25 Mart 2017 Cumartesi

Maskeli balonun sonu - Nilgün Cerrahoğlu

Dünya şok içinde Türkiye’yi izliyor. Türkiye’deki gelişmeler artık sürekli Avrupa basınının manşetlerinde.
İtalya’da örneğin önceki gün THY’ye getirilen “tablet, lap-top yasağı” manşetteydi.
Dün, Erdoğan’ın “Bu gidişle Avrupalılar yolda güvenle yürüyemez!” sözleri muhafazakâr “Libero”nun manşetine çıkmıştı. Bugün de soldaki “Il Dubbio” gazetesi gözaltına alınan “80 avukatı” manşete yerleştirmiş. “Erdoğan hakları çiğniyor. 80 avukat tutuklandı” ifadesiyle irdelenen manşet haberde “basma kalıp Gülen yandaşı adı altında muhaliflerin haklarını savunan avukatlar gözaltına alınıyor” deniyor ve Türkiye’nin “mutlak otoriter rejime kasvetli bir geçiş” yaşadığı vurgulanıyor.
Millet niye böyle işi gücü bırakıp günü gününe Türkiye’yi izliyor?” derseniz, bu sorunun en kısa yanıtı şu: Bir dünya yıkılıyor ve yeni bir dünya kuruluyor... 

Ortadoğu’ya nasıl savrulduk?
 
Sıklıkla duyduğum saptama şöyle: “Post Berlin duvarı dünyası da yıkıldı!” Bununla, Berlin Duvarı ertesini tanımlayan “11 Eylül kodlarının da değiştiği” anlatılıyor.
11 Eylül sonrası da aslında yekpare bir dönem değildi.
Afganistan ve Irak savaşları, sonra Obama yıllarının Arap Baharı ve Suriye savaşı... hepsi uluslararası ilişkilerde çok farklı boyutlar ve farklı olguları beraberinde getirdiler.
El Kaide örneğin, metastaslaşan bir kanser gibi bu süreçte IŞİD’e dönüştü.
İkiz kuleleri yıkan üst düzey teknoloji uzmanlığı gerektiren uçaklar”dan, herhangi bir araba direksiyonunda yoldaki yayaları biçen yaygın terör ortamına girildi, “cihad ideolojisi” Avrupa’nın damarlarına işledi.
Trump’ın “uçakta tablet yasağının kapsadığı”, İstanbul’u da içeren “Ortadoğu havaalanları listesinin”de açık biçimde ortaya koyduğu üzere Ortadoğu bizi de yutacak şekilde genişledi…
Türkiye esasında bir günde coğrafya değiştirmedi. RTE “genişletilmiş Ortadoğu projesinin (GOP) eşbaşkanı” ilan edildiğinden… başka deyişle AKP iktidara geldiğinden bu yana, biz 15 yıldır zaten Ortadoğu’ya geçiş yapmıştık. Ne ki “proje”nin ortaya atıldığı o yıllarda, adından da anlaşıldığı üzere bir “eşbaşkanlık” söz konusuydu. Bu “eşbaşkanlık”, öbür ayağında ABD Başkanı’nın olduğu paralel bir çizgide yürümeyi gerektiriyordu.
GOP’un tam adı nitekim, “genişletilmiş Ortadoğu ile müşterek gelecek için ortaklık”tı…
Bush’la dolaşıma sokulan “eşbaşkanlığın açılımı”, Obama yıllarında giderek sonra “ılımlı İslam demokrasisi” ve “model ülke” jargonuna dönüştü.
Model”in el üstünde tutulmasının nedeni, kimlik değerlerini korumakla birlikte, Batı’yla çatışmaması ve bir “hibrit/melez” yapı içinde de olsa -en azından sureti haktan görünerek- demokrasinin temel unsurlarına ters düşmememesiydi.
Aslansın, kaplansın! Senden büyük yok!” sıvazlamalarıyla bu model sürdürüldü. Ama içte Tahrir’i izleyen Gezi, dışta da Suriye savaşı, iğne sokulmuş bir balon gibi bu modeli patlattı.
Gezi’nin şiddet kullanılarak bastırılması, Suriye savaşıyla ülkemizin bir “cihad otoyolu” olarak anılması ile beraber AKP’nin takkıyyesi çöktü. Moda deyimle “maskeli balo” bitti ve -heyhat!- “maskeler düştü”. Başlı başına Suriye, dünyada jeopolitik dengeleri altüst ederek değiştirdi. 

Çöküşün merkez üssü
 
Şimdi nerede patlayacağı belli olmayan mayın gibi RTE’nin orada burada önüne gelene atarlanması, bu dev jeopolitik depreme tekabül ediyor.
Uluslararası düzen çöküyor, eski dostluklar ve ortaklıklar bozuluyor. Yeni ortaklıklar ise sürekli kısa devre yapıyor.
Taze “dostluk sayfası açılan” Rusya’nın maslahatgüzarı bakıyorsunuz jet hızıyla Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’na çağırılmış…
Gerçekte Dışişleri’ne çağrılmayan büyükelçi/ maslahatgüzar kalmadı gibi. Biz çünkü tam çöken düzenin merkez üssündeyiz…
Bir ayda davete icabet eden Alman büyükelçisi, Hollanda maslahatgüzarından sonra Rus temsilci de en son Dışişleri’ni tavaf etti.
Erdoğan’ın dünyada dumura yol açan “haçlı ve hilal çatışması”, “Avrupalılar bu gidişle yolda yürüyemez” demeçleri işte bu büyük savrulmaya isabet ediyor.
Konu bu yüzden referandumda salt milliyetçi oyları u231 çekmekten ibaret değil. Çerçeve çok büyük ve çok boyutlu.
Sonuç ne olursa olsun 17 Nisan’da normalleşme beklemeyin ve kemerlerinizi bağlayın.



Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Bu baloda herkes maskeli - ALİ SİRMEN

Bugün, Avrupa Birliği’ne can veren Roma Anlaşmaları’nın 60. yıldönümü.
Avrupa sürekli oluşum halinde. Şu anda da birbirine zıt bütünleşme ve dağılma eğilimleri birbirleriyle çatışmakta.
İngiltere’nin, pek beklenmeyen ayrılma kararı birliği derinden sarsmış durumda, çeşitli ülkelerde yükselen ırkçı sağ partilerin, AB karşıtlığıyla zenginleştirdikleri popülist siyaset paketleri, birliğin geleceği konusunda ciddi tehditler oluşturmakta.
Ama hâkim olan genel kanı birliğin varlığını sürdüreceği yönünde.
Bu varlığın nasıl süreceği konusunda herkesin üzerinde birleştiği bir görüş yok.
Roma Anlaşmaları’nın 60. yılında Avrupa konusunda herkesin görüş birliği halinde olduğu tek husus, bu kuruluşun içinde görünür bir gelecekte Türkiye’ye yer olmadığıdır.
İlişkinin her iki tarafında da egemen olan şu andaki karşılıklı nefret ortamında açıkça fark edilen bu gerçeği, aslında çok daha önce, ilişkilerin ballı börek yürüdüğü yanlış izleniminin egemen olduğu dönemde de görmek mümkündü. 

***

Nitekim hayal peşinde olmayanlar, 17 Aralık 2004 Brüksel toplantısında, 3 Ekim 2005’te tam üyelik müzakerelerinin başlaması güvencesini alan zamanın Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın ülkeye dönüşünde zafer şenlikleri ve havai fişeklerle karşılandığı günlerde bile bu gerçeği görmüşlerdi.
Tabii “Avrupa Avrupa duy sesimizi, bu gelen Türkiye’nin ayak sesleri!” havasında olan o zaman henüz potansiyel yandaş medya konumunda olan basında, “arkadaşlar, bu işin sonunda tam üyelik falan görülmüyor, mutabakat metnini okuyunca bu açıkça görülüyor” diyenler azınlıktaydı. Türk kamuoyundaki bu şaşkın zafer çığlıklarına karşılık mutabakatın AB tarafı da, AKP tarafı da en ufak bir yanılgıya düşmeksizin kendi hesaplarını yaşama geçiriyorlardı. Yoksa ne Avrupa’nın Türkiye’yi birliğe almaya niyeti vardı, ne de dengeleri değiştirme çabası içinde olan AKP’nin Avrupa’ya girme talebi. Her iki tarafın istediği de dostlar alışverişte görsün kabilinden müzakerelerin yapılmasıydı.
Daha o sırada bile Avrupa’nın uca doğru gittikçe daha da ırkçılaşan, sağının Türkiye karşıtlığı, bütün kamuoyunu etkiler ve siyasal yelpazenin hepsini Türkiye karşısında tutum almaya zorlar tavrı tırmanıştaydı ve yine daha o sıralarda bile AKP Türkiye’de laik rejimi dinci kalıba sokarken, yarım yamalak demokrasiyi, önce otoriter, sonra da totaliter bir yapıya kavuşturma emelini belli etmekteydi.
Kısacası ne Avrupa’nın siyasal entelijansiyası, Türkiye’nin üyelik talebini karşılamaya hazır ve istekliydi, ne de Türkiye’de gittikçe güçlenen iktidar, AB üyeliğinin önkoşulu olan laik, demokratik yapıya ulaşmaya niyetliydi. 

***

Avrupa’da sağın çekim ve etki alanı dışında kalmayı başarmış olup, konuya sağduyulu ve nesnel yaklaşanların da Türkiye’nin AB üyeliğinin gerektirdiği reformları gerçekleştirip, demokratik bir yapıya kavuşabileceği konusunda ve Tayyip Bey’in “demokrasi tramvayından” ne zaman ineceği hususunda ciddi kaygıları vardı ki sonradan ülkemizde yaşananlar bu kuşkuları doğruladı.
Türkiye - AB ilişkilerinin en ilginç yönü de kimsenin niyetini açıkça dile getirmemesi ve her iki tarafın da karşısındakini oyalayıp uyutacak bir üslup kullanmasıydı.
Her iki taraf da güya birleşmek için konuşuyorlar, ama ikisi de gerçek niyetlerini dile getirmiyorlardı.
Krizin doruğa ulaştığı 2017’de durum değişmiş, iki taraf da birbirleri hakkındaki görüşlerini ve gerçek niyetlerini açıkça telaffuz etmeye başlamışlardır.
Nihai hesaplaşma için 16 Nisan sonrasını beklediğini açıklayan Tayyip Bey, Türkiye-Avrupa ilişkilerini maskeli baloya benzetirken haklıydı.
Gerçekten de bir maskeli baloydu söz konusu olan.
Ama bu baloda, taraflardan yalnız biri ya da öbürü değil, istisnasız hepsi maskeliydi.


Ali Sirmen / CUMHURİYET

Zirve... - BİLGİN GÖKBERK

Mart’ın başında tv’de futbola siyasetin karıştırılması çok yanlış diyen federasyon başkanı Türkpetrol’ü de cebe koyunca daha mart bitmeden “17 Nisan’da evet diyen bir Türkiye’de uyanmak dileğiyle” dedi. 

***
Milli maç gecesi Paris’te Eyfel bile kırmızı beyazken milli takım turkuazdı.
Millet sokaklarda milli marş’la gezerken milletin takımı sahada mehterle ısınıyordu. 


***
Cumhuriyet’ten beri göğsümüzde nal gibi duran ay-yıldız yine yoktu.
Pardon vardı.
Göğsümüzün bi köşesindeki küçücük sponsor amblemi kadardı. 


***
Allah’ın kulesi, betonu, taşı ne giyeceğini öğrenmişti bizimkiler hâlâ öğrenememişti.
Şaşırdık mı?
Hayır!! 


***
O gece..
Fransız bile bizden daha milli kaldı.
Biz bayrağımıza rengimize fransızdan bile daha fransız kaldık.
Sadece utandık. 


***
Bugün..
Gördük ki;
Futbolu yöneten kişi de ülkesinin ismini hâlâ öğrenememiş. 


***
Dibe vuran futbolun zirvesini İbb’ci arkadaş organize edip Katarlı tv’ci arkadaşlar yayınlayınca zirve ‘evet mitingi’ne dönüştü. 

***
Futbola siyasetle gelen, siyaseti sokan, siyasetin kucağında oynatan Kulüpler Birliği başkanı;
‘Evet’ sayın Cumhurbaşkanım her zaman yanınızda olacağız dedi. 


***
Kapısında nal gibi ‘Türkiye’ yazan federasyonun başkanı da hiç sıkılmadan “Yeni Türkiye 2024’deki şampiyonayı alacak güçte” dedi. 

