Böyle de denilebilmektedir.
Bunlar yanlıştır.
Zorunlu din dersine karşı dilekçe veren, milli eğitimin yobazları ile kavga veren bir öğrenci annesi bu ikilemler sisteminde tanımlanamayacaktır!
Oysa o, sokaktadır ve dibine kadar büyük siyasetin gündemine müdahale etmektedir.
Sırtını burjuva hükümetlerine dayayarak sömürü ve vurgunda sınır tanımayan patron, yatları, malikâneleri, Ferrarileri ile sadece mürekkebine dokunabildiğimiz gazete sayfalarındadır. Uzaktadır. Vurgunları ve hükümet partileriyle ilişkileri büyük siyasetin konusudur... Diye düşünürüz.
Milyonluk cipleriyle ailecek fabrikanın otoparkına park ettiklerinde... Cipleriyle, skandallarıyla, aşırı zenginlikleri ve vurgunlarıyla, üç aydır ücretini alamayan işçinin elinin uzanacağı yerdedir. Yumruk mesafesinde!
Üç aydır ücretini alamayan işçi, direnişe geçtiği fabrikanın önündeki çadıra doğru sürülür. Patronların amacı direnişi sokağa dökmek değil, sokağın dışına itmektir. Fabrikanın önündeki çadırda, karda kışta direnmeyi sürdüren işçi de diktiği çadırı sağlamlaştırmayı değil, fabrikanın içine tekrar girmeyi, dışına itildiği sokağa tekrar egemen olmayı ister.
Bu son örneği biraz kurcalayayım ki, kaş yapalım derken göz çıkartmayalım.
Fabrika önünde açılan direniş çadırları, içerde süren sınıf mücadelesinin yeni bir evresidir elbette. Bir kararlılık gösterisi olduğu ise tartışılmaz.
Ama sınıf mücadelesini kitaplardan ve internet “kupürlerinden” değil de içinde yaşayarak öğrenen herkes çok iyi bilir ki, bu direniş çadırları direnişi fabrikanın dışında görünür kılmak için değil, fabrikanın içindekilerde diri tutmak için kurulur. Çadırın önünden geçen belediye otobüslerinden görünen “Direnişimizin 129. günü” pankartı otobüsün içindekiler için belki sadece umut kırıcıdır. Servisten inip turnikeye giren işçi içinse bir hatırlatmadır, bir hesaplaşmadır, bir iç kavgadır.
Burada ikinci tespitimizi tekrarlayalım: Sokak, örgütlenilen, ekmek kavgası verilen, konuşulan, yazılan, düşüncenin, duygunun, tavrın alınıp verildiği mekânlardır. Bu mekânları unutan ya da marjinalize eden sokağı marjinalize eder. Ve bu mekânlar, yani yaşam alanlarımız, alabildiğine politiktir. Politik mücadelenin, “büyük siyasetin” dışarda bırakılarak girileceği yerler değildir. Esasen bu mekânları “sokağın” dışında görenler bu mekânlardan uzak da durmazlar. Nasıl dursunlar, onlar da bu mekânlarda yaşarlar! Yaptıkları “sokağa” bıraktıkları siyaseti, içeriye sokmamaktır.
İki belirlememizi birleştirelim.
Eylemde örgütlülüğü küçümseyen, yaşamı küçümser. Eylem, bir basın açıklamasının ya da mitingin sıkıştırıldığı bir kısa aralıksa, burada hayat yoktur. Suni teneffüs vardır.
Bu mantık, bir mitingin örgütlenmesi sırasında ulaşılan yüzbinlerce insanı değil, miting alanında saydığı kelleleri önemser. Kelleler az geldiğinde “atraksiyon” peşine düşer.
Örgütlülük, mücadelenin yaşamdaki sürekliliğidir. Her türlü örgütlülükten söz ediyoruz. Elbette bağlandığı yer siyasal örgütlülük olarak.
İdeoloji, insanların yaşama bakışlarını, dünya görüşlerini değiştirme mücadelesi, eylemin sonucu ya da eklendiği bütün değil bizzat varlık nedenidir.
Şimdi son nokta...
Bugün.
Umutsuzluğu, karamsarlığı, miskinliği, bezginliği ve hareketsizliği kıracak olan formül de buradan çıkıyor.
“Erdoğan, gitti gitti geldi. Şimdi daha büyük bir karanlığa gömüldük.
Başkanlıktan vazgeçecek sandık, vazgeçmedi! Taksim mitingiyle ona dur dediğini sandığımız Kılıçdaroğlu, Yenikapı ruhuyla halkayı kendi burnuna taktı. Erdoğan, milli mutabakat, uzlaşma, birlik diye başlayıp yine aynı yere gelebildi.
Ve olmadı, olamıyor işte!”
Bu ruh halini kıracak olan, burada pompalanan karamsarlığı gömecek olan, büyük siyasetin taşlarını yerinden oynatmak değil. CHP şöyle değil böyle yapsa, HDP ile CHP şöyle böyle etseler... Anahtar burada değil. Anahtarın açacağı kilit bile bu değil.
Yaşamın kendisine, sınıf mücadelesinin ekranda değil hayatta olduğu yere bakmak gerek.
Şalvarlı gerici ile çarşaflı karısının komşularının burnuna halka takıp takamadığına bakmak gerek. Kılıçdaroğlu'nun burnundaki halkayı bir kenara koyup.
Mustafa Koç'un “aman ne büyük bir modern Türk büyüğü” olduğu konusunda isteyen istediği hayali görsün. Tofaş'ın, Yapı Kredi'nin, TÜPRAŞ'ın, Koç'un TÜPRAŞ'ı alabilsin diye Özilhan'a sattığı Migros'un işçileri gerçektir.
Sokak gerçekse, işte bu gerçeğin içindedir.
Bu gerçeği siyasetin dışına düşürmek, tekilleştirip, atomize etmek, sokağa da sınıf mücadelesine de ihanettir.

