7 Mart 2017 Salı

‘İçimizdeki Danimarkalılar’dan ‘İçimizdeki Araplaşma’ya - EROL MANİSALI

AB ile 1990’lı yıllarda, üye olmadan hiçbir ülkenin imzalamadığı bir biçimde tek yanlı gümrük birliğine 1995’te imza atılırken “içimizdeki Danimarkalılar”ı gündeme getirmiştim. Kimdi benim bu adı taktığım çevreler?
- Türkiye-AB ilişkilerine biraz çarpık bakan: AB bizi tam üye yapmasa da tek yanlı bağlanalım; yani “kumalığı” kabul edelim diyenler. Bir söyleşim daha sonra Die Welt’te, “Kuma mı metres mi” diye çıkmıştı.(*) Medeni nikâh olmasa da kumalığı kabul eden çevrelere “İçimizdeki Danimarkalılar” adını takmıştım, bayağı da tutmuştu.
 
Kumalığı savunup bizi Batı’ya yaklaştırdıklarını sananlar maalesef bugünkü Ortadoğululaşma ve Araplaşma zemininin yolunu açtılar. Medeni nikâh olmadan (üye olmadan) kumalık kabul edilince Ankara ile Brüksel arasında sorunlar çıkacaktı; bu sorunları kullanan İslamcı çevreler Türkiye’yi Avrupa’dan (ve çağdaşlıktan) uzaklaştırma fırsatını elde edeceklerdi. Bunları binlerce defa yazdım(**), televizyonlarda ve konferanslarımda anlattım ama bazı “aydın” çevreler bile göremediler ya da görmek istemediler (Halide Edip’in kulakları çınlasın). 
 
Kumalık düzenine karşı çıktığım ve “önce medeni nikâh yapılması, tam üye olunması gerekir” tezini savunduğum için, beni Avrupa karşıtı, AB karşıtı gösteren, bilgisi yetersiz ya da istismarcı çevreler oldu. Bu yüzden Türkiye’de, kimi İslamcı çevreler, “Görüyorsunuz Avrupa bizim düşmanımızdır, Ortadoğu’ya, Araplara dönelim” diyenler zemin kazandı ve bugünlere geldik: Avrupa’nın değerlerine yakınlaşmak yerine Katar’a, S.Arabistan’a yamandık.

 
ABD, Türkiye’yi tek yanlı bağlarla AB’ye bağlayıp Batı Kulübü’ne kilitlemek istiyordu. Holbrook, Çiller’e gönderdiği özel not ile(!) “tek yanlı gümrük birliğini imzala, arkanda biz varız” diyordu.(***) 
 
ABD bir süre sonra politikasını değiştirip, “Ilımlı İslam” formülü ile Türkiye’yi BOP’un ve Ortadoğu bataklığının içine gömme yolunu seçti.
Bugün işin son noktası Irak’ta Barzani Devleti(!), Suriye’de ABD ve Rusya destekli Kürt kantonu ile yürümektedir. Mesud Barzani’nin son Türkiye ziyaretinde asılan bayraklar bu gidişin son adımıdır. 

Çağdaşlaşma mı? Körfezleşme mi?
16 Nisan’daki halkoylaması sadece tek adamlık ve parlamenter rejim arasındaki tercih olmayacaktır; aynı zamanda, çağdaşlaşma ve demokratikleşme ile Ortadoğululaşma ve federalleşme arasındaki seçimdir.
 
1990 sonrasında, 1991’de Çekiç Güç geldi. Batı’nın sevmediği Ecevit’in 2002’de, Erbakan’ın 28 Şubat’ta tasfiyeleri; AKP iktidarının desteklenmesi; Türkiye’nin siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel olarak Avrupa ve çağdaş dünya yerine S.Arabistan ve Katar ile bir araya getirilmesi; 2002’de biten PKK terörünün 2003’te AKP iktidarı ve Irak’ın işgali ile yeniden başlaması; S.Arabistan’ın liderliğindeki Arap Sünni ordusuna Türkiye’nin dahil edilmesi ve Suriye’deki parçalanma süreci göz önüne alındığında, Türkiye çağdaş uygarlık değerleri yerine Körfezleşme arasında sıkıştırılmıştır.
16 Nisan’da halk çağdaşlaşmayı mı, yoksa bölünme ve Körfezleşmeyi mi seçecek? Herkes işin boyutlarını buna göre değerlendirmek zorundadır. Bu son çıkıştır.

Erol Manisalı / CUMHURİYET
 
(*) Die Welt, 22 Şubat 2004’te benimle yaptığı söyleşiyi, “Die EU behandelt die Türkei wie eine Mâtresse” başlığı ile verdi.
(**) 5 kitaplık “Hayatım Avrupa” serisinde tüm belgeleri ile bu gerçekler yazılmıştır. Cumhuriyet Kitap, 2008
(***) Erol Manisalı “Türkiye’nin Askersiz İşgali, Gümrük Birliği” syf. 45, Cumhuriyet Kitap, 2009

‘Sen kendine bak!’ derler adama - ALİ SİRMEN

16 Nisan referandumu konusunda görüş bildirmek, seçmeni ikna etmek için etkinlik düzenliyorsun, bunun için bir salon kiralıyorsun, bedeli ödüyorsun, sonra öğreniyorsun ki salon verilmiyor, etkinliği iptal etmen isteniyor.
Böyle bir gelişme karşısında ne denir?
Eğer olay Almanya’nın Köln kentinde oluyorsa, etkinliği engellenen taraf buna Nazizm diyor.
Eğer olay Almanya’nın Köln kentinde oluyorsa buna karşı tepki olarak, şunlar söyleniyor:
- Eğer demokrasiye inanıyorsan, orada bir salon toplantısı yapılacak bundan neden rahatsız oluyorsun?.. Ya ben istersem, yarın gelirim ve kapıdan sokmadığınız zaman da ben dünyayı ayağa kaldırırım.
Nitekim AKP’li bakanların Köln’de yapacakları etkinliğin yasaklanması üzerine bütün bu sözler bizzat Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından söylenmiştir.
Olayın sahne arkasında, yapılacak etkinlik ile ilgili yanlış bilgilendirme olması, iptalin siyasi iktidar değil, belediye tarafından alınması hiç önemli değildir.
Nitekim, etkinliği engellenen Türk “Adalet BakanıBekir Bozdağ da Alman hükümetini eleştirirken, tepkisini şöyle ortaya koymuştur:
- Bu belediyeyi aşan bir karardır, belediyeye aldırılmış bir karardır.
Olay Almanya’nın Köln kentinde ve engellenenler, AKP’liler olduğu zaman Türkiye’deki yetkililerin tavrı bu oluyor. 

***
Peki, aynı olay,Türkiye’nin Malatya kentinde, bu kez referanduma hayır kampanyası yürüten Barolar Birliği ve muhalefetteki CHP’lilerden oluşanların düzenledikleri “Atatürk ve milliyetçilik” konulu etkinliklerinde söz konusu olur, parası önceden ödenmiş salonun tahsisi engellenir ve etkinlik iptale zorlanırsa ne olur?
Hiçbir şey olmaz. Gık çıkmaz, her şey normalmiş, gayet demokratik bir kampanya yürüyormuş, hiç kural dışı bir şey olmuyormuş, sanki Malatya’da Halk Eğitim Merkezi, Battal Gazi Salonu’nun tahsisinin iktidardan habersiz iptali mümkünmüş gibi kimse olayı üstüne alınmaz.
Nitekim öyle olmuş ve başta, anayasanın 104. maddesi gereği anayasanın uygulanmasını, devletin organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını sağlamakla yükümlü Cumhurbaşkanı olmak üzere kimsenin sesi çıkmamıştır.
Biri Almanya’nın Köln, öbürü Türkiye’nin Malatya kentindeki iki olay da aynı günlerde meydana gelmiş ve bu tepkileri doğurmuştur.
Aslında en temel hak ve özgürlüklerden olan ifade özgürlüğünü kısıtlayan davranışı dolayısıyla Almanya’yı eleştirmek doğru bir davranış biçimidir.
Demokrasiyi ve özgürlükleri korumak, demokrasinin değerlerine saygı gösterilmesini her yerde savunmak, herkesin hakkı, hatta görevidir.
Demokrasilerde hak ve özgürlüklerin savunmasında hattı müdafaa yok, sathı müdafaa vardır. O da bütün sathı âlemdir. 

***
Yalnız bu hakkın kullanılabilmesi, ödevin yerine getirilebilmesi için, küçük bir önşart gerekmektedir. O da istemde bulunanın bizzat kendisinin de temel hak ve özgürlüklere saygılı olmasıdır.
Bu koşulları yerine getiren, göğsünü gere gere başkalarından da aynı şeyi isteyebilir.
Nitekim, AKP’li bakanların etkinliklerine engel olunması üzerine oradaki etkinliklerini iptal ederek gitmekten vazgeçen Deniz Baykal, Almanya’yı eleştirmek ve kınamak hakkına sahiptir, bu hakkı kullanması halinde kimse kendisine serzenişte bulunamaz, yalnızca müşkül ve mahcup duruma düşer.
Ama eğer bu eleştiriyi yönetenler, kendi ülkelerindeki demokrasinin çiğnenmesinden, temel hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alınmasından, ifade özgürlüğünün ihlal edilmesinden sorumlu olmak durumundaysalar, tabii Cumhurbaşkanı’na hadleri değil, ama memurlarına “Sen önce kendine bak kardeşim!” deyip, bir de terslerler.


Tabii eğer biraz daha kibar iseler, diplomatik bir dille “tencere dibin kara, seninki benden kara” yanıtını verirler.
Sahi “tencere dibin kara seninki benden kara” Almancada nasıl denir?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Hürriyet’in ilanına giriş! - ORHAN GÖKDEMİR

1820-1920 arasındaki yüzyıl, Osmanlı üst egemen sınıfını büyük ölçüde gayrimüslimlerin oluşturduğu bir yüzyıldır. 1826’da gerçekleşen Vaka-i Hayriye’de Yeniçerilerle birlikte düştüler; Osmanlı Yahudileri dışındadır. Ermeniler içinde, Rumlar tepesindedir. Bu yüzyıl boyunca Osmanlı kırsalındaki fukara gayrimüslimler göçüp gitti. Şehirlere ise bir zengin gayrimüslim akını oldu. Ayrıcalıklı pasaportlarla geldiler, batının şemsiyesi altında korunaklı ticaret yaptılar. Türkler ve Yahudiler ise onların ayrıcalıklıkları sebebiyle ezildiklerine inandı. En çok da en yakınlarında olan Ermenilere diş bilediler. 20. yüzyıla devreden Osmanlı miras budur. Osmanlının çöküşünde bir Müslim-gayrimüslim kutuplaşması, çatışması vardır.

Bu yüzyıl Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi sürecidir aynı zamanda. Doğdu, Tanzimat’la ete kemiğe büründü. Abdülmecit iktidardaydı, Mehmet Ali Paşa kuvvetleri Osmanlıyı ezip geçmişti. Osmanlı, Mehmet Ali korkusundan İngilizlere teslim olmaya hazırdı. İngilizler Mehmet Ali’yi yok etsin diye kendilerini ağır yaralayacak anlaşmaları gözü kapalı imzaladılar. Mehmet Ali’nin yeniden inşa ettiği Mısır yıkıldı, Osmanlı yoluna ağır yaralı devam etti. Fakat bu arada devlet içinde İngiliz etkisi çok hissedilir bir hale gelmiş, halkta bir İngiliz antipatisi oluşmuştu.

Yalnız Gülhane Hatt-ı Hümayunu bir takım reformlar getiriyordu ve bunlar Hıristiyanların lehineydi. Hıristiyanlar Anadolu’daki tarım arazileri ile o reformların ardından ilgilenmeye başladı. Onlar toprağı işliyordu ama Türkler uzun askerlikteydi. Askerlikten sağ salim dönebilecek kadar şanslı olanlar topraklarını tanınmayacak halde buluyordu. Anadolu’nun her köşesinde yoksul ve biçare Türklerin varlıkları Hıristiyanların eline geçiyor, yoksulun varsıla duyduğu öfke Müslüman’ın Hristiyan’a öfkesi biçimine bürünüyordu. İslamcılığımızın kökenlerini işte bu tarihte bulabiliyoruz.