***
Türkiye demedi.
Yeni Türkiye dedi. 


***
İlk defa da olmuyor bu.
Daha önce de ‘Süleyman Seba sezonu Yeni Türkiye’ye hayırlı olsun’ demişti. 


***
Ülkenin KHK ile adı da mı değişti ? 

***
Değişmediyse..
O şampiyonayı alırsak..
Alan Yeni Türkiye olacaksa oynayacak takımın adı ne olacak’?
Türkiye milli takımı mı?
Yeni Türkiye milli takımı mı? 


***
Milli takım sorumluları bi zahmet bu defa cevap verir mi?

***
Federasyon başkanı olmak istediğini söyleyen Rıdvan kardeşimiz ‘evet videosu’ çekip 2 puan almıştı.
Statlardaki İzmir Marşı da federasyonun eksi hesabına yazılmış belli.
Başkan, hazır iktidar karşısındayken günah çıkarttı.
Dileğini açıkladı;
“Sayın Cumhurbaşkanım 17 Nisan’da evet diyen bir Türkiye’de uyanmak istiyorum”.

 
***
İşler tıkır tabii.
Mis.
Kimse ona ‘hayır’ demiyor.
Ne isterse alıyor.
O niye ‘hayır’ desin.


***
Üstelik..
Hayır diyen Türkiye’de uyanmak istese ve söylese başkanlığı daha kürsüden inmeden bitecek.
Türkpetrol bile zirve bitmeden başkasına gidecek.
Filan..
Falan..


***
Evetler bitip, evetçiler gidince.
Miting bitti.
Zirve başladı.


***
Davet edilen yabancı ceo’lar futbol konuşurken salonda 5-10 kişi ya vardı ya yoktu. 

***
Türkçesi..
100 küsür başkan geldi.
Cumhurbaşkanı gidince.
100’ü gitti.
Küsüratı kaldı. 


***
Tane tane anlatalım yine.
Konu Demirören’in evet demesi değil.
Herkes gibi o da ne isterse der. 


***
Ama önce istifa eder
Sonra der. 


***
Konu..
İlk vazifesi futbolu siyasetten uzak tutmak olan kişinin hiç üstüne vazife değilken bu işlere girmesi..
Hiç rahatsız olmadan uluslararası sportif bir toplantıda siyasete balıklama dalması, 17 Nisan sabahı evet diyen bir Türkiye’de uyanmak istyorum diyebilmesi..
Kapısında Türkiye yazan ve cumhuriyet kurumu olan federasyonun içinde açık açık Yeni Türkiye’ye çalışması..
Cumhuriyet’in bütün nimetlerinden faydalanan federasyon yönetimindeki anlı şanlı iş adamlarından profesyonellerinden milli takım sorumlularından 1 Allahın kulunun çıkıp futbolda bu işlerin yeri yok diyip istifa etmemesi..
Yeni Türkiye gibi siyasi bir söylemin, bir partinin ideolojisinin futbolun içine bizzat başkanları tarafından sokulmasına tek laf edememeleri.. 


***
Konu..
Ülkenin evet-hayır diye bölündüğü en hassas günlerde futbolu yöneten kişinin hem de milli maç önesi hocası milletten tam destek beklerken, milli seyirciyi de bölebilecek şeyler söylemesi.
Ona gereken ve hak ettiği cevabı milli takım sorumlularından birinin bile verememesi..
Birinin de çıkıp;
Başkanın kendi görüşüdür, bizi bağlamaz, burda siyaset olmaz, Türkiye Türkiye’dir, eskisi yenisi olmaz, milli takım Türkiye milli takımıdır, tüm Türkiye’nin takımıdır bizi böyle saçma sapan konulara sokmayın diyememesi..


***
Konu..
Zirvede bulunan adı Spor bakanı olan bakanın Tff başkanı sporun dibine kadar siyaset sokarken yerin dibine girip mosmor olacağına mest olması ve gururla yanındaki sayın Cumhurbaşkanına ve Göksel beye bakıp gülümsemesi.. 


***
Uzatmayalım.
Anladınız. 


***
Spor sayfalarına, tv’lerine bakıyorum kaç gündür.
Bu konularda tık yok maşallah. 


***
E normal.
Başbakanın bizzat kendisinin “abidik gubidik işler oluyor hiç aklınıza gelmeyenler başbakan oluyor” dediği ülkede, Zirve’deki abidiklik gubidiklikler de çok normal, hiç aklımıza gelmeyen kişilerin oraya buraya başkan olması da.. 


***
İktidarın Trt’sinde, Katarlı arkadaşların, Rıdvan’ın tv’sinde ve yandaşta havuzda vs’de hiç aklımıza gelmeyen kişlerin istihdam edilmesi de normal...
O arkadaşların bu abidik gubidik işlere ses çıkaramaması da.. 


***
100’de 100 siyaset olan futbolu 100’de 100 futbol’da izlemeye devam.
Teker teker çağırırlar şimdi arkadaşları.
Teker teker ak’larlar. 


***
Allah müstahakımızı versin diyeceğim de..
Gerek yok.
Vermiş zaten.


***
Nokta.


Bilgin Gökberk / CUMHRİYET

Ekonomide durum tespiti - KORKUT BORATAV

Kriz etkilerinin bir bölümü ülke, bir bölümü ise dış kaynaklı. Türkiye ekonomisinin temel sorunu güncel bir krizden çok, işsizliği ve toplumsal bozulmayı sürekli besleyen durgunlaşmadır. 

Referanduma giderken Türkiye ekonomisi için bir “durum tespiti” yapma zamanı geldi. 2016 verilerinin büyük bölümü elimizdedir. Boşlukları dolduracak bilgimiz var.
Nisan’a girdikten sonra, gündemimiz faşizm olacak ve ekonomiyi bir süre unutacağız.
Temmuz 2016 ile Mart 2017 arasında Türkiye ekonomisi bir yandan kriz etkenleri ile; bir yandan da bunları en azından kısmen telafi edebilecek olgularla karşı karşıya kaldı.
Gözden geçirelim.

Genel Görünüm 1: Kriz Etkenleri
Kriz etkenleri ile ne kastediyoruz? Türkiye’ye dönük yabancı sermaye akımlarında yavaşlama; bazı kalemlerde “net çıkışlar”ın oluşması…
Tipik yansıma, döviz fiyatlarının çok hızlı (2016’da büyük çevre ekonomilerinde ikinci sırada) yükselmesidir. Fazlasıyla dolarlaşmış bir ekonomide yaşıyoruz. Dövizle borçlanan, kazançları ise TL ağırlıklı olan şirketler sıkıntıya sürüklenir.
Olası iflaslar patlak verirse bankalar da etkilenir. Uzun ve sert bir süreç finansal bir krizi de gündeme getirebilir.
Bu kriz etkenlerinin bir bölümü Türkiye’den kaynaklandı: 15 Temmuz darbe girişimi, sonrasındaki OHAL uygulamaları ve bunların sonunda Türkiye’nin kredi puanının düşürülmesi uluslararası finans çevrelerini caydırıcı doğrultuda etkiledi.
Bir bölümü ise dış kaynaklıdır: Trump’ın başkanlığının yarattığı şokun, Kasım 2016’dan itibaren tüm çevre ekonomilerinden sermaye çıkışlarına yol açması…
Bu olumsuz (“çifte kavrulmuş”) ortam Türkiye’ye de yansıdı. 2016’nın ikinci yarısında yabancı sermaye girişleri bir yıl öncesine göre üçte iki oranında düştü.

Genel Görünüm 2: Telafi Etkenleri
Telafi etkenlerinin bir bölümü uluslararası finans kapitalin doğasından kaynaklanır: Uluslararası kredi puanının “çöp” düzeyine indirilmesi, dev kurumsal yatırımcıların Türkiye’ye fon aktarımlarını önler. Ne var ki, sıcak para akımlarının ana kitlesini spekülatif rantiyeler sürükler. Yerli para önemli boyutlarda değer yitirince, hisse senetleri, tahviller, tüm finansal varlıklar fazlasıyla ucuzlar; para girişi başlar.
Örneğin, Şubat 2017’de spekülatif yatırımcılar bu ortamın oluştuğunu düşünerek hisse senedi ve tahvil alımına 849 milyon dolarlık net yatırım yaptılar. Mart’ın ilk iki haftasında da benzer eğilim ağır basmaktadır.
İkinci bir telafi etkeni, Ocak 2017 sonrasında uluslararası finansal ortamdaki düzelmedir. Trump’ın başkanlığı ABD borsalarında kesintisiz bir coşkuya yol açtı; endeksler bir dizi tarihsel rekor kırdı. FED’in Mart 2017 kararı “teskin edici” bir rol oynadı; kötümser beklentileri yok etti. Çevre ekonomilerine dönük finansal akımlarda genel bir canlanma başladı. Türkiye’nin Ocak 2017 ödemeler dengesi verileri, Türkiye’nin de bu olumlu ortamdan etkilendiğini gösteriyor.
Türkiye’ye özgü bir telafi etkeni de, her kriz ortamında (ve keza Temmuz-Aralık 2016’da) ortaya çıkan yüksek boyutlu “karanlık” döviz girişidir.
Dolayısıyla bu etkenler sayesinde dış kaynak akımlarının olumsuz seyri frenlendi; bir kriz ortamına dönüşmedi. Yine de 2016 ortalamalarının üstünde seyreden döviz fiyatları istikrarsızlığı beslemektedir.
Genişletici para ve maliye politikaları da kriz etkenlerini frenledi.
Referandum ortamı, neoliberal reçeteleri aşındırdı. Cumhurbaşkanı ısrarla kredi faizlerini baskı altında tutmaya çalıştı.
Tamamen başarılı olamadı. TCMB politika faiz oranını sabit tuttu; ama bankaların kısa vadeli fonlanma maliyetlerini artırdı. Bankalar ise baskıya ayak uydurmak zorunda kaldılar. Enflasyonun ve on yıllık tahvil faizlerinin artmasına rağmen, Mart 2017’de ortalama konut kredi faizleri (%11,1) bir yıl öncesinin 3,3 puan altındadır. Ticari kredi faizleri dahi (%15,3) on iki ay öncesinden düşüktür.
KOBİ’lere, inşaatçılara ve istihdama dönük bütçe kaynaklı sübvansiyonlar aracılığıyla maliye politikası genişletici doğrultuda işlemektedir.
Kriz etkenleri ile bunları dıştan-içten telafi eden karşıt güçlerin bileşkesi nasıl sonuçlandı?
Ekonomik göstergelere bakalım.

Büyüme: Ana sorun durgunluktur
Büyüme göstergelerini tartışırken TÜİK’in bir olup-bitti sonunda karşımıza çıkardığı milli gelir serilerine güvenemiyoruz; onları doğrudan kullanamıyoruz. Nedenleri daha sonra açıklayacağız.
Türkiye ekonomisi 2016’ya belirgin bir durgunlaşma sonrasında girmişti. Son dört yılın (2012-2015’in) ortalama büyüme hızı yüzde 3,4’tür. Bu temponun önümüzdeki dönemin potansiyel büyüme hızı civarında olduğunu tahmin ediyorum.
Gelelim 2016 büyüme verilerine... Sanayi üretim endeksleri, geleneksel milli gelir hesaplarının öncü göstergesidir. TÜİK, sanayi üretiminin 2016’da yüzde 1,9 oranında artmış olduğunu belirledi. 2010-2015 (esneklik) ortalamalarını uygularsak, bu oranın ekonominin 2016’daki büyüme hızına yakın olması beklenmelidir.
TÜİK, Ocak-Eylül 2016 için üçer aylık büyüme oranlarını tahmin etmiş. Bunları önce 2015’in eski verileriyle karşılaştıralım. Sonra da 2016’nın son üç ayının sanayi üretim verilerine bağlayalım. Sonuçta, 2016’nın tümüne ait büyüme hızını da yüzde 2,2 civarında tahmin edebiliyoruz.
Bu büyüme temposu yeterli midir? Geçen yılın ortalama istihdam ve işsizlik verilerine bakarak yanıtlamaya çalışalım.
Milli gelirin (tahminimize göre) %2,2 oranında arttığı 2016’da istihdamın artış oranı sadece %1,7’dir. İşgücü piyasalarına katılan nüfus ise %2,9 oranında artmıştır. Yeterince istihdam yaratmayan, “zayıf, mecalsiz” bir büyüme temposu söz konusudur.
Sonuç, işsiz sayısında bir yılda 273000 artış; işsizlik oranının ise yüzde olarak 10,3’ten 10,9’a çıkmasıdır. Tarım dışında, genç nüfusta, üniversite mezunlarında işsizlik oranları daha da yüksektir. İş aramaktan vazgeçenleri de katarsanız “geniş işsizlik oranı” %17,4’e çıkacaktır.
İşsizlik oranlarının artmaması için gereken büyüme hızı ne olmalıdır? Her yıl, geçen yıldaki gibi işgücü piyasalarına yüzde 2,9 oranında yeni insanın katıldığını kabul ediniz. 2016’da milli gelir artışının istihdamı sürükleme katsayısını uygulayınız. Bu insanların tümüne iş sağlayacak (yani işsizlik oranını artırmayacak) büyüme hızının yüzde 3,8 olması gerektiğini çıkarsayacaksınız. Esasen yüksek olan işsizliği sadece koruyacak; artmamasını sağlayacak bir büyüme temposuna ulaştınız.
Son dört yılda ortalama büyüme hızı daha düşük (yüzde 3,4) kaldığı için işsizlik artmıştır. Sayılara bakalım: Yüzdeler olarak işsizlik oranı 2012’de 8,4’tür; 2015’te 10,3’, bir sonraki yıl da 10,9… Bu arada işsiz sayısı da 1,1 milyon artmıştır.
TÜİK’in yeni milli gelir verilerine inanırsak 2012-2015 döneminin ortalama büyüme hızı yüzde 6,3’müş. Bu tempo gerçek olsaydı, işsizlik sayılarında ve oranında yine TÜİK’in belirlediği artışlar söz konusu olabilir miydi?
İki bulgudan biri yanlıştır. Sadece istihdam-işsizlik istatistikleri ile değil, çok sayıda başka bulgu ile de tutarsız olduğu için, yeni milli gelir serilerine güvenemiyoruz; onları olduğu gibi kullanamıyoruz.
Bu bulgular göstermektedir ki, Türkiye ekonomisinin temel sorunu güncel bir kriz değil, işsizliği, toplumsal bozulmayı sürekli besleyen durgunlaşmadır.

