‘Mr. Trump goes to Washington’ - ALİ SİRMEN

Cuma akşamı, televizyon kanallarından ABD’nin 45. başkanı Donald Trump’ın yemin törenini izliyordum.

Muhteşem bir ritüel. Bu ritüeller, ulusların demokratik yaşamlarının ayrılmaz bir parçası. Cuma günkü görkemli tören, bir Hollywood masalı ustalığıyla bütün dünyaya yansıtılıyor.
Tam bir Amerikan rüyası filmi.
Filmin baş kahramanı Donald Trump, yeniden büyük ve güçlü Amerika’nın mutlu günlerini muştuluyor. Aynı zamanda yerleşik düzenin (establishement) simgesi Washington’a karşı Amerikan vatandaşını, koruyup kollayacağını ilan ediyor.
Törenlerin, söylevlerin, görüntülerin, söylemlerin ardında, Washington semalarında Frank Capra’nın ruhu süzülüyor adeta.
ABD’nin gelmiş geçmiş en sevilen sinemacılarından biri, belki de birincisi olan Frank Capra’yı (1897-1991) yine Amerikan sinemasının efsanelerinden John Ford şöyle tanımlıyor:
-Amerikan rüyasına inananların, ilham kaynağı, büyük adam, büyük Amerikalı.
Gerçekten de “Amerikan rüyası” dendiğinde, ilk akla gelen isim Frank Capra’dır. 

***
Küçük adamların oluşturduğu büyük Amerikan rüyasının anlatıcısı olan Capra bütün yapıtlarında, toplumdaki aksaklıkları gözler önüne sererek başlayınca öyküsüne, yalın gerçekçi, kara bir yapıt ile karşı karşıya olduğunuzu sanırsınız. Ne var ki, her öykünün sonunda, çalışkan, dürüst, sevecen, küçük adamların oluşturduğu Amerikan rüyası galip gelir, iyiler üstün çıkar, ışıklar yanarken, seyircinin göz pınarlarından iki damla yaş süzülür.
Cuma günü töreni izlerken, zihnimdeki paralel ekrana da Frank Capra yapıtı “Mr. Smith Washington’a gidiyor”un görüntüleri yansıyordu.



Frank Capra’nın 1939 yapımı “Mr. Smith goes to Washington” adlı, birçok ödül kazanmış filminin, James Stewart’ın canlandırdığı kahramanı Amerikan rüyasının değerlerine olan inancı dolayısıyla Washington’a Kongre üyesi olarak gitmektedir. Orada, yolsuzluk, kokuşmuşlukla karşılaşacak, çıkar çevrelerinin oyunları karşısında başta çaresiz kalacak, ama sonra, her zaman olduğu gibi, küçük adamların erdemli gücü kazanacaktır.
Mr. Trump’ın da Washington’a gitmesine yol açan yine Amerikan rüyası, daha doğrusu Amerikan rüyasının solmasının yol açtığı düş kırıklığıydı.
O da, küçük adamı “esthablishement”ın aleti olduğu çıkar çevrelerine karşı korumak, büyük ve güçlü Amerika’yı ayağa kaldırarak, rüyayı yeniden canlandırmak için oraya gittiğini ilan ediyordu.



Adeta, 1939’da Frank Capra’nın kaleme aldığı senaryo, 2017’de Tanrı’nın ilahi kurgusuyla gerçekleşiyordu.
Biri fani, öbürü ilahi kurguların paralelliğini kendimden geçerek izliyordum. 

***
Sonra bir an, Trump’ın jestlerine ve mimiklerine engellenemez biçimde yansıyan kibri görüp uyandım. Allah’ın Mr. Trump’ı ile Frank Capra’nın Mr. Smith’i arasında, her ikisinin de Amerikan rüyasını terennüm etmeleri dışında hiçbir benzerlik yoktu. 

***
Mr. Smith’in Amerikan rüyasını, çıkar çevrelerine karşı savaşan küçük insanlar oluşturuyordu.
Mr. Trump’ın vaat ettiği Amerikan rüyasını gerçekleştirecek ekibin kahramanları ise bizzat o çıkar çevrelerinin içinden çıkıp gelmişlerdi.
Trump’ın rüyasını gerçekleştirecek ekip, Eisenhower’in daha 1961’de yakındığı militaro - endüstriyel takımın temsilcileriydi.
Mr. Smith’in Amerikan rüyasının dünyasında, emek, feragat, sevgi, dayanışma, dürüstlük, fedakârlık, tevazu gibi kavramlar egemendi.
Mr. Smith’ten üç çeyrek yüzyıl sonra Washington’a giden Mr. Trump’ın dünyasında, acımasızlık, şiddet, çıkar, kibir, kendini beğenmişlik, ırkçılık, düşmanlık, baş eğmeyenin başını ezmek, altta kalanın canı çıksın gibi unsurlar egemendi.
Ve bu iki Washington öyküsünden biri kurmaca biri gerçekti.
Bakalım, Mr.Trump’ın gerçek öyküsü nasıl gelişecek.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Niye şaşırıyorsunuz? - IŞIL ÖZGENTÜRK

-Aman beyefendi bu ne öfke, ne oldu?
-Doğalgaz 400 lira gelmiş, düşün bir aylık dört yüz lira!
-Çok normal, az bile?
-Neden az?
-Beyefendi, bizim ülkede doğalgaz yok. Azerbaycan, Rusya ve İran’dan alıyoruz. Tabii dolarla, eh dolar 3.82 çıktı, doğalgaz da 400 liraya. Benden bir soru: Başkanlığa evet mi diyeceksin hayır mı?
-Başkanlığı batsın ama evet diyeceğim, daha kötüsü olmasın diye! 

***
-Şoför bey, Bostancı’ya gideceğiz.
-Tamam bin.
-Şu yoldan gitseniz...
-Kardeşim, zaten öfkem burnumda, bildiğim yoldan giderim!
-Neden bu öfke?
-Bak şimdi, kardeşim sen uzayda mı yaşıyorsun. Benzin 5.30, gaz 4 ve bize zam filan yok!!!
-Bu kadar sert fren yapma, bunun suçlusu ben değilim! Vallahi ağlamayan çocuğa meme vermezler.
-Ağlasak da vermiyorlar, o ne be, vekiller al külah ver külah, ayda 26 bin lira ben de alsam keyfimden sokak ortasında oynarım.
-Sen evet mi diyeceksin, hayır mı?
-Kardeşim benden paso, artık kılımı kıpırdatmam. 

***
-Hayrola, pazarın bugün neşesi yok gibi.
-Millette neşe mi kaldı abla! Akşam oldu daha bir kilo kestane satamadım.
-Kilosu kaça?
-Yirmi liraydı, baktım olacak gibi değil 18 liraya indirdim, tık yok!
-Bereket kestane çabuk bozulmaz, idare edersin...
-Kestane çabuk bozulmaz ama çocuklar tavuk yemekten gıdaklamaya başlayacaklar.
-E, biraz da et yemeleri gerek...
-Benimle kafa bulma abla, etin kilosu 50 lira, bilmez gibi konuşuyorsun.
-Bilmez olur muyum, ben de ayda bire indirdim. Ne yaparsın, Allah çoluğu çocuğu olana acısın!
-Yok be abla, Allah çocuk çocuğa bakmıyor, Allah bana kuvvet versin!
-Söyle bakalım, başkanlığa evet mi diyeceksin, hayır mı?
-Ha bir de o var değil mi? 

***
-Hayrola dükkânı mı boşaltıyorsunuz?
-Sabah aç, bütün gün gözün kapıda bekle, akşam olunca da siftahsız kapa! Artık para filan düşünecek halim kalmadı, delirmeden kapatayım, dedim.
-Peki ne iş yapacaksın, nasıl geçineceksin?
-Bilmiyorum. Belki deliririm.
-Peki başkanlık için ne düşünüyorsun?
-Ben battım, dünya batsın! İnadına evet diyeceğim. 

***
-Ne oldu kızım, neden erken geldin, gözlerin de şişmiş?
-Bittik anne, patron bugün hepimize yol verdi. Firmayı da kapadı.
-Tazminat vermeyecek mi?
-Ne tazminatı anne, 15 günlük paramızı bile ödemedi.
-Peki ne yapacağız?
-Bilmem anne, belki E-5’e çıkarım, kira günü yaklaşıyor.
-Sen ne biçim konuşuyorsun!
-O biçim konuşuyorum. Keşke nakış dikiş kursuna gitseydim, bir işe yarardı. Kimsenin işletmeci filan istediği yok! Yok işte! Şu televizyonu da kapa!
Nasıl, devam edeyim mi? Sanmayın ki, cümle âlem Meclis’teki garabeti izliyor. İnsanlar ekmek derdinde. Referandumda boşuna heveslenmeyin “evet” oyu çıkacak. Bu arada sürekli kendini entelektüel sanan bazı köşe yazarları, Atatürk ve dönemine çamur atmakla bir iş yaptıklarını

sanıyorlar. Söyleyelim arkadaşa, Atatürk’e saldırmanın modası geçti, artık Erdoğan’a da methiye düzemezsin. O da bitti. Eee...

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Rövanş alayım derken - ORHAN GÖKDEMİR

İki yüzyılın rövanşını alacaklarmış, öyle diyorlar. Fakat iki yüzyıl ifadesi biraz sorunlu. İki yüzyıl önce ne olmuş da rövanş alacaklarmış, işte o belli değil?
1808’deki Sened-i İttifak bir milattır belki. Rumeli ve Anadolu Ayanları başkaldırdılar. Osmanlının ayanlara diş geçirecek gücü ve takati yoktu. Alemdar Mustafa Paşa bir anlaşma hazırladı, Padişah II. Mahmut imzaladı. Böylece gücünün, yetkisinin ve iktidarının bir sınırı olduğunu kabul etmiş oldu. Fakat dinci, II. Mahmut’u sevmez. Yenilikçidir çünkü. Herhalde dertleri bu değil.
1839’da, Abdülmecit dönemidir, Tanzimat Fermanı ilan edildi. Ferman ile padişah, fermanda ilân edilen ilkelere ve konulacak kanunlara uyacağına yemin etti. Kahramanı Mustafa Reşit Paşa’dır. 1856’da, hala Abdülmecit iktidarıdır, Islahat Fermanı ilan edildi. Gerçi padişahın iktidarına sınır getirme iddiasındaydı ama adı üstünde fermandı. Ferman padişahın, biliyorsunuz.
Arada Vaka-i Hayriye var, kahramanı II. Mahmut’tur. Yeniçerileri topa tuttu ve tabiri caizse rafa kaldırdı. Yeniçerinin dayanağı Osmanlı Yahudileri ve Bektaşilerdi. Yeniçerilerle birlikte onlar da rafa kaldırıldı. Yahudi tarihine göre Vaka-i Hayriye Osmanlı Yahudiliğinin gerileme döneminin başlangıcıdır. Bektaşilik ise o vaka ile büsbütün ezilmişti. Kendilerini Bektaşilerle akraba sayan Aleviliğimiz bu nedenle II. Mahmut’tan nefret eder. Onların bu nefrette haklı sebepleri var ve fakat dincilerimizin yok. Vaka-i Hayriye, Bektaşiliği devletten tasfiye etti ve yerine önce Mevleviliği, olmayınca Nakşibendiliği getirip oturttu. Bu, bir anlamda bizim dinci hareketimizin yükseliş dönemidir. Takip eden iki yüzyıl boyunca devlet tarafından korunup kollandılar. Kısa Cumhuriyet molası dışında hep devletlû tarikat oldular.