MEHMET KUZULUGİL / SOL

Barış pazarı- Meriç Velidedeoğlu

Şu günlerde “AKP” iktidarı, “aman ha barış!” diye kalkıyor, “barış” diyerek oturuyor; halk ise sulandırılmış, pazara düşmüş olanı değil, gerçek bir barış istiyor, hele şehitleriyle yürekleri parçalananlar... 

Bu doğrultuda bir barış isteği de, “ABD”den, Nobel Kimya Ödüllü “Prof. Dr. Aziz Sancar”dan geldi; “Nobel’i vermeye hazırım, yeter ki ülkeme ‘barış’ gelsin!” diyerek yürekten kopan bir sesle katıldı halkımızın barış isteğine. (8.10.2016) 
Ayrıca bu konuda da örnek aldığı kişinin “Atatürk” olduğunu video konferans yoluyla bize duyurdu.
 
Böylece Prof. Dr. Sancar, Atatürk’ün “85 yıl” önce, “20 Nisan 1931” günü yaptığı“evrensel” çağrı “Yurtta barış, dünyada barış!” vurgulamasını da anımsatıyordu.
Ne var ki bu barış çağrısı, “51” yıl sonra “1982”de cezalandırılıyordu ünlü “Barış Davası” ile böylece “barış”, “barışa çağrı” açıkça “suç” sayılıyordu; bu suçu işleyenler arasında olup, bu dava ile mahkûm edilen “Ataol Behramoğlu”nunMaltepe Askeri Cezaevi’ndeyken yazdığı şiirleri, hafta başında, köşesinde yayımlandı, umarım kaçırmamışsınızdır. 
Değerli dostlar bu barış isteği, barıştan yana oluş, binlerce yıldır sürüyor, savaşın“nedeni”ni, “2400 yıl” önce, Yunanistan’ın altı yıldır birbirleriyle savaşan Atina ve Isparta halkına, bu savaş dolaysiyle iyice bunalan, çoğunluğu kömür işçisi olan“Akharnai” kentinin emekçileri: “Savaştan yalnızca sorumsuz birkaç kodaman yararlanmaktadır!” diyerek ortaya koyar.
 
Emekçilerin bu haykırışını, o günleri onlarla birlikte yaşayan ünlü ozan“Aristophenes”, “Akharnaililer” adlı tiyatro oyununda böyle duyurur. 

Ve bu tiyatro oyunu, “Atina-Isparta Savaşı”nın en acımasızca sürdüğü sırada Atina’da sahnelenir; oyun izleyiciler tarafından coşkun alkışlarla karşılanır; üstelik“yönetim”, ne oyunu engeller ne de yazarını tutuklar... 

“Barış” konusuna, günümüze yakın bir tarihe dönerek bakalım dersek, “20. yy”ın başında, “1915”in “20 Mayıs” günü, Almanya’nın en büyük “altı sermaye örgütü”“Başbakan Hollweg”e bir dilekçeyle başvurarak, “yayılımcı bir savaş politikası izlemesini isterler; istekleri parlamentoda kabul edilir; Birinci Dünya Savaşı”nın sonu -Akharnaililer gibi söylersek- “altı kodamanın istediği” gibi olmaz. 
“1932”nin Kasım’ında “barış”, Almanya’nın yine gündemindedir; ülkenin önde gelen sanayicileri, bankerleri, büyük toprak sahipleri “Devlet Başkanı Hindenburg”a mektup gönderirler, “Hitler”in yönetiminde bir hükümetin kurulmasını isterler; demek ki “kodamanlar” yine bir tarih (!) yazacaklardır... 

Bilindiği gibi bu süreç, İtalya’da da “Mussolini” önderliğinde benzer biçimde yaşanır; Hitler’in de, Mussolini’nin de isteği, istenci (iradesi) “yasa” niteliğindedir; dolaysiyle “insan hak ve özgürlükleri”nin bir anlamı yoktur; bakanlar, onların buyruklarını yerine getiren görevlilerdir; her ikisi de “sorumsuz”dur; olsa olsa“Tanrı”ya karşı sorumlu olabileceklerinden söz edilir; konuşmalarında “Tanrı”ya yer verdikleri de bilinir, tıpkı bizimkilerin “yerli yersiz” kullandıkları “Allah korusun!”, “Rabbimin izniyle!” de olduğu gibi... 
Mussolini, kabinesindeki “Damat Bakan Ciano” dolaysiyle şu günlerde bize daha da yakındır. Çünkü “AKP” hükümetinin “Damat Bakanı”nın ekseninde düzenlediği“Dünya Enerji Kongresi” dolaysiyle, “TV” ekranlarını doldurdu “Damat Enerji Bakanı Berat Albayrak”... 