Kırılganlık göstergeleri
TCMB verilerini hâlâ güvenerek, yararlanarak kullanıyoruz. Ekonominin dışsal kırılganlık göstergelerinin çoğunu da o kaynaktan elde ediyoruz.
TCMB’nin 20 Şubat 2017 tarihli, Reel Sektör Kur Yönetimi başlıklı belgesinden hareket edelim.
Belge açıklamaktadır ki, 2016’da şirketlerin toplam finansal yükümlülüklerinin %60’ı yabancı paralıdır; döviz varlıklarıyla yükümlülükleri arasındaki fark “eksi”dir; -208 milyar dolara ulaşmıştır. Bu fark, 2008-2016 arasında sürekli genişlemiştir ve bugün “reel sektörün yabancı para açık pozisyonu yüksek olup finansal istikrar üzerinde risk oluşturmaktadır.” (s.4).
TCMB belgesi, ayrıca, dövizli kredilerin %28’inin sanayi kolunda yoğunlaştığını belirtiyor. Döviz gelirleri düşük olan inşaat, emlak, kira sektörleri ise bu kredilerin %20’sini kullanıyor. Döviz kredileri ile döviz kazançları arasındaki oranların sektörler itibariyle dökümü verilmiyor. TCMB ayrıntılı bir döviz riski takip modeli oluşturmaktadır. Bu bilgilerin kısa zamanda yayımlanmasını bekleyeceğiz.
2016 çalkantısından sonra bazı nicel kırılganlık göstergeleri hafifledi. Bozulan dışsal ortamla ilgili iki etken rol oynadı. Birincisi, yabancı sermaye çıkışlarının önemli bir bölümü, vadesi gelen dış borç anaparalarının ödenmesinden oluştu ve dövizli borç yükü bir nebze hafifledi.
Örnek vereyim: Özel sektörün doğrudan yurt dışından aldığı kredilerin bir yıl içinde vadesi dolacak olanların toplamı son yedi ay içinde 72 milyar dolardan 66 milyara düşmüştür. Nedeni, anapara ödemeleridir; yani doğrudan kriz ortamının (“sermaye çıkışı” olarak kayda geçen) yansımasıdır.

Uluslararası yatırım pozisyonu daima eksi
İkinci bir etken, dövizin pahalılaşmasının istatistiklere yansımasıdır. Döviz bozdurularak satın alınan (TL’li) hisse senetlerinin, tahvillerin vd. değerleri (“net çıkış” olmasa bile) aşınır. Türkiyeli şirket, banka ve bireylerin dış dünyadaki varlıkları ile yabancıların Türkiye’deki varlıkları arasındaki farka “uluslararası yatırım pozisyonu” denir. Bu pozisyon Türkiye için daima “eksi”dir. Mart-Eylül 2016 arasında da “eksi” 405 milyar dolardan “eksi” 392 milyara inmiştir. “Net çıkış” olgusuna ilaveten (ve belki de asıl önemlisi), TL’nin değer yitirmesi, menkul kıymetlerin dolar cinsinden değerlerinin aşınmasıdır.
Geçmişte olduğu gibi krizin kendisi, dış kırılganlık göstergelerinin hafiflemesini sağlar; işler “normalleşince” bozuk düzene geri dönülür.
Bir göstergeye daha değinelim: Son iki yılda toplam dış borçlar artmıştır; ama ekonomi yönetimi bunların bileşimini düzeltmiş; kısa vadeli borçların payını düşürebilmiştir.
2014 sonu ile Eylül 2016 arasında dış borçlarda 15 milyar dolarlık artış gerçekleşmiştir.  
(402 milyar ➞ 417 milyar). 
Aynı dönemde uzun vadeli borçlar artarken
(270 milyar ➞ 313 milyar), 
kısa vadelilerde belirgin bir azalma
(132 milyar ➞ 103 milyar) sağlanmıştır.

Sürekli eleştirecek değiliz ya… Ekonominin dışsal kırılganlıklarının bir nebze de olsa hafiflemesi önemli, olumlu bir adımdır.


Korkut Boratav / BİRGÜN

24 Mart 2017 Cuma

Sinemanın sefaleti - MESUT ODMAN

Yirminci yüzyılda, hele onun ikinci çeyreğinden  sonra doğup büyüdüğü halde sinemayla ilgilenmemiş, hatta sıradan bir ilginin ötesinde ona hayranlık duymamış insan var mıdır acaba? Kendimi de o büyük kitlenin içinde sayabilirim rahatlıkla.

Yazı başlığının öyle bir insanın elinden çıktığını anlatmak için belirtmek gereğini duydum.
Ayrıca, her ne kadar, bir zamanlar özellikle lise öğrencilerinin birçok bakımdan yetişmesinde katkı sağladığı bugünden bakıldığında açıkça görülebilen o eski “münazara”larda, “tiyatro mu üstündür, sinema mı” konusunda yarışılırken hep tiyatrocuların ekibinde yer almışsa da, git gide, ikincinin olağanüstülüğünü kabullenmek durumunda kalmış biri olarak söylüyorum bunu.

Aslında bu tür bir seçimin, özellikle o sıralar, tiyatro konusunda süregiden bir pratiğimin varlığıyla bağlantılı olduğu söylenebilir. Biz liseli gençlerin, İstanbul’da üniversite okumakta olan devrimci ağabeylerimizin gözetiminde , onlar kasabamıza/kentimize tatile ya da tatil matil de yokken kaçıp geldiklerinde buluşarak gerçekleştirdiğimiz bir pratikten söz ediyorum. Bizim Yalçın Hoca’nın, o dönemin içinde yetiştiğim için kesinlikle katıldığım deyişiyle, “görkemli altmışlar”ın ilk yarısı henüz bitmemişti. Ülkenin birçok yöresinde benzer okulların kurulduğu, oluştuğu mu demeliyim yoksa, oralarda gençlerin kendilerinden olsa olsa beş altı yaş büyük başka gençlerden, siyaseti, solu, sosyalizmi, devrimi, o arada, tiyatroyu, sinemayı, romanı, şiiri öğrendikleri bir zamandı. Okul dediysem, belki de “kendiliğinden okul” diye bir terim uydurmalı; öylece oluşturuluvermiş, kendi kurallarını, kendi disiplinini kendisi yaratmış ve onlara hiç tutsak olmamış, düzensiz,  kurulup bozulan, yeniden kurulan, yeniden bozulan yapılar, yapı sözcüğünün aşırı iyimser sayılacağı toplaşmalar, bir araya gelişler işte. Görkemli altmışlar yıkıcı bir sarsıntı ile sona erdi; belki, kısa bir aradan sonra, farklı biçimlerde, az çok benzerlik taşıyan bir tekrar da oldu. Ama bir daha öyle zamanlar yaşamadık. Bunu nostaljik bir takıntının ürünü olarak söyleyip söylemediğimdense pek emin değilim. Yine de, öyle zamanların getirdiklerini içererek aşmayı beceremediğimizden midir nedir, bir daha tekrar etmek de mümkün olmadı. Tekrarı ne mümkün ne de gerekliydi, aşmamız gerekirdi, aşarak başka bir evreye ulaşamadığımız için gök kubbemizde bir hoş seda olarak kaldı, demek istiyorum.
Sadece bir hoş seda değil elbet, o kadarını söylemek haksızlık olur, hem haksızlık hem gerçeklere uygunsuzluk…

Her neyse, sinemadan söz etmekti asıl niyetim. Oraya geliyorum.
Aynı altmışlı yılların ikinci yarısında, yazarlığa başlayışım sinema sayesinde olmuştur. Artık üniversitedeydik. Devrimci öğrencilerdik. Partiliydik. Bir gün Partiden bir çağrı aldım; daha doğrusu, çağrı demek biraz hafif kaçar, basbayağı bir görevlendirme. Parti üyesi bir büyüğümüz, üye miydi yoksa o günlerin deyişiyle “sempatizan” mı çok iyi hatırlamıyorum, bir günlük gazete çıkarmaya başlamış, ona yazı desteği vereceğiz. Artık adıyla sanıyla yazalım ki, yazdıklarımız biraz daha “hatırat” kategorisine uygun düşsün, biraz daha tarih yazacaklara kaynaklık edebilir duruma gelsin: Partili ağabeyimizin adı Kemal Bayram Çukurkavaklı, gazetesinin adıysa “Yenigün”.
Neyse, görüştük, ettik. Ben tiyatro yazıları, oyun eleştirileri yazabilirim, diyorum. O film eleştirilerinin daha çok okuyucu çekeceğini söylüyor. Sonunda “hem onu, hem ötekini yaparsın” dedi; anlaştık. Özel tiyatroların biletleri pahalı geliyor; devlet tiyatrolarının oyunlarını seyredip yazmaya çabalıyorum. Sinemalarda  gösterilen filmlerden kendimce seçmeler yapıp seyrediyorum. Okuldu derslerdi, üstelik ülkedeki toplumsal hareketliliğin olağandışı bir yükselme gösterdiği, devrimci gençlik hareketinin yaygınlığının ve etkilerinin çok arttığı bir dönem; bunlara bir tür gençlik ihtiyacı olarak dalgacılık ve avarelik de eklendiğinde, günün yalnız 24 saat olması işleri bozuyor. Neye vakit yeter ki!
Artık yettiği kadar: O yetmezliğin yarattığı düzensizlikle, fırsat buldukça yazıp götürüyorum. Tek çizgili dosya kâğıdına, koyu kurşun kalemle yazıyorum; çünkü, daktilo etme imkânım yok ve  sık sık, lastik silgiyle silmem gerekiyor. Götürüp dizgicilere teslim edip çıkıyorum matbaadan. Orada kalıp düzeltileri de yapar mıydım, o kadarını hatırlamıyorum. Herhalde yapmazdım.

Yazdığım filmlerden yalnız biri kalmış belleğimde. Araştırdığım kaynaklarda “İntikam Ateşi” adıyla gösterime girdiği belirtiliyor. Benim aklımda kalansa özgün adı: Behold A Pale Horse. Avusturya asıllı ünlü Amerikalı Yahudi yönetmen Fred Zinnemann’ın, kendisinin de “pek bir şey ortaya çıkaramamıştık” dediğini sonradan öğrendiğim, hem eleştirmen gözünde hem gişede başarısızlık yaşamış, 1964 yapımı bir filmi. İç Savaş’ın ardından kaçıp yaşamakta olduğu Fransa’dan 20 yıl sonra ölüm döşeğindeki annesini son kez görmek üzere yeniden İspanya’ya dönen eski bir cumhuriyetçi gerilla önderinin (Gregory Peck)  ve onun peşindeki faşist polis şefinin (Anthony Quinn) öyküsü anlatılıyor. Yazarken de, tanınmış eleştirmenlerin yazılarından görüp öğrenerek, oyuncuların adlarını böyle ayraç içinde belirtirdik. Bir de alanının ünlülerinden Maurice Jarre tarafından bestelenmiş film müziğinden söz ettiğimi hatırlıyorum. Herhalde beğenmiş olmalıyım; ama şu anda ezgisinin en küçük bir bölümünü bile hatırlamam imkânsız.