                                                                           xxx

“Türkçüler Türk değildir”… Ne büyük söz! Sadece Munis Tekinalp nam Moiz Kohen vesilesiyle söylendiğini sanmıyorum. Türkçülerimizin çoğu, gerçekten de etnik olarak Türk değildir. Türkçülük, bizde, etnik değil ideolojik bir aidiyete işaret eder. Şaşırtıcı gelse de asıl şaşırtıcı olan Türkün “Türkçü” olmasıdır. Türk varsa, “Türkçülük” yersizdir. Rus entelektüelleri için de söyleniyor, önemli bir kısmı “Slavofil”dir ama buna karşın “Frankofon” bir Fransız aydını mevcut değildir.
Türkçülük Türk olmayan merakı sonsuz insanların icadıdır. Kaynağı Doğu Avrupa’da, Macaristan’dadır. Türkler Türk olduğunu bilmezken Macar aydınları Türklerin Türk olduğunu bilmektedir ve bazıları Türklere Türk olduğunu öğretmeyi bir görev addetmişlerdir. Türkçülük tarihini anlatmaya böyle başlayabiliriz.

Arman Vambery’den söz ediyoruz evet. Her dış seferinde İstanbul ilk durağıdır. Hem saraya hem Osmanlı aydınları pek yakındır. Mason, Siyonist, sahte derviş, gezgin, kâşif, Türk-Macar soy birliği teorisyeni, Türk hayranı, Jön Türklerin akıl hocası, devletlerarası arabulucu ve istihbaratçı… Biyografisi böyle. Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl onu şöyle anlatıyor: “Kendisinin Türk mü, yoksa İngiliz mi olduğuna bir türlü karar veremeyen bir insan. Almanca kitap yazmakta, on iki dili aynı akıcılıkla konuşmaktadır; ayrıca ikisine ruhban olarak bağlandığı beş din değiştirdiği de iddia edilmektedir.” Başka? Abdülhamit’in ve Mithat Paşa’nın çok yakını. Rus düşmanı çünkü Rus Yahudilerini zulümden kurtarmanın yolunun Rusya’yı durdurmaktan geçtiğine inanıyor. Orta Asya gezisine Rusya’nın arka bahçesinde sorun çıkarma saikiyle çıktığı da yaygın bir iddia. Zaten o gezide öğrendiklerini götürüp İngiliz istihbaratına teslim etti.

Rusya’nın arka bahçesinde Türkler vardır ve Vambery Türkçülüğün kurucusudur. Bize Türk olduğumuz o öğretti ve Rusya’dan göçüp gelen entelektüeller Türkçülüğü bir ideolojik program haline getirdi. İçinde bizim katkımız pek azdır. 20. yüzyıldan önceki İslamcılık ve Türkçülük tarihimiz özetle budur.

                                                                                xxx

Ne tuhaf; İslamcılık da Türkçülük de aslında bugünkü haliyle 1908 devriminin içinden çıktı. Yalnız 1908, Cumhuriyet’in de laboratuvarıydı. Aynı ortamın, aynı hürriyetin ürünü oldular. Fakat Cumhuriyet’e ve 1908 devrimine hep şaşı baktılar. Devrime yol açan 31 Mart gerici ayaklanması onlar için devrimden daha ilham verici oldu.

Zafer Toprak’ın müthiş çalışması “Türkiye’de Popülizm 1908-1923” bu dönemi anlamız için yeni kapılar açıyor. Oradan takip ediyoruz; Rus halkçılığının “halka doğru” hareketinden etkilenen Müslüman Türkler, Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali gibi şahsiyetler bu hareketi Osmanlıya taşıdılar. Türkçülük ve Halkçılık onların getirisidir. Antropoloji, Etnografya, Psikoloji, Sosyoloji, Tarih, Fransız Devrim Tarihi, yani Türk aydınlanmasının teorik-bilimsel kaynakları Mülkiye’ye 1908 ile birlikte girdi. 1908 İslamcı yayın sayısında da patlamaya yol açtı. Beyanü’l Hakk, İslam Mecmuası, İslam Dünyası, Ceride-i Sufiyye, Ceride-i İlmiyye, Mahfil 1908’in getirdiği hürriyetle hayat buldu. İstanbul ve Selanik’te tarih ve sosyoloji eksenli Türkçülükler türedi. Türk Yurdu, Genç Kalemler, Yeni Felsefe Mecmuası, Türk Sözü, Türk Duygusu, Büyük Duygu bu dönemin yayınları. Hakkını teslim etmeli sosyalizm de 2. Meşrutiyet’in paltosundan çıktı. Selanik’te yayınlanan Amele dergisi bir başlangıçtı. İlk 1 Mayıs da orada kutlandı. İstanbul’daki muadili İştirak’ti. Osmanlı evrim teorisiyle de bu dönemde tanıştı. Batıcılık, ilericilik ve gericilik gibi kavramlar Abdullah Cevdet’in İctihad dergisinin getirisiydi. İctihad kadın haklarını ve ailenin modernleşmesini savundu, medreseye karşı tavır aldı, laik bir toplum anlayışını savundu. Arap abecesinin Latin abecesi ile değiştirilmesi, uluslararası tartı ve ölçü sisteminin benimsenmesi de İctihad’da tartışılmıştı ilk. Müthiş bir devrimci sıçramadır.


1908 ile1918 arasındaki 10 yıl hem bir iç savaş hem de Osmanlının uzun cihan harbiydi. Bu arada Osmanlı düşünce dünyasında o güne kadar tanık olunmadık devrimci dönüşümler yaşanmıştı. Bu yeni düşünceler gerçekleşmenin yolunu arıyor, kendisine bir yol açmaya çalışıyordu. Örneğin Türkçülüğün İttihat ve Terakki’nin yarı resmi politikasına dönüşmesi devrimden hemen sonra başlayan Balkan Savaşları ile mümkün oldu. Teşkilat bu dönemde liberalizmden müdahaleci bir ekonomiye, İngiliz hayranlığından Alman yandaşlığına hızlı bir dönüş yaşadı. 1908 ile zincirlerinden boşalmış bütün hareketler, İttihat ve Terakki’nin üzerine yıkılıyordu.

                                                                        xxx

Ancak İslamcılığın ve Türkçülüğün düşündüğünün tersine Osmanlıyı bitiren şey ne İttihat ve Terakki, ne 1908’in getirdiği hürriyet ortamı, ne de Kemalistlerdi. Osmanlıyı Balkan Harbi bitirdi. Balkan Savaşı ile Osmanlı bir Rumeli imparatorluğu olma vasfını yitirdi. En gelişmiş bölgeleri, Selanik dâhil, böylece elinden kayıp gitti.

Osmanlı için 1. Dünya Savaşı Balkan Harbi ile başlar, Milli Mücadele ile sona erer. 10 yıllık uzun bir savaştır bu. Bizim ulusal kimliğimiz de büyük ölçüde o 10 yılın getirisidir. Balkanları inanılması güç bir hızla kaybettik ve Anadolu’ya kaçtık. Bizi kovalayanlar Rumeli’nin Hıristiyan halklarıydı. Anadolu’da da onların dindaşlarının hâkim sınıf olduğunu gördük. İç savaştır.

Anadolu’dan büyük Hıristiyan göçlerini hazırlayan da Balkanlar’dan Anadolu’ya büyük Müslüman Türk kaçışlarıdır. Balkan Harbi bize artık Osmanlı ile devam etmenin mümkün olmadığını gösterdi. Çünkü Osmanlıyı oluşturan unsurların neredeyse tamamı milliyetçilik davası peşindeydi. Biz de onlara baka baka ulus olmaya karar verdik. Türdeşlik gerekiyordu, tehcir ve mübadele de budur.
Osmanlının bütün unsurları –Yunanistan’ı dışında tutabiliriz- Balkan Savaşı ve Dünya Savaşı ile Osmanlıdan koptu. Sadece Rumlar ve Ermeniler değil, Arnavutlar ve Araplar da. Balkanların hızlı kaybı Anadolu’da az çok türdeş bir yapı oluşturmayı mümkün kıldı. Gelenlerin ve kalanların hafızasında Balkan Mezalimi, Yunan Mezalimi, Ermeni Mezalimi vardı, hala böyledir. Gerçeğin tamamı mı? Hayır. Peki, bütünüyle gerçek dışı mı? O da hayır. Geçmişte mutlaka olmuştur açıklanamaz şeyler!

İslamcı akıma göre, Balkan Savaşı ile Hıristiyanlık Müslümanlığa saldırmaktaydı. Bu harp, İslamiyet’in prensiplerinden ayrılmış olan Türklere Tanrının verdiği bir cezaydı. Türkçülere göre bu savaş kolektif vicdanı uyandıracak ve yaratacak bir şoktu. Türklerin ölümden kurtulmasının tek yolu milliyetlerini idrak etmesiydi. Batıcılara göre asıl düşman Balkanlarda değil içerideydi; perişanlığımızın sebebi cehalet, gerilik, uyuşukluk ve hurafelere inanıştı. Bu tartışmaları yapanlar, bu tartışmadan öğrendikleri için vuruşanlar, yol açanlar, dövüşenler, yere düşenler meşrutiyet aydınlarıdır. Varlığımız onlara borçluyuz. Her birini minnetle, saygıyla selamlıyoruz.

                                                                       xxx

Nedir bunları hatırlatmamızın esbab-ı mucibesi? Efendim, bildiğiniz üzere İslamcılığın son temsilcisi Tayyip Erdoğan ile Türkçülüğün son temsilcisi Devlet Bahçeli el ele kafa kafaya verip bir tür mutlak monarşi demek olan başkanlık sistemi getirmeye karar verdiler. Nisan ortasında bunun mümkün olup olmayacağını oylayacağız. Sandıktan “Hayır” çıkarsa umutlar başka bahara. “Evet” çıkarsa Cumhuriyet’i derin bir gayya kuyusuna düşürecekler.

1908’in paltosundan çıktılar, 1908’den geriye kalan ne varsa düşman oldular. Neyi savundularsa bitirdiler, neye tutundularsa çürüttüler. Şimdi, giderayak tek adam rejimi, olmadı hilafet getireceklermiş…

Biz mi? Biz de 1908’in paltosundan çıktık ama hala 1908 Haziranındayız. Sultana, sarayına, üzerimize saldığı kapıkullarına, jurnalcilerine, yeniçerilerine direniyoruz. Gericiliğe karşı yollardayız. Az kaldı hürriyet ilan edeceğiz!

Orhan Gökdemir / SOL

Tarihi ve mali bağlamında TVF - OĞUZ OYAN

Öncelikle, Türkiye Varlık Fonu (TVF) ile Düyun-u Umumiye İdaresi (Genel Borçlar Yönetimi) arasında kurulan yerli-yersiz koşutluklar üzerine bazı saptamalar yapalım. Düyun-u Umumiye İdaresi (DUİ),


Osmanlı'da 1854-1875 arasındaki dış borç alma serüveninin, borçların yüksek maliyeti ve yüksek bütçe açıkları nedeniyle ödenememesi üzerine ilan edilen moratoryum (mali iflas) sonucunda alacaklıların 1881 yılında kurduğu bir borç yönetimi İdaresiydi. Borçlanmak için değil, borç anaparalarını ve bunların katmerlenmiş borç faizlerini ödemek için kurulmuştu. TVF ise, şu aşamada esas olarak borçlanma olanaklarını arttırmak için kurulmaktadır. TVF, kuruluşu bakımından değil, icraatlarının sonucu bakımından (eğer birgün varlıkları borçlarını karşılayamazsa) bir mali iflasa katkı yapabilir. Tek başına bir moratoryum'a sebep olması beklenemez belki, ama AKP döneminde 130 milyardan 418 milyar dolara sıçrayan dış borçlara yapacağı ilaveler, kötüleşen mali/ekonomik tablolar eşliğinde, bardağı taşıran damla etkisi yaratabilir. IMF raporlarında Türkiye için yıllar sonra yeniden alıştırması yapılan kötü senaryo içinde (Bk. Korkut Boratav'ın 10 Şubat 2017 tarihli yazısı) bir dış borç konsolidasyonu/tahkimi (borçların yeniden yapılandırılması) seçeneğinin de açıkça dillendirilmeye başlanması bunun işaretidir.

