Varlık Barışı diye bir fondöten - ÇİĞDEM TOKER

Bütçe dendiğinde, eskiden “açık” nedir, en çok ona bakılırdı. Gelir ile gider arasındaki fark fazla mı, devlet yılın başında tahmin ettiği açık rakamını tutturabilmiş mi, iyi vergi toplamış mı, neye ne harcamış gibi sorulara yani.

“Açık” kavramı yine önemli. Fakat artık, kapatıcı özelliği güçlü fondöten misali, bazı makyaj teknikleri uygulanıyor.
Örneğin en son 2016 bütçe sonuçları. Evet, tam bir yıl önce gelir ile gider arasında 29.7 milyar TL diye tahmin edilen açık tahmini tuttu. Hatta Maliye Bakanı Naci Ağbal, öngörülenin 430 milyon TL de altına indiklerini bile söyledi.
Ne ki, makyaj kalktığında ortaya çıkan şu: Vergi yapılandırması denilen, özel kanunla çıkarılmış “af” olmasa, açık hedefi tutmayacaktı. Geçen yıl ortasında başlatılan bu uygulama sonucu gelen 13.7 milyar TL bütçeye artı yazdı çünkü. Bu makyaj, bütçedeki harcama artışlarını perdelemede epeyi işe yaramış olmalı. 2016’da kamu harcamaları aldı başını gitti çünkü yine.

                                                                             ***
Taşıttan örnek verelim. Her başbakanın, yılda en az bir kez mikrofonlar önünde açıklama yaptığı konudan: Taşıt harcamalarında tasarrufa gidilecek. Maliye’nin yeni verileri, bu beyanın usanç yaratan samimiyetsizliğini bir kez daha kanıtladı. 2015’te kamu taşıtları için, bütçeden 1 milyar 537 milyon TL harcanmıştı.
Son aralık bütçe rakamlarıyla gördük ki, 2016 yılındaki toplam taşıt harcaması 2 milyar 270 milyon TL’ye ulaşmış.
Bırakın tasarrufu, 733 milyon TL’lik bir artıştan söz ediyoruz. Bu tutarın 1 milyar 58 milyon TL’siyle havayolu taşıtları alınmış. (Aralarında, geçenlerde 77.8 milyon dolara satın alındığı THY’ce KAP’a bildirilen Tunus’un devrik lideri Zeynel Abidin Bin Ali’nin Airbus A340 – 500 tipi uçağı var mı emin değiliz. Fakat uçak alımlarında en yüklü tutar, 425.8 milyon TL ile yine aralık ayında yapıldığını belirtelim.
Geçen yıl vergilerimizden yapılan taşıt alımlarının 886 milyon TL’si zırhlı makam araçları dahil kara taşıtları, 336 milyon TL’si de demiryolu araçlarına dair.
Taşıt bahsine ek olarak, 2015’teki 1.5 milyar TL’lik taşıt alımının 569 milyon TL’si havayolu, 934 milyon TL’si de yine zırhlı araçlara dahil, karayolu taşıtları içindi.
Bu arada bütçe verilerine göre 2013 yılında 756 milyon TL olan taşıt harcamalarının, dört yıl içinde üç katın üzerinde arttığını da not düşelim. 


                                                                                ***
Yıllar itibarıyla, en istikrarlı artış gösteren farklı harcama kalemlerinden biri taşıtsa, diğeri de “özel güvenlik harcamaları”. Hani terör örgütünün Çağlayan Adliyesi’nde rehin alınarak şehit edilen Savcı Mehmet Selim Kiraz olayında, kaldırılacağı söylenen, en fazla alımın yapıldığı Akdeniz Güvenlik şirketini anlattığım yazımın erişimin engellenmesi kararına konu olduğu şirketler. Geçen yıl özel güvenlik şirketlerine, bütçeden 1.5 milyar TL ödendi. Bu, 2013’te 534 milyon TL olan harcama kaleminin, dört yılda üç katın üzerinde bir artış gösterdiği anlamına da geliyor.
Üstelik devlet tekelindeki güvenlik harcamalarının arttığı bir zaman diliminden söz ediyoruz. Yine son iki yıl karşılaştırmasından örnekleyelim: 2015’ten 2016’ya toplam bütçe harcamaları yaklaşık yüzde 15 oranında artarken, kamu düzeni ve güvenlik hizmetlerine ayrılan pay yüzde 21 oranında artmış. Hasılı, büyük binalar, saraylar yapıldıkça özel güvenlik harcamasının arttığını söylemek yanlış olmaz. Yerin izin verdiği ölçüde dikkatinize getireceğimiz son seçilmiş verimiz de “mefruşat” harcaması olsun. Devletin mobilya takımı, halı, perde, çerçeve, sehpaya harcadığı para yani. Bütçeden mefruşata geçen yıl 1.2 milyar TL harcanmış. Bir önceki yıla göre (947 milyon TL) 217 milyon TL artış demek bu.
Başkanlık rejimiyle ilgisi olmayan bir yazı okudunuz.


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Bilimsel özgürlük ve üniversiteler - OĞUZ OYAN


Türkiye'de her türlü özgürlüğün, başta düşünce ve ifade özgürlüğü olmak üzere, büyük bir baskı altına alındığı günlerden geçiyoruz. Böyle bir ortamda "bilimsel özgürlük" alanının da bundan etkilenmemesi düşünülemez. Milli Eğitim Bakanı'nın açıkladığı son müfredat programı evrim kuramını içermeyen bir biyoloji dersinin topluma yutturulmasının canbazlıklarıyla meşgulken, Türkiye'de bilimin ileriye gitmesi beklenemez.

Ama Türkiye'de üniversiteleri yıllardır din-ticaret baskısı  altına alan, 10 yıldır tarikat/cemaat üniversitelerinin oluşturulmasına her türlü maddi/manevi desteği veren bir siyasal İslam yapılanmasından başka ne beklenebilirdi?
Bilimsel özgürlük alanı hem üniversite içinde hem de dışında büyük tehdit altındayken; üniversitelerin hem kendi iç ilişkilerinde hem de iktidara karşı ilişkilerinde gözetmeleri gereken kurumsal özerklik tarihe karışırken; iktidarın desteğiyle üniversitelere yuvalanmış cemaatçı yapılanmalarla hiçbir ilgisi olmayan üniversite öğretim elemanları ifade özgürlüğünü kullanmaktan dolayı kurumlarından uzaklaştırılırken, tüm bu gelişmelere seyirci kalan veya daha kötüsü açıkça destek veren üniversite yönetimlerinin tarihsel sorumluluklarını not ediyoruz.

Üniversitelerdeki bu kuşatılmışlığın, özgürlüklerde genel bir gerileme ortamına, din temelli bir tek adam rejiminin oluşturulmasına, OHAL koşullarında Anayasaya açıkça aykırı bir anayasa yapım sürecine denk düşmesi ve tüm bu baskılara toplumdan yükselen demokratik tepkilere pervasızca bir saldırganlıkla yanıt verilmesi, ayrıca kaygı vericidir.

Kısmi ve dar kapsamlı değişiklikler diye geçiştirilmeye çalışılan Anayasa değişikliklerinin, Ali Rıza Aydın dostumuzun vurguladığı gibi, Anayasa’nın 23 maddesinde kısmi değişiklikler yapması, 10 maddesini tümüyle değiştirmesi, 5 maddesine ekleme yapması, 20 maddesinde çeşitli ibareleri çıkarması, 21 maddesini ise tümüyle yürürlükten kaldırması; özetle, 177 maddelik Anayasa’nın 79 maddesine müdahale etmesi; ve anayasal rejimi değiştiren, tek adama ısmarlama elbise gibi biçilen yeni anayasanın tek bir partinin mutfağında  pişirilerek Meclise ve topluma dayatılması, yeni rejimin nihai hukuksal zemininin hazırlanması anlamındadır.

İşte böyle bir ortamda 7 Ocak 2017 tarihinde çoğunluğunu üniversite öğretim elemanları derneklerinin oluşturduğu demokratik örgütlenmeler, "Bilimsel Özgürlük ve Üniversitenin Kurumsal Özerkliği" başlığı altında Ankara'da ortak bir çalıştay düzenleyerek ortak bir bildiri hazırlamayı ve genel sessizliğin içinde ortak bir ses olmayı başarmışlardır.

İşte o bildiri:
"Toplumların demokratik değerlerinin oluşumunda, ekonomik, sosyal, kültürel gelişimlerinin sürdürülmesinde bilimsel özgürlüğün ve üniversitelerin sağladığı bilgi ve düşünce birikiminin önemli bir yeri bulunduğuna kuşku yoktur.Yüzyılların tarihsel gelişiminin de gösterdiği gibi uygarlığın temelinde olan Rönesans'ın ve Aydınlanma'nın kökeninde, bilim ve sanatın özgürlük alanlarının sürekli genişlemesinin yadsınamaz etkileri olmuştur. Bilim ve sanatın özgürleşmesi ile karşılıklı etkileşime giren ve dinsel ve siyasal baskılardan kurtuldukça aklın özgürleşmesine ve bilimsel ilerlemeye daha fazla katkı sunan üniversiteler de toplumların ileri yönlü deviniminde daha fazla belirleyici olmuşlardır.
Bugün de bilimsel özgürlüğün kısıtlanmadığı ve siyasal iktidarların uygun maddi destekleri sunmak dışında üniversitenin kurumsal özerkliğine müdahale etmediği toplumlarda, üniversiteler kendi ülkelerinin bilimsel ve teknolojik gelişmesinde öncü rolünü oynayabilmekte ve daha yüksek kalitede araştırma ortamı sunarken daha nitelikli mezunlar da vermektedirler.
Bu tarihsel sorumlulukların yerine getirilebilmesi için, düşünce ve ifade özgürlüğü, bilimsel özgürlük ile kurumsal özerklik, yükseköğretimin üzerinde yükselmesi gereken üç temel sütundur. 
Ne yazık ki ülkemizde yükseköğretimin bu üç temel sütunu da her geçen gün yeni düzenlemeler, uygulamalar ve müdahalelerle yıpratılmaktadır. Akademisyenler düşüncelerini özgürce açıklamak istediklerinde soruşturmalar ve görevden uzaklaştırmalarla baskı altına alınmakta; haklarında herhangi bir soruşturma dahi yapılmadan işlerine son verilmektedir. Birçok üniversite üst yönetimi de bu sorumluluğa ortak olmaktadır. Emeklilik haklarının kısıtlanmasına yönelik tasarruflara gidildiği için birçok öğretim üyesi yaş haddini beklemeden emekliliğini istemekte ve daha kapsamlı bir tasfiye süreci işletilmiş olmaktadır. Tüm bunlara ek olarak KHK düzenlemeleriyle yeni sınırlamalar getirilmekte, "Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı" kapsamındaki araştırma görevlileri Yükseköğretim Yasasının güvencesiz statüdeki 50/d kapsamına geçirilmekte; rektörlerin belirlenmesinde zaten yetersiz olan söz hakkı da öğretim üyelerinin ellerinden alınmaktadır. Böylelikle üniversiteler bilimsel yetkinlik yerine vasatlığın, özerklik yerine siyasi referansların prim yaptığı bir ortama sürüklenmektedir.
Ülkemizde bilim camiası, bilimsel özgürlük konusundaki hak ihlallerine ve üniversitenin kurumsal özerkliğinin ortadan kaldırılmasına karşı sesini yükseltirken yalnızca kendi varoluş koşullarını değil demokrasinin ve ülkemizin geleceğini de savunmaktadır."