İşte böyle! Sinema sanatına hayranlığı on milyonlarca benzerinden hiç aşağı kalmayan, üstelik çok uzun geçmişinden beri bu tür öyküleri bulunan birinin sinemaya haksızlık etmesi düşünülebilir mi? Oysa, yaklaşık son 2 hafta içinde sinema salonlarına gidip izlediğim 3 film, başka bazı verilerle, örneğin, düpedüz tiksindirici bayağılıkların seyirci rekorları kırması türünden gerçeklerle de birleşince, nicedir kafamda oluşmaya başlamış bir yargıyı pekiştirdi; bir bakıma, bardağı taşıran son damla işlevi gördü.

İsteyen, öteki sanatsal alanlar çok mu farklı durumda sanki, sorusunu gündeme getirebilir, önüme koyabilir, bunda bir haksızlık yahut yersizlik görmem; ama şu kadarını dile getirmekten de vazgeçmem: Sinemadaki gerileme onu sefalet sözcüğüyle anlatılabilecek bir duruma getirmiştir. Bu yargıya, ya da önyargıya diyelim, yol açan başlıca nedeni yazının sonuna bırakıp şu bardak taşırıcılarla ilgili üç beş söz edelim.

İlkin, İtalya’da Türk Türkiye’de İtalyan olarak göklere çıkarılan  Ferzan Özpetek’in filmi İstanbul Kırmızısı. Aslında bu filmden umduğumu üç aşağı beş yukarı buldum, denebilir. Turistik bir film olacağını umuyordum, şöyle bolca İstanbul manzaralı… Ne de olsa İstanbul’u özlüyor insan, hele benim gibi çoktandır gezip dolaşamayınca… Öyle de çıktı sayılır. Arada bir yoksul kâğıt toplayıcının bahtsızlığı, bir iki Cumartesi anneleri görüntüsüyle işin “sosyal içerik” boyutu da eksik edilmemiş olarak bu beklentimi karşılamış oldu film. Bir de, latifeyi bir kenara bırakırsak, Çiğdem Selışık’ı yeniden seyretme fırsatını bulduk. Onyıllar öncesinin bu adı gibi kendi de güzel tiyatro oyuncusunu biraz yaşlanmış bir hanımefendi olarak yeniden seyretmek hoştu doğrusu.

Seyretme sırasıyla ikinci film, Neruda idi. Büyük şairin adını almış filmi atlamak olur mu? Şilili yönetmen Larrain’in filmiyle ilgili olarak, geçenlerde buradaki “Kent, Kültür, Sanat” bloğunda yazan Gülcan Beyaz’ın bilgilendirici ve doğru yazısına sözü bırakmakta sakınca görmüyorum:
“Üçüncü Sinema olarak sinema tarihinde yerini alan ekol, tüm kıtada elbette homojen değildi, nüanslar barındırıyordu ama yine de şu çok açıktır: Latin Amerika'da Üçüncü Sinema başlığı altında toplanabilecek tüm filmlerin ortak özelliği,
 i) mülksüzleştirilmiş emekçi yoksul halka bağlanma,
ii) başta emperyalizm olmak üzere o halkın verili haline neden olanlara dönük büyük bir öfke ve
iii) bu durumu değiştirmeye kararlı bir irade ve iyimserlik ufkunda ortaklaşmalarıydı.  

“(…)Üçüncü sinemacıların ‘ne pahasına olursa olsun, yoksul halkı anlatmak, onların penceresinden dünyaya bakmak, onların sesini duyulur hale getirmek’ tutumları, yerini piyasaya eklemlenerek söz söylemek gibi bir tutuma bıraktı. Gerekiyorsa kendi gösterim ağını yaratmak, Holivudçu ve festivalci mükemmeliyetçiliğe karşı ‘mükemmel olmayan bir sinema’yı savunmak çabaları, sesini duyurmak için ya dağıtım tekellerinden ya da festivallerden övgü alma refleksine yerini bıraktı. Beğeni kaygısı, film yapacak parasal-teknik olanaklara yakın durabilme arayışı, toplumsal sorumluluğun önüne geçti.
“Hal böyle olunca, aynı bizdeki 12 Eylül filmleri ve dizileri gibi, gerçek bir toplumsal kurtuluş için verilen mücadelelerin ezilmesinin toplumda yol açtığı gerçek yaralara dokunmaya çalışan ama tam da o gerçek toplumsal kurtuluş fikrine uzaklığı nedeniyle, buna ancak tarihsel dekor ve kostüm çerçevesinde yaklaşabilen yapımlar kapladı ortalığı. Aynı bizde Yılmaz Güney'in sinemasının şu an sahipsiz kalışındaki gibi, Üçüncü Sinema mirası da, biçimsel olarak da içeriksel olarak da sahipsiz kalmış oldu.”

Ders almayı bilmemekten olacak, üçüncü bir seyir deneyimi daha yaşadım; tuttum, son Oscar ödüllerinin talihlilerinden  Ay Işığı’nı da seyrettim. Barry Jenkins adlı ve 38 yaşındaki  yönetmenin filmi, Florida eyaletinde doğup büyümüş yoksul bir siyah çocuğun hayatından 10-15 yıllık bir dilimi anlatıyor. Biraz yoksulluk, yoksulluk olunca onun ayrılmaz parçası olarak biraz çaresizlik, biraz da eşcinsellik… Sinema endüstrisinin dev merkezinin, siyahlar için birkaç yüzyıl boyunca cehennem olmuş ülkenin gerçekte ne kadar demokrat, ne kadar özgürlükçü olduğunu ya da olabileceğini göstermeyi ihmal etmeme eğilimine her zamankinden daha özenli bir uyum içine girdiği söyleniyordu. Bu eğilime de uygun biçimde, endüstrinin siyah mensuplarını öne çıkarma kaygısının göze çarpmaya başladığı bir başka iddiaydı. Film, yönetmeninden en önemsiz oyuncusuna kadar siyahlardan oluşan kadrosuyla, varlığı ileri sürülen bu eğilim ve kaygının uzantısı sayılabilir herhalde. Ancak, çok genç yönetmeninin hayatından izler de taşıdığı belirtilen filmin, ezilen bir ırka karşı duyulan basit insancıl yakınlıklar devreye girmese ne kadar seyredilebilir olduğunu sormadan edemedim kendime. Bir de, böyle bir öykünün bundan fazla daha ne kadar çarçur edilebileceğini…

Uzunca süredir iyi bir izleyici olmaktan çıkmış bulunsam da sinema sanatının bu hal-i pür melali nedendir, bu hüzün veren durum nereden kaynaklanmaktadır, sorusunu sormak haddini bilmemek sayılmaz umarım. Sorunun yanıtı üzerinde kalem oynatmaya kalkmaksa hadsizlik suçlamasını hak etmek anlamına gelebilir. Ancak, şunu olsun söyleyebileceğimi sanıyorum: Bütün sanatların en ileri düzeyde endüstrileşmiş, devasa bir kapitalist sektöre dönüşmüş olanı  sinemadır; dolayısıyla, çok esaslı değişiklikler olmadıkça, artık oradan beklenen ve beklenebilecek olan yaratıcılık için sanatsal yerine, parasal nitelemesinin uygun düşmesi doğaldır.


Mesut Odman / SOL

Tezler olmuş plastik, üniversite hikâye! - Tayfun Atay

Dün, elimin altındaki gazete demeti içerisinden “üniversite”ye dair iki yazı dikkatimi çekti. Bunların biri, doğrudan haber metni idi. Diğeri ise esasen edebi- felsefi bir “değer” taşımakla birlikte, buna ek olarak haber mahiyeti de olan bir yazı... 

***
İkinciden başlayalım! Bizim Cumhuriyet’in Kitap ekinde felsefeci Yusuf Örnek, Alman varoluşçuluğunun abide ismi Karl Jaspers üzerine yazısında bu büyük düşünürün “Bütün Eserleri”nin Heidelberg ve Göttingen Bilimler Akademileri’nin ortak projesi olarak toplam elli cilt halinde yayımlanmaya başlandığını “müjdeliyor”. Ve bu elli cildin ilki olarak çıkmış “Üniversite İdesi Hakkında Yazılar”ın bir tanıtım ve değerlendirmesini sunuyor.
Jaspers’in üniversite üzerine düşünceleri, kendisinin etkilendiği (Kant’tan Fichte’ye ve von Humbolt’a) düşünürlerden de hareketle satır başlarıyla şöyle:
Üniversite, hükümetin emirlerinden bağımsızdır; bilim, kendi içinde kendi amacını taşır; üniversite öğretimi, bilgi kazandırmaktan çok eleştiri sanatına ve bilginin kullanımına ağırlık verir; üniversitenin vazifesi, gençlerde hakikati arama arzusu uyandırmasındadır; bu anlamda üniversite, insanın kültürel varlığının gerçekleşmesine olanak sağlayan kurumdur. 

***
Jaspers üniversiteyi devletten bağımsız ve onun her türlü siyasal etkisinden uzak bir kurum olarak nitelemekle kalmaz sadece. Daha ileri giderek, üniversitenin toplumsal hayatın ve siyaset kurumunun eleştirildiği yer olması gerektiğini söyler.
Ve de üniversitenin, özgür araştırma ortamı ve özerk yapısı sayesinde “milletler-üstü” ve “devletler-üstü” bir ruhtan payını aldığını ileri sürer.
Ancak diğer taraftan, daha 1930’larda, adeta gelmekte olan tehlikeyi sezmişçesine, sadece pratik (isterseniz bugünden “ticari”yi ekleyin!) amaç ve hedeflere yönelik, “faydacılık” ilkesi etrafında bir yükseköğrenim kurumuna doğru gidişattan da şikâyetçidir. Böyle bir üniversitenin olsa olsa üst düzey bir lise olabileceğini kaydetmiştir. 

***
Bu noktada hemen daha fazla uzatmadan diğer gazete metnine geçelim! HaberTürk’ten Yusuf Doğan’ın haberine...
“Naylon tez pazarı” manşetiyle karşımıza gelen yazıdan satır başları da şöyle:
Türkiye’de “akademik danışmanlık” ya da “tez danışmanlığı” adı altında oluşan “tez yazım sektörü” patlama yapmış durumda! Sürekli artan özel üniversite sayısı ve mezuniyet için tez yazma zorunluluğu “sektör”ü günden güne büyütüyor. Lisans tezi 2-3 bin liraya, yüksek lisans tezi 3-10 bin liraya, doktora (ve de doçentlik!) tezi ise 5-20 bin liraya “itina” ile yazılıp öğrenciye, pardon, “müşteri”ye teslim ediliyor.
Tabii ki en pahalıya çıkanlar, tıp alanında “üretilen” tezler. Tahmin edilebileceği üzere “fiyat”, sosyal bilimlerde düşüyor. Elbette “anket çalışması”, “çeviri” ve “yabancı kaynak kullanımı” da fiyatı etkiliyor!
“Sektör”, akademisyenlere bile istihdam imkânı sunmakta; tez-yazma gruplarında üniversite hocaları da varmış!.. 

***
Eğer bir “üniversiteli” olarak hayatınız Jaspers’in tanımladığı tarzda bir kurum ortamında geçip gittiyse sorun yoktur; yaşanmış ve bitmiştir. Özellikle öğrenci olarak ikinci yazıda anlatılanlarla haşir neşir durumda iseniz ve başka (Jaspers’in bahsettiği türde) bir üniversite gerçeğinden bîhaberseniz, zor da olsa yine sorun yok denilebilir.
Ama eğer ilk yazıda yansıtılan üniversite ideali ve tecrübesinden geçip şimdi ikinci yazıdaki “naylonlaşma”yı da üniversite adı altında yaşıyorsanız, yandınız demektir! Durumunuz çok hazin, feci ve acıdır!..

***
Türkiye, elbette dünyada da bir eğilim olarak kendisini gösteren, üniversitenin endüstriyelleşmesi, ticarileşmesi, sektörleşmesinden payını, hem de kendi arzusu ile fazlasıyla ve iştahlıca almış bir ülke.
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında önü açılan bir süreç bu: Üniversite hem siyasileşti, daha doğrusu “Resmiyet”e ram oldu (“YÖK”), hem de ticarileşti (özel üniversiteler).
Şimdi bu iki “doğrultu”, bir de “dinbazlık”la takviyeli olarak daha korkunç bir ucubeyi karşımıza çıkarmış durumda “üniversite” adına...