Ama daha doğrudan bazı benzerlikler/devamlılıklar kurulamaz değildir. Maliye içinde maliye uygulaması Osmanlı'dan kalma bir hastalıktır. Vergi gelirlerinin borç servislerine karşılık gösterilmesi ve tahsilatın da alacaklıların devasa iltizam kuruluşu olan Düyun-u Umumiye'ye bırakılması dışa mali bağımlılığın uç örneklerinden biriydi. Bu sürece, başta demiryolları olmak üzere çeşitli altyapı yatırımlarının kilometre veya yolcu garantileriyle veya belirli varlıkların gelirlerinin tahsisiyle Yap-İşlet-Devret modeli içinde yabancı şirketlere sunulması da eşlik ediyordu.

Bunlar Cumhuriyet ile birlikte tarihe gömülmüştü. Mali bağımsızlık kaygılarıyla 1920'lerde yabancı şirketlerin devletleştirilmesi/millileştirilmesi için zayıf bütçe imkanlarının seferber edilmesi, DUİ'nin paralel maliye teşkilatı olmaktan çıkarılması bunun sonucuydu. (Bununla birlikte DUİ 1939'a kadar varlığını sürdürülecek, Osmanlı borçlarının ödenmesi genç Cumhuriyet'in sırtında kalacak; son taksit ödemesi de 1954 yılında gerçekleşecekti).

Şimdilerde AKP'nin "parantez" olarak nitelediği bu dönem, mali-ekonomik bağımsızlık bakımından gerçekten bir parantez olarak kalacaktır. 1950 sonrasının DP iktidarı döneminde, Osmanlı'da 21 yıl süren dış borç alma macerası 8 yıl içinde sonuca erdirilip 1958 yılında moratoryum ilan edilecektir. Alacaklılar Konsorsiyumu Türkiye'ye bir dizi koşul dayatacaktır. Tıpkı DUİ'nin modern maliye tekniklerini Osmanlı'ya öğretmesi gibi, bu Konsorsiyum'un da Türkiye'ye ekonomisini ve maliyesini planlamasını dayatması gibi olumlu sonuçları olacaktır. Ama bu aynı zamanda trajiktir de: 1930'larda kendi bağımsız iradesiyle bir planlı kalkınmaya girişen Türkiye Cumhuriyeti yönetimi, 1960'lardaki planlı döneme 1950'lerin sağ iktidarının oluşturduğu mali bağımlılık tablosu sonucunda zorlanacaktı.
Sağ iktidarların emperyalizmin mali baskılarına, dış ticarette ve sermaye hareketlerinde liberalleşme baskılarına dayanamayıp ülkeyi ağır bir bağımlılık tablosu içine sürüklemeye bu denli teşne oluşlarının yeni örneklerine Türkiye'de izleyen dönemlerde de devamlı tanık olunacaktır. 1945'ten sonra sahneye çıkarılacak IMF/DB ikizlerinin zorlamaları altında girilen en kapsamlı dönüştürme operasyonları, 1980'ler sonrasında ve 2000'lerden itibaren yaşanacaktır. 1998-2008 arası uygulanan IMF programının en uzun süreli ve sadık uygulayıcısı AKP iktidarı olacaktır. O kadar sadık ki, dış kaynaklara bağımlılık üzerinde dönen bu modeli 2008 sonrasında bile IMF'siz sürdürmeye devam edecektir. Kuşkusuz bu aynı zamanda bağımsız iktisat politikaları üretmeyi hiçbir zaman gündeminin başına yazmamış olan bir dinci-sağ iktidarın neoliberal politikalara seçeneksiz bir biçimde teslim olmasının da sonucudur.

Ama bunun, Özal'ın 1980'lerde  "alternatifi yok" çarpıtmasıyla  neoliberalizme tam angaje olmasından özde bir farkı yoktur. 1980'lerdeki sağ iktidarın bütçe içinde bütçe uygulamasının örneği Özal'ın bütçe dışında oluşturduğu "kamu özel fonları" sistemiydi. Bu sistemi bütçeyle ilişkilendirmek için 1992-2001 arasında bir "müşterek fon hesabı" oluşturulması gerekli olmuş, fonların nihai tasfiyesi ise hemen AKP öncesindeki dönemde -artık fonlar yüzünden ekonomiyi izleyememekten  yakınmaya başlayan- IMF programı marifetiyle olmuştu. Şimdi AKP iktidarını yeniden fon sevdası sarmış bulunuyor.

Bunu, Türkiye'nin özellikle neoliberal-dinci soslu sağ iktidarlarının, bütçe birliğinin dışına çıkışı, yasama denetiminden kaçışı simgeleyen paralel bütçeler veya harcama imkanları peşine düşmesi olarak kodlayabiliriz. Gerçi burada başka tarihi ülke örnekler de karşımıza çıkıyor. İkinci Dünya Savaşı'nda işbirlikçi Vichy Hükumeti Alman askeri birliklerinin harcamalarını Hazine özel hesapları üzerinden örtülü bir biçimde bütçe dışında tutmaya çalışmış ama bu uygulama bütçeyi giderek marjinalleştirmiştir. Savaş sonrası da fon uygulaması bir süre sürdürülünce fon sayısı 1947'de 400'ü bulmuştur. Bunların ilk tasfiyesi 1948/49'da gerçekleştirilmiş nihai tasfiyesi ise  ancak 1959'da başarılabilmiştir.

Ama Özal rejiminin bundan doğrudan feyiz alarak değil de, denetimden kaçan ve paraya doğrudan hükmetmek isteyen azgelişmiş-ülke sağ iktidarların genetik kodunu takip ettiğini düşünmek daha doğru olur. Kuşkusuz bu uygulama Türkiye'de Özal öncesinden de izler taşır ama çığrından çıkarılması kapkaççı kapitalizmin mimarı Özal ile birliktedir. (Aslında savaş, kriz gibi olağanüstü dönemlerin ürünüymüş gibi ortaya çıkan bütçe dışına kaçışlar, kapitalist birikim modelinin ve kapitalist devletin yönetim biçiminin önemli finansman ve müdahale araçlarından biri olarak da ortaya çıkmaktadır).

                                                                                   ***

TVF, hem Özal döneminin fonlarından (borçlanmaya dayalı Kamu Ortaklığı Fonu kısmen hariç) hem de dünyadaki ulusal varlık/kalkınma fonları örneklerinden ayrılmaktadır. Temel ayrılık, bu örneklerde olduğu gibi kaynaklarının akım gelirlere değil, varlık transferlerine ve bunların rehni üzerinden sağlanacak borçlanmalara bağlı olmasıdır. Kuşkusuz elindeki varlıkların kiralanması, işletmelerinin/imtiyazlarının devredilmesi ve mülkiyetlerinin özelleştirilmesi üzerinden de gelir elde edebilecek bir esnekliğe sahip kılınmıştır. Ama 2008 sonrasının özelleştirmeyi gündemden uzaklaştıran süreğen kriz koşullarında, elde kalan varlıklar üzerinden yeni borçlanma kaynakları sağlamak en kolay ulaşılabilir alan olarak gözükmektedir.

Peki niçin bu kadar fazla kaynak ihtiyacı? Çünkü dünyada sermaye hareketlerinin gelişmekte olan ülkelerden çekilme eğiliminde olduğu bir konjonktürde, Türkiye gibi el parasıyla/tasarrufuyla ekonomisini döndürebilen bir ülkede yıllık 200 milyar doları aşan dış kaynak gereksinimi (dış borç geri ödemeleri+ cari açıklar + dışarıya sermaye çıkışları) karşılanmak durumundadır. Oysa, ekonomisinin kötü göstergeleri yanında, olumsuz siyasi gidişatı da hesaba katan uluslararası derecelendirme kuruluşlarının üçünün de Türkiye'nin kredi notunu "yatırım yapılamaz" ülke düzeyine düşürmesi nedeniyle, dış kaynak temini zorlaşmıştır/zorlaşacaktır. Öte yandan, FED'in faiz arttırımlarının neden olabileceği uluslararası finansman sıkışması için de önlem almak gerekmektedir. Şimdilik yapılan hazırlık, varlıkları rehin edip daha yüksek getiri sunarak finansman akışını sağlamaktır. ("En pahalı finansman bulunamayan finansmandır" mantığıyla).

TVF daha çok su kaldırır: Yeni varlık aktarımlarıyla şişirilmesine sınır konulmamıştır; tıpkı fon yönetiminin yetkilerine sınır konulmadığı gibi; sınır konulan tek alan, AKP iktidarından beklenebileceği gibi, fonun denetlenmesi alanıdır. Demek ki bundan sonra da TVF konusuna dönmemiz gerekecek.

Oğuz Oyan / SOL

6 Mart 2017 Pazartesi

Feminizmi düşünmek - İZZETTİN ÖNDER

Paris Hukuk Fakültesi’nde hukuk, Lozan Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi okumuş olan Şirin Tekeli, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Siyaset Bilimi Bölümü’ nde doçent iken, üniversiteleri ‘altar’ a yatıran Doğramacı icadı YÖK nedeni ile 1981 yılında istifa ederek, o yıllarda Türkiye’de yeni gelişmekte olan kadın hareketi içinde aktif yer almıştır. Üniversite sonrası yaşamında Şirin Tekeli, Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi, Mor Çatı Kadın Sağlığı Vakıfları, Kadın Adayları Destekleme Derneği (KA-DER), İnsan Hakları Derneği, Helsinki Yurttaşlar Meclisi, Anakültür, Winpeace ve Kadın Hukukçuları Destekleme Vakfı (KAHU-DEV) gibi kuruluşların kurucu üyeliğinde bulunduğu gibi, ilgili alanlarda çeşitli çalışmalara da katılmış bir aktivisttir. Feminizmi Düşünmek, Şirin Tekeli’nin 1980 yılından 2013 yılına kadar çeşitli kaynaklara yapmış olduğu katkılardan derlenmiş ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları arasında içinde bulunduğumuz yılın Ocak ayında topluma kazandırılmış bir eserdir. Bu eser, güçlü bir feministin üstün çabalarının akademik yansıması olması bakımından alana yapılmış çok önemli bir katkıdır. İçinde bulunduğumuz hafta dolayısıyla kitabın altıncı başlığı olan “8 Mart ve Yeni Feminizm” konusundan bazı pasajları sizlerle paylaşmak istiyorum.