***

Sultan Abdülaziz, anlatılanlara göre, alaşağı edildi ve kapatıldığı yerde akıbetini beklerken tırnak makası ile intihar etti! Yerine Murat’ların beşincisi geçirildi ama onun da iktidarı kısa sürdü. Abdülhamit pek meşrutiyetçi görünüyordu, alıp sultan yaptılar. Büyük olasılıkla kansız saray darbelerinden biridir. 1876’da, artık II. Abdülhamit dönemidir, Kanun-u Esasi ilan edildi. Namık Kemal’in ve Mithat Paşa’nın başını çektiği Genç Osmanlıların başarısıydı. Padişahın yetkilerini belli sınırlar getiren kanunu hukukçu Krikor Odyan hazırladı, Abdülhamit onayladı. Bir yıl sonra meclis açıldı. İlk toplantı Dolmabahçe Sarayı'nın bir salonunda yapıldı.
Fakat o sırada 93 Harbi patlak verdi. Osmanlı ordusu dağıldı, Rus ordusu İstanbul kıyılarına dayandı. Nihayetinde Edirne Mütarekesi imzalandı. Fırsat bu fırsat pek meşrutiyetçi II. Abdülhamit meclisi süresiz tatil etti. Uzun Abdülhamit istibdadı böyle başladı. Görünüşe göre Kanun-i Esasi yürürlükteydi ama Abdülhamit’in pek dikkate aldığı yoktu. Ayan Meclisi bir daha toplanmadı ama sultan alicenaptı, Ayan üyelerinin maaşları ölünceye kadar düzenli ödendi. Meclis üyesi dediğin başka ne ister ki?
Ama görüldüğü gibi burada da dincinin istediği olmuş, Abdülhamit’e yol açılmış.

***

Fakat Sultanın topraklarının sınırları kaynıyordu. Rusya 1905 devrimi ile sarsılmıştı. Duma kurulmuş, çok partili seçimler yapılmış, 1906 Anayasası yürürlüğe konulmuştu. İran da kaynıyordu. 1906’da meşrutiyet ilan edilmiş, yeni bir anayasa hazırlanmış ve meclis açılmıştı. Fakat kısa sürede iki devrimci hareket de yenilecek, arkasından ağır bir baskı dönemi gelecekti. Sınırlar ötesinden kaçıp gelen dilleri farklı devrimciler İstanbul sokaklarında dolaşıyordu. Osmanlı başkenti ilk kez devrim kokuyordu.
Devrim Selanik’te başladı, kısa sürede İstanbul’a sıçradı. Sokaklar “hürriyet” nidalarıyla inliyordu. 1908’dir, Abdülhamit alaşağı edildi, 1876 Anayasası yapılan değişikliklerle yeniden yürürlüğe konuldu. Artık padişah tahta geçerken "vatan ve millete sadakat" yemini edecekti. Kimseyi yargısız sürgün edemeyecekti. Sansür kaldırılacak, sadrazamın yetkileri artırılacak, iktidarın bir bölümü meclise aktarılacaktı. Müthiştir, hürriyettir, devrimdir. Meclis-i Mebusan toplandı, Hüseyin Hilmi Paşa başbakanlığında Osmanlı tarihinin ilk parlamenter tabanlı hükümeti kuruldu. Şimdi hatırlanmaz, 1908 Hürriyet Devrimi, İyd-i Milli, 1934’e dek bayram olarak kutlandı. Meclis tarafından ilan edilen ilk resmi bayramdır.
Ankara'da toplanan Büyük Millet Meclisi'nin 20 Ocak 1921'de Teşkilat-ı Esasiye Kanununu kabul etti. Bu kanunda “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” deniyordu, Yürütme kuvveti ve yasama yetkisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’ndeydi artık. 1908 devrimi, böylece mantıki sonuçlarına ulaşmış oluyordu. Başkentte, emperyalizmin elinde esir Sultan zaten sallanıyordu. Olması gereken bir yıl sonra oldu, düşük sayıldı. İngiliz zırhlısına binip, yüzyıllardır sahibi sandığı topraklardan ayrıldı. Gerisi cumhuriyettir…
Sanırım bu bölümle ilgili ağır takıntıları var. İyi de onu da toplasan ederi yüzyıl!

***

Bizim anayasa tarihimiz padişahın yetkisini sınırlama tarihidir. Teokrasinin ve şeriatın kaldırılması hareketidir. Kimsenin dini kurallara uymadığı için kovuşturulmaması, dışlanmaması, dini inanç ve vicdan özgürlüğüne sahip olması mücadelesidir. Eksik veya fazla, yeniyi tartışmaya ancak buradan başlayabiliriz.

***

Peki, neyin rövanşı alınmak istenen? 1808’den Cumhuriyet’e, Şeyh Said ayaklanmasından Menemen kıyamına bütün gerici ayaklanmalarda Nakşi, Nurcu izi, parmağı vardır. 200 yıllık uğursuz bir roldür bu. Herhalde almak istedikleri rövanş budur.
Bunun için bir padişaha ihtiyaçları var. 1876 Kanun-i Esasi’nden daha geri bir anayasa yapıyorlar o yüzden. Başarırlarsa yeniden çakma bir Abdülhamit tarafından yönetileceğiz.
“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
Böyle diyor Mehmet Akif. İslamcıdır ancak padişahların sefaletinin, zavallılığının da tanığıdır. Kaldı ki arkadaşların tahayyül ettiği yetkilere sahip herhangi bir padişah da yok zaten. Bu ilk olacak!
Rövanş alacaklarmış…

Alabilirseniz alırsınız, yapamazsanız Abdülhamit’in sonunu paylaşırsınız. Tarih dediğimiz de budur işte!


Orhan Gökdemir / SOL

Böyle muhalefete böyle anayasa - AYDEMİR GÜLER

Kemal Kılıçdaroğlu’nun Pazartesi sonrası için taahhüt ettiği muhalefet kimseyi tatmin etti mi bilmiyorum. Ama AKP’nin başkanlık saldırısının Mecliste veya sandıkta durdurulabilmesini hakikaten isteyenlerin Kemal beyden biraz susmasını, bir şey yapmamasını istemeye hakları vardır sanıyorum. CHP’nin görüp göstereceği muhalefetin sınırı bellidir ve beklenti yaratmak “Hayırcılarda” yalnızca erken hayal kırıklığı yaratır.

Daha ne olsun diyen çıkabilir tabii: Açık oyla Anayasanın ihlal edildiği cep telefonu kayıtlarıyla tespit edilmedi mi? AKP’nin canlı yayın yasağını delen, icabında bir faşist güruhla kavgaya tutuşan CHP’liler değil mi? Daha ne olsun; görüşmeleri uzatmak için canla başla mücadele etmiyorlar mı? Hayırcılıktan fire verdikleri hiç görüldü mü? Erken seçim restini iktidarın elinden almakta da tereddüt etmediler. Elimizi vicdanımıza koyalım, hep birlikte ayağa da kalkıyorlar işte… diyen çıkar…
Üzgünüm, mücadele eden, ağzından çıkana samimiyetle bağlanmış ve ağzından da aklı başında sözler çıkmasına özen gösteren birçok milletvekili var. Ama bu insanların varlığı kurumsal bir samimiyet sorununu ortadan kaldırmaya yetmiyor. Ana muhalefet partisi değişiklik teklifinin rejime kast ettiğini söylerken samimi değil ki!


Erdoğan’a fi tarihinde vekillik yolu açanın Baykal, laikliğin tehlikede olmadığını ilan etmesiyle tarihe geçen Kılıçdaroğlu. CHP lideri olarak Kemalist/sosyal-demokrat geleneği ilk kez camiye sokan Baykal, Anayasaya aykırı olduğunu söyleye söyleye HDP’lilerin dokunulmazlıklarını kaldırtan Kılıçdaroğlu… CHP’nin son iki lideri birbirleriyle yarış halindeler. Kimin kazanacağını kestirmenin hayli zor olduğu bu yarış CHP’yi 1923 ve Mustafa Kemal mirasından uzaklaştırma ve AKP’yle iyi geçinme yarışıdır! Bu CHP İkinci Cumhuriyetin veya ekselanslarının ana muhalefet partisidir.
Mecliste bunca kavga veren ve üstelik yarın öbür gün referandumda aynı yönde oy kullanacağımız insanlar hakkında böyle yazmak ağır olmuyor mu?

İnanın olmuyor! CHP’nin muhalefet yöntemi ve biçimi Hayır’a hizmet etmemekte, bir kez daha Türkiye ilericiliğinden enerji çalmaktadır.
CHP tabanı Anayasa görüşmeleri başlayalı beri “vekilime bunu yapan bana neler yapmaz” duygusu içindedir. Belki de CHP’ye tutunan eski solcuların beraberlerinde götürdükleri bir hatadır bu. Eski devrimciler arasında cezaevi anısı anlatmak yaygındır. Solda mağduriyetin prim yaptığı düşüncesi de yaygındır. Oysa dinleyicinin “ah ne güzelmiş, keşke ben de onlar gibi olsam da, ben de işkence görsem” diye düşünmüş olması ileri derecede mazoşizm halinde mümkündür. Mağduriyetin sola yaradığı görülmüş şey değildir. İşte belki de bu tuhaf yanlış solcular tarafından CHP’ye bulaştırılmıştır!

Yeri gelmişken, mağduriyet sola değil sağa yarar. O da demagojiktir. Mağduru oynayan sağın arkasında emperyalisti, sermayesi, devleti vardır. Öyle mağduriyet dostlar başına!
Bize ne yarar peki? İnsanlar sola baktıklarında, güven duymalıdırlar. Aklı selimle karşılaşmalıdırlar. Duyduklarının yalan olabileceği duygusu hemen buhar olup uzaklaşmalıdır. Solcu hep daha önce uyarmış, yaşanacakları öngörmüş olmalıdır. Solcuda bilgi ve akıl ile vicdan ve coşku ayrılmaz özelliklerdir. Feda kültürü değildir cezbeden. Sol dayanışmadır. Çıkarcılık zaten tamamen konu dışıdır.

Sol geleceğin ta kendisi olarak algılanmalıdır bakıldığında. Üstünde tepinilmiş, “ne acılar çekmiş” bir solun örnek alınması, yanında saf tutulması imkansızdır. Hele bugünün Türkiye’sinde akıllı, doğrucu, vicdanlı bir ses arayan “sokaktaki insan” bile işkenceden çıkmış solcuyu görünce kaldırım değiştirecektir. Vatandaşın dert küfesi tıka basa doludur ve bir yenisini istememektedir. Haklıdır…
Meclisteki tablo budur: Maddeler geçmekte, kavgada muhalifler dayak yemekte, zaten her daim hakları yenmektedir. İyi de, bu mecliste böyle olacağı baştan belli değil midir?

Lütfen biri Kemal beyi sıra referanduma geldiğinde hayır sonucunun cepte olduğu yolunda sözler sarf etmemesi için uyarsın. Meclisi seyrede seyrede sinirleri yerinden oynayan, insanlıktan çoktan çıkmış birileri karşısında ürken ve gerileyen insanlarımızın sandığa firesiz ve hatta çoğalarak gitmeleri bu tür güvencelerin değil bir mücadelenin ve örgütlenmenin konusudur. Oturduğu yerden verilen güvenceden ağır bir hayal kırıklığı çıktığında CHP ikinci cumhuriyetin partisi olmaya devam edebilir. Lakin İkinci cumhuriyette yurttaş değil tebaa, halk değil cemaat vardır. Bu süreç “bizi seyredin” diyerek, “elimizden geleni yaptık / görmüyor musunuz adamların nasıl dövdüğünü” demeye getirerek, Meclis işleyişindeki ihlaller veya seçmen listelerindeki sahtekarlıklar konusunda ısrarlı ve takipçi olunmadan durdurulamaz.

Belki de CHP’nin bundan bir şikâyeti yoktur; ne bileyim. Belki örgütlenmeye yönelip boyun eğmemeyi seçmek yerine birkaç dakikalığına ayağa kalkmak daha çıkarına uygundur. Belki de uzun vadede halkın moral ve enerjisini harcamak, umudu yitirtmek bu partinin sınıf karakteriyle uyumludur.

Aydemir Güler / SOL

MHP intihar mı ediyor? - ALİ SİRMEN

Son zamanlarda en beğendiğim siyasal fıkra şu:
Stalin döneminde, Sovyet Komünist Partisi’nin yöneticilerinden ikisi yolda karşılaşmışlar, hoşbeşten sonra biri öbürüne sormuş:
- Antonov ne yapıyor?
- Antonov öldü, demiş öbürü
Beriki itiraz etmiş:
- Yok yahu! Daha dün karşı kaldırımda hız

lı hızlı yürürken gördüm, gayet sağlıklıydı.
Muhatabı gülümseyerek yanıtlamış:

-Öldü, öldü de, daha haberi yok. 