Oğuz Oyan / SOL

KKTC Batı Trakya Türklerine Dönüştürülmesin... - EROL MANİSALI

Türkiye’nin terörle ve Suriye’deki savaşla boğuştuğu, Ankara’daki iktidarın “başkanlık ve tek adamlık” dışında bir şey düşünmediği bir ortamda, Kıbrıs görüşmelerinin yapılması büyük bir yanlıştır.
“Kürt açılımı ve Esed açılımında(!) olduğu gibi” büyük yanlışlara gebedir. Çünkü Kıbrıs meselesi Kıbrıs Türklerinin sorunu olduğu kadar Türkiye’nin (ve Lozan’ın) güvenliği ile de ilgilidir.
Türkiye, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de etkili bir biçimde var olmak zorundadır. Sadece enerji kaynakları ve yolları bakımından değil, Kürdistan projesinin engellenmesi için de kaçınılmazdır. Kıbrıs’tan koparılmış bir Türkiye yalnız Kıbrıs Türklerinin yok olmasına değil, stratejik bölgesel çıkarlarının da ortadan kaybolmasına yol açacaktır.


Görüşmelerde Türkiye’nin kırmızı çizgileri
1) Türkiye’nin fiili ve etkili garantörlüğü kesinlikle kalmalıdır. Belli bir süre sonra kalkması, AB ya da NATO’ya devredilmesi gibi formüller kesinlikle kabul edilemez. Yunanistan ve Kıbrıs Rum Devleti AB’nin üyeleridir, istedikleri gibi oynarlar. NATO ve (ABD’nin) Suriye’de yapmakta oldukları ortadadır. PYD’yi Karpas’a bile uzatabilirler.
Türkiye, Yunanistan ve İngiltere fiili ve etkili garantörler olarak kalmalıdır.
2) TSK, en az kolordu düzeyinde KKTC’de sürekli olarak bulunmalıdır. Rum devletinin güçlü bir ordusu bulunuyor: Rum devleti ve Yunanistan askeri yönden bir bütün olarak çalışıyorlar. İngiltere’nin ABD tarafından da kullanılan Agratur ve Dikelya üsleri, Birleşik Krallığın “malı olarak” adada bulunuyorlar.
16 Mayıs 2008’de Bıçak Sırtı köşemde, “yeni yabancı üslerle ilgili olarak” yayımladığım yazıya ne Ankara’dan ne de ilgili yabancı büyükelçiliklerden “yalanlama gelmemişti”.(*)
Bazı “yabancı” ülkelerin KKTC’de fiilen üs ve tesis hazırlığında olduklarını yerleri ile yazmıştım. TSK’nin kullandığı hava üssü, çakma CAS şirketine devredilmişti. Sadece M. Ali Talat bir açıklama ile “ihalenin usulüne uygun yapıldığını” söylemişti. Yanılmıyorsam yazıma yanıt, FETÖ’nün Ergenekon kumpası ve Silivri ile verildi!
3) Rum yerleşiminin KKTC’de serbest hale getirilmesi, “ileride Kıbrıs Türklerinin aynen Batı Trakya’da olduğu gibi” azınlık haline sokulmalarına yol açar.
Bugün Türkiye, “Batı Trakya Türkleri üzerinden Yunanistan’da ne kadar var ise (bulunuyorsa) Kıbrıs adasında da o kadar marjinal konumuna düşer”.
1974 öncesinde de Kıbrıslı Türkler, Rum baskısından İngiltere’ye kaçmak ve göçmek zorunda kalmışlardır.
2002 sonunda iktidara gelenlerin ilk sözü şu olmuştu: “Bu iş Denktaş’la yürümez, 40 yıllık Kıbrıs politikamız değişecek.” Ve işler 2003 Annan Planı sonrasında bu noktaya getirildi. Türkiye’yi adadan ve KKTC’den tamamen koparmaya çalışıyorlar BOP’nin bir sonucu olarak. 

Önce Ege, şimdi Kıbrıs
Son birkaç yıl içinde önce Ege adalarını fiilen işgale başladılar, Yunan askerleri ile birlikte bayrağı da dalgalanıyor. Şimdi sıra büyük lokma KKTC’ye geldi.
23 yaşımdan beri hayatım “Kıbrıs meselesi” içinde geçti. Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı’nda (TMGT) Dış İlişkiler Komisyonu başkanı iken, Avrupa Konseyi’nde (CENYC’te) 1960 Londra ve Zürih anlaşmalarının Kıbrıs Türklerine ve Türkiye’ye sağladığı hakların savunuculuğunu yaptım.
1974 sonrasında Ankara’daki ilgili siyasiler ve Denktaş’la yakın ilişkilerim oldu. Kıbrıs sorununu anlatan 10 dolayında kitap yayımladım. Ama bugünkü kadar hiç karamsar olmamıştım.
Bir yanda Kıbrıs’la ilgili çok kritik görüşmeler sürüyor, öte yanda Ankara’daki siyasilerin ve TBMM’nin tutumuna ve haline bakıyorum. Kıbrıs Türkleri de “hangi Türkiye” sorusunu kendilerine soruyor olmalılar!
İşin Kürt açılımında, “Müslüman Kardeşler” açılımında, Suriye Sünni açılımında olduğu gibi, Türkiye’nin stratejik ulusal çıkarları ile çatışması olasılığının korkusunu taşıyorum.
Yarın KKTC Batı Trakya Türklerinin konumuna düştüğünde acaba birileri yine “hata yaptık, aldatıldık” diyecekler mi?
Eğer Kıbrıs’ta korktuklarım başımıza gelirse, Meclis’teki yeni anayasa dayatmalarının bir bedeli de Kıbrıs olacaktır.

Erol Manisalı / CUMHURİYET
 
(*) Erol Manisalı, Bıçak Sırtı, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2008

HAYIR: Kapitalist sömürü düzeninize - İLKER BELEK


Otoriter yönetim biçimlerini koşullayan bir zemin var. ABD’de Trump, bizde başkanlık bununla bağlantılı. Bir patron dünya sisteminin tepesine oturmayı başardı. Kapitalizmin özüne dönüşüdür.
Özde dizginsiz sömürü var. Frenleyici tek faktör işçi sınıfı mücadelesiydi. Bu faktör şimdi yoktur ve kral çıplaktır.

İkinci dünya savaşı tekelci sermayenin akıl ve vicdan dışı kar arayışının sonucuydu. Sovyet sosyalizmi olmasaydı insanlık belki de on yıllar boyunca Hitler ile yaşamak zorunda kalacaktı. Kapitalizmi sosyalleşmeye mecbur bırakan güç işçi sınıfıdır, sosyalizmdir.
Trump’ı yaratan tekelci sermayedir, işçi sınıfı mücadelesindeki düşüştür, dünyanın solsuzluğudur, sosyalizmin yıkılmış olmasıdır. Ama bir o kadar da kapitalist dünya sisteminin tıkanmışlığıdır. Tıkanmışlık düzeni diktatörlere mecbur kılıyor. Demokrasi denilen şey artık kadın, göçmen ve işçi düşmanı Trump’tır.

Bu gelişme çaresizliktir. Çaresizlik kar oranlarının düşmesine ilişkindir. Çare bir dönem Çin’di. Oradaki ucuz emekti. Çin, “komünist partisi”nin öncülüğünde köylü yığınlarını sefalet ücretiyle proleterleştirmiş, dünyanın fabrikası olmuştu.

Emperyalist tekeller yıllar boyunca Çin’de işçi kanından kar damıttı. Ama işler kaçınılmaz şekilde arap saçına döndü. Merkez ülkelerde işsizlik sorunu çözümsüz bir hal aldı. Emperyalist siyaset bu soruna çare olarak, göçmenlere karşı tepkiyi örgütlüyor, faşizmi patlatıyor.
Kapitalizm artık batmış bir sistemdir. İnsanlığa verebileceği tek şey otoriteryen başkanlardır, diktatörlüklerdir. Artık sömürmenin ortası yoktur. İnsanı sonuna kadar tüketecekler. Bu iş faşizmsiz, dinsiz, başkanlıksız olmaz.

Bizdeki gelişmeleri bu bağlam içinde okuyamazsak çuvallarız. AKP bu kaotik ortamda Türkiye’ye şekil vermeye çalışıyor. Yeni Osmanlıcılık, padişahlık ve saltanat ilanları, şimdi başkanlık dayatması emperyalist hegemonya krizinin yarattığı belirsizliklerde rol, petrol ve Dolar kapma telaşının ürünleridir.

Bölgede hegemonya kurabilir miyiz, güneyimizdeki petrolden nemalanabilir miyiz, global hasıladan daha büyük bir lokma ısırabilir miyiz, işçi sınıfını nasıl uyuşturup, örgütsüzleştirebiliriz ? Bütün dertleri budur. Bu iktisadi-siyasi nesnellik başkanlık arayışının zeminidir.
Başkanlık salt Erdoğan’ın hayali değildir, Erdoğan yoktan var olmamıştır, ABD AKP’ye uzun yıllar boyunca nedensiz destek vermemiştir. Başkanlık, yönsüz, pusulasız, takatsiz, çaresiz Türkiye’nin, Türkiye burjuvazisinin çözümü olarak önümüzdedir.
Sermaye sınıfının zımni ya da açık biçimde başkanlığa destek vermesinin nedeni, yeni rejimin vaat ettiği kazanç garantisidir.

Tekelci sermaye, toplumsal belirsizliklere tereddütsüz biçimde kendi lehine hızla müdahale edecek otoriter yönetimlerin arayışındadır. Süreklileşmiş ekonomik ve toplumsal krize ancak milliyetçi ve dinci reflekslerle yanıt verebilen işçi sınıfının da sürece önemli derecede onayı vardır.
Bizde AKP’nin yıllardır iktidarda bulunması ve Erdoğan’ın çevresindeki taban desteği solun siyasetsizliğinden, kuyrukçuluğundan; Avrupa’da faşist partilerin yükselmesi komünist ve sosyalist partilerin sosyal demokratlaşmasındandır.

Öte yandan, bu otoriteryen yönelimlerin hiç birisi, burjuvaziye arka plandaki sorunun çözümü olanağını vermeyecektir. Zira sorun kendileri, kendi düzenleridir. Böyle olduğu için düzen muhalefeti çareyi iktidara benzemekte aramaktadır.

İşçi sınıfına toplumsal çıkarlarını hatırlatmayan, sosyalist bilinci sınıfa taşımayan siyaset tarzı, olası referandumdan “hayır” sonucunu çıkarmayı başarsa bile, bu nedenle bu krizi derinleştirmekten başka işlev görmemiş olacaktır.