“Yeni feminizm, yalnız yandaşların ve 1970’lerdeki hareketin içinde bulunmuş olanların değil, olaya dışardan bakan ve siyasal hareketler üzerinde çalışan sosyal bilimcilerin gözünde de son yılların, hatta biraz iddialı görünürse bile kimilerine göre, yüzyılın en ilginç siyasal hareketlerinden biridir. Bunda hareketin gündeme getirdiği sorunun ortaya konuş biçimi, kadınlar ve genel kamuoyu önünde gördüğü destek kadar, getirdiği mücadele ve örgütlenme tekniklerinin özgüllüğü ve sonunda elde edilebilen sonuçların payı vardır.
Feminizm, ortaçağlardaki Christine de Pisan gibi tek tük savunucuları bir yana bırakılırsa, Büyük Fransız Devrimiyle tarihe adımını atan ve 200 yıllık bir geçmişi olan bir siyaset ve düşünce akımıdır. Bir kadının kaleme aldığı ilk sistemli kadın hakları bildirgesi (Wollstonecraft’ın Vindication’ı), 1792’de yayınlanmıştı. Aynı yıllarda, Olympe de Gouges, Fransa’da kadın haklarını savunduğu için giyotinde can veriyordu. Ondokuzuncu yüzyıl boyunca batıda hemen her devrimde yeniden gündeme gelen ve çağın ilerici tüm düşünürlerin üzerinde ciddiyetle durdukları bir sorun olan kadınların eşit insan olma talepleri, burjuva devrimlerinin getirdiği eşitlik dünyasında bu haklardan yararlanamayan büyük bir azınlık oluşturan kadınların ezilmişliklerine son verebilmek için kendi aralarında bir dayanışma aramalarıyla sonuçlanacaktı. İşte tarihte feminizm buradan doğdu.
Sanayileşmenin en büyük bedelini ucuz emek gücü olarak çalışma hayatına davet edilen ve sosyal güvencesiz, hafta tatilsiz, günde 12 saatten fazla bir süreyle en ağır şartlarda ve en düşük ücretle çalışan kadın ve çocuk işçiler ödemişlerdir. 8 Mart 1857, bu ağır çalışma şartlarını protesto eden New York’lu 40 000 kadın dokuma işçisinin tarihe ilk kez bağımsız bir direnme hareketine giriştikleri ve greve gittikleri gündür. Yüzyılın sonuna doğru, özellikle çalışma koşulları konusunda önemli mücadele deneyleri kazanan ve örgütlenmeye başlayan kadınlar, 1907’de Sosyalist Enternasyonel’e koşut bir kadın enternasyoneli toplayarak güce erişmişlerdi……....[Birinci Dünya] Savaşı sonrasında, başta 1929 bunalımı olmak üzere peş peşe iktisadi krizlerin yaşandığını, iki savaş arası dönemde, anti-demokratik niteliklerini en açık biçimde kadın düşmanlığında sergileyen faşist rejimlerin yükseldiğini, ardından da İkinci Dünya Savaşının patlak verdiğini görüyoruz.
Feminizmin yeniden doğuşunun somut koşulları İkinci Savaş’tan sonra ortaya çıkmıştır. Nitekim feminizmin Wollerstonecraft’lardan, Tristan’lardan, Bebel’lerden, Kollontai’den sonra yakın dönemdeki en büyük klasiklerinden biri haline gelecek olan Simone de Beauvoir’ın İkinci Cins’i 1949’da yayınlanacaktı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, gelişmiş kapitalist toplumlarda yaşanan hızlı büyüme iktisadi gelişme, kadınların somut yaşamlarını ve bilinç düzeyini etkilemiş, giderek yeni feminizmin maddi temellerini hazırlamıştır.
Yeni feminizmin ayırıcı özelliği, iktidarı ele geçirmeyi amaçlamayan siyasal bir akım niteliği taşımasıdır. Başta ezilen kadınlar olmak üzere, ezme ve ezilme ilişkilerini tümüyle yadsıyan, bu nedenle insanların ezilmesine yol açan tüm etkenlerin ortadan kaldırılması için mücadele veren bir harekettir. Hayatın her yönünde ortaya çıkan baskı, ezme ve ezilme durumlarına karşı çıkar. Bunun için yeni feminizm, yüzyılın başındaki çok etkili eski feminizmin-sufra-jet hareketinden farklı olarak, tek bir hedef uğruna kısa vadeli değil, kadınların ve insanlığın özgürleşmesi için çok yönlü ve uzun soluklu bir mücadele verilmesi gerektiğini savunur.”


Kadınlar benim ne anamdır, ne bacım, ne de yengemdir. Doğal olarak, kadınlar, benimle eşit haklara sahip, kendi bedeni, gücü ve eserleri üzerinde mutlak hak sahibi olan insanlardır. Keşke tarih böyle seyretmeseydi de,  Mart’ları yaşamasaydık!

İzzettin Önder / CUMHURİYET

İkinci kez de trajedi olacak gibi... - ERGİN YILDIZOĞLU

Yüz yıl sonra, yine kronik bir mali kriz ve durgunluk içinde ekonomik korumacılık yükseliyor, büyük güçler arası rekabet, vekâlet savaşları yoğunlaşıyor, uluslararası alanda savunma harcamaları artıyor. “Tarih birincisinde trajedi olduysa ikincisinde komedi olarak tekrarlanır” denir ama, bu kez ikincisi de trajedi olabilir. 

Kriz ve korumacılık
Mali kriz aşılamadı, yalnızca biçim değiştirdi. “Olgun piyasa ekonomilerinin maliyeleri batık durumda” (Telegraph). Son veriler uluslararası ticaretin büyüme hızının 2016 yılında, mali krizden bu yana en düşük düzeye (yüzde 1.2) indiğini gösteriyor. OECD de gelişmiş ülkelerde ekonomik büyümenin 2016 yılında sert bir duraklama yaşadığını bildiriyor.
Ancak ekonomik krizi her ülke aynı şiddette yaşamıyor: Örneğin, Çin bir yana, Avrupa’da Almanya ekonomisi mali kriz öncesinden bile daha güçlü bir performans sergiliyor; bütçesi ve cari hesapları rekor düzeyde fazla veriyor. Bu durum ülkeler arasındaki siyasi gerginlikleri, gelecek kaygılarını artırıyor.



Uluslararası hegemonya merkezi ABD’de yeni Başkan, altyapı ve savunma harcamalarını artırarak, korumacılığa yönelerek ekonomisini canlandırmayı planlıyor: Trump, ABD’yi Pasifik bölgesi serbest ticaret anlaşmasından çıkardı, Dünya Ticaret Örgütü’nün kurallarına uymayabileceğini söylüyor. Trump yönetiminin, Çin’in yanı sıra Almanya’yı da döviz manipülasyonu yapmakla suçlarken, Avrupa’da Almanya hegemonyasından söz ediyor olması kaygı verici. Özellikle, dışişleri bakanlığının yardım, propaganda bütçesini kısarken “artık savaşları kazanmaya başlamamız gerekiyor” saptamasıyla birlikte, savuma bütçesine 54 milyar ekleyeceğine ilişkin açıklamasını düşününce... Çünkü, “savaşları kazanmaya başlamak” için, yeni savaşlar gerekiyor... 


Ve silahlanma yarışıStockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün son raporu da küresel silah satışlarının (hafif silahları kapsamıyor) son beş yılda, çoğu Ortadoğu ve Doğu Asya’da olmak üzere, 1989’dan bu yana ilk kez bu kadar hızlı arttığını gösteriyor. Silah piyasasının yüzde 74’ünde ABD (33), Rusya (23), Çin (6.2), Fransa (6) Almanya (5.6), egemen, geri kalan kısımda da İngiltere (4.6) ve İsrail (2.3) dikkat çekiyor. Diğer bir deyişle, ekonomik, jeopolitik rekabet içinde nüfuz alanlarını paylaşmaya aday, ülkeler aynı zamanda en büyük silah satıcıları. 

Uluslararası silah alımları, 2012-2016 döneminde yüzde 86 artarken, alımların yüzde 30’u, son 15 yılda yangın yerine dönen Ortadoğu bölgesinde gerçekleşmiş. Son beş yılda Suudi Arabistan ve Katar’ın silah ithalatı sırasıyla yüzde 201 ve yüzde 245 artmış.
Toplumsal karışıklıklarla, vekâlet savaşlarıyla silah satışları ve ekonomik büyüme arasında yakın bir ilişki var. Rusya, Suriye platformunda 116 yeni silah sistemini deneme, potansiyel müşterilere sergileme şansı bulduğunu açıkladı. Bu sırada, tüm “ileri-geri bağlantılarıyla” birlikte savunma endüstrisinin ekonomik büyümeye nasıl önemli bir katkı yapabileceği de artık açıkça konuşuluyor.
Açıkça konuşulmaya başlanan konulardan biri de Almanya’nın “normal bir ülke” olarak dış politikasını eskisinden farklı olarak, değerlerden önce ulusal çıkarlara göre yürütmeye başlayacak olması. ABD’nin NATO’ya ilgisinin azalmaya başlaması durumunda liderliği Almanya’nın üstlenebileceği, hatta kendi nükleer silah sistemlerini yapmasının gerekebileceği de gündeme gelen konular arasında. 


Bu sırada, neoliberal küreselleşmeci kapitalizmin, insanın “bilişsel haritası”, ekonomik kriz, terör ve göç dalgasının basıncıyla çözülerek, yerini etnik-milliyetçiliği, yabancı düşmanlığını, ırkçı ve otoriter lider arzularını besleyen yeni bir “haritaya” bırakıyor olması yukardaki resmi, 100 yıl önceki trajik görüntüye benzeyecek bir yönde tamamlıyor.


Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Yok böyle Abdülhamid, var böyle Erdoğan! - TAYFUN ATAY



3. Milli Kültür Şûrası’nın Sinema Radyo Televizyon Komisyonu’nda konuşan yönetmen Semih Kaplanoğlu, TRT 1 dizisi “Payitaht Abdülhamid”i sıkı bir eleştiri yağmuruna tutmuş. “Yok böyle bir tarih, yok böyle bir Abdülhamid, yok böyle bir saray” demiş ve noktalamış: “Reyting uğruna Abdülhamid’den televizyon yıldızı çıkaramazsınız”.

İkinci bölümü geçen Cuma seyrimize sunulan dizi, Kaplanoğlu’nun söylediklerini “eksiği yok fazlası var” dedirtircesine destekleyerek yoluna devam ediyor.

Padişahın bir İngiliz şirket yetkilisine Osmanlı tokadı aşk etmesi gibi tek tek ele alınabilecek tarihsel imkânsızlıklara, tahayyül-ötesiliklere girmeyeceğiz. Bunları sıralamaya kalkarsak sonu gelmez.

O yüzden daha genel bir saptamayı tartışmaya açmaktan yanayım.

Abdülhamid döneminin karakteristikleri hemen herkesi malûmu: İslâmcılık, Panislamizm (yahut “İttihad-ı İslâm”), hilafetin ihyası, Hindistan Müslümanlarıyla ilişkiler, Hicaz Demiryolu Projesi, sansür mekanizması, jurnal mekanizması, hafiyelik mekanizması...

“Payitaht Abdülhamid”, odaklaşılan tarihsel dönemin bu “parametre”lerini içleri boşaltılmış birer aksesuar olarak getiriyor bizim karşımıza. Ben onları izlerken, yaşamından koparılıp kurutularak duvara asılmış denizyıldızları çağrışıyor zihnimde!..

Oysa bir tarihi diziden beklenen, geçmişte yaşananları bir nebze de olsa yeniden canlandırmasıdır. Dizide bu yok, böyle bir tat almıyoruz. İslâmcılığı da, Panislamizm'i de, hilafeti de, dolayısıyla Abdülhamid’i de kurutulup duvara asılmış denizyıldızları gibi izliyoruz.

Onlar dizide hayat bulmazken karşımıza capcanlı gelen bir “Bugün” var “Payitaht Abdülhamid”de. Daha önce de belirttik, 37 yıllık Abdülhamid dönemini düşünceleriyle, siyasetiyle, şahsiyetleriyle, hadiseleriyle almışlar ve bunlardan “Reis”e bir elbise dikmişler.

O yüzden dizide “Abdülhamid Osmanlısı”nı değil, “Erdoğan Türkiyesi”ni izliyoruz aslında. Tıpkı üç yıldır “Diriliş Ertuğrul”da da izlediğimiz gibi... Tıpkı yıllarca “Kurtlar Vadisi-Pusu”da da izlediğimiz gibi...

Dizinin hem ilk, hem de ikinci bölümünde sahnelenen Abdülhamid’e Cuma selâmlığında suikast vak'asına öncesi ve sonrasındaki hadiseler eşliğinde dikkat kesilelim mesela... Bu, “15 Temmuz” kanlı darbe girişimine ilişkin bugünün iktidarınca yapılan değerlendirmenin, üretilen söylemin ve inşa edilen algının bir tekrarından ibaret...

Denilebilir ki anlatılmak istenen, bugün ne oluyorsa o dönemde de aynısının vuku bulduğudur. Bu doğrultuda “Ulu Hakan”ın başına gelenlerin şimdi “Büyük Reis”in başına gelmesinin önüne geçme yolunda “milli” bir görev ve yükümlülük yerine getiriliyor belki...

Olabilir. Sorun şu ki Abdülhamid’le Erdoğan arasında politik tutum, tavır, davranış olarak dağlar kadar fark var. Tekrar edelim, Erdoğan’dan politik motivasyon ve oryantasyon olarak bir “Enver” çıkarmak belki mümkündür, ama Abdühamid çıkarmak hiç mümkün değildir.