Bir sürü öldüğünden haberi olmayan siyasi mevtanın cirit attığı siyaset sahnesindeki çarpıklığı çağırıştıran bu acı fıkraya bayılıyorum. Buraya almamın nedeni de yazının başlığına gelebilecek itirazlara önceden yanıt vermek.
Son zamanlarda en tartışılan kuruluşların başında MHP geliyor. Gerçekten de, Devlet Bahçeli’nin Tayyip Bey’in istediği anayasa değişikliğine destek olmasıyla birlikte, 5 ismin kabineye alınacağı söylentilerinden tutun da, Bahçeli’ye, yeni bir manevrayla yürürlüğe girme tarihi öne alınacak yeni düzende başkan yardımcılığı verileceğine kadar neler telaffuz edilmiyor ki?
Gerçi, söylentiler karşısında, “karanlıkta göz kırpmışlar” yanıtını veren Bahçeli bütün bunlardan habersiz bir hava içinde ama siyaset sahnemizi biraz olsun bilenler, her türlü olasılığa hazır olmamız gerektiğini söylüyorlar haklı olarak.
***
Bütün bunlar olurken, Kadir Has Üniversitesi’nin her yıl gerçekleştirdiği, “Türkiye Sosyal ve Siyasal Eğilimler Araştırması”nın salı günü açıklanan 2016 sonuçlarına göre parlamenter sistemi destekleyenlerin oranı yüzde 52.7 olurken, başkanlık veya partili cumhurbaşkanlığı sistemini destekleyenlerin oranı ise yüzde 43’te kalmıştır.
Anayasa değişikliğinin çantada keklik olmadığını ve halkoylaması kampanyasının hayli çekişmeli geçeceğini gösteren bu araştırmanın yansıttığı bir tahmin de, bugün seçim yapılsa MHP’nin oylarının yüzde 10.1 oranı civarında olduğudur.
Araştırmanın yansıttığı bu sonuçlar , Devlet Bahçeli’nin partisinin haziran seçimlerinden bu yana izlediği politika ile sürekli oy kaybettiğini gösteriyor. Durumun böyle devam etmesi halinde MHP’nin artık bir marjinalleşmiş, “ismi var, cismi yok” bir parti haline düşmesi de kaçınılmaz olacaktır.
Böylebir sondansöz edilmesine itiraz edenler ise, MHP’nin canlılığını sürdürebilmesini sağlayacak hangi gelişmelere bel bağlanabileceğini de söyleyemiyorlar.
Yine aynı çevreler MHP’nin AKP’nin kuruluşundan bu yana hep stepne işlevini görmüş olduğunu ileri sürenleri tekzip edecek geçerli savlar sunamıyorlar.
Bütün bu gelişmelerin ışığında MHP, Genel Başkanı Bahçeli’nin “arka bahçe” politikaları yüzünden intihar etmiştir denebilir mi?
Yoksa şairin “müşkül budur ki, ölmeden önce ölür kişi” dizelerinde dile getirdiği gibi, artık işlevsizleşen MHP bu niteliği dolayısıyla, tabii bir ölümle mi fena buluyor?
***
Dikkat edilirse burada tartışılan MHP’nin yaşayıp yaşamayacağı değil, tabii ölümle mi, intiharla mı son bulacağıdır.
Reis sistemine payanda olarak, MHP’nin intihar ettiğini söyleyenlere kimileri “Hayır” diye itiraz ediyorlar, “MHP’nin zaten bir işlevi kalmamıştı. O, işlevini yitirip, tabii ömrünü doldurduğu için bitiyor.
Bu görüşü ileri sürenler, AKP ile MHP’nin tabanları arasındaki yakınlığa ve geçirgenliğe vurgu yaparak, Tayyip Bey’in son dönemlerdeki “milliyetçi!” etiketli söylemleriyle birlikte çekim gücü artan AKP’nin “milliyetçi!” MHP’yi emerek yok ettiğini, artık milliyetçi muhafazakâr cephenin bir kuruluş içinde bütünleştiğini savlıyorlar.
Kimi olayları, örneğin, Tayyip Bey’e biat ederek AKP hükümetinde kendine yer edinen Tuğrul Türkeş’in, camia içinde ilk defa olarak Türkeş adı ile ihanet kavramının birlikte telaffuz edilmesine yol açan davranışı bir kez daha değerlendirildiğinde, çok daha değişik sonuçlara ulaşılıyor.
Siyaset sahnemizde kiminin ihanet dediğine, öbürü ileri görüş diyebiliyor ve zamanın kimi haklı çıkaracağı da belli olmuyor.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Davos’tan reçete: Ya servetini paylaş ya sonuçlarına katlan - ÖZLEM YÜZAK

Davos’ta ışıltılı avizeler, şık donatılmış masaların bulunduğu bir salonda zarif bir akşam yemeği. Konuşmacıların söylediklerinin özeti: “Ya artık elde ettiğimiz kazancı toplumun dezavantajlı kesimleri ile daha fazla paylaşacağız ya da böyle yapmadığımız takdirde yaşanacakların sonuçlarına katlanacağız”... Davos’un yoğun gündeminde gelir eşitsizliğinin ilk sıralarda olmasına şaşırmamak gerek. Hatta bunu hem bir “günah çıkarma” hem de kapitalizme “zorunlu bir yama” olarak da düşünebiliriz. “Dünyanın en zengin 8 kişisinin servetinin dünyanın en yoksul 3.6 milyar insanının gelirlerinin toplamına eşit olduğu” Dünya Ekonomik Forumu’nun geleneksel Davos buluşmalarının hemen öncesinde açıklanmış ve hayli yankı bulmuştu. Brexit, Trump’ın seçilmesi, küreselleşme karşıtı ve milliyetçi akımların güçlenmesi, hepsi bu minvalde değerlendiriliyor. Evet, servetin toplumlarda eşitsizliği azaltacak şekilde yeniden dağıtılması gerekiyor. Ama bu nasıl yapılmalı? Gönüllü hareketler mi, sosyal yardımlar mı yoksa vergi mekanizmalarıyla mı? IMF Başkanı Christian Lagarde, Köşeye sıkışmış ve öfkeli: Orta sınıf krizini nasıl aşabiliriz?” adlı oturumda “Ben 2013 yılında Davos’ta bütün liderlere gelir eşitsizliğinin tehlikeleri hakkında uyarıda bulunmuştum ama kimse dinlememişti” diye serzenişte bulundu. ABD başkan yardımcısı olarak yaptığı son konuşmasında ise Joe Biden,Hedefimiz herkesin yaşam standardının birlikte gelişebileceği bir dünya olmalıdır” diyerek “herkesin adil paylaşımını ödediği aşamalı, hakkaniyete uygun bir vergi sisteminin uygulanması” gibi “sağduyu” adımlarını atmaya acil bir ihtiyaç olduğunu vurguladı. Lagarde’ı kimse dinlememişti. Şimdi dinleyen olacak mı? ABD’de ise tamamen farklı bir politikayı savunan Trump artık yönetimde. Davos’ta konuşulanların yaşama geçmesi için radikal kararlar ve radikal adımlar gerekiyor.


Hamdi Ulukaya: 47. Dünya Ekonomik Forumu toplantılarına katılan Chobani markasıyla Amerikan gıda pazarında büyük başarı kazanan Türkiyeli girişimci Hamdi Ulukaya, “İş insanlarının daha fazla varlık edinmek yerine çalışanları için daha fazlasını yapması şart. Başarıyı paylaşmak ticarette zarar getirmiyor” diyerek beş yıl önce Chobani’de başlattığı kâr paylaşım programını örnek olarak anlattı: “Tam zamanlı çalışanlara büyümemizi paylaşma şansını verdik. Sonuçlarından herkes memnun.” 


Gelecek 30 yıla odaklanmak gerekiyor
Alibaba’nın kurucusu Jack Ma, Davos’ta geleceğe ilişkin öngörülerini şöyle paylaştı:
Önümüzdeki 30 yıl dünyada kritik önem taşıyor. Her teknolojik devrim 50 yıl alır. İlk 20 yılda, eBay, Facebook, Alibaba ve Google gibi devlerin yükselişine tanık olduk. Şimdi gelecek 30 yıla odaklanmak gerek. En önemli şey, teknolojiyi kapsayıcı hale getirmek. Ve dünyayı olumlu yönde değiştirmesini sağlamak.. Sonra, 30 yaşındaki insanlara dikkat edin. Onlar dünyayı değiştirecekler, dünyanın yaratıcılarıdırlar. 


Gençler demokrasiye inançlarını kaybetti bile
Batı’da giderek daha fazla sayıda insan, özellikle de gençler demokrasiye olan inancını kaybediyor. Harvard Üniversitesi’nden Yascha Mounk ve Avustralya’daki Melbourne Üniversitesi’nden siyaset bilimci Roberto Stefan Foa, demokrasiye yönelik tutumlara dair on yıllarca süren bir araştırmayı yayımladılar. Çıkan sonuçlar hayli endişe verici:
İnsanlar eskiden olduğu gibi demokrasiyi desteklemiyorlar. Bir demokraside yaşamanın zorunlu olduğunu düşünen insanların yüzdesinde sistematik bir düşüş var. 1930’larda doğanlar, 1980’lerde doğanlardan çok daha fazla demokrasiye inanıyor. Örneğin 1930’larda Amerika’da doğanların yaklaşık yüzde 72’si demokrasinin kesinlikle şart olduğunu düşünüyordu. Araştırmacılar son otuz yıldır, parlamentolar ya da mahkemeler gibi siyasi kurumlara olan güvenin, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’daki kurulmuş demokrasiler arasında da hızla gerilediğini söylüyorlar. Genç insanlar, askeri yönetim gibi demokrasi alternatiflerine daha açıktırlar. Dünya Ekonomik Forumu Global Shapers tarafından yapılan ankete göre, 18-35 yaşlarındaki gençlerin kendi hükümet liderleri hakkındaki görüşü “gücü kötüye kullandıkları ve yolsuzluğa kapı açtıkları” yönünde. Bürokratik engeller ve hesap verebilirlik eksikliği, gençlerin neredeyse üçte birini rahatsız ediyor. Samimiyet ve eylem eksikliği, gençlerin dörtte birinde sorun yaşar. Beşte biri, hükümetlerinin kendilerini anlamadığını düşünüyor.


Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Bahçeli’nin dijital kimliği - ÖZGÜR MUMCU

Memleketimizin en önemli olmasa da en belirleyici siyasetçisi sayın Bahçeli. Ekonomik krizin ortasında erken seçim diye diretti, AKP iktidara geldi.
7 Haziran seçiminden sonra koalisyona yanaşmadı, seçim istedi AKP yeniden iktidara geldi.
Sonra bir gün durduk yere başkanlık talep etti, rejim değişikliğinin kapısını açtı.
İlkinde baraj dışında kaldı, ikincisinde milletvekili sayısı düştü bakalım üçüncüsünde partisine ne olacak.
Şu ana kadar hamlelerinin partisinin oyunu artırmadığı ortada. Çok ciddi bir idrak sorunu yoksa bu kritik siyasi çıkışları partisi için yapmıyor. Peki neden yapıyor? Kimsenin cevabını bulamadığı soru bu. 