İlker Belek / SOL

Cumhuriyet’i hak etmek... - ERDAL ATABEK


Atatürk 10 Kasım 1938 günü aramızdan ayrıldı.
O günü hatırlıyorum. Kandıra’daydık. 8 yaşındaydım.
Bütün öğretmenler hıçkırarak ağlıyorlardı.
Babam, başöğretmen, üzgündü. Ben şaşkındım.
Şimdi düşünüyorum da,
bu millet ağlamakta haklıymış.
Atatürk’ü kaybetmek her şeyi kaybetmekmiş.
Keşke neden ağladığımızı bilseydik.
Ağlamışız ama nedenini bilememişiz.
Aslında Cumhuriyeti kaybediyormuşuz.
Sonraki yıllarda adım adım Cumhuriyeti kaybediyormuşuz.
Atatürk bir “Aydınlanma Yıldızı”.
Işığı hâlâ, her şeye karşın, ufkumuzu gösteriyor.
Ama dogmaların karanlığı, önyargıların sisi ışığı örtüyor.
Cumhuriyeti istiyor musunuz?
Hak etmeniz gerekiyor dostum.
Eğer kaybediyorsanız,
hak etmemişsiniz demektir.
Unutma;
Hak etmediğin hiçbir şey senin değildir.
Ne adın, ne unvanın, ne yetkin, ne aşkın, ne geleceğin...
Eğer hak etmiyorsan,
Cumhuriyet de senin değildir.
***
Orhan Karaveli, “Atatürk Cumhuriyeti bana emanet etti” demişti.
KOOP-C söyleşisiydi. Ne güzel söz, diye düşünmüştüm.
Atatürk, Cumhuriyeti bize emanet etmişti.
Biz, Cumhuriyet kuşaklarıyız.
Eğer bugün biz bu emaneti koruyamadı isek, görevimizi yapmamışız demektir.
Hadi gelin, bunu kabul edelim.
Görevimizi yapmadık
Toplum cahil miydi? Görevimiz eğitmekti.
Toplum bilinçsiz miydi? Görevimiz bilinçli kılmaktı.
Toplum işsiz miydi? Görevimiz iş yaratmaktı.
Güneydoğu yoksul muydu? Görevimiz orada olmaktı.
Görevimiz orada, onlarla beraber olmaktı.
Doğu’yu, Güneydoğu’yu sürgün yeri yaptık. Yanlış yaptık.
Yanlış yaptık, kabul edelim.
“Bizdendi, değildi” ayrımını biz yaptık.
Kendimizi ülkenin sahipleri sandık, öyle davrandık.
Yanlıştı.
Şimdi “dünün ötekileri” kendilerini ülkenin sahibi sanıyor.
Onlar da yanlış yapıyor.
Ülkelerin gerçek sahibi orada yaşayanların tümüdür.
İktidar, herkes için geçicidir.
Şimdi, Cumhuriyeti istiyor musunuz?
Şimdi, evet şimdi, hak etmeniz gerekiyor.
Çünkü dün, Cumhuriyet size verilmişti. Armağan edilmişti.
Size emanet edilen bir armağandı Cumhuriyet.
Değerini bilemediniz, çünkü hak etmemiştiniz.
Yıkılmış bir imparatorluğun enkazı üzerinde, bir dâhi, Mustafa Kemal Atatürk, “Yarın Cumhuriyeti ilan ediyoruz” demişti.
Ve “yarın Cumhuriyeti ilan etmişti”.
29 Ekim 1923.
Cumhuriyet. 100. yılına beş yıl kaldı.
Şimdi bir “Tek Adam İktidarı” arifesini yaşıyorsak eğer,
Cumhuriyeti hak etmediğimiz içindir.
Cumhuriyete sahip çıkamadığımız içindir.
Öyleyse? Evet öyleyse?
***
Şimdi görev Cumhuriyettir.
Şimdi görev Cumhuriyeti hak etmektir.
Cumhuriyet.
İnsanlığın Aydınlanmasının mirası.
Atatürk’ün bizlere emaneti.
İnsan olmanın anahtarı.
İnsan kalmanın erdemi.
Özgürlük - eşitlik - kardeşlik tılsımının sembolü.
Cumhuriyeti hak etmek.
Yaşamımız bahasına görevimiz budur.
Zorbalığı kabul etmemek, direnmek.
Aşağılanmaya boyun eğmemek, dikilmek.
İnsanca yaşamı savunmak.
Nasıl mı?
Atatürk söylemiş;
“Ya İstiklal Ya Ölüm”...

Erdal Atabek / CUMHURİYET

Anayasa piyesi! - YAKUP KEPENEK

Bağışlayın; bu yazı büyük ölçüde karşılıklı görüşlere dayandığından başlığında piyes deniliyor.
Demokrasinin temel değerleri konusunda iyice körleştirilen Türkiye, devlet yönetimini bütünüyle değiştiren bir anayasa yapımı sürecinde çok ürkütücü bir ilkellik ve bilgisizlik döneminden geçiyor.


Bilgisizlikten gelen ilkellik
İlkellik, erken seçim yapılır korkutmacasıyla; gizli olması gerekirken açık oy kullanımlarıyla; çıkacak olan anayasa şimdiden yürürlüğe konmuşçasına Meclis kürsüsü kırılarak ve düşüncelerin değil, elleri ve dişleriyle bedenlerin çarpışmasının yarattığı çağdışılıklarla sahneleniyor.
Bilgisizlik ise siyasetin boğazını geçmiş, başına vurmuş. Bakınız nasıl?
Adalet anlayışı ülke sınırlarını aşmış olan Adalet Bakanı Bozdağ, anayasa değişikliği görüşmelerinin başladığı gün Meclis’te yaptığı konuşmada:
Partili cumhurbaşkanı Türkiye’nin yeni tanıştığı bir şey değil. Cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk partili, milletvekili, genel başkan. İsmet İnönü de öyle. Ne oldu tarafsızlığına halel mi geldi? Bizim yaptığımız Atatürk anayasalarına dönmektir” diyor; diyebiliyor!
Bu sözlere ilk oylamaya yedi milletvekili ile birlikte katılmayan ve neden katılmadığını kamuoyuna açıklama gereği bile duymayan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun Meclis grubundaki yardımcılarından, Grup Başkanvekili Engin Altay,
Biz 1923 ile 1950 arasındaki dönem için bu ülkede demokrasi vardı dedik mi?” diye sorarak Cumhuriyetin değerleri konusundaki bu engin bilgisiyle Adalet Bakanı’na teslim oluyor!
Bu sırada sahneye Hürriyet gazetesinin yazarlarından A. Selvi giriyor (12 Ocak); Bakan Bozdağ’a hatırlatıyor: Muhafazakâr kesimin bazı kalemleri, “Eleştirdiğimiz tek parti dönemi örnek gösteriliyor” diye karşı çıktı.
Bakan, anlaşılan muhafazakâr kesime karşı çok daha duyarlı; birkaç kez altını çizerek sözlerine açıklık getiriyor “Benim oradaki sözlerim Atatürk ve İnönü’nün hem partili hem Cumhurbaşkanı olmalarıyla ilgili ve sınırlıdır”.
Gözler sahnenin diğer tarafına çevriliyor. Selvi, Bakan’a CHP’nin itirazlarını da hatırlatıyor. “CHP bile o dönemin kötü bir dönem olduğunu söylüyor diyen Bakan, tarihe geçecek sözlerine ‘Bunlar nasıl Atatürkçü?’ ” diye noktayı koyuyor.
Siyah perde iniyor! 

Görgü tanığı
Alman faşizminden kaçarak 1930’larda ülkemize gelmiş olan büyük hukukçu Prof. Dr. E. E. Hirsch, bir bilge görgü tanığı olarak, bakın ne diyor:
Türkiye Büyük Millet Meclisi, üyeleri sadece tek parti mensubu oldukları halde, Hitler döneminin Alman Rayhstag’ı gibi… Politik nüfuzu sıfır olan bir evet efendimciler topluluğu hiç değildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi pek çok değişik, hatta birbirine zıt akım ve menfaatlerin çarpıştığı... Enine boyuna tartışıldıktan sonra bunlar arasında bir denge ve uzlaşma sağlanan bir arenaydı... Tek parti sistemi Türkiye’deki işleyiş tarzıyla hiçbir şekilde peşinde maiyeti olan bir ‘Führer’ devletine benzemiyordu. Bu sistem devletin üst kademelerinden emir verilmeyen, yön verilen bir tür parlamenter demokrasi niteliğindeydi. Ama son karar mercii parlamentoydu. Yasama erki de, sadece parlamentodaydı. (Hatıralarım; Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1985; s.348-49).
O dönemde atılan sağlam temeller eğrisiyle doğrusuyla, toplumsal ve ekonomik gelişme ve ilerleme sağladı; toplum, çok kısa sürelerle de olsa özgürlüğün tadına vararak yaşadı.
Oysa, bugün atılmakta olan yanlış temellerin yaşanmakta olan bu karanlık günleri bile aratacağını sahnelenen anayasa piyesi çok açık gösteriyor!

Yakup Kepenek / CUMHURİYET

‘Trump krizi’ üzerine spekülatif düşünceler - ERGİN YILDIZOĞLU


Bu “tuhafTrump krizine, ABD’de “dış politika paradigması” krizini aşacak bir “Büyük Strateji” arayışı bağlamında bakabiliriz.
Soğuk Savaş”tan sonra bütün “Büyük Strateji” üretme çabaları başarısız oldu. Ancak, ABD yönetici sınıfı her seferinde, Clinton ve Bush başkanlıklarının II. döneminde olduğu gibi, yeni bir “Büyük Strateji” üzerinde, çeşitli çıkar grupları arasındaki çelişkileri aşarak uzlaşmayı başardı.
Bu kez ortada hâlâ yeni “Büyük Strateji” yok. Aksine bir belirsizlik, hatta yeni başkanın bir başka ülkenin “kuklası” olduğuna ilişkin iddiaların yarattığı bir skandal var. Bu skandala, yakından bakınca da karşımıza ekonomide “küreselleşme”, siyasette de Rusya çıkıyor.

Küreselleşmeden sonra...
Financial Times’dan Martin Wolf, “Dünya düzensizliğine uzun, sancılı yolculuk” başlıklı yazısına “küreselleşme dönemi biterken, yeni dönemi korumacılık ve çatışma mı belirleyecek” sorusuyla başlıyordu (05/01/2017). “Trump krizini” şifreleri de bu saptamanın içinde. Bir alıntı da, Prof. James Kurth’un “11 Eylül”den 10 gün önce yayımlanmış bir denemesinden (Kurth o zaman, ABD Harp Akademileri Savaş Stratejileri bölümü başkanı): “On yıldır, ABD’nin dünya düzenine ilişkin büyük projesi küreselleşmeydi... küreselleşme ABD için, ABD de dünya için o kadar merkeziydi ki, Soğuk Savaşı izleyen dönemin adını bu kavram koydu... ABD liderleri küreselleşmeyi, serbest piyasanın, açık sınırların, liberal demokrasinin, hukuk düzeninin yayılması olarak tanımladılar.” (The National Interest 01/09/2011) Kısacası Kurth’un “Küreselleşme biziz” saptamasının gösterdiği gibi ABD hegemonyasının adıydı küreselleşme. Ve gerek neo-liberalizmin özelliklerine, gerekse de mali krizin sergilediklerine bakınca, “küreselleşme mali sermayenin hegemonyası altında inşa edilmişti” diyebiliyoruz.
Şimdi, küreselleşme biterken, Financial Times’dan Münchau’nun vurguladığı gibi, yükselen popülizmin önünün kesilebilmesi için “mali sermaye ile sanayi sermayesinin çıkarlarının aynı şey olmadığının görülmesi”... dolayısıyla da mali sermayenin hegemonyasının kırılması gerektiğine ilişkin bir yaklaşım güçleniyor. Halen egemenliğini korumaya çalışan ABD merkezli mali sermaye de bu yaklaşıma direniyor. 