Tabii sonuçta (“Enver” benzetmesi de dâhil) bunların hepsi “anakronizm”dir; yani bir tarihsel dönemin olaylarını bir başka dönemin (bugünün) olaylarıyla bağlantı, hatta özdeşlik arz ediyormuşçasına yorumlamak.

Bu, “Diriliş Ertuğrul”da da temel motivasyon olarak karşımızdadır. Aslında dizide Ertuğrul Gazi’yi oynayan Engin Altan Düzyatan, “bobstil” bugünü ile canlandırdığı karaktere ne kadar uzaksa, Ertuğrul Gazi ile Tayyip Bey arasındaki tarihsel kişilik mesafesi de daha az değildir. Gel gelelim biz “Diriliş Ertuğrul”da aslında “Başkanlık Erdoğan”ı izliyoruz, izlettiriliyoruz!..

Cumhurbaşkanı’nın sevgili torununun bu diziyi özeti, tekrarları dâhil doyumsuzca izliyor olmasının bir sırrı da belki burada saklı.

İzlediği dedesidir çünkü!..

Tayfun Atay / Cumhuriyet

Hiç eskimeyen ‘Batı Yakası’nın Hikâyesi’ - ZEYNEP ORAL

Bundan tam 60 yıl önce 1957’de ilk kez Broadway’de sahnelendiğinde yer yerinden oynamıştı. Oysa “West Side Story - Batı Yakası’nın Hikâyesi” ramp ışıklarına çıkana dek herkes çok kuşkuluydu... Acaba bunca dans egemenliğini seyirci kabullenecek miydi? Bu müzikal, eğlenceden çok trajediye yer vermiyor muydu? McCarthy dönemi yeni sona ermiş şimdi azınlıkları sahnede bile kavgaya tutuşturmak niyeydi? 



İlk temsil sonunda millet ayağa fırlamış alkışlıyordu. “Sahnelerde bir devrim” deniyordu.
Müzik dünyasında, dans dünyasında, müzikal dünyasında bir devrim... “Batı Yakası’nın Hikâyesi”nin yaratıcı kadrosu dehalardan oluşuyordu. Müzikal’in fikir babası, yöneten ve koreografiyi gerçekleştiren bale ve modern dansın ustası Jerome Robbins’ti. 20. yüzyılın Rönesans adamı, besteci, maestro, piyanist Leonard Bernstein müziği besteledi. Her biri dünyanın her yerinde dillerden düşmeyen, en sevilen şarkılar çıktı bu bestelerden. Metin, Arthur Laurents’in kitabından alındı. Şarkı sözlerini, o günlerin genci, günümüzün ünlü yönetmeni Stephen Sondheim yazdı. Müzikalin öyküsü, evrensel bir tema, çağdaş bir Romeo ve Juliet öyküsüydü...
1961’de müzikalin filmi (Natalie Wood, Richard Beymer, Rita Moreno, George Chakiris) eseri milyonlara ulaştıracaktı. Ya bugün?

Nefretle kirlenen dünyamızda
 
Önceki akşam Zorlu’da “Batı Yakası’nın Hikâyesi”ni izlemeye giderken bunca kez sahnede ve perdede izlediğim eseri yeniden görmenin yaratabileceği düş kırıklığından ödüm kopuyordu. Hemen belirteyim: Boşuna korkmuşum.
İlk andan son anına dek tüm benliğimle sahneye kilitlendim. Aslına ihanet etmeden bu denli yeni, genç ve dinamik olunabilir.
Müzikler şarkılar yerli yerinde, maestro Donald Chan yönetiminde büyük orkestra ve muhteşem sesler.
Eseri sahneleyen, koreografiyi de yeniden düzenleyen Joey Mckneely, yorumunda gerilimi arttıracak bir “dil” geliştirmiş. Jerome Robbins’in “imzası” diyebileceğim tüm özellikler, hareketler “sözcükler” yerli yerinde; ama bunları yeniden bir araya getirirken çok daha sert ve çarpıcı bir dil oluşturuyor.
Sonuçta New York sokaklarında Polonya kökenli beyaz Amerikalı gençlerle (Jetler); ABD’ye göçmen gelmiş Porto Riko’lu gençlerin (Köpekbalıkları) kavgası da, aşkları da, dansları ya da özlemleri de çok daha güncel, daha gerçekçi, daha sert oluyor.
Bugün dünyamız 50’lerden daha çok nefretle kirletilmiş durumda. Sadece gençler değil, ülkeler, farklı etnik, dini gruplar, birbirine bin kat düşman... Çetelerin erk ve güç kavgasının daha acımasız olması kaçınılmaz. O yüzden Amerikalı gençler Porto Riko’lu Anita’yı korkutmakla ya da alay etmekle yetinmiyor, tecavüz ederek de cezalandırıyor. (Tıpkı günümüz savaşlarındaki gibi...) Gençlerin polisi alaya alması daha da gülünç oluyor. Aşklar daha şehvetli, ölümler daha da yakıcı oluyor. 


‘Başka dünya mümkün’
 
Başta Jenna Burns (Maria) Kevin Hack (Tony) Keely Beirne (Anita) ve tüm kadro mükemmel oyuncu, dansçı ve şarkıcılardan oluşuyor. (80 kişilik ekiple gelmişler.)
Sahne tasarımı (Paul Gallis) muhteşem: Arka fonda New York görüntülerinin içine çekiliyorsunuz oyuncularla birlikte. Önde, iki yanda ise New Yok bitişik nizam yapılarına egemen olan inip çıkan merdivenli, balkonlu, hareketli yapılanma...
Bu yapılanma sahneye sadece enine ve boyuna değil, farklı yüksekliklerde de kullanma olanağı sağlıyor. Bu yapılanmaya, “büyü”nün yanı sıra, gerçekliği, düş gücünü, romantizmi, trajediyi ve binbir duyguyu katan olağanüstü ışık tasarımı, Peter Halbsgut imzalı. Tony ve Maria’nın karşılaştığı mambo ve rock danslarının “çatıştığı” sahne... Bunca nefretin, korkudan, güvensizlikten doğduğunu gösteren anlar...
Tony ve Maria’nın tüm beklenti ve aşk sahneleri... Hele hele, finalde de leit motif olarak kullanılan “Somewhere” şarkısı ve o düş sahnesi, sözünü ettiğim büyünün en güzel örnekleriydi.
Bir gün, bir şekilde, bir yerde, nefretten, kin, öfke ve intikam duygusundan arınmış bir dünya bulacağız inancıyla alkışlıyorduk perde kapandığında. Bence de başka bir dünya mümkün... Siz siz olun aşktan, sanattan ve “klasiklerden” vazgeçmeyin.


Zeynep Oral / CUMHURİYET

5 Mart 2017 Pazar

Savunma ne ki... - AYDEMİR GÜLER

Yan yana getirelim bugüne kadar memleketin haline dair söylediklerimizi.



Bir: Türkiye bir şeriat ülkesine dönüştürülmek istendi. Ama olmadı. Dikkat edin; “deneniyor”, “sürüyor” demiyorum; bu iş olmadı. Çünkü memleketin yarısını değil, yarısından çok fazlasını yok etmeleri gerekiyor. Olmaz. Son zamanların tehdit argümanı iç savaşla da olmaz.

İki: Artık güçlü falan değiller. En acımasız, en ahlaksız saldırıları tezgahlama becerisi, sahip oldukları güce dayanmıyor, böyle bir gücün varlığını kanıtlamıyor. Tam tersine, saldırmadıkları an geri geri uçuruma kayacaklar. Bunlar mecburiyetten saldırgan.

Üç: AKP yükselişinde esas motivasyon kaynağı şeriat inancı ve “güç bizde artık” ilanı değildi. Ama “istikrardı.” Bu kaynak kurudu. Bakın; “zayıfladı”, “inandırıcılığı azalıyor” demiyorum. AKP istikrarla artık yan yana getirilemez.

Dört: İdeoloji kuşkusuz çok önemlidir. Ekmekten daha önemli olduğu anlar ise istisnaidir. AKP’nin geldiği noktada ekonomik krizin alttan alta işleyen dinamiği sanıldığından daha ağırlıklıdır. Türkiye’de sağ tabanın ideolojik angajmanı zayıftır. Bir şeylere inanabilir tabii ki, ama harekete geçmesi için dar anlamda çıkarına bakar, cebini yoklar! Cep boşalıyor…

Beş: Bu soruna karşı Türkiye kapitalizminden mucit çıkmaz. Mucit adayı zaten bir tane! Dolarları elden çıkar! Yerli otomobil yap! Herkes yanına bir işçi daha alsın! BES yaptım, sökülün yüzer lira! Şimdi bir de “dayayın kafasına getirsin paraları” çıktı… Şeriatçı kafası basmasa da kapitalizmin ve ekonominin yasaları var.

Altı: AKP’nin en büyük avantajı dünyanın yönsüz kalmış olmasıdır. En ağır ekonomik krizin sonrasında en derin belirsizlik sardı ortalığı. Her gün ittifakların değişebildiği bir tarihsel saçmalık ortamında kriz yönetimi konusunda deneyimli bir egemen güçler takımı yaşam süresini uzatabilmektedir. Üstünden çok zaman geçti; Türkiye egemen güçlerinin “büyük proje” konusunda mutlak yeteneksiz olduklarını, ama “kriz yönetimi” dendiğinde harikalar yarattıklarını yazmıştım.

Değişen bir şey yoktur.
Bu koşullarda Türkiye ilericiliği savunma halini terk etmelidir. Bazen bombardıman altında kafayı kaldırmanın güçleştiği, kendi güçlerini ve halkı korumak gereken zamanlar olabilir. Bugün o gün değildir.

Dikkat edilmesi gereken tek şey, sınırlı enerjiyi hovardaca harcamamaktır. Ne Türkiye solu her gördüğü soruna koşacak bir siyasal birikime ve insan kaynağına sahiptir, ne de halkımızın umurundadır. Siyasal ve örgütsel enerji açığının bir öncü savaşla aşılması ve safları halkın doldurması çocuksu bir hayaldir. Solcu her baktığı yerde Gezi’yi görmekten vazgeçmelidir.
Dikkat ettim; bu aralar televizyon ekranlarında boy gösteren her muhalif örgütlenme vurgusu yapıyor. Eskisinden iyidir, denebilir. Hani, eskiden “askere güvenin”, şuraya buraya “oy verin” denirdi ya; şimdi “örgütlenin.” İyi. Ben “hiç yoktan iyidir” demeyeyim. Bu durum, çare diye gösterecek adres kalmadığının fark edilmesinden kaynaklanıyor. Adres yok diye, herkesin durduğu yerde soyut bir örgütlenmeye yönelmesi fikri kurtarıcı olmaz. “İyi” diyebileceğimiz örgütlenme siyasal olmalıdır. Doğru fikirlerle olmalıdır. Örgütlenme bir sınıf örgütlenmesi olmalıdır, düzenin ötesine yönelmelidir. Bu ekler yoksa MHP’de Bahçeli muhaliflerinin örgütlenmesine de umut beslenir!

Türkiye ilericiliği savunma psikolojisinden, “ne acılar çekiyoruz” ruh halinden çıkmalıdır. Bu, AKP’ye sahip olmadığı gücü armağan ediyor. Hovardaca veya hedefsiz koşuşturma, sabırsız beklentiler sadece yeni yorgunluklara neden olur.

“Gün geldi” hayalciliği örgütlenme sabır ve enerjisinden çalacağı için yanlıştır. Savunma örgütlenmesi ise çok geri bir konumlanıştır.

İhtiyaç duyulan örgütlenme sabrı ise işçi sınıfının karakteristik özelliklerinden biridir.
Bugüne dek söylediklerimizi yan yana getirince bayağı bir çerçeve çıkıyor, değil mi?