***
Önünüze sosyoloji “okumaya” gelmiş ama “Ben bugüne kadar hiç kitap okumadım hocam” diye, üstelik yakınarak değil gayet mağrur ve kibirlice konuşan öğrenciler çıkıyor. Ona önce “okuma-yazma” öğretmek durumundasınız. Gel gelelim bunu dahi öğrenmeye niyeti yok. Nasıl ödev, tez, rapor yazdıracaksınız?!
İşte “naylon tez pazarı” bu ihtiyacı karşılıyor!..
Öte yandan “barış” için imza atmış akademisyenleri siyasete bulaşmış olmakla, hem de en uçta “vatan haini” suçlamasıyla gözaltına alıyor, tutukluyor ve okullarından atıyorsunuz. Onlarca tezin danışmansız kalmasına yol açarak...
Üniversite içinde nitelikli ve yetkin tez danışmanlarını uzaklaştırınca tabii yine gelsin naylon tez pazarının sözüm ona “tez danışmanlıkları”!..
 
***
Özetlemek gerekirse, yukarıda paylaştığımız iki yazıdan birincisi, üniversitenin ne olduğunu anlatıyor.
İkincisi ise üniversitenin nasıl bittiğini...


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Dün ‘Piet Hein Donner’ Bugün ‘Mark Rutte’! - Meriç Velidedeoğlu


“2006” yılının Eylül ayında “Hollanda’da Şeriat” başlıklı haberler basında çıkmaya başladığında, bu haberler Hollanda’da yaşayan Müslümanların “şeriat” isteklerinin ortaya konulması olarak algılandı ilk anda. Oysa bu haberler, Hollanda’da geçerli rejimin yerini “şeriat”a, kısaca “dinsel temelli” yönetime bırakabileceğini içeriyordu. Çünkü Hollanda’nın -o günlerdeki- “Adalet Bakanı Piet Hein Donner, halkın üçte ikisinin istemesi durumunda ülkelerinde şeriat düzeninin kurulabileceğini dile getirmişti. Bu görüşe “Hollanda Parlamentosu” tüm milletvekilleri anında en sert tepki gösterdi; Bakanın derhal istifa etmesini istedi. 

Bunun üzerine, Bakanın yaptığı açıklama ortalığı büsbütün karıştıracaktı; çünkü “Bakan Donner”, sözlerinin “demokrasinin işleyişini” anlamak için olduğunu belirtmiş, ayrıca kendisinin de “şeriat”a karşı (!) olduğundan söz edip, dile getirdiklerinin “yalnızca teoride mümkün olabileceğinin” de altını çizmişti.


Ne var ki, bunun “demokrasiye sığınıp demokrasiyi yok etmek olduğu” kanısına varan “Parlamento” Bakanın istifasını isteyince, Adalet Bakanı “P.H. Donner” istifa edecekti. (*)
“Batı” toplumunun, yüzyıllar boyu süren savaşımla, damıtan damıta günümüze ulaştırdığı “demokrasi”nin temellerinden olan, “cinsel eşitlik”, “özgür düşünce”, kısaca “evrensel insan hakları”, “şeriat”la yönetilen bir ülkede söz konusu olabilir mi? Hangi “şeriat”la olursa olsun; isterse “Batı”nın “16. yy”da yaşadığı “Reformasyon” sonucunda oluşan “Proteston” şeriatında olsun “şeriat”ın uygulandığı anda, “demokrasi” yok olacaktır. 


Evet değerli dostlar “ayraç” açmadık ama, kapatıp, “Hollanda” halkının “2006” yılındaki tutumuna değinecek olursak, “Hollandalılar” yönetimde bu olup biteni, sanırım, “abesle iştigal” olarak görüp pek “aldırış” etmemişti. Ama bir süredir, Hollanda ile yaşadıklarımızın, hele son günlerde bu ülkeye gitmek isteyen bakanlarımızla ilgili tutumu, “demokrasi” açısından nasıl değerlendirilir ki?
“Hollanda Başbakanı”nın temel konusu bir, iki gün sonra ülkesinde yapılacak genel seçimdi. Ne ki, Türkiye’de de pek yakında “Referandum”un yapılacak olması; bu “rastlantı”, birbirlerine karşı kılıç çeken “Başbakan Rutte” ile “Cumhurbaşkanı Erdoğan”ı, yaşanan yaşanmakta olan “kriz”i, “fırsat” olarak kullanma noktasında birleştirdi. Nitekim, Hollanda’da yapılan seçimin kazananı -oy kaybı olsa da- “Başbakan Rutte” oldu. 


Seçim sonucunu yorumlayanlar, “Hollanda Başbakanı’nın, Türkiye ile yaşadığı krizi, kararlı, ödün vermeyen bir tutumla yönetmesinin -örneğin özür dilemeyeceğini bildirmesinin- oy kaybının fazla olmasının önlediğini kabul ediyor. “AB” bu kriz bağlamında üyesi olan Hollanda’nın yanında yer aldı; ayrıca üye ülkeler, “tek tek olarak” da Hollanda’yı desteklediklerini bildirdiler. Türkiye de bu krizi kullanmakta gecikmedi; üstelik “Erdoğan”, krizde yer alan “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı”nın “hanım” olduğunu, dolaysiyle, “Almanya”dan “Hollanda’ya geçen “Bakan Fatma Kaya”nın, “dertop” edilip “Almanya”ya geri gönderilmesinin, yaşanan olumsuzluğu ikiye katladığını üstüne basa basa dile getirdi. 


Böylece -“kadın yönünden olumlu bir yaklaşıma sığınarak”- “cinsel ayrım” taraftarı olduğunu da ortaya koyuverdi... Öte yanda, “AB” ülkelerinin Hollanda’ya, hem kurumsal hem tek olarak verdikleri çifte destek karşısında, insan, hiç olmazsa yakın ülkelerden, dost bildiğimiz ülkelerden, bir iki destek gelir diye beklemekten kendini alamıyor. “AKP” iktidarının dış politikasının buna olanak bırakmadığını bilse de...


Ne var ki bu krizi de, “Cumhurbaşkanı Recep Tayyib”in kullandığı bir konunun da “şehitlerimizi” de içermesi insanın içini burkuyor... “1915 Çanakkale Zaferi”nin, “102. yılı” için yapılan anma törenini, “Referandum” propagandasına dönüştürdü... “102 yıl” önce “4 Haziran” günü, “Anafartalar Savaşı”nı başlatan Atatürk’ün komutasındaki, “57. Alay”dan “Er Afiyetullah”, bu çarpışmanın “8. günü” şehit olmuştu Bursa’nın Pınarbaşı mahallesinden olan arkadaşları gibi.
“Şehit Er Afiyetullah”ın torunu olarak gerek onun için, gerek arkadaşları için, gerekse tüm şehitlerimiz için kınıyorum “Recep Tayyib Erdoğan”ı yerden taa... göğe kadar!


Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

(*) Cumhuriyet, “Hollandalı Bakanın Düş Gücü”, (29.9.2006)

Varlık Fonu’nun arabaları - ÇİĞDEM TOKER

Şimdi Başbakan’dan cevap bekleniyor.
İddia o ki, Varlık Fonu Yönetim Kurulu Üyesi Yiğit Bulut’a bir AudiA8 tahsis edilmiş. CHP Hatay Milletvekili Hilmi Yarayıcı bu iddianın açıklık kazanması için Başbakan Binali Yıldırım’ın yanıtlaması istemiyle TBMM Başkanlığı’na dün yazılı soru önergesi verdi. 

Yarayıcı, piyasa değeri 850 bin TL olan bu aracın satın alınıp alınmadığını soruyor.
(Aracın Alman menşei oluşunun tabii ki hiçbir önemi yok.)
Aracın, doğrudan mı satın alındığını, yoksa TVF’ye devredilen kamu şirket ya da bankalarından birinden mi tahsis edildiğini sormak üzere kendisini aradım.
Yarayıcı, bu bilginin kendisine “geçen hafta satın alındı” biçiminde geldiğini, kaynağını açıklayamayacağını, ancak kendisinin de zaten bu duyumu teyit etmek üzere, kamu adına bu soru önergesini verdiğini vurguladı. 

Başbakan Yıldırım, malum referandum turlarında. Bence Sayın Başbakan bu turlar esnasında, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olmakla birlikte kendisine bağlı Varlık Fonu yönetici olan Bulut’a, bu tutarda lüks makam aracı satın alınmasını doğru bulup bulmadıklarını sorabilir. Milletin parasını millete yani. 

605 asgari ücret
Başbakan’ın cevabı beklenedursun, önergeye konu tutar üzerinden bir hesap yapabiliriz. Tahsis edilen aracın değeri, Varlık Fonu’nun kuruluş amaçlarına yakışıyor: 605 işçinin asgari ücreti. Yakışıyor çünkü bu fon, Türkiye’nin kalkınması ve daha çok yatırım gelmesi için kuruldu. Bu kadar önemli bir misyon üstlenmiş şirketin yöneticisine, bir fabrikanın aylık personel giderine denk makam aracı tahsisi önemli bir ihtiyaç olmalı. Yanı sıra bu gelişme, Varlık Fonu’nun neden Sayıştay denetimi dışında tutulduğunu da gayet güzel izah ediyor. 

Hem ne diyordu Fon’un şeffaf olacağını savunan Maliye Bakanı Naci Ağbal TV kanalında:
“Kanunu dizayn ederken CHP’li arkadaşlarla beraber çalıştık bunları. Bağımsız denetim lazım dedik. Kimse sizin kamu otoritesinin denetimine bakmıyor. Bağımsız denetimi bu yüzden kurduk.”
Ağbal’ın bu ifadesinin tercümesi şu: Varlık Fonları’na ilgi gösteren yabancı yatırımcılar, Sayıştay denetimi olup olmadığını önemsemiyor. Onların önemsediği uluslararası standartlarda, çokuluslu şirketlerin denetimi. Onun için de uluslararası niteliği bulunan küresel şirketlerin bağımsız denetimini getirdiklerini söylüyor. 

O zamana biz de “millet” olarak önemsediğimiz soruları soralım:
850 bin TL makam aracı bütçenin kaynakları kullanılarak satın alınmadı mı?
Ya da Savunma Sanayii Destekleme Fonu’nun 3 aylığına aktardığı 3 milyar TL’den kullanılmadı mı?
Yıllardır övünç vesilesi olan mali disiplin, şubat ayında verilen 6.8 milyar TL bütçe açığıyla ağır darbe almadı mı? 

Tam bu soruları yazarken, doğrudan yatırım rakamları açıklandı. Ekonomi Bakanlığı verilerine göre, ocak ayında ta Türkiye’ye uluslararası net doğrudan yatırım girişi 601 milyon dolara gerilemiş. Geçen yıl aynı dönemde 1 milyar 129 milyon dolar girdiği dikkate alındığında, yüzde 46.8 azalma anlamına geliyor bu rakam. 

Bakalım “şeffaf” makam araçları, Varlık Fonu’nun doğrudan yatırım azalışını telafi etmesine yardımcı olacak mı?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Referandum matematiği - L. DOĞAN TILIÇ

YSK, 16 Nisan referandumu için, seçmen sayısını 58 milyon 266 bin 349 olarak açıkladı. Siyaset matematikçileri, buradan hareketle, matematiğin kesinliği içinde toplayıp çıkarıyor ve sonucun bıçak sırtı olduğunu gösteriyorlar.

Haksız da değiller; 1 Kasım 2015 seçimlerinde, 56 milyon 965 bin 100 seçmen varken ve bunların yüzde 85.18’i (48 milyon 523 bin 610) sandığa gitmişken AKP 23 milyona yakın oy aldı. Şimdi tepesi “Evet” diyeceğini açıklayan MHP 5 milyon 691 bin 737, BBP de 259 bin 572 oy almıştı. Toplarsan 29 milyona yaklaşıyor.

Bu hesaba göre Evet garanti! Lakin düz hesabı bozan çok şey var. Bir defa, 7 Haziran’da AKP oyu 1 Kasım’dan 4 milyon eksik (18 milyon 347 bin 774). Yani, AKP’ye oy vermesine karşın elini epey serbest tutan 4 milyonluk bir kitle var ki bunları matematik hesabında kolayca bir yere koyamazsınız.
Öte yandan, 1 Kasım’dan bu yana 2 milyona yakın yeni seçmenimiz olmuş. Onların ne yapacağını, 18’inde milletvekili olabilme ihtimalini ne kadar seveceklerini kestiremeyiz.

Bir de, tepesi ne derse desin, “Bizden yüzde 1 bile Evet çıkmaz” diye iddiaya giren MHP+BBP tabanı var.

Geçen gün bir arkadaşım, “Ya bu kez çok umutluyum. Bize temizliğe gelen kadının AKP’ye oy veren ailesinin tamamı referandumda Hayır diyecek” dedi. AKP’den HAYIR diyecekleri siz de duymuşsunuzdur.