Güçler dengesi...
Wolf’un “Yerini korumacılık ve çatışmalar mı alacak” sorusu ise bir “güçler dengesi dönemine” girildiğini gösteriyor. Burada da, mali sermayenin bu kez, Soğuk Savaşın ardından (Soğuk Savaş kalıntısı güvenlik mantalitesinden de yararlanan) “Doğu Bloku topraklarının kullanıma açılarak paylaşılması projesi”nin sonuçlarıyla karşılaşıyoruz.
Şimdi, bir taraftan bu paylaşımın sınırlarına gelinmesinin ötesinde, bir süredir Rusya bu sınırları geri itiyor. Diğer taraftan Çin, mali, askeri ve teknolojik bir güç olarak hızla yükseliyor; kendi yakın çevresinden öte, Latin Amerika’dan Avrupa’ya, Afrika’ya, yeni nüfuz alanları ediniyor.
Rusya’nın ekonomik, askeri, teknolojik açılardan, nüfus, mekân ölçeği bağlamında ABD hegemonyasının yerini alarak kendi “küreselleşmesini” kurma olasılığı yok. Buna karşılık Çin çok farklı bir gelecek senaryosu sunuyor.
Bu koşullarda ABD’de bir yaklaşım, klasik jeopolitiğin kuralları gereğince, Rusya’ya, Çin’in yükselişini dengeleme sorunu bağlamında bakıyor. Sanayi sermayesinin çıkarları açısından da Rusya’nın doğal kaynakları, teknoloji, yatırım gereksinimi, tüketim potansiyeli, kısacası Batı kapitalizminin kapasite fazlası, talep yetersizliği sorununa bir çare olma şansı da bu jeopolitik yaklaşımı destekliyor. Trump’ın Rusya politikası da bu yaklaşıma yakın gibi duruyor.
Sanırım, ABD’de sermayenin “küreselleşmeci-‘liberal’- emperyalizm” eğilimi ile “ulusalcı -güçler dengesi- emperyalizm” eğilimlerinin “Büyük Strateji” oluşturma mücadelesine tanıklık ediyoruz.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Erhan Ünal, Köy Enstitüleri ve ‘Küresel Finans Oligarşisi’ (1)(2)

(1)
Geçen cumartesi Halk TV’nin Gürkan Hacır tarafından hazırlanan ve -hiç kaçırmamaya gayret ettiğim- “Şimdiki Zaman” programının konuğu, değerli yazar Erhan Ünal’dı. Ünal’ın “Toprak Biterken - Küresel Oligarşi ve Yaşamın Gaspı” başlıklı son kitabının çıkış noktasını oluşturduğu programda tartışılanlar, Köy Enstitüleri konusunda kafamda -biraz “ütopik” nitelik de taşısa!- yeni soruların belirmesine yol açtı.
Toprak Biterken - Küresel Oligarşi ve Yaşamın Gaspı” adlı kitabın tanıtım yazısı şöyle: “Küresel Finans Oligarşisi’nin kesin ve değişmez hedefi, küresel olarak tüm insanlığın üzerinde mutlak bir hâkimiyeti, her bir insan için kaçınılmaz olan beslenme zorunluluğu üzerinden devamlı kılmaktır.
Bu sebeptendir ki KFO, çeşitli kıtalarda var olan tarımsal üretim tarzı ve ona dayanan değişik beslenme biçimlerini, oluşturmuş olduğu bir ana plan (Master Plan) doğrultusunda yeniden şekillendirmek ve standart hale getirmek amacındadır. - Küresel Finans Oligarşisi’nin (KFO) son hedefi, dünyanın üzerindeki ‘Küresel Diktatoryasını’ açık ve karşı konulamaz biçimde ilan etmektir. Bu hedefe ulaşabilmek için de güç biriktirmektedir. Bu güç birikimi, yukarıda ifade ettiğim gibi gücü oluşturan tüm öğelere teker teker sahip olmakla mümkün olabilir. Yani; tohuma, toprağa, suya ve dolayısıyla insana, tam anlamıyla sahip ve hâkim olmayı gerektirir.- ‘Küresel Finans Oligarşisi’ (KFO) tarafından, kısa vadede tarımsal üretimde çeşitliliğin en aza indirgenmesi ve bu sayede dünya gıda pazarının kontrolü ve yönlendirilmesi amaçlanmaktadır. Orta ve uzun vadede ise dünyada tüm insanlığın beslenmesi; yani kimin ne yiyeceği ve kimin neleri yiyemeyeceği bu merkez tarafından belirlenecek, daha açık bir ifade ile ‘dikte’ edilecektir” 



Köy Enstitüleri kalsaydı…
Alıntının içeriğinden de anlaşıldığı gibi, KFO’nun kısa vadede tarımsal üretimde çeşitliliğin en aza indirgenmesi hedefinin olmazsa olmazı, tarımda köylülerin çabalarıyla gerçekleşen çeşitliliğin bir an önce sınırlandırılması, hatta orta vadede sonlandırılmasıdır. Çünkü küresel ölçütlerde planlanan “endüstriyel tarım”, ancak böyle bir sınırlandırmadan ve onun ardından gelecek köy tarımı tasfiyesinden sonra kendine yaşama alanı bulabilir.
Şimdi gelelim Köy Enstitülerinin kurulmasını sağlayan yasanın bir maddesine. Bu maddeye göre yasa, köylerde gerçekleştirilecek “üretim eşliğinde eğitim”i bu eğitimden geçecek köy çocuklarını sonradan köylerine yabancılaştırabilecek yönelimlerden korumak için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür. Yasada bu hedefe erişilmesi amacıyla enstitü mezunları için eğitimlerini tamamlamalarının ardından on yıllık bir zorunlu hizmet süresi de öngörülmüştür. 


Küresel boyutta endüstriyel tarımın karşıtı olarak köy tarımı…
Köy Enstitüleri projesinde 1960 yılına kadar Türkiye’nin her yerinde bu enstitülerin faaliyete geçmesi öngörülmüştü.
Bu durumda Küresel Oligarşi’nin bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de endüstriyel tarım aracılığı ile köylerdeki tarımsal etkinliği yok etmesi, daha en baştan önlenmiş oluyordu. Eğer Köy Enstitüleri 1953 yılında kapatılmasaydı, yakın zamanlara kadar dünyada temel gıda maddelerini tümüyle kendisi üretebilen birkaç ülkeden biri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün yumurtayı ve samanı bile ithal etme zorunluluğu ile karşılaşması düşünülebilir miydi?


                                                                          ***
( 2)
Geçen haftaki yazımda, Erhan Ünal’ın “Toprak Biterken – Küresel Oligarşi ve Yaşamın Gaspı” adlı son kitabından yola çıkarak, bu oligarşinin dünya çapındaki hegemonyasını pekiştirmek uğruna dünya gıda pazarının denetlenmesi ve yönlendirilmesi için harcadığı çabalardan söz etmiştim. Bu bağlamda Erhan Ünal’dan yaptığım alıntılardan biri de şuydu: Küresel Finans Oligarşisi (KFO) tarafından, kısa vadede tarımsal üretimde çeşitliliğin en aza indirgenmesi ve bu sayede dünya gıda pazarının kontrolü ve yönlendirilmesi amaçlanmaktadır. Orta ve uzun vadede ise dünyada tüm insanlığın beslenmesi; yani kimin ne yiyeceği ve kimin neleri yiyemeyeceği bu merkez tarafından belirlenecek, daha açık bir ifade ile ‘dikte’ edilecektir
KFO, bu amacına erişebilmek için kısa vadede tarımsal üretimde çeşitliliğin en aza indirgenmesini hedeflemekte, bu hedefe erişebilmek için de köylerde köylülerin çabalarıyla gerçekleştirilen tarımsal çeşitliliğin en kısa zamanda sınırlandırılmasını ve orta vadede de sonlandırılmasını gerekli görmektedir. Çünkü küresel ölçütlerde planlanan “endüstriyel tarım”, ancak böyle bir sınırlandırmadan ve onun ardından gelecek köy tarımı tasfiyesinden sonra kendine yaşama alanı bulabilir.


Köylülerin kentlileştirilmesi aldatmacası…
Türkiye Cumhuriyeti’nde temelleri şimdiden atılan ve yaklaşık on milyon köylünün “kentli kılınmasını” öngören proje, işte böyle bir niyetin somutlaştırılmasıdır. Eski köylüler yeni ‘mahalleli’lere dönüşünce artık endüstriyel tarım aygıtının dişlileri olup çıkacaklardır. Böylece terk edilen eski köy tarımı arazileri de artık yeni amaçlar için kullanılacaktır.
Daha kısa süre öncesine kadar dünyada temel besin maddelerini kendisi üreten 4-5 ülkeden biri olan Türkiye’nin bugün yumurtadan zeytine ve samana kadar her şeyi ithal etmek zorunda kalışı, işte bu parlak(!) kentlileştirme planının ilk somut sonuçlarından biridir.
Bu noktada, geçen haftaki yazımda şöyle demiştim: “Şimdi gelelim Köy Enstitüleri’nin kurulmasını sağlayan yasanın bir maddesine. Bu maddeye göre yasa, köylerde gerçekleştirilecek ‘üretim eşliğinde eğitim’i bu eğitimden geçecek köy çocuklarını sonradan köylerine yabancılaştırabilecek yönelimlerden korumak için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür. Yasada bu hedefe erişilmesi amacıyla enstitü mezunları için eğitimlerini tamamlamalarının ardından on yıllık bir zorunlu hizmet süresi de öngörülmüştür…” 


Endüstriyel tarımın karşıtı olarak köy tarımı…
Köy Enstitüleri projesinde 1960 yılına kadar Türkiye’nin her yerinde bu enstitülerin faaliyete geçmesi öngörülmüştü. Yukarıdaki alıntıdan da açıkça görülebileceği gibi, bu hedef aynı zamanda ülkemizde köy tarımını feda etmek pahasına öngörülen o çok parlak(!) küresel endüstriyel tarım düşüncesinin yolunu sonrasız tıkayan bir hedefti.
Özetle söylemek gerekirse, 1940 yılında gerçekleştirilmesine başlanan Köy Enstitüleri Projesi’nin daha ellili yıllar başlamadan türlü siyasi(!) düşüncelerle ve temelsiz suçlamalarla felce uğratılması, bir Cumhuriyet insanının ve kültürünün şekillendirilmesini olanaksız kılmakla kalmamış, fakat bu ülkenin tarımsal geleceğini de neredeyse engellenemez bir yıkıma sürüklemiştir!

Ahmet Cemal / CUMHURİYET

Kim bu Aga Enerji? - ÇİĞDEM TOKER

Rize Havalimanı ihalesi Cengiz İnşaat- Aga Enerji ortaklığına verildi. Eylülde iptal edilen ilk ihalenin ardından 11 mali teklifin geldiği yeni ihalede, ikili en düşük teklifi verdiği için seçildi: 1 milyar 78 milyon 434 bin 462 TL. 

 
AA haberine bakarsanız 11 teklif gelmesi Rize’de sevinçle karşılanmış.
Karadeniz Otoyolu projesinin ardından, aynı denizin bu kez 22 metre altına kadar inilerek 88.5 milyon ton doldurulacak olması mutluluk verici tabii.
Bu miktarın daha önce 100 milyon tonun üzerinde olacağı söyleniyordu. (Aradaki eksilme neyden kaynaklandı kimse açıklamadı.)
Keza proje maliyetinde de eylüle 250 milyon lira bir artış var.
İlk ihalede projenin 750 milyon TL’ye mal olacağı açıklanmıştı... Farkın kısmen kur artışından kaynaklandığı varsayılabilir. Lütfedip kimse açıklamıyor. 
 
Zaten malum Mehmet Cengiz, devletten aldığı ihalelerin sayısı ve büyüklüğü, yürüttüğü işlerin mali hacmiyle, fiilen iktidar aktörü konumunda.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çok önemsediği “bu millet”e ettiği küfür, ona yaptırım değil, daha fazla proje olarak geri dönmüştür.
İşin bu kısmını ilginç bile bulmayabilirsiniz artık.
İlginç olabilecek fasıl Cengiz’in yanındaki Aga Enerji adlı şirket.
CHP Zonguldak Milletvekili Ünal Demirtaş, Bayburt Grup bünyesinde olduğunu belirttiği Aga Enerji’ye “esrarengiz şirket” diyor. Bir internet sitesi bile olmadığı için.
Ereğli-Devrek karayolu dolayısıyla yaptığı açıklamada Aga Enerji’nin Bayburt Grup bünyesindeyken, ad ve adresini değiştirip merkezini İstanbul’a taşıdıktan sonra büyüdüğünü söylüyor. 82 milyon TL’lik Ereğli- Devrek yol hakedişinin neredeyse yarısının 4 ayda ödendiğini belirtiyor. 