Aydemir Güler / SOL

Fransa’da yolsuzluğun dayanılmaz ağırlığı - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Yolsuzluk her yerde yaşanıyor.
Farkları, halkların tepkileri oluşturuyor.
Bizde yolsuzlukların seçmen oylarında deprem yarattığı hiç görülmedi...
Ama ilk etabı 23 Nisan’da yapılacak Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin (eski) favorisi François Fillon, şimdi ilk tura yetişemeden karıştığı yolsuzluk skandalına verilen tepkiler nedeniyle saf dışı kalmak riskiyle cebelleşiyor.
Kamuoyu yoklamaları, halkın yüzde 70’inin skandal nedeniyle Fillon’un yarıştan çekilmesini istediğini gösterdi.
Sadece solda değil, Fillon’un kendi partisi de muhafazakâr adayı bu nedenle ağır biçimde eleştiriyor. Fillon’un çevresi boşalıyor. Kampanya ekibinin güçlü isimleri Fillon’u şimdiden terk etti.
Fillon bu yüzden artık “yaşayan ölü/siyasi mevta” addediliyor.
Bizde seçimlerin “aylarca favorisi” gözüyle bakılan bir adayı, ekibinin böyle yarı yolda bıraktığı hiç görülmüş müdür?
Fillon’un yakın çevresi bunu, merkez-sağ adayı, partisine büsbütün ağır zarar vermeden çekilmeye zorlamak için yapıyor.


Kuralları tartışmaya açıyorlar
Skandalı biliyorsunuz...
Muhafazakâr Fransız sağının “en sağlam” adlarından olan politikacının, karısı ve çocuklarına, meclis bütçesinden yıllarca 1 milyon Avro tutarında “hayali asistan” ücretleri ödediği ortaya çıktı.
Ocakta skandalı basın ortaya çıkardı.
Fillon, beklendiği üzere yarıştan düşerse; yolsuzluk nedeniyle Elyssee’yi kaybeden ilk isim olmayacak.
“Direniş kahramanı” Jacques Chaban Delmas, 1974’te Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Giscard d’Estaing’e bir vergi skandalı nedeniyle kaybetmişti. Giscard da sonraki seçimi, keza gene Fillon örneğindeki gibi “Canard Enchainé”nin yayımladığı “Bokassa elmasları” skandalıyla yitirdi.
Siyasetçilerin “korkulu rüyası” gazete, Giscard’ın, Afrikalı diktatör Bokassa’dan hediye olarak “elmas” aldığını yazmıştı.
Aynı dinamikler bakalım şimdi geçerli olacak mı? Fillon skandalının en ilginç yönlerinden biri, Fransa özelinde bu sağlamayı yapmak olacak.
Eskiden siyasi liderler “güçler ayrılığı”na kayıtsız şartsız boyun eğerdi. Basın ile yargının siyaseti denetleme gücü tartışmasız kabul görüyordu.
Bugün başkanlık adayları, “hukuk devleti”nin temel ilkesi güçler ayrılığını sorguluyor. ABD’de Trump’ın yaptığı gibi; basına ve yargıya sövüyor, yerleşik düzenin kurallarını tartışmaya açıyorlar.
Fillon da şimdi buna yelteniyor.
“Hayali asistan” Penelope’nin ismine atfen “Penelope-gate” diye damgalanan skandalın ortaya çıkartılmasını kendisine karşı bir “komplo” olarak adlandıran Cumhurbaşkanı adayı; hakkında soruşturma açan yargıyı, mitinglere abanan Trump ve RTE gibi kalabalıkları toplayarak aşmayı planlıyor.
Bu yazıyı okuduğunuz saatlerde merkez- sağın Cumhurbaşkanı adayı, Paris’te, Kumkapı misali bir miting düzenliyor olacak.
Görkemli Trocadero Meydanı’nda gerçekleşecek miting, Fillon’un yarışta kalıp kalmayacağını belirleyecek. Yetersiz katılım Fillon’un sonu olacak.
İnsanların bir biçimde meydanlara taşınması halinde bile, Fillon’un adaylığına ne var ki artık fazla bel bağlayan yok.
Bir ay öncesinde Le Pen karşısında 2. turu kazanmasına kesin gözüyle bakılan Fillon yarışta kalsa bile sondajlarda düşüyor.

Sürprize açık
“Penelope-gate” nedeniyle Cumhuriyetçi Parti’nin yekten yarış dışı kalması halinde, 39 yaşındaki genç, bağımsız aday Emmanuel Macron’un şansı artacak.
Cumhuriyetçi kamptan son anda Fillon yerine eski tüfek Alain Juppe’nin kampanyaya girmesi halinde ise Elyssee’ye çok büyük olasılıkla Juppe yerleşecek.
İlk tura yalnızca 50 gün kaldı. Hâlâ tüm kartlar açık.
Altı ay öncesine dek, iki eski cumhurbaşkanı Hollande - Sarkozy arasında sıkıcı geçmesi beklenen Fransa Cumhurbaşkanlığı turnuvası, heyecanlı bir diziye dönüştü. Bu karambolde dönen çeşitli ali cengiz oyunları yüzünden Elyssee 2017 sezonunu, “House of Cards” göndermesiyle ananlar çok.
2017 yarışı çok nedenle yaşamsal. Brexit, Trump devriminden sonra Le Pen’in önünü kesecek adayın kimliği kritik önemde. Siyaseten “yaralı” Fillon’un yarışta ısrar etmesi, salt legal ve etik açıdan değil; Le Pen’in şansını tehlikeli biçimde artırması bakımından da sakıncalı sayılıyor.

NİLGÜN CERRAHOĞLU /CUMHURİYET


Erdoğan hangi kültüre mensup? - TAYFUN ATAY

1978’de Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde ilk derslerden birinde kültür konusu işlenirken o dönem bu memlekette sosyal antropolojinin önde gelen isimlerinden sayılan hocamızın şu sözlerini dün gibi hatırlıyorum: “Kültür evrenseldir diyorlar. Bunu diyenlerin dilleri kopsun!..”
Tablonun en acı yanı, bunu söyleyenin bir antropoloji profesörü olmasıdır da dün gibi hatırlamamın nedeni, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceki gün “3. Milli Kültür Şûrası” açılışında yaptığı konuşma. 1978’den bu yana yaklaşık 40 yıl geçse de bir arpa boyu yol alamadığımızı düşündüren konuşma...


Kültürün hem evrensel, hem ulusal (millî), ama hem de bölgesel, yerel, yöresel, mahallî olabileceğini, kavrama karşılık gelen realitenin tekil değil çoğul ve çok katmanlı olduğunu bir türlü öğrenemedik, öğretemedik.


Cumhurbaşkanı, kültürün “ecdattan devralınan mirasın bütünü” olduğunu belirtmiş. Bu, kültürün tanımı değildir. Sadece bir özelliğidir. Evet, kültür, tarihî ve süreklidir. Ancak kültür aynı zamanda kendi içinden olduğu kadar dışından da pek çok etki, girdi ve sentezlenme ile değişen bir yapı arz eder.

Kültürleme (“enculturation”) dediğimiz bir süreç vardır ve bu, Erdoğan’ın kültür adına “her şey” saydığı “ecdattan devralınan miras”ın yeni kuşaklara aktarımını mümkün kılar. Bir de kültürleşme (“acculturation”) denilen bir süreç vardır ve o, “ecdat”tan ne alınırsa alınsın, dünyada bir uçtan öbür uca olup biten, yapılıp edilen, düşünülüp davranılan ne varsa onları da sizin kültürünüzle etkileşime sokar. Böylece kültürel örüntünüzde ha bire değişimlere yol açılır.

Erdoğan’ın dediği gibi kültür ecdattan devralınan mirasın bütünü olsaydı eğer, Türkler İslâm’la “şereflenmemiş” olurdu! Orta Asya’daki “ecdadımız”, “Tengri” (Gök Tanrı) inancına, Şamanizm’e, Budizm’e, Maniheizm’e gönül vermişti. Bu durumda ecdattan devralınan miras, yabancı bir toprakta, Arap Yarımadası’nda Hicaz’da neşet etmiş İslâm’a nasıl el verecek, yer açacaktı acaba?!

Başlı başına bu söylediğimiz bile, kültürü yalnızca ecdadın mirası, yerli ve milli saymanın, böylesine “kıskaçlama”nın ne kadar sakat bir yaklaşım olduğunu işaret etmeye yeter.

Kabul etmek gerekir ki kültür, kucaklanması hayli zor bir kavramdır. Çünkü o, tüm insanlığa özgü, insanı “insan” kılan yetkinlik olduğu kadar, farklı insan topluluklarının yaşam biçimlerini de, bir insan topluluğunun kendi içinde ayrışmış kesimlerin değer, tutum, davranış, alışkanlık ve pratiklerini de karşılayan bir kavramdır (“alt kültürler”).
Büyük “K” ile yazarak kültürün, insanın temel varoluş etkinliği olduğunu söyleyebiliriz. Küçük “k” ile yazarak da onun, insanlık ailesi içinde farklı toplum, topluluk, ulus, halk, kavim, vb. oluşumların yaşam biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Elbette büyük “K” ve küçük “k” birbirinden kopuk olmayıp bunlar “kaplam” ve “içlem” ilişkisiyle birbirine bağlıdır.   

Cumhurbaşkanı, “milli kültürümüze uymayan etkinlikler”den, “kültürel yabancılaşma”dan, “kültür emperyalizmi”nden yakınmakta. On yıllar önce “kültür evrenseldir” diyenlerin dillerini kopartmak isteyen hocamızın motivasyonu da hemen hemen aynı minval üzere idi. Elbette burada kastedilen, evrenselleşmiş bir kültürel örüntü, yani medeniyet (uygarlık) olarak “Batı”nın reddidir.

Biz hiçbir kültürel örüntüyü yüceltmekten yana değiliz. Ne de herhangi birini reddedip, lânetleyip, yok saymaktan...

Ancak sorun şu ki bir zamanlar da dünya üzerinde aynı ölçüde evrenselleşmiş bir kültürel örüntü, yani medeniyet olarak İslâmiyet, sizin ecdadınızca benimsenmeseydi eğer, bugün ortalıkta Müslüman olarak dolaşamayacaktınız. İyiki o zamanlar “kültür evrenseldir” diye düşünüp hareket edenlerin dillerini koparmamışlar!..

Yine de hakkını verelim, Erdoğan, “yerli ve milli olan kültür değerlerimizi evrensel bir dille yeniden keşfetmeliyiz” derken bir parça da olsa içimizi ferahlatıyor. O “evrensel dil”, işin doğrusu şu ki “evrensel kültür”dür. Ve siz milli olanı evrensel dille buluştururken, evrensel olan da size milli dilinizle ulaşıp kültür dünyanıza sirayet edecektir. Kültürleşme de budur zaten...

Ama tabii Şûra açılışında onun en ilginç kelâmı şu olmuş: “Eğer bugün İstanbul’un sokaklarında yürüyen bir kişinin kıyafetinden, ayakkabısından, şapkasından, vücut çalımından hangi kültüre mensup olduğunu çıkartamıyorsak, kültürel kuraklığın pençesindeyiz demektir.”

Keşke Sayın Cumhurbaşkanı bu sözü sarf edip tabir caizse kendi ayağına kurşun sıkmasaydı!..

Elbette “vücut çalımı”na diyecek bir sözümüz yok. “Kasımpaşa kültürü”nün mükemmel tezahürüdür ve kendisinin o kültüre mensup olduğunu çıkartmamıza imkân vermektedir.

Lâkin, köken itibarıyla bir Hırvat boyun bağı olan olan kravatı ile, Frenk işi gömleği, ceketi (“jacket”), pantalonu (“pantalone/pantaleon”) ile hangi kültüre mensup olduğunu düşüneceklere kendi sarf ettiği sözlerle hiç istenmedik kozlar vermiş gibi görünüyor.

Tayfun Atay / Cumhuriyet

Cumhuriyetin inatçı ışığında... - Mine G. Kırıkkanat


Lale Belkıs’ın Paris’te bir gelinlik defilesine gitmesi gerekiyordu. Yola çıkmadan önce hem oyuncu eşi Pekcan Koşar’ı görür, hem de kumaş alır diye “Ölüm Tarlası” filminin çekildiği Kilis’e gitti. Filmin senaryosunu Yaşar Kemal yazmıştı, Atıf Yılmaz yönetiyordu, rollerde Fikret Hakan, Suna Keskin, Erdal Özyağcılar gibi önemli tiyatrocular vardı.
Gittiğinin ertesi günü yazar ve yönetmen, genç mankeni göz hapsine aldılar. Sonunda Yaşar Kemal, “Bacım, bacım” dedi, “Falcı Emine seni bekliyor!”
Lale anlamamıştı. Atıf Yılmaz açıklık getirdi: “Filmde Falcı Emine rolü var, sen de buradasın madem, sen oyna!”
Lale Belkıs, iki gün sürer diye kabul ettiği çekimler için tam 20 gün Kilis’te kaldı, Paris’e gidemedi. Atıf Yılmaz yönetiminde, altı-yedi film daha yaptı.