Dün Cumhuriyet’te Çiğdem Toker yazdı. Başbakan Binali Yıldırım dahi sayın Bahçeli’nin kendilerine rejim değişikliği için verdiği koşulsuz desteğin gerekçesini anlayabilmiş değil. Kendi parti yönetiminden ve milletvekillerinden de açıkça tepki geldiğine göre onlar da anlayabilmiş değil.
Seçim kampanyasının hatırı sayılır bir kısmı başkanlık karşıtlığı olan Devlet Bahçeli’nin bugünkü sert dönüşü neyin eseri?
Başbakan Yıldırım’ın söylediği üzere bazı MHP’lilere bakanlık verilmesi umudu mu? Kulislerde konuşulduğu üzere devlette kadrolaşma beklentisi mi?
Geçen hafta bu sürecin sembolü olabilecek ufak bir haber çıktı: “Yıldırım ve Bahçeli, TBMM Genel Kurulu’nda anayasa değişiklik teklifinin 17’nci maddesinin oylamasının ardından bir süre ayaküstü sohbet etti. Yıldırım, bu sırada Bahçeli’ye yeni dijital kimliğini verdi.”
İleride bugünler yazılırken herhalde Devlet Bahçeli’nin Binali Yıldırım’ın elinden yeni kimliğini alması da yer alacaktır.
Nedir sayın Bahçeli’nin yeni kimliği? Başkanlık karşıtlığı olmadığı ortada.
Sayın Bahçeli bu kimlik değişikliğini izah etmek için neden uğraşmamaktadır?
Başta Tuğrul Türkeş olmak üzere kimi AKP’lilerin bir ara kuşkulandıkları gibi bir tuzak mı kurmaktadır.
HDP’nin MHP’yi geride bırakarak Meclis’te üçüncü parti olmasının yarattığı bir endişeyle “iyisi mi şu Meclis’i işlevsiz bırakalım” mı denmiştir?
Ortadoğu bu kadar karışıkken ve devletin kurumları sızıntılar ve darbe girişimiyle harap olmuşken güçlü bir tek kişi yönetimi gerek diye mi düşünülmüştür?
Yoksa 15 Temmuz sonrası bilmediğimiz bir yerlerde bir mutabakat mı sağlanmıştır?
7 Haziran seçimi öncesinde sayın Erdoğan’ın “400 milletvekilini verin ve bu iş huzur içinde çözülsün” talebi nihayetinde Bahçeli tarafından bir emir olarak kabul edildi.
Şayet başkanlık sistemiyle rejim değişikliği gerçekleşirse partisinin AKP içinde eriyeceği açık. Bu rejim değişikliğine giden yol haritası da. Şu ya da bu sebeple bu yol haritasına destek verenlerin nihayetinde tasfiye edileceği de.
Bırakalım günü okumayı, çok az tarih bilgisi bile bunu görmeye yeter.
O vakit tekrar soralım. Devlet Bahçeli’nin kimliğinde ne yazıyor?

ÖZGÜR MUMCU / CUMHURİYET

Kime başkanlık! - RIFAT OKÇABOL

Neredeyse 15 yıldır iktidardayız. Yol, köprü, tüp geçit ve kaldırımların yenilenmesi gibi milletin gözünü boyayan işlerimiz çok. Allah’tan bunların üstünü kazıyıp altından bu işlerin astarı yüzünden pahalı ve/ ya da doğayı mahveden işler olduğunu söyleyen pek yok.

“Komşu ülkelerle sıfır sorun” diyerek işe başladık; şimdi, sorunlarımızın olmadığı komşu yok gibi. Ortadoğu projesinde ABD ile eş-başkan olduk, ABD için Saddam’ın devrilmesine de destek verdik, ta Afganistan’a asker bile gönderdik; şimdi, eş-başkanlardan birinin “Ak” dediğine, öteki “Kara” diyor! Irak ile dost iken, düne kadar oraya resmi ziyaret bile yapamaz olduk. Önce Libya liderinden “Kaddafi İnsan Hakları” ödülünü aldık, sonra Kaddafi’nin yok edilmesi için NATO ile birlikte hareket ettik. Hem de, Almanya gezisinde gazetecilerin, “NATO Libya’ya müdahale etmeli midir” sorusu üzerine, “Böyle bir saçmalık olabilir mi? NATO’nun ne işi var Libya’da?” dedikten birkaç gün sonra. “One munite” diyerek İsrail’i durdurup Mavi Marmara olayıyla dalaşmaya başladık, dalaşırken bile işbirliğini bırakmadık; şimdi, sular durulmuş gibi. Rusya ile bir dalaşıyoruz bir sevişiyoruz, yarının ne olacağını bilemiyoruz.

Suriye lideri ile birlikte ailecek tatil yapacak kadar yakınlaştık, sonra birden Esat gitsin deyip Şam’daki Emevi camiinde namaz kılmaya kalkıştık. Suriye’deki Esat karşıtı tüm gerici kuruluşları destekledik. Desteklenenlerin başında IŞİD geliyordu, hatta yakın zamana kadar IŞİD’in bir terör örgütü olmadığında ısrar ediyorduk, şimdi IŞİD ile kanlı bıçaklıyız. Kobane’de PYD’ye destek verdik, Süleyman Şahın türbesini kaçırırken PYD’den destek aldık, şimdi PYD’yi tanımıyoruz. Verdiğimiz destekler nedeniyle, Suriyelilerin yaşadığı tüm olumsuzluklarda payımız var. Şimdi, Esat ile olabilir noktasına geldik.

Mısır’da, Mübarek’in ABD’nin isteğiyle devrilmesini benimsedik. 1985’te, başbakan Özal’ın talimatıyla YÖK’e yapılan terörle ilgili sunumda tehlikeli terör örgütlerinin başında gösterilen Müslüman Kardeşler örgütünün lideri Mursi’nin, Mübareki deviren Genelkurmay başkanı Sisi sayesinde Cumhurbaşkanı olmasına çok sevindik. Sisi, beklenmedik derecede gerici çıkıp Müslüman Mısır halkını bile çileden çıkaran Mursi’yi devirince, Mısır ile de papaz olduk.

İktidar olduğumuzda, ha bugün, ha yarın Avrupa Birliği (AB) üyesi oluyorduk! Eğitimden ekonomiye, KİT’lerin satışından ulusal değerlerin sıfırlanmasına kadar ne istedilerse yaptık. Hatta “Yapılabilecek tüm jestleri yaptık. Kopenhag kriterlerini yerine getirdik” bile dedik. Şimdi ise AB ile de kanlı bıçaklıyız.
“Dost dost” diye diye, Katar ile Suudilere sarıldık.
“Sıfır sorun” politikasının mimarı dış işler bakanını, ödüllendirip başbakan yaptık; bir yıl geçmeden tu-kaka edip alaşağı ettik.

İktidara geldiğimizde, iç terör en alt düzeydeydi, şimdi terörden gözümüzü açamıyoruz. “Sıfır sorun” politikası nedeniyle Irak ve Suriye’de de ölüyoruz, öldürüyoruz.

Cemaatle içli dışlı olduk. Cemaatin düzmece davalarından Ergenekon davasının savcılığına bile soyunduk. Sağı solu cemaatçilerle doldurduk. Cemaat 25/17 Aralık yolsuzluklarını ortaya çıkarınca, cemaatle dalaşmaya başladık. “Kandırıldık” dedik! “Ne istediler de vermedik” dedik.
“Açılım” dedik, akademisyenlerimizi, yazarlarımızı gece yarısı derdest ederken, “terörist” dediklerimiz için savcıları, hakimleri sınıra, onların ayaklarına kadar gönderdik. Sonra, Bir kez daha, “Kandırıldık” dedik!

Dış borcumuz, cinsel suçlar, kadın ve iş cinayetleri, kayıp çocuk sayısı, pahalılık, dolar ve terör hızla artıyor. KİT’leri yok ettik, tarımı da, hayvancılığı da. Eti ve buğdayı bile dışarıdan almaya başladık…. Demokrasiymiş, insan haklarıymış, bilimmiş, akademik özerklikmiş, hukukmuş, barışmış, kardeşlikmiş, eğitim hakkıymış, … boş verdik. Birbirimize düşman olduk. İş güvencemiz ve de hatta yaşam güvencemiz kalmadı.

Cemaatin 15 Temmuz girişimini, “Allah’ın bir lütfu” olarak karşıladık. Muhalif gördüklerimizi, yaklaşık beş bini akademisyen, 20 bini öğretmen 100 bin memurumuzu işten attık; istediğimizi içeri tıkmaya başladık. Silahlı kuvvetleri komik duruma getirdik, 16 bin askeri okul öğrencisinin geleceğini bitirdik. Bu arada, darbe girişimini eniştemizden haber alınca ve de hele kendi ellerimizle seçtiğimiz kişilerin, hatta yaverimizin bile Fetöcü olduğunu öğrenince bir kez daha kandırıldığımızı anladık.

Mısır’a laik anayasa yapmalarını önerdik, Türkiye’de, “Müslüman olan laik olmaz” dedik. Bir gün, “Türkçe bilim dili olur” dedik ertesi gün, “Olmaz” dedik. Bir gün Lozan’ı başarılı gösterdik, ertesi günü tu-kaka ettik. “Bizim için her inanç aynı” gibilerinden söylediklerimiz unutulmadan, “Hanefi kardeşlerimizi yedirmeyiz” dedik. 2005’lerde, kapitalizme ve ABD’ye karşı olanlara terörist diyorduk; şimdi, elinde dolar ve avro olanlara diyoruz. Yıllarca İstanbul’un doğal yapısını bozacağı için 3. köprüye ve havaalanına karşı çıktık; şimdi, 3. köprüyü bitirdik, sırada 3. havaalanı var. Sık sık “Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır” diyorduk; şimdi, her yeri “Hakimiyet milletindir” afişleri süslerken, hakimiyeti tek kişide toplama çabasındayız.


“Milleti darbeye, teröre yedirmeyiz” diye afiş astık; şimdi, milleti kime yedireceğimiz belli değil mi?
Allah’tan, “Neden?/Niçin?” diyen pek yok!

Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gmail.com

‘Anayasa’ mı ‘Babayasa’ mı? - Meriç Velidedeoğlu

Şu sıralarda hangi TV” kanalının haber saatini açarsak açalım, “TBMM”de milletvekillerinin -sövmeğe, dövmeğe dahası ısırmağa dek varan- kavga görüntüleriyle karşılaşıyoruz.
Kuşkusuz bu görüntüyü yaratan milletvekillerinin büyük çoğunluğu, önerilerini -Başkan’ın isteklerini- kabul ettirmek için, “çoğunluk diktası”nı kullanan “AKP” milletvekilleri; “AKP” iktidar icraatının bir parçası da bu.
Eğer içlerine ana muhalefetten bir “kadın” milletvekili karışmışsa, ortalarında kalmışsa, “vay haline!”... 
 
“12 Ocak” günkü, “anayasa değişikliği” görüşmeleri sırasında “CHP” Kocaeli Milletvekili Fatma Kaplan Hürriyet’e yaptıkları saldırıyla “AKP” Milletvekilleri M. Elitaş ve A. Gündoğdu bunun son örneğini ortaya koydular...
Fatma K. Hürriyet, üzerine hırsla gelen bu iki milletvekili için, “gözlerindeki o kin’i gördüm!” sözleriyle, “bireysel bir hukuk başvurusu” yapmayacağını, “çünkü bu, millete, demokrasiye, insan haklarına, özgür düşünceye yapılmış bir saldırı. Dolaysiyle milletin haklarını koruma altında yürütmek istiyorum (...) ama ne yazık ki ‘kimi kime yargılatacağız’ (...) bir babayiğit hâkim çıkıp da bir “AKP”liyi yargılayabilir? Yargılayamaz!” diyerek yaptığı bu vurgulama, AKPnin “15 yıllık” iktidarı sonunda, ülkeyi nasıl bir duruma, nasıl bir uçurum kenarına getirdiğinin acı bir göstergesi...
Ve artık böyle bir iklimde yapılacak “temel yasa” da, kuşkusuz “anayasa” olamaz; olsa olsa bir “babayasa” (!) olacaktır ki, bunun da anlamı, “laik, çağdaş bir hukuk devleti” oluşturmak değildir herhalde; ne dersiniz?
Konuya başka bir anlatımla yaklaşmayı denersek, “hukuk”un temel direğinin “adalet”, adaletin içeriğininde de “eşitlik” olduğu -gerçek- hukukçularca her fırsatta ortaya konur; sanırım bunu anımsamak gerekir. 
 