Siz duymadıysanız bile, Başbakan Binali Bey kahvaltıya davet ettiği AKP’li eski bakanlardan duydu!
Bunları da düz hesaba sokmak zor. Ha, matematiğin başa çıkamayacağı bir durum da HAYIR cephesinden: Kendisi HAYIR diyeceği halde Evet çıkacağından emin olan inançsızlar!
Her gün anket yapmaya, sonuçları da ballandıra ballandıra açıklamaya tutkun AKP’lilerin anket suskunluğunu da yazın, matematiğe sığdıramadığınız yere.

Siyaset ustası Süleyman Demirel’den muhalefette olduğu dönemde memleketin halini bir kelimeyle tanımlamasını istiyorlar.
“Olmaz” diyor. “Siz yaparsınız” diye üstelenince dayanamayıp; “Eyi” diyor. “Efendim nasıl olur” diyorlar, “Anarşi, terör, enflasyon…” “Bir kelimeyle ancak bu kadar” diyor Baba. “Peki, iki kelimeyle anlatın” ısrarı üzerine de; “Eyi değil” diyor!
Hikâyeyi, ÇGD’nin Yılın Gazetecileri Ödül Töreni’nde “Karikatür Ödülü”nü verirken FOX TV Ankara Temsilcisi sevgili Sedat Bozkurt anlattı. Demokrasiden birazcık nasiplenmiş hiç kimsenin Evet dememesi gereken “Bu anayasaya yüzde 49.9 Evet çıkarsa sevineceğiz. Memleketin hali eyi değil” diye de bağladı.

Matematiğe vurunca bence de “Heç eyi değil”, ama sokağa bakınca baştaki “heç”le sondaki “değil”i atabiliriz diyorum.

Diyarbakır’ın Newroz Meydanı, misal. İktidarın sesi Akşam Sabah, “Kimse gelmedi” derken AKP’nin 3-5 bin kişi gelir beklentisini ifade ediyordu. O yerle bir edilen mahallelerden on binlerin kalkıp gelerek meydanı HAYIR’la dolduracağını hiç hesap etmiyorlardı.

Hani geçen gün hiçbir siyasi bağlantısı olmadan HAYIR kampanyası yürütenlerden söz etmiştim ya. Kadınlar, gençler… Öyle çok hikâyeleri var ki adım adım dolaştıkları sokaklardan derledikleri.
Birisi, dün, “oy kullanmayacağım diyen simitçi kadını”, “oyunu farklı yansıtırlar diye sandığa gitmemeyi düşünen görme engelli kaşıkçıyı” oy vermeye ikna ettiği için nasıl huzurlu uyuduğunu anlatıyordu. Soysal Pasajı’nda sohbetine kulak verdikleri esnafın, “Bu kadarı da olmaz” diyerek AKP’ye kızmasını da “HAYIR” a yormuşlar!

Yurtdışı da aynı; sadece Almanya’da oradaki gurbetçilerin oluşturduğu ve farklı şehirlerde HAYIR için çalışan 400 grup varmış!

Haziran Hareketi Türkiye’nin değişik yerlerinde çalışan 140 meclisi ile, kampanyasının daha şen şakrak, renkli ve neşeli aşaması Mavi Dalga’yı başlatıyor.
Neşeyi, rengi, şenliği de matematiğe sokamazsınız…

Evet, bunlar matematiğe girmez ama matematiği de akıldan çıkarmamak gerek. Matematik diyor ki; sonucun “Eyi” olması sandığa gitmeyecek bir tek kişiyi gitmeye, Evet diyecek bir tek kişiyi HAYIR’a ikna etmeye bağlı olabilir!

Ben, hiçbir yerle bağlantıları olmadan, bu inançla tamamen kendiliğinden çalışıp çabalayanlardan çok umutluyum!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

23 Mart 2017 Perşembe

Bir savcıdan ötesi: Doğan Öz - ALİ RIZA AYDIN

Hukuk insanı, adaleti insanca yaşamanın sorunu olarak görür. Bu bakışın özünde de sömürücü adına yazılı, sömürüye bağlı “baskı kuralları”nı “hukuk” yapacak mücadeleyi vermek; yorumlama ve çözümleme tekniklerini sömürülenin, ezilenin, haksızlığa uğrayanın ideolojisine ve siyasetine çevirmek gelir.
    
Kendi isteğiyle ya da baskılarla iktidara teslim olanlara, iktidarın emir erliğini seçenlere hukuk insanı denemeyeceği gibi baskı kurallarını zorlamadan iyi yorum tekniklerine sığındığını sananlara da hukuk insanı denemez.

Hukuk memurluğu ile hukuk insanlığı arasındaki ayrım sınıflararası ayrım kadar serttir, sert olmak zorundadır. Hukuk memuru, sermaye iktidarı ile siyasal iktidar bütünlüğünün içinde kıvranıp dururken, hukuk insanı çemberi yırtacak adalet yolları arar.

Çünkü adalet, Lenin’i kılavuz yaparsak; “bir söz değil”, “en dokunaklı, en canlı, en önemli sorun” olarak “açlıktan ölmek sorunu”, “bir lokma ekmek sorunu”dur. “Aç ve yıkıma uğramış insanların çıkarlarıyla sömürücülerin çıkarları arasında bir uzlaşma üzerine herhangi bir siyaset kurmak, işte bu yüzden olanaksızdır”.

Bu yüzden sömürücü ve sömürülen uzlaşması üzerine hukuk yapmak, hukuku insanlığın denetim aracı olmaktan, hukukla uğraşanları da hukuk insanı olmaktan çıkarır.


24 Mart 1978 günü faşist çetenin kurşunlarına hedef olan Savcı Doğan Öz, dünyaya ve yaşama bakışındaki, şiirlerindeki, ilişkilerindeki insanlığı, hukuksal görevine de yansıtan hukuk insanıydı.
Hukuk ve yargıyı, dar ve ulaşılamaz gibi gösterilen, sömürü ve baskının kılıfı yapan alanından çıkarıp, insanlığın alanına taşımayı tartışmak olanaklı da, bu amacı yargı mensubu olarak fiili duruma taşımak her babayiğidin harcı değil.

İşte Doğan Öz bu insanlık taşımasını yaptı ve yaptığı için de kurşunlarla susturuldu. 1970’lerin son çeyreğinin Türkiye tarihi “kurşunların, kıyımların tarihi” olarak yaşanırken, bu tarihin gerçeğini, hukukun “adi suç”, “cinayet”, “delil”, “tanık” kavramlarından çıkarak aradığı için; silahı tutan ele kimlerin, hangi güçlerin hangi amaçla kumanda ettiğini, ölümlerden kimlerin beslendiğini görmeden karanlıktan aydınlığa çıkılamayacağını kanıtlarıyla gösterdiği için susturuldu.

Doğan Öz susturulurken, yargının da adalet adına susturulması süreci başlatıldı.
Doğan Öz anmasını geçen yıl YARSAV ve Başkanı Murat Arslan ile birlikte yapmıştık. Bugün ne YARSAV faal ne de Murat Arslan özgür. OHAL gereğini yaptı, yargıç ve savcıların büyük örgütünü kapatmakla yetinmedi, binlerce yargıç ve savcıyı mesleklerinden attı, gözaltına aldı, tutukladı.
Masumiyet karinesine herkesten çok özen göstermesi gereken yargı mensupları, soyut iddialar üzerinden suçlu ilan edilirken şimdi kılıfına uydurulacak iddianameleri bekliyor.
Yargı mensupları darbe girişiminde mi bulundular, yoksa kendileri üzerinden yargıya darbe mi yapıldı?

Darbe girişimde bulunma bir iddia. Zaten somut girişime değil, “terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı” kalıp tümcesine dayanıyorlar. Tümceye bakın; sözcüklerin çoğu soyut, belirsizlik diz boyu.
İddianameleri savcı yazacak -ki toplumsal davalarda savcının “güvenlik güçleri” ne derse onu iddianameye yazdıklarına ilişkin veriler çok fazla-,  karşılığını yani kararı yargıç verecek.
Hangi savcı ve yargıç? Meslektaşlarının üçte biri atılan, meslekten men edilen, gözaltına alınan ya da tutuklanan savcı ve yargıç…

Darbe girişiminden sonra darbeye maruz kalan yargının mensupları çözecek(!) işleri. OHAL düzeninde neredeyse haftada bir atılma, gözaltı, tutuklama işlemiyle karşılaşan; sona ermeyecek şekilde cezalandırma zinciriyle karşı karşıya kalan, baskı altındaki yargı mensupları nasıl çözebilirse öyle çözecek.

Halkoylamasında “hayır”cıları tehdit eden savcının çözmek istediği ortada…
1980 faşist darbesine uzanan karanlık yolda, karanlığın korkusunu iliklerine kadar duyan halk “bir savcı katledildi” haberiyle umutsuzluk uçurumunun dibine çöreklenip kalmıştı. Suskunluğu yaratmayı başaran sömürü düzeni ise içerdeki iktidarıyla 24 Ocak’ta uygulamaya koyamadığı neoliberal düzene entegrasyon planını, 12 Eylül’de darbeyle koyuverdi. Kestirmeden halletti işleri…
Halledilenler arasına yargı da yerleştirildi. Önce kanunlarını çıkardılar, sonra da 1982 Anayasasına yerleştirdiler “bağımlı yargı”larını… 2010 Anayasa değişikliğiyle güdümlü yaptılar. 2017 değişikliği ile de emir eri yapacaklar.

Katlettiler Doğan Öz’ü, adalet arayanları, hukuku ve yargıyı katletmek için. Sonra ara ara sürdü yargı mensuplarına silahlı saldırılar; Çağlayan’da olduğu gibi yargısız infazlar içinde de susturdular. Büyük kıyımı OHAL’e havale ettiler; bedeni yok etmeden mesleği yok ettiler.
Bir savcıdan, bir yargıçtan ötesinin hukuk insanıydı Doğan Öz. Düzen hukukunu ve yargısını delip çıkan hukuk insanıydı. O, sömürünün ve gericiliğin hiçbir değişikliğe uğramadığı yargı reformlarını da reddetti.


Doğan Öz’ün, “ölümsüz hukuk insanı” unvanını alan ender hukuk insanları arasında yaşamaya devam etmesi, sömürünün ve gericiliğin yok edilmesi uğruna mücadele edenler için ışık olacak.

                                                                            **
Doğan Öz’ü, 25 Mart 2017 Cumartesi günü Ankara’da Nazım Hikmet Kültür Merkezinde Saat 16.00’da (Konur Sokak No: 51/3 Kızılay) Hukukta Sol Tavır Derneği etkinliğinde Sevgili Av. Erşen Sansal ile birlikte anacağız.      

Ali Rıza Aydın / SOL

Baş aşağı yuvarlanışın resmi - Nilgün Cerrahoğlu

Trump geleli düzineye yakın liderle görüştü... Theresa May, Trudeau ve Netanyahu’yu ağırladı. İslam dünyasından liderlerle de sıkı teşrik-i mesai yaptı.Buluştuğu ilk Ortadoğulu lider Ürdün Kralı Abdullah oldu. 
 
“Model” kontenjanından öncelikle Erdoğan’a el uzatan Obama’dan farklı olarak; arıza çıkartmayan, uyumlu müttefik “Ürdün modeline” rağbet gösteren Trump; huzura önce Abdullah’ı kabul etti. 
 
En son geçen hafta da Velihat Prens Muhammed Bin Selman’la bir araya geldi.
Şimdi sırada Mısır Devlet Başkanı Sisi ile yapacağı görüşme var.
“Asrın lideri”miz sırasını bekleyedursun, Trump Beyaz Saray’da Ortadoğu’daki “öncelikli partnerleri”ni bir bir belirliyor. 
 
Uçan kuşla kavgalı TC liderine bu öncelikli dostlar arasında yer yok.
Oysa ki Saray çevreleri, Başkanlık seçimini Hillary’nin kaybetmesine sevinmişti. Yüz binlerce dolar akıtılan lobilerle yolunu bulup “Trump reis”le meramlarını anlatacaklarını düşünmüş ve bu nedenle “Müslüman yasağı” için bile hiç “tıss” kelam etmemişlerdi.
 
Yanıbaşımızdaki İran’dan örneğin yasağa tepki yağarken, “İslam dünyasının lideri” olmak iddiasındaki ülkenin lider kadrosundan hiç ses yükselmemişti. 
 
Beri yandan...
Eski Kıta’ya “haçlı-hilal çatışmasıyla” abanılırken, bu ifadelerin Batı’nın geneline genişletilmesinden kaçınılmış ve “Müslüman yasağı” çıkışına rağmen ABD’nin adı “haçlılar” arasında asla geçirilmemişti...
 