***

Çabuk kızan Cahit Berkay’ın adı, efsane yazan müzik grubu Moğollar’ın “fedaisi”ne çıkmıştı. Cem Karaca ile Üsküdar’da bir konser veriyorlardı. Dinleyiciler arasından “Papaz Karaca” nidaları yükseldi ve sahneye yumurta, domates, hatta buz parçaları yağmaya başladı.
Atılan ilk yumurta, Cem Karaca’nın şapkasına çarptıktan sonra yere düşüp patladı. Şarkı bitti, Cem salona dönüp, “Ben yumurtayı rafadan severim!” dedi.
Bir buz kütlesi, Cahit Berkay’ın önünden geçip paramparça oldu. Cahit gitarın sapından tutup atanların üstüne yürümüştü ki, ansızın ayakları yerden kesildi. Moğollar, karga tulumba olay yerinden kaçırıldılar ve kesin bir linçten kurtarıldılar. 

***

102 yaşındaki Muazzez İlmiye Çığ, Birinci Dünya Savaşı başlarken doğdu. Öğretmen babası, “Kızım adını İlmiye koydum ki ilim sahibi olasın!” derdi. Ona niçin keman dersi aldırdı, neden Fransızca öğrenmesini istedi, meçhul.
Ama İlmiye, babasının umutlarını boşa çıkarmadı. 5 yaşında okumayı öğrendi. Pazarcık’ta yaşıyorlardı. Düşman girince, kaçmak zorunda kaldılar.
Ankara’dan Çorum’a giderken, üstü açık bir trene doluşmuşlardı. Vagonlar cephane yüklüydü. Bir ara trenden indiler, İlmiye’nin babası bir eşek kervanı bulmuştu, çocukları küfelere koydular, büyükler eşek üstünde beş gün beş gecede vardılar Çorum’a... 

***

Adı 57 yıldır tiyatroyla özdeşleşen Genco Erkal’a yıllar önce Devlet Tiyatroları’nın eski genel müdürlerinden biri, “Sizi çok beğeniyoruz, artık gelin bize katılın!” diye teklif etti. Genco, “Çok sevinirim” karşılığını verdi. “Üzerinde çalıştığım bir proje var, mesela onu sizde oynamayı çok isterim!” Adam şöyle bir bakıp, “Siz, bize gelirsiniz, ne oynayacağınıza biz karar veririz!” demesin mi? İşte orada film koptu. Genco Erkal, asla memur olmadı. Bağımsız kaldı. İstediğini yaptı.
Peki, gerçekten istediğini yapabildi mi? Ne gezer!
Hakkâri’de bir Mevsim’den sonra Yunanistan’daki ünlü bir yönetmenden dizi yapmak için aldığı davete, pasaportuna sekiz yıl süreyle el konulduğu için gidemedi. Rockfeller bursunu kazandı, bir yıl boyunca dünyayı dolaşıp tiyatroları izleyecekti, yine sakıncalı olduğu için izin verilmedi. Kapı kapı dolaştı, bir dosya çıktı karşısına, koca bir klasör, “Gel bakalım, bunların hesabını vereceksin!” dediler.
***

Zülfü Livaneli, iç sesiyle konuşuyor: “Namuslu yaşamış insanların, namuslu ölmek gibi bir borcu var. 70 yaşındayım, kaç yıl ömrüm olur bilemem, ama şunu biliyorum ki, ben bu ömrü namuslu bitireceğim. Bu adam da namussuz çıktı, bu adam da gitti hükümete yaslandı, bu adam da para için şunu yaptı dedirtmeden, bu zamana kadar nasıl bir tavır takınmışsak gene aynısını sürdürerek burada öleceğim! Anadil, anayurttur. Kökünden koparılmak kadar zor bir iş yoktur, dünyada.”
Özlem Özdemir’in Cumhuriyet Işığında Söyleşiler* kitabında daha nice değerin, gerçek ve dürüst aydınlarına mutlaka zulmeden bu ülkenin çilesini çeken yirmi bir insanın öyküsü var. 

***

Özdemir, BirGün’de yayımlanan bu röportajların sonuncusunu benimle Hiç Kimse başlıklı romanım üzerine yaptı ve sorduğu çok doğru bir soru yüzünden gazeteden kovuldu.
Yazar oldu.
Bu güzel kitapta söyleşen herkesin ortak yanı; hepimizin inançlı Cumhuriyet “çocukları” olmamız.
Çocukları diyorum, çünkü Özlem’e içini döken insanlardan hiçbirinin masumiyeti kırışmamış ve kiminin 102, kiminin 70 yıldır taşıdığı ışık, hiç islenmemiş!
Soner Yalçın, “Biz yok olup gitmeyiz” diyor. “İnsanlığın yürüyüşü sürer. Bayrağı aldık, sonuna kadar da onu taşıyacağız. İnsan kazanır, gerçekler kazanır, merak etmeyin. Bu ülkenin nitelikli kesimi biziz, nitelik öyle kolay yok edilemez. Nicelik o kadar önemli değildir...”

Mine G. Kırıkkanat /  CUMHURİYET
 

                      
*Kırmızı Kedi Yayınları, 2017

Asbest tehdidi yoksa ‘yok’ deyin - ÇİĞDEM TOKER

Asbest, eski tip inşaatlarda izolasyon amaçlı kullanılmış.
Artık kullanılmasa da eskisi başa bela çünkü kanserojen bir madde. Tersini kimse iddia edemiyor. O yüzden asbestin bertaraf edilmesi sıkı kurallara bağlı. Şaka değil.
Şimdi Ankara’nın göbeğinde 350 ton asbesti tartışıyoruz.
İçinde 350 ton asbest olduğu, ihale şartnamesinde yazılı eski Havagazı Fabrikası binası önlem alınmadan yıkılmaya başlandı. 


Ankara 7. İdare Mahkemesi, Ankara Mimarlar Odası’nın başvurusunu kabul ederek yıkımı durdurdu. Gerekçe, yıkımın sürmesi halinde telafisi güç zararlara yol açacak olması.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, şimdi provokatörlerden söz ediyor. Ona göre Mimarlar Odası, Kimya Mühendisleri Odası panik yaratmayı amaçlamış.
Gökçek ayrıca, asbest ölçümleri yapan firmanın akredite olmadığını da açıklamış.
“Firma temsilcisinin, Büyükşehir Belediyesi’nden ihaleyi alan firmadan 3 gün süreyle ısrarla asbestle söküm uzmanı olarak işin kendisine verilmesini istediğini” ifade etmiş.
Oysa Alman Competenza GmBH firması, Türk Akreditasyon Kurumu Türkak’a akredite. Bu veri, şirketin tartışmalara yol açan asbest raporunun sayfalarında kırmızı bir damga olarak duruyor...
Raporda “Tok sokak Enerjisa Dış sokak üstü”, “Enerjisa Mescid arkası” ve “sahada çalışma yapan kepçe”lerden alınan numunelerde yüksek oranlı asbest tespiti yer alıyor.
Aynı firmanın geçen yıl ekim ayında, yine asbest konusunda Başkent Enerji için rapor hazırladığını öğrendik...
Soru şu: Sabancı Holding’e bağlı bir şirketin, kitlesel sağlığı ilgilendiren bir konuda Türkak’a akredite olmayan bir şirketle çalışacağına ihtimal verir misiniz?
Ve son not: Bize ulaşan bilgi, söküm firması ile tahlil firması arasındaki ilişkinin, Gökçek’in söylediğinin tersi istikamette olduğu yönünde.
Yasal olarak yıkım firmalarının, bu nitelikte bir ölçüm-denetim firmasıyla çalışması gerektiğinden, yıkım şirketi Competenza GmBh’ye birlikte çalışmayı öneriyor.
Ancak teknik standartlar sayılınca, yıkım firması “Biz bu koşulları sağlayamayız” diyor. (Firma, ölçümleri yaptığı mikroskopların, dünyanın en gelişmiş cihazları olduğu konusunda da iddialı.)
Asbest, sağlığa zararlı sonuçlarını orta vadede gösteren bir kimyasal.
Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin gerekli yasal önlemleri zamanında almaması dolayısıyla da Ankara’da yaşayan herkesin ciddi tehlike ve tehdit altında olduğu anlaşılıyor.
Eğer tehlike altında değilsek, şu soruya “evet” yanıtını bekliyoruz:
Mevzuata göre asbest barındıran binaların yıkımdan önce “temizlenmesi” gerekiyor.
Bu temizlik, fırça ve bezle olmayacağına göre Havagazı Fabrikası’nın yıkımına başlanmadan önce o 350 ton asbest temizlendi mi? Ulusal Atık Taşıma formu doldurularak, bu işi yapan atık toplama şirketlerinin alanlarına gönderildi mi? 

‘Yapabilirsin’
“Seneler seneler evvel” diyeceğim ama Annabel Lee’den bahsetmeyeceğim.
Tuluhan Tekelioğlu’nun altıncı belgeseli “Yapabilirsin”den söz açacakken, aklıma gelen ilk dize oldu bu. Şahsi kaçabilir belki, ama şöyle diyecektim:
Biz, sevgili Tuluhan ile önce iki meslektaş değil, iki komşuyduk. Eski güzel Ankara’nın sakin sokaklarından birinde, balkonları birbirini gören iki komşu.
Gel zaman git zaman; biteviye sıkıcı, ağır ekonomi haberlerinin peşinde koşarken ben, o umudu, sevinci, özgüveni yayan metinler, mütebessim görüntüler üretti durdu.
Ve yine şaşırtmadı. Memleket tarihinin ihtimal ki en kasvetli döneminde, bu kez “Yapabilirsin” ile çıktı karşımıza. Yaşadığımız atmosferin boğucu baskıcı havası, heves kırmak, gönül yaralamak için elinden gelini yapadursun, Tuluhan, “Milyonlarca yürekli kadınız” diyerek, o milyonlardan dokuzunun etkileyici hikâyesini anlatıyor bize. 8 Mart’a üç kala; içindeki gücün, sandığından daha büyük olduğunu fark etmek isteyen herkes izlemeli: Yapabilirsin. 

[Haber görseli]
Almanlar 3. Havalimanı’nı kıskandı mı?
İki bakanın Almanya’daki referandum mitinglerinin iptali, Ankara- Berlin hattındaki gerilimi tırmandırdı.
Anayasa Profesörü ve AKP milletvekili Burhan Kuzu’nun konuya yaklaşımı benzersizdi. Kuzu’ya göre Almanya, 3. Havalimanı yapıldıktan sonra çıldırmıştı. Çünkü Frankfurt Havaalanı kapanmak üzereydi(!). Bunlar Almanya için bir dert olmuştu.
Almanya’nın 3. Havalimanı’nı nasıl kıskandığını en iyi İGA A.Ş. bilir.
İGA’nın 53 bin metrekarelik alanda 25 yıllık süre için gümrüksüz satış magazası ihalesini Alman ortaklı Unifree Duty Free kazanmıştı. Alman Gebr. Heinemann’ın ortaklığında iki firma, 400’ün üzerinde yerli ve yabancı lüks markayı tek çatı altında topluyor.
Bunun için de kıskana kıskana 120 milyon Avro yatırım yapıyor.
Almanya’nın 3. Havalimanı’na dair ikinci kıskançlığını(!) ise yolcu bindirme köprülerinde göstermişti.
Meraklısı, Almanya’nın çelik ve mühendislik devi ThyssenKrupp’un 3. Havalimanı için tam 143 adet yolcu bindirme köprüsü siparişi aldığını hatırlar.
3. Havalimanı bir yıl sonra bu vakitler açılacağına göre Almanya’da harıl harıl bu köprülerin üretimi sürüyordur... Böyle bir kıskançlık işte. 