Ve yine kısaca dile getirilirse, “kitaplı her üç din” de, inananlarının hem inançlarını, hem de toplumsal yaşamlarını günlük yaşamlarını düzenleyen kurallarında, “şeriat”larında kimi eşitsizliklerin yer aldığı bilinir; başta “cinsel eşitsizlik” (kadın-erkek ayrımı) olmak üzere...
İşte tam da bunu noktada “laiklik”ten söz edilir ki, bunun için ilk adımın da, her toplumun (ulusun) “kendi kutsal kitabını kendi dilinden” okumasıyla atılacağı görülür; ilkin “16. yy”da Hıristiyanlar kutsal kitapları “İncil”i (Ahdi Cedit) kendi dillerine çevirirler. (Reformation)
Böylece, “İsa’nın hakkı İsa’ya Kayzer’in hakkı Kayzer’e!” ait olduğu yavaş yavaş olsa da anlaşılır; özü, “değişim” olan yaşamın, “değişmez” kurallarla düzenlenemeyeceği iyice ortaya çıkmasıyla da “1789 Fransız Devrimi” ufukta belirmeğe başlar. 
 
Ve ister istemez, “laiklik”, “demokrasi”, “hukuk devleti”, ümmet yerine “ulus”, kul yerine “yurttaş”, kuşkusuz “Yurttaşlar Yasası” (Medeni Kanun), “Evrensel İnsan Hakları”, “sosyal devlet”, “kadın hakları”, “güçler ayrımı” vö’ler, “Batı” toplumunda yerlerini birer birer alacaklardır.
 
Öte yanda, kitaplı (vahy) üç dinin sonuncusu olan ve müminlerinin tüm yaşamını, en ince ayrıntılarına dek düzenleyen “İslam”ın (Hilafet’in) temsilciliğini üstlenen “Osmanlı Devleti”, “18. yy’da belirgin olarak başlattığı “çağdaşlaşma” atılımları, “Din elden gidiyor!” çığlıklarıyla, iç ve dış kaynaklarca “din” kullanılarak hep kesilmişti; toplumsal yaşamın, güncel yaşamın yüzlerce yıllık değiştirilemez kurallarla düzenlenmesinden yararlanarak. 

 
“1789 Fransız Devrimi”yle bir bakıma -özellikle laiklik ilkesi yönünden- eşlenen “1923 Türk Devrimi”ni yaşayan Türkiye’de “94 yıl” sonra bir “rejim” değişikliğiyle istenen “Başkanlık Sistemi” ile yıllardır, “demokrasi”yi istediği durakta inebileceği bir “tramvay”a benzeten, “hem laik, hem Müslüman olunamaz!”, “Elhamdülillah şeriatçıyım!”, “Hedefimiz İslam Devleti!” diyen “Cumhurbaşkanı Recep Tayyib”i -bir bakıma “Halife Başkan!” yapmak için mi ülkemiz “alt-üst” edilmektedir?
Bilmem ki ne dersiniz?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Muaviye’nin annesi Hz. Hamza’nın ciğerini yedi mi, çiğnedi mi? - TAYFUN ATAY

Milli Eğitim Bakanlığı'nın yeni müfredat tasarısı neresinden tutsanız sadece elinizde kalmıyor, daha kötüsü elinize yapışıyor ve ancak kaleme-kâğıda davranarak elinizi kurtarıp rahatlayabiliyorsunuz!..
Dünkü Cumhuriyet'te Deniz Ülkütekin’in haberinde de Eğitim-İş Sendikası’nın taslakla ilgili raporundan pasajlar vardı. Bunlar arasında “Siyer”, yani “Hz. Muhammed’in Hayatı” dersi ile ilgili şu söylenenler, bir dolu düşünceyi kışkırttı kafamda:
“Yeni taslakta amaçlar eskisine oranla daha spesifiktir. Ayrıca dersin kapsamı genişletilmiş ve sahabe kavramı da dâhil edilmiştir. (…) İslâm inanç ve kültüründe sahabe kavramı ihtilaflı bir kavramdır. Yeni taslakta Emevi referanslı Sünni anlayışın sahabe görüşü esas alınmaktadır. Ancak sahabe kavramı adı altında tarih dışı bir sahabe düşünce ve inancı inşa edilmeye çalışılmaktadır. Söz gelimi, sahabe kavramı adı altında Muaviye de öğrencilere sevdirilmeye mi çalışılacak?”

Eğer böyleyse, “Dört Halife Devri”nden sonra İslâm tarihinde karşımıza çıkan Emeviler devleti ve kurucusu Muâviye bin Ebû Süfyan hakkında çocuklara aktarılacakların merakıyla ben bile böyle bir dersin takipçisi olabilirim!..

*** Çünkü Emeviler’le “Cahiliye”, bir anlamda İslâm’dan rövanş almıştır.
Peygamber’in yeni dini tebliğine Mekke’de Ebû Süfyan liderliğinde en sert ve şedit direnci sergileyen Ümeyye Oğulları’nın İslâm’ın hayata geçmesiyle kaybettikleri iktidar, önce aynı soydan olan Hz. Osman’ın halifeliğiyle onlara yeniden göz kırptı. Ama esas Ebû Süfyan’ın oğlu Muâviye’nin liderliğinde Şam’da kurulan Emeviler devleti ile o iktidar yeniden ele geçirilmiştir.
Müfredatta, hem de Emeviliğe referansla “Siyer” dersi yer alacaksa eğer, mutlaka Muâviye’nin babası Ebû Süfyan’ın Mekke’nin Fethi’ne kadar müşrik ordularının başında Müslümanlara ve Peygamber’e nasıl şevkle kılıç salladığını da öğrenecektir çocuklar…
Tabii Muâviye’nin annesi Hind’in bilgisine de vâkıf olacaklardır.
Hani Ümeyye Oğulları önderliğinde Mekkeli müşriklere kaybedilen Uhud Savaşı’nda Hz. Hamza’yı sinsice öldürten sonra da onun göğsünü yarıp ciğerini çıkartan Hind binti Utbe!..
Hâlâ tartışılan konu şudur ki Muaviye’nin annesi Hind, Peygamber’in amcası Hz. Hamza’nın ciğerini yedi mi, yoksa sadece çiğnemekle yetinerek yutmadan ağzından çıkarıp attı mı?!
“Siyer” dersinde bu tartışmaya girilir mi girilmez mi, artık orası müderrislerin bileceği iş!..

*** Ümeyye Oğulları, politeist (çoktanrıcı) Mekke’ye ve o dönemde “putların evi” konumundaki Kâbe’ye hâkim Kureyş kabilesinin en büyük ve kuvvetli boyuydu. İslâm’ın ortaya çıkış sürecinde hiçbir destekleri olmadı, aksine hayli köstek oldular.
Kureyş’in, Hz. Muhammed’in üyesi olduğu Hâşim Oğulları boyu ile düşmanlık, rekabet ve çatışmaları da Cahiliye döneminden miras olup İslâm’ın doğuşunda, sonrasında, özellikle Peygamber’in vefatını müteakip daha bariz sürmüş gitmiştir.
Emevi halifeliği ve devleti, işte bu anlamda hem Ümeyye Oğulları’nın iktidarının İslâmi kisve altında restorasyonu, hem de daha ciddisi, kabile “asabiyesi” (dayanışması) ve kabileler-arası çatışma anlamında “Cahiliye”nin İslâmî zemin ve iklimde hortlamasıdır!..

*** İslâm, “siyasal antropoloji” açısından bakıldığında kabile siyasal örgütlenmesinden devlet siyasal örgütlenmesine geçişin “ideolojik” karşılığıdır.
Peygamber Muhammed, en tepede “Allah”ın bulunduğu, onun altında her kabilenin kendisine ait bir ikincil tanrı da edindiği Arap çoktanrıcılığını, kabile örgütlenmesini sosyal, ekonomik ve politik çerçevede aşkın bir devlet örgütlenmesine gidiş yolunda reforma uğrattı. “Panteon”un tepe noktasında yer alan Allah’ı, “tek bir Allah” tebliğ ederek tektanrıcı inancın öncüsü oldu.
Çok kabileden tek devlete, çok tanrıdan da tek tanrıya geçiş, kabile farklılıklarının da tek bir Allah’a kullukta buluşan “mümin kardeşliği”nde erimesini hedeflemekteydi.
Bu süreçte en çok kaybeden, o gün yaşanılan dünyada “kabileler/boylar arasında birinci” konumdaki Ümeyye Oğulları idi.
Onlar, Muâviye’yle ve “Emeviler” olarak bir anlamda İslâm’a kayıplarını telafi etmişlerdir.
Fakat, elbette Hâşim Oğulları’nın “rövanş”ı da Abbasiler’le gelecektir!..
Bunları da anlatırlar herhalde “Siyer” ve İslâm Tarihi derslerinde çocuklara, değil mi?!





Tayfun Atay / CUMHURİYET

Hayatı okulda öğrenmek (1-2) - Deniz Kavukçuoğlu

(1)

Eskişehir’in Gündoğdu Mahallesi’ndeki Kent Park’tan bir kolu geçen Porsuk Çayı’nın donan kısmında bisiklete binen biri 11, öbürü 12 yaşındaki Batuhan Gürdoğan ve Alican Türk adlarında iki arkadaş suyun karşı yakasına geçmeye çalışırken buzun kırılması sonucu yaşamlarını yitirdiler.
Her duyana derin üzüntü veren bu genç ölümlerin nedeni hiç kuşkusuz bilgisizlikti. Size, “Alageyik Sokağı Bir Liman mıydı?” (Can Yayınları) adlı kitabımdan bir anımı alıntılamak istiyorum. Yıl 1956, yer Almanya’nın Bremen kenti. Yaşım 13. Devam ettiğim okulda, sınıfça, buz tutmuş bir gölde kaymaya götürmüştü öğretmenimiz. 


***
“Buzun üzerinde ancak dört beş günde öğrenilecek şeyleri bir iki saate sığdırmaya çalışıyorum. Gölde, bir dere ağzına doğru hızla kayarken, bir iki kez durmayı, bunu beceremeyince de yavaşlamayı denemiş ama başaramamıştım. Artık yoluma devam edip derenin üzerinde ilerlemekten başka çarem yoktu. Bu sırada (sınıf arkadaşım) Walter’in, ‘Deniz, hemen dur, sakın dereye girme!’ diye bağırdığını duymuştum. Fakat ses arkamdan değil, solumdan bir yerlerden gelmişti. Düşerim korkusuyla başımı sesin geldiği yöne çeviremiyordum. Walter’in aynı uyarıyı yineleyen sesi kısa bir süre sonra geride kalmıştı. Yüz metre kadar kıyıda yanım sıra koştuktan sonra güçten kesilip olduğu yerde kalmış olmalıydı.
Derenin ağzına geldiğimde
Walter’in haykırışlarının nedenini anlamıştım. Buz, derenin ağaç dallarının gölgelediği kıyı bölgelerinde koyu bir renk almıştı. Renk koyulaşmaları buzun o bölgelerde inceldiğini gösteriyordu. (…) Dere yönüne kaymakla çok büyük bir yanlış yapmıştım, ama bunu düşünmek için çok geçti artık… Derenin üzerine uzanan ağaç dallarından birini yakalayarak durmayı denememin de bir yararı olmayacaktı. Tam tersine dal beni kıyıya, buz tabakasının ağırlığımı taşıyamayacak kadar inceldiği bölgeye çekecekti. Yere yuvarlanmayı zaten göze almıştım, ama ayaklarımda patenlerim, üstümde yakası kürklü kalın gocuğumla kırılan buzların arasından suya dalmak felaket olurdu. Kafamdan bunları geçirdiğim sırada derenin yirmi otuz metre sonra sağa kıvrıldığını görünce paniğe kapılmıştım. Yönümü belirlemeyi beceremediğimden dümdüz gidecek, derenin kıvrıldığı yerde kıyıya çarpıp duracak, ama suyun dibini de boylayacaktım. (…)”
Göle gelirken otobüste yanımda oturan Walter’in söyledikleri aklıma geldi. “Zorda kalırsan patenlerini içe doğru çevir, durursun ama düşersin, kendini kolla!” demişti. Öyle yaptım. Zınk diye durur gibi oldum, ama aynı zamanda da yüzüstü buza kapaklandım. Kıpırdamadan öylece yatıyordum. Yine kıyıdan bağıran Walter’in sesini duydum: “Sen aptal, salak, kafasız bir eşeksin!..”