Bilindiği gibi Albayrak, hem “enerji sektörü”nde TICARET” yaptığı hem de bu sektörün bir “Bakan”ı olduğu için - Akharnai”lilerin diliyle- “Kodamanın da kodamanı!”... 
Üstelik “usta bir kodaman”; “barış, barış” diyerek hem doğal enerji kaynakları, hem de “nükleer enerji” üzerinden, “Barış Kalkanı” arkasında iş yürütüyor, bu konuların dünya tacirlerine, kurtlarına, kuzu kuzu sesleniyor, “enerji konusuna yaklaşımınız,‘barış’a katkı sağlayacak’ bir bağlamda olmalı!” diyor; ardından bunun nasıl olacağını, çözümü de belirtiyor; “kuzu kuzu” sesleniyorsa da çözümün “küresel çevre kirliliği”ni önleyecek bağlamda olmayacağı dünden belli; dolaysiyle “enerjiyi paylaşalım”, ama öyle paylaşalım ki “BARIŞ (!) getirsin... “Barış” dillendirildiğine göre “olmaz!” demek olası mı?
 
Bu çözüm önerisi, Albayrak’ın, dünya lideri kayınpederine uygun bir “damat” olduğunu, dünya âlem huzurunda kanıtlamış olmuyor mu? 

Dünya taciri “kurtlar”a gelince, öylece dinliyorlardı... 

Üstelik “kayınpeder Cumhurbaşkanı” Erdoğan’ın, “Ortadoğu’ya barış getirmek için paylaşalım!” çağrısını da öylece dinledi onca “kurt” (!).

Meriç Velidedeoğlu
CUMHURİYET

Proje okulları... 10 yıl sonrası...- ÖZLEM YÜZAK

Haber şöyle: Kadıköy Anadolu Lisesi öğrencileri 70 öğretmenlerinin sürgüne gönderilmesi üzerine bu sabah derslere girmeyerek oturma eylemi yaptı. Okul müdürü ise öğrencileri disiplin cezası ve devamsızlıkla tehdit etti.
 
Liseliler, eylemin nedenini, ‘Okulumuzun 3 yıl önce proje okulu ilan edilerek, kulüp faaliyetlerimizin, festivallerimizin yapılamamasına neden olunması ve bu uygulama ile KAL ruhunun yok edilmeye çalışılmasıdır’ şeklinde ifade etti. 

Şimdi şöyle birkaç yıl ileriye gidelim isterseniz... 10 yıl sonrasına. Yani 2026 yılına.. 
Son elde kalan iyi, köklü okulların da proje okul adı altında imam hatip versiyonlarına dönüştürülmesi ile, tam da iktidarın istediği şekilde dindar ve kindar nesillerin yetişmiş olduğu Türkiye’ye bir göz atalım. 10 yıl sonra Türkiye nüfusu 82 milyon. Suriyelileri de ekleyin 85 milyon. Dindar, kindar, milliyetçi, muhafazakâr ve eğitimsiz bir nüfusun büyük çoğunlukta olduğu bir ülke... Peki, ne yapacak bu insanlar? Nasıl iş bulup çalışacaklar? Nasıl yaşayacaklar? Evrensel değerlerden ve çağdaş eğitimden uzaklaşıldıkça opera, bale, klasik müzik, caz, sanat galerileri, müzeler... onlara ne olacak? 10 yıl sonra okullarda başı açık eğitim görmek isteyen öğrenciler hiçbir baskı görmeden okuyabilecekler mi? 

Dünyanın 18. büyük ekonomisi olup da bir partinin tek başına iktidar olmasına karşın insani gelişme endeksinde sürekli gerileyen bir ülkeyiz. OECD ülkeleri arasında da toplumda eşitsizliğin en kötü olduğu üçüncü ülke. Peki, bu ülke bu insan profili ile ne yapacak? Bundan iki sene önce Malatya’da bir grup ortaöğrenim öğrencisi ile sohbet etme imkânı bulmuştum. Türkiye’nin hangi kıtada olduğu, komşularının kim olduğu, örneğin Bangladeş ya da Cezayir’in nerede olduğu gibi sorulara bile yanıt alamadığımı söylesem... Malatya sadece bir örnek, emin olun ki İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerde de bu soruların yanıtını bilmeyen aynı yaşta öğrenciler var.
 
Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politikalar Forumu’nun Prof. Ayşe Buğra liderliğinde hazırladığı 50 sayfalık rapor dehşet verici bir Türkiye tablosu ortaya koyuyor. 
Türkiye’deki çalışma koşulları, ölümlü iş kazaları, sendikal haklar ve tabii eğitim... Eşitsizliklerin en yoğun olduğu Türkiye’de eğitim kalitesinde çıtayı üstte eşitlemek yerine altta eşitlemek de bir fikir tabii.

Bu eğitimsizlikle Sanayi 4.0
Ancak göz ardı edilen bir husus var. İçinde bulunduğumuz dijital çağ, bilgi ve nitelikli insan odaklı. Sanayi 4.0 kapıda. Standart işçiliğin yerini uzman mühendislere bırakacağı bir dönemdeyiz. Artık üretimin süreçlerini insanlar değil makinelerin denetleyeceği, birbirini anlayan makinelerin sürece hâkim olacağı bu dönemde iş çevrelerinin istihdam kriterleri de değişiyor ve çıta gitgide yükseliyor. Eğitim süreçlerinden istenen insan profili; nitelikli, disiplinler arası etkileşimle düşünebilen, yetenekli, eğitim hayatında iken iş tecrübesi kazanmış iletişimi güçlü, dil bilen ve diğer birçok meziyeti üzerinde taşıyan insan profili. Ezberci eğitim değil yani... Bireysel yeteneklerin geliştirilebileceği, iş hayatına da entegre olabilmiş okul yapılanmaları.
 