[Haber görseli]
Aynısı ‘aynısı’ olmaz!
Galataport projesi, İstanbul tarihini yıka yıka ilerliyor.
Önce tarihi Karaköy Yolcu Salonu iş makineleriyle indirildi (ki Orhan Veli’nin, “Bakakalırım giden geminin ardından” dizesiyle bildiğimiz ayrılış şiirini yazdığı mekândır).
İki hafta sonra da 1. derecede tarihi yapı olan Paket Postanesi.
Doğuş Grubu ile Bilgili Holding ortaklığınca yapılan Galataport’un bu iki “eseri” hafızalarda şimdiden derin izler bıraktı. Her iki ortak da Galataport’u, “Türkiye’nin en büyük gayrimenkul projesi” diye tarif etmişti. İyi.
Peki böyle bir tariften sonra, projeyle ilgili PR şirketleri “yıkılan yerin aynısını birebir yapacağız” açıklamasını nasıl yazabiliyor?
Toplumun ortak zenginliği olan tarihsel bir yapıyı, şirket çıkarları için yıktıktan sonra yapılacak “aynısının”, aynısı olacağına gerçekten inanmamız mı bekleniyor?
Eserlere değilse bile, lütfen zekâya biraz saygı. Tarihsel ve kültürel mirasın, iktidara yaslanmış rant iştahının dişleri arasında ufalandığı böyle bir dönem yaşanmadı.

Çiğdem Toker /  CUMHURİYET

En yalnız ve en yetkili ‘başkan’ - ALİ SİRMEN

Suriye’de El Bab ile Mınbiç arasındaki köylere Suriye bayrağı çekilmeye başlandığı bildiriliyor.
İlk bakışta, PYD’nin bölgeden çıkarıldığı zehabına kapılanlar, buna sevinip, “iyi PYD bölgeden çekiliyor” diyebilirler. Eğer öyle olsaydı, yani bölge Esad’ın denetimine girseydi, Türkiye’nin isteği olmuş ve PKK’nin uzantısı PYD temizlenmiş olacaktı. Ama öyle olmadı. Gerçeklere gözlerini kapayarak, öyle olduğunu söyleyenler ise ya fahiş bir aldanma ya da hain bir aldatma içindedirler.
Aslında bu gelişme ile PYD Türkiye’ye karşı korunma altına alınmaktadır. Görünüşte Esad’ın resmi Suriye bayrağının dalgalandığı, aslında ise PYD’nin cirit attığı bölgelere Türk müdahalesi, Suriye’de rejime karşı yabancı saldırı olarak kabul görecek ve Türkiye karşısında Esad’ı yani arkasındaki Rusya’yı bulacaktır.
Rusya tavrını belli etmiş, ağırlığını PYD’den yana koymuştur.
Ankara dilediği kadar, PYD’nin PKK’nin uzantısı bir terör örgütü olduğunu söylesin, kimsenin aldırdığı yok. NATO’daki ortağımız ve “stratejik müttefikimiz” ABD, PYD’yi bir terör örgütü olarak görmediğini ilan etmiştir.
Başlangıçta bu tavır Obama’nın ferasetsizliğine verilmiş, ne zaman ne yapacağı hiç belli olmayan deli fişek Trump’a bel bağlanmıştır.
Trump’ın da PYD’ye karşı tutumunun Obama’dan değişik olmayacağı anlaşılmaya başlanmıştır. Herkese “Ya ben, ya PYD!” diyen Türkiye’ye hep aynı cevap verilmektedir:
- Tercihimiz PYD! 

***

Bütün bu gelişmeler Türkiye’nin bölgede büyük bir yalnızlığın içine itildiğinin göstergesidir.
“Bu politikanın sorumlusu kim?” sorusunu şaşkınlar bile sormaz. Herkes bilmektedir ki Türkiye’de iç politikanın da dış politikanın da patronu, yasama, yürütme ve yargının dizginlerini elinde tutan Tayyip Erdoğan’dır.
Türkiye’nin hâkimi mutlakı Tayyip Bey, şu anda Ortadoğu’nun en yalnız adamıdır.
Bir zamanlar, Erdoğan - Davutoğlu diplomasisinin gidiciliğine yatırım yaptığı Beşşar Esad yerini gittikçe güçlendirirken Tayyip Bey’in Ortadoğu batağındaki yalnız çırpınışları gittikçe yoğunlaşmaktadır.
Bu yalnızlığı değerli yalnızlık olarak nitelemek için Davutoğlu şaşkınlığı gerekmektedir.
Türkiye’nin egemeninin yalnızlığı yalnız Ortadoğu bölgesiyle sınırlı değildir.
Tayyip Bey’in “Adalet Bakanı” Bekir Bozdağ ile Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci’nin konuşmacı olarak katılacakları toplantılara Almanya’nın izin vermemesinin ardından, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun konuşmacı olarak yer almayı planladığı toplantıyı da Hollanda engellemiş bulunuyor.
Gerek Almanya’da, gerekse Hollanda’da, kendi toprakları üzerinde Türk bakanların konuşmalarını engelleyen, iktidarların arkasında, Reis rejiminin antidemokratik uygulamalarından ve baskılardan infiale kapılmış olan Avrupa kamuoyunun büyük desteği bulunduğundan da hiç kuşkunuz olmasın.
Bu görüntü Avrupa ve Batı dünyasındaki koyu yalnızlığın, çaresizliğin kanıtıdır. 

***

İçeride dediği dedikliğini, idamı yeniden geri getirerek, astığı astık, kestiği kestiklikle daha da koyulaştırmak isteyen iktidar, sınırları dışında, sözü kale alınmayan, kırmızı çizgileri sürekli çiğnenen, kimseden destek bulamayan bir umarsızlık ve yalnızlık içindedir.
Tam böyle bir ortamda, Türkiye, iktidardakilerin tüm dertlerine deva olacağını ileri sürdüğü bir referanduma gitmektedir.
Bu referandum, nasıl dertlerimize deva olacak?
Bütün yetkileri elinde toplayarak, tek başına Türkiye’yi bölgenin ve dünyanın en yalnız ülkesi haline getiren kişinin yetkilerini daha da artırarak.
Böylelikle dünyanın en yalnız lideri aynı zamanda en geniş yetkilerle donatılmış tek hâkimi haline gelecek ve sorunlar çözüme ulaşacaktır.
Bu öneriye karşı söyleyecek söz bulmak mümkün değil.
- Aklımıza sen mukayyet ol ya Rabbim!


Ali Sirmen / CUMHURİYET

4 Mart 2017 Cumartesi

Özpetek’in İstanbul’u - Nilgün Cerrahoğlu


Ferzan Özpetek’in “İstanbul Kırmızısı” ile hafta başında “yabancı film Oscar”ı alan Farhadi’nin “Satıcı”sını, kısa arayla gördüm.Farhadi, Özpetek gibi, öyküsünü çarpık kentleşmeyle kabuk değiştiren bir toplum üzerine kurmuş...
Tiyatro oyuncusu bir çift, kötü inşaat nedeniyle yıkılmakta olan evlerinden apar topar taşınmak zorunda kalıyor.
Duvarlarında dev çatlaklar oluşan ev, baskı ve çeşitli çelişkilerle dikişleri atan topluma bir gönderme olarak kullanılıyor.
Taşındıkları yeni evde kadın, sonra kocası yokken içeri giren bir yabancının cinsel saldırısına uğruyor, travma yaşıyor ama polise gitmiyor. Polisin çünkü öncelikle kendisini, tamamen “kadın” sıfatıyla suçlayacağını biliyor.
Bu usta iki örtülü gönderme dışında, İran’daki molla rejimine açık eleştiri yok Farhadi’nin filminde. Film aslında sonuna dek çiftin, birbirlerine yabancılaşmalarıyla sonuçlanan iç yolculuklarına odaklanıyor.
Ama bu iki çok incelikli referans bile Tahranlı karıkocanın hayatını karabasan gibi kuşatan kadın düşmanı rejimin bunaltıcı baskısı hakkında fikir vermeye yetiyor ve yapıtı, elzem olan gerçekçi ortama oturtmaya elverişli çerçeveyi sağlıyor.
 
‘Karanlığa yolculuk’ es geçilmiş
 
Ferzan Özpetek’in “İstanbul Kırmızısı”nda bu çerçeve hiç yok.
Filmin İtalya’da vizyona girdiği gün, örneğin Repubblica’da çıkan 3 sayfalık bir yazı sade bizim gazetemize yapılan baskılar ve Silivri zindanında yatan gazeteciler üzerineydi. Aynı gün “Guardian” da Timothy Garton Ash imzalı bir yazı Türkiye’nin ne menem bir insan hakları cehennemine dönüştüğünü tanımlıyor, “Türkiye’ye seyahat etmek bugün karanlığa doğru yol almak gibi!” diyordu.
Hal böyle olunca, Türkiye’de çekilen ve adında “İstanbul” damgası taşıyan bir filmde insanlar, uluslararası çapta ün kazanan bu “karanlığa yolculuğun” şu/ bu şekilde parçasını/ dolaylı, dolaysız yansımasını bulmak istiyorlar. Filmin, Türkiye’nin bugünkü gerçekliğine tekabül etmesi adına bunu bekliyorlar.
İstanbul Kırmızısı’nda -dünya çapında kaygı yaratan- o yolculuktan iz bulunmuyor. Özpetek bu tür itirazları “Efendim polis ve kelepçeleri anlatmak aslında çok kolaydır. Ben siyasi bir film değil, (otobiyografik öğeler taşıyan) kişisel bir film yaptım ” diyerek yanıtlıyor: “Hem filmin çekimi zaten 15 Temmuz’dan önce tamamlanmıştı!
Oysa mesele, siyasi sinema yapıp yapmamak meselesi değil. Filmin, bugünün İstanbul’u ve Türkiye’si ile daha gerçekçi bağ kurması ve yapıtın bir şekilde ayaklarının yere basması meselesi.
Özpetek de -sözgelimi- Farhadi gibi bir iki dolaylı göndermeyle bu sahicilik bağını kurmuş olsaydı, İstanbul Kırmızısı olağanüstü bir film olabilirdi.
Bu bağ eksik olduğundan, film bu haliyle İzlanda veya San Fransisco da geçebiliyormuş duygusu yaratıyor.
 
Woody Allen’dan başarılı
 
Oysa ki aktörler mükemmel.
Çekimler şahane.
Başrolde” sergilenen İstanbul, muhteşem.
Hani Woody Allen’ın son yıllarda yaptığı Roma, Paris, Barselona gibi bazı “sıra dışı kent filmleri” var ya…
Özpetek’in İstanbul Kırmızısı, İstanbul’un tanıtımı açısından o filmlerin tümüne fark atar.
Martılar, Boğaz, odaların içinden geçen gemiler, yalılar, dar sokaklar, eski İstanbul evleri, ezan seslerinin yankılandığı gökdelenler... Hepsi tamam.
Özpetek, çarpık kentleşmeye arkada biteviye duyulan inşaat kepçelerinin sesiyle yer vermiş.
Siyasi biricik atıf, “Cumartesi Anneleri” ile sınırlı. Ama o da aslında siyasi biratıf değil. Özpetek çünkü, “Cumartesi Anneleri”ni yalnızca “kayıplar” bağlamında perdeye taşıyor.
İstanbul Kırmızısı özde baştan sona “kayıp” duygusu üzerine kurulu.
Kaybolan anıların, dostların, dostlukların, aşkların ve yönetmenin kısa süre önce yitirdiği annesi ile İstanbul’un kaybının bıraktığı çok derin boşluk ve boşlukların öyküsü bu film.
İstanbul sadece anılarda kaldı” diyor Meryl Streep denli güçlü ve etkili bir oyunculuk sergileyen 
Çiğdem Onat.
Filmin son sahnelerinden birinde, taşınılan ve artık terk edilen yalının tüm mobilyalarının beyaz çarşaflarla kaplanarak, hayaletlere dönüştürülmesi rastlantı değil.
Doğduğumuz, büyüdüğümüz, tanıdığımız İstanbul da bundan böyle bir hayalet bizim için.

Nilgün Cerrahoğlu / İSTANBUL