 
***
Kendince haklıydı arkadaşım. Ne var ki o okuldaki beden eğitimi derslerinde yüzmeyi, buzda kaymayı öğrenirken bizim ülkemizde aynı dersler “terazi lastik jimnastik” düzeyinde anlamsızdı. Bunu nereden bilsindi Walter?
Porsuk Çayı’nda buzun altında can veren o iki çocuğa ilişkin acı haberi duyduğumda aklıma o anım geldi. O tarihte onlarla aşağı yukarı aynı yaştaydım. Bugün hayattaysam bunu Bremen, Lothringer Schule’deki sınıf arkadaşım Walter Lange’ye borçluyum.
Onun okuldan aldığı hayat dersi beni olası bir ölümden kurtarmıştı.


(2)

Çarşamba günkü yazımda ülkemiz okullarında verilen beden eğitimi derslerinin “terazi lastik jimnastik” düzeyinde anlamsız olduğundan söz etmiştim. Doğal ki bunun birçok okulumuzda istisnaları da vardır, bunları kastetmiyorum.
Gelişmiş ülkelerde bu dersler ilkokuldan itibaren bölgesel ihtiyaçlara göre ortaöğretim sonlanana kadar veriliyor. Kışları karlı, buzlu geçen bölgelerde çocuklara kayak, buz pateni, kızak kayma gibi dersler verilirken, sıcak bölgelerde bu derslerin yerini yüzme, sutopu gibi sporlar alıyor. Atletizm ise tüm bölgelerin vazgeçilmesi.
Bizde ise varsa yoksa top peşinde koşturmak. Okullarımızı büyük çoğunluğunda doğru dürüst bir basketbol ya da voleybol sahası olmadığı gibi yer jimnastiği ve aletli jimnastik için gerekli donanıma sahip kapalı salon sayısı da çok az.
Millî Eğitim Bakanlığı’nın okullardaki ders müfredatını değiştirirken, bu eksiklikleri de göze alması gerektiğini düşünüyorum.

***
Çünkü her yıl yaz aylarında göllerimizde, ırmaklarımızda, derelerimizde, göletlerimizde yüzlerce insan yüzme bilmemeleri nedeniyle boğularak can veriyor. (Bu arada uzun yıllar yaşadığım Almanya’da çok sayıda Türk ailesinin İslami inançları nedeniyle kızlarını okullardaki yüzme derslerine göndermediklerini, bu nedenle mahkemelik olduklarını belirtmeliyim). Kış aylarında ise göllerimiz, göletlerimiz, ırmak ve derelerimiz buz üzerinde dolaşan, oynayan çok kişiye mezar oluyor. Okullarda verilen tüm derslerin nihai amacı çocuklara ilkokuldan başlayarak hayatı öğretmektir.
Bu satırları yazarken, dört gün önce Eskişehir’de, buz tutan Porsuk Çayı’nda bisikletle dolaşırken, kırılan buz nedeniyle yaşamlarını yitiren iki çocuğumuzu düşünüyorum.
Bu bağlamda özellikle okul dışında verilen beden eğitimi dersleri ve sınıf gezileri çocuklara kendi çevrelerindeki doğayı tanımaları açısından büyük olanak sağlamaktadır.


***
Biliyorum, Milli Eğitim Bakanlığı bu eksiklikleri gidermek için parmağını oynatmayacaktır. Bakan’ın ve bakanlık yetkililerin akılları Darwin’in evrim teorisine, Kurtuluş Savaşı’mızın önderi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, aydınlanmacılığımızın mimarı Mustafa Kemal Atatürk’ü ve onun en yakın arkadaşı Garp Cephesi Kumandanı, Lozan kahramanı, parlamenter demokrasimizin siyasal yol göstericisi İsmet İnönü’yü “nasıl yaparız da ders kitaplarından çıkarıp unuttururuz” projelerine takılmış.
Yeri gelmişken siz sevgili okurlarımdan gözden kaçırmış olanlar varsa onlara değerli arkadaşımız Orhan Bursalı’nın 15.1.2017 tarihli, “Ağzınızla Kuş Tutsanız Ülkeyi Düzlüğe Çıkartamazsınız” başlıklı yazısını okumalarını öneririm. 


***
Evet, hayat okulda öğrenilir, doğal ki dersler beyinlerini hurafelerden arındırmış aydın öğretmenler tarafından verildiğinde… Aynen bize, Haydarpaşa Lisesi’ndeki biyoloji derslerine “Bu dersin adı Yunanca bios logos kökünden gelir, hayat bilimi/ incelemesi demektir” diyerek başlayan, yetişkin bir solucandaki boğum sayısının 27-32 arasında mı yoksa daha mı fazla olduğunu öğretmek yerine bizi sahaflara, tarihi çarşılara götüren, meyveleri, sebzeleri vitaminleri tanıtan, nasıl dinç kalınacağını anlatan sevgili hocam Halit Avan’ı rahmetle, saygıyla anıyorum.
Eğer hayatı sevmişsem, anlamışsam bir ölçüde onun sayesindedir.



Deniz Kavukçuoğlu / CUMHURİYET

Başbakan’ın nisan endişesi - ÇİĞDEM TOKER

Anayasa değişiklik teklifi, Meclis’te son virajı dönüyor. Kalan maddeler de geçtiğinde, ülkedeki bütün kurum ve kuralları -yazılı hukuk bakımından da- tek adam keyfiyetine bırakacak karşıdevrim rövanşında geriye son aşama kalıyor.

Kıyısına getirildiğimiz kopuş sürecinde, nihai noktayı koyacak o aşamanın adı referandum.
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, referandumun önümüzdeki nisanda düşünüldüğünü resmen söyledi.

Bu takvimin, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan bağımsız açıklanma ihtimalinin sıfır olduğunu bir kenara not edelim. Diğer yandan Başbakan Binali Yıldırım’ın da meseleye “benim projem” diye sahiplenerek (İsmail Küçükkaya -FOX) toz kondurmadığı doğru.
Gelin görün ki, “nisan” takvimini, Başbakan’dan aynı netlikte duymadık, duymuyoruz. Peki neden? Önemsiz sayılmayacak bu sorunun yanıtı Ankara kulislerinde konuşulmakta. Başbakan’ın -gerçektenkendisine yakın gördüğü dar bir ekiple yaptığı iç değerlendirmede paylaştıkları, mikrofon açıkken söylediklerine pek benzemiyor. O değerlendirmelerden yansıyan bazı notları aktaracağım bugün.


Nisan, üç nedenle kötü
Başbakan, ikisi somut, diğeri öngörülemezlik üzerine kurulu üç nedenden dolayı referanduma nisanda gidilmesinden yana değil. Bu düşüncesini ikili görüşmelerinde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a ilettiği biliniyor.
- İlk neden ekonomi. Büyüme, işsizlik, kur gibi temel göstergelerin hepsi kötü. İyileşme emaresi yok. Kabinenin ekonomiyle ilgili bakanları, “toparlanmanın sonbahardan önce gerçekleşemeyeceğini, kriz sonuçlarının nisan mayısta ağır hissedileceğini” Yıldırım’a fasılalarla iletiyor. Yıldırım da Cumhurbaşkanına.
- İkinci neden daha korkutucu: Olası terör saldırıları. PKK’nin de IŞİD’in de “referandum sürecini sabote etmek üzere büyük eylemler yapacağı” Başbakan’a istihbarat birimlerince iletiliyor. (Tam bu noktada Irak Büyükelçisi Hişam el Alevi’nin Hürriyet’e verdiği mülakattaki “Binlerce DEAŞ unsurunun sınırdan ülke içine girdiği” bilgisine dikkat çekelim.)
- Başbakan Yıldırım’ın referandum takvimi için nisan ayına itirazının üçüncü nedeni ise ABD Başkanı Trump faktörü. Bakmayın siz, kamuoyu önünde olumlu, işbirliği mesajları verdiğine. Yukarıda söz ettiğim dar kadro değerlendirmesinde Trump’ın dış politika alanındaki öngörülemezliğinin Türkiye’yi de olumsuz etkileyeceğine dair kaygılarını paylaşıyor.

Bahçeli sırrını tek bilen
Yıldırım, görüşme ve değerlendirmelerinde; iktidar bakımından referandumu riske edebileceğini düşündüğü bu üç gelişmenin altını çizerken, başkanlık paketinde yazılı tarihin 2019 oluşunu ayrıca vurguluyor. Ortalık bu kadar toz dumanken aceleye ne gerek olduğunu soruyor, söylüyor. Nisan ayı, referandum için bunca sorunluyken, bir de sonbahardaki seçim olasılığının Başbakan cephesinde “bu adımlar zamanlı değil” diye özetlenebilecek tedirginliğe kaynaklık ettiğini ekleyelim.
Kulislerden yansıyanları, Başbakan’ın, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye ilişkin merakıyla tamamlayalım. İlginç olan, başkanlık meselesini beklenmedik bir anda gündeme taşıyan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin tutumunu pek çok kişi gibi Yıldırım da merak ediyor oluşu.
Ve merakını Cumhurbaşkanı ile görüşmesinde “Neden her dediğimize evet dedi. Neden hiçbir maddede ısrarcı olmadı” diye sorarak dile getirmiş. Yanıt gelmiş mi derseniz, Başbakan Yıldırım’ın, yazının başından bu yana aktardığım iç değerlendirmede “Cevap verilmiyor” dediğini belirterek bitirelim.

Anayasa değişikliği için yapılacak olası referandumun, mikrofonlar ve kayıt cihazları önünde değil, ama Başbakan Yıldırım’ın küçük bir partili grupla paylaştığı (iç dünyasındaki) yansıması özetle böyle.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Kılıçdaroğlu Bahçeli ile neden görüştü? - İLKER BELEK

Yanıt net: Cumhurbaşkanlığına Ekmeleddin’i, Ankara belediyesine Yavaş’ı neden aday gösterdiyse ondan.
O zaman CHP’yi MHP’ye yedeklemişti, o MHP şimdi AKP’ye yedeklendi. Artık Bahçeli’ye “başkanlığa destek verme” dense ne anlamı olur ? Açıklayacağız.
Kılıçdaroğlu’nun Baykal’ın kasetle indirilmesi üzerine parti başkanı yapılmasından sonra CHP özel bir misyonla hareket etmektedir.
O misyon AKP’nin kurmaya çalıştığı Yeni Türkiye’nin, bizim tanımlamamızla ikinci cumhuriyetin kurulmasına ortak olmaktır.