Hayvanat bahçesi müdürünün TÜBİTAK’a müdür yardımcısı olması ile mi gerçekleşecek bu? Ya da televizyonda bir tartışma programında bir akademisyene yöneltilen “sen çağdaş mısın” sorusuna “Hayır ben çağdaş değilim. Müslümanım” yanıtı verenler ile mi? 
Liseli gençler, okullarının başına gelecekleri daha aylar önceden görmüş ve tepkilerini eylemlerle göstermişlerdi. İşin en acısı, o zaman bu tepkileri kitlesel hale getirebilmiş olsaydık, ana muhalefet partisi bu konuyu gerçekten sahiplenmiş olsaydı belki de bu noktaya gelmeyebilirdik.

Özlem Yüzak
Cumhuriyet

13 Ekim 2016 Perşembe

WHITE ROSE(WİTTE-ROOSE) - Ali Mahir Akarsular

WİTTE ROOS : İSTANBUL'UN GÖBEĞİNDE BİR AŞK ÖYKÜSÜ .....
Hollanda’nın yurt dışındaki en eski binalarından Witte Roos’un hikayesinin yaşandığı bina, İstiklal Caddesi’nde Hollanda Başkonsolosluğu olarak kullanılıyor. Yapım yılı 1612, asıl en önemli özelliklerinden birisi ise trajik bir aşk hikayesine konu olmuş olması…

Beyoğlu’nun tüm o karmaşası içinde sizi tarihte yolculuğa götüren başkonsolosluk binası adeta bir İtalyan yapısına benzemektedir. Binanın yanındaki merdivenlerden inerseniz, eski taşlarla örülü mahsen geçidine ulaşabilirsiniz. Adı “Deve Geçidi” olan geçidin başlangıcındaki duvarın üzerinde “Beyaz Gül” heykeli ile karşılaşabilirsiniz. Bu heykelin hikayesi ise yüzyıllar önce yaşanmış bir aşk hikayesidir.
OSMANLI - HOLLANDA PARLAMENTOSU İLİŞKİSİ
Yıl 1727, Osmanlı Devleti tahtında 3. Ahmet var. Lale Devri hüküm sürerken, Osmanlı’da zevk ve sefa şeklinde her gün onlarca davet veriliyor, lüks ve şatafat içinde yaşanıyor. Bu sıralarda Hollanda’nın İstanbul elçisi Jacbus Colyer, Beyoğlu’ndaki elçilik sarayında vefat ediyor ve yerine Cornelis Calkeon geçiyor. İşte ne olduysa Calkeon’un İstanbul’a gelmesiyle oluyor.
Calkeon, 31 yaşında, genç ve asilzade birisi, ailesi Akdeniz’de ticaret yapan, fabrikalar işleten Hollanda’da çok zengin bir yaşama sahipken bu saraya gelince, onlarca odası ve şatafatlı ortamda kendisini sıkışmış hissediyor ve derdini etrafındaki insanlara anlatıyor. Leiden’da hukuk eğitimi almış Calkeon, İstanbul’da kısa sürede sevilen biri oluyor. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ve Hekimoğlu Ali Paşa gibi yüksek makamlı vezirlerle iyi ilişkiler de kuruyor.
İyi ilişkileri sayesinde Osmanlı’daki konsoloslukların sayısını da arttırıyor. Bir gün çocukluk arkadaşı Lady Isabella’ya bir mektup yazıyor: “Evim oldukça konforlu, ana bölüm tek yaşayan bir erkek için çok geniş. Üstelik bu ülkenin alışkanlıklarına göre evlerde erkek ve kadın bölümleri ayrı. Varlıklı bir erkek olarak benim, kadın bölümlerini de kullandığımı tahmin edebilirsiniz. Ancak, üzüntüyle belirtmeliyim ki buraları tek başıma kullanamıyorum.”
AŞK HİKAYESİ
Calkeon’un bu yalnızlığı fazla sürmüyor. Beyaz Gül’e aşık oluyor. Bazı kaynaklara göre, Beyaz Gül Osmanlı Sarayı’ndan çıkartılmış Çerkez bir cariye, bazılarına göreyse elçinin Türk bir arkadaşının esir pazarında satın aldığı bir cariye. Elçi cariyeyi bir davette görüp aşık oluyor. O günden sonra Calkeon ile Beyaz Gül’ün aşkı başlıyor; ama bu aşk gayri meşru olduğu için dedikodular alıp başını gidiyor. Kimseye kulak asmadan kışları Beyoğlu’ndaki elçilik sarayında, yazları ise Belgrad Ormanları’ndaki kır evinde aşklarını yaşıyorlarmış. Beyaz Gül’ün bembeyaz bir teni ve çok güzel bir yüzü olduğu için elçi onu “Koyu Gül” olarak çağırırmış. Kadının sesinin tokluğu ve çok güzel şarkı söylemesi de bu lakabı takmasının asıl nedeniymiş.
Bu aşk, enfiye kutusunda resmediliyor, yarı çıplak aşk tanrıçası bir hindiyi kucaklıyor. Hindi, elçiyi temsil ederken, cariyeyi aşk tanrıçası temsil ediyor. Calkeon, aslında hindi anlamına geliyor.Bu kutu, şu anda Calkeon ailesinde bulunmaktadır ve her şeyiyle bu gayri meşru aşkı anlatmaktadır.
AŞK CEZASIZ KALMIYOR
17 yıllık görevine 1744’te son verilen Calkeon, Dresden’e sürülüyor. İstanbul’dan ayrılan elçi, sevgilisini arkada bırakıyor ve hayatı boyunca hiç evlenmiyor. Beyaz Gül’ü hiç unutamıyor ve onla yazışmaya devam ediyor. İstanbul’a yeniden atanmak için ilgili makamlarla görüşmeye devam ediyor. 1764 yılında isteği kabul ediliyor ve İstanbul’a yeniden atanıyor. Beyaz Gül, her gün elçiliğin olduğu yere gidiyor ve kendisini bekliyor. Fakat İstanbul’a dönüş yolunda Calkeon aniden rahatsızlanarak vefat ediyor. ve Amsterdam’a defnediliyor. Beyaz Gül de bu acıya dayanamayarak sarayın önünde aniden ölüyor ve Beyaz Gül’ün anısına taş bir heykel yapılarak elçilik sarayına koyuluyor.
BEYAZ GÜL'ÜN RUHU SARAY KORİDORLARINDA
Hollanda Sarayı sakinlerine göre Beyaz Gül’ün ruhu hala saray koridorlarına geliyor, burada yürüyor, ayak sesleri duyuluyor, açılıp kapanan pencerelerle varlığını hissettiriyor.
2013 yılında, Calkeon ve Beyaz Gül’ün aşkı bir dans gösterisiyle Hocapaşa Kültür Merkezi’nde gösterisiyle sahneye taşınıyor.
14 Şubat’ta aşıkların Beyoğlu’ndaki heykele çiçek bıraktıkları bir aşk merkezi görevini üstleniyor burası.
1941 yılında, Hollandalı yazar C.Van Zeggelen, Calkeon ailesi ile görüşerek onların elindeki bilgilerin ışığında Calkeon’un İstanbul elçiliğini ve Beyaz Gül ile olan aşkını anlatan “Asil Beyefendi” isimli bir romanı yazıyor .....
İşte böyle dostlar, bu dünyadan iki kavuşamayan aşık daha yaşayıp göçmüş. Calkeon ve Beyaz Gül ... Onlar erememiş muradına, biz de çıkmayalım kerevetine .....
Ali Mahir Akarsular
(Alıntı)