Sırada Çizme de var
THY’yi “kabinde elektronik cihaz yasağı” kapsamına alan karar böyle bir ortamda geldi.
Ankara’nın kendi dışında, İslam dünyasının genelini ilgilendiren ABD’nin ırkçı uygulamalarını sessizce sineye çekip alttan aldığı ve “üç maymunu oynayarak” karşıladığı; “sabreden derviş muradına ermiş” modunda, yeni yönetimle beyaz sayfa açmayı beklediği dönemde “şak” THY darbesi indi. 
 
Haberi biliyorsunuz. İstanbul’un da bulunduğu 10 Ortadoğu havalimanından (Kahire, Amman, Doha, Riyad, Cidde, Kuveyt, Abu Dabi, Dubai, Kazablanka) ABD’ye kalkan uçuşlarda, yolcular tablet ve de bilgisayarları yanlarına alamayacak. Bunları bagaja vermek zorunda kalacaklar. 
 
Uygulama THY, Emirates, Etihad, Qatar gibi iddialı Ortadoğu havayollarının candamarını kesecek. Uzun yolculuklarda, zamanlarını bilgisayarlarıyla çalışmak için kullanan yolcular, bu havayollarından vazgeçip başka havayollarına kayacak. 
 
ABD’nin “uçaklarına tablet ambargosu” koyduğu havayollarını, sonra başka ülkeler de kara listeye alacak. İngiltere ABD’yi izledi bile. Sırada İtalya var. Çizme’de konu gazetelerin manşetinde. Yılda 690 bin transit yolcu taşıyan Atatürk Havaalanı “hub” olma özelliğini böylece kaybedecek.
Terör, otoriterleşme-baskının yol açtığı imaj kaybı, Avrupa ile zincirleme kriz yüzünden Türkiye’den zaten elini ayağını çeken turizm, bir de “sakıncalı Ortadoğulu alanlar” listesi nedeniyle darbe yiyecek. 
 
THY’nin “şirket” olarak aldığı zarar, bu başlıklara eklenerek “Türkiye markası”nın aldığı darbelerden sonuncusuna dönüşecek.
 
THY’nin ufku böyle göçtü
CNN International, France 24 gibi küresel kanallarda THY’nin Morgan Freeman’lı “Ufuklarınızı genişletin” reklamıyla her karşılaşışımda hep bunu düşünüyorum:
Bir ülkenin uluslararası itibarı ve imajı bu kadar yerlerde sürüklenir, bu kerte dibe vururken; nasıl olur da ulusal havayolu, hiçbir şey olmamış gibi marka değerini koruyabilir ve yüksekten uçmaya devam eder diye... 
 
An itibarıyla sorumun yanıtını -heyhat- almış bulunuyorum...
Türkiye, ABD Başkanı’nın -misal-“öncelikli” muhataplarından olsaydı, bu sakıncalı listeye alınmayabilirdi. 
 
NATO’da tüm müttefiklerin yaka silktikleri konumda bulunmasaydı, Ankara, etkileri “ekonomik yaptırım”dan farksız olan bu önlemden büyük olasılıkla kendini koruyabilirdi. 
 Ya da...
Dünyada sesi daha kayda alınır ve saygın konumda olsaydı; itirazları duyulurdu...
Ama Türkiye’den gelen sesler artık boş kubbede yankılanıyor. France 24 TV’si -misal- geçen gece “yasaklı alanlar” listesini sıralarken, sunucu, yasağa karşı yalnız “bir adamın” homurdandığını söyledi. 
 
Ardından müstehzi biçimde gülerek ekledi:
“Ama o zaten her şeye homurdanıyor!” 

 
Bu noktaya düştüğünüzde ciddiye alınmak imkânsızlaşıyor. Yazıklar olsun.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Hangisi Türkçe ki? - ALİ SİRMEN

Devlet Bahçeli referandumdan “evet” çıkarsa sistemin başında ki kişinin diktatör olup olmayacağı yönündeki soruya net yanıt vermiş:
- Hayır olmaz!
Gerekçesi de bir o kadar ilginç, bir o kadar net:
- Çünkü “diktatör” Türkçe değil.
Yanıttan önce, sorunun üzerinde durmak istiyorum.
Soru abes.
Bir olay gerçekleştikten sonra, onun olup olamayacağı sorulması gibi, bir ül kede kuvvetler ayrılığı ilkesi çiğnendik ten, yürütme, yasama ve yargının dizginleri tek kişinin elinde toplandıktan sonra, hâlâ “Acaba gelecekte dikta olur mu” diye sormak da saçmadır.
Cevaba gelince: Diktatör sözcüğü Türk çe olmadığı için Türkiye’de dikta olmayacağını söylemek, “kanser sözcüğü Türkçe olmadığından Türkler kanser olmaz” demekle eşanlamlıdır.
Oysa kanser Türkçe olmasa da, Türkler şakır şakır kanser oluyorlar.
Ayrıca aynı mantıkla, Türkiye’de hiçbir şeyin olmayacağına hükmetmek gerekir.
Öyle ya, hangi sözcük Türkçe ki?
Parlamentarizm, demokrasi sözcükleri de Türkçe değil, siyaset biliminin sosyal bilimlerin sözcükleri içinde Türkçe olanlar yok. Hepsi yabancı dilden gelip yerleşmiş, kimi olduğu gibi kullanılmış, kimi tercüme edilmiştir. 


***
Türkiye bilimde öncülük etmiş, her alan da yeni kavramlar üretmiş, ihraç eden bir ülke değil. Daha çok kavram ithal ediyor.
Bununla birlikte kavramları ithal ederken onları eğip bükerek kendine uyduruyor, kendine özgü bir hale getiriyor. Bu tür çarpık kavramlar da bu halleriyle, başka bir dile çevrildiğinde hiçbir anlam ifade etmez, garip bir hale bürünüyorlar.
Örneğin her dilde sağ sol kavramları vardır ve sağ sol yelpazesi içinde bir kişinin ya da hareketin yerini belirlerken, bazı hallerde “extreme” deyimi kullanılır. Bundan kastedilen, kişinin ya da hareketin sağ veya sol yelpazenin ucunda bulunduklarıdır.
Bu olgu Türkçede “aşırı sol ve aşırı sağ” olarak nitelendirilir ve de bu durum nedense yıllardır kullanılırken kimseyi rahatsız etmez.
Oysa bir yargı taşımayan tarafsız olarak yer belirleyen uç kavramına karşılık, aşırı sağ veya aşırı sol deyimi tümüyle paternalist bir düşünce tarzını yansıtır.
Aşırı sol, uç sol gibi bir yer belirtmenin ötesinde, bunun yeterlinin, gereklinin ötesinde, zararlı olduğunu ifade eder. Yani özgürlüklerin ve düşüncelerin izne tabi olduğu ülkelerde, izin verilenin, ge rekli ve yeterli olanın ötesinde olmak anlamını taşır bu deyim. Deyim böyle olun ca, “aşırı!” solun cezalandırılmasını da kimse yadırgamaz.
Bakın bakalım, gelişmiş demokratik ülkelerin dillerine, bir tanesinde “aşırı sol” kavramını tıpatıp karşılayan bir sözcük bu labilecek misiniz?
Uğur Mumcu, deyimin abesliğini ortaya koyan bir deyiş bulmuştu. Ne zaman ne kokar ne bulaşır birini görse hemen yapıştırırdı:
- Aşırı ortacı!

***
Bizim gençliğimizde, serpintileri bugün hâlâ süren suçlayıcı bir kavram daha vardı:
“Kökü dışarıda akımlar.”
Kökü dışarıda diyerek düşüncenin üstüne çullanmayı şiar edinmiş toplumun bi reylerine, “Neyin kökü içeride ki?” dediği nizde aval aval suratınıza bakarlardı.
Gerçekten de kökü dışarıda olmayıp yüzde yüz içeride olan hangi akım ve kavram vardı ki? Kapitalizm mi, sosyalizm mi, ulusçuluk mu, demokrasi mi, İslam mı? Bunların hepsi de dışarıdan gelmiş değiller miydi?
Böyle bir kavramı da hiçbir çağdaş toplumda bulamayacağımız açıktır.
Diyeceğim o ki, toplumsal, siyasal, kül türel kavramlarımızın arasında yüzde yüz Türk malı olan birini bulmak hemen hemen imkânsızdır.
Alıp, kendimize mal ettiğimiz kavramları da o hale sokuyoruz ki, başka ülkelerde dolaşıma giremez hale geliyorlar.
İşte 16 Nisan günü oyumuza sunulan “Türk usulü başkanlık sistemi” de onlar dan biri.
Demokratik toplumlar bunu kendi dillerinde ancak “diktatörlük” olarak tanımlaya biliyorlar.
Türkçesine ne diyeceğiz?
Sayın Bahçeli bir zahmet açıklasa da öğrensek...



Ali Sirmen / CUMHURİYET

Teşvik rüzgârları bozuk zemini örtmeyi başaramıyor - ASLI AYDIN

Sorunlar o kadar ağırlaşıyor ki, ekonomide estirilen suni rüzgârlar, alttaki bozuk zemini örtmeye yetmiyor. Ülke ekonomisi hızla bozulmaya, çarpıklaşmaya devam ediyor.


Türkiye ekonomisindeki son gelişmeler, çoraklaşmış bir toprakta adeta hormonlu ürün yetiştirmeye benziyor. Kısa vadede göz dolduracak, fakat uzun vadede verimsiz hale gelmiş toprağın hepten yok olmasına neden olacak cinsten.

16 Nisan referandumuna kadar olan süreç içersinde, hükümetin olanca kamu kaynağını yavaşlayan piyasaları canlandırma yönünde kullandığı görülüyor. Örtülü ödenek kullanımının ocak ve şubat ayında tarihi denebilecek ölçüde arttığı, yılın ilk iki ayında 459.2 milyon lira para harcandığı belirtiliyor. Bu yaklaşık aylık yüzde 60-70 arası bir artış demek.

Kesenin ağzı açılıyor, işçi alana teşvik, müteahhitlere teşvik, emeklilere ikramiye dağıtılıyor; bunun yanında vergi indirimi ve yabancılar ile gurbetçilere konut satışı KDV istisnası, perakende sektörüne yönelik ÖTV indirimi vb pek çok paket hayata geçiriliyor. Siyasette, uluslararası ilişkilerde referanduma doğru son derece ‘gergin’ olan hükümet, ekonomide olağanca bonkör bir tavır sergiliyor. Aslında tüm paketler, ekonomiye bir 5 yıl öncesinin havasını geri getirme çabasının ilerisine gitmiyor. Gelir yok ama tüketim olsun, üretim yok ama piyasada para dönsün.
Oysa şu an eski ile ipler tamamen kopmuş durumda. Faizler tüm dünyada yukarı yönlü, paranın yönü gelişmiş-merkez kapitalist ülkelere doğru dönüyor. Özelde ise Türkiye hem yavaş büyüme, hem enflasyon hem de işsizlik sorunları ile aynı anda boğuşmak zorunda. Para gelsin çarklar dönsün dönemi geride kaldığı için ciddi bir likitide sorunu ve dahası düşük büyümede bile yükselen dış açıklara yönelik ciddi finansman sorunları var.

Sorunlar o kadar ağırlaşıyor ki, ekonomide estirilen suni rüzgârlar, alttaki bozuk zemini örtmeye yetmiyor. Ülke ekonomisi hızla bozulmaya, çarpıklaşmaya devam ediyor ve dış dünyadan gelen sinyaller ülkede açığa çıkan risklerin artık sürdürülemeyeceğini ortaya koyuyor. Üç risk burada öne çıkıyor; borçluluk, enflasyon ve dış ekonomik ilişkiler. Bu risklerdeki sinyallerin büyük ölçüde bozuluyor oluşu da, ülkeyi durgunluğa, işsizliğe ve üretimsizliğe daha fazla sürüklüyor. Enflasyonu, daha geniş değerlendireceğimiz bir başka yazıya bırakarak, dış borçlar ve dış ekonomik ilişkilerle ilgili gidişatı şöyle açıklamak mümkün:

Dış ekonomik ilişkiler zarar yazıyor
Ocak ayında cari denge 2,8 milyar dolar açık verdi. Cari açığın 2016 yılı Ocak ayına göre bu Ocak ayında 561 milyon dolar daha genişlemesindeki en önemli etkenlerden biri dış ticaretteki açığın artışı oldu. Dış ticarette açık 2016 Ocak ayına göre yüzde 10 arttı. Uzun zamandır aslında bu eğilim izleniyor. İhracatta niceliksel gerilemeye niteliksel gerilemenin de eşlik etmesi, Türkiye’nin dış dünyaya neyi nasıl sattığı konusundaki sorunları artırıyor. Ayrıca ihracat pazarlarının ekonomik açıdan hâlâ toparlanamaması ve ikili, hatta AB ülkelerindeki gibi çoklu yaşanan siyasi gerilimler, önemli ölçüde ekonomiye zarar yazıyor.