Aga Enerji, İstanbul’da Bakırköy-Kirazlı, Ataköy-İkitelli metro hatlarını yapıyor.
Anımsarsınız, Bayburt Grup bünyesindeki bir başka şirket olan Şenbay’a Avro üzerinden yapılan Gayrettepe Metro hattı ihalesi dolayısıyla bu köşede değinmiştim. (Davet yöntemli ihale Şenbay’a 999 milyon 769 bin Avro’ya verildi.) 

***
Sözün özü, Şenbay da Aga Enerji de aynı grubun bünyesinde.
Rize Havalimanı ihalesindeki ilginç detay, teklif listesinde.
İhalede ikinci en düşük teklif, 1 milyar 101 milyon 502 bin TL ile Şenbay- Limak’tan gelmiş. Dolayısıyla Bayburt Grup patronajının, aynı ihaleye bir Cengiz, bir de Limak ile katıldığı anlaşılıyor.
İki teklif arasında 23 milyon TL fark görünce, insan merak ediyor tabii:
Aynı patronaj aynı havaalanına teklif verirken ne değişiyor?
Bugün 1.1 milyar TL’de sonuçlanan ihale yatırım bedelinin beş ay önce 750 milyon TL olduğunu bir daha hatırlatalım. Hâlâ dünyanın en pahalı benzininin niye biz kullanıyoruz diye merak ediyor musunuz?

Cumhuriyet hesaplaşması
AKP İstanbul Milletvekili Metin Külünk, başkanlık sistemiyle 200 yılın hesabının sorulacağını söylemiş. Külünk, bırakın Cumhuriyet ilanını, hesaplaşmayı padişah yetkilerine sınır getiren ilk belge olan Sened-i İttifak’a kadar götürüyor.
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da “Artık marjinal ve radikal söylemlerle iktidar yolu açılmayacak, kapanacak. Ve herkesi merkeze doğru seçecek. Muhafazakâr kesim belirleyici olacak” diyor.
Her iki ifade de, hukuk çiğneyerek, baskı kurarak, gece yarısı oturumlarında ısrar ederek, tabiri caizse “döve döve” sürdürülen anayasa değişikliğinin geçmesi halinde Türkiye’yi bekleyen kopuşun altını bir kez daha kalın kalın çiziyor.
Her iki ifadeyi de Türkiye’nin OHAL rejimi altında olduğu, 11’i gazetemizden, 147 gazetecinin tutuklu bulunduğu, bir meslektaşımızın (Tunca Öğreten) 21 gündür gözaltında olduğu gerçeğiyle birlikte bir daha okuyun. Referandum -eğer gelinirse- bu tarihsel kırılmanın en çetin aşaması olacak.
Bir kadın milletvekilinin, Meclis’teki anayasa ihlalini belgelediği için iktidar partisi milletvekili tarafından saldırıya uğradığı bir ülkede yapılacak referandumun eşit ve adil geçeceğine inanan var mı acaba? 

Dolar üzerinden kiracı devlet
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Elinde dolar ve Avro’su olan terörist” uyarısı üzerine Hazine’yi göreve davet ettim.
Önceki yazımda tarifeleri dolar üzerinden belirlenmiş Hazine-şirket sözleşmeleri “TL’de sabitlensin” dedik. Daveti tekrarlarken düzeltme yapalım. Hazine’nin şirketlere dolar üzerinden kira ödeyeceği şehir hastanelerinde, temel bir veri güncellenmeli. Alıntı yaptığımız Kalkınma Bakanlığı raporu, 17 şehir hastanesi için Hazine’nin 27 milyar dolar kira yükümlülüğü olduğunu belirtiyordu. Geçen yıl yayımlanan rapordaki rakamlar geride kalmış.
Sağlık Bakanlığı’nın son verilerine göre Kamu Özel İşbirliği esasına göre, sözleşmesi imzalanan proje sayısı 21’e yükselmiş.Yanı sıra ikisi teklif aşaması, ikisi hazırlık, dördü YPK onay, biri de ön fizibilite olmak üzere 9 proje daha yolda. Toplam 30 şehir hastanesinden oluşan bir portföyden söz ediyoruz.
Devletin 17’si için 27 milyar dolar kira ödeyeceği şehir hastaneleri, sayı 30’a çıktığında, şirketlere toplam yükümlülük de herhalde 50 milyar dolardan aşağı olmayacaktır.
Hazine’nin üstlendiği bu tutarlar, bizim vergilerimizden karşılanacak.
Fakat şehir hastaneleri ile ilgili pek çok bilginin duyurulduğu Sağlık Bakanlığı sayfasında bu küçük (!) detay yer almıyor. “Döviz-terörist” ilişkisi konuşulurken buradan soralım o halde: Devletin, şehir hastanelerinde şirketlere karşı üstlendiği kira bedeli kaç milyar dolar oldu? 

7x24 ameliyat doğru mu?
Ankara’da iki şehir hastanesi yapılıyor. Biri Bilkent diğeri Etlik’te. Bilkent Entegre Sağlık Kampusu’nun bu yıl açılması planlanıyor. Etlik’in de 2018’de.
3800 yataklı Bilkent Entegre Sağlık Kampusu inşaatında çalışan işçiler iki ay önce ücretlerini alamadığı için yürüyüş yapmıştı.
Sağlık turizmi anlayışına göre tasarlanan ve yatırımcı kuruluş Dia’nın her santimetrekaresinden 25 yıl boyunca gelir elde edeceği bu hastanede, 148 ameliyathane olacağı belirtiliyor. 7 gün 24 saat de ameliyat garantisi verildiğini duyduk.
Bir kulis bilgisi olarak öğrendiğimiz bu bilgi eğer doğruysa dehşet verici. Sadece hasta adayları için değil, kampus bittiğinde oraya taşınacak hastanelerde çalışan doktorlardan beklenen “performans” açısından da.

ÇİĞDEM TOKER/CUMHURİYET

Ağzınızla kuş tutsanız, ülkeyi düzlüğe çıkartamazsınız... - ORHAN BURSALI

Yok hayır, bu başlıktan kastım genel siyaset değil özel siyaset; eğitim meselesi. Ama ülkenin geleceği açısından da bir no’lu konu!
Size, 3 yılda bir yapılan PISA sınavlarında ülke öğrencilerinin neden geriye doğru ilerlediğini de yazmayacağım. Öyle ki Milli Eğitim Bakanlığı’ndan yetkililer “Sonuçlar devletin aleyhine kullanılmaya başlanıyor” diye kızmaya başladılar. Yani eğitimin kötüye gittiğini yazmak, vatan hainliği suçlamasından önceki basamak haline dönüşüyor!
Derdim, bakanlığın açıkladığı yeni eğitim müfredatı taslağı ve burada yapılan değişiklikler.
Bir sürü şey, ama en dikkat çekici nokta derslerden evrim ünitesinin çıkarılmış olması. 

Trene bakan öküzler gibi
O da sadece lise son biyoloji dersinde okutulan “hayatın başlangıcı ve evrim” ünitesi tekmelenmiş; nereye, dışarıya!
Düşünün: Liseyi bitirecek öğrenciler evrim ve hayatın oluşumu ile gelişimi konusunda sıfır bilgi sahibi olacaklar. Aptal aptal bize ve dünyaya bakacaklar: Darwin mi, evrim mi, hayatın başlangıcı mı, onlar da ne Allah aşkına!”
Bu liseliler üniversitelere girecekler, yabancı akranlarıyla karşılaşacaklar, ve ayıptır söylemesi ama öküz trene bakar gibi kalacaklar.
O halde: Üniversitelerden de biyoloji derslerini kaldırmalılar. O da yetmez, genetik, moleküler biyoloji, tıbbi biyoloji, hepsini kaldırmalılar. Evrim konusunu kaldırırsanız, üniversitedeki bu dersler niye kalsın ki?

Biyoloji = evrim
Biyoloji demek evrim demek. Genetik, moleküler ve tıbbi biyoloji (hatta tıp!)... Bütün bunlar evrim demek.
Evrim olgusu (düşüncesi değil, olgu!) tüm bu bilimlerin temelidir ve evrim olgusuyla birlikte var olabilirler, anlaşılabilirler, anlatılabilirler! Bu dersler ancak evrim boyutuyla var olabilirler.
Dünyada tüm bu alanlarda araştırmalar evrim gözlüğü ile yürütülür.
Bana tek bir ülke gösteremezsiniz ki (belki bazı İslam ülkeleri ve en geri kalmış bazı ülkeler dışında) okullarında, dahası ilkokuldan itibaren evrim ünite olarak yer almasın!
Evrim üzerine dünyada her ay yüzlerce araştırma yapılır ve bilim dergileri bu araştırma sonuçlarıyla dolar taşar...
30 yılı aşkındır dünya bilimini izleyen, bilim gazetecisi, yazarı ve yayıncısıyım.
Bilim dünyasının mesleki dergilerinde, evrim olgusunu reddeden, yokluğunu tartışan tek bir makale göremezsiniz.. Gülerler insana... 

Jeolojiyi, kimyayı, fiziği de kaldırın
Bir şey daha diyeyim: Jeoloji-jeofizik derslerini de kaldırın. Çünkü bunlar da evrimsel düşünce olmadan anlaşılmaz. Eski varlık bilimleri, dünyanın evrimi, hangi çağlardan nasıl bugüne geldi, canlılar nasıl adım adım başkalaştı, bunlar hangi katman ve tabakalarda görülüyor, hayatın denizden başlayıp karaya nasıl yayıldığı vb.. tüm bunlar evrimsel gelişmenin temel konuları.
Kimya bile evrimle temelden ilişkili.
Kozmoloji, astrofizik, hatta fizik...
Bilimleri, evrenin nasıl oluşup geliştiği, nasıl evrim geçirdiği gibi sözcük ve kavramlarla anlatabilirsiniz.
Siz evrimi değil, evrim sözcüğünü, kavramını ve konseptini de ortadan kaldırıyorsunuz.
Yarınki adımınız da evrim sözcüğünü yasaklamak olabilir. Size yol gösteriyorum yapacaklarınız hakkında!
İslamın Altın Çağı’nda İslam felsefecileribilimcileri bile evrim konusunda Avrupa’yı geçen anlatımlarda bulunuyorlardı. Bugünkü kafa İslam ortaçağının bile gerisinde. 


IŞİD’ci kafalar yetiştirirsiniz
Ülkenin önünü karartıyorsunuz. Bilimsel bilgiyi, olguyu reddederek ancak IŞİD’ci kafalar yetiştirirsiniz.
Bilimi dışlayarak dünyayla hiçbir ilişki kuramazsınız.
Bilim olmadan, ne teknoloji üretebilirsiniz (ki ne kadar çok istiyorsunuz, ekonomide katma değer üretmek ve para kazanmak istiyorsunuz, biliyorum) ne de çağdaş dünyanın bir parçası olabilirisiniz.
Zaten olmak istediğinize ilişkin de bir işaret görmüyorum.
Ortalıktaki sendikanız ile birlikte bilimsel bilgiyi ortadan kaldırarak, bugünkü dünya gerçekleriyle zerre kadar ilişkisi olmayan dini hurafelerle kafaları doldurmak istiyorsunuz.
Şu kadarını belirteyim: Bu tam bir geleceğe ihanettir. Bu sizin çok kullandığınız ve sevdiğiniz bir sözcük olduğu için kullanıyorum.
Kara cahil, dünyadan-uygarlıktan-çağdaşlıktan kopuk nesillerle dolu bir ülkenin harcını karıyorsunuz.
Ağzınızla kuş tutsanız, bu ülkeyi düzlüğe çıkartamazsınız bu kafayla.
Evrim olgusu derslerden kaldırılamaz. Hemen konmalıdır.
Eğer bu ülkede, adına üniversite denen, bilimle uğraştığı iddiasında olan kurumlar ve insanlar varsa, ayağa kalkmalılar.
Geleceğimize sahip çıkmalıyız!