AKP’nin açmazları ve olanaklar - İLKER BELEK

15 Temmuz arkasında bir şekilde ABD’nin bulunduğu bir darbe girişimiydi. Başarılı olamadı. Ancak başarısızlık Türkiye’nin kurtuluşu anlamına gelmedi.
Darbe sonrasında AKP kendi darbesini yürürlüğe koydu. Daha 16 Temmuz’un ilk saatlerinden itibaren, yaşanacaklara dikkat çekmeye çalışmış ve AKP’nin FETÖ bahanesiyle başlatacağı geniş kapsamlı saldırıya odaklanılması gerektiğini söylemiştik.
Saldırı çok boyutlu ve giderek ilerici, demokrat, sol aktörlerin tümünü hedefe yerleştiren bir doğrultuda devam ediyor.
Buna karşılık süreç AKP açısından önemli kırılganlıkları içinde barındırıyor, bu nedenle yönetemezler diyoruz.
1-Türkiye ekonomisi batakta. Cari açığın finansmanı düzenli para girişini gerekli kılıyor. Petrol fiyatları yükselişte. Amerikan FED faiz artırımına başlayacak. Türkiye ekonomisi üretmiyor. Sıkışıklık pek çok koldan ilerleyerek devam edecek.
Bunlar Putin’den medet umuyorlar. Ancak O’nun derdi Mavi Akım projesiyle doğal gaz sevkiyatında Avrupa ile arasına giren Ukrayna’yı çevresinden dolaşmak ve Türkiye’ye 3. nükleer santralini pazarlamak. Dolayısıyla AKP’lilerin Enerji Zirvesi’ne sıkıştırarak büyük başarı olarak duyurdukları işler Putin’in ajandasıdır. İstediklerini elde etmiş olarak Moskova’ya dönüyor.
2-AKP dinci bir parti. Türkiye’de İslami bir rejim kurmak istiyor. Ancak bu çağda halk sınıflarını dinle kontrol etmek olanaksız. Ekonomi yeni istihdam yaratamıyorken, mutlaka, sınıfsal sorunları örtmenize yarayacak ekonomik bir avantajınızın olması gerekir. İslam coğrafyasında var olan kaynak Türkiye’de yok: Petrol ve doğalgaz.
3- Aklı, bilimi yok saymak, kadınları aşağılamak, Sünni İslam dışındaki diğer inanç sistemlerinin tamamını ezmek zorundalar. İslamcı rejim hedeflerine başka türlü ulaşamazlar. Din siyasetleri ve siyasetleri de dinleridir. Ayrımcı olmak zorundalar. Bu gerçeği herhangi bir biçimde saklayamazlar. Hareket alanları sınırlı ve niyetleri her daim dillerine vurmaya mecbur. Erdoğan’ın Musul konusunda verdiği ilk röportajda bu medeniyetler merkezinin Sünnilere ait olduğunu söyleyivermesi ibretliktir.
4- Dar bakış açıları, insanlık ve bilim dışı ontolojileri nedeniyle böyle davranıyorlar ve bir doğrultuya mecbur kalıyorlar. O doğrultu Musul’un bir şekilde kontrol altına alınmasını göstermektedir. Öyle pervasızlar ki neredeyse ağızlarından çıkanı kulakları duymuyor. Söyledikleri her laf büyük güçler arasındaki sessiz mutabakatı, bölgedeki mezhebi, etnik çeşitliliği yok sayma karakteri sergiliyor. Musul konusunda Irak merkezi yönetiminin net tepkisine neden olan şey budur. Ve yine aynı nedenle ABD dışişleri “Musul’da ne olacağına Irak başbakanı karar verir” açıklaması yapmak zorunda kalmıştır.
5- Mecburiyetleri ne uluslar arası alanda ne de iç politikada herhangi bir mutabakatın sağlanamayacağının göstergesidir.
6- Bütün bu nedenlerle bir diğer mecburiyetleri ABD’nin gösterdiği yoldan, çizdiği sınır içinde ilerlemekten ibarettir. Putin’den özür karşılığında ve IŞİD’in sınır geçişlerini engellemek adına Cerablus’a kadar ilerleme görevi verilmiş ve yine niyetleri ve ağızları durmayınca askerleri durdurulmuştur.
7- Bu dönemde ABD ile Rusya’nın birbirlerinin ayaklarına basmasını beklememek gerekir. Irak ve Suriye’nin fiilen parçalanması noktasında anlaşmış görünüyorlar. AKP’nin rolü de bu anlaşma sınırları içindedir.
8- Fazlasında diretirlerse bir kez daha aynı riski üzerlerine alacakları kesindir.
9- Tam bir tıkanıklık yaşıyorlar. Gidecekleri yol, alacakları mesafe bulunmuyor. Bu nedenle bütün şiddetlerini içeriye akıtıyorlar, korkutmaya çalışıyorlar. Ancak bu tutumları, kendiliklerinden tükenecekleri ya da yerlerine tercih edilecek aktörün daha fena davranmayacağı anlamına gelmiyor.
10- AKP’nin zayıflığı ve değişik konulardaki tercihlerinin yaratacağı çatlaklar solun halk sınıflarını örgütlemesi bakımından olanaklar sunuyor. Bunun değerlendirilebilmesi öncelikle ilkesel duruşu şart koşuyor. Antikapitalizm ve antiemperyalizm içerikli bağımsız bir mücadele hattını güçlendirmek, işçi sınıfının içine gömülmek gerekiyor.