Türkiye’nin ihracat yapısı hem gelir bakımından hem de ülkeye katma değer bakımından, hem de hacimsel olarak ihracatta güç kaybı ve gerilemeye neden oluyor. Ülke bugün ithalatı özendirici politikalarla birlikte yüksek teknolojiyi ithal eden, küresel pazara düşük teknolojili, katma değer yaratmayan, kolay ikame edilebilen ürünleri ihraç edebilen bir konumda. İhracatını da ithalat ettikçe yapabiliyor üstelik. Yüksek teknoloji sınıfındaki ürünlerin toplam üretim içindeki payı 2000’de yüzde 5 iken 2002’de yüzde 2’lere kadar geriledi. Her ne kadar tartışmalı bir konu olsa da dünya, Endüstri 4.0 adı altında ileri üretim tekniklerini konuşurken, Türkiye’de kalkınma ve toplumsal refaha büyük katkı sağlama potansiyeli olan sanayi sektörü hem niteliksel hem de niceliksel gerilemesini sürdürüyor. 1998’lerde imalat sanayiinin GSYH içindeki payı yüzde 23,6’lerde iken, 2011 yılında bu oran yüzde 16,1’e bugünlerde ise yüzde 15’lere inmesi, bu gerilemeyi ortaya koyuyor.

Dolayısıyla rekabetçi bir güç olmaktan giderek uzaklaşan, teknolojik ilerlemenin gerisinde kalan ülkenin, sattığı malları daha ucuza üretebilmesi, ihracatta elinde kalan tek güç. Bunu da bugüne kadar emek maliyetlerini ucuzlatarak yaptı. Fakat bugün üretim girdilerinin büyük bir kısmını oluşturan ithal girdilerin fiyatlarının kur etkisiyle artıyor oluşu, bu özelliği de aldı götürdü. Üzerine bir de diplomatik ‘krizleri’ eklersek, hem mevcut görünümün hem de gidişatın iyi gözükmediği ortada.

Gelir yok, borç çok
Bilindiği gibi geçen Eylül ayında Türkiye'nin kredi notunu bir kademe düşürerek ‘yatırım yapılamaz’ yani ‘çöp’ seviyesine indiren Moody's, geçen günler içinde Türkiye'nin kredi notu görünümünü ‘durağan’dan ‘negatif’e indirdi ve Ba1 olan kredi notunu teyit etti. Bu kararın nedenlerine ilişkin yapılan açıklamada, kurumsal yapıda yaşanan bozulma ve dış borç riski öne çıktı. Kurumsal yapıdaki bozulma, ülkenin yarınına olan güveni büyük oranda tahrip ederken, kurumların tek başına bağımsız karar verme yetisinin de kaybolduğunu ortaya koyuyordu. Hal böyle olunca, örneğin Merkez Bankası’nın bugün alternatif kanallardan faiz artırımı yoluyla izlediği sıkı para politikasının 16 Nisan sonrasında nasıl bir politikaya dönüşeceğine ilişkin kimsenin tam anlamıyla bir öngörüsü olamıyordu. Nitekim Moody’s’in de altını çizdiği bu bozulma, ülkede yatırım ve tüketim kararlarını olumsuz etkilemesi bakımından ekonomi alanında kendi çapından fazla bir daralmaya yol açıyor.

Tüm bu olumsuz koşullar, halihazırda gelirin düştüğü ekonomide toparlanabilme olasılıklarını da gündemden düşürüyor. Diğer bir taraftan ise borç kalemi şiştikçe şişiyor. Bugün ülkenin dış borcu yaklaşık olarak 420 milyar dolar civarında. Bunun yüzde 72’ye yakın kısmı özel sektöre ait. Özel sektör borçlarının yüzde 44’ü ise kısa vadeli borçlardan oluşuyor. Merkez Bankası verilerine göre Türkiye’nin 1 yıl içinde ödemesi gereken toplam döviz borcu 160 milyar dolar civarında. Bu borçlar hangi gelirle ödenecek? Bu borçların yarısından fazlasının dolar üzerinden yapıldığı göz önüne alındığında dolar kurunun seyri ne olacak? Bu soruların yanıtları konusunda ekonomik ve siyasi iklime bakıldığında kimse iyimser olamıyor.

•••
Artan bu riskler karşısında çözüm olarak sunulanın kamu bütçesinden yapılan harcamalarla sınırlı olması, bu çözümleri seçim harcaması niteliğinde görmemize neden oluyor. 16 Nisan’ın bir bitiş çizgisi olarak görüldüğü kuvvetle muhtemel, çünkü ne verilen teşvikler üretken-gelir getirici alanlara yöneliyor, ne de örneğin teşvik vererek gerçek anlamda istihdam yaratılıyor. Uzun vadeli, yapısal çözümlerden uzak duruldukça ülke ekonomisi geri dönülmesi çok zor, çarpık bir yola giriyor.

Aslı Aydın / BİRGÜN


22 Mart 2017 Çarşamba

15 dakikayla sarsılan hayatlar - CUMHURİYET Olaylar ve Görüşler

YGS’ye giren adayın sınavın başlamasına 15 dakika kala sınavın güvenliğini tehlikeye düşüren bir eyleminin bulunup bulunmadığına yönelik bir tespit bulunmadan, bir yıllık emeğinin boşa gitmesi, sınavın eşitlik ilkesi içinde yapılması amacına uygun düşmüyor

[Haber görseli]

İki milyonu aşkın gencin ve ailelerinin, aylardır heyecanla bekledikleri Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) Pazar günü yapıldı. Sınavın başlamasından 15 dakika öncesinden itibaren sınav binalarına alınmayan gençlerin yaşadıkları üzüntü ve hayal kırıklığının haber ve görüntüleri medyada yer aldı. Onca yıllık emeklerinin boşa gittiğini düşünen adayların görevlilerden yardım çabaları karşılık bulmadı.
YGS başta olmak üzere Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi Başkanlığı (ÖSYM) tarafından yapılan merkezi sınavların sorularının çalındığına dair bilgiler kamuoyunun malumu. 6114 sayılı Kanunun 3. maddesiyle sınav hizmetlerinin tüm aşamalarında gerekli güvenlik tedbirlerini almakla yükümlü kılınan ÖSYM’ce, sınavların güvenli bir şekilde yapılması için her yıl farklı tedbirler deneniyor.
Bu yıl denenen yeni tedbirler kapsamında, sınavın başlamasına 15 dakika kalmasından itibaren adayların sınav binalarına alınmayacağı duyuruldu ve uygulandı.


Daha önceki kararlar
Bu yılki uygulamaya dair düzenlemeler, Adayların ve Sınav Görevlilerinin Sınav Binalarına Giriş Koşullarına İlişkin Yönetmelik ve 2017 Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sistemi (ÖSYS) Kılavuzu’nun ilgili hükümleriydi.
Sınavın başlama saatinden 15 dakika öncesine kadar gelmeyen adayların sınav binalarına alınmamalarına dair getirilen bu düzenleme ve uygulamanın, daha önce sınav güvenliğini sağlamak amacıyla alınan tedbirler ve uygulamalara yönelik açılan davalarda verilen kararlar bağlamında değerlendirilmesi yararlı olacak.
6114 sayılı kanunla ülkemizdeki pek çok sınavı yapmakla görevlendirilen ve bu konuda uzmanlaşmış olan ÖSYM, sınavların sağlıklı, objektif ve güvenli bir biçimde yapılması konusunda her türlü önlemi alma ve düzenleme yetkisine sahip.
İdareye tanınan bu yetkinin nihai amacı, sınavın objektif geçmesini sağlamak, sınava katılanların eşit şartlarda yarışmalarını sağlamak ve kimsenin hak ettiği puandan fazlasını almasına izin vermemektir. Sınava katılanların bilgi ve emeklerinin dışında -kopya, soru çalma gibi- başka yollarla sonuca gitmesini önleyecek yol ve yöntemler ile aksine davranışların önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlerin de ölçülü olması gerekir. Alınan tedbirlerin yeni mağduriyetlere, eşitsizliklere yol açmaması da gerekir.


Ölçülülük ilkesi
Kanun koyucu ve idareler, düzenlemeler yaparken hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşur. Bir kurala uyulması nedeniyle kanun koyucu veya idareler tarafından öngörülen yaptırım ile ulaşılmak istenen amaç arasında da “ölçülülük ilkesi” gereğince makul bir dengenin bulunması zorunludur.
Sınavın objektif ve güvenli bir şekilde yapılması amacıyla alınan tedbirlerden bireysel olarak etkilenen kişilerin açtığı davalar neticesinde yargının bu konudaki yaklaşımına da bakmakta fayda var. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, avukatlık kimliğinin ÖSYM tarafından yapılan sınavlarda geçerli kimlik olarak kabul edilmemesi işlemi ile bu konudaki duyurunun iptali istemiyle açılan davada, 27.04.2015 günlü, E:2015/1245, K:2015/1614 sayılı kararıyla sınavın güvenlik ve yeknesaklığını sağlamak amacıyla, sınava girişte özel kimlik belgesi olarak nüfus cüzdanı ve pasaportun geçerli belge sayılmasında hukuka aykırılık bulunmadığından, işlemlerin iptaline dair Daire kararının bozulmasına karar vermişti. Yine yasak olduğu halde cep telefonu ile Orta Öğretime Geçiş Sınavına katılan öğrencinin bir dersinin geçersiz sayılması işleminin iptali istemiyle açtığı davada, sınavın sonucunun objektif olarak değerlendirilmesini engellediğinden, işlemin iptaline dair mahkeme kararının bozulmasına karar verildi. 


Danıştay ne demişti?
Bununla birlikte yasak olduğu halde, sınava çanta, saat, künye, sigara paketi, cüzdan gibi eşyalarıyla giren adayların sınavlarının geçersiz sayılmasına ilişkin işlemlerin iptali istemiyle açılan davalarda ise bu eşyalar ile sınava girme dışında, bunların davacılara avantaj sağladığına, olumlu bir katkısının olduğuna dair bir belirleme bulunmadan, yasak eşya ile sınava girilmiş olmasından hareketle sınavın geçersiz sayılmasına dair işlemlerde hukuka uygunluk bulunmadığına dair Danıştay 10. Dairesi’nin E:2016/3323, 12. Daire’ nin E:2014/10560, E:2016/1749, E:2015/2540, E:5360, E:2016/9059 sayılı kararları bulunuyor.
Yargı, bu konuda her olaya göre değerlendirme yapıyor, getirilen kurala uymamayı tek başına sınav güvenliğini tehlikeye düşüren eylem olarak kabul etmiyor. Bu yıl gerçekleştirilen YGS sınavında da, bazı adayların, sınavın 14 dakika öncesinden başlamak üzere, sınavın yapılmasına daha dakikalar var iken, sınav binalarına alınmamasıyla bir yıllık, hatta bir ömürlük emekleri kayboldu. 


Eşitlik ilkesine aykırı
Önceki yıllarda, sınav başladıktan sonra gelen adaylar, kendilerine haksız uygulama yapıldığını düşünmez iken, bu yıl sınav başlamadan adayların binalara alınmamaları, adayların kendilerine haksızlık yapıldığı düşüncesine götürdü. Kapıdan çevrilen adayın sınavın başlamasına 15 dakika kala sınavın güvenliğini tehlikeye düşüren bir eyleminin bulunup bulunmadığına yönelik bir tespit bulunmadan bir yıllık emeğinin boşa gitmesi de, sınavın eşitlik ilkesi içinde yapılması amacına uygun düşmüyor.
Sınav sorularının çalınmasını mutlak bir şekilde önleyici tedbirleri almak gerekirken, sınavın başlamasından 15 dakika öncesinde sınav binalarına kabul edilmeme yasağının ve bu amaçla sınav başlamadan yüzlere kapatılan kapıların birçok gencin gelecek kapılarının kapatılması anlamına geldiğini unutmayalım.
ÖSYM’nin bu uygulamasının birçok adayı, sınav güvenliğini tehlikeye sokacak bir durumu olduğu tespit edilmeden sınava girme hakkından yoksun bırakarak yeni mağduriyetler yarattığından, bu uygulamanın yeniden gözden geçirilmesi ve fikrimce sınav güvenliğini tehlikeye sokacak bir davranışı olmayan adayların sınav başlama saatine kadar sınav salonuna alınması gerekirdi. İdarenin bu tür uygulamalarının önceki yıllarda yargıya taşındığı durumlarda yargının yaklaşımının, somut olaya göre uygulanan tedbirin “ölçülülük ilkesi” sınırları içinde kalıp kalmadığının belirlenmesi şeklinde olduğunu da son kez bir daha vurgulayalım.


M. ÖNDER TEKİN
Yargıç