ORHAN BURSALI / CUMHURİYET

Henüz APO zamanı değil - ALİ SİRMEN

Başlıkta geçen APO, Abdullah Öcalan değil. APO 1960’ların sonlarında ve erken 1970’lerde, Federal Almanya’da işbaşında olan CDU-CSU SPD “Büyük koalisyon”undan, düş kırıklığına uğramış olan solcu gençlerin başlattıkları Ausser parlamentariche opposition - “parlamento dışı muhalefet” (PDM ) akımının inisiyalleri. 

 
F. Almanya’da Sosyal Demokratlar’ın Hıristiyan Demokratlar ile koalisyon içinde de olsa, nihayet iktidara adım atmaları, solcu gençlerin onlara bağladığı umutların gerçekleşmesini sağlayamayınca, lideri ve gayri resmi sözcüsü bir süre Rudi Dutschke olan bir grubun, parlamento dışı muhalefet sloganıyla, siyaseti sokağa taşıma girişimleri, Avrupa’yı yakından izleyen Türkiye’de de yankı buldu.
O sıralarda Akşam’daki köşemde özendirerek, konuyu oldukça izlediğimi anımsıyorum. Ama daha da ilginci, Altan Öymen gibi, Alman siyasetini de yakından tanıyan, önemli gazeteci yazarlar da konuyu etraflıca işlemişlerdi.
APO koşullar böyle bir politikayı zorunlu kılmadığından bir ölçünün ötesinde yankı bulmadı. Türkiye’de ise PDM’ci akımlar, 12 Mart ile noktalandı. 

***
Parlamentonun siyasetin ağırlık merkezlerinden biri olması demokrasinin önde gelen sağlık göstergelerinden biridir.
AKP’nin “Türk tipi başkanlık sistemi” etiketi altında sunmaya çalıştığı tek adam sultasını egemen kılmayı öngören anayasa değişikliğiyle parlamento bütün işlevlerini kaybederek işlevsizleştirilecektir.
Yasama ve yürütmeyi denetleme işlevlerinden yoksun kalacak olan parlamento, sistemin egemeni tek adamın aynı zamanda parti başkanı sıfatına da sahip olacağından kompozisyonu bakımından da, tek adamın tek başına at koşturduğu bir alan olacaktır.
Büyük gerginlikler içinde süren görüşmeler sonunda AKP’nin, anayasanın 175. maddesinin öngördüğü gizli oy zorunluluğunu da hiçe sayarak istediği, parlamentonun işlevsizleştirilmesi sonucunu parlamentodan geçireceği görülüyor.
CHP’nin girişimleri yalnızca TBMM’de gerginliğin artması ve pek hoş olmayan olayların yaşanmasına yol açıyor, hepsi bu!
Bu durum karşısında kimi siyasi gözlemci ve yazarlar CHP’nin Meclis’ten çekilerek, AKP ile Devlet Bahçeli’yi tarihi sorumluluklarıyla baş başa bırakması önerisini ileri sürüyorlar.
PDM’yi yeniden gündeme getiren bir politikayı benimsemenin zamanı gelmiş midir? 

***
Her ne kadar, zaten fiilen yürürlükte olan tek adam sistemiyle parlamento bütün işlevlerini yitirmişse de henüz muhalefeti parlamento dışına taşımanın zamanının gelmediği, böyle bir davranışın, zaten Meclis’i işlevsizleştirmeyi hedefleyen AKP’nin işine yarayacağını belirtmek gerek.
Tek adam sultasına karşı, dengeler ve güvenceler sistemini savunanların, parlamentoyu bırakıp gitmeleri pek akıl kârı değildir, velev ki o parlamento bütün işlevini ve işlerliğini yitirmiş de olsa.
Siyasette önemli olan eldeki olanakları kullanarak, amaçlanan sonuca ulaşmaktır.
Tek adam sultasına karşı savaşımda tüm olanaklar kullanılıp, tüketilmiş değildir.
Parlamento sonrasındaki aşama, halkoylamasıdır.
Şimdi mesele zaten fiilen yürürlükte olan tek adam rejiminin, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu sorunların çaresi değil, nedeni olduğuna, bu yüzdendir ki, Saray’dan istenen anayasa değişikliğinin ülkenin çıkarına olmadığına seçmeni ikna etmektir.
Oy dağılımına ve kamuoyu yoklamalarına bakınca, bunun kolay olmadığı görülüyor.
Ama içinde bulunulan objektif koşullar da her geçen gün dengeleri tek adamın aleyhine değiştirecek nitelik taşıyor.
Bu durumda yapılması gereken, baskı rejimini isteyenlere yaradığı geçmişte görünen gerginlikleri yaratacak her türlü davranıştan kaçınarak, sakin, soğukkanlı, sabırlı bir ısrarlılıkla seçmene değişiklikle amaçlananların zararlarını anlatmaktır.
Gitgide artan bir hızla bozulan siyasi, sosyal ve ekonomik ortam böyle bir çabayı mümkün kılıyor.
Parlamentoyu boykot zamanı henüz gelmedi.

ALİ SİRMEN / CUMHURİYET

Trump’ın başkanlığına beş gün kala... - ERHAN NALÇACI

İnanın ki hakkında yazmak istediğim son insan Trump. Ama öyle olaylar oluyor ki uluslararası ilişkiler üzerine yazan bir kişi bugünlerde etrafa şöyle bir bakıyor ve sonunda tekrar Trump’ı ele almak zorunda kalıyor.


Tabi ki aslında ele alınan Trump değil, bütün çürümüşlüğü ile emperyalist düzen.
Bizim neslin gençliği “soğuk savaş” yıllarında geçti. “Soğuk Savaş” her ne kadar emperyalizmin sosyalist iktidarlara karşı geliştirdiği iğrenç bir silahsa da diplomasinin bir ciddiyeti vardı. Şimdi yaşananları görünce bu ciddiyetin de Sovyetler Birliği’nden doğduğunu anlayabiliyoruz.

Şu hale bakın, bir hafta sonra ABD başkanı olmak üzere seçilmiş bir kişinin seks kasetinin Rusların elinde olduğunu CIA servis ediyor, Ruslarsa “Bizde yok” diyor.
CIA ayrıca İsrail’e dönüp “elinizdeki her istihbaratı Trump ile paylaşmayın, İran’ın eline geçebilir” diye tavsiyede bulunuyor.

Zaten bir ABD başkanını Hillary’nin bilgisayarından yazışmaları ele geçirip seçtirenin Ruslar olduğu iddiası öylece ortada duruyor. Üstelik bunun gerçek olma ihtimali var.

ABD’de işçi sınıfının neredeyse yüzyıldır yenik durumu, sermaye içindeki çıkar grupları arasındaki çekişmeleri ABD siyasetinin temeli haline getirmişti. Ancak Kennedy’lerin suikasta uğramasından Nixon’a karşı Watergate Skandalı’na kadar her türlü rezalet kendi raconu içinde halledilmişti. Şimdi olanlar gerçekten hiçbir şeye sığmıyor.

20 Ocak’ta fiili olarak göreve başlayacak olan Trump’ın bütün meşruiyetini yok etmek ve olası bir “kansız” darbeye veya bir suikasta kamuoyu yaratmak istedikleri çok belli oluyor.
Sonuçta düzen ne kadar çürürse çürüsün, biz müdahale etmeden çökmeyeceği için ne olduğunu anlamak zorundayız. Bilgi teorisi boşluk tanımaz, eyleme kılavuzluk etmesi için elimizdeki verileri birleştirmek ve bir hipotez ileri sürmek zorundayız. Yeni veriler geldikçe tezleri değiştiririz.
ABD sermaye sınıfı çıkarları doğrultusunda ortadan yarılmış durumda. Obama/Clinton ekibinin arkasında duran tekeller, vekâlet savaşlarını, soğuk savaşı andırır şekilde Rusya’yı askeri olarak kuşatmayı, bu esnada artan silah ticaretini savunuyorlar, ancak muhtemelen Çin ile doğrudan kapışmayı göze alamıyorlar. Çin’deki reel yatırımları ve ellerindeki değerli kâğıtlara Çin’in yaptığı yatırım ve ABD içindeki onlara da kâr bırakan ticaretin döngüsü buna izin vermiyor.
Trump’ın arkasındaki sermaye sınıfı ise; Çin’e büyük bir askeri destek sağlayan Rusya’yı bu ittifaktan koparmayı, ekonomiyi Çin’e bağlı olmaktan çıkarmayı ve en nihayet daha fazla güçlenmeden Çin’e müdahale etmeyi istiyor.

Şimdiden üç başlık Trump ekibi ile Çin’in arasını çok kötü bir şekilde germiş durumda: “Tek Çin Politikası”, Kuzey Kore’nin nükleer silah kapasitesine Çin’in gerektiği gibi müdahale etmediği iddiası ve Güney Çin Denizi’nde egemenlik iddiaları.

Çin ilk defa geleneksel terbiyeli üslubunu değiştirdi ve ABD’den intikam almaktan bahsetti.
ABD’de 20 Ocak öncesi ve esnasında birçok eylem planlanıyor. Bunların bir kısmı sınıfsal içeriğinden yoksun ve hatta belki Trump karşıtı bir müdahalenin sivil ayağı.

Buna karşılık işçi sınıfı da 20 Ocak’ta büyük bir miting hazırlığı içinde. Bu mitingin sonuçlarını izleyeceğiz.

Bu maskaralığa son verecek, oynanan oyunun kurallarını bozacak ABD işçi sınıfına selam olsun.

Erhan Nalçacı / SOL

Vatan cumhuriyettir - ORHAN GÖKDEMİR

Üç tarz-ı siyasetle başlamıştık, üç tarz-ı siyasetle bitiriyoruz.
Bunlardan biri, ilki, Osmanlıcılık Halep’in banliyösüne gömüldü. Ölüyü cihat gazıyla yürütme girişimiydi, arkasından rahmet okumak bile fazla.
İkincisi, Kahire’den, Bağdat’tan, Şam’dan sürülüp çıkarılan İslamcılık, Ankara’da Türkçülüğü de beraberinde sürükleyerek dipsiz bir uçuruma doğru yuvarlanıyor. Yıktığı cumhuriyetin üzerine, Necip Fazıl’ın “baş yücelik” zırvasından başka hiçbir şeyle açıklayamayacağımız tuhaf bir diktatoryal yönetim gecekondusu dikmeye çalışıyor. Acelesi var, uçuruma atlamak için yarışıyor. Her şeyi tek adam yapacak bundan sonra, buna inanıyorlar. Meclisi, başbakanı, bakanı, vekili, mahkemesi kendini uçuruma yuvarlamak için koşuyor. Bu İslamcı hareketin kendisini feshetmesi, dincinin topyekûn intiharıdır.
Zamansız bir erken seçim kararı alarak BOP’un yeni Ortadoğu planı uyarınca Ankara’nın düşmesine yol açan Devlet Bahçeli de, üçüncüsüdür, “milliyetçi hareket”i son rolünü oynamaya zorlayarak “Türkçülük”ün ipini çekiyor. Rol, diktatöre tutunarak uçuruma atlamaktan ibarettir. Üç tarz-ı siyaset; Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük ipini çektikleri Cumhuriyetin boşluğunda doğan uçuruma yuvarlanıyor. Yuvarlanan badem bıyıklılar ve onlara sıkı sıkı tutunmuş sarkık bıyıklıların feryatları yeri göğü inletiyor. Üç tarz-ı siyasetle başlayan dramatik bir tarih, hüzünlü bir sonla nihayete eriyor.