İlker Belek
SOL

Otoriter rejimlerin üniversite rüyası- Emre Kongar

Her otoriter iktidarın rüyası üniversiteleri tam denetim altına almaktır! 
Oysa üniversiteler, bilim, kültür, edebiyat ve sanat merkezleri olarak ancak özgürlük içinde gelişebilirler... 
Bu nedenle de herhangi bir siyasal iktidarın veya katı bir ideolojinin emrine girdiklerinde solarlar... 
Bu anlamda üniversiteleri siyasal ve ideolojik olarak denetim altına almak olanaklı değildir: 
Çünkü siyasal ve ideolojik denetim altına aldığınızda, o kurum artık üniversite olmaktan çıkmıştır!

***
Otoriter iktidarlar üniversitelerden iki şey bekler: 
1) Ekonomik ve askeri güçlerini arttırıcı katkılar. 
2) Haklılıklarını kanıtlayacak, seçmen desteğini arttıracak, iktidarlarını pekiştirecek yaklaşımlar. 
Oysa, özgürlükleri yok edilen üniversiteler, ancak özgür ortamda gelişebilecekleri için, her iki alanda da geri kalırlar...
***
Türkiye’de de üniversiteler, hem toplumu geri bıraktıran, hem de bunu yapan iktidarları da güçsüzleştiren bu ilkel yaklaşımdan çok çekmiştir: 
Üniversitelere saldırıların üç kaynağı vardır: 
1) Askeri darbeler. 
2) Askeri darbelere ortam hazırlamak için kışkırtılan gençlerin şiddet eylemleri. 
3) Demokrasiyi sadece kendi seçmenlerinin iradesi zanneden ve üniversiteleri de buna uymaya zorlayan sağcı iktidarlar. 
Bir yandan askeri darbe dönemlerinin otoriter yönetimleri, öte yandan, askeri darbelere ortam hazırlamak için kışkırtılan öğrenci/gençlik terörü... 
Sanki bunlar yetmiyormuş gibi bir de sağ iktidarların baskı ve müdahaleleri... 
Türkiye’de üniversiteleri sürekli olarak yıpratmıştır: 
Askeri ve sağ sivil iktidarlar, öğretim üyelerini üniversiteden uzaklaştırırken,siyasal ve ideolojik gruplar, özellikle de sağcılar, işledikleri cinayetlerle en değerli beyinleri katletmişlerdir!
***
Şimdi yeni bir Post Mortem Darbe dönemi yaşıyoruz: 
Bu dönemde, artık öğretim üyeleri üniversiteden uzaklaştırılmakla kalmıyor, bildiri imzaladıkları için bile haklarında soruşturma açılıyor, doğrudan hapse de atılıyorlar. 
YÖK Başkanı’nın açıkladığına göre, 2016-2017 akademik yılının açılışı, 18 Ekim’de,“Tek Adam Yönetimi”ni simgeleyen Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda, bütün rektörlerin, üniversite yöneticilerinin ve başarılı öğrencilerin katılımıyla düzenlenen bir törenle yapılacak ve bu tören bir gelenek haline getirilecekmiş. 
Bu kararı verenleri kutlamak gerek: 
12 Eylül 1980 askeri darbe döneminde YÖK’ü kuran ve tüm üniversiteleribirbirine eşitleyerek ilkokul derekesine indiren Evren ve Doğramacı bile bunu akıl edememişlerdi!

Emre Kongar
Cumhuriyet

Trump’ın Törkiş başkanlık hayali - Nilgün Cerrahoğlu

Son Clinton-Trump tartışmasını izlerken, “Türk tipi” başkanlık düşünün Washington’a sirayet ettiğini düşündüm... Ülke sorunları yerine yalnız hakaretler ve suçlamaların konuşulduğu tartışmada, Trump, seçilmesi halinde Clinton’ı kodese attıracağını ve rakibinin “mail skandalını” araştırması için bir “özel savcı”görevlendireceğini söyledi. 

Hillary’nin mail skandalı biliyorsunuz dışişleri bakanı olarak çalıştığı 2009-2013’teki elektronik yazışmaları içeriyor. Yazışmaları resmi bakanlık e-postası yerine kişisel hesabından yapan Hillary Clinton, devlet denetiminden kaçırdığı belgeler için o gün bugün hedefte. FBI gerçi eski bakanın yargılanmasını gerektirecek bir durum olmadığını söyledi ama kamuoyu tatmin olmuş değil. Gizemli “mail”lerin gölgesi Hillary’i izliyor. Ödemediğini itiraf ettiği vergiler ve belgelenen cinsel taciz skandalları yüzünden başı dertte olan Trump, dikkatleri dağıtıp üste çıkmak için, “Beyaz Saray”a seçilirse adalet bakanı ve savcılar eliyle siyasi rakibini “hapse attırmakla” tehdit ediyor. 

“Kazanırsam, adalet bakanımdan senin durumunu incelemesi için özel bir savcı atamasını isteyeceğim!” diyor Trump. 

Buna “Hukuk iyi ki ülkede Trump gibilerin elinde değil!” yanıtını veren Clinton’ın sözlerine eski reality-şovcu işadamının cevabı; “(Hukuk benim elimde olsa) sen hapiste olurdun!” şeklinde. Bu sözleri duyar duymaz aklıma Burhan Kuzu’nun“Zavallı Obama” yakınması geldi... Trump seçilirse ABD’deki denge-fren mekanizmaları tümüyle iflas edeceğinden bu “zavallılık” durumu demek ki artık ortadan kalkacak.

Hitler, Mussolini gibi
 
Trump bizdeki Törkiş sistemin hedeflediği astığı astık kestiği kestik kararlara imza atabilecek. Hasımlarını hiç düşünmeden içeri tıkabilecek. Trump’ın bu çıkışları halihazırda alay konusu. Ancak sayıları henüz az olsa da panikleyenler de var.“Trump’ın Clinton’ı hapsetme vaadi Amerikan demokrasisine tehdittir”, “Trump’ın Clinton’ı hapsetme tehdidi demokratik kurumları hedef alıyor” başlıklarıyla konuyu işleyen “Atlantic” ve “New York Times” (NYT) gibi yayın organları, ABD’nin ilk defa bu tür bir tartışmaya tanık olduğunu söylüyor. 

ABD’de böylesi bir antidemokratik savrulmanın somut ihtimalleri hakkında siyasi bilimcilerden görüş alan NYT, bu çeşit sapmaların “ancak hibrit rejim tabir edilen demokrasi-diktatörlük arası Türkiye gibi ülkelerde yaşanabileceğine” parmak basıyor. Ancak demokratik kurumlara inancı baltalayan retoriğin her halükârda çok tehlikeli olduğuna dikkat çekiyor. Bazı siyasi bilimciler Türkiye benzeri örnekleri bir yana bırakıp Hitler, Mussolini’nin yükselişini hatırlatıyorlar. “Demokrasimiz sanıldığından çok kırılgan” diyorlar. 

Yaşananlardan çok sayıda ders çıkarmak mümkün. Birincisi Başkanlık sistemi ABD’de bile bu kerte otoriterleşme riskindeyse, gerisini hesap edin. Kampanyada skandaldan başka hiçbir şey konuşulmadıysa, demokratik tartışmanın ne denli gerilediğini anlayın. Obama’nın 2008 kampanyası bile demokratik değerler açısından ışık yılı uzaklığında. O kampanyada internet “taban örgütlenmesinde”örnek olmuştu. Fon toplamada ve tabanı bir araya getirmede etkili bir demokratikleşme aracı olmuştu. Beyaz Saray’a “Yes we can/Biz yapabiliriz!”sloganıyla çıkan Obama, sırf bu nedenle bir yol açmıştı. Bugün umut vaat eden tek slogan yok. Varsa yoksa tencere dibin kara, seninki benden kara kavgaları... 

Sekiz yılda fark edilebilen bu irtifa kaybı tüm sisteme olan inandırıcılık kaybını da beraberinde getiriyor. Büyük medya gerçi Hillary’yi destekliyor ama inandırıcılık kaybı yüzünden medyanın seçmen davranışı üzerinde eski etkisi yok. Sosyal ağlardaki tartışmalar daha belirleyici... 
Ama sosyal ağlar da “yankı odaları/echo chambers” denilen bir kutuplaşma içinde. 
Trump’ın “yankı odası”ndaki yandaşlar burada, bizim “Kabataş yalanı” misali her asılsız argümanı sırf kazanmak adına öne sürüyorlar. Buna işte “post gerçek”siyaseti deniyor. “Post gerçeklerin” kampanyasında, siyasi argümanların gerçekliği önemli değil. Önemli olan sırf alınan “tık” sayısı oluyor. Büyük medyadaki kamuoyu yoklamaları, bugün yapılması halinde Clinton’un yüzde 87 olasıklıkla başkan olacağını gösteriyor. Ama Trump’ın “yankı odaları” bu rasyonel hesaplar dışında tutulduğundan '68er sürpriz mümkün.

Nilgün Cerrahoğlu/Cumhuriyet

12 Ekim 2016 Çarşamba

Kadınlarını artık hiç sevmeyen ülke - MİNE SÖĞÜT

Dün “Dünya Kız Çocukları” günüydü.
Tüm dünyada kız çocuklarının nasıl tehlikelere maruz kaldığına dair raporlar yayımlandı. 
Erkenden evlendirilen kızlar... Aile içi cinsel tacize uğrayan kızlar... Ağır ev işlerinde çalıştırılan kızlar... Okula gönderilmeyen kızlar... Çocuk yaşta anne olan kızlar... Sünnet edilen kızlar... Erkek egemen toplumlarda hiçe sayılan kızlar... 
Dünyada bu raporlar yayımlanırken biz sosyal medyada dolaşan amatör bir kısa filmi seyrediyorduk.
 
Filmi Kayseri Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencileri, öğretmenleriyle birlikte çekmişti. 
Filmde başörtülü bir genç kız, Merve, onu günaha sokmaya çalışan şeytana direniyor, her seferinde “Hayır yapmamalıyım çünkü ben bir imam hatipliyim” diyerek doğru yolu buluyordu. 
Şeytanın cebindeki günahlar sırasıyla şunlardı: 
Telefonda erkeklerle mesajlaşmak, kafelerde erkeklerle tanışmak ve Müslümanlık dışı kısacık etek giymek. 

İlk iki “günah”ı uzun uzun tartışabiliriz. 
Evdeki kız çocuğunun telefonda erkek arkadaşlarıyla mesajlaşmasına veya kafelerde erkeklerle tanışmasına şiddetle karşı çıkabilecek yığınla ebeveyn olduğu gerçeği bu ülkenin ayrı bir sorunu. 
Ama Merve yine kendisi gibi başörtülü olan tezgâhtarın elinde tuttuğu diz altı uzunluğundaki etekle, bileklerine kadar inen etek arasında seçim yaparken kan ter içinde büyük bir ahlak bunalımı yaşıyordu. Neticede şeytana uymayıp, bir imam hatipli olduğunu hatırlıyor ve diz altı eteği değil bileğe kadar inen eteği alıyordu. 
Eğer bu kısa filmi bundan on sene önce izleseydik, muhtemelen amatörlüğüne ve mesaj kaygısına gülüp geçerdik. 
Ama biz bu filmi, tüm devlet okullarının ardı ardına “imam hatip”lere çevrildiği bir ülkede, yeni eğitim politikası seferberliğiyle hızlanan şu karşıdevrim günlerinde izledik. 
Bu ülke artık... 
Kız çocuklarını ağır bir psikolojik baskıyla varlığından utanmaya, cinsel kimliğinden tedirgin olmaya, toplumsal hayatın içinde korkularla yaşamaya eğiten okullarıyla övünen bir iktidarın hâkim olduğu bir ülke. 
Çocukların karanlık ideallere nefer kılınmaya çalışıldığı bir ülke. 
Okullarda beyinlerin kirli sularla yıkandığı bir ülke. 
Kız çocuklarıyla erkek çocuklarını değil aynı sınıfta mümkünse aynı binada bile okutmak istemeyen bir ülke. 
Resmi ve gayri resmi politikalarıyla küçücük kız çocuklarını eve kapanmaya erkenden ikna etmeyi marifet sayan bir ülke. 
Onları günahlardan müteşekkil tehditlerle erkeğin gölgesinde silik bir varlık olmaya eğiten bir ülke. 
Değil şort, diz altı etek giymeyi bile günah sayacak kız çocukları yetiştirmeyi hedefleyen bir ülke. 
Kadını hiçe saymak için toplumsal rolünü en baştan en rezil cümlelerle yazmaya ant içmiş bir ülke.
***
Etrafınızdaki kız çocuklarına bir bakın. 
On yaşındakilere bakın, on bir, on iki, on üç, on dört, on beş, on altı... 
Çocukluktan genç kızlığa geçişin nasıl bir macera olduğunu düşünün. 
O tatlı maceranın tam orta yerinde mutluluğundan, hayallerinden, neşesinden, özgürlük bilincinden sökülüp korkularla ve utançlarla donatılmış kapkaranlık bir deliğe sıkıştırılan bir kız çocuğunun hikâyesinde dünyanın bütün kötülüklerini göreceksiniz. 
Cumhuriyetin en büyük artısı kadınları sevmesi ve kız çocuklarını eşitlikçi bir anlayışla kollayıp büyütme idealini topluma yaymasıydı. 
Bugünkü iktidarsa kadınları hiç sevmiyor... 
Ve kız çocuklarını en narin duygularından tutup hırpalamayı marifet biliyor.

Mine Söğüt
CUMHURİYET