Tabanının da kabul ettiği gibi CHP’nin iktidar olmak gibi bir derdi ve olacak hali yoktur. Ama bu sonuç CHP ya da Kılıçdaroğlu’yla ilişkili değildir.
Zira artık kapitalist sistemin sosyal demokrat nitelikli bir partiye ihtiyacı kalmamış, devir değişmiştir.
Kapitalist sistem krizdedir. Toparlanma ihtimali bulunmamaktadır. Böyle olduğu için sermaye sınıfının yapabileceği tek şey, sosyal devlet döneminde işçi sınıfının basıncıyla kabullenmiş bulunduğu toplumsal sözleşmeyi yırtıp atmak ve mutlak sömürüyü derinleştirmektir.
Sosyal demokrat partiler kapitalizmin sosyalleştiği, kar oranlarının sosyalleşmeye olanak tanıyacak kadar yükseldiği çağın yapılarıdır.
CHP bu nedenle, bu sınırsız sömürü döneminde, halk sınıflarını dikkate alan her tür işlevini yitirmiştir. Oysa 1970’lerde Ecevit’in “toprak işleyenin, su kullananın” sözlerinin gerçek bir toplumsal karşılığı bulunuyor ve CHP buna uygun hareket edebiliyordu. Kapitalist düzen CHP’ye bu olanağı tanıyordu. CHP o dönemde düzenin gerçek bir muhalefet partisiydi.
Sınırsız sömürü döneminde ise, düzenin sahipleri, düzen içi bir aktöre bunu yaptırmazlar. CHP’nin kaderini, siyasetini belirleyen şey bu gerçekliktir. Avrupa sol partilerinin kişiliksizleşmesi de aynı durumla alakalıdır.
Artık toprağı işleyene, suyu kullanana verebilmek için kitleleri sosyalizm mücadelesine örgütlemek gerekir.
CHP için imkansız olan budur.
Kendisini ilga edemeyeceğine göre CHP açısından geriye tek bir seçenek kalmıştır: AKP’ye muhalefet ediyormuş rolünü oynamak.
AKP 1920 cumhuriyetini tamamen tasfiye etmek için çalıştığından CHP laiklik gibi kuruluş ilkelerini de görmezden gelmek zorundadır.
Dönem değişmiş, sermaye sınıfının siyasal gereksinimleri yeniden şekillenmiş, AKP buna göre siyaset üretmiş, yeni dönem düzen içi muhalefeti gereksiz kıldığı için CHP Kılıçdaroğlu’na teslim edilmiştir.
CHP’nin muhalefet ediyormuş gibi görünme görevi Kılıçdaroğlu’nın başkanlığa taşınma biçiminden bellidir: CHP yeni işlevini gayet iyi kavramış ve bu operasyona CHP’lilerin sesi bu nedenle çıkmamıştır.
Ancak CHP’nin tek işlevi muhalefet etmemek değildir. 2013 Haziran direnişi sonrasında yeni bir sorumluluk yüklenmiştir. O da, Haziran günlerinde patlayan enerjinin düzen dışı kanallara akmasını önlemektir. Bir operasyonla şekillendirilen CHP, halk sınıflarını düzen içinde eritmek amaçlı bir operasyonun sorumluluğunu üstlenmiştir.
Ekmeleddin ve Yavaş’ın aday gösterilmeleri buna karşılık gelir.
Tabloyu tamamlayan son rötuşlar ise anayasaya aykırı olduğu kabullenilerek milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ve 15 Temmuz darbe sürecinde AKP’ye verilen destek olmuştur.
Bunların tamamı bilinçli tercihlerdir, çaresizlik, öngörüsüzlük sonucu oldukları düşünülmemelidir.
Kılıçdaroğlu’nun Bahçeli ile görüşmesini de buraya bağlamak gerekir. Kılıçdaroğlu başkanlığın engellenmesi konusunda ne gerekiyorsa yapıldığı havası yaratmak üzere Bahçeli’nin kapısını tıklamıştır. Maksat sonuç çıkarmak değildir, zaten bu görüşmeden herhangi bir sonuç çıkmayacağını herkes bilmektedir.
Bahçeli’nin odasından çıkacak tek şey, rejim değişikliğine karşı CHP tabanındaki son tepki kalıntısının da umutsuzluğa bağlanmasıdır. CHP’nin görevi laik kesimin siyasetsizleştirilmesidir.
CHP, MHP’lileri başkan adayı gösterdiğinde, Türkiye’de laiklik tehdit altında değil dediğinde, dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet dediğinde, Yenikapı’da AKP ile kol kola girdiğinde başkanlığa zaten onay vermişti.


Rejim değişikliği konusunda en az AKP ve MHP kadar sorumluluk sahibidir.
O nedenle başkanlığa hayır denilecek bu dönemde bir hayır da CHP’ye denilmek zorundadır. CHP sınırsızca sömüren Türkiye kapitalizminin asli aktörüdür.

İlker Belek / SOL

Yeni müfredat önerilerinde büyük yanlışlıklar: Osmanlı’ya eleştirel bakmazsan... - ORHAN BURSALI

Eğitim Bakanlığı’nın açıkladığı ve tartışmaya açtığı yeni müfredat içeriği ile ilişkili görüşleri okuyorum. Mesela “Ortaöğretim Türk Kültür ve Medeniyet Tarihi” dersinde bilim eğitim başlığı altında öğretilecekler sayılıyor: Tekke, Zaviye, Sahnıseman, Darülmuallimat, Darülfünun, Enderun...
Osmanlı dönemlerinde “eğitim kurumları”nın neler olduğunun öğretilmesine karşı çıkmam. Ama mesela zaviye, tekke, dergâh, tarikat vb gibi, dini yapılaşmaların işlevlerini ve genişlemelerini sürdürdükleri yerleri “bilim ve eğitim kurumları” kabul ettiğini görüyoruz Bakanlığın. Ne eğitimi? Ne bilimi?
Tüm bunlar, halk için o dönemin evrensel nesnel bilgilerini ve okuma yazmayı öğretecek yaygın kurumların olmadığı, neredeyse 500 yıllık koca Osmanlı döneminde halkın hadi ileri kesimlerinin diyelim içine tıkıldığı yerlerdi. Oralardan hiçbir şey çıkmadı bilim, eğitim uygarlık adına.
Koskoca Osmanlı’dan bilim adına bize kalan bir cehalet dönemidir...
 
Elde var sıfır
Doğan Kuban bir toplantıda anlatıyordu. Oturmuş 3-5 yılını Avrupa ile Osmanlı’nın bilim, düşünce sanat karşılaştırmalarını yapmak için kaynak okumaya vermiş. Sonuçta Avrupa ile karşılaştıracak bir şey bulamamış.
Osmanlı’ya bir kahramanlık destanı olarak bakmak, ülkemize bir şey kazandırmaz. Osmanlı’nın neden çöktüğünün somut bilgileri verilmeli, mesela neden “1800 yılında Osmanlı Devleti’nin hiçbir yerinde okur-yazar oranı yüzde 5i geçmemekteydi ve ülke genelinde ortalama okur-yazar oranı muhtemelen yüzde 1di... Tanzimat dönemi sonunda Ahmet Midhat Efendi okuma yazma bilmeyenlerin nüfusun yüzde 90-95i kadar olduğunu, bunların kalemsiz ve dilsiz olduklarını yazmaktaydı...”
Oysa bir yazımda belirtiyordum:
19. yüzyıl ortalarında Avrupa’da yetişkinler arasında okur-yazarlık oranı büyük ölçüde artmış ve yüzde 50’lerin üzerine çıkmıştı. Mesela Almanya, Hollanda, İsviçre ve İskandinavya yüzde 70’in; İngiltere, Fransa, Avusturya ve Belçika yüzde 50’nin üzerinde bir okuma yazma oranına erişmiştir. (Oktay Yenal’ın “Ulusların Zenginliği, Eğitim Boyutu” kitabına bakın...
 
300 yıllık boşluğu anlatın
Milli Eğitim yetkililerini, bu müfredatı hazırlayanları, mesela 1920’lere kadar Osmanlı ile Avrupa arasındaki 300 yıllık ister boşluğu deyin, ister gecikmeyi, ister mesafeyi, öğrencilere anlatmak hiç ilgilendirmiyor.
Geçmişten nasıl ders çıkartacağız?
Nedenleri niçinleri merak edecek bir eğitim sisteminiz yoksa bir işe yaramıyor.
Mesela Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethediyor, dönemin en güçlü lideri..
Avrupa Ortaçağı bitiriyor. Bilimin, teknolojinin sanayi devriminin ilk filizlenmeleri yeşeriyor.
Oysa tam da o yıllarda, dönemde İslamın Altın Çağı’nın sonu yaşanıyor. Bilim, felsefe, buluşlar, Avrupa’ya fark atmış.
Abbasilerle patlayan Altın Çağ, gerileme ve sönme dönemine giriyor.
Fatih, dönemin en büyük gücü olarak, İslamın Altın Çağı’nın sürdürülmesi önünde kararlar alsaydı, Osmanlı ve Türkiye bambaşka bir kulvarda ilerliyor olacaktı.
Oysa Osmanlı’da eğitim, medreselerde dinsel nakli ilimlerin cenderesine sokulacaktı...
 
Osmanlı’ya hizmet için her şey



“Osmanlı İmparatorluğu’nun merkeziyetçi yapısının çok tabiî bir sonucu olarak medreseler, kanaatimizce Osmanlılarda genellikle bürokrasiye eleman yetiştiren kurumlara dönüşmüş, ulema da bürokrasinin bir parçası hâline gelmiş... ...son devirlere kadar bu konumu hiçbir şekilde değişmemiş... İlim ve düşünce ancak bu sınırlar içinde ve devlet hizmeti için söz konusu olmuş...(Ahmet Yaşar Ocak)
Niye sanat yoktu Osmanlı’da..
Niye önemli müzisyenler çıkmadı?
Heykel, resim de yoktu. Bunlar olmayınca, tabii ki bilim de teknolojide, düşüncede yaratıcılık da olmazdı (Kuban).
Herkesin Padişahın kulu olduğu, Padişahın çıkarlarına hizmetin esas olduğu bir toplum yapısında, bu saydıklarımızın ne işi olabilirdi?
Mukayeseli bir kültür anlatımı yapılmazsa, çağdaşlığın, uygarlığın hedefleri önümüze konmazsa.. dünya tarihinin bize uygun gördüğü rol köle olarak kalmaktır.
Atatürk’ün ve Cumhuriyetin kazanım ve değerlerini dışla, “daha fazla imam hatip okulları açacağızde (Çavuşoğlu), ‘Cihat’ı değerler sistemine sok, büyük bilim-düşünce akımlarından mesela pozitivizmi, dahası sekülarizmi bile sapkın düşünceler olarak damgalamanın peşinde koş...
Adeta bir cihatçı, köktendinci bir eğitim anlayışı ucundan ucundan eğitim sistemine el atmış durumda.
Bu kafayla gidecek hiçbir yerimiz yok.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Atatürk’e çatmanın dayanılmaz cazibesi - ALİ SİRMEN

Demokrasinin rafa kaldırılıp tek adam diktasının anayasal tescilini amaçlayan anayasa değişikliği görüşmeleri sırasında, Bekir Bozdağ şöyle demiş:
- Bu yeni bir şey değil, Atatürk ve İnönü de partili cumhurbaşkanları idiler.
Atatürk’e çatmanın dayanılmaz cazibesinden bir türlü kendilerini kurtaramayanlar da bunun üzerine hemen eski defterleri ortaya döküp güya eleştirilerini sundular:
- Doğrudur, ama şimdi siz de aynı şeyi yapıyorsunuz.
El insaf! Amaçları laik Cumhuriyeti kurup, pekiştirip, güçlendirmek olanlar ile, onu yıkıp kalıntılarını süpürmek isteyenler arasında nasıl bir ayniyet olabilir ki?
Tarihsel olayları irdelerken dönemin koşulları içinde değerlendirmeyip, geçmişe sanki günümüzün koşulları o zaman da mevcutmuş gibi bakarak, yargıya varmak cehalet ile saçmalık arasında kolan vurmak sonucunu doğurur ve “Fatih insan haklarına saygılıydı” gibisinden anakronik safsataların telaffuzuna yol açar.
Fatih zamanında insan hakları diye bir kavram yoktu ki, hükümdar ona saygı göstersindi.
Kuvvetler birliği ilkesinin ürünü olan 1921 Anayasası’na göre hareket eden ve kurtuluş savaşını zafere yönelten birinci Meclis döneminde de, Cumhuriyeti ilan eden ikinci Meclis döneminde de, kuvvetler ayrılığı, daha toplumsal yaşamımızda kök salmış bir kavram değildi.