***

Hüzün, bu rol dağılımın bizzat cumhuriyet tarafından dağıtıldığının bilinmesindendir.
İslamcı hareket cumhuriyetin kucağında doğdu, büyüdü. Yani dinci, laik devletin çocuğudur. Türkçülük ise, devlet tarafından paramiliter bir odak olarak örgütlendi. Zaman zaman silahlı bir çeteye dönüştü. Devletin silahlı gücü, ihtiyaç yoksa siyasal dayanağı oldu.
Osmanlıcılık ortak hayalleri veya hayaletleridir. Ciddiyeti olmayan bir buçuk siyasetin hayalinin ne önemi olur? Yoktur. Hatırlarsınız; Suriye topraklarından kurucu dedelerini alıp kaçtılar. Bir Kürdün arazisine el koyup, yürüyen ölüyü gömdüler. Taşıdıkları kim, mezar kimin belli değil. Her şey tuhaf, tutarsız bir söylenceden ibaret. Kısaca yeni Osmanlıcılık diyoruz.
Tekrar biliyorum ama bugünlerde tekrarda sonsuz fayda var. Dini kamu yaşamına sokan AKP değil 12 Eylül paşalarıdır. Dini alıp Anayasaya soktular, eğitimi dinselleştirdiler. Tarikatları el altından desteklediler, devlet içinde kadrolaşmalarının yolunu açtılar. Asıl korkuları solun gelip her şeyi ele geçirmesiydi, bu korkuları nedeniyle dinin devleti ele geçirmesini ehveni şer gördüler.
Din geldi laik cumhuriyeti ölü ele geçirdi. İmamlar görünüşe göre ölüyü gömmek üzere gelmişti. O gün bugündür gömmeye geldikleri ölüye tecavüz edip duruyor. Artık imam düzenindeyiz.
Din girdiği her yerde ulus bilincini yok eder. Türkiye bunun istisnalarından biriydi. Şimdi hızla ulusal kimliğini yitirip ümmetleşiyor. Devlet Bahçeli ne yapsın? Tutunacak imama, atlayacak dipsiz kuyuya!

***

İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük, Osmanlının son dönemindeki üç tarz-ı siyasetti. İmparatorluk çökerken, Osmanlıcılık ve İslamcılık çok güçlü görünüyordu. Türkçülük zamanına göre radikal ama imkânsız bir hareketti. Bununla birlikte sırtındaki ağırlık da o derece hafifti. Ama Osmanlıcılık ülkenin bütünlüğünü sağlayamıyordu. İmparatorluğu oluşturan bileşenler milliyetçiliğin sihrine kapılmış, bir bir kopup gidiyordu. İslamcılık, İmparatorluğun gayrı Müslimleri dışarıda bırakıyordu. Bu küçülme demekti. Türkçülük ise mutlak bir küçülme demekti.
Fakat 1. Dünya savaşı imparatorluğu fiilen küçülterek Türkçülük için ortamı hazırladı. Fakat eldeki kalan da mutlak bir Türkçülük için uygun olmaktan uzaktı. Bu nedenle yerine “milliyetçi bir batıcılık” kondu. Bu Türkçülüğü eldeki malzemeye uydurma girişimiydi. “Ne mutlu Türk olana” eldeki toplama uymuyordu, onlar da “Ne mutlu Türküm diyene” dedi. Bunun anlamı Osmanlıcılığın silinip gitmesi, İslamcılığın ve Türkçülüğün ise marjinal siyasal hareketlere dönüşmesiydi.
Milliyetçi batıcılığın giderek daha fazla Türk-İslam yetmezliği çekmesi Komünizmin yükseliş döneminin getirisidir. 2. Dünya savaşından Komünizm güçlenerek çıktı. Türkiye yönetenlerin duyduğu korku hafızayı silmişti. Devrimci cumhuriyetin büyüsü yitip gitti. Bu korkuyla sarıldığı İslamcılık ve Türkçülük şimdi onun için cenaze merasimi düzenliyor.

***                                                                                  

Dediklerine inanacak olursak devleti ele geçirmiş bir tarikatla mücadele etmekteler ama gerçek bambaşka. Elinde dövizi olanı terörist ilan edecekler, yurtdışında olup yurda dön çağrısına uymayanları vatandaşlıktan çıkaracaklar. İtiraz edeni tutuklayacaklar, biat etmeyenin malına mülküne el koyacaklar. Geçtiğimiz günlerde idam açıklaması yapıp, “Bunları beslemek gibi bir hakka sahip değiliz” de dediler. “Asmayıp da besleyecek miyiz”in yeni versiyonudur bu. 12 Eylül’dür. Ülke 12 Eylül günlerine geri dönmüştür.
Güya 2. Cumhuriyeti kuracaklardı. Hâlbuki Türkiye'de takkeli bir hayalet dolaşıyor şimdi; general şapkası düşük Kenan Evren'in hayaletidir bu. Sanki mezarından kalkıp Meclis'i kapatmaya gelmiştir. Sanki Necdet Adalı’yı, Erdal Eren’i hukuksuz mahkemelerinde yargılatıp yeniden idama mahkûm edecektir. Sanki bütün partileri, bütün dernekleri yıkıp geçecektir. Sanki hepimizi yeniden zindanlara dolduracaktır.
Cumhuriyeti diktatörlük ilan eden, yerli yersiz söven liberal hükümlü Sevan Nişanyan, “bakanlık talimat verdi Kuran’dan başka kitap verilmiyor hapishanede” diye yakındı geçtiğimiz hafta. 12 Eylül zulmü artık çocuk oyuncağıdır. İmamın ölçüsüzlüğü, darbeci generalinkini fersah fersah aşmıştır.
Dağı taşı imam hatip yaptılar. Çünkü ümmet olmanın şartı ümmi olmaktır. Böylece yalnızca devleti değil halkı da kapatıyorlar. Ve bizi “devleti yıkacaklar, milleti ortadan kaldıracaklar” diye vuran, öldüren “milliyetçi” çetenin başı şimdi “söz konusu çıkarsa vatan teferruattır” diyor. Üç tarz-ı siyaset böylece sıradan bir faşizme dönüşerek ömrünü tamamlıyor.

***

Üç Tarz-ı siyasetle başlamıştık, üç tarz-ı siyasetle bitiriyoruz. Yüzyıl sonra bir büyük ihanet öyküsüdür geriye kalan.
Bu ülke, bu halk artık Sosyalizm tarz-ı siyasetine mecburdur.
Bu vatan, bu cumhuriyet bizim. Laiklik bizim için. Alırız, taşırız, gitmesi gereken yere götürürüz. Işıklı, aydınlık bir dünya yaratmak ellerimizdedir.
Artık vatan laik cumhuriyettir!

Orhan Gökdemir / SOL

Dolar dörtlerken başkanlık inadı - ALİ SİRMEN





Kuvvetler ayrılığına tümden son verecek, yasama, yürütme ve yargının yetkilerinin cumhurbaşkanının elinde toplanmasını sağlayacak olan anayasa değişikliği önerisi Meclis’ten, halkoylamasına gidilmesini zorunlu kılacak bir çoğunlukla, geçecek görünüyor.
Eğer anayasanın amir hükmüne uyulup da gerçekten gizli oylama yapılabilmiş olsaydı, değişikliğin geçmemesi olasılığı vardı. Ama milletvekillerinin özgür iradelerinin baskı altına alınmasıyla bu olasılık ortadan kaldırılmıştır. Değişiklikle önerilen sistemin bildiğimiz klasik başkanlık sistemleriyle uzaktan yakından bir ilişkisi yok.
Aslında getirilmekte olan ve 29 Ekim 1923’te temeli atılan T.C.’ye son verecek olan kendine özgü “Reis sistemi”dir.
Reis sistemi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bünyesine uygun biçilmiş giysi gibidir. 


***
Bu kişiye özel biçilmiş giysinin, herhangi bir beklenmedik nedenle bir başkasına kısmet olması halinde ne olacağını kestirmek için, 1982 Anayasası’na Kenan Bey için özel olarak konmuş yetkilerin Tayyip Bey’in eline geçince ne olduğuna bakmak yeterlidir.
Anayasa değişikliğinin halk tarafından kabulü halinde, Türkiye’de uygulamada değişiklik olmayacağını, olacak olanın fiilen yürümekte olan durumun, hukuken adının konarak tescilinden ibaret kalacağını söylemek daha doğrudur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin adının konduğu tarihi 29 Ekim 1923 günkü oturumda TBMM kürsüsüne çıkan bu gazetenin kurucusu Yunus Nadi, yüce Meclis’in vereceği kararın zaten uygulanmakta olan sistemin adının konmasından ibaret olduğunu söylüyordu.
Bu kez de durum aynıdır.
Reis sistemi iki buçuk yıldır zaten fiilen yürürlüktedir.
Öyle görünüyor ki, bu hafta TBMM’de 330’u aşacak olan evet oyu ile rejimin resmen tescili konusunda son söz halka kalacaktır. Eğer, orada da “evet” oyları yüzde elli artı birin üstünde çıkarsa fiili reis rejimi resmiyet kazanacaktır. 

***
Seçmenin, “yüzde elli artı bir”inin halkın tümünün hak ve özgürlükleriyle güvencelerinden vazgeçmesinin demokratik meşruiyetinin bulunup bulunmadığı tartışmasının pratikte fazla bir anlam taşımayacağını görerek, bunlarla vakit kaybetmek yerine, seçmenin çoğunluğunu, reis düzeninin hayırlı olmadığına ikna etmek gerek.
Halkoylamasında “evet” kampanyası yapacak olanların ana savı şudur:
“Reis hegemonyası, anarşi, terör FETÖ, PKK, PYD, IŞİD, Ortadoğu’daki savaş, dış politika, ABD, AB ile ilişkiler, Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve ekonomi alanlarındaki devasa sorunlarla baş etmek ve Türkiye’yi düze çıkarmak açısından zorunludur.”
Bu sav karşısında tutulacak en iyi yol, ideolojik tartışmalara girmek ve şimdiye dek, hep Tayyip Bey’in işine yaradığı kesinlikle belli olmuş olan gerginlikleri artırmak değil, savın gerçeklerle bağdaşmadığını seçmene anlatmaya çalışmaktır.

Yapılması gereken budur ve bunu yapmak da mümkündür.
Çünkü reis sistemi zaten Türkiye’de iki buçuk yıldır fiilen yürürlüktedir.
İki buçuk yıldır, zaten, kuvvetler ayrılığı fiilen ortadan kalkmış, yasama ve yürütmenin yetkileri fiilen Tayyip Bey’in egemenlik alanına girmiş, 20 Temmuz’dan bu yana ülke Tayyip Bey’in yönetimindeki yürütmenin kanun hükmündeki kararnameleriyle yönetilir olmuştur.
Ve bu süre boyunca, her alanda durum düzelmek bir yana daha da kötüye gitmiştir.
İşte, saflaşmayı artıracak gerginliği daha da tırmandırmadan, herkesi düşünmeye sevk edecek bir sakinlikle anlatılması gereken bu, yani tek adam sisteminin bozuklukları düzeltecek çare değil, onları doğuran neden olduğudur.
Herhalde, işyerleri birer birer kapanır, dolar dolu dizgin dört liraya doğru koşar, terör eylemleri bir hafta bile ara vermeden yinelenirken iki buçuk yıldır fiilen yürürlükte olan tek adam sisteminin yararlı değil, zararlı olduğunu anlatmak imkânsız olmasa gerek.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Finlandiya Eğitim Sistemi ile Köy Enstitülerinin İnanılmaz Benzerliği - CEYLAN ADALI

İskandinav ülkelerinin eğitim sistemleri son yıllarda dünyanın en iyi eğitim sistemi olarak biliniyor. Şüphesiz ki özellikle Finlandiya. Her yıl gittikçe daha fazla yabancı delegasyonlar Finlileri ziyaret ediyor ve bu başarının ardındaki filozofiyi inceliyor. Hatta eğitime Finlilerden %40 fazla bütçe ayırmasına rağmen lise terk oranı Finlilerden %30 fazla olan Amerikalılar bile eğitim sisteminde Finlilerden aldığı ipuçlarıyla yeni düzenlemelere gidiyor.


Aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı da başta Finlandiya olmak üzre gelişmiş bazı ülkelerde uygulanan eğitim sistemlerini okullarımızda hayata geçirmeyi planlıyor. Peki neden? Geçmişimizde Dünya’da benzeri görülmemiş bir örnek oluşturarak Türkiye’nin 1940’lardaki kültür yaşamına damgasını vuran KÖY ENSTİTÜLERİ gibi olağanüstü bir başarı hikayemiz varken TC Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri neden adeta talan edilmiş eğitim sistemimizi onarmanın çözümünü önce kendi geçmişinde ve tarihinde aramak yerine başka bir ülkenin eğitim modelinde arıyor?
Hele geçmişimizdeki bu başarının her detayı onca gıpta ettiğimiz Fin Eğitim Modeliyle neredeyse birebir aynıyken !

BUGÜNE DEK BİRÇOK YABANCI AKADEMİK İNCELEME VE ARAŞTIRMAYA KONU OLAN KÖY ENSTİTÜLERİ BİZİM YENİ EĞİTİM SİSTEMİ ARAŞTIRMALARIMIZA KONU BİLE OLAMIYOR
Tamamen Türkiye’ye özgü bir eğitim projesi olup bugüne dek yabancı birçok akademik inceleme ve araştırmaya örnek olan Köy Enstitüleri neden bizim bugünkü inceleme ve araştırmalarımıza konu olamıyor, anlamak mümkün değil.
Üstelik Köy Enstitülerinin sadece birinde değil tümünde yapılan çalışmalar, yenilikler, resmi düzenlemelere dair bilgi belgelerin tümü, hatta eğitim kadrosunun anıları bile titizlikle tutulup bugüne dek saklanmışken.

KURULUŞ MÜCADELELERİ BİLE NEREDEYSE AYNI
Fin Eğitim Modeliyle Köy Enstitüleri arasında öylesine inanılmaz benzerlikler var ki düşündükçe kendi geçmişimiz yerine Fin Modeline hayranlık duymamıza üzülmemek elde değil. Kuruluşlarındaki mücadeleleri bile neredeyse aynı.
Fin Eğitim Modeli tüm yoksulluklara, imkansızlıklara ve hatta elverişsiz doğa koşullarına rağmen, bir avuç aydının önderliğinde her meslekten insanın omuz omuza bir dayanışma sergileyerek kuruluyorken Köy Enstitüleri de 2.Dünya Savaşı’nın Türkiye’yi dar bir kıskaca aldığı en zor dönemde ekonomik sıkıntıların, yetersiz endüstrinin, pahalılığın, karaborsanın olduğu en sancılı dönemde kuruluyor.
Her ikisinin eğitim programı da insanı bilgiye kültüre boğan, öğrenmeyi merak, araştırma, eleştirme ve sorgulamayla gerçekleştiren, gerçek rehberin bilim olduğu eğitim anlayışını benimseyerek kurgulanıyor.
Her ikisinde de okullar arası farklılık değil eşitlik ve dayanışma var.
Her ikisinde de öğrenciyi kucaklayan içine alan bir sistem var.
Her ikisinde de ast-üst ilişkisi yerine birlikte iş başarma anlayışı, “hesap sorma” yerine “hesaplaşma” anlayışı var.
Her ikisinde de eğitim ilkelerinin ustaca düzenlendiği ve tam anlamıyla bir kişilik eğitiminden yana olan bir eğitim anlayışı var.
Her ikisinde de din, dil, cins, ırk ayrımı gözetmeksizin insanın en yüce değer olarak kabul edildiği, herkesin gücüne göre bir ödevi ve görevi olduğu ilkesine dayalı olan, fonksiyonel bir örgütlenme üzerine kurulu bir sistem var.
Her ikisinde de öğrencilerin deneyerek, yanılarak, araştırarak, sorgulayarak, düşünerek, yazarak, sunum yaparak, yaşayarak kendini her konuda değerli hissettiği, sade yalın istikrarlı bir eğitim anlayışı var.


Şimdi eğitim bilimcilere, toplum bilimcilere ve başka ülkelerin eğitim sistemlerini araştırıp ülkemize uyarlamaya çalışan bakanlarımıza soruyorum.
Finlandiya Eğitim Sistemi ile geçmişimizin olağanüstü başarı hikayesi Köy Enstitüleri; kuruluşundan işleyişine dek birbirine bunca benziyorken, zamanın yabancı delegasyonları Köy Enstitülerinin olağanüstü başarısını incelemek araştırmak için onca çalışmalar yapmışken ve en önemlisi Köy Enstitülerine dair bilgi ve belge bolluğu bunca fazlayken çözümü dışarıda aramak neden?

Ceylan Adalı / CUMHURİYET

Egemenlik sınavı - RIFAT OKÇABOL


Başkanlık sistemini getirmeye yönelik anayasa değişikliği tasarısı, “Hakimiyet milletindir” afişlerinin içeriğinin sınandığı bir sürece dönüşürken sorular da peş peşe geliyor.  Örneğin egemenliğin millette olduğuna inananlar, tüm yetkinin bir kişide toplanmasını isterler ve böylesine bir tasarıyı gündeme getirirler mi?
Anımsarsınız, 2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılması için oturumun 367 milletvekili ile başlaması gerekiyordu. Muhalefet oturuma katılmayınca seçim imkansızdı ve AKP, A. Gül yerine, onun kadar partizan olmayan bir başka aday çıkaracaktı. Bahçeli ve MHP’si oturuma katılarak Gül’ün seçilmesine yardım etmişti.  Seçim sonrasında, 40 yıllık MHP’li bir arkadaşıma, “Nedir bu Bahçelinin yaptığı” diye yakındığımda, “Biz Bahçeliyi İstanbul’dan oylamaya katılmayacak diye uğurladık, o Ankara’ya varınca oylamaya katıldı, nasıl oldu biz de anlayamadık” demişti. O Bahçeli, bırakın milletin egemenliğine, kendi parti üyelerinin egemenliğine saygı duyar mı?
Bahçeli pek çok kez, “Başkanlık, federasyon demektir. Bu da Türkiye’yi bölünmeye götürecektir” ve “…başkanlık sistemi demokrasinin idam fermanıdır. Tek adam diktatörlüğünün beraatidir. Hırsızlık ve yolsuzluk ruhsatıdır” gibi söylemlerle başkanlık sistemine şiddetle karşı çıkmıştı. Hatta Mayıs 2016’da da,  “Türkiye Cumhuriyeti Türk milletinin eseridir. Milletin ise Başkanlık sistemi gelsin’ dediğine hiç kimse şahitlik etmemiştir. Başkanlık sistemi ve partili cumhurbaşkanlığı konusunda vereceğimiz destek, sunacağımız herhangi bir katkı zamanın ve şartların ruhuna uygun olacak şekilde yoktur” demişti. Şimdi başkanlık sistemine  kayıtsız şartsız teslim olduğu anlaşılan Bahçeli, bu dönüşümü milletin hakimiyetine saygı duyduğu için mi yapmıştır?
Numan Kurtulmuş, iktidara laf atıp “Harun gibi gelip Karun gibi gitmeyeceğiz, Firavunlaşmayacağız” diyerek HAS başkanlığına gelmişti. “Sayın Başbakan diyor ki 2 partili bir sistem istiyorum. Baş üstüne, 2 parti fazla olur isterseniz öbür partileri kapatalım sadece siz kalın tek başınıza demokrasi ortaya koyun,” “AKP korku siyaseti yapıyor” ve “Başbakanın kalbi Ali, dili ise Muaviye diyor” gibilerinden iktidar aleyhine çok şeyler söylemişti. Aynı biçimde Demokrat Parti başkanı Süleyman Soylu da, iktidara, “Paçalarından yolsuzluk akıyor. Türkiye'de ihale ve yandaş belediyeciliği yapılmaktadır” ve “… boyun eğdin, emir eri oldun, milletin ümitlerini boşa çıkardın. Boyan döküldü” ve benzeri çok şeyler söylemişti. Daha sonra AKP’ye geçip bakan olan Kurtulmuş ve Soylu, egemenliğin millette olduğuna inanırlar mı?
Bylock kullananlar, egemenliğin millette olduğuna mı, Fetoda olduğuna mı inanırlar? AKP milletvekilleri içinde Bylock kullananlar varsa, bu kesim başkanlık oylamasında, “Evet dersem Fetöcülükten yırtarım” mı der, yoksa “Evet de desem bu işten yakamı sıyıramam” mı der? Bu kişiler, egemenlik milletindir, millette kalmalıdır, tek adama verilmemelidir anlayışına göre mi, yoksa kendilerini kurtarma arayışıyla mı oy kullanırlar?
Bir kişinin işaretiyle milletvekili olmuş kişiler, kendilerine oy vermiş kişilerin (milletin) eğilimine göre mi, yoksa kendilerinin milletvekili olmasını sağlayan kişinin isteğine göre mi oy verirler?
“Erdoğan’a itaat etmek farzdır” gibilerinden açıklama yapanlar ve partinin liderine “Reis” diyenler, egemenliğin millette olduğuna inanırlar mı?
Bakan Mehmet Şimşek, “Kadınlar iş aradığından işsizlik yüksektir.” Bakan Veysel Eroğlu, iş arayan kadına, “Evdeki işler yetmiyor mu?” Meclisteki İnsan Hakları Komisyonu başkanlığını yapan bir AKP milletvekili, “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur.” Bu sözleri söyleyenler ve bu sözlere karşı çıkmayanlar, kısaca kadını insan yerine koymayanlar, egemenliğin millette olduğuna inanırlar mı?
Padişah Abdülmacit hakkında sempozyum düzenleyen ve padişah II. Abdülhamit’in 174’üncü doğum gününü bir programla kutlayan meclis, kendi egemenliğinin ayrımında mıdır, egemenliğin halkta olduğunu benimser mi?
Tutkularının esiri olanlar, egemenliklerine sahip çıkıp özgürce oy kullanabilirler mi?
Başkanlık oylamasının bu milletvekilleriyle yapılması bir talihsizlik olsa da, mecliste tutkularının esiri olmayanlar da var tabii. Bu nedenle meclisin vereceği sınav önemli: Padişahlığı kaldırıp halk egemenliğini tescilleyen meclis, kendi varlığını inkar edip egemenliği bir tek kişiye verecek mi? Meclis sınıfta kalırsa, bu kez seçmen sınavdan geçecek:  Seçmen bu oyunu yutacak mı, egemenliğine mi sahip çıkacak?

Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gmail.com

Öne Çıkan Yayın

SÖZCÜ GÜNDEM -10 Mayıs 2025 -

Paşa torunu emekli maaşını övdü - Zekeriya ALBAYRAK/Sözcü- Türkiye’de her 4 emekliden birisi 15 bin lira aylıkla geçinmek zorunda kalırken A...