***
Bu gerçeği saptadıktan ve iki dünya savaşı arası dönemde sanki Türkiye’de demokrasinin koşulları olgunlaşmıştı da, Atatürk ve İnönü engellemişlermiş gibi bir yargının insafsızın ötesinde abes olduğunu vurguladıktan sonra, hemen belirtelim:
Aklı başında hiç kimse Atatürk ve İnönü dönemlerinin demokrasi olduğunu ileri sürmez.
Aklı başında hiç kimse, tek parti dönemi yöntemleri ve kurumlarıyla 21. yüzyılın sorunlarına çare bulmaya, dertlerine deva olmaya kalkışmaz.
Bu gerçeğin altını böylece çizerken, başka bir gerçeği de görmezden gelemeyiz:
Tek parti dönemi, o dönemin Cumhurbaşkanı ve tek partisinin de, Genel Başkanı olan İnönü’nün önderliğinde, herhangi bir zorlama ve tehdit olmaksızın, siyasal iktidarın iradesiyle, tersine, yani çok partililiğe dönüşmüştür.
Bu dönüşüm sürecinin en önemli kilometre taşlarından biri de İnönü’nün cumhurbaşkanlığı makamını partiler üstü konuma kavuşturmak için attığı adımdır. İnönü hükümetin baskısından yakınan muhalefet partisi DP’nin lideri Bayar ile Başbakan Recep Peker’i Çankaya’ya çağırıp, dinledikten ve Bayar’a baskı yapılmasına izin verilmeyeceği konusunda teminat verdikten sonra, 12 Temmuz beyannamesi diye anılan açıklamasında şunları söylüyordu:
- Ben Devlet Reisi olarak, kendimi her iki partiye karşı da müsavi derecede vazifeli görürüm.
Cumhurbaşkanı İnönü, 18 Eylül 1947’de verdiği demeçte ise şunu açıklıyordu:
“Müfrit ve mutedil idare amirlerine her iki partiye karşı eşit şekilde vazife yapmak mecburiyetinde oldukları ve memur kaldıkları müddetçe herhangi bir şekilde partizanlık yapamayacakları yönünde kati talimat verdim.”
14 Mayıs 1950 seçimleri gerçekten bu teminat altında yapıldı ve iktidar el değiştirdi. 



***
Sonuçlarına bakıldığında tek partinin öyküsü otoriterlikten demokrasiye dönüşümün, çok partili dönemin öyküsü ise demokrasiden istibdada dönüşün öyküsüdür.
Biri laik cumhuriyeti kurmak, pekiştirmek, öbürü yıkmak peşinde olan ve her ikisi de haklılıklarını bu amaçlarında arayan iki iktidarın arasında herhangi bir ayniyet olamayacağı hususunu da bir kez daha vurguladıktan sonra Atatürk döneminin meşruiyeti konusuna gelelim:
Meşruiyet konusunda çağdaş ölçüt şudur:
Eğer bir iktidar topluma işbaşına geldiğinde var olandan daha fazla, hukuki, sosyal, ekonomik, politik hak sağlamışsa, demokratik meşruiyete sahiptir, sağlamamışsa değildir.
Bütün dönemleri bu ölçüye vurun! Kimin ne kadar meşru olup olmadığını rahatlıkla görürsünüz; tabii eğer izanınız Atatürk’e takmanın dayanılmaz cazibesi tarafından malul kılınmadıysa...


ALİ SİRMEN / CUMHURİYET

Feyhaman Duran; iki dünya arasında bir köprü - METİN CELAL

Osmanlı’da doğmuş, yetişmiş, olgunluk çağlarını Cumhuriyet döneminde yaşamış bir sanatçı Feyhaman Duran. Hat sanatı levhalarını natürmortlarında kullanacak kadar gelenekselle yakından ilgili, ama öncü de, Paris’te resim eğitimi almış, Cumhuriyet’in en önemli portre ressamlarından sayılıyor. 



Sakıp Sabancı Müzesi 15. yılını kapsamlı bir Feyhaman Duran sergisi ile kutluyor. Sabancı Holding’in katkıları ve İstanbul Üniversitesi’nin işbirliğiyle düzenlen “İki Dünya Arasında” isimli sergide Duran’ın 997 eseri, sanatçının yaşamöyküsünün de izini sürerek sergileniyor.
Kendisine ün kazandıran portrelerinin yanı sıra peyzaj ve natürmortları, güzel yazı çalışmaları, minyatür, hat, tezhip ve seramikleri de yer alıyor sergide. Duran’ın evi ve atölyesi sergi alanında canladırılmış. Yaşadığı ortamla birlikte yaşadığı dönem, hem İstanbul hem de Paris’ten görüntülerle yansıtılarak izleyicilerin ressamın çağının içinde nasıl konumlandığını anlamaları sağlanmış. Aile yadigârı hat koleksiyonu da sergide yer bulmuş. Güler Sabancı’nın belirttiği gibi hat ve resim koleksiyonları ile tanınan Sakıp Sabancı Müzesi’ne çok uygun bir sergi ve ressam.
İstanbul Üniversitesi’nin katkısı önemli.
Feyhaman Duran sağlığında evini, içindeki tüm eşya ve diğer varlıklarla beraber korunması amacıyla İstanbul Üniversitesi’ne bağışlamış. Sergide Sabancı Müzesi koleksiyonunda bulunan eserlerin yanı sıra bu evden gelen eserler ve diğer koleksiyon ve Feyhaman Duran’ın çalışma aşamalarını yansıtan eskizleri yer alıyor.
Feyhaman Duran 17 Eylül 1302 (1886) İstanbul Kadıköy doğumlu. 5 yaşındayken kaybettiği babası Süleyman Hayri Bey şair. Ailesinde hattatlar da var. Annesini de genç yaşta kaybetmiş. 1895 yılında başladığı Galatasaray Sultanisi’nde resim öğretmenleri Viçen Arslanyan Efendi ve Şevket (Dağ) Bey, Feyhaman’ın yeteneğini keşfetmiş ve onu desteklemişler. 1910’da Abbas Halim Paşa, ailesinin portrelerini ısmarlamış genç ressama ve bu iş ona Paris yolunu açmış. Abbas Halim Paşa’nın desteği ile Paris’te resim eğitimi almış. Hocası Jean Paul Laurens’in etkisi ile de portre çalışmalarına ağırlık vermiş. “O dönemde artık bir yenilik olmaktan çıkmış, hatta bir anlamda akademikleşmiş olan empresyonizm”den etkilenmiş. I. Dünya Savaşı çıkınca 1914’te birçok ressam arkadaşı ile birlikte İstanbul’a dönmüş, Türk resminde 1914 Kuşağı’nı oluşturmuşlar. Savaş yılları herkes gibi onun için de maddi açıdan sıkıntılı geçmiş. 1919 yılında İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nde (Kız Güzel Sanatlar Okulu) öğretmenliğe getirilmesi onu madden rahatlatmış. Uzun yıllar öğretmenlik görevini yürütmüş. Bu arada toplu resim sergilerine katılmış. Sanat örgütlerinde görev yapmış. 25 Ağustos 1922’de öğrencisi Güzin Hanım’la evlenmiş. 1938’de ressamların yurt gezileri programında Gaziantep’e gidip 10 tablo yapmış. Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün portrelerini çizmiş. Topkapı Sarayı Müzesi’nde çalışmalar yapmış. Geleneksel sanatları incelemiş, eserlerine yansıtmış. 6 Mayıs 1970’de vefat etmiş ve Edirnekapı Şehitliği’nde toprağa verilmiş. (bkz. “Türk Resminde Bir Temel Taşı”, Gül İrepoğlu, antikalar.com/turk-resimde-bir-temel-tasifeyhaman- duran/)



Güzin Hanım’ın ailesinden Hattat Yahya Hilmi Efendi’den kalan Süleymaniye’deki evde neredeyse tüm yaşamlarını geçirmişler. İstanbul Üniversitesi’ne intikal eden ev de burası. Gerekli tamirat yapıldıktan sonra bu evin “Feyhaman Duran Müzesi” olarak halka açılması bekleniyor.
Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki “İki Dünya Arasında” 30 Temmuz’a kadar sürecek. Sergi süresince Feyhaman Duran belgeselinin gösterimi, konferanslar ve çocuklara yönelik atölyeler de gerçekleştirilecek. Kaçırmayın.

Metin Celal / CUMHURİYET

Döviz piyasasında kargaşa: Merkez Bankası nereye? - ERİNÇ YELDAN

Döviz piyasasında kargaşa sürüyor. Yılbaşından bu yana doların Türk Lirası karşısındaki fiyatı 3.58’den 3.94’e değin yükseldikten sonra hafta sonu 3.72’ye geriledi. Nereden bakarsanız bakın, Türk Lirası’nın değer kaybı (eski ifadeyle devalüasyonu) yıllık bazda yüzde 25’i aşmış durumda. Bu kaybın büyüklüğü kadar, dövizin fiyatındaki aşırı oynaklık ekonomide karar alıcıları ve beklentilerini son derece olumsuz etkiliyor. 



TC Merkez Bankası ise bu çalkantıya faiz oranlarını açıkça değiştirmeden, dolaylı yollardan değiştiriyormuş gibi yaparak müdahale etme çabasında gözüküyor. Kısaca anımsayalım:
“Merkez Bankası faizi” dediğimiz şey aslında bankaların TCMB’den sağladıkları likidite ihtiyacının faiz maliyetini gösteriyor. Bu da kabaca iki ana yoldan oluşuyor: (1) haftalık repo piyasasından; ve (2) gecelik fon piyasasından. Haftalık repo faizi yüzde 8; gecelik piyasada ise gene iki olanak var: gecelik repo piyasası ve geç likidite (saat 16.00 sonrası, yani “son çare”) penceresi. Gecelik repo piyasasında faiz oranı yüzde 8.50; geç likiditede ise yüzde 10. Karışık değil mi? Evet, kesinlikle. TC Merkez Bankası da işte faizleri değiştirmeden, faiz maliyetini arttırmanın sırrını bu karmaşanın simyasında denemekte.
Geçen hafta Merkez Bankası önce haftalık repo ihalelerini iptal etti ve haftalık piyasada yüzde 8’den borçlanma olanağını kaldırdı. Sonra bu yetmeyince bankalararası para piyasasında borçlanma sınırını önce 22 milyar TL’ye, daha sonra da 11 milyar TL’ye indirdi. Yani, bankacılık kesiminde ihtiyaç duyulan likiditeyi yüzde 8-8.5 ile daha ucuza borçlanma olanağını ciddi biçimde sınırladı. Nakit ihtiyacı olan bankalar zorunlu olarak daha yüksek faiz ile çalışan (yüzde 10) geç likidite penceresine yöneltildi. Bu “ahlaksız teklif” aracılığıyla nakit ihtiyacı olan bankaların ödemek zorunda kaldıkları ortalama faiz maliyeti yükseltilmiş oldu, halbuki tek tek piyasalara bakıldığında faiz oranları değiştirilmemişti.
Böylelikle para piyasalarında Türk Lirası arzı sıkıştırıldığından, ellerinde dolar tutanların gevşemek zorunda kalacağı ve dolar talebinin düşeceği umuldu. Geçen hafta doların fiyatındaki çalkantı işte bu umut ile umutsuzluk arasındaki gidiş gelişin öyküsüdür.

                                                            ***
İktisada Giriş derslerinde bir ulusal paranın değeri üç biçimde tanımlanır: (1) faiz oranı; (2) ulusal paranın (burada Türk Lirası’nın) dövizler karşısındaki değişim değeri; ve (3) enflasyon oranının tersi. Para piyasasının “dengesi” bu üç tanımın uyumlu olmasından geçmektedir. Paranın değerini veren bu tanımlar arasındaki herhangi bir tutarsızlık, para piyasasında dengenin yitirilmesine ve bu dengesizliğin reel ekonomi kesimine de sıçramasına neden olacaktır. Türkiye’de beklenen enflasyonun yüzde 10; uluslararası risk priminin de yüzde 3.5- 4 arasında olduğunu düşünürseniz, beğenseniz de beğenmeseniz de Türk Lirası üzerindeki denge faiz yükünün yüzde 13- 14 arasında olması gerektiğini görmemiz gerekmektedir. Bu da, mevcut yüzde 8-10 arasının oldukça üstündedir.
Küresel döviz piyasalarında bir günde gerçekleşen işlem hacminin 4.5 trilyon dolar olduğu tahmin edilmektedir. Bu türden bir işlem hacmini “elinde dolar tutan teröristtir” milliyetçilik retoriği ile yönlendirmek mümkün değildir. Eğer küresel sermaye hareketlerine açık bir ekonomi modeli izlenecekse, “oyunu” (evet kapitalizmin kumarhane masalarında gerçekten bir “oyun” oynanmakta) kurallarına göre oynamanız, uluslararası işbölümünde size düşen görevi yerine getirmeniz gerekmektedir; yani “yükselen piyasa” olmak için yüksek faiz ile çalışmak...
Oysa bir başka yol daha var, anımsatalım: sermaye hareketlerinin denetlenmesi ve kontrolü, Şili, Malezya örnekleri... Neden olmasın? Aykırı düşünmek niye bu kadar zor?